Zum Inhalt springen
Qries Qries Qries Qries Qries Qries

Empfohlene Beiträge

[h=2]İnanmak veya inanmamak[/h]

İman kelimesi için her ne kadar türkçe karşılığı olarak “inanç“ kullanılsa da, şu iki mana esastır: (1) hakkı kabul ve tasdik; (2) güven verme, emniyeti sağlama.

İslamiyete göre iman, Peygamber Efendimizin Cenab-ı Haktan getirdiği kesin olan şeyleri tasdik etme anlamındadır. İman kalbin bir sıfatı olduğu gibi, zıddı da küfürdür. Bediüzzaman Said Nursi’nin İşaratü´l-İ´caz´da naklettiğine göre, „İman, kulun irade-i cüz´iyesini sarfettikten sonra, Cenab-ı Hakkın o kulun kalbine koyduğu bir nurdur.“ Yani Peygamber Efendimizin getirdiği hakkı ve hakikati kendi hür iradesiyle tasdik edip benimsedikten sonra, Cenab-ı Hak o kulun kalbine, sıfatı haline gelen bir nur yerleştirir. Bu nur hem bir güçtür, hem bilinmezleri aşikar hale getiren bir aydınlıktır. Hem de hakkı kabul ve tasdik eden ve güven veren bir sıfattır.

St. Augustine´nin „İman etmek, görünmeyene inanmaktır. Mükafatı ise görünmeyeni görmektir.“ sözü de bu hakikata parmak basıyor. Görünmeyeni görme mükafatı Allah´ın nuruyla, yani O´na iman etmekle ortaya çıkıyor.

Yine Bediüzzaman 23. Söz´de „İman insanı insan eder; belki sultan eder“ ve „Hakiki imanı elde eden adam, kainata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre, hadisatın tazyikatından kurtulabilir“ sözleriyle imanın ehemmiyetine vurgu yapıyor. Yani iman´ın bir insanlık sıfatı olduğunu ve güçlü bir imana sahip olan bir insanın – Allah´a güvendiği için – kainata meydan okuyabileceğini söylüyor.

Bu şekilde imanlı bir insan kaderden emin olduğu için, başına ne gelirse gelsin, hepsinin bir imtihan olduğunu bilir ve rahat eder. Huzuru bozulmaz. Zengin olsa, şükreder, havalanmaz, fakir olsa sabreder, isyan etmez. „Ey arkadaş! Bütün lezzetler imanda olduğu gibi, bütün elemler de dalalettedir“ diyor Bediüzzaman. Huzursuzluk, mutsuzluk, elem ise küfür´den geliyor. Yani Allah´ı inkar etmekten.

Kur´an-ı Kerim´de ahseni takvim (en güzel biçimde) ve esfele safilin (aşağıların aşağısı) kelimesi geçiyor. İman ile insan ahseni takvim üzerinde olur. Küfür ise insanı esfele safiline atar. Çünkü küfür yaratılış fıtratına ters düşüyor.

Küfür,„Örtmek“ anlamına gelir. İslamiyete göre, „Peygamber Efendimizin Cenab-ı Haktan getirdiği kesin olan bir hakikati tasdik etmeme, gizleme, inkar etme ve inanmama“ anlamındadır. Bu tarifin içinde, Allah´a ortak koşma, Cenab-ı Hakka layık olmayan sıfatlar yakıştırma, Kur´an´dan bir ayet veya kesin bir hükmü inkar etme; meleklere, ahirete, Cenab-ı Hakkın gönderdiği kitaplara ve peygamberlere inanmama gibi unsurlar bulunmaktadır. Küfür kalbin bir sıfatı olduğu gibi, imanın da zıddıdır. Ayrıca küfür türkçede, sövmek anlamında da kullanılmaktadır. Bu anlam yukarıdaki anlamdan tamamen farklıdır ve sadece türkçede vardır. Küfür, nankörlük anlamında da kullanılır ve türkçede „küfran-ı nimet“ şeklinde söylenir.

İnkar ise farklı manalarda kullanılır: 1. Tanımama,kabuletmeme, ispat edilmiş bir şeyi tasdik etmeme (adem-ikabul). Bu tarz inkar genellikle bilmemekten ve kesin bir hükme sahip olmamaktan kaynaklanır. Misal: „Rabbimizin varlığını kim inkar eder?“ 2. Reddetme, kesin olarak var olan bir şeyin yokluğuna inanıp tasdik etme (kabul-ü adem). Bu tarz inkar bir inançtır ve aleyhte kesin bir hükme sahip olmaktan kaynaklanır. Misal: „Hangi delile dayanarak ahiretin varlığını inkar ediyor?“ 3. Bir insanın yaptığı veya söylediği bir şeyi gizleyip, „yapmadım, söylemedim“ diyerek bunda ısrar etmesi. Bu anlamda zıddı itiraf olur. Misal: „Borcunu inkar ediyor.“

İmanın kaynağı ise acizlik değildir. İman yaratılışdan geliyor. Fıtraten insanda bu mevcuttur. Descartes “Var olan bir şeyin yok olandan gelmesi imkansızdır” diyerek, insanın aklını kullanarak Allah´ı bulabileceğini vurguluyor.

Bunlara örnek olarak bir çok misal verebiliriz: Hz. İbrahim (a.s.) aklını kullanarak putlara tapmayı redediyor ve gerçek yaratıcıyı arıyor. Hz. Hamza, hayvan avlarken ´bu kainatı yaratan biri olmalı´ diye sürekli kendi kendine soruyor. Hatta agnostikler bile bir yaratıcının olması gerektiğini, fakat bunun kim olduğunu bilmediklerini söylerler. Tabiatçılar da bir yaratıcı kabul ederler, yanlız ismini “tabiat” koyarlar. Puta tapanlar, Allah´ın varlığının gerektiğini anlamışlar, fakat bir çok ilahın olduğunu düşünmüşler ve bu şekilde şirke düşmüşler. Eski Yunanlar Allah´ın sıfatlarını farklı ilahlar zannetmişler ve herşeye bir ilah izaf etmişler.

Yani inanmak aslında insanın fıtratında var olan bir şey.

Peki o zaman insan neden inkar eder?

Küfür iki kısımdır: 1. Bilmediği için inkar 2. Bildiği halde inkar: Bilir, lakin kabul etmez. Yakini var, lakin itikadı yoktur. Tasdiki var, lakin vicdani iz´anı yoktur.

Yani gerçekten habersiz ve bilmeyenler var, bir de bildiği halde inat veya gururdan inkar edenler var. Evet insan sırf inat ile dahi Allah´ı inkar edebilir. Buna bir örnek, Bediüzzaman´ın Mektubat eserinde verdiği bir hakikat: „Hem -nakl-i sahih ile- Feth-i Mekke vaktinde, Hazret-i Bilâl-i Habeşî, Kâ’be damına çıkıp ezan okumuş. Rüesa-yı Kureyş’ten Ebî Süfyan, Attab İbn-i Esid ve Hâris İbn-i Hişam oturup konuştular. Attab dedi: ´Pederim Esid bahtiyar idi ki, bugünü görmedi.´ Haris dedi ki: ´Muhammed, bu siyah kargadan başka adam bulmadı mı ki müezzin yapsın?´ Hazret-i Bilâl-i Habeşî’yi tezyif etti. Ebî Süfyan dedi: ´Ben korkarım, birşey demeyeceğim; kimse olmasa da şu Batha’nın taşları, ona haber verecek, o bilecek.´ Hakikaten bir parça sonra Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm onlara rast geldi, harfiyen konuştuklarını söyledi. O vakit Attab ile Haris şehadet getirdiler, müslüman oldular”.

Yani Ebu Süfyan, taşların gidip haber vereceğine inandığına göre, aslında Peygamberin (sav) peygamberliğini biliyor, ama inadından ve düşmanlığından inkar ediyor. Yoksa ciddi manada peygamberliğini bilmese, taşların gidip haber vereceğine neden inansın? Bu bir tezat olur.

Emerson bu konuda „Gördüklerim, görmediğimin varlığına inanmaya beni mecbur ediyor.“ diyor. Einstein ise çözebildiklerini ilim´e, anlamadığını Allah´a veriyordu. Yani aslında bu da bir nevi inat.

Küfür, inat ve inkar eden ile nasıl muhatap olunmalı?

Bediüzzaman Said Nursi „Medenilere galebe ikna iledir“ diyor. Yani ikna tekniği kullanılmalı. Suçlamadan, düşmanlıktan beslemedegen şeffaf bir şekilde iman meselesi konuşulmalı. Yoksa bir taraf „yobaz“ diğer taraf da „kitapsız“ diye birbirine hitap ederse, hiç bir şekilde ilerleme olmaz. Bu konuda yine Hz. İbrahim (as.)´ı ve Allah´a inanmadığı için azarladığı yaşlı adamı hatırlayalım. Azarlamanın hemen ardından Cenab-ı Allah ´ben yıllardır o kulumun bana dönmesini bekliyorum´ mealinde önemli bir metot sunuyor.

Ayetül Kübra´nın önsözünde Said Nursi inanmayanları muhatap olarak kabul ediyor. Onlara düşmanlık yapmıyor, onları ikna etmeye çalışıyor.

İman edip etmemeleri ise tebliğ yapana bağlı değildir. Yine Bediüzzaman “Vazifenin hizmet; neticenin ise Allah´a ait olduğunu bilmek“ diyerek bu konuyu özetliyor. Bir atasözümüz de ise şöyle belirtilmiş: „İnsanlar insanlara inanç veremezler. Bilgi sunabilirler. İnanç ancak Allah´ın hidayetidir.“

Prof. Dr. Muhsin Abdülhamid Bediüzzaman´ın bu metodunu şöyle yorumluyor: „İlhamını Kur´an´dan alan Üstad, gerçeklere susamış akıl ve kalplere şahane ve mükemmel bir „tefekkür turu“ takdim etmektedir. İnsanları, büyüleyici bir güzelliğe ve seyri doyumsuz bir manzaraya sahip olan varlık tabloları önünde durdurur, sırlarını ince ince anlatır. Kainattaki düzeni ve intizamı tarif ederken akılları bir mizrap gibi kullanır, kalp telleri üzerine vura vura, gafleti dağıtır, basiret gözünü açar. Sebeplerin kısır döngüsüne kapılmış, faniliğin zifiri karanlığına batmış olan insanlığın elinden tutar; göklerin, yerin ve içlerinde bulunan her şeyin Yaratıcılarını tesbih ettiklerini anlatarak ilim ve marifet iklimine götürür.“

İşte bu metodu Risale-i Nur´un bir çok yerinde görebiliriz: Bir fikri seyahat olarak „Kainattan Halıkını soran bir seyyah“, Tabiat Risalesi, 32. Söz, 11. Söz, „Ey nefsim….“ diye başlayan bölümler.

32. Söz´deki ikna misaline bakalım. Üstad en küçükten başlıyor, en büyük varlığa kadar yükseliyor ve her basamakda Cenab-ı Allah´ın varlığını ispat ediyor: Zerre -> Kan´da ki Hücreler -> Hücre -> Beden -> İnsan -> Yeryüzü (toprak) -> Dünya -> Güneş -> Yıldız

Tabiki bir de “mühürlenmiş kalpler” meselesi var. Kur´an-ı Kerim´de şöyle yazar: „Heva ve hevesini ilah edineni gördün mü? Allah onu bir bilgi üzerine saşırtmıştır, kulağı ve kalbi üzerine mühür vurmuştur. Gözü üzerine bir perde çekmiştir. Allah’tan başka onu artık kim doğru yola getirebilir?“ (Kur´an, 45:23), „Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Onların gözlerine de bir çesit perde gerilmiştir ve onlar için (dünya ve ahirette) büyük bir azap vardır.“ (Kur´an, 2:7), „Bunun ardından, Allah dilediğini saptırır, dilediğini de iyiye ve güzele kılavuzlar. Azîz’dir, Hakîm’dir O.“ (Kur´an, 14:4) ve „Allah, iyiye ve güzele götürmek istediğinin göğsünü İslam’a açar; saptırmak dilediğinin de göğsünü öylesine daraltıp tıkar ki, o, göğe yükseliyormuş gibi olur. Allah, iman etmeyenler üzerine pisliği işte böyle atıverir.“ (Kur´an, 6:125). Fakat „Biz onlara zulmetmedik, fakat onlar kendileri zâlimler oldular.“ (Kur´an, 43:76) ayeti de var.

Yani aslında mühürü koyan yine inkar edenlerin kendileridir. Cenab-ı Allah sadece onların yaşam ve düşünüş tarzına göre isteklerini sunuyor. Bediüzzaman´ın tabiriyle „Zarara kendi rızasıyla girene merhamet edilmez.“ İman´da nasıl hür irade gerekiyorsa inkar´da da hür irade olmuş oluyor. Zaten tersi Allah´ın adalet sıfatına ters düşerdi.

Netice olarak inkar edenlerin „ene“si onları inkar çukuruna sürüklüyor: „Evet ene ince bir elif, bir tel, farazî bir hat iken, mahiyeti bilinmezse, tesettür toprağı altında neşvünema bulur; gittikçe kalınlaşır. Vücud-u insanın her tarafına yayılır. Koca bir ejderha gibi, vücud-u insanı bel‘ eder. Bütün o insan, bütün letaifiyle âdeta ene olur. Sonra nev’in enaniyeti de bir asabiyet-i nev’iye ve milliye cihetiyle o enaniyete kuvvet verip; o ene, enaniyet-i nev’iyeye istinad ederek, şeytan gibi, Sâni‘-i Zülcelal’in evamirine karşı mübareze eder. Sonra kıyas-ı binnefs suretiyle herkesi, hattâ herşeyi kendine kıyas edip, Cenab-ı Hakk’ın mülkünü onlara ve esbaba taksim eder. Gayet azîm bir şirke düşer. “Şirk en büyük zulüm ve haksızlıktır” (Lokman, 31:13) mealini gösterir. Evet nasıl mîrî malından kırk parayı çalan bir adam, bütün hazır arkadaşlarına birer dirhem almasını kabul ile hazmedebilir. Öyle de „Kendime mâlikim“ diyen adam, „Herşey kendine mâliktir“ demeye ve itikad etmeye mecburdur. İşte ene, şu hainane vaziyetinde iken; cehl-i mutlaktadır. Binler fünunu bilse de, cehl-i mürekkeble bir echeldir. Çünki duyguları, efkârları kâinatın envâr-ı marifetini getirdiği vakit, nefsinde onu tasdik edecek, ışıklandıracak ve idame edecek bir madde bulmadığı için sönerler. Gelen herşey, nefsindeki renkler ile boyalanır. Mahz-ı hikmet gelse, nefsinde abesiyet-i mutlaka suretini alır. Çünki şu haldeki ene’nin rengi, şirk ve ta’tildir, Allah’ı inkârdır. Bütün kâinat parlak âyetlerle dolsa; o ene’deki karanlıklı bir nokta, onları nazarda söndürür, göstermez.“

Cemil Sahinöz, Moral Haber, 24.10.2012

http://www.moralhaber.net/makale/inanmak-veya-inanmamak/

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

Gast
Dieses Thema wurde nun für weitere Antworten gesperrt.
×
×
  • Neu erstellen...