Zum Inhalt springen
Qries Qries Qries Qries Qries Qries

Empfohlene Beiträge

09.05.2005

 

Bir İman Abidesi

 

SORU: Merhum Zübeyr Gündüzalp hakkında “Gayret-i diniye sahibi idi; hayatında lâubalîliğe hiç yer vermemişti.” buyuruyorsunuz. Bu hususu da şerh sadedinde Zübeyr Ağabeyi anlatır mısınız?

 

CEVAP: Büyük doğumların ve iz bırakan hareketlerin temelinde Asr-ı ‎Saadet’in iz düşümü denebilecek bir hayat tarzı vardır. Her dönemde insanlığa yeni ufuklar gösterenler, doya doya sıcak bir çorba yudumlayamayan, sırtlarına geçirecek bir palto bulamayan ve dünya nimetlerinden kâm alma peşine kat’iyen takılmayan kimseler olmuşlardır. Fakat, onlar öyle beklentisiz ve o denli fedâkarâne yaşamışlardır ki, maddî fakirliklerine rağmen mana âleminin sultanları hâline gelmiş ve bütün mü’min gönülleri kendilerine taht yapmışlardır. Bediüzzaman hazretlerinin ilk talebeleri de o kıvamda insanlardır.

 

Onlardan birini ilk dinlediğim anı hiç unutamam: O günlerde Isparta’da ikamet eden Üstad Hazretleri, Doğu’ya bir talebesini göndermişti. O zat, halkın içinde bazı hakikatleri anlatırken, dizlerindeki ‎yamaları göstermemek için, sırtındaki eski pardösünün etekleriyle onları kapamaya çalışıyordu. Anlattığı hakikatler de çok cazip gelmekle beraber, asıl onun kendi hâli, sadeliği, samimiyeti ve bir sahabe hayatı yaşaması bana çok tesir etmişti. Onu görünce, “Aradığım insanları şimdi buldum” demekten kendimi alamamıştım. Zaten, ondan sonra etrafa saçılan ışıktan tohumlar, o tohumlar üzerine bina edilen büyük kompleksler ‎ve dünyanın yedi bucağında açılan okullar hep bu “ilkler”in tesiriyle hasıl olan samimiyet zemininde ve onların izinden giden insanların ‎gayretleriyle günyüzüne çıktı. İşte, sonraki nesiller için birer yâd-ı cemil olan bu kahramanlardan biri de Zübeyr Gündüzalp idi.

 

Bir İnsanı Tanıma Vesileleri

 

Zübeyr Ağabey’i tanımayı kendi adıma şeref kabul ederim; ondan gerektiği gibi istifade edememeyi de bahtsızlık sayarım. Fakat, onu çok iyi tanıdığımı söyleyemem; çünkü, bazen onun çağırması bazen de kendi ziyaret isteğim neticesinde yanına gidip gelsem ve defalarca görüşmüş olsam da bir insanın sadece ziyaretlerle tam tanınabileceğini zannetmiyorum. Bir insanla aynı evde yatıp kalkmıyorsanız, aynı mutfağı ve banyoyu kullanmıyorsanız ve onun yirmi dört saatine nigehban değilseniz “onu tanıyorum” diyemezsiniz; o iddianız yalan olur. Bir insanı, annesi ve babası biraz tanır. Kendini talebe yetiştirmeye adayan, onları her an kontrol eden, yatıp kalktıkları ve ders müzakere ettikleri yerlerde bile öğrencilerini takipten geri durmayan, onların arkadaşlarıyla münasebetlerini dahi bilen ve her an üzerlerine titreyen bir terbiyeci de talebelerini kısmen tanıyabilir. Fakat sıradan arkadaşların birbirlerini gerçekten tanımaları çok zordur.

 

Bir insanın namaz kılışına ve namazda huşû ifade eden bazı sesler çıkarışına hüküm bina ederek onun hakkında olumlu kanaat beyan edenlere Hazreti Ömer efendimiz “Alış-veriş ve ticaret hayatına da baktınız mı?” diye sormuş ve bir insanı gerçekten tanımak için, onunla bir müddet birlikte bulunmak, alışveriş yapmak ve yolculuk etmek gerektiğini söylemiştir. Evet, insanda psikozların kuyruklarını dikip dolaştığı anlar vardır. O anlardaki tavır ve davranışlar bir insanın karakterini açığa vurma bakımından çok önemlidir. Mesela, tanıdığınızı zannettiğiniz insanla, üzerinize cürümler yağdırıldığı, suç üstüne suç isnadında bulunulduğu bir bela ve musibet atmosferini paylaştınız mı? Onunla beraber mahkeme salonlarına ve hapse girdiniz mi? Keder, tasa ve sevinç gibi iyi-kötü her hâle ait bazı ortaklıklarınız oldu mu? Eğer bu sorulara “evet” cevabı veremiyorsanız, o insanı tanıdığınızı iddia etmeniz doğru olmayabilir. Dolayısıyla, ben de Zübeyr Ağabeyi tam tanıdığımı söyleyemem. Bu açıdan, onu, yakından tanıyan insanlara sormak, onların hatıralarını dinlemek gerektiğini düşünüyor ve ifadelerimin o büyük insanı anlatmaktan çok uzak olduğunu itiraf etmekle beraber bir vefa duygusuyla bazı hususlara değinmek istiyorum.

 

Bir Dava Adamı

 

Zübeyr Ağabey’de gördüğüm en dikkat çekici özellik ondaki gayret-i diniye idi. Bildiğiniz üzere, gayret-i diniye, din uğrunda çalışıp-çabalama, dinin şeref ve itibarının korunması mevzuunda hassas davranma manasına geldiği gibi yasaklara karşı duyarlı olma ve fuhşiyâttan, münkerâttan uzak durmayı da ihtiva eder. Gayret-i diniye, Allah’ın sevip hoşgördüğü şeyleri, fevkalâde bir iştiyakla yerine getirip hoşlanmadığı hususlara karşı da olabildiğince kararlı davranmak ve Allah sevgisiyle dolu olup O’nun herkes tarafından sevilmesi için çalışıp çabalamak demektir. Zübeyr Ağabey de, evvelen ve bizzat İslam’a ve Kur’an’a, sonra da Bediüzzaman ve Risale-i Nur’a tahsis-i nazar etmiş; kalb ve ruh ufkuna yönelmiş, ahlâk-ı haseneyi hayat hâline getirmişti. Nazarları İslam’a, Kur’an’a, Peygamber Efendimiz’e, Bediüzzaman’a ve Nurlara çevirme hususunda kıskançlık ölçüsünde bir duyarlılık gösterirdi. Yanında başka şeylerin konuşulmasından hoşlanmaz, sürekli mesleğin esaslarından bahisler açardı. Üstad hazretlerinden ve Nurlardan bahsederken, kendinden geçiyormuş gibi olurdu. En yakın arkadaşları bile onun Üstad’a bağlılığını fazla bulabilirlerdi. Öyle ki, mesela siz, “Üstad hazretleri o kadar hislendi ki mendilini elinden hiç bırakmadı, sürekli burnunu sildi.” deseydiniz, eğer Zübeyr Ağabey bu ifadenizde “burnu akıyordu” manasına zerre kadar bir tahfif sezmişse, ağzınıza bir yumruk indirmediği kalırdı. O kadar ciddi ve yürekten bir bağlılığı vardı Üstad’a karşı. Nurlara bağlılığından mı Üstad’ın zatına yürüyordu, yoksa ona sadakatinden dolayı mı Nurlara koşuyordu, bilemeyeceğim. Fakat, Bekir Berk onun hakkında Üstad’ın “yâver-i azam”ı derdi.

 

Zübeyr Ağabey’in güldüğünü hiç görmedim. Abus çehreli değildi, tebessüm ettiğine de şahit oldum; fakat, tam bir ciddiyet ve vakar abidesiydi. O, ihsan ve itkan ufkunun kahramanı; azim, sebat, gayret ve teslimiyet timsali bir dava adamıydı. Hadd-i zatında, ciddiyetsiz ve lâubalî bir kimsenin, dava adamı olması da mümkün değildir. Bir insan, iç dünyasında, kalb ve vicdanında ciddiliğe ulaşamamışsa, o sadece yıldız görünme sevdasında bir ateş böceğidir. Bir serçe uzun müddet tavus kuşu olarak arz-ı endam edemez. İnsan, şuurun ve zihinaltının çocuğudur; onlardan kaçıp kurtulamaz. İçte ihsan olmalıdır ki, dışta itkan olsun. İnsanın iç dünyası ciddi olmalıdır ki, bu onun dış dünyasına da aksetsin. Evet, onun gülmesinde bile bir ciddiyet nümayandı, ciddi ve vakur haline rağmen de hep inşirah vericiydi.

 

Zübeyr Ağabey çoğu zaman hastaydı; pek çok rahatsızlıkları vardı. Rahatsızlıklarından dolayı da konuşması zor anlaşılırdı. Sürekli ilaç kullanır, bir sürü hap alırdı. Bana bir veya iki defa özel odasında bulunan bir çuval ilacını göstermişti. Daracık bir odası vardı. Odada sergi yok denecek kadar azdı. Sadece bir bölüm, seccade ile kapanmıştı; bir tarafta da yatakçık gibi küçük ve basit bir kanepe vardı. Bir köşe perdeliydi; o perdenin arkasına bir leğen ve bir maşrapa gibi bazı şeyler sıkıştırmıştı. İhtimal abdest ve guslünü de orada alıyordu. Her şeyi o odacığın içindeydi. İmkanların kendisine tebessüm ettiği dönemde bile o muktesidâne, sâbikûn u evvelûn gibi gayet sade, samimi ve Allah’la irtibatını zedelememe mevzuunda tavizsiz yaşıyordu. Son günlerinde bile, ceketinin sökülmüş kolundaki ipliklerden tutup hafifçe çekseydiniz, ihtimal ceketinin bir yere kadar yırtıldığını görürdünüz. Pantolonunun paçaları da ceketinin kollarına denkti; o kadar müstağni yaşıyordu. Belki de odasında ilaçtan başka sermayesi yoktu; yani, para değeri olan bir şey varsa, o da ilaçlarıydı. Bir de, Üstâdımızın üzerinde namaz kıldığı bir seccade vardı ki, onun için çok kıymetliydi.

 

Zübeyr Ağabey, kendisini görenlerde hemen inanmış bir insanı görmüş olma hissi uyarırdı. İddiası yoktu, şakası yoktu, latifesi yoktu ama muhataplarını mutlaka inandırır ve ikna ederdi. Söz ve tavırlarıyla rahatsız edici de değildi. Şahsen, bana söylediği şeylerden hiçbirine karşı içimde hiçbir tepki hissetmedim. Oysa ki, biraz Arapça hecelemeye başlayan, bir yabancı dil öğrenen hemen herkesin yaptığı kadar ben de bencillik ve gurur emareleri sergileyebilirdim. Kendime göre temel düşüncelerim ve kriterlerim de vardı; fakat o, bunların hepsini elinin tersiyle itti, yerlerine doğrularını koydu ve ben onun hiçbir sözüne itiraz etme ihtiyacı duymadım. Yanlış bulduğu her söz ve tavrım karşısında gayet ciddi bir baba, bir üstad gibi beni dizinin dibine oturtup kendi usulünce konuştu, anlattı ve benim içimden ona karşı hiçbir itiraz sesi yükselmedi. Bu bana ait bir fazilet değildi; onun üslup bilmesine ve samimiyetine ait bir şeydi. Belki, onun Hazreti Üstad’a ve Nurlara çok bağlı olduğuna inanmam da bu kabulümde tesirli olmuştu.

 

İdam Sehpası da Olsa!...

 

Onun Afyon müdafaasını ne zaman okusam gözyaşlarımı tutamam. Her okuyuşumda, samimi, yürekten ve söylediği her kelimeyi mürekkep yerine kanıyla yazmaya hazır hâliyle Zübeyr Ağabey gelir gözlerimin önüne. İman onun gönlünde öyle bir kora dönüşmüştü ki, hapishaneleri, lüks otel köşelerine tercih ediyor ve şöyle diyordu, “Biz, iman ve İslâmiyet hizmeti uğrunda zâlimlerin zulmüne mâruz kaldığımız vakit, hapishane köşelerinde veya darağaçlarında ölmeyi, istirahat döşeğindeki ölüme tercih ederiz. Görünüşü hürriyet, hakikati istibdad-ı mutlak olan bir esaret içinde yaşamaktansa, hizmet-i Kur'âniyemizden dolayı zulmen atıldığımız hapishanede şehid olmayı büyük bir lûtf-u İlâhî biliriz.” Evet, o çok yürekten bağlanmıştı i'la-yı kelimetullaha ve insanlığın kurtuluşunu onda görüyordu.

 

Öyle bir dava adamıydı ki, “Teessür ve ıztırap karşısında kalbden bir parça kopacaksa, ‘Bir genç dinsiz olmuş’ haberi karşısında o kalbin atom zerrâtı adedince paramparça olması lâzım gelir” diyor ve idam sehpalarında noktalanabilecek bir yolda yürürken bile hakikati haykırmaktan geri durmuyordu. “Yirmi seneden beri milyonlarla insana din, iman, İslâmiyet, fazilet dersi veren ve onları dinsizlikten muhafaza eden Kur'ân tefsiri Risale-i Nur uğrunda idam edileceksem, sehpaya "Allah Allah, yâ Rasulallah" sadalarıyla koşarak gideceğim.” demek ancak Zübeyr Gündüzalp gibi sadıklara has bir cesaret ve samimiyet ifadesiydi.

 

Allah rahmet eylesin, Urfalı Abdurrahman Ağabey’in vakfettiği bir ev vardı. Basit, dar ve rutubetli bir evdi; kış günleri sobayla ısıtmaya çalışırlardı. Zübeyr Ağabey’in, o evin orta katında kaldığı zamanlar da olmuştu. Alt kattaki küçük salonda da dersler yapılırdı. Ders esnasında o, odasından çıkıp gelir, daha kapıdan içeri girer girmez, kendisine yer gösterilmesini hiç beklemeden, varlığını belli etmek istemezcesine, boş bulduğu bir yere diz çöküp oturur ve mezamir dinliyor gibi okunan Risaleyi dinlerdi.

 

Zübeyr Ağabey, dualarında ısrarlı davranır; Üstad’ından gördüğü üzere, dua ederken ellerini kucağına düşürmez ve kollarını ciddiyet içinde kaldırırdı. Kanaat-i acizanemce, dua ederken o şekilde yapmak esastır. Dua, Cenab-ı Hak’tan bazı ekstra şeyler istemek manasına gelir. Böyle bir isteğin de kendine göre bir keyfiyeti olmalıdır ki, o keyfiyet “ilhah”tır; yani ısrarlı davranmak ve o işin üzerine düşmektir. Deprem sonrasında ya da Tsunami akabinde yapılan yardımların muhtaçlara dağıtılması sahnelerini izlemişsinizdir. Bir ekmek alabilmek için kollarını olabildiğince açan, dağıtım yapan görevlilere var güçleriyle ellerini uzatan ve sonunda istediğini alan insanlara şahit olmuşsunuzdur. Tabii bir köşeye oturan ve elini kucağına düşürüp bekleyen kimselerin hiçbir şey elde edemediklerini de görmüşsünüzdür. Bizim Cenab-ı Allah’tan istediğimiz şeyler o dağıtılan yardımlardan daha önemsiz olmadığı gibi kendi halimiz de o muhtaçların durumundan daha iyi değildir. Öyleyse, bize düşen de -riya, süm’a ve taşkınlıklara girmeden- kollarımızı Peygamber Efendimiz’in yaptığı ve seleflerimizin de tatbik ettiği gibi ciddiyet içerisinde yukarıya kaldırmak ve dualarımızda ısrarcı olmaktır.

 

Sema Ağlıyordu...

 

Zübeyr Ağabey, nasıl yaşadı ise öyle de Allah’a yürüdü. Cenab-ı Hak, çoklarına nasip ettiği gibi bana da onun ahirete teşyîine katılma imkanını lutfeyledi. Fatih Camii’nde cenaze namazı kılındıktan sonra, o omuzlar üzerinde son yolculuğunu yaparken hafif hafif yağmur çiselemeye başladı. Tam ağaçların altında yürümeye başlamıştık ki, birden bire nereden çıktığını bilemediğim güvercine benzeyen bir sürü kuşun kanat seslerini duydum. Kuş sürüsünün, çok geniş bir alanı kapladıktan sonra “pırr” edip onun tabutunun üzerinden fezanın açıklarına doğru uçuverdiğini gördüm. Başkalarına “Siz de gördünüz mü?” diye sormadım; çünkü, ehl-i imanın vefatına semanın ağladığı ve onları uğurlamak için ruhanilerin adeta yarış yaptığı hakikatinin Zübeyr Ağabey için de gerçekleştiğine inancım tamdı. O, “secde izi”yle nakşolmuş samimi bir sima ve dırahşan bir çehreydi. “Sîmâhum fî vucûhihim min eseri’s-sucûd” hakikatının canlı ve insanlara tesir edebilecek bir örneğiydi.

 

Zübeyr Ağabey’i yâd ederken Abdurrahman b. Avf’ın sözlerini hatırladım. O büyük sahabi, vefatından az önce kendisine ikram edilen bir parça et ve bir dilim ekmeğe uzanırken ağlar ve şöyle der: “Peygamber Efendimiz ahirete göçtü de ne kendisi ne de ailesi arpa ekmeğiyle bile hiç doymadı. Hamza şehadet şerbeti içti, onun için bir kefen bile bulunamadı. Mus’ab b. Umeyr şehit oldu, onu da kefenleyecek bir şey bulamadık. Oysa onların hepsi bizden daha hayırlı idi. Biz ise dünyadan alacağımızı aldık. Sıkıntılarla imtihan olduk sabrettik, ama rahatlık ve mal-mülkle imtihan edilince şükredip kazandık mı bilemeyeceğim!..”

 

Onları Anlamadılar

 

Evet, onlar mana âleminin birer sultanıydılar ama dünya onları tanıyamadı. Onların, mahviyet, tevazu ve hacâletle mühürlenen tabiatları başkalarını aldattı. İnsanlardan bazıları gururlarına; kimileri hasetlerine ve bir kısmı da bencilliklerine yenildiler ve ne Hulusi Efendi’yi, ne Tahirî Mutlu’yu, ne Sadullah Nutku’yu ne de Mehmet Feyzi’yi tanıyabildiler. Oysa, onlar bir dirilişin ilk mimarları ve Hazreti Mîmâr-ı Azam’ın vefalı temsilcileriydiler.. Hasan Feyzi'ye, Hafız Ali'ye, Hoca Sabri’ye ve Hüsrev Efendi’ye sonraki nesillerin de ihtiyacı vardı. Dünya Ahmet Fevzi'yi, Atıf Efendi’yi ve Asım Bey’i mutlaka bilmeliydi. Bir ışık kaynağının hâlesini teşkil eden, herbiri ayrı birer derinlik adamı olan ve bazıları itibarıyla hala dipdiri ve olabildiğine canlı, Nur Risaleleri’ni dünyanın yetmiş diline çevirerek herkese ulaştırmak için çalışan başyüce insanlar herkes tarafından kabul edilmeliydi. Fakat maalesef, alperen yürekli ve uhrevî derinlikli Zübeyir Gündüzalp misali vefa abidelerini insanlık gerektiği gibi tanıyamadı..

 

Onlar çok gerilerde durdular, çok küçük göründüler, hep mahviyet içinde oldular.. el-âlem de yalnızca o görünüşe ve o duruşa baktı, onları sadece zahire göre değerlendirdi. Onların herbirisi ihtimal bir kutbiyeti, bir gavsiyeti temsil ediyorlardı ama nâdanlar bunu anlayamadılar. Zaten, sohbet-i nâdanla telezzüz edenlerin onları anlamaları da beklenemezdi. Anlamadılar ve kendilerine yazık ettiler. Bilmem ki, biz onları gerektiği ölçüde anlamaya muvaffak olabildik mi?..

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

(hic türkce karakter olmayan yazi)

 

 

Bir Iman Abidesi

 

SORU: Merhum Zübeyr Gündüzalp hakkinda “Gayret-i diniye sahibi idi; hayatinda lâubalîlige hiç yer vermemisti.” buyuruyorsunuz. Bu hususu da serh sadedinde Zübeyr Agabeyi anlatir misiniz?

 

CEVAP: Büyük dogumlarin ve iz birakan hareketlerin temelinde Asr-i ?Saadet’in iz düsümü denebilecek bir hayat tarzi vardir. Her dönemde insanliga yeni ufuklar gösterenler, doya doya sicak bir çorba yudumlayamayan, sirtlarina geçirecek bir palto bulamayan ve dünya nimetlerinden kâm alma pesine kat’iyen takilmayan kimseler olmuslardir. Fakat, onlar öyle beklentisiz ve o denli fedâkarâne yasamislardir ki, maddî fakirliklerine ragmen mana âleminin sultanlari hâline gelmis ve bütün mü’min gönülleri kendilerine taht yapmislardir. Bediüzzaman hazretlerinin ilk talebeleri de o kivamda insanlardir.

 

Onlardan birini ilk dinledigim ani hiç unutamam: O günlerde Isparta’da ikamet eden Üstad Hazretleri, Dogu’ya bir talebesini göndermisti. O zat, halkin içinde bazi hakikatleri anlatirken, dizlerindeki ?yamalari göstermemek için, sirtindaki eski pardösünün etekleriyle onlari kapamaya çalisiyordu. Anlattigi hakikatler de çok cazip gelmekle beraber, asil onun kendi hâli, sadeligi, samimiyeti ve bir sahabe hayati yasamasi bana çok tesir etmisti. Onu görünce, “Aradigim insanlari simdi buldum” demekten kendimi alamamistim. Zaten, ondan sonra etrafa saçilan isiktan tohumlar, o tohumlar üzerine bina edilen büyük kompleksler ?ve dünyanin yedi bucaginda açilan okullar hep bu “ilkler”in tesiriyle hasil olan samimiyet zemininde ve onlarin izinden giden insanlarin ?gayretleriyle günyüzüne çikti. Iste, sonraki nesiller için birer yâd-i cemil olan bu kahramanlardan biri de Zübeyr Gündüzalp idi.

 

Bir Insani Tanima Vesileleri

 

Zübeyr Agabey’i tanimayi kendi adima seref kabul ederim; ondan gerektigi gibi istifade edememeyi de bahtsizlik sayarim. Fakat, onu çok iyi tanidigimi söyleyemem; çünkü, bazen onun çagirmasi bazen de kendi ziyaret istegim neticesinde yanina gidip gelsem ve defalarca görüsmüs olsam da bir insanin sadece ziyaretlerle tam taninabilecegini zannetmiyorum. Bir insanla ayni evde yatip kalkmiyorsaniz, ayni mutfagi ve banyoyu kullanmiyorsaniz ve onun yirmi dört saatine nigehban degilseniz “onu taniyorum” diyemezsiniz; o iddianiz yalan olur. Bir insani, annesi ve babasi biraz tanir. Kendini talebe yetistirmeye adayan, onlari her an kontrol eden, yatip kalktiklari ve ders müzakere ettikleri yerlerde bile ögrencilerini takipten geri durmayan, onlarin arkadaslariyla münasebetlerini dahi bilen ve her an üzerlerine titreyen bir terbiyeci de talebelerini kismen taniyabilir. Fakat siradan arkadaslarin birbirlerini gerçekten tanimalari çok zordur.

 

Bir insanin namaz kilisina ve namazda husû ifade eden bazi sesler çikarisina hüküm bina ederek onun hakkinda olumlu kanaat beyan edenlere Hazreti Ömer efendimiz “Alis-veris ve ticaret hayatina da baktiniz mi?” diye sormus ve bir insani gerçekten tanimak için, onunla bir müddet birlikte bulunmak, alisveris yapmak ve yolculuk etmek gerektigini söylemistir. Evet, insanda psikozlarin kuyruklarini dikip dolastigi anlar vardir. O anlardaki tavir ve davranislar bir insanin karakterini açiga vurma bakimindan çok önemlidir. Mesela, tanidiginizi zannettiginiz insanla, üzerinize cürümler yagdirildigi, suç üstüne suç isnadinda bulunuldugu bir bela ve musibet atmosferini paylastiniz mi? Onunla beraber mahkeme salonlarina ve hapse girdiniz mi? Keder, tasa ve sevinç gibi iyi-kötü her hâle ait bazi ortakliklariniz oldu mu? Eger bu sorulara “evet” cevabi veremiyorsaniz, o insani tanidiginizi iddia etmeniz dogru olmayabilir. Dolayisiyla, ben de Zübeyr Agabeyi tam tanidigimi söyleyemem. Bu açidan, onu, yakindan taniyan insanlara sormak, onlarin hatiralarini dinlemek gerektigini düsünüyor ve ifadelerimin o büyük insani anlatmaktan çok uzak oldugunu itiraf etmekle beraber bir vefa duygusuyla bazi hususlara deginmek istiyorum.

 

Bir Dava Adami

 

Zübeyr Agabey’de gördügüm en dikkat çekici özellik ondaki gayret-i diniye idi. Bildiginiz üzere, gayret-i diniye, din ugrunda çalisip-çabalama, dinin seref ve itibarinin korunmasi mevzuunda hassas davranma manasina geldigi gibi yasaklara karsi duyarli olma ve fuhsiyâttan, münkerâttan uzak durmayi da ihtiva eder. Gayret-i diniye, Allah’in sevip hosgördügü seyleri, fevkalâde bir istiyakla yerine getirip hoslanmadigi hususlara karsi da olabildigince kararli davranmak ve Allah sevgisiyle dolu olup O’nun herkes tarafindan sevilmesi için çalisip çabalamak demektir. Zübeyr Agabey de, evvelen ve bizzat Islam’a ve Kur’an’a, sonra da Bediüzzaman ve Risale-i Nur’a tahsis-i nazar etmis; kalb ve ruh ufkuna yönelmis, ahlâk-i haseneyi hayat hâline getirmisti. Nazarlari Islam’a, Kur’an’a, Peygamber Efendimiz’e, Bediüzzaman’a ve Nurlara çevirme hususunda kiskançlik ölçüsünde bir duyarlilik gösterirdi. Yaninda baska seylerin konusulmasindan hoslanmaz, sürekli meslegin esaslarindan bahisler açardi. Üstad hazretlerinden ve Nurlardan bahsederken, kendinden geçiyormus gibi olurdu. En yakin arkadaslari bile onun Üstad’a bagliligini fazla bulabilirlerdi. Öyle ki, mesela siz, “Üstad hazretleri o kadar hislendi ki mendilini elinden hiç birakmadi, sürekli burnunu sildi.” deseydiniz, eger Zübeyr Agabey bu ifadenizde “burnu akiyordu” manasina zerre kadar bir tahfif sezmisse, agziniza bir yumruk indirmedigi kalirdi. O kadar ciddi ve yürekten bir bagliligi vardi Üstad’a karsi. Nurlara bagliligindan mi Üstad’in zatina yürüyordu, yoksa ona sadakatinden dolayi mi Nurlara kosuyordu, bilemeyecegim. Fakat, Bekir Berk onun hakkinda Üstad’in “yâver-i azam”i derdi.

 

Zübeyr Agabey’in güldügünü hiç görmedim. Abus çehreli degildi, tebessüm ettigine de sahit oldum; fakat, tam bir ciddiyet ve vakar abidesiydi. O, ihsan ve itkan ufkunun kahramani; azim, sebat, gayret ve teslimiyet timsali bir dava adamiydi. Hadd-i zatinda, ciddiyetsiz ve lâubalî bir kimsenin, dava adami olmasi da mümkün degildir. Bir insan, iç dünyasinda, kalb ve vicdaninda ciddilige ulasamamissa, o sadece yildiz görünme sevdasinda bir ates böcegidir. Bir serçe uzun müddet tavus kusu olarak arz-i endam edemez. Insan, suurun ve zihinaltinin çocugudur; onlardan kaçip kurtulamaz. Içte ihsan olmalidir ki, dista itkan olsun. Insanin iç dünyasi ciddi olmalidir ki, bu onun dis dünyasina da aksetsin. Evet, onun gülmesinde bile bir ciddiyet nümayandi, ciddi ve vakur haline ragmen de hep insirah vericiydi.

 

Zübeyr Agabey çogu zaman hastaydi; pek çok rahatsizliklari vardi. Rahatsizliklarindan dolayi da konusmasi zor anlasilirdi. Sürekli ilaç kullanir, bir sürü hap alirdi. Bana bir veya iki defa özel odasinda bulunan bir çuval ilacini göstermisti. Daracik bir odasi vardi. Odada sergi yok denecek kadar azdi. Sadece bir bölüm, seccade ile kapanmisti; bir tarafta da yatakçik gibi küçük ve basit bir kanepe vardi. Bir köse perdeliydi; o perdenin arkasina bir legen ve bir masrapa gibi bazi seyler sikistirmisti. Ihtimal abdest ve guslünü de orada aliyordu. Her seyi o odacigin içindeydi. Imkanlarin kendisine tebessüm ettigi dönemde bile o muktesidâne, sâbikûn u evvelûn gibi gayet sade, samimi ve Allah’la irtibatini zedelememe mevzuunda tavizsiz yasiyordu. Son günlerinde bile, ceketinin sökülmüs kolundaki ipliklerden tutup hafifçe çekseydiniz, ihtimal ceketinin bir yere kadar yirtildigini görürdünüz. Pantolonunun paçalari da ceketinin kollarina denkti; o kadar müstagni yasiyordu. Belki de odasinda ilaçtan baska sermayesi yoktu; yani, para degeri olan bir sey varsa, o da ilaçlariydi. Bir de, Üstâdimizin üzerinde namaz kildigi bir seccade vardi ki, onun için çok kiymetliydi.

 

Zübeyr Agabey, kendisini görenlerde hemen inanmis bir insani görmüs olma hissi uyarirdi. Iddiasi yoktu, sakasi yoktu, latifesi yoktu ama muhataplarini mutlaka inandirir ve ikna ederdi. Söz ve tavirlariyla rahatsiz edici de degildi. Sahsen, bana söyledigi seylerden hiçbirine karsi içimde hiçbir tepki hissetmedim. Oysa ki, biraz Arapça hecelemeye baslayan, bir yabanci dil ögrenen hemen herkesin yaptigi kadar ben de bencillik ve gurur emareleri sergileyebilirdim. Kendime göre temel düsüncelerim ve kriterlerim de vardi; fakat o, bunlarin hepsini elinin tersiyle itti, yerlerine dogrularini koydu ve ben onun hiçbir sözüne itiraz etme ihtiyaci duymadim. Yanlis buldugu her söz ve tavrim karsisinda gayet ciddi bir baba, bir üstad gibi beni dizinin dibine oturtup kendi usulünce konustu, anlatti ve benim içimden ona karsi hiçbir itiraz sesi yükselmedi. Bu bana ait bir fazilet degildi; onun üslup bilmesine ve samimiyetine ait bir seydi. Belki, onun Hazreti Üstad’a ve Nurlara çok bagli olduguna inanmam da bu kabulümde tesirli olmustu.

 

Idam Sehpasi da Olsa!...

 

Onun Afyon müdafaasini ne zaman okusam gözyaslarimi tutamam. Her okuyusumda, samimi, yürekten ve söyledigi her kelimeyi mürekkep yerine kaniyla yazmaya hazir hâliyle Zübeyr Agabey gelir gözlerimin önüne. Iman onun gönlünde öyle bir kora dönüsmüstü ki, hapishaneleri, lüks otel köselerine tercih ediyor ve söyle diyordu, “Biz, iman ve Islâmiyet hizmeti ugrunda zâlimlerin zulmüne mâruz kaldigimiz vakit, hapishane köselerinde veya daragaçlarinda ölmeyi, istirahat dösegindeki ölüme tercih ederiz. Görünüsü hürriyet, hakikati istibdad-i mutlak olan bir esaret içinde yasamaktansa, hizmet-i Kur'âniyemizden dolayi zulmen atildigimiz hapishanede sehid olmayi büyük bir lûtf-u Ilâhî biliriz.” Evet, o çok yürekten baglanmisti i'la-yi kelimetullaha ve insanligin kurtulusunu onda görüyordu.

 

Öyle bir dava adamiydi ki, “Teessür ve iztirap karsisinda kalbden bir parça kopacaksa, ‘Bir genç dinsiz olmus’ haberi karsisinda o kalbin atom zerrâti adedince paramparça olmasi lâzim gelir” diyor ve idam sehpalarinda noktalanabilecek bir yolda yürürken bile hakikati haykirmaktan geri durmuyordu. “Yirmi seneden beri milyonlarla insana din, iman, Islâmiyet, fazilet dersi veren ve onlari dinsizlikten muhafaza eden Kur'ân tefsiri Risale-i Nur ugrunda idam edileceksem, sehpaya "Allah Allah, yâ Rasulallah" sadalariyla kosarak gidecegim.” demek ancak Zübeyr Gündüzalp gibi sadiklara has bir cesaret ve samimiyet ifadesiydi.

 

Allah rahmet eylesin, Urfali Abdurrahman Agabey’in vakfettigi bir ev vardi. Basit, dar ve rutubetli bir evdi; kis günleri sobayla isitmaya çalisirlardi. Zübeyr Agabey’in, o evin orta katinda kaldigi zamanlar da olmustu. Alt kattaki küçük salonda da dersler yapilirdi. Ders esnasinda o, odasindan çikip gelir, daha kapidan içeri girer girmez, kendisine yer gösterilmesini hiç beklemeden, varligini belli etmek istemezcesine, bos buldugu bir yere diz çöküp oturur ve mezamir dinliyor gibi okunan Risaleyi dinlerdi.

 

Zübeyr Agabey, dualarinda israrli davranir; Üstad’indan gördügü üzere, dua ederken ellerini kucagina düsürmez ve kollarini ciddiyet içinde kaldirirdi. Kanaat-i acizanemce, dua ederken o sekilde yapmak esastir. Dua, Cenab-i Hak’tan bazi ekstra seyler istemek manasina gelir. Böyle bir istegin de kendine göre bir keyfiyeti olmalidir ki, o keyfiyet “ilhah”tir; yani israrli davranmak ve o isin üzerine düsmektir. Deprem sonrasinda ya da Tsunami akabinde yapilan yardimlarin muhtaçlara dagitilmasi sahnelerini izlemissinizdir. Bir ekmek alabilmek için kollarini olabildigince açan, dagitim yapan görevlilere var güçleriyle ellerini uzatan ve sonunda istedigini alan insanlara sahit olmussunuzdur. Tabii bir köseye oturan ve elini kucagina düsürüp bekleyen kimselerin hiçbir sey elde edemediklerini de görmüssünüzdür. Bizim Cenab-i Allah’tan istedigimiz seyler o dagitilan yardimlardan daha önemsiz olmadigi gibi kendi halimiz de o muhtaçlarin durumundan daha iyi degildir. Öyleyse, bize düsen de -riya, süm’a ve taskinliklara girmeden- kollarimizi Peygamber Efendimiz’in yaptigi ve seleflerimizin de tatbik ettigi gibi ciddiyet içerisinde yukariya kaldirmak ve dualarimizda israrci olmaktir.

 

Sema Agliyordu...

 

Zübeyr Agabey, nasil yasadi ise öyle de Allah’a yürüdü. Cenab-i Hak, çoklarina nasip ettigi gibi bana da onun ahirete tesyîine katilma imkanini lutfeyledi. Fatih Camii’nde cenaze namazi kilindiktan sonra, o omuzlar üzerinde son yolculugunu yaparken hafif hafif yagmur çiselemeye basladi. Tam agaçlarin altinda yürümeye baslamistik ki, birden bire nereden çiktigini bilemedigim güvercine benzeyen bir sürü kusun kanat seslerini duydum. Kus sürüsünün, çok genis bir alani kapladiktan sonra “pirr” edip onun tabutunun üzerinden fezanin açiklarina dogru uçuverdigini gördüm. Baskalarina “Siz de gördünüz mü?” diye sormadim; çünkü, ehl-i imanin vefatina semanin agladigi ve onlari ugurlamak için ruhanilerin adeta yaris yaptigi hakikatinin Zübeyr Agabey için de gerçeklestigine inancim tamdi. O, “secde izi”yle naksolmus samimi bir sima ve dirahsan bir çehreydi. “Sîmâhum fî vucûhihim min eseri’s-sucûd” hakikatinin canli ve insanlara tesir edebilecek bir örnegiydi.

 

Zübeyr Agabey’i yâd ederken Abdurrahman b. Avf’in sözlerini hatirladim. O büyük sahabi, vefatindan az önce kendisine ikram edilen bir parça et ve bir dilim ekmege uzanirken aglar ve söyle der: “Peygamber Efendimiz ahirete göçtü de ne kendisi ne de ailesi arpa ekmegiyle bile hiç doymadi. Hamza sehadet serbeti içti, onun için bir kefen bile bulunamadi. Mus’ab b. Umeyr sehit oldu, onu da kefenleyecek bir sey bulamadik. Oysa onlarin hepsi bizden daha hayirli idi. Biz ise dünyadan alacagimizi aldik. Sikintilarla imtihan olduk sabrettik, ama rahatlik ve mal-mülkle imtihan edilince sükredip kazandik mi bilemeyecegim!..”

 

Onlari Anlamadilar

 

Evet, onlar mana âleminin birer sultaniydilar ama dünya onlari taniyamadi. Onlarin, mahviyet, tevazu ve hacâletle mühürlenen tabiatlari baskalarini aldatti. Insanlardan bazilari gururlarina; kimileri hasetlerine ve bir kismi da bencilliklerine yenildiler ve ne Hulusi Efendi’yi, ne Tahirî Mutlu’yu, ne Sadullah Nutku’yu ne de Mehmet Feyzi’yi taniyabildiler. Oysa, onlar bir dirilisin ilk mimarlari ve Hazreti Mîmâr-i Azam’in vefali temsilcileriydiler.. Hasan Feyzi'ye, Hafiz Ali'ye, Hoca Sabri’ye ve Hüsrev Efendi’ye sonraki nesillerin de ihtiyaci vardi. Dünya Ahmet Fevzi'yi, Atif Efendi’yi ve Asim Bey’i mutlaka bilmeliydi. Bir isik kaynaginin hâlesini teskil eden, herbiri ayri birer derinlik adami olan ve bazilari itibariyla hala dipdiri ve olabildigine canli, Nur Risaleleri’ni dünyanin yetmis diline çevirerek herkese ulastirmak için çalisan basyüce insanlar herkes tarafindan kabul edilmeliydi. Fakat maalesef, alperen yürekli ve uhrevî derinlikli Zübeyir Gündüzalp misali vefa abidelerini insanlik gerektigi gibi taniyamadi..

 

Onlar çok gerilerde durdular, çok küçük göründüler, hep mahviyet içinde oldular.. el-âlem de yalnizca o görünüse ve o durusa bakti, onlari sadece zahire göre degerlendirdi. Onlarin herbirisi ihtimal bir kutbiyeti, bir gavsiyeti temsil ediyorlardi ama nâdanlar bunu anlayamadilar. Zaten, sohbet-i nâdanla telezzüz edenlerin onlari anlamalari da beklenemezdi. Anlamadilar ve kendilerine yazik ettiler. Bilmem ki, biz onlari gerektigi ölçüde anlamaya muvaffak olabildik mi?..

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

Dein Kommentar

Du kannst jetzt schreiben und Dich später registrieren. Wenn Du ein Konto hast, melde Dich jetzt an, um unter Deinem Benutzernamen zu schreiben.

Gast
Auf dieses Thema antworten...

×   Du hast formatierten Text eingefügt.   Formatierung jetzt entfernen

  Nur 75 Emojis sind erlaubt.

×   Dein Link wurde automatisch eingebettet.   Einbetten rückgängig machen und als Link darstellen

×   Dein vorheriger Inhalt wurde wiederhergestellt.   Editor leeren

×   Du kannst Bilder nicht direkt einfügen. Lade Bilder hoch oder lade sie von einer URL.

×
×
  • Neu erstellen...