Zum Inhalt springen
Qries Qries Qries Qries Qries Qries

19. Mektup


Webmaster

Empfohlene Beiträge

Ondokuzuncu Mektub

 

Bu risale, üçyüzden fazla mu'cizatý beyan eder. Risâlet-i Ahmediye'nin (A.S.M.) mu'cizesini beyan ettiði gibi, kendisi de o mu'cizenin bir kerâmetidir. Üç-dört nev' ile hârika olmuþtur:

 

Birincisi: Nakil ve rivayet olmakla beraber, yüz sahifeden fazla olduðu halde, kitablara müracaat edilmeden, ezber olarak, dað, bað köþelerinde, üç-dört gün zarfýnda hergünde iki-üç saat çalýþmak þartýyla mecmuu oniki saatte te'lif edilmesi, hârika bir vakýadýr.

 

Ýkincisi: Bu risale, uzunluðu ile beraber ne yazmasý usanç verir ve ne de okumasý halâvetini kaybeder. Tenbel ehl-i kalemi öyle bir þevk ve gayrete getirdi ki; bu sýkýntýlý ve usançlý bir zamanda, bu civarda bir sene zarfýnda yetmiþ adede yakýn nüshalar yazýldýðý, o mu'cize-i Risâletin bir kerâmeti olduðunu, muttali olanlara kanaat verdi.

 

Üçüncüsü: Acemi ve tevafuktan haberi yok ve bize de daha tevafuk tezahür etmeden evvel onun ve baþka sekiz müstensihin birbirini görmeden yazdýklarý nüshalarda; Lafz-ý Resul-i Ekrem (Aleyhissalâtü Vesselâm) kelimesi bütün risalede ve Lafz-ý Kur'an beþinci parçasýnda öyle bir tarzda tevafuk etmeleri göründü ki, zerre mikdar insafý olan tesadüfe vermez. Kim görmüþse kat'î hükmediyor ki; bu bir sýrr-ý gaybîdir, Mu'cize-i Ahmediye'nin (A.S.M.) bir kerâmetidir.

 

Þu risalenin baþýndaki esaslar çok mühimdirler. Hem þu risaledeki ehadîs, hemen umumen Eimme-i Hadîsçe makbul ve sahih olmakla beraber, en kat'î hâdisat-ý risaleti beyan ediyorlar. O risalenin mezayasýný söylemek lâzým gelse; o risale kadar bir eser yazmak lâzým geldiðinden, müþtak olanlarý onu bir kere okumasýna havale ediyoruz...

 

Said Nursî

 

ÝHTAR: Þu risalede çok ehadîs-i þerife nakletmiþim. Yanýmda kütüb-ü hadîsiye bulunmuyor. Yazdýðým hadîslerin lafzýnda yanlýþým varsa; ya tashih edilsin veyahud "hadîs-i bilmâna"dýr denilsin. Çünki kavl-i racih odur ki: "Nakl-i hadîs-i bilmâna caizdir." Yani: Hadîsin yalnýz mânasýný alýp, lafzýný kendi zikreder. Mâdem öyledir; lafzýnda yanlýþým varsa, hadîs-i bilmâna nazarýyla bakýlsýn.

 

sh: » (M: 94)

 

Mu'cizat-ý Ahmediye (A.S.M.)

 

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

 

بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

 

هُوَ الَّذِى اَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدَى وَدِينِ اْلحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدِّينِ كُلِّهِ وَ كَفَى بِاللّهِ شَهِيدًا مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّهِ

 

ilâ âhir...

 

(Risâlet-i Ahmediye'ye (A.S.M.) dair Ondokuzuncu Söz'le Otuzbirinci Söz, Nübüvvet-i Muhammediyeyi (A.S.M.) delail-i kat'iye ile isbat ettiklerinden, isbat cihetini onlara havale edip, yalnýz onlara bir tetimme olarak ''Ondokuz Nükteli Ýþaretler''le, o büyük hakikatýn bazý lem'alarýný göstereceðiz:)

 

BÝRÝNCÝ NÜKTELÝ ÝÞARET: Þu kâinatýn sahib ve mutasarrýfý elbette bilerek yapýyor ve hikmetle tasarruf ediyor ve her tarafý görerek tedvir ediyor ve her þey'i bilerek, görerek terbiye ediyor ve herþeyde görünen hikmetleri, gayeleri, faideleri irade ederek tedvir ediyor. Mâdem yapan bilir; elbette bilen konuþur. Mâdem konuþacak, elbette zîþuur ve zîfikir ve konuþmasýný bilenlerle konuþacak. Mâdem zîfikirle konuþacak, elbette zîþuurun içinde en cem'iyetli ve þuuru küllî olan insan nev'i ile konuþacaktýr. Mâdem insan nev'i ile konuþacak, elbette insanlar içinde kabil-i hitab ve mükemmel insan olanlarla konuþacak. Mâdem en mükemmel ve istidadý en yüksek ve ahlâký ulvî ve nev'-i beþere mukteda olacak olanlarla konuþacaktýr; elbette dost ve düþmanýn ittifakýyla, en yüksek istidadda ve en âlî ahlâkta ve nev'-i beþerin humsu ona iktida etmiþ ve nýsf-ý Arz onun hükm-ü manevîsi altýna girmiþ ve istikbal onun getirdiði nurun ziyasýyla bin üçyüz sene ýþýklanmýþ ve beþerin nuranî kýsmý ve ehl-i imaný, mütemadiyen günde beþ defa onunla tecdid-i biat edip,

 

sh: » (M: 95)

 

ona dua-yý rahmet ve saadet edip, ona medh ve muhabbet etmiþ olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm ile konuþacak ve konuþmuþ ve Resul yapacak ve yapmýþ ve sair nev'-i beþere rehber yapacak ve yapmýþtýr.

 

ÝKÝNCÝ NÜKTELÝ ÝÞARET: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm iddia-yý nübüvvet etmiþ; Kur'an-ý Azîmüþþan gibi bir fermaný göstermiþ ve ehl-i tahkikin yanýnda bine kadar mu'cizat-ý bâhireyi göstermiþtir. O mu'cizat, heyet-i mecmuasýyla, dava-yý nübüvvetin vukuu kadar vücudlarý kat'îdir. Kur'an-ý Hakîm'in çok yerlerinde en muannid kâfirlerden naklettiði sihir isnad etmeleri gösteriyor ki; o muannid kâfirler dahi mu'cizatýn vücudlarýný ve vukularýný inkâr edemiyorlar. Yalnýz, kendilerini aldatmak veya etba'larýný kandýrmak için, -hâþâ- sihir demiþler.

 

Evet, mu'cizat-ý Ahmediye'nin (A.S.M.) yüz tevatür kuvvetinde bir kat'iyeti vardýr. Mu'cize ise; Hâlýk-ý Kâinat tarafýndan onun davasýna bir tasdiktir, "Sadakte" hükmüne geçer. Nasýlki sen bir padiþahýn meclisinde ve daire-i nazarýnda desen ki: "Padiþah beni filân iþe memur etmiþ." Senden o davaya bir delil istenilse; padiþah "Evet" dese, nasýl seni tasdik eder. Öyle de, âdetini ve vaziyetini senin iltimasýnla deðiþtirirse; "Evet" sözünden daha kat'î daha saðlam, senin davaný tasdik eder. Öyle de, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm dava etmiþ ki: "Ben, þu kâinat Hâlýkýnýn meb'usuyum. Delilim de þudur ki: Müstemir âdetini, benim dua ve iltimasýmla deðiþtirecek. Ýþte parmaklarýma bakýnýz, beþ musluklu bir çeþme gibi akýttýrýyor. Kamer'e bakýnýz, bir parmaðýmýn iþaretiyle iki parça ediyor. Þu aðaca bakýnýz; beni tasdik için yanýma geliyor, þehadet ediyor. Þu bir parça taama bakýnýz; iki-üç adama ancak kâfi geldiði halde, iþte ikiyüz-üçyüz adamý tok ediyor." Ve hakeza.. yüzer mu'cizatý böyle göstermiþtir.

 

Þimdi, þu zâtýn delail-i sýdký ve berahin-i nübüvveti yalnýz mu'cizatýna münhasýr deðildir. Belki ehl-i dikkat için, hemen umum harekâtý ve ef'ali, ahval ve akvali, ahlâk ve etvarý, sîret ve sureti, sýdkýný ve ciddiyetini isbat eder. Hattâ meþhur Ulema-i Benî Ýsrailiyeden Abdullah Ýbn-i Selâm gibi pek çok zâtlar, yalnýz o Zât-ý Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn sîmasýný görmekle, "Þu sîmada yalan yok, þu yüzde hile olamaz!" diyerek îmana

 

sh: » (M: 96)

 

gelmiþler.

 

Çendan muhakkikîn-i ülema, delail-i nübüvveti ve mu'cizatý bin kadar demiþler; fakat binler, belki yüzbinler delail-i nübüvvet vardýr. Ve yüzbinler yol ile yüzbinler muhtelif fikirli adamlar, o zâtýn nübüvvetini tasdik etmiþler. Yalnýz Kur'an-ý Hakîm'de kýrk vech-i i'cazdan baþka, nübüvvet-i Ahmediyenin (A.S.M.) bin bürhanýný gösteriyor.

 

Hem mâdem nev'-i beþerde nübüvvet vardýr. Ve yüzbinler zât, nübüvvet dava edip mu'cize gösterenler, gelip geçmiþler. Elbette umumun fevkinde bir kat'iyet ile, nübüvvet-i Ahmediye (A.S.M.) sabittir. Çünki Îsâ Aleyhisselâm ve Mûsâ Aleyhisselâm gibi umum resullere nebi dedirten ve risaletlerine medar olan delail ve evsaf ve vaziyetler ve ümmetlerine karþý muameleler; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'da daha ekmel, daha câmi' bir surette mevcuddur. Mâdem hükm-ü nübüvvetin illeti ve sebebi, Zât-ý Ahmedî'de (A.S.M.) daha mükemmel mevcuddur. Elbette hükm-ü nübüvvet, umum enbiyadan daha vâzýh bir kat'iyet ile ona sabittir.

 

ÜÇÜNCÜ NÜKTELÝ ÝÞARET: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn mu'cizatý çok mütenevvidir. Risaleti umumî olduðu için, hemen ekser enva'-ý kâinattan birer mu'cizeye mazhardýr. Güya nasýlki bir padiþah-ý zîþanýn bir yaver-i ekremi mütenevvi hediyelerle muhtelif akvamýn mecmaý olan bir þehre geldiði vakit, her taife onun istikbaline bir mümessil gönderir; kendi taifesi lisanýyla ona "hoþ-âmedî" eder, onu alkýþlar. Öyle de: Sultan-ý Ezel ve Ebed'in en büyük yaveri olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, âleme teþrif edip ve küre-i arzýn ahalisi olan nev'-i beþere meb'us olarak geldiði ve umum kâinatýn Hâlýký tarafýndan umum kâinatýn hakaikýna karþý alâkadar olan envar-ý hakikat ve hedâyâ-yý maneviyeyi getirdiði zaman; taþtan, sudan, aðaçtan, hayvandan, insandan tut tâ Ay'dan, Güneþ'ten, yýldýzlara kadar her taife, kendi lisan-ý mahsusuyla ve ellerinde birer mu'cizesini taþýmasýyla, onun nübüvvetini alkýþlamýþ ve hoþ-âmedî demiþ.

 

Þimdi o mu'cizatýn umumunu bahsetmek için, cildlerle yazý

 

sh: » (M: 97)

 

yazmak lâzým gelir. Muhakkikîn-i Asfiya, delail-i nübüvvetin tafsilâtýna dair çok cildler yazmýþlar. Biz yalnýz icmalî iþaretler nev'inden, o mu'cizatýn kat'î ve manevî mütevatir olan küllî enva'ýna iþaret ederiz.

 

Ýþte nübüvvet-i Ahmediyenin (A.S.M.) delaili, evvelâ iki kýsýmdýr:

 

Birisi: "Ýrhasat" denilen nübüvvetten evvel ve veladeti vaktinde zuhur eden hârikulâde hallerdir.

 

Ýkinci kýsým: Sair delail-i nübüvvettir. Ýkinci kýsým da iki kýsýmdýr. Biri: Nübüvvetinden sonra, fakat nübüvvetini tasdikan zuhura gelen hârikalardýr. Ýkincisi: Asr-ý Saadetinde mazhar olduðu hârikalardýr. Þu ikinci kýsým dahi iki kýsýmdýr: Biri: Zâtýnda, sîretinde, suretinde, ahlâkýnda, kemalinde zâhir olan delail-i nübüvvettir. Ýkincisi âfâkî, haricî þeylerde mazhar olduðu mu'cizattýr. Þu ikinci kýsým dahi iki kýsýmdýr: Biri: Manevî ve Kur'anîdir. Diðeri: Maddî ve ekvanîdir. Þu ikinci kýsým dahi iki kýsýmdýr. Biri: Dava-yý nübüvvet vaktinde, ehl-i küfrün inadýný kýrmak veyahut ehl-i îmanýn kuvvet-i îmanýný ziyadeleþtirmek için zuhura gelen hârikulâde mu'cizattýr. Þakk-ý Kamer ve parmaðýndan suyun akmasý ve az taamla çoklarý doyurmasý ve hayvan ve aðaç ve taþýn konuþmasý gibi yirmi nev' ve herbir nev'i manevî tevatür derecesinde ve herbir nev'in de çok mükerrer efradý vardýr. Ýkinci kýsým: Ýstikbalde ihbar ettiði hâdiselerdir ki; Cenâb-ý Hakk'ýn talimiyle o da haber vermiþ, haber verdiði gibi doðru çýkmýþtýr. Ýþte biz de þu âhirki kýsýmdan baþlayýp icmalî bir fihriste göstereceðiz. (Hâþiye)

 

(Hâþiye): Maatteessüf niyet ettiðim gibi yazamadým. Ýhtiyarsýz olarak nasýl kalbe geldi; öyle yazýldý. Þu taksimattaki tertibi tamamýyla müraat edemedim.

 

DÖRDÜNCÜ NÜKTELÝ ÝÞARET: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn, Allâmülguyûbun talimiyle haber verdiði umûr-u gaybiye, hadd ü hesaba gelmez. Ý'caz-ý Kur'ana dair olan Yirmibeþinci Söz'de enva'ýna iþaret ve bir derece izah ve isbat ettiðimizden, geçmiþ zamana dair ve enbiya-yý sâbýkaya dair ve hakaik-i Ýlâhiyeye ve hakaik-i kevniyeye ve hakaik-i uhreviyeye dair ihbarat-ý gaybiyelerini Yirmibeþinci Söz'e havale edip, þimdilik bahsetmeyeceðiz. Yalnýz, kendinden sonra Sahabe ve

 

sh: » (M: 98)

 

Âl-i Beyt'in baþýna gelen ve ümmetin ileride mazhar olacaðý hâdisata dair pek çok ihbarat-ý sadýka-i gaybiyesi kýsmýndan cüz'î birkaç misaline iþaret edeceðiz. Ve þu hakikat tamamýyla anlaþýlmak için, altý esas mukaddime olarak beyan edeceðiz:

 

Birinci Esas: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn çendan her hali ve her tavrý, sýdkýna ve nübüvvetine þahid olabilir; fakat her hali, her tavrý hârikulâde olmak lâzým deðildir. Çünki Cenâb-ý Hak onu beþer suretinde göndermiþ, tâ insanýn ahval-i içtimaiyelerinde ve dünyevî, uhrevî saadetlerini kazandýracak a'mal ve harekâtlarýnda rehber olsun ve imam olsun ve herbiri birer mu'cizat-ý kudret-i Ýlahiye olan âdiyat içindeki hârikulâde olan san'at-ý Rabbaniyeyi ve tasarruf-u kudret-i Ýlâhiyeyi göstersin. Eðer ef'alinde beþeriyetten çýkýp hârikulâde olsaydý, bizzât imam olamazdý; ef'aliyle, ahvaliyle, etvârýyla ders veremezdi. Fakat yalnýz nübüvvetini muannidlere karþý isbat etmek için hârikulâde iþlere mazhar olur ve indelhace arasýra mu'cizatý gösterirdi. Fakat sýrr-ý teklif olan imtihan ve tecrübe muktezasýyla, elbette bedahet derecesinde ve ister istemez tasdike mecbur kalacak derecede mu'cize olmazdý. Çünki sýrr-ý imtihan ve hikmet-i teklif iktiza eder ki, akla kapý açýlsýn ve aklýn ihtiyarý elinden alýnmasýn. Eðer gayet bedihî bir surette olsa, o vakit aklýn ihtiyarý kalmaz. Ebu Cehil de, Ebu Bekir gibi tasdik eder. Ýmtihan ve teklifin faidesi kalmaz. Kömür ile elmas bir seviyede kalýrdý.

 

Cây-ý hayrettir ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn mübalaðasýz binler vecihte binler çeþit insan, herbiri birtek mu'cizesiyle veya bir delil-i nübüvvet ile veya bir kelâmý ile veya yüzünü görmesiyle ve hakeza birer alâmetiyle îman getirdikleri halde, bütün bu binler ayrý ayrý insanlarý ve müdakkik mütefekkirleri îmana getiren bütün o binler delail-i nübüvveti, nakl-i sahih ile ve âsâr-ý kat'iye ile þimdiki bedbaht bir kýsým insanlara kâfi gelmiyor gibi, dalâlete sapýyorlar.

 

Ýkinci Esas: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hem beþerdir, beþeriyet itibariyle beþer gibi muamele eder; hem Resuldür, risalet itibariyle Cenâb-ý Hakk'ýn tercümanýdýr, elçisidir. Risaleti, vahye istinad eder. Vahiy iki kýsýmdýr:

 

Biri: "Vahy-i sarihî"dir ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm onda sýrf bir tercümandýr, mübelliðdir, müdahalesi yoktur. Kur'an ve bazý ehadîs-i kudsiye gibi...

 

sh: » (M: 99)

 

Ýkinci Kýsým: "Vahy-i zýmnî"dir. Þu kýsmýn mücmel ve hülâsasý, vahye ve ilhama istinad eder; fakat tafsilâtý ve tasviratý, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a aittir. O vahiyden gelen mücmel hâdiseyi tafsil ve tasvirde, Zât-ý Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm bazan yine ilhama, ya vahye istinad edip beyan eder veyahut kendi ferasetiyle beyan eder. Ve kendi içtihadýyla yaptýðý tafsilât ve tasviratý, ya vazife-i risalet noktasýnda ulvî kuvve-i kudsiye ile beyan eder veyahut örf ve âdet ve efkâr-ý âmme seviyesine göre, beþeriyeti noktasýnda beyan eder.

 

Ýþte her hadîste bütün tafsilâtýna, vahy-i mahz noktasýyla bakýlmaz. Beþeriyetin muktezasý olan efkâr ve muamelâtýnda, risaletin ulvî âsârý aranýlmaz. Mâdem bazý hâdiseler mücmel olarak mutlak bir surette ona vahyen gelir, o da kendi ferasetiyle ve tearüf-ü umumî cihetiyle tasvir eder. Þu tasvirdeki müteþabihata ve müþkilâta bazan tefsir lâzým geliyor, hattâ tabir lâzým geliyor. Çünki bazý hakikatlar var ki, temsil ile fehme takrib edilir. Nasýlki bir vakit huzur-u Nebevîde derince bir gürültü iþitildi. Ferman etti ki: "Þu gürültü, yetmiþ senedir yuvarlanýp, þimdi Cehennem'in dibine düþmüþ bir taþýn gürültüsüdür." Bir saat sonra cevab geldi ki: "Yetmiþ yaþýna giren meþhur bir münafýk ölüp, Cehennem'e gitti." Zât-ý Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn belîð bir temsil ile beyan ettiði hâdisenin tevilini gösterdi.

 

Üçüncü Esas: Naklolunan haberler eðer tevatür suretinde olsa, kat'îdir. Tevatür iki kýsýmdýr.(Hâþiye) Biri "sarih tevatür", biri "manevî tevatür"dür. Manevî tevatür de iki kýsýmdýr: Biri sükûtîdir. Yani, sükût ile kabul gösterilmiþ. Meselâ: Bir cemaat içinde bir adam, o cemaatin nazarý altýnda bir hâdiseyi haber verse, cemaat onu tekzib etmezse, sükût ile mukabele etse, kabul etmiþ gibi olur. Hususan haber verdiði hâdisede cemaat onunla alâkadar olsa, hem tenkide müheyya ve hatayý kabul etmez ve yalaný çok çirkin görür bir cemaat olsa, elbette onun sükûtu o hâdisenin vukuuna kuvvetli delalet eder. Ýkinci kýsým tevatür-ü manevî þudur ki: Bir hâdisenin vukuuna, meselâ "Bir kýyye taam, ikiyüz adamý tok etmiþ" denilse; fakat onu haber verenler, ayrý ayrý surette haber veriyor. Biri bir çeþit, biri baþka bir surette, diðeri baþka bir þekilde beyan eder.. fakat umumen, ayný hâdisenin vukuuna müttefiktirler. Ýþte mutlak hâdisenin vukuu;

 

____________________

 

(Hâþiye): Þu risalede "tevatür" lafzý, Türkçe "þâyia" manasýndaki tevatür deðil, belki yakîni ifade eden, yalan ihtimali olmayan kuvvetli ihbardýr.

 

 

 

sh: » (M: 100)

 

mütevatir-i bil-mânadýr, kat'îdir. Ýhtilaf-ý suret ise, zarar vermez. Hem bazan olur ki; haber-i vâhid, bazý þerait dâhilinde tevatür gibi kat'iyeti ifade eder. Hem bazan olur ki; haber-i vâhid haricî emarelerle kat'iyeti ifade eder.

 

 

 

Ýþte Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'dan bize naklolunan mu'cizatý ve delail-i nübüvveti, kýsm-ý azamý tevatür iledir; ya sarihî, ya manevî, ya sükûtî. Ve bir kýsmý çendan haber-i vâhid iledir. Fakat öyle þerait dâhilinde, nekkad-ý muhaddisîn nazarýnda kabule þayan olduktan sonra, tevatür gibi kat'iyeti ifade etmek lâzým gelir. Evet muhaddisînin muhakkikîninden "El-Hâfýz" tabir ettikleri zâtlar, lâakal yüzbin hadîsi hýfzýna almýþ binler muhakkik muhaddisler, hem elli sene sabah namazýný iþa abdestiyle kýlan müttaki muhaddisler ve baþta Buharî ve Müslim olarak Kütüb-ü Sitte-i Hadîsiye sahibleri olan ilm-i hadîs dâhîleri, allâmeleri tashih ve kabul ettikleri haber-i vâhid, tevatür kat'iyetinden geri kalmaz. Evet fenn-i hadîsin muhakkikleri, nekkadlarý o derece hadîs ile hususiyet peyda etmiþler ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn tarz-ý ifadesine ve üslûb-u âlîsine ve suret-i ifadesine ünsiyet edip meleke kesbetmiþler ki; yüz hadîs içinde bir mevzu'u görse, "Mevzu'dur" der. "Bu, hadîs olmaz ve Peygamber'in sözü deðildir" der, reddeder. Sarraf gibi hadîsin cevherini tanýr, baþka sözü ona iltibas edemez. Yalnýz Ýbn-i Cevzî gibi bazý muhakkikler tenkidde ifrat edip, bazý ehadîs-i sahihaya da mevzu' demiþler. Fakat her mevzu' þey'in manasý yanlýþtýr demek deðildir; belki "Bu söz hadîs deðildir" demektir.

 

Sual: An'aneli senedin faidesi nedir ki; lüzumsuz yerde, malûm bir vakýada "an filân, an filân, an filân" derler?

 

Elcevap: Faideleri çoktur. Ezcümle, bir faidesi þudur: An'ane ile gösteriliyor ki, an'anede dâhil olan mevsuk ve hüccetli ve sadýk ehl-i hadîsin bir nevi icmaýný irae eder ve o senedde dâhil olan ehl-i tahkikin bir nevi ittifakýný gösterir. Güya o senedde, o an'anede dâhil olan herbir imam, herbir allâme; hadîsin hükmünü imza ediyor, sýhhatine dair mührünü basýyor.

 

Sual: Neden hâdisat-ý i'caziye sair zarurî ahkâm-ý þer'iye gibi tevatür suretinde, pek çok tarîklerle, çok ehemmiyetli nakledilmemiþ?

 

Elcevap: Çünki ekser ahkâm-ý þer'iyeye, ekser nâs, ekser evkatta

 

sh: » (M: 101)

 

muhtaçtýr. Farz-ý ayn gibi, o ahkâmýn her þahsa alâkasý var. Amma mu'cizat ise; herkesin herbir mu'cizeye ihtiyacý yok. Eðer ihtiyaç olsa da, bir defa iþitmek kâfi gelir. Âdeta farz-ý kifaye gibi, bir kýsým insanlar onlarý bilse, yeter.

 

Ýþte bunun içindir ki; bazý olur, bir mu'cizenin vücudu ve tahakkuku, bir hükmün vücudundan on derece daha kat'î olduðu halde, onun râvisi bir-iki olur; hükmün râvisi on-yirmi olur.

 

Dördüncü Esas: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn istikbalden haber verdiði bazý hâdiseler, cüz'î birer hâdise deðil; belki tekerrür eden birer hâdise-i külliyeyi, cüz'î bir surette haber verir. Halbuki o hâdisenin müteaddid vecihleri var. Her defa bir vechini beyan eder. Sonra râvi-i hadîs o vecihleri birleþtirir, hilaf-ý vaki gibi görünür. Meselâ: Hazret-i Mehdi'ye dair muhtelif rivayetler var. Tafsilât ve tasvirat, baþka baþkadýr. Halbuki Yirmidördüncü Söz'ün bir dalýnda isbat edildiði gibi; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, vahye istinaden, her bir asýrda kuvve-i maneviye-i ehl-i îmaný muhafaza etmek için, hem dehþetli hâdiselerde ye'se düþmemek için, hem âlem-i Ýslâmiyetin bir silsile-i nuraniyesi olan Âl-i Beytine ehl-i îmaný manevî rabtetmek için, Mehdi'yi haber vermiþ. Âhirzamanda gelen Mehdi gibi, herbir asýr Âl-i Beytten bir nevi Mehdi, belki Mehdiler bulmuþ. Hattâ Âl-i Beytten ma'dud olan Abbasiye Hulefasýndan, Büyük Mehdi'nin çok evsafýna câmi' bir Mehdi bulmuþ.

 

Ýþte Büyük Mehdi'den evvel gelen emsalleri, nümuneleri olan Hulefa-yý Mehdiyyîn ve Aktab-ý Mehdiyyîn evsaflarý, asýl Mehdi'nin evsafýna karýþmýþ ve ondan rivayetler ihtilafa düþmüþ.

 

Beþinci Esas: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّهُ sýrrýnca kendi kendine gaybý bilmezdi; belki Cenâb-ý Hak ona bildirirdi, o da bildirirdi. Cenâb-Hak hem Hakîm'dir, hem Rahîm'dir. Hikmet ve rahmeti ise, umûr-u gaybiyeden çoðunun setrini iktiza ediyor, mübhem kalmasýný istiyor. Çünki þu dünyada insanýn hoþuna gitmeyen þeyler daha çoktur. Vukuundan evvel onlarý bilmek elîmdir.

 

Ýþte bu sýr içindir ki: Ölüm ve ecel mübhem býrakýlmýþ ve insanýn baþýna gelecek musibetler dahi, perde-i gaybda kalmýþ. Ýþte

 

sh: » (M: 102)

 

hikmet-i Rabbaniye ve rahmet-i Ýlâhiye böyle iktiza ettiði için Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn ümmetine karþý ziyade hassas merhametini ziyade rencide etmemek ve âl ve ashabýna karþý þedid þefkatini fazla incitmemek için, vefat-ý Nebevî'den sonra, âl ve ashabýnýn ve ümmetinin baþlarýna gelen müdhiþ hâdisatý, umumiyetle ve tafsilatýyla göstermemek (Hâþiye) mukteza-yý hikmet ve rahmettir. Fakat yine bazý hikmetler için mühim hâdisatý, -fakat dehþetli bir surette deðil- ona talim etmiþ. O da ihbar etmiþ. Hem güzel hâdiseleri kýsmen mücmel, kýsmen tafsil ile bildirmiþ. O da haber vermiþ. Onun haberlerini de en yüksek bir derece-i takvada ve adlde ve sýdkta çalýþan ve وَمَنْ كَذَبَ عَلَىَّ مُتَعَمِّدًا فَلْيَتَبَوَّاْ مَقْعَدَهُ مِنَ النَّارِ hadîsindeki tehdidden þiddetle korkan ve فَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنْ كَذَبَ عَلَى اللّهِ âyetindeki þiddetli tehdidden þiddetle kaçan muhaddisîn-i kâmilîn, bize sahih bir surette o haberleri nakletmiþler.

 

Altýncý Esas: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn ahvâl ve evsafý, Siyer ve Tarih suretiyle beyan edilmiþ. Fakat o evsaf ve ahvâl-i galibi, beþeriyetine bakar. Halbuki o Zât-ý Mübarek'in þahs-ý manevîsi ve mahiyet-i kudsiyesi o derece yüksek ve nuranîdir ki; Siyer ve Tarihte beyan olunan evsaf, o bâlâ kamete uygun gelmiyor, o yüksek kýymete muvafýk düþmüyor. Çünki اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِ sýrrýnca: Her gün, hattâ þimdi de, bütün ümmetinin ibadetleri kadar bir azîm ibadet sahife-i kemalâtýna ilâve oluyor. Nihayetsiz rahmet-i Ýlahiyeye, nihayetsiz bir surette, nihayetsiz bir istidad ile mazhar olduðu gibi, her gün hadsiz ümmetinin hadsiz duasýna mazhar oluyor. Ve þu kâinatýn neticesi ve en mükemmel meyvesi ve Hâlýk-ý Kâinat'ýn tercümaný ve sevgilisi olan o Zât-ý Mübarek'in tamam-ý mahiyeti ve hakikat-ý kemalâtý, Siyer ve Tarihe geçen beþerî ahval ve etvara sýðýþmaz.

 

_______________________

 

(Hâþiye): Zât-ý Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm'a, Âiþe-i Sýddýka'ya karþý ziyade muhabbet ve þefkatini rencide etmemek için, Vak'a-i Cemel hâdisesinde o bulunacaðý kat'î gösterilmediðine delil ise, Ezvâc-ý Tâhirâta ferman etmiþ ki: "Keþki bilseydim hanginiz o vak'ada bulunacak?" Fakat sonra, hafif bir surette bildirilmiþ ki, Hazret-i Ali'ye (R.A.) ferman etmiþ: "Senin ile Âiþe beyninde bir hâdise olsa, فَارْفَقْ وَ بَلِّغْهَا مَاْمَنَهَا"

 

 

 

sh: » (M: 103)

 

Meselâ: Hazret-i Cebrail ve Mikâil, iki muhafýz yaver hükmünde Gazve-i Bedir'de yanýnda bulunan bir Zât-ý Mübarek; çarþý içinde, bedevi bir arabla at mübâyaasýnda münâzaa etmek, bir tek þahid olan Huzeyfe'yi þahid göstermekle görünen etvarý içinde sýðýþmaz.

 

Ýþte yanlýþ gitmemek için; her vakit mahiyet-i beþeriyeti itibariyle iþitilen evsaf-ý âdiye içinde baþýný kaldýrýp, hakikî mahiyetine ve mertebe-i risalette durmuþ nuranî þahsiyet-i maneviyesine bakmak lâzýmdýr. Yoksa, ya hürmetsizlik eder veya þüpheye düþer. Þu sýrrý izah için þu temsili dinle:

 

Meselâ bir hurma çekirdeði var. O hurma çekirdeði toprak altýna konup, açýlarak koca meyvedar bir aðaç oldu. Hem gittikçe tevessü' eder, büyür. Veya tavus kuþunun bir yumurtasý vardý. O yumurtaya hararet verildi, bir tavus civcivi çýktý. Sonra tam mükemmel, her tarafý kudretten yazýlý ve yaldýzlý bir tavus kuþu oldu. Hem gittikçe daha büyür ve güzelleþir. Þimdi o çekirdek ve o yumurtaya ait sýfatlar, haller var. Ýçinde incecik maddeler var. Hem ondan hasýl olan aðaç ve kuþun da, o çekirdek ve yumurtanýn âdi küçük keyfiyet ve vaziyetlerine nisbeten, büyük âlî sýfatlarý ve keyfiyetleri var. Þimdi o çekirdek ve o yumurtanýn evsafýný, aðaç ve kuþun evsafýyla rabtedip bahsetmekte lâzým gelir ki; her vakit akl-ý beþer, baþýný çekirdekten aðaca kaldýrýp baksýn ve yumurtadan kuþa gözünü tevcih edip dikkat etsin. Tâ iþittiði evsafý onun aklý kabul edebilsin. Yoksa "Bir dirhem çekirdekten bin batman hurma aldým." ve "Þu yumurta, cevv-i âsumanda kuþlarýn sultanýdýr." dese, tekzib ve inkâra sapacak.

 

Ýþte bunun gibi Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn beþeriyeti; o çekirdeðe, o yumurtaya benzer. Ve vazife-i risaletle parlayan mahiyeti ise, Þecere-i Tuba gibi ve Cennet'in Tayr-ý Hümâyûnu gibidir. Hem daima tekemmüldedir. Onun için çarþý içinde bir bedevi ile niza eden o zâtý düþündüðü vakit; Refref'e binip, Cebrâil'i arkada býrakýp, Kâb-ý Kavseyn'e koþup giden Zât-ý Nuranîsine, hayal gözünü kaldýrýp bakmak lâzým gelir. Yoksa ya hürmetsizlik edecek veya nefs-i emmaresi inanmayacak.

 

BEÞÝNCÝ NÜKTELÝ ÝÞARET: Umûr-u gaybiyeye dair hadîslerin birkaç misalini zikrederiz:

 

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, nakl-i sahih ile ve

 

sh: » (M: 104)

 

mütevatir bir derecede bize vâsýl olmuþ ki; minber üstünde, cemaat-ý Sahabe içinde ferman etmiþ ki:

 

اِبْنِى حَسَنٌ هذَا سَيِّدٌ سَيُصْلِحُ اللّهُ بِهِ بَيْنَ فِئَتَيْنِ عَظِيمَتَيْنِ

 

Ýþte kýrk sene sonra Ýslâmýn en büyük iki ordusu karþý karþýya geldiði vakit, Hazret-i Hasan Radýyallahü Anhü, Hazret-i Muaviye (R.A.) ile musalaha edip, cedd-i emcedinin mu'cize-i gaybiyesini tasdik etmiþtir.

 

Ýkincisi: Nakl-i sahih ile Hazret-i Ali'ye demiþ:

 

سَتُقَاتِلُ النَّاكِثِينَ وَالْقَاسِطِينَ وَالْمَارِقِينَ

 

Hem Vak'a-i Cemel, hem Vak'a-i Sýffin, hem Vak'a-i Havâriç hâdiselerini haber vermiþ.

 

Hem Hazret-i Ali (R.A.) Hazret-i Zübeyr ile seviþtiði bir zaman dedi: "Bu sana karþý muharebe edecek, fakat haksýzdýr."

 

Hem Ezvâc-ý Tâhiratýna demiþ: "Ýçinizde birisi, mühim bir fitnenin baþýna geçecek ve etrafýnda çoklar katledilecek." وَتَنْبَحُ عَلَيْهَا كِلاَبُ الْحَوْئَبِ

 

Ýþte þu sahih, kat'î hadîsler; otuz sene sonra Hazret-i Ali'nin Hazret-i Âiþe ve Zübeyr ve Talha'ya karþý Vak'a-i Cemel'de.. ve Muaviye'ye karþý Sýffin'de.. ve Havâric'e karþý Harevra'da ve Nehrüvan'da muharebesi, o ihbar-ý gaybiyenin bir tasdik-i fiilîsidir.

 

Hem Hazret-i Ali'ye: "Senin sakalýný senin baþýnýn kanýyla ýslattýracak bir adamý" ihbar etmiþ. Hazret-i Ali o adamý tanýrmýþ; o da Abdurrahman Ýbn-i Mülcem-ül Haricî'dir.

 

Hem Haricîlerin içinde Züssedye denilen bir adamý, garib bir niþanla alâmet olarak haber vermiþtir ki; Havâriçlerin maktulleri içinde o adam bulunmuþ; Hazret-i Ali, onu hakkaniyetine hüccet göstermiþ. Hem mu'cize-i Nebeviyeyi ilân etmiþ.

 

Hem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm; Ümm-ü Seleme'nin, daha diðerlerin rivayet-i sahihi ile haber vermiþ ki: Hazret-i Hüseyin, Taff yani Kerbelâ'da katledilecektir." Elli sene sonra, ayný vak'a-i ciðersûz vukua gelip, o ihbar-ý gaybîyi tasdik etmiþ.

 

Hem mükerreren ihbar etmiþ ki: "Benim Âl-i Beytim, benden sonra

 

يَلْقَوْنَ قَتْلاً وَتَشْرِيدًا yani; katle ve belaya ve nefye maruz

 

 

 

sh: » (M: 105)

 

kalacaklar." Ve bir derece izah etmiþ, aynen öyle çýkmýþtýr.

 

Þu makamda bir mühim sual vardýr ki; denilir ki: "Hazret-i Ali, o derece hilafete liyakatý olduðu ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a karabeti ve hârikulâde cesaret ve ilmi ile beraber, neden hilafette tekaddüm ettirilmedi ve neden onun hilafeti zamanýnda Ýslâm çok keþmekeþe mazhar oldu?.."

 

Elcevap: Âl-i Beyt'ten bir kutb-u azam demiþ ki: "Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hazret-i Ali'nin (R.A.) hilafetini arzu etmiþ, fakat gaibden ona bildirilmiþ ki: Murad-ý Ýlâhî baþkadýr. O da, arzusunu býrakýp, murad-ý Ýlâhîye tâbi' olmuþ." Murad-ý Ýlâhînin hikmetlerinden birisi þu olmak gerektir ki:

 

Vefat-ý Nebevî'den sonra, en ziyade ittifak ve ittihada gelmeye muhtaç olan Sahabeler; eðer Hazret-i Ali baþa geçseydi, Hazret-i Ali'nin hilafeti zamanýnda zuhura gelen hâdisatýn þehadetiyle ve Hazret-i Ali'nin mümâþatsýz, pervasýz, zâhidane, kahramanane, müstaðniyane tavrý ve þöhretgir-i âlem þecaatý itibariyle, çok zâtlarda ve kabilelerde rekabet damarýný harekete getirip, tefrikaya sebeb olmak kaviyyen muhtemeldi. Hem Hazret-i Ali'nin hilafetinin teehhür etmesinin bir sýrrý da þudur ki: Gayet muhtelif akvamýn birbirine karýþmasýyla, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn haber verdiði gibi, sonra inkiþaf eden yetmiþüç fýrka efkârýnýn esaslarýný taþýyan o akvam içinde, fitne-engiz hâdisatýn zuhuru zamanýnda, Hazret-i Ali gibi hârikulâde bir cesaret ve feraset sahibi, Hâþimî ve Âl-i Beyt gibi kuvvetli, hürmetli bir kuvvet lâzým idi ki, dayanabilsin. Evet dayandý... Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn haber verdiði gibi: "Ben Kur'anýn tenzili için harbettim, sen de tevili için harbedeceksin!" Hem eðer Hazret-i Ali olmasaydý, dünya saltanatý, mülûk-u Emeviyeyi bütün bütün yoldan çýkarmak muhtemeldi. Halbuki karþýlarýnda Hazret-i Ali ve Âl-i Beyt'i gördükleri için, onlara karþý müvazeneye gelmek ve ehl-i Ýslâm nazarýnda mevkilerini muhafaza etmek için ister istemez Emeviye Devleti reislerinin umumu, kendileri olmasa da, herhalde teþvik ve tasvibleriyle etbâlarý ve taraftarlarý, bütün kuvvetleriyle hakaik-i Ýslâmiyeyi ve hakaik-i îmaniyeyi ve ahkâm-ý Kur'aniyeyi muhafazaya ve neþre çalýþtýlar. Yüzbinlerle müçtehidîn-i muhakkikîn ve muhaddisîn-i kâmilîn ve evliyalar ve asfiyalar yetiþtirdiler. Eðer karþýlarýnda Âl-i Beyt'in gayet kuvvetli velayet ve diyanet ve kemalâtý olmasaydý, Abbasîlerin ve

 

 

 

 

 

 

 

sh: » (M: 106)

 

Emevîlerin âhirlerindeki gibi, bütün bütün çýðýrdan çýkmak kaviyyen muhtemeldi.

 

Eðer denilse: Neden hilafet-i Ýslâmiye Âl-i Beyt-i Nebevî'de takarrur etmedi? Halbuki en ziyade lâyýk ve müstehak onlardý?"

 

Elcevap: Saltanat-ý dünyeviye aldatýcýdýr. Âl-i Beyt ise, hakaik-i Ýslâmiyeyi ve ahkâm-ý Kur'aniyeyi muhafazaya memur idiler. Hilafet ve saltanata geçen, ya Nebî gibi masum olmalý, veyahut Hulefa-yý Râþidîn ve Ömer Ýbn-i Abdülaziz-i Emevî ve Mehdi-i Abbasî gibi hârikulâde bir zühd-ü kalbi olmalý ki aldanmasýn. Halbuki Mýsýr'da Âl-i Beyt namýna teþekkül eden Devlet-i Fatýmiye Hilafeti ve Afrika'da Muvahhidîn Hükûmeti ve Ýran'da Safevîler Devleti gösteriyor ki; saltanat-ý dünyeviye Âl-i Beyte yaramaz, vazife-i asliyesi olan hýfz-ý dini ve hizmet-i Ýslâmiyeti onlara unutturur. Halbuki saltanatý terk ettikleri zaman, parlak ve yüksek bir surette Ýslâmiyete ve Kur'ana hizmet etmiþler.

 

Ýþte bak! Hazret-i Hasan'ýn neslinden gelen aktablar, hususan Aktâb-ý Erbaa ve bilhassa Gavs-ý Azam olan Þeyh Abdülkadir-i Geylanî ve Hazret-i Hüseyin'in neslinden gelen imamlar, hususan Zeynelâbidîn ve Câfer-i Sâdýk ki, herbiri birer manevî mehdi hükmüne geçmiþ, manevî zulmü ve zulümatý daðýtýp, envar-ý Kur'aniyeyi ve hakaik-i îmaniyeyi neþretmiþler. Cedd-i emcedlerinin birer vârisi olduklarýný göstermiþler.

 

Eðer denilse: ''Mübarek Ýslâmiyet ve nuranî Asr-ý Saâdetin baþýna gelen o dehþetli kanlý fitnenin hikmeti ve vech-i rahmeti nedir? Çünki onlar, kahra lâyýk deðil idiler?''

 

Elcevap: Nasýlki baharda dehþetli yaðmurlu bir fýrtýna, her taife-i nebatatýn, tohumlarýn, aðaçlarýn istidadlarýný tahrik eder, inkiþaf ettirir; herbiri kendine mahsus çiçek açar; fýtrî birer vazife baþýna geçer. Öyle de: Sahabe ve Tâbiînin baþýna gelen fitne dahi, çekirdekler hükmündeki muhtelif ayrý ayrý istidadlarý tahrik edip kamçýladý; "Ýslâmiyet tehlikededir, yangýn var!" diye her taifeyi korkuttu, Ýslâmiyetin hýfzýna koþturdu. Herbiri, kendi istidadýna göre câmia-i Ýslâmiyetin kesretli ve muhtelif vazifelerinden bir vazifeyi omuzuna aldý, kemâl-i ciddiyetle çalýþtý. Bir kýsmý hadîslerin muhafazasýna, bir kýsmý þeriatýn muhafazasýna, bir kýsmý hakaik-i îmaniyenin muhafazasýna, bir kýsmý Kur'anýn muhafazasýna çalýþtý ve hakeza.. Herbir taife bir hizmete girdi.

 

sh: » (M: 107)

 

Vezaif-i Ýslâmiyette hummalý bir surette sa'yettiler. Muhtelif renklerde çok çiçekler açýldý. Pek geniþ olan âlem-i Ýslâmiyetin aktarýna, o fýrtýna ile tohumlar atýldý; yarý yeri gülistana çevirdi. Fakat maatteessüf o güller ve gülistan içinde ehl-i bid'a fýrkalarýnýn dikenleri dahi çýktý.

 

Gûya dest-i kudret, celal ile o asrý çalkaladý, þiddetle tahrik edip çevirdi, ehl-i himmeti gayrete getirip elektriklendirdi. O hareketten gelen bir kuvve-i anilmerkeziye ile pek çok münevver müçtehidleri ve nuranî muhaddisleri, kudsî hâfýzlarý, asfiyalarý, aktablarý âlem-i Ýslâmýn aktarýna uçurdu, hicret ettirdi. Þarktan garba kadar ehl-i Ýslâmý heyecana getirip, Kur'anýn hazinelerinden istifade için gözlerini açtýrdý... Þimdi sadede geliyoruz.

 

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmýn, umûr-u gaybiyeden haber verdiði gibi doðru vukua gelen iþler binlerdir, pek çoktur. Biz yalnýz cüz'î birkaç misaline iþaret edeceðiz:

 

Ýþte baþta Buharî ve Müslim, sýhhatle meþhur Kütüb-ü Sitte-i Hadîsiye sahibleri, beyan edeceðimiz haberlerin çoðunda müttefik ve o haberlerin çoðu manen mütevatir ve bir kýsmý dahi, ehl-i tahkik onlarýn sýhhatine ittifak etmesiyle, mütevatir gibi kat'î denilebilir.

 

Ýþte -nakl-i sahih-i kat'î ile- ashabýna haber vermiþ ki: "Siz umum düþmanlarýnýza galebe edeceksiniz; hem Feth-i Mekke, hem Feth-i Hayber, hem Feth-i Þam, hem Feth-i Irak, hem Feth-i Ýran, hem Feth-i Beyt-ül Makdis'e muvaffak olacaksýnýz. Hem o zamanýn en büyük devletleri olan Ýran ve Rum padiþahlarýnýn hazinelerini beyninizde taksim edeceksiniz!.." Haber vermiþ, hem "Tahminim böyle veya zannederim" dememiþ. Belki görür gibi kat'î ihbar etmiþ, haber verdiði gibi çýkmýþ. Halbuki haber verdiði vakit, hicrete mecbur olmuþ. Sahabeleri az, Medine etrafý ve bütün dünya düþmandý.

 

Hem -nakl-i sahih-i kat'î ile- çok defa ferman etmiþ:

 

عَلَيْكُم بِسِيرَةِ الَّذَيْنِ مِنْ بَعْدِى اَبِى بَكْرٍ وَ عُمَرَ deyip, Ebu Bekir ve Ömer kendinden sonraya kalacaklar, hem halife olacaklar, hem mükemmel bir surette ve rýza-i Ýlahî ve marzî-i Nebevî dairesinde hareket edecekler. Hem Ebu Bekir az kalacak, Ömer çok kalacak ve pek çok fütuhat yapacak.

 

 

 

sh: » (M: 108)

 

Hem ferman etmiþ ki:

 

زُوِيَتْ لِىَ اْلاَرْضُ فَاُرِيتُ مَشَارِقَهَا وَمَغَارِبَهَا وَسَيَبْلُغُ مُلْكُ اُمَّتِى مَا زُوِىَ لِى مِنْهَا

 

deyip: "Þarktan garba kadar benim ümmetimin eline geçecektir. Hiç bir ümmet, o kadar mülk zabtetmemiþ." Haber verdiði gibi çýkmýþ.

 

Hem -nakl-i sahih-i kat'î ile- Gaza-i Bedir'den evvel ferman etmiþ:

 

هذَا مَصْرَعُ اَبِى جَهْلٍ هذَا مَصرَعُ عُتْبَةَ هذَا مَصرَعُ اُمَيَّةَ هذَا مَصرَعُ فُلاَنٍ وَ فُلاَنٍ

 

deyip, müþrik Kureyþ reislerinin herbiri nerede katledileceðini göstermiþ ve demiþ: "Ben kendi elimle Übeyy Ýbn-i Halef'i öldüreceðim." Haber verdiði gibi çýkmýþ.

 

Hem -nakl-i sahih-i kat'î ile- bir ay uzak mesafede Þam etrafýnda, Mûte nam mevkideki gazve-i meþhurede muharebe eden sahabelerini görür gibi ferman etmiþ:

 

اَخَذَ الرَّايَةَ زَيْدٌ فَاُصِيبَ ثُمَّ اَخَذَهَااِبْنُ رَوَاحَة فَاُصِيبَ ثُمَّ اَخَذَهَا جَعْفَرُ فَاُصِيبَ ثُمَّ اَخَذَهَا سَيْفٌ مِنْ سُيُوفِ اللّهِ

 

deyip, birer birer hâdisatý ashabýna haber vermiþ. Ýki-üç hafta sonra Ya'lâ Ýbn-i Münebbih meydan-ý harbden geldi; daha söylemeden Muhbir-i Sâdýk (A.S.M.) harbin tafsilâtýný beyan etti. Ya'lâ kasem etti: "Dediðin gibi aynen öyle oldu."

 

Hem -nakl-i sahih-i kat'î ile- ferman etmiþ:

 

اِنَّ الْخِلاَفَةَ بَعْدِى ثَلاَثُونَ سَنَةً ثُمَّ تَكُونُ مُلْكًا عَضُودًا وَاِنَّ هذَا اْلاَمْرَ بَدَأَ نُبُوَّةً وَرَحْمَةً

 

ثُمَّ يَكُونُ رَحْمَةً وَخِلاَفَةً ثُمَّ يَكُونُ مُلْكًا عَضُودًا ثُمَّ يَكُونُ عُتُوّاً وَ جَبَرُوتًا

 

deyip, Hazret-i Hasan'ýn altý ay hilafetiyle; Cihar-ý Yâr-ý Güzin'in (Hulefa-yý Raþidîn'in) zaman-ý hilafetlerini ve onlardan sonra saltanat

 

sh: » (M: 109)

 

þekline girmesini, sonra o saltanattan ceberut ve fesad-ý ümmet olacaðýný haber vermiþ. Haber verdiði gibi çýkmýþ.

 

Hem -nakl-i sahih-i kat'î ile- ferman etmiþ:

 

يُقْتَلُ عُثْمَانُ وَهُوَ يَقْرَأُ ا لْمُصْحَفَ وَاِنَّ اللّهَ عَسَى اَنْ يُلْبِسَهُ قَمِيصًا وَاِنَّهُمْ يُرِيدُونَ خَلْعَهُ

 

deyip, Hazret-i Osman halîfe olacaðýný ve hal'i istenileceðini ve mazlum olarak Kur'an okurken katledileceðini haber vermiþ. Haber verdiði gibi çýkmýþ.

 

Hem -nakl-i sahih-i kat'î ile- hacamat edip mübarek kanýný Abdullah Ýbn-i Zübeyr teberrüken þerbet gibi içtiði zaman ferman etmiþ:

 

وَيْلٌ لِلنَّاسِ مِنْكَ وَوَيْلٌ لَكَ مِنَ النَّاسِ deyip, hârika bir þecaatle ümmetin baþýna geçeceðini ve müdhiþ hücumlara maruz kalacaklarýný ve insanlar onun yüzünden dehþetli hâdiselere giriftar olacaklarýný haber vermiþ. Haber verdiði gibi çýkmýþ. Abdullah Ýbn-i Zübeyr, Emevîler zamanýnda hilafeti Mekke'de ilân ederek kahramanane çok müsademe etmiþ; nihayet Haccac-ý Zalim büyük bir ordu ile üzerine hücum ederek, þiddetli müsademeden sonra o kahraman-ý âliþan þehid edilmiþ.

 

Hem -nakl-i sahih-i kat'î ile- Emeviye Devleti'nin zuhurunu ve onlarýn padiþahlarýnýn çoðu zalim olacaðýný ve içlerinde Yezid ve Velid bulunacaðýný ve Hazret-i Muaviye ümmetin baþýna geçeceðini, وَاِذَا مَلَكْتَ فَاَسْجِحْ fermanýyla, rýfk ve adaleti tavsiye etmiþ. Ve Emeviye'den sonra

 

يَخْرُجُ وَلَدُ الْعَبَّاسِ بِالرَّايَاتِ السّوُدِ وَيَمْلِكُونَ اَضْعَافَ مَا مَلَكُوا

 

deyip, Devlet-i Abbasiye'nin zuhurunu ve uzun müddet devam edeceðini haber vermiþ. Haber verdiði gibi çýkmýþ.

 

Hem -nakl-i sahih-i kat'î ile- ferman etmiþ: وَيْلٌ لِلْعَرَبِ مِن شَرٍّ قَدِ اقْتَرَبَ deyip, Cengiz ve Hülâgû'nun

 

 

 

 

 

 

 

sh: » (M: 110)

 

dehþetli fitnelerini ve Arab Devlet-i Abbasiyesini mahvedeceklerini haber vermiþ. Haber verdiði gibi çýkmýþ.

 

Hem -nakl-i sahih-i kat'î ile- Sa'd Ýbn-i Ebî Vakkas gayet aðýr hasta iken ona ferman etmiþ: لَعَلَّكَ تُخَلَّفُ حَتّىَ يَنْتَفِعَ بِكَ اَقْوَامٌ وَيَسْتَضِرَّ بِكَ آخَرُونَ deyip, ileride büyük bir kumandan olacaðýný, çok fütuhat yapacaðýný, çok milletler ve kavimler ondan menfaat görüp, yani Ýslâm olup ve çoklar zarar görecek, yani devletleri onun eliyle harab olacaðýný haber vermiþ. Haber verdiði gibi çýkmýþ. Hazret-i Sa'd ordu-yu Ýslâm baþýna geçti, Devlet-i Ýraniye'yi zîr ü zeber etti; çok kavimlerin daire-i Ýslâma ve hidayete girmelerine sebeb oldu.

 

Hem -nakl-i sahih-i kat'î ile- îmana gelen Habeþ Meliki olan Necaþî, Hicretin yedinci senesinde vefat ettiði gün ashabýna haber vermiþ, hattâ cenaze namazýný kýlmýþ. Bir hafta sonra cevab geldi ki, ayný günde vefat etmiþ.

 

Hem -nakl-i sahih-i kat'î ile- Cihar-ý Yâr-ý Güzin ile beraber Uhud veya Hira Daðý'nýn baþýnda iken dað titredi, zelzelelendi. Daða ferman etti ki:

 

اُثْبُتْ فَاِنَّمَا عَلَيْكَ نَبِىّ ٌوَصِدِّيقٌ وَشَهِيدٌ deyip, Hazret-i Ömer ve Osman ve Ali'nin þehid olacaklarýný haber vermiþ. Haber verdiði gibi çýkmýþ.

 

Þimdi ey bedbaht, kalbsiz, bîçare adam! Muhammed-i Arabî akýllý bir adam idi diye o Þems-i Hakikat'a karþý gözünü yuman bîçare insan! Onbeþ enva'-ý külliye-i mu'cizatýndan birtek nev'i olan umûr-u gaybiyeden onbeþ ve belki yüz kýsmýndan bir kýsmýný iþittin. Manevî tevatür derecesinde kat'î bir kýsmýný duydun. Þu ihbar-ý gayb kýsmýnýn yüzden birisini akýl gözüyle gören bir zâta "dâhî-i azam" denilir ki, ferasetiyle istikbali keþfediyor. Binaenaleyh senin gibi haydi deha desek; yüz dâhî-i azam derecesinde bir deha-yý kudsiyeyi taþýyan bir adam yanlýþ görür mü? Yanlýþ haber vermeye tenezzül eder mi? Böyle yüz derece bir deha-yý âzam sahibinin saadet-i dâreyne dair sözlerini dinlememek, elbette yüz derece divaneliðin alâmetidir.

 

ALTINCI NÜKTELÝ ÝÞARET: -Nakl-i sahih-i kat'î ile- Hazret-i

 

sh: » (M: 111)

 

Fatýma'ya (R.A.) ferman etmiþ ki: اَنْتِ اَوَّلُ اَهْلِ بَيْتِى لُحُوقًا بِى deyip, "Âl-i Beytimden herkesten evvel vefat edip, bana iltihak edeceksin." diye söylemiþ. Altý ay sonra haber verdiði gibi aynen zuhur etmiþ.

 

Hem Eba Zer'e ferman etmiþ: سَتَخْرُجُ مِنْ هُنَا وَتَعِيشُ وَحْدَكَ وَتَمُوتُ وَحْدَكَ deyip, Medine'den nefyedilip, yalnýz hayat geçirip yalnýz bir sahrada vefat edeceðini haber vermiþ. Yirmi sene sonra haber verdiði gibi çýkmýþ.

 

Hem Enes Ýbn-i Mâlik'in halasý olan Ümm-ü Haram'ýn hanesinde uykudan kalkmýþ, tebessüm edip ferman etmiþ: رَأَيْتُ اُمَّتِى يَغْزُونَ فِى الْبَحْرِ كَالْمُلُوكِ عَلَى اْلاَسِرَّةِ Ümm-ü Haram niyaz etmiþ: "Dua ediniz, ben de onlarla beraber olayým." Ferman etmiþ: "Beraber olacaksýn." Kýrk sene sonra, zevci olan Ubâde Ýbn-i Sâmit refakatýyla Kýbrýs'ýn fethine gitmiþ; Kýbrýs'ta vefat edip, mezarý ziyaretgâh olmuþ. Haber verdiði gibi aynen zuhur etmiþ.

 

Hem -nakl-i sahih-i kat'î ile- ferman etmiþ ki: يَخْرُجُ مِنْ ثَقِيفٍ كَذَّابٌ وَمُبِيرٌ yani: "Sakif Kabilesinden biri davâ-yý nübüvvet edecek; ve biri, hunhar zalim zuhur edecek." deyip, nübüvvet dava eden meþhur Muhtar'ý ve yüzbin adam öldüren Haccac-ý Zâlim'i haber vermiþ.

 

Hem -nakl-i sahih-i kat'î ile-

 

سَتُفْتَحُ الْقُسْطَنْطِنِيَّةُ فَنِعْمَ اْلاَمِيرُ اَمِيرُهَا وَنِعْمَ الْجَيْشُ جَيْشُهَا deyip, Ýstanbul'un Ýslâm eliyle fetholacaðýný ve Hazret-i Sultan Mehmed Fâtih'in yüksek bir mertebe sahibi olduðunu haber vermiþ. Haber verdiði gibi zuhur etmiþ.

 

Hem -nakl-i sahih-i kat'î ile- ferman etmiþ ki:

 

اِنَّ الدِّينَ لَوْ كَانَ مَنُوطًا بِالثُّرَيَّا لَنَا لَهُ رِجَالٌ مِنْ اَبْنَاءِ فَارِسَ deyip, baþta Ebu Hanife olarak Ýran'ýn emsalsiz bir sûrette yetiþtirdiði ulema

 

sh: » (M: 112)

 

ve evliyaya iþaret ediyor, haber veriyor.

 

Hem ferman etmiþ ki: عَالِمُ قُرَيْشٍ يَمْلَءُ طِبَاقَ اْلاَرْضِ عِلْمًا deyip, Ýmam-ý Þâfiî'ye iþaret edip haber veriyor.

 

Hem -nakl-i sahih-i kat'î ile- ferman etmiþ ki:

 

سَتَفْتَرِقُ اُمَّتِى ثَلاَثًا وَسَبْعِينَ فِرْقَةً اَلنَّاجِيَةُ وَاحِدَةٌ مِنْهَا. قِيلَ مَنْهُمْ? قَالَ مَا اَنَا عَلَيْهِ وَاَصْحَابِى

 

deyip, ümmeti yetmiþüç fýrkaya inkýsam edeceðini ve içinde fýrka-i naciye-i kâmile, Ehl-i Sünnet ve Cemaat olduðunu haber veriyor.

 

Hem ferman etmiþ ki: اَلْقَدَرِيَّةُ مَجُوسُ هذِهِ اْلاُمَّةِ deyip, çok þubelere inkýsam eden ve kaderi inkâr eden Kaderiye taifesini haber vermiþ. Hem çok þubelere inkýsam eden Râfýzîleri haber vermiþ.

 

Hem -nakl-i sahih-i kat'î ile- Ýmam-ý Ali'ye (R.A.) demiþ: Sende Hazret-i Ýsa (A.S.) gibi iki kýsým insan helâkete gider. Birisi, ifrat-ý muhabbet; diðeri, ifrat-ý adâvetle. Hazret-i Ýsa'ya Nasranî muhabbetinden hadd-i meþru'dan tecavüz ile hâþâ "Ýbnullah" dediler. Yahudi, adâvetinden çok tecavüz ettiler, nübüvvetini ve kemalini inkâr ettiler. Senin hakkýnda da bir kýsým, hadd-i meþru'dan tecavüz edecek, muhabbetinden helâkete gidecektir. لَهُمْ نَبْزٌ يُقَالُ لَهُمُ الرَّافِضِيَّةُ demiþ. Bir kýsmý, senin adâvetinden çok ileri gidecekler, onlar da Havariç'tir ve Emevîlerin müfrit bir kýsým tarafdarlarýdýr ki, onlara Nasibe denilir.

 

Eðer denilse: Âl-i Beyt'e muhabbeti, Kur'an emrediyor. Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm çok teþvik etmiþ. O muhabbet, Þîalar için belki bir özür teþkil eder. Çünki ehl-i muhabbet, bir derece ehl-i sekirdir. Ne için Þîalar hususan Râfýzîler, o muhabbetten istifade etmiyorlar; belki iþaret-i Nebeviye ile o fart-ý muhabbetten mahkûmdurlar?

 

Elcevap: Muhabbet iki kýsýmdýr. Biri: Mana-yý harfiyle, yani:

 

 

 

sh: » (M: 113)

 

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hesabýna, Cenâb-ý Hak namýna, Hazret-i Ali ile Hasan ve Hüseyin ve Âl-i Beyt'i sevmektir. Þu muhabbet Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn muhabbetini ziyadeleþtirir. Cenab-ý Hakk'ýn muhabbetine vesile olur. Þu muhabbet meþrudur, ifratý zarar vermez, tecavüz etmez, baþkalarýnýn zemmini ve adâvetini iktiza etmez.

 

Ýkincisi: Mana-yý ismiyle muhabbettir. Yani bizzât onlarý sever. Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ý düþünmeden Hazret-i Ali'nin kahramanlýklarýný ve kemalini ve Hazret-i Hasan ve Hüseyin'in yüksek faziletlerini düþünüp sever. Hattâ Allah'ý bilmese de, Peygamber'i tanýmasa da yine onlarý sever. Bu sevmek, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn muhabbetine ve Cenâb-ý Hakk'ýn muhabbetine sebebiyet vermez; hem ifrat olsa, baþkalarýn zemmini ve adâvetini iktiza eder.

 

Ýþte iþâret-i Nebeviye ile, Hazret-i Ali hakkýnda ziyade muhabbetlerinden, Hazret-i Ebu Bekir-is Sýddýk ile Hazret-i Ömer'den teberri ettiklerinden hasarete düþmüþler. Ve o menfî muhabbet, sebeb-i hasârettir.

 

 

 

Hem -nakl-i sahih-i kat'î ile- ferman etmiþ ki:

 

اِذَا مَشَوُا المُطَيْطَاءَ وَخَدَمَتْهُمْ بَنَاتُ فَارِسَ وَالرُّومِ رَدَّ اللّهُ بَأْسَهُمْ وَسَلَّطَ شِرَارَهُمْ عَلَى خِيَارِهِمْ

 

deyip, "Ne vakit size Fars ve Rum kýzlarý hizmet etti; o vakit belânýz, fitneniz içinize girecek.. harbiniz dâhilî olacak; þerirleriniz baþa geçip, hayýrlýlar ve iyilerinize musallat olacaklar!" haber vermiþ. Otuz sene sonra haber verdiði gibi çýkmýþ.

 

Hem -nakl-i sahih-i kat'î ile- ferman etmiþ ki: وَتُفْتَحُ خَيْبَرُ عَلَى يَدَىْ عَلِىٍّ deyip, "Hayber Kal'asýnýn fethi, Ali'nin eliyle olacak." Me'mulün pek fevkinde ikinci gün bir mu'cize-i Nebeviye olarak Hayber Kal'asýnýn kapýsýný Hazret-i Ali çekip kalkan gibi istimal ederek, fethe muvaffak olduktan sonra kapýyý yere atmýþ; sekiz kuvvetli adam, o kapýyý yerden kaldýramamýþ; bir rivayette kýrk adam kaldýramamýþ.

 

sh: » (M: 114)

 

Hem ferman etmiþ ki:

 

لاَ تَقُومُ السَّاعَةُ حَتّىَ تَقْتَتِلَ فِئَتَانِ دَعْوَاهُمَا وَاحِدَةٌ diye, Sýffîn'de Hazret-i Ali ile Muaviye'nin harbini haber vermiþ.

 

Hem ferman etmiþ ki: اِنَّ عَمَّارًا تَقْتُلُهُ الْفِئَةُ الْبَاغِيَةُ diye, "Bâgî bir taife, Ammar'ý katledecek." Sonra, Sýffîn Harbi'nde katledildi. Hazret-i Ali, onu Muaviye'nin taraftarlarý bâgî olduklarýna hüccet gösterdi. Fakat Muaviye tevil etti. Amr Ýbn-ül Âs dedi: "Bâgî yalnýz onun katilleridir, umumumuz deðiliz."

 

Hem ferman etmiþ ki: اِنَّ الْفِتَنَ لاَ تَظْهَرُ مَا دَامَ عُمَرُ حَيّاً diye, "Hazret-i Ömer sað kaldýkça, içinizde fitneler zuhur etmez!" haber vermiþ, öyle de olmuþ.

 

Hem Sehl Ýbn-i Amr daha îmana gelmeden esir olmuþ. Hazret-i Ömer, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a demiþ ki: "Ýzin ver, ben bunun diþlerini çekeceðim. Çünki o fesahatýyla küffar-ý Kureyþ'i harbimize teþvik ediyordu." Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiþ ki: وَعَسَى اَنْ يَقُومَ مَقَامًا يَسُرُّكَ يَا عُمَرُ diye, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn vefatý hengâmýnda olan dehþet-engiz ve sabýrsûz hâdisede, Hazret-i Ebu Bekir-is Sýddîk nasýlki Medine-i Münevvere'de kemal-i metanetle herkese teselli verip mühim bir hutbe ile Sahabeleri teskin etmiþ.. aynen onun gibi: Þu Sehl o hengâmda, Mekke-i Mükerreme'de ayný Ebu Bekir-is Sýddîk gibi Sahabeye teskin ve teselli verip, malûm fesahatýyla Ebu Bekir-is Sýddîk'ýn ayný hutbesinin mealinde bir nutuk söylemiþ. Hattâ iki hutbenin kelimeleri birbirine benzer.

 

Hem Suraka'ya ferman etmiþ ki: كَيْفَ بِكَ اِذَا اُلْبِسْتَ سُوَارَىْ كِسْرَى diye, "Kisrâ'nýn iki bileziðini giyeceksin! Hazret-i Ömer zamanýnda Kisrâ mahvedildi, zînetleri ve þahane bilezikleri geldi; Hazret-i Ömer Surâka'ya giydirdi. Dedi:

 

اَلْحَمْدُ لِلّهِ الَّذِى سَلَبَهُمَا كِسْرَى وَاَلْبَسَهُمَا سُرَاقَةَ , ihbâr-ý Nebevîyi

 

 

 

sh: » (M: 115)

 

 

 

tasdik ettirdi.

 

Hem ferman etmiþ ki: اِذَا ذَهَبَ كِسْرَى فَلاَ كِسْرَى بَعْدَهُ diye, "Kisra-yý Fars gittikten sonra, daha kisra çýkmayacak!" haber vermiþ, hem öyle olmuþ.

 

Hem Kisrâ elçisine demiþ: "Þimdi Kisrâ'nýn oðlu Þirviye Perviz, Kisra'yý öldürdü." O elçi tahkik etmiþ, ayný vakitte öyle olmuþ; o da Ýslâm olmuþ. Bazý ehadîste, o elçinin adý Firuz'dur.

 

Hem -nakl-i sahih-i kat'î ile- Hâtýb Ýbn-i Beltea'nýn, gizli Kureyþ'e gönderdiði mektubu haber vermiþ. Hazret-i Ali ile Mikdad'ý göndermiþ. "Filân mevkide bir þahýsta þöyle bir mektub var. Alýnýz, getiriniz!" Gittiler, ayný yerden ayný mektubu getirdiler. Hâtýb'ý celbetti. "Neden yaptýn?" demiþ; o da özür beyan etmiþ, özrünü kabul etmiþ.

 

Hem -nakl-i sahih ile- Utbe Ýbn-i Ebî Leheb hakkýnda ferman etmiþ ki: يَاْكُلُهُ كَلبُ اللّهِ diye, Utbe'nin akibet-i feciasýný haber vermiþ. Sonra Yemen tarafýna giderken bir arslan gelip onu yemiþ. Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn hem bedduasýný, hem haberini tasdik etmiþ.

 

Hem -nakl-i sahih ile- Feth-i Mekke vaktinde, Hazret-i Bilâl-i Habeþî, Ka'be damýna çýkýp ezan okumuþ. Rüesa-yý Kureyþ'ten Ebî Süfyan, Attab Ýbn-i Esid ve Hâris Ýbn-i Hiþam oturup konuþtular. Attab dedi: "Pederim Esid bahtiyar idi ki, bugünü görmedi." Haris dedi ki: "Muhammed, bu siyah kargadan baþka adam bulmadý mý ki müezzin yapsýn?" Hazret-i Bilâl-i Habeþî'yi tezyif etti. Ebî Süfyan dedi: "Ben korkarým, birþey demeyeceðim; kimse olmasa da þu Batha'nýn taþlarý, ona haber verecek, o bilecek." Hakikaten bir parça sonra Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm onlara rast geldi, harfiyen konuþtuklarýný söyledi. O vakit Attab ile Haris þehadet getirdiler, müslüman oldular.

 

Ýþte ey bîçare mülhid! Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ý tanýmayan kalbsiz adam! Bak, Kureyþ'in iki muannid büyükleri, bir tek ihbar-ý gaybî ile îmana geldiler. Ne kadar kalbin bozulmuþ ki; manevî tevatürle, bu ihbar-ý gaybî gibi binler mu'cizatý iþitiyorsun, yine kanaat-ý tâmmen gelmiyor!.. Her ne ise, sadede dönüyoruz.

 

sh: » (M: 116)

 

Hem -nakl-i sahih ile- Gazve-i Bedir'de, Hazret-i Abbas Sahabelerin eline esir düþtüðü vakitte, fidye-i necat istenilmiþ. O da demiþ: "Param yok." Hazret-i Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiþ ki: "Zevcen Ümm-ü Fadl yanýnda bu kadar parayý filân yere býrakmýþsýn." Hazret-i Abbas tasdik edip, "Ýkimizden baþka kimsenin bilmediði bir sýr idi." O vakit kemal-i îmaný kazanýp Ýslâm olmuþ.

 

 

 

Hem -nakl-i sahih-i kat'î ile- muzýr bir sâhir olan Lebid-i Yahudî; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ý rencide etmek için acîb ve müessir bir sihir yapmýþ. Bir taraða saçlarý sarmýþ, üstünde sihir yapmýþ, bir kuyuya atmýþ. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hazret-i Ali'ye ve Sahabelere ferman etmiþ: "Gidiniz, filân kuyuda bu çeþit sihir âletlerini bulup getiriniz!" Gitmiþler, aynen öyle bulup getirmiþler. Her bir ipi açýldýkça, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm dahi rahatsýzlýðýndan hiffet buluyordu.

 

Hem -nakl-i sahih ile- Ebu Hüreyre ve Huzeyfe gibi mühim zâtlar bulunduðu bir hey'ette, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiþ ki: ضِرْسُ اَحَدِكُمْ فِى النَّارِ اَعْظَمُ مِنْ اُحُدٍ diye, birinin irtidadýyla müdhiþ âkibetini haber vermiþ. Ebu Hüreyre dedi: "O hey'etten, ben bir adamla ikimiz kaldýk; ben korktum. Sonra öteki adam, Yemâme Harbi'nde Müseylime tarafýnda bulunup, mürted olarak katledildi." Ýhbar-ý Nebevînin hakikatý çýktý.

 

Hem -nakl-i sahih ile- Umeyr ve Safvan müslüman olmadan evvel, mühim bir mala mukabil, Peygamber'in (A.S.M.) katline karar verip; Umeyr ise Peygamber'in (A.S.M.) katlini niyet ederek Medine'ye gelmiþ. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Umeyr'i gördü, yanýna çaðýrdý. Dedi: "Safvan ile maceranýz budur!" Elini Umeyr'in göðsüne koydu; Umeyr "Evet" dedi, müslüman oldu.

 

Daha bunlar gibi pek çok sahih ihbârât-ý gaybiyye vuku bulmuþ. Meþhur Kütüb-ü Sitte-i Sahiha-i Hadîsiyede zikredilmiþtir ve senedleriyle beyan edilmiþtir. Bu risalede beyan edilen vakýatýn ekseri, tevatür-ü manevî hükmünde kat'îdir, yakînîdirler. Baþta Buhârî ve Müslim ki, Kur'andan sonra en sahih kitab olduklarýný,

 

sh: » (M: 117)

 

ehl-i tahkik kabul etmiþ. Ve sair Sahih-i Tirmizî, Nesaî ve Ebu Dâvud ve Müsned-i Hâkim ve Müsned-i Ahmed Ýbn-i Hanbel ve Delail-i Beyhakî gibi kitablarda an'anesiyle beyan edilmiþtir.

 

Þimdi ey mülhid-i bîhûþ! "Muhammed-i Arabî (A.S.M.) akýllý bir adam idi" deyip geçme. Çünki þu umûr-u gaybiyeye dair ihbârât-ý sâdýka-i Ahmediye (A.S.M.) iki þýktan hâlî deðil; ya diyeceksin ki: O Zât-ý Kudsî'de öyle keskin bir nazar ve geniþ bir deha var ki, mazi ve müstakbeli ve umum dünyayý görür, bilir ve etraf-ý âlemi ve þark ve garbý temaþa eder bir gözü.. ve geçmiþ ve gelecek bütün zamanlarý keþfeder bir dehâsý vardýr. Bu hal ise, beþerde olamaz; eðer olsa, Hâlýk-ý Âlem tarafýndan verilmiþ bir hârika, bir mevhibe olur. Bu ise, tek baþýyla bir mu'cize-i âzamdýr. Veyahut inanacaksýn ki: O Zât-ý Mübârek, öyle bir Zât'ýn memuru ve þakirdidir ki, herþey onun nazarýnda ve tasarrufundadýr ve bütün envâ'-ý kâinat ve bütün zamanlar, onun taht-ý emrindedir.. Defter-i Kebîrinde herþey yazýlýdýr; istediði zaman talebesine bildirir ve gösterir. Demek Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, Üstad-ý Ezelîsinden ders alýr, öyle ders verir...

 

Hem -nakl-i sahih ile- Hazret-i Hâlid'i, harb için Düvmet-ül Cendel Reisi olan Ükeydir'e gönderdiði vakit ferman etmiþ ki: اِنَّكَ تَجِدُهُ يَصِيدُ الْبَقَرَ diye, bakar-ý vahþî avýnda bulacaðýný, kavgasýz esir edileceðini ihbar etmiþ. Hazret-i Hâlid gitmiþ, aynen öyle bulmuþ, esîr etmiþ getirmiþ.

 

Hem -nakl-i sahih ile- Kureyþ, Benî Hâþimî aleyhinde yazdýklarý ve Kâ'be'nin sakfýna astýklarý sahife hakkýnda ferman etmiþ ki: "Kurtlar yazýlarýnýzý yemiþ, yalnýz sahifedeki Esmâ-i Ýlâhiyeye iliþmemiþler!" haber vermiþ. Sonra sahifeye bakmýþlar, aynen öyle olmuþ.

 

Hem -nakl-i sahih ile- "Beyt-ül Makdis'in fethinde büyük bir taun çýkacak." ferman etmiþti. Hazret-i Ömer zamanýnda Beyt-ül Makdis fetholundu. Ve öyle bir taun çýktý ki, üç günde yetmiþ bin vefiyyat oldu.

 

Hem -nakl-i sahih ile- o zamanda vücudu olmayan Basra ve Baðdad'ýn vücuda geleceklerini ve Baðdad'a dünya hazinelerinin gireceðini ve Türkler ve Bahr-i Hazar etrafýndaki milletler ile

 

sh: » (M: 118)

 

Arablar muharebe edeceklerini ve sonra onlar çoklukla Ýslâmiyete girecek, Arablara, Arablar içinde hâkim olacaklarýný haber vermiþ. Demiþ ki:

 

يُوشِكُ اَنْ يَكْثُرَ فِيكُمُ الْعَجَمُ يَأْكُلُونَ فَيْئَكُمْ وَيَضْرِبُونَ رِقَابَكُمْ

 

Hem ferman etmiþ ki: هلاَكُ اُمَّتِى عَلَى يَدِ اُغَيْلِمَةٍ مِنْ قُرَيْشٍ diye, Emeviye'nin Yezid ve Velid gibi þerir reislerinin fesâdýný haber vermiþ.

 

Hem Yemame gibi bir kýsým yerlerde, irtidad vuku bulacaðýný haber vermiþ.

 

Hem Gazve-i Meþhûre-i Hendek'te ferman etmiþ ki:

 

اِنَّ قُرَيْشًا وَاْلاَحْزَابَ لاَ يَغْزُونِى اَبَدًا وَاَنَا اَغْزُوهُمْ diye, "Bundan sonra onlar bana deðil, belki ben onlara hücum edeceðim!" haber vermiþ, haber verdiði gibi çýkmýþ.

 

Hem -nakl-i sahih ile- vefatýndan bir-iki ay evvel ferman etmiþ ki:

 

اِنَّ عَبْدًا خُيِّرَ فَاخْتَارَ مَا عِنْدَ اللَّهِ diye, vefatýný haber vermiþ.

 

Hem Zeyd Ýbn-i Suvahân hakkýnda ferman etmiþ ki: يَسْبِقُ عُضْوٌ مِنْهُ اِلَى الْجَنَّةِ Zeyd'den evvel, bir uzvu þehid edileceðini haber vermiþ. Bir zaman sonra, Nihavend Harbi'nde bir eli kesilmiþ. Demek en evvel o el þehid olup, mânen Cennet'e gitmiþ.

 

Ýþte bütün bahsettiðimiz umûr-u gaybiyye, on kýsým envâ'-ý mu'cizâtýndan birtek nevidir. O nev'in on kýsmýndan bir kýsmýný söylemedik. Þimdi bu kýsýmla beraber i'caz-ý Kur'ana dair Yirmibeþinci Söz'de, gayet geniþ ihbar-ý gayb nev'inin dört nev'ini icmalen beyan etmiþiz. Ýþte buradaki nev'i ile beraber, Kur'anýn lisanýyla gaybdan haber verilen o dört büyük nev'i beraber düþün. Gör ki: Ne kadar kat'î, þübhesiz, parlak, kuvvetli, kavî bir bürhan-ý risalettir ki; bütün bütün kalbi, aklý bozulmayan elbette îman edecek ki: Zât-ý Ahmediyye Aleyhissalâtü Vesselâm, Hâlýk-ý Küll-i Þey ve Allâm-ül Guyub olan bir Zât-ý Zülcelâl'in Resulüdür ve Ondan haber alýyor.

 

sh: » (M: 119)

 

YEDÝNCÝ NÜKTELÝ ÝÞARET: Mu'cizat-ý Nebeviyyenin bereket-i taam hususunda olan kýsmýndan birkaç kat'î ve manen mütevatir misâline iþaret edeceðiz. Bahisten evvel bir mukaddime zikri münasipdir.

 

Mukaddime: Þu gelecek bereketli mu'cizat misalleri, herbiri müteaddid tarîkle, hattâ bâzýlarý onaltý tarîkle sahih bir surette nakledilmiþ. Ekserisi, bir cemaat-ý kesîre huzurunda vukubulmuþ; o cemaat içinde mu'teber ve sadýk insanlar onlardan bahsedip nakletmiþler. Meselâ: "Sa' denilen dört avuç taamdan yetmiþ adam yemiþler, tok olmuþlar" naklediyor. O yetmiþ adam, onun sözünü iþitiyor, tekzib etmiyor. Demek sükût ile tasdik ediyorlar. Halbuki o asr-ý sýdk ve hakikatta ve o hakperest ve ciddî ve doðru adam olan Sahabeler, zerre miktar yalaný görse, red ve tekzib ederler. Halbuki bahsedeceðimiz vakýalarý çoklar rivayet etmiþ ve ötekiler de sükût ile tasdik etmiþler. Demek herbir hâdise manen mütevatir gibi kat'îdir. Hem sahabeler, Kur'anýn ve âyetlerin hýfzýndan sonra en ziyade, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn ef'al ve akvâlinin muhafazasýna, bahusus ahkâma ve mu'cizata dair ahvaline bütün kuvvetleriyle çalýþtýklarýný ve sýhhatlerine pek çok dikkat ettiklerini, Tarih ve Siyer þehadet ediyor. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a ait en küçük bir hareketi, bir sîreti, bir hali ihmal etmemiþler. Ve etmediklerini ve kaydettiklerini, kütüb-ü ehâdîsiye þehadet ediyor. Hem Asr-ý Saadette, mu'cizatý ve medâr-ý ahkâm ehâdîsi, kitabetle çoklar kaydedip yazdýlar. Hususan Abadile-i Seb'a, kitabetle kaydettiler. Hususan Tercüman-ül Kur'an olan Abdullah Ýbn-i Abbas ve Abdullah Ýbn-i Amr Ýbn-il Âs, bahusus otuz-kýrk sene sonra, Tâbiînin binler muhakkikleri, ehâdîsi ve mu'cizatý yazý ile kaydettiler. Daha ondan sonra, baþta dört imam-ý müçtehid ve binler muhakkik muhaddisler naklettiler; yazý ile muhafaza ettiler. Daha Hicretten ikiyüz sene sonra baþta Buharî, Müslim, Kütüb-ü Sitte-i Makbûle vazife-i hýfzý omuzlarýna aldýlar. Ýbn-i Cevzî gibi þiddetli binler münekkidler çýkýp; bazý mülhidlerin veya fikirsiz veya hýfýzsýz veya nâdânlarýn karýþtýrdýklarý mevzu ehâdîsi tefrik ettiler, gösterdiler. Sonra ehl-i keþfin tasdikiyle; yetmiþ defa Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm temessül edip, yakaza halinde onun sohbetiyle müþerref olan Celâleddin-i Süyutî gibi allâmeler ve muhakkikler, ehâdîs-i sahihanýn elmaslarýný, sair sözlerden ve mevzuattan tefrik ettiler. Ýþte bahsedeceðimiz hâdiseler,

 

sh: » (M: 120)

 

mu'cizeler böyle elden ele -kuvvetli, emin, müteaddid ve çok, belki hadsiz ellerden- saðlam olarak bize gelmiþ. اَلْحَمْدُ ِللّهِ هذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى

 

Ýþte buna binaen; "Bu zamana kadar uzun mesafeden gelen þu zamandan tâ o zamana kadar bu hâdiseleri nasýl bileceðiz ki karýþmamýþ ve sâfidir" hatýra gelmemelidir.

 

Berekete dair mu'cizat-ý kat'iyyenin birinci misâli: Baþta Buharî ve Müslim, Kütüb-ü Sitte-i Sahiha müttefikan haber veriyorlar ki; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn Hazret-i Zeyneb ile tezevvücü velîmesinde, Hazret-i Enes'in validesi Ümm-ü Süleym, bir-iki avuç hurmayý yað ile kavurarak bir kaba koyup Hazret-i Enes'le Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'a gönderdi. Enes'e ferman etti ki: "Filân, filâný çaðýr. Hem kime tesadüf etsen davet et." Enes de kime rast geldiyse çaðýrdý. Üçyüz kadar Sahâbe gelip, Suffe ve Hücre-i Saadeti doldurdular. Ferman etti:

 

تَحَلَّقُوا عَشَرَةً عَشَرَةً Yani: "Onlar onar halka olunuz!" Sonra mübarek elini o az taam üzerine koydu, dua etti, buyurun dedi. Bütün o üçyüz adam yediler, tok olup kalktýlar. Enes'e ferman etmiþ: "Kaldýr!" Enes demiþ ki: "Bilmedim, taam kabýný koyduðum vakit mi taam çoktu, yoksa kaldýrdýðým vakit mi çoktu farkedemedim."

 

Ýkinci Misâl: Mihmandar-ý Nebevî Ebu Eyyûb-il Ensârî hanesine teþrif-i Nebevî hengâmýnda Ebu Eyyûb der ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ve Ebu Bekir-i Sýddýk'a kâfi gelecek iki kiþilik yemek yaptým. Ona ferman etti: اُدْعُ ثَلَثِينَ مِنْ اَشْرَافِ اْلاَنْصَارِ Otuz adam geldiler, yediler. Sonra ferman etti: اُدْعُ سِتِّينَ Altmýþ daha davet ettim; geldiler, yediler. Sonra ferman etti: اُدْعُ سَبْعِينَ Yetmiþ daha davet ettim; geldiler, yediler. Kablarda yemek daha kaldý. Bütün gelenler o mu'cize karþýsýnda Ýslâmiyete girip, biat ettiler. O iki kiþilik taamdan yüzseksen adam yediler.

 

Üçüncü Misâl: Hazret-i Ömer Ýbn-il Hattab ve Ebu Hüreyre

 

sh: » (M: 121)

 

ve Seleme Ýbn-il Ekvâ' ve Ebu Amrat-el Ensârî gibi, müteaddid tariklerle diyorlar ki: Bir gazvede ordu aç kaldý. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a müracaat ettiler. Ferman etti ki: "Heybelerinizde kalan bâkiye-i erzâký toplayýnýz!" Herkes azar birer parça hurma getirdi. En çok getiren dört avuç getirebildi. Bir kilime koydular. Seleme der ki: "Mecmuunu ben tahmin ettim, oturmuþ bir keçi kadar ancak vardý." Sonra Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bereketle dua edip, ferman etti: "Herkes kabýný getirsin!" Koþuþtular, geldiler. O ordu içinde hiçbir kab kalmadý, hepsini doldurdular. Hem fazla kaldý. Sahâbeden bir râvi demiþ: "O bereketin gidiþatýndan anladým; eðer ehl-i Arz gelseydi, onlara dahi kâfi gelecekti."

 

Dördüncü Misâl: Baþta Buharî ve Müslim, Kütüb-ü Sahiha beyan ediyorlar ki: Abdurrahman Ýbn-i Ebî Bekir-i Sýddîk der: Biz yüzotuz Sahâbe, bir seferde Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ile beraberdik. Dört avuç mikdarý olan bir sa' ekmek için, hamur yapýldý. Bir keçi dahi kesildi, piþirildi; yalnýz ciðer ve böbrekleri kebab yapýldý. Kasem ederim, o kebabdan yüzotuz Sahâbeden herbirisine bir parça kesti, verdi. Sonra Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, piþmiþ eti iki kâseye koydu. Biz umumumuz tok oluncaya kadar yedik; fazla kaldý; ben fazlasýný deveye yükledim.

 

Beþinci Misâl: Kütüb-ü Sahiha kat'iyyetle beyan ediyorlar ki: Gazve-i Garra-i Ahzab'da, meþhur Yevm-ül Hendek'te, Hazret-i Câbir-ül Ensarî kasem ile ilân ediyor: O günde, dört avuç olan bir sa' arpa ekmeðinden, bir senelik bir keçi oðlaðýndan bin adam yediler ve öylece kaldý. Hazret-i Câbir der ki: "O gün yemek, hanemde piþirildi; bütün bin adam o sa'dan, o oðlaktan yediler, gittiler. Daha tenceremiz dolu kaynýyor, daha hamurumuz ekmek yapýlýyor. O hamura, o tencereye mübarek aðzýnýn suyunu koyup, bereketle duâ etmiþti.

 

Ýþte þu mu'cize-i bereketi, bin zâtýn huzurunda, onlarý ona alâkadar göstererek Hazret-i Câbir kasemle ilân ediyor. Demek þu hâdise, bin adam rivayet etmiþ gibi kat'î denilebilir.

 

Altýncý Misâl: -Nakl-i sahih-i kat'î ile- hâdim-i Nebevî Hazret-i Enes'in amucasý meþhur Ebu Talha der ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm; yetmiþ seksen adamý, Enes'in koltuðu altýnda getirdiði az arpa ekmeðinden tok oluncaya kadar yedirdi.

 

sh: » (M: 122)

 

"O az ekmekleri parça parça ediniz!" emretti ve bereketle dua etti. Menzil dar olduðundan, onar onar gelip yediler, tok olarak gittiler.

 

Yedinci Misâl: -Nakl-i sahih-i kat'î ile- Þifâ-i Þerîf ve Müslim gibi kütüb-ü sahiha beyan ederler ki: Hazret-i Câbir-ül Ensârî diyor: Bir zât, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'dan iyali için taam istedi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, yarým yük arpa verdi. Çok zaman o adam iyali ile ve misafirleriyle o arpadan yediler. Bakýyorlar, bitmiyor. Noksaniyetini anlamak için ölçtüler. Sonra bereket dahi kalktý, noksan olmaða baþladý. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a geldi, vak'ayý beyan etti. Ona cevaben ferman etti:

 

لَوْ لَمْ تَكِلْهُ َلاَكَلْتُمْ مِنْهُ وَلَقَامَ بِكُمْ Yâni: "Eðer kile ile tecrübe etmeseydiniz, hayatýnýzca size yeterdi."

 

Sekizinci Misâl: Tirmizî ve Nesaî ve Beyhakî ve Þifâ-i Þerîf gibi kütüb-ü sahiha beyan ediyorlar ki: Hazret-i Semuretebn-i Cündüb der: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a bir kâse et geldi. Sabahtan akþama kadar fevc fevc adamlar geldiler, yediler.

 

Ýþte mukaddimede beyan ettiðimiz sýrra binaen; þu vakýa-i bereket, yalnýz Semure'nin rivayeti deðil, belki Semure, o yemeði yiyen cemaatlerin mümessili gibi, onlarýn namýna ve tasdiklerine binaen ilân ediyor.

 

Dokuzuncu Misâl: Þifâ-i Þerîf sahibi ve meþhur Ýbn-i Ebî Þeybe ve Taberânî gibi mevsuk ve sahih muhakkikler rivayetiyle, Hazret-i Ebû Hüreyre der: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bana emretti: "Mescid-i Þerif'in suffesini mesken ittihaz eden yüzden ziyade fukara-yý muhâcirîni davet et!" Ben dahi onlarý aradým, topladým. Umumumuza bir tabla taam konuldu. Biz, istediðimiz kadar yedik, kalktýk. O kâse konulduðu vakit nasýl idi, yine öyle dolu kaldý; yalnýz parmaklarýn izi taamda görünüyordu.

 

Ýþte Hazret-i Ebu Hüreyre, umum kâmilîn-i ehl-i Suffe tasdikine istinaden, onlar namýna haber verir. Demek, manen umum Ehl-i Suffe rivayet etmiþ gibi kat'îdir. Hem hiç mümkün müdür ki, o haber hak ve doðru olmasa, o sadýk ve kâmil zâtlar sükût edip, tekzib etmesinler.

 

Onuncu Misâl: -Nakl-i sahih-i kat'î ile- Hazret-i Ýmam-ý

 

sh: » (M: 123)

 

Ali der: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Benî Abdülmuttalib'i cem'etti. Onlar kýrk adam idiler. Onlardan bazýlarý bir deve yavrusunu yerdi ve dört kýyye süt içerdi. Halbuki umum onlara, bir avuç kadar bir yemek yaptý; umum yeyip tok oldular. Yemek eskisi gibi kaldý. Sonra üç-dört adama ancak kâfi gelir aðaçtan bir kab içinde süt getirdi. Umumen içtiler, doydular. Ýçilmemiþ gibi bâki kaldý.

 

Ýþte Hazret-i Ali'nin þecâatý ve sadâkatý kat'iyyetinde bir mu'cize-i bereket!..

 

Onbirinci Misâl: -Nakl-i sahih ile- Hazret-i Ali ve Fatýmat-üz Zehra velîmesinde, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Bilâl-i Habeþî'ye emretti: "Dört-beþ avuç un ekmek yapýlsýn ve bir deve yavrusu kesilsin." Hazret-i Bilâl der: Ben taamý getirdim, mübarek elini üstüne vurdu; sonra taife taife Sahâbeler geldiler, yediler, gittiler. O yemekten bâki kalan miktara yine bereketle dua etti, bütün Ezvâc-ý Tâhirat'a herbirine birer kâse gönderildi. Emretti ki: "Hem yesinler, hem yanlarýna gelenlere yedirsinler."

 

Evet böyle mübarek bir izdivacda, elbette böyle bir bereket lâzýmdýr ve vukuu kat'îdir!..

 

Onikinci Misâl: Hazret-i Ýmam-ý Câfer-i Sâdýk, pederleri Ýmam-ý Muhammed-ül Bâkýr'dan, o da pederi Ýmam-ý Zeynel'âbidîn'den, o dahi Ýmam-ý Ali'den nakleder ki: Fâtýmat-üz Zehrâ, yalnýz ikisine kâfi gelecek bir yemek piþirdi. Sonra Ali'yi gönderdi; tâ Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm gelsin, beraber yesinler. Teþrif etti ve emretti ki: O yemekten her bir ezvacýna birer kâse gönderildi. Sonra kendine, hem Ali'ye, hem Fâtýma ve evlâdlarýna birer kâse ayrýldýktan sonra, Hazret-i Fâtýma der: "Tenceremizi kaldýrdýk, daha dolu olup taþýyordu. Meþîet-i Ýlahiye ile, hayli zaman o yemekten yedik."

 

Acaba niçin bu nurânî, yüksek silsile-i rivâyetten gelen þu mu'cize-i berekete, gözün ile görmüþ gibi inanmýyorsun? Evet buna karþý þeytan dahi bahane bulamaz.

 

Onüçüncü Misâl: Ebu Dâvud ve Ahmed Ýbn-i Hanbel ve Ýmam-ý Beyhakî gibi sadûk imamlar, Dükeyn-ül Ahmesî Ýbn-i Said-il Müzenî'den, hem altý kardeþ ile beraber sohbete müþerref ve Sahabelerden olan Nu'man Ýbn-i Mukarrin-il Ahmesiyy-il Müzenî'den, hem Cerir'den naklederek, müteaddid tarîklerle

 

sh: » (M: 124)

 

Hazret-i Ömer Ýbn-il Hattab'dan naklediyorlar ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hazret-i Ömer'e emretti: "Ahmesî kabilesinden gelen dört yüz atlýya yolculuk için zâd ü zahîre ver!" Hazret-i Ömer dedi: "Yâ Resulallah! Mevcud zahîre, birkaç sa'dýr. Kümesi, oturmuþ bir deve yavrusu kadardýr." Ferman etti: "Git ver!" O da gitti, yarým yük hurmadan, dört yüz süvariye kifayet derecesinde zâd ü zahîre verdi. Ve dedi: Hiç noksan olmamýþ gibi eski halinde kaldý.

 

Ýþte þu mu'cize-i bereket, dört yüz adamla ve bahusus Hazret-i Ömer ile münasebetdar bir surette vukua gelmiþtir. Rivayetlerin arkasýnda bunlar var. Bunlarýn sükûtu, tasdiktir. Ýki-üç haber-i vâhid deyip geçme! Böyle hâdiseler haber-i vâhid dahi olsa, tevatür-ü mânevî hükmünde kanaat verir.

 

Ondördüncü Misâl: Baþta Buharî ve Müslim, kütüb-ü sahîha haber veriyorlar ki: Hazret-i Câbir'in pederi vefat eder; borcu çok, ziyade medyun. Borç sahibleri de Yahudiler. Câbir, pederinin asýl malýný guremâya verdi, kabul etmediler. Halbuki baðýndaki meyveleri, kaç senede deynine kâfi gelmeyecek. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etti: "Baðýn meyvelerini koparýnýz, harman ediniz!" Öyle yaptýlar. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm harman içinde gezdi, dua etti. Sonra Câbir harmandan pederinin bütün guremâsýnýn borçlarýný verdikten sonra, yine bir senede baðdan gelen mahsulat kadar harmanda kaldý. Bir rivayette, bütün guremâya verdiði kadar kaldý. O hâdiseden borç sahibleri olan Yahudiler, çok taaccüb edip hayrette kaldýlar.

 

Ýþte þu mu'cize-i bâhire-i bereket, yalnýz Hazret-i Câbir gibi birkaç râvilerin haberi deðil, belki mânevî tevatür hükmünde, o hâdise ile münasebetdar, hadd-i tevatür derecesinde çok adamlarý temsil ederek rivayet etmiþler.

 

Onbeþinci Misâl: Baþta Tirmizî ve Ýmam-ý Beyhakî gibi muhakkikler, Hazret-i Ebu Hüreyre'den nakl-i sahih ile beraber haber veriyorlar ki: Ebu Hüreyre demiþ ki: Bir gazvede -baþka bir rivayette Gazve-i Tebük'te- ordu aç kaldý. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etti: هَلْ مِن شَيْءٍ "Bir þey var mý?" diye emretti. Ben dedim: "Heybede bir parça hurma var." (Bir rivayette,

 

sh: » (M: 125)

 

onbeþ tane imiþ.) Dedi: "Getir!" Getirdim. Mübarek elini soktu, bir kabza çýkardý, bir kaba býraktý; bereketle dua buyurdular. Sonra onar onar askeri çaðýrdý, umumen yediler. Sonra ferman etti:

 

خُذْ مَا جِئْتَ بِهِ وَاقْبِضْ عَلَيْهِ وَلاَ تَكُبَّهُ Ben aldým, elimi o heybeye soktum. Evvel getirdiðim kadar elime geçti. Sonra Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hayatýnda, Ebu Bekir ve Ömer ve Osman hayatýnda, o hurmalardan yedim. Baþka bir tarîkte rivayet edilmiþ ki: O hurmalardan kaç yük, fîsebîlillâh sarfettim. Sonra Hazret-i Osman'ýn katlinde, o hurma kabý ile nehb ü gârât edildi, gitti.

 

Ýþte Hoca-i Kâinat olan Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn kudsî medresesi ve tekyesi olan Suffe'nin demirbaþ bir mühim talebesi ve müridi ve kuvve-i hâfýzanýn ziyadesi için duâ-yý Nebeviyeye mazhar olan Hazret-i Ebu Hüreyre, Gazve-i Tebük gibi bir mecma-i nâsta vukuunu haber verdiði þu mu'cize-i bereket; manen bir ordu sözü kadar kat'î ve kuvvetli olmak gerektir.

 

Onaltýncý Misâl: Baþta Buharî, kütüb-ü sahiha -nakl-i kat'î ile- beyan ediyorlar ki: Hazret-i Ebu Hüreyre aç olmuþ, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn arkasýndan gidip, menzil-i saâdete gitmiþler. Bakarlar ki bir kadeh süt, oraya hediye getirilmiþ. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm emretti ki: "Ehl-i Suffe'yi çaðýr!" Ben kalbimden dedim ki: "Bu sütün bütününü ben içebilirim. Ben daha ziyade muhtacým." Fakat emr-i Nebevî için onlarý topladým, getirdim. Yüzü mütecaviz idiler. Ferman etti: "Onlara içir!" Ben de o kadehteki sütü birer birer verdim. Her birisi doyuncaya kadar içer, diðerine veririm. Böyle birer birer içirerek, bütün Ehl-i Suffe o sâfi sütten içtiler. Sonra ferman etti ki: بَقِىَ اَنَا وَاَنْتَ فَاشْرَبْ Ben içtim. "Ýçtikçe, iç!" ferman eder; tâ ben dedim: "Seni hak ile irsal eden Zât-ý Zülcelâl'e kasem ederim, yer kalmadý ki içeyim." Sonra kendisi aldý. Bismillah deyip hamdederek bâkiyesini içti. Yüzbin âfiyet olsun.

 

Ýþte þu sâfi, hâlis, süt gibi lâtif, þüphesiz mu'cize-i bâhire-i bereket, beþyüzbin hadîsi hýfzýna alan Hazret-i Buharî baþta olarak, Kütüb-ü Sitte-i Sahiha ile nakilleri, gözle görmek kadar kat'î olmakla beraber, Medrese-i Kudsiye-i Ahmediye (A.S.M.) olan Suffe'nin namdar, sâdýk, hâfýz bir þakirdi olan Ebu Hüreyre'nin,

 

sh: » (M: 126)

 

umum Ehl-i Suffe'yi mânen iþhad ederek, âdeta umumunu temsil edip þu ihbarý, tevatür derecesinde kat'î telakki etmeyenin ya kalbi bozuk veya aklý yok. Acaba Hazret-i Ebu Hüreyre gibi sâdýk ve bütün hayatýný hadîse ve dine vakfeden,

 

وَمَنْ كَذَبَ عَلَىَّ مُتَعَمِّدًا فَلْيَتَبَوَّأْ مَقْعَدَهُ مِنَ النَّارِ hadîsini iþiten ve nakleden; hiç mümkün müdür ki, hýfzýndaki ehadîs-i Nebeviyenin kýymetini ve sýhhatini þüpheye düþürüp, Ehl-i Suffe'nin tekzibine hedef edecek muhalif bir söz ve asýlsýz bir vak'a söylesin? Hâþâ...

 

Yâ Rab! Þu Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn bereketi hürmetine, bize ihsan ettiðin maddî ve manevî rýzkýmýza bereket ihsân et!..

 

Bir Nükte-i Mühimme: Malûmdur ki: zaîf þeyler içtima' ettikçe kuvvetleþir. Ýncecik ipler topak yapýlsa, kuvvetli halat olur. Kuvvetli halatlar topak yapýlsa, kimse koparamaz. Ýþte onbeþ enva'-ý mu'cizattan yalnýz bereket kýsmýndaki mu'cizatý ve o kýsmýn onbeþ kýsmýndan ancak bir kýsmýný, onbeþ misal ile gösterdik. Herbir misal, tek baþýyla, nübüvveti isbat eder bir derecede kuvvetli idi. Farz-ý muhal olarak, bunlarýn bir kýsmýný kuvvetsiz saysak da, yine kuvvetsiz diyemeyiz. Çünki kavî ile ittifak eden kavîleþir.

 

Hem þu onbeþ misalin içtimaý; kat'î þübhesiz bir tevatür-ü manevî ile, kuvvetli bir mu'cize-i kübrayý gösterir. Þimdi þu mecmu'daki mu'cize-i kübra, bereket mu'cizelerinden zikredilmemiþ olan ondört kýsm-ý âhere mezcedilse; kuvvetli halatlarý topak yapmak gibi, koparýlmasý mümkün olmayan bir mu'cize-i ekber, içinde görünür. Sonra þu mu'cize-i ekberi, sair ondört nevi mu'cizatýn mecmuuna ilâve et, gör ki: Ne derece kuvvetli, sarsýlmaz, kat'î bir bürhan-ý nübüvvet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) gösterir. Ýþte nübüvvet-i Ahmediyenin (A.S.M.) direði, þu mecmu'dan teþekkül eden dað gibi kuvvetli bir direktir. Þimdi cüz'iyatta ve misallerde, sû'-i fehimden gelen þübhelerle, o metin sakf-ý muallâyý sebatsýz ve kabil-i sukut görmek ne derece akýlsýzlýk olduðunu anladýn. Evet berekete dair o mu'cizeler gösteriyorlar ki: Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, umuma rýzýk veren ve rýzýklarý halkeden bir Zât-ý Rahîm ve Kerim'in sevgili memurudur, pek hürmetli bir abdidir ki; rýzkýn

 

sh: » (M: 127)

 

enva'ýnda, hilaf-ý âdet olarak, ona hiçten ve sýrf gaybdan ziyafetler gönderiyor. Malûmdur ki: Ceziret-ül Arab, suyu ve ziraati az bir yerdir. Onun için ahalisi, hususan bidayet-i Ýslâmdaki Sahabeler, dýyk-ý maîþete mâruzdular. Hem susuzluða çok defa giriftar oluyorlardý. Ýþte bu hikmete binaen, mu'cizat-ý bâhire-i Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn mühimleri, taam ve su hususunda tezahür etmiþ. Bu hârikalar dava-yý nübüvvete delil ve mu'cize olmaktan ziyade, ihtiyaca binaen Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a bir ikram-ý Ýlahî, bir ihsan-ý Rabbanî, bir ziyafet-i Rahmaniye hükmündedir. Çünki o mu'cizatý görenler, nübüvveti tasdik etmiþler. Fakat mu'cize zuhur ettikçe, iman ziyadeleþir, nûrun alâ nûr olur.

 

SEKÝZÝNCÝ ÝÞARET: Su hususunda tezahür eden bir kýsým mu'cizâtý beyân eder.

 

Mukaddime: Malûmdur ki cemaatler içinde vuku bulan hâdiseler âhâdî bir surette nakledilse, tekzib edilmediði vakit, doðruluðunu gösterir. Çünki insanýn fýtratýnda yalana yalandýr demeye cibillî bir meyil vardýr. Hususan her kavimden ziyade yalana karþý sükût etmez Sahâbeler olsa.. hususan hâdiseler, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a taalluk etse ve bilhassa nakleden, Meþâhir-i Sahâbeden olsa; elbette o haber-i vâhid sahibi, o hâdiseyi gören cemaatý temsil eder hükmünde rivayet eder. Halbuki þimdi bahsedeceðimiz mu'cizat-ý mâiyeyi, herbir misali çok tarîklerle, çok Sahâbelerin ellerinden, binler Tâbiînin muhakkikleri el atýp almýþlar; saðlam olarak ikinci asýr müçtehidlerinin ellerine vermiþler. Onlar da, kemal-i ciddiyetle ve hürmetle el atýp, kabul edip, arkalarýndaki asrýn muhakkiklerinin ellerine vermiþler. Her tabaka, binler kuvvetli ellerden geçip, gele gele tâ asrýmýza gelmiþ. Hem Asr-ý Saadette yazýlan Kütüb-ü Ehadîsiyye saðlam olarak devredilip, tâ Buharî ve Müslim gibi ilm-i hadîsin dâhî imamlarýnýn eline geçmiþ. Onlar da, kemâl-i tahkik ile merâtibini tefrik ederek, sýhhati þüphesiz olanlarý cem'ederek bize ders vermiþler, takdim etmiþler.

 

جَزَاهُمُ اللّهُ خَيْرًا كَثِيرًا

 

Ýþte Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn mübarek parmaklarýndan suyun akmasý ve pek çok adama içirmesi mütevatirdir. Öyle bir cemaat nakletmiþ ki, yalana ittifaklarý muhaldir. Þu

 

sh: » (M: 128)

 

mu'cize gayet kat'îdir. Hem üç defa, üç mecma-ý azîmde tekerrür etmiþ. Baþta Buharî, Müslim, Ýmam-ý Mâlik, Ýmam-ý Þuayb, Ýmam-ý Katâde gibi pek çok ehl-i sahih bir cemaat, Sahâbelerden, baþta hâdim-i Nebevî Hazret-i Enes, Hazret-i Câbir, Hazret-i Ýbn-i Mes'ud gibi meþahir-i Sahâbenin cemaatinden, parmaklarýndan suyun kesretle akmasý ve orduya içirmesi nakl-i sahih-i kat'î ile beyan edilmiþtir. Bu nevi mu'cize-i mâiyeden, pek çok misallerinden dokuz misali beyan edeceðiz.

 

 

 

 

 

Birinci Misâl: Baþta Buharî, Müslim, kütüb-ü sahiha Hazret-i Enes'ten nakl-i sahih ile haber veriyorlar ki: Hazret-i Enes diyor: Zevra nâm mahalde, üçyüz kiþi kadar, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ile beraberdik. Ýkindi namazý için abdest almayý emretti. Su bulunmadý. Yalnýz bir parça su emretti, getirdik. Mübarek ellerini içine batýrdý. Gördüm ki, parmaklarýndan çeþme gibi su akýyor. Sonra bütün maiyetindeki üçyüz adam geldiler, umumu abdest alýp içtiler. Ýþte þu misali Hazret-i Enes, üçyüz kiþiyi temsil ederek haber veriyor. Mümkün müdür ki, o üçyüz kiþi, þu habere manen iþtirak etmesinler; hem iþtirak etmedikleri halde, tekzib etmesinler.

 

Ýkinci Misâl: Baþta Buharî, Müslim, kütüb-ü sahiha haber veriyorlar ki: Hazret-i Câbir Ýbn-i Abdullah-il Ensarî beyan ediyor: Biz bin beþyüz kiþi, Gazve-i Hudeybiye'de susadýk. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm kýrba denilen deriden bir kap sudan abdest aldý, sonra elini içine soktu. Gördüm ki, parmaklarýndan çeþme gibi su akýyor. Bin beþyüz kiþi içip, kaplarýný o kýrbadan doldurdular. Sâlim Ýbn-i Ebi-l Ca'd, Câbir'den sormuþ: "Kaç kiþi idiniz?" Câbir demiþ ki: "Yüzbin kiþi de olsaydý, yine kâfi gelirdi. Fakat biz, onbeþ yüz (yani bin beþyüz) idik." Ýþte þu mu'cize-i bâhirenin râvileri, manen bin beþyüz kadardýrlar. Çünki fýtrat-ý beþeriyede, yalana yalan demek bir meyl-i arzusu vardýr. Sahabeler ise sýdk ve doðruluk için, can ve mal ve peder ve validelerini ve kavim ve kabilelerini feda edip, sýdk ve hak için fedai olduklarý halde; hem "Benden bilerek yalan birþey haber veren, Cehennem ateþinden yerini hazýrlasýn!" meâlindeki hadîs-i þerîfin tehdidine karþý, yalana mukabil sükût etmeleri mümkün deðildir. Mâdem sükût ettiler; o haberi kabul ettiler, manen iþtirak edip tasdik ediyorlar demektir.

 

sh: » (M: 129)

 

Üçüncü Misâl: Gazve-i Buvat'da, yine Buharî, Müslim baþta, kütüb-ü sahiha beyan ediyorlar ki: Hazret-i Câbir dedi ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etti:

 

نَادِ بِالْوُضُوءِ "Abdest almak için nida et" dediler. "Su yok" denildi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm dedi: "Bir parça su bulunuz." Gayet az su getirdik. Sonra o az su üstüne elini kapadý, birþeyler okudu; bilmedim ne idi. Sonra ferman etti: رِدْنَا بِجَفْنَةِ الرَّكْبِ Yani, kafilenin büyük teþtini (tekne) getir. Bana getirildi; ben de Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn önüne koydum. O da elini içine koydu, parmaklarýný açtý. Ben de o az suyu, mübarek eli üzerine döküyordum. Gördüm ki, mübarek parmaklarýndan kesretle su aktý; sonra teþt doldu. Suya muhtaç olanlarý çaðýrdým; bütün geldiler, o sudan abdest alýp içtiler. Ben dedim: "Daha kimse kalmadý." Elini kaldýrdý, o cefne (yani tekne) lebâleb dolu kaldý.

 

Ýþte þu mu'cize-i bâhire-i Ahmediye (A.S.M) manen mütevatirdir. Çünki Hazret-i Câbir o iþte baþta olduðu için, birinci söz onun hakkýdýr. O, umumun namýna ilân ediyor. Çünki o vakit hizmet eden o zât idi; ilân, baþta onun hakkýdýr. Ýbn-i Mes'ud da, aynen rivayetinde diyor ki: Ben gördüm ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn parmaklarýndan çeþme gibi su akýyor. Acaba meþahir-i sýddýkîn-i Sahâbeden olan Enes, Câbir, Ýbn-i Mes'ud gibi bir cemaat dese: "Ben gördüm." Görmemesi mümkün müdür? Þimdi þu üç misali birleþtir, ne kadar kuvvetli bir mu'cize-i bâhire olduðunu gör ve þu üç tarîk birleþse, hakikî tevatür hükmünde parmaklarýndan su akmasýný kat'î isbat eder. Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâm'ýn taþtan oniki yerde çeþme gibi su akýtmasý, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn on parmaðýndan on musluk suyun akmasýnýn derecesine çýkamaz. Çünki taþtan su akmasý mümkündür, âdiyat içinde nazîri bulunur. Fakat et ve kemikten âb-ý kevser gibi suyun kesretle akmasýnýn nazîri, âdiyat içinde yoktur.

 

Dördüncü Misâl: Baþta Ýmam-ý Mâlik, Muvatta' kitab-ý mu'teberinde, Muâz Ýbn-i Cebel gibi meþahir-i Sahâbeden haber veriyor ki: Hazret-i Muâz Ýbn-i Cebel dedi ki: Gazve-i Tebük'te bir çeþmeye rastgeldik, sicim kalýnlýðýnda güç ile akýyordu. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm emretti ki: "Bir parça o suyu toplayýnýz."

 

sh: » (M: 130)

 

Avuçlarýnda bir parça topladýlar. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, onunla elini yüzünü yýkadý; suyu çeþmeye koyduk. Birden çeþmenin menfezi açýlýp, kesretle aktý; bütün orduya kâfi geldi. Hattâ bir râvi olan Ýmam Ýbn-i Ýshak der ki: Gök gürültüsü gibi, toprak altýnda o çeþmenin suyu gürültü yaparak öyle aktý. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hazret-i Muâz'a ferman etti ki: يُوشِكُ يَا مُعَاذُ اِنْ طَالَتْ بِكَ حَيَاةٌ اَنْ تَرَى مَا ههُنَا قَدْ مُلِئَ جِنَانًا Yani: Bu eser-i mu'cize olan mübarek su devam edip, buralarý baða çevirecek; ömrün varsa göreceksin. Ve öyle olmuþtur.

 

Beþinci Misâl: Baþta Buharî Hazret-i Berâ'dan ve Müslim Hazret-i Selemetebn-i Ekva'dan ve sair kütüb-ü sahiha baþka râvilerden müttefikan haber veriyorlar ki: Gazve-i Hudeybiye'de bir kuyuya rastgeldik. Biz dört yüz kiþi idik. O kuyunun suyu, elli kiþiyi ancak idare ederdi. Biz suyu çektik, içinde birþey býrakmadýk. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm geldi, kuyunun baþýna oturdu, bir kova su istedi; getirdik. Kovanýn içine mübarek aðzýnýn suyunu býraktý ve dua etti, sonra o kovayý kuyuya döktü. Birden kuyu coþtu ve kaynadý; aðzýna kadar doldu. Bütün ordu, kendileri ve hayvanatý doyuncaya kadar içtiler, kablarýný da doldurdular.

 

Altýncý Misâl: Yine Müslim ve Ýbn-i Cerir-i Taberî gibi hadîsin dâhî imamlarý baþta olarak, kütüb-ü sahiha nakl-i sahih ile meþhur Ebu Katade'den haber veriyorlar ki: Ebu Katade diyor: Mûte gazve-i meþhuresinde, reislerin þehadetleri üzerine imdada gidiyorduk. Bende bir kýrba vardý. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bana ferman et:

 

اِحْفَظْ عَلَىَّ مِيضَئَتَكَ فَسَيَكُونُ لَهَا نَبَاٌ عَظِيمٌ Yani: "Kýrbaný sakla, onun büyük iþi var." Sonra susuzluk baþladý. Yetmiþiki kiþi idik, -Taberî'nin nakline göre, üçyüz idik- susuz kaldýk. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm dedi: "Kýrbaný getir." Ben getirdim. O da aldý, aðzýný aðzýna getirdi, içine nefes etti etmedi bilmem; sonra yetmiþiki kiþi geldiler, içtiler, kablarýný doldurdular. Sonra ben aldým, verdiðim gibi kalmýþtý.

 

Ýþte þu mu'cize-i bâhire-i Ahmediyeyi (A.S.M.) gör,

 

اَللّهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَيْهِ وَ عَلَى آلِهِ بِعَدَدِ قَطَرَاتِ الْمَاءِ de.

 

sh: » (M: 131)

 

Yedinci Misâl: Baþta Buharî ve Müslim olarak kütüb-ü sahiha, Hazret-i Ýmran Ýbn-i Husayn'dan haber veriyorlar ki: Ýmran der: Bir seferde, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ile beraber susuz kaldýk. Bana ve Ali'ye ferman etti ki: "Filân mevkide bir kadýn, iki kýrba suyu hayvana yükletmiþ gidiyor; alýp buraya getiriniz." Ben ve Ali beraber gittik, ayný yerde kadýný, su yükü ile bulduk, getirdik. Sonra emretti: "Bir kaba bir parça su boþaltýnýz." Boþalttýk. Bereketle duâ etti. Sonra yine suyu, o hayvandaki kýrbaya koyduk. Ferman etti ki: "Herkes gelsin, kabýný doldursun." Bütün kafile geldi, kablarýný doldurdular, içtiler. Sonra ferman etti: "Kadýna birþeyler toplayýnýz." Kadýnýn eteðini doldurdular. Ýmran diyor ki: Ben tahayyül ediyordum ki, gittikçe iki kýrba doluyor, daha ziyadeleþiyor. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm o kadýna ferman etti ki: اِذْهَبِى فَاِنَّا لَمْ نَأْخُذْ مِنْ مَائِكِ شَيْئًا وَلكِنَّ اللّهَ سَقَانَا Yani: Senin suyundan almadýk, belki Cenâb-ý Hak bize hazinesinden su içirdi.

 

Sekizinci Misâl: Baþta meþhur Ýbn-i Huzeym Sahihinde, râviler Hazret-i Ömer'den naklediyorlar ki: Gazve-i Tebük'te susuz kaldýk. Hattâ bazýlar devesini keser, susuzluktan içini sýkar, içerdi. Ebu Bekir-is Sýddîk, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a duâ etmek için rica etti. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm elini kaldýrdý; daha elini indirmeden bulut toplandý; yaðmur öyle geldi ki, kablarýmýzý doldurduk. Sonra su çekildi, ordumuza mahsus olarak hududumuzu tecavüz etmedi. Demek tesadüf içine karýþmamýþ, sýrf bir mu'cize-i Ahmediye (A.S.M.)dir.

 

Dokuzuncu Misâl: Meþhur Abdullah Ýbn-i Amr Ýbn-il Âs'ýn hafîdi ve dört imamýn ona îtimad edip ve ondan tahric-î hadîs ettikleri Amr Ýbn-i Þuayb'dan nakl-i sahih ile haber veriyorlar ki, demiþ: Nübüvvetten evvel, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm amucasý Ebu Tâlib ile deveye binip Arafa civarýnda Zilhicaz nam mevkie geldikleri vakit Ebu Tâlib demiþ: "Ben susadým." Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm inmiþ, yere ayaðýný vurmuþ, su çýkmýþ; Ebu Tâlib içmiþtir. Muhakkikînden birisi demiþ ki: Þu hâdise nübüvvetten evvel olduðundan, irhâsât kabilinden olmakla beraber, bin sene sonra ayný yerde Arafat çeþmesi çýkmasý, o hâdiseye binaen bir kerâmet-i Ahmediye (A.S.M.) sayýlabilir.

 

 

 

sh: » (M: 132)

 

Ýþte þu dokuz misaller gibi, doksan misal olmasa da, belki doksan sûrette rivayetler; mu'cizat-ý maiyeyi haber vermiþler. Baþtaki yedi misal, manevî tevatür gibi kat'î ve kuvvetlidirler. Âhirdeki iki misal, çendan o derece tarîkleri kuvvetli ve müteaddid deðil, râvileri çok deðiller. Fakat sekizinci misalde, Hazret-i Ömer'den rivayet olunan mu'cize-i Sahâbiyeyi te'yid ve takviye eden ikinci bir mu'cize-i Sahâbiye; baþta Ýmam-ý Beyhakî ve Hâkim olarak, kütüb-ü sahiha, Hazret-i Ömer'den haber veriyorlar ki: Hazret-i Ömer, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'dan yaðmur duâsýný niyaz etti. Çünki ordu suya muhtaçtý. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm elini kaldýrdý, birden bulut toplandý, yaðmur geldi. Ordunun ihtiyacý kadar su verdi, gitti. Âdeta yalnýz orduya su vermek için memur idi. Geldi, ihtiyaca göre verdi gitti. Þu hâdise, nasýlki sekizinci misali teyid ve kat'î isbat eder; öyle de: Þu hâdisede, meþhur allâmelerden ve tashihte çok müþkilpesend, hattâ çok sahihlere mevzu' deyip kabul etmeyen Ýbn-i Cevzî gibi bir muhakkik der ki: Þu hâdise Gazve-i Meþhure-i Bedir'de vuku bulmuþ.

 

وَيُنَزِّلُ عَلَيْكُمْ مِنَ السَّمَاءِ مَاءً لِيُطَهِّرَكُمْ بِهِ âyet-i kerimesi, o hâdiseyi beyan edip, ifade eder. Mâdem âyet o hâdiseyi gösterir; kat'iyetinde þüphe kalmaz. Hem dua-i Nebevî ile, birden ve sür'atle ve daha elini indirmeden yaðmurun gelmesi, çok tekerrür etmiþ, tek baþýyla bir mu'cize-i mütevatiredir. Bazý defa câmide, minber üstünde elini kaldýrmýþ, daha indirmeden yaðmýþ; tevatür ile nakledilmiþ.

 

DOKUZUNCU ÝÞARET : Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn enva'-i mu'cizatýndan birisi de, aðaçlarýn insanlar gibi emrini dinlemeleri ve yerinden kalkýp yanýna geldikleridir ki; þu mu'cize-i þeceriye, mübarek parmaklarýndan suyun akmasý gibi, manen mütevatirdir. Müteaddid suretleri var ve çok tarîklerle gelmiþtir. Evet Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn emri için; aðaç, yerinden çýkýp yanýna gelmesi, sarihan mütevatir denilebilir. Çünki meþahir-i sýddýkîn-i Sahâbeden Hazret-i Ali, Hazret-i Ýbn-i Abbas, Hazret-i Ýbn-i Mes'ud, Hazret-i Ýbn-i Ömer, Hazret-i Ya'lâ Ýbn-i Murre, Hazret-i Câbir, Hazret-i Enes Ýbn-i Mâlik, Hazret-i Büreyde, Hazret-i Üsâme Bin Zeyd ve Hazret-i Gaylan Ýbn-i Seleme gibi sahâbeler; herbiri kat'iyet ile, ayný mu'cize-i þeceriyeyi haber vermiþ. Tâbiînin yüzer imamlarý, mezkûr Sahâbelerden herbir Sahâbeden ayrý bir tarîk ile, o mu'cize-i

 

sh: » (M: 133)

 

þeceriyeyi nakletmiþler. Âdeta muzaaf tevatür suretinde bize nakletmiþler. Ýþte þu mu'cize-i þecere, hiçbir þüphe kabul etmez bir tevatür-ü manevî-i kat'î hükmündedir.

 

Þimdi o mu'cize-i kübrânýn, tekerrür ettiði halde, birkaç sahih suretlerini, birkaç misâl ile beyan edeceðiz:

 

Birinci Misâl: Baþta Ýmam-ý Mâce ve Darimî ve Ýmam-ý Beyhakî nakl-i sahihle Hazret-i Enes Ýbn-i Mâlik'ten ve Hazret-i Ali'den ve Bezzaz ve Ýmam-ý Beyhakî Hazret-i Ömer'den haber veriyorlar ki: Üç sahâbe demiþler: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, küffarýn tekzibinden müteessir olarak mahzun idi. Dedi: يَا رَبِّ اَرِنِى آيَةً لاَ اُبَالِى مَنْ كَذَّبَنِى بَعْدَهَا Enes'in rivayetinde, Hazret-i Cebrâil hazýr idi. Vadi kenarýnda bir aðaç vardý. Hazret-i Cebrâil'in i'lamýyla, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm o aðacý çaðýrdý; tâ yanýna geldi. Sonra git dedi. Tekrar gitti, yerine yerleþti.

 

Ýkinci Misâl: Allâme-i Maðrib Kadý Ýyaz; Þifa-i Þerif'te ulvî bir senedle, doðru ve saðlam bir an'ane ile, Hazret-i Abdullah Ýbn-i Ömer'den haber veriyor ki: Bir seferde Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn yanýna bir bedevî geldi. Ferman etti: اَيْنَ تُرِيدُ Nereye gidiyorsun?" Bedevi dedi: "Ehlime." Ferman et: هَلْ لَكَ اِلَى خَيْرٍ مِنْ ذلِكَ "Ondan daha iyi bir hayr istemiyor musun?" Bedevî dedi: "Nedir?" Ferman etti:

 

اَنْ تَشْهَدَ اَنْ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ وَحْدَهُ لاَ شَرِيكَ لَهُ وَاَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ Bedevî dedi: "Bu þehâdete þâhid nedir?" Ferman etti: هذِهِ الشَّجَرَةُ السَّمُرَةُ "Vadi kenarýndaki aðaç þahid olacak." Ýbn-i Ömer der ki: O aðaç yerinden sallanarak çýktý, yeri þak etti, geldi; tâ Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn yanýna. Üç defa, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, o aðacý istiþhâd etti. Aðaç da, sýdkýna þehadet etti. Emretti yine yerine gidip yerleþti.

 

Hazret-i Büreyde; Ýbn-i Hasib-il Eslemî tarîkinde, nakl-i sahih ile Büreyde dedi ki: Biz, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn yanýnda iken, bir seferde bir a'rabî geldi. Bir âyet, yâni bir mu'cize

 

sh: » (M: 134)

 

istedi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etti:

 

قُلْ لِتِلْكَ الشَّجَرَةِ رَسُولُ اللّهِ يَدْعُوكِ Bir aðaca iþaret etti; aðaç saða ve sola meylederek köklerini yerden çýkarýp, huzur-u Nebevîye geldi. اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ يَارَسُولَ اللّهِ dedi. Sonra a'rabî dedi: "Yine yerine gitsin." Emretti, yerine gitti. A'rabî dedi: "Ýzin ver, sana secde edeyim." Dedi. "Ýzin yok kimseye." Dedi: "Öyle ise, senin elini ayaðýný öpeceðim." Ýzin verdi.

 

Üçüncü Misâl: Baþta Sahih-i Müslim, kütüb-ü sahiha haber veriyorlar ki, Câbir diyor: Biz bir seferde, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ile beraberdik. Kazâ-yý hâcet için bir yer aradý. Settareli bir yer yoktu. Sonra gitti, iki aðaç yanýna. Bir aðacýn dalýný tuttu, çekti. Aðaç itaat ederek beraber gitti, öteki aðacýn yanýna getirdi. Muti devenin yularýný tutup çekildikte geldiði gibi, o iki aðacý o suretle yanyana getirdi. Sonra dedi: اِلْتَئِمَا عَلَىَّ بِاِذْنِ اللّهِ Yani: "Üstüme birleþiniz." dedi. Ýkisi birleþerek settare oldular. Arkalarýnda kaza-yý hâcet ettikten sonra onlara emretti, yerlerine gittiler. Ýkinci bir rivayette, yine Hazret-i Câbir der ki: Bana emretti ki:

 

يَا جَابِرُ قُلْ لِهذِهِ الشَّجَرَةِ يَقُولُ لَكِ رَسُولُ اللّهِ: اِلْحَقِى بِصَاحِبَتِكِ حَتّىَ

 

اَجْلِسَ خَلْفَكُمَا

 

Yani: "O aðaçlara de: Resulullah'ýn haceti için birleþiniz." Ben öyle dedim, onlar da birleþtiler. Sonra ben beklerken, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm çýkageldi. Baþýyla saða sola iþaret etti, o iki aðaç yerlerine gittiler.

 

Dördüncü Misâl: Nakl-i sahih ile, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn cesur kumandanlarýndan ve hizmetkârlarýndan olan Üsame Bin Zeyd der ki: Bir seferde, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ile beraberdik. Kaza-yý hacet için hâlî, settareli bir yer bulunmuyordu. Ferman etti ki: هَلْ تَرَى مِن نَخْلٍ اَوْ حِجَارَةٍ Dedim: Evet, var. Emretti ve dedi:

 

 

 

 

 

 

 

 

 

sh: » (M: 135)

 

اِنْطَلِقْ وَقُلْ لَهُنَّ اِنَّ رَسُولَ اللّهِ يَاْمُرُكُنَّ اَنْ تَاْتِينَ لِمَخْرَجِ رَسُولِ اللّهِ وَقُلْ لِلْحِجَارَةِ مِثْلَ ذلِكَ

 

Yani aðaçlara de ki: "Resulullah'ýn haceti için birleþiniz" ve taþlara da de: "Duvar gibi toplanýnýz." Ben gittim, söyledim. Kasem ediyorum ki, aðaçlar birleþtiler ve taþlar duvar oldular. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, hacetinden sonra yine emretti: قُلْ لَهُنَّ يَفْتَرِقْنَ Benim nefsim kabza-i kudretinde olan Zât-ý Zülcelal'e kasem ederim, aðaçlar ve taþlar ayrýlýp yerlerine gittiler. Þu Hazret-i Câbir ve Üsame'nin beyan ettiði iki hâdiseyi, aynen Ya'lâ Ýbn-i Murre ve Gaylan Ýbn-i Selemet-is Sakafî ve Hazret-i Ýbn-i Mes'ud, Gazve-i Huneyn'de aynen haber veriyorlar.

 

Beþinci Misâl: Ýmam-ý Ýbn-i Fûrek ki, kemal-i içtihad ve fazlýndan kinaye olarak Þâfiiyy-i Sânî ünvanýný alan allâme-i asr, kat'î haber veriyor ki: Gazve-i Taif'te, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm gece at üstünde giderken uykusu geliyordu. O halde iken, bir sidre aðacýna rastgeldi. Aðaç ona yol verip, atýný incitmemek için, iki þakk oldu. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, hayvan ile içinden geçti. Tâ zamanýmýza kadar o aðaç, iki ayak üstünde, muhterem bir vaziyette kaldý.

 

Altýncý Misâl: Hazret-i Ya'lâ tarîkýnda -nakl-i sahih ile- haber veriyor ki: Bir seferde, Talha veya Semure denilen bir aðaç geldi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn etrafýnda tavaf eder gibi döndü. Sonra yine yerine gitti. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etti ki: اِنَّهَا اِسْتَأْذَنَتْ اَنْ تُسَلِّمَ عَلَىَّ Yani: O aðaç, Cenab-ý Hak'tan istedi ki, bana selâm etsin.

 

Yedinci Misâl: Muhaddisler nakl-i sahih ile Ýbn-i Mes'ud'dan beyan ediyorlar ki: Ýbn-i Mes'ud dedi: Batn-ý Nahl denilen nâm mevkide, Nûsaybin ecinnileri ihtida için Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a geldikleri vakit, bir aðaç o ecinnilerin geldiklerini haber verdi. Hem Ýmam-ý Mücâhid, o hadîste Ýbn-i Mes'ud'dan nakleder ki: O cinniler bir delil istediler. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bir aðaca emretti; yerinden çýkýp

 

sh: » (M: 136)

 

geldi, sonra yine yerine gitti. Ýþte cinn taifesine bir tek mu'cize kâfi geldi. Acaba bu mu'cize gibi bin mu'cizat iþiten bir insan îmana gelmezse, cinnilerin يَقُولُ سَفِيهُنَا عَلَى اللّهِ شَطَطًا tabir ettikleri þeytanlardan daha þeytan olmaz mý?

 

Sekizinci Misâl: Sahih-i Tirmizî nakl-i sahih ile Hazret-i Ýbn-i Abbas'tan haber veriyorlar ki: Ýbn-i Abbas dedi ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bir a'rabîye ferman etti:

 

اَرَاَيْتَ اِنْ دَعَوْتُ هذَا الْعِذْقَ مِن هذِهِ النَّخْلَةِ اَتَشْهَدُ اَنِّى رَسُولُ اللّهِ "Ben, bu aðacýn þu dalýný çaðýrsam, yanýma gelse, îman edecek misin?" "Evet" dedi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm çaðýrdý. O urcun, aðacýnýn baþýndan kopup, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn yanýna atladý, geldi. Sonra emretti, yine yerine gitti.

 

Ýþte bu sekiz misâl gibi çok misaller var; çok tarîklerle nakledilmiþler. Malûmdur ki; yedi- sekiz urgan toplansa, kuvvetli bir halat olur. Binaenaleyh þu en meþhur Sýddîkîn-ý Sahâbeden, böyle müteaddid tarîklerle ihbar edilen þu mu'cize-i þeceriye, elbette tevatür-ü manevî kuvvetindedir; belki tevatür-ü hakikîdir. Zâten Sahâbeden sonra Tâbiînin eline geçtiði vakit, tevatür suretini alýr. Hususan Buharî, Müslim, Ýbn-i Hibban, Tirmizî gibi kütüb-ü sahiha; tâ zaman-ý Sahâbeye kadar, o yolu o kadar saðlam yapmýþlar ve tutmuþlar ki, meselâ Buharî'de görmek, ayný Sahâbeden iþitmek gibidir.

 

Acaba o Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a aðaçlar, -misâllerde göründüðü gibi- onu tanýyýp, Risâletini tasdik edip, ona selâm ederek ziyaret edip, emirlerini dinleyerek itaat ettiði halde, kendilerine insan diyen bir kýsým câmid, akýlsýz mahluklar; onu tanýmazsa, îman etmezse, kuru aðaçtan çok ednâ, odun parçasý gibi ehemmiyetsiz, kýymetsiz olarak ateþe lâyýk olmaz mý?

 

ONUNCU ÝÞARET: Þu mu'cize-i þeceriyeyi daha ziyade takviye eden mütevatir bir surette nakledilen, Hanin-ül Ciz' mu'cizesidir. Evet Mescid-i Þerif-i Nebevîde kuru direðin büyük bir cemaat

 

sh: » (M: 137)

 

içinde, muvakkaten, firak-ý Ahmedîden (A.S.M.) aðlamasý; beyan ettiðimiz mu'cize-i þeceriyenin misallerini hem teyid eder, hem kuvvet verir. Çünki o da aðaçtýr, cinsi birdir. Fakat þunun þahsý mütevatirdir, öteki kýsýmlar herbirinin nev'i mütevatirdir. Cüz'iyatlarý, misâlleri çoðu sarih tevatür derecesine çýkmýyor. Evet Mescid-i Þerifte hurma aðacýndan olan kuru direk, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hutbe okurken ona dayanýyordu. Sonra minber-i þerîf yapýldýðý vakit, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm minbere çýkýp hutbeye baþladý. Okurken, direk deve gibi enin edip aðladý; bütün cemaat iþitti. Tâ Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm yanýna geldi, elini üstüne koydu. Onunla konuþtu, teselli verdi; sonra durdu. Þu mu'cize-i Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm pek çok tarîklerle, tevatür derecesinde nakledilmiþtir.

 

Evet Hanin-ül Ciz' mu'cizesi çok münteþir ve meþhur ve hakikî mütevatirdir. Sahâbelerin bir cemaat-ý âlîsinden, onbeþ tarîk ile gelip, Tâbiînin yüzer imamlarý o mu'cizeyi, o tarîklerle arkadaki asýrlara haber vermiþler. Sahâbenin o cemaatinden ulemâ-i Sahâbe namdarlarý ve rivâyet-i hadîsin reislerinden Hazret-i Enes Ýbn-i Mâlik (hâdim-i Nebevî), Hazret-i Câbir Bin Abdullah-il Ensarî (hâdim-i Nebevî), Hazret-i Abdullah Ýbn-i Ömer, Hazret-i Abdullah Bin Abbas, Hazret-i Sehl Bin Sa'd, Hazret-i Ebu Said-il Hudrî, Hazret-i Übey Ýbn-il Kâ'b, Hazret-i Büreyde, Hazret-i Ümm-ül Mü'minîn Ümm-ü Seleme gibi meþâhir-i ûlema-i Sahâbe ve rivâyet-i hadîsin rüesâlarý gibi, herbiri bir tarîkýn baþýnda, ayný mu'cizeyi ümmete haber vermiþler. Baþta Buharî, Müslim, kütüb-ü sahiha; arkalarýndaki asýrlara, o mütevatir mu'cize-i kübrayý tarîkleriyle haber vermiþler.

 

Ýþte Hazret-i Câbir tarîkýnda der ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hutbe okurken, Mescid-i Þerifte جِذْعُ النَّخْلِ denilen kuru direðe dayanýp, okurdu. Minber-i þerîf yapýldýktan sonra, minbere geçtiði vakit; direk tahammül edemeyerek, hamile deve gibi ses verip inleyerek aðladý. Hazret-i Enes tarîkýnda der ki: Camus gibi aðladý, mescidi lerzeye getirdi. Sehl Ýbn-i Sa'd tarîkýnda der: Hem onun aðlamasý üzerine, halklarda aðlamak çoðaldý. Hazret-i Übey Ýbn-il Kâ'b tarîkýnda diyor: Hem öyle aðladý

 

sh: » (M: 138)

 

ki, inþikak etti. Diðer bir tarîkta, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etti:

 

اِنَّ هذَا بَكَى لِمَا فَقَدَ مِنَ الذِّكْرِ Yani: "Onun mevkiinde okunan zikir ve hutbedeki zikr-i Ýlahînin iftirakýndandýr aðlamasý." Diðer bir tarîkte ferman etmiþ:

 

لَوْ لَمْ اَلْتَزِمْهُ لَمْ يَزَلْ هكَذَا اِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ تَحَزُّنًا عَلَى رَسُولِ اللّهِ Yani: "Ben onu kucaklayýp teselli vermeseydim, Resulullah'ýn iftirakýndan kýyamete kadar böyle aðlamasý devam edecekti." Hazret-i Büreyde tarîkýnda der ki: Ciz' aðladýktan sonra, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, elini üstüne koyup ferman etti:

 

اِنْ شِئْتَ اَرُدُّكَ اِلَى الْحَائِطِ الَّذِى كُنْتَ فِيهِ تَنْبُتُ لَكَ عُرُوقُكَ وَيَكْمُلُ خَلْقُكَ وَيُجَدَّدُ خُوصُكَ وَثَمَرُكَ وَاِنْ شِئْتَ اَغْرِسُكَ فِى الْجَنَّةِ يَاْكُلُ اَوْلِيَاءُ اللّهِ مِنْ ثَمَرِكَ

 

Sonra, o ciz'i dinledi ne söylüyor; ciz' söyledi, arkadaki adamlar da iþitti:

 

اِغْرِسْنِى فِى الْجَنَّةِ يَاْكُلُ مِنِّى اَوْلِيَاءُ اللّهِ فِى مَكَانٍ لاَ يَبْلَى Yani: "Cennet'te beni dik ki; benim meyvelerimden Cenâb-ý Hakk'ýn sevgili kullarý yesin. Hem bir mekân ki, orada beka bulup, çürümek yoktur." Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etti: قَدْ فَعَلْتُ Sonra ferman etti: اِخْتَارَ دَارَ الْبَقَاءِ عَلَى دَارِ الْفَنَاءِ

 

Ýlm-i Kelâm'ýn büyük imamlarýndan meþhur Ebu Ýshak-ý Ýsferanî naklediyor ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm direðin yanýna gitmedi; belki direk onun emriyle, onun yanýna geldi. Sonra emretti, yerine döndü. Hazret-i Übey Ýbn-i Kâ'b der ki: Þu hâdise-i hârikadan sonra Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm emretti ki: "Direk, minberin altýna konulsun." Minberin altýna konuldu, tâ mescid-i þerifin tamiri için hedmedilinceye kadar. O vakit Hazret-i Übey Ýbn-i Kâ'b yanýna aldý, çürüyünceye kadar muhafaza edildi.

 

Meþhur Hasan-ý Basrî, þu hâdise-i mu'cizeyi þakirdlerine ders verdiði vakit, aðlardý ve derdi ki: "Aðaç, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a meyl ve iþtiyak gösteriyor.. sizler

 

sh: » (M: 139)

 

daha ziyade iþtiyâka, meyle müstehaksýnýz." Biz de deriz ki: Evet hem ona iþtiyak ve meyl ve muhabbet, onun Sünnet-i Seniyesine ve Þeriat-ý Garrâsýna ittiba' iledir.

 

Bir Nükte-i Mühimme: Eðer denilse: Neden Gazve-i Hendek'te dört avuç taamla bin adamý doyurmak olan mu'cize-i taamiye ve mübarek parmaklarýndan akan su ile, bin beþyüz kiþiye suyu doyuruncaya kadar içiren mu'cize-i mâiye, neden þu Hanin-i Ciz' mu'cizesi gibi þaþaa ile çok kesretli tarîklerle nakledilmemiþ? Halbuki o ikisi, bundan daha ziyade bir cemaatte vuku bulmuþ...

 

Elcevap: Zuhûr eden mu'cizeler, iki kýsýmdýr. Bir kýsmý, nübüvveti tasdik ettirmek için, Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm elinde izhar ediliyor. Hanin-i Ciz' þu nevidendir ki, sýrf nübüvvetin tasdiki için bir hüccet olarak zuhura gelmiþ ki; mü'minlerin îmanýný ziyadeleþtirmek ve münafýklarý ihlasa ve îmana sevketmek ve küffarý îmana getirmek için zâhir olmuþ. Onun için avam ve havas herkes onu gördü, onun neþrine fazla ihtimam edildi. Fakat þu mu'cize-i taamiye ve mu'cize-i mâiye ise, mu'cizeden ziyade bir kerâmettir, belki kerâmetten ziyade bir ikramdýr, belki ikramdan ziyade ihtiyaca binaen bir ziyafet-i Rahmaniyedir. Onun için çendan dava-yý nübüvvete delildir ve mu'cizedir; fakat asýl maksad: Ordu aç kalmýþ; bir çekirdekten bin batman hurmayý halkettiði gibi, Cenab-ý Hak hazine-i gaybdan bir sa' taamdan, bin adama ziyafet veriyor. Hem susuz kalmýþ mücahid bir orduya, kumandan-ý âzamýn parmaklarýndan, âb-ý kevser gibi su akýttýrýp içiriyor. Ýþte þu sýr içindir ki, mu'cize-i taâmiye ve mu'cize-i mâiyenin her bir misali, Hanin-i Ciz' derecesine çýkmýyor. Fakat o iki mu'cizenin cinsleri ve nevileri külliyet itibariyle, Hanin-i Ciz' gibi mütevatir ve kesretlidir. Hem taâmýn bereketini ve armaklarýndan suyun akmasýný herkes göremiyor, yalnýz eserlerini görüyor. Direðin aðlamasýný ise herkes iþitiyor. Onun için fazla intiþar etti.

 

 

 

Eðer denilse: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn her hal ve hareketini kemâl-i ihtimam ile Sahâbeler muhafaza ederek nakletmiþler. Böyle mu'cizat-ý azîme, neden on-yirmi tarîk ile geliyor? Yüz tarîk ile gelmeli idi. Hem neden Hazret-i Enes, Câbir, Ebu Hüreyre'den çok geliyor; Hazret-i Ebu Bekir ve Ömer az rivayet ediyor?

 

Elcevap: Birinci þýkkýn cevabý: Dördüncü Ýþaretin Üçüncü

 

sh: » (M: 140)

 

Esasýnda geçmiþ. Ýkinci þýkkýn cevabý ise: Nasýlki insan, bir ilâca muhtaç olsa, bir tabibe gider; hendese için mühendise gider, mühendisten nakleder; mes'ele-i þer'iyye, müftüden haber alýnýr ve hâkeza... Öyle de, Sahâbe içinde ehadîs-i Nebeviyyeyi gelecek asýrlara ders vermek için, ulemâ-i Sahâbeden bir kýsým, ona manen muvazzaf idiler. Bütün kuvvetleriyle ona çalýþýyorlardý. Evet Hazret-i Ebu Hüreyre bütün hayatýný, hadîsin hýfzýna vermiþ; Hazret-i Ömer, siyaset âlemiyle ve hilâfet-i kübrâ ile meþgul imiþ. Onun için, ehâdîsi ümmete ders vermek için, Ebu Hüreyre ve Enes ve Câbir gibi zâtlara itimad edip; ondan, rivayeti az ederdi. Hem mâdem sýddîk, sadûk, sâdýk ve musaddak bir Sahâbenin meþhur bir namdarý, bir tarîk ile bir hâdiseyi haber verse; yeter denilir, baþkasýnýn nakline ihtiyaç da kalmaz. Onun için bazý mühim hâdiseler, iki-üç tarîk ile geliyor.

 

ONBÝRÝNCÝ ÝÞARET: Onuncu Ýþaret, nasýlki þecer tâifesindeki mu'cize-i Nebeviyeyi gösterdi. Onbirinci Ýþaret dahi, cemâdatta taþ ve dað tâifesinin mu'cize-i Nebeviyeyi gösterdiklerine iþâret edecek. Ýþte biz de, o çok kesretli misâllerinden yedi-sekiz misali zikredeceðiz:

 

Birinci Misâl: Allâme-i Maðrib Hazret-i Kadý-yý Ýyaz, Þifa-i Þerif'inde ulvî bir senedle ve Buharî sahibi gibi mühim imamlardan nakl-i sahih ile haber veriyorlar ki: Hâdim-i Nebevî Hazret-i Ýbn-i Mes'ud der ki: "Biz, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn yanýnda taam yerken, taamýn tesbihlerini iþitiyorduk."

 

Ýkinci Misâl: Nakl-i sahih ile, Enes ve Ebu Zerr'den kütüb-ü sahiha haber veriyorlar ki: Hazret-i Enes (hâdim-i Nebevî) demiþ ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn yanýnda idik. Avucuna küçük taþlarý aldý, mübarek elinde tesbih etmeye baþladýlar. Sonra Ebu Bekir-is Sýddîk'ýn eline koydu, yine tesbih ettiler. Ebu Zerr-i Gýffarî tarîkýnda der ki: Sonra Hazret-i Ömer'in eline koydu, yine tesbih ettiler. Sonra aldý yere koydu, sustular. Sonra yine aldý, Hazret-i Osman'ýn eline koydu, yine tesbihe baþladýlar. Sonra Hazret-i Enes ve Ebu Zerr diyorlar ki: "Ellerimize koydu, sustular."

 

Üçüncü Misâl: Hazret-i Ali ve Hazret-i Câbir ve Hazret-i Âiþe-i Sýddîka'dan nakl-i sahih ile sabittir ki: Dað, taþ, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a "Esselâmü aleyke ya Resulallah" diyorlardý. Hazret-i Ali'nin tarîkýnda diyor ki: Bidâyet-i nübüvvette,

 

sh: » (M: 141)

 

nevâhi-i Mekke'de, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ile beraber gezdiðimizde, aðaç ve taþa rastgeldiðimiz vakit, "Esselâmü aleyke yâ Resulallah" diyorlardý. Hazret-i Câbir, tarîkýnda der ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm taþ ve aðaca rastgeldiði vakit, ona secde ediyordular; yani inkýyad edip, "Esselâmü aleyke yâ Resulallah" diyordular. Câbir'in bir rivayetinde, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiþ: اِنِّى َلاَعْرِفُ حَجَرًا كَانَ يُسَلِّمُ عَلَىَّ Bâzýlarý demiþler ki: O, Hacer-ül Esved'e iþarettir. Hazret-i Âiþe'nin tarîkýnda demiþ: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiþ:

 

لَمَّا اسْتَقْبَلَنِى جَبْرَائِيلُ بِالرِّسَالَةِ جَعَلْتُ لاَ اَمُرُّ بِحَجَرٍ وَلاَ شَجَرٍ اِلاَّ قَالَ اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ يَا رَسُولَ اللّهِ

 

Dördüncü Misâl: Nakl-i sahih ile Hazret-i Abbas'tan haber veriyorlar ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Abbas'ý ve dört oðlunu (Abdullah, Ubeydullah, Fazl, Kusem) beraber, mülâet denilen bir perde altýna alarak, üzerlerine örttü. Dedi:

 

يَا رَبِّ هذَا عَمِّى وَصِنْوُ اَبِى وَهؤُلاَءِ بَنُوهُ فَاسْتُرْهُمْ مِنَ النَّارِ كَسَتْرِى اِيَّاهُمْ بِمُلاَئَتِى

 

deyip, dua etti. Birden evin damý ve kapýsý ve duvarlarý, "Âmîn, Âmîn" diyerek duâya iþtirak ettiler.

 

Beþinci Misâl: Baþta Buhârî, Ýbn-i Hibbân, Dâvud, Tirmizî gibi kütüb-ü sahiha müttefikan Hazret-i Enes'ten, Ebu Hüreyre'den, Osman-ý Zinnureyn'den, Aþere-i Mübeþþere'den Said Ýbn-i Zeyd'den haber veriyorlar ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Ebu Bekir-is Sýddîk, Ömer-ül Faruk ve Osman-ý Zinnureyn ile Uhud Daðý'nýn baþýna çýktýlar. Cebel-i Uhud ya onlarýn mehabetlerinden veya kendi sürur ve sevincinden lerzeye geldi, kýmýldandý. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman

 

sh: » (M: 142)

 

etti ki: اُثْبُتْ يَا اُحُدُ فَاِنَّمَا عَلَيْكَ نَبِىٌّ وَ صِدِّيقٌ وَ شَهِيدَانِ

 

Þu hadîs, Hazret-i Ömer ve Osman þehid olacaklarýna bir ihbar-ý gaybîdir. Þu misâlin tetimmesi olarak nakledilmiþ ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Mekke'den hicret ettiði ve küffarlar takibe çýktýklarý vakit, Sebir namýndaki daða çýktýlar. Sebir dedi: "Ya Resulallah, benden ininiz! Korkarým, benim üstümde sizi vururlarsa, Allah beni tazib eder. Onun için korkarým." Cebel-i Hira çaðýrdý: يَا رَسُولَ اللّهِ اِلَىَّ "Bana gel." Bu sýr içindir ki, ehl-i kalb, Sebir'de havf ve Hira'da da emniyeti hissederler. Bu misâlden anlaþýlýr ki: O koca daðlar, birer müstakil abddir, müsebbihtir ve vazifedardýrlar. Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ý tanýr ve severler; baþýboþ deðillerdir.

 

Altýncý Misâl: Nakl-i sahih ile Abdullah Ýbn-i Ömer'den haber veriyorlar ki, demiþ: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm minberde hutbe okurken

 

وَمَا قَدَرُوا اللّهَ حَقَّ قَدْرِهِ وَاْلاَرْضُ جَمِيعًا قَبْضَتُهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَالسَّموَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ

 

âyetini okudu. Ve dedi:

 

اِنَّ الْجَبَّارَ يُعَظِّمُ نَفْسَهُ وَيَقُولُ اَنَا الْجَبَّارُ اَنَا الْجَبَّارُ اَنَا الْكَبِيرُ الْمُتَعَالُ dediði vakit, minber öyle sarsýldý ve öyle lerzeye geldi ve titredi, korktuk ki; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ý düþürecek bir derecede sallandý.

 

Yedinci Misâl: Nakl-i sahih ile, Habr-ül Ümme ve Tercüman-ül Kur'an olan Hazret-i Ýbn-i Abbas ve hâdim-i Nebevî ve ulema-i azîme-i Sahâbeden olan Ýbn-i Mes'ud'dan haber veriyorlar ki, demiþler: Feth-i Mekke gününde, Kâ'be ve etrafýnda, taþta rasasla mýhlanmýþ üçyüz altmýþ sanem vardý. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm elinde kavse benzer bir deðnekle, o sanemlere birer birer iþaret ederek جَاءَ اْلحَقُّ وَزَهَقَ الْبَاطِلُ اِنَّ الْبَاطِلَ كَانَ زَهُوقًا

 

sh: » (M: 143)

 

deyip, hangisine iþaret etti, yere düþtü. Sanemin yüzüne iþaret ettiyse, arkasýna düþer; arkasýna iþaret ettiyse, yüz üstüne düþer ve hâkeza.. sanemler yere yuvarlandýlar.

 

Sekizinci Misâl: Meþhur Buheyra-yý Rahib'in meþhur kýssasýdýr ki: Nübüvvetten evvel, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, amucasý Ebu Tâlib ve bir kýsým Kureyþî ile beraber, Þam tarafýna ticarete gidiyorlar. Buheyra-yý Rahib'in Kilisesi civarýna geldikleri vakit oturdular. Ýnsanlar ile ihtilat etmeyen münzevi Buheyra-yý Rahib birden çýkageldi. Kafile içinde Muhammed-ül Emin'i (A.S.M) gördü. Kafileye dedi: "Þu Seyyid-ül Âlemîn'dir ve Peygamber olacaktýr." Kureyþîler dediler: "Neden biliyorsun?" Mübarek rahib dedi ki: Siz gelirken baktým ki, havada üstünüzde bir parça bulut vardý. Siz otururken, þu Muhammed-ül Emin (A.S.M.) tarafýna bulut meyletti, gölge yaptý. Hem görüyordum ki: Taþ, aðaç ona secde eder gibi bir vaziyet gördüm. Bu ise, nebilere yapýlýr.

 

Ýþte bu sekiz misâl gibi, belki seksen misâl var. Bu sekiz misâl birleþtirilse; öyle kopmaz bir zincir olur ki, hiçbir þübhe onu koparamaz ve sarsamaz. Þu cins mu'cize umumiyeti itibariyle, yani cemadatýn dava-yý nübüvvete delil olarak konuþmalarý, manevî tevatür hükmünde yakîni ve kat'iyeti ifade eder. Herbir misâl, mecmuun kuvvetinden, kendi kuvvetinden fazla bir kuvvet daha alýr. Evet zaîf bir direk, kuvvetli direklerle omuz omuza geldiði vakit, muhkemleþir. Zaîf, kuvvetsiz bir adam, asker olup orduya girse; öyle kuvvetleþir ki, bin adama meydan okur.

 

ONÝKÝNCÝ ÝÞARET: Onbirinci Ýþaretle alâkadar olan üç misal, fakat gayet mühim misâllerdir.

 

Birinci misâl: وَمَا رَمَيْتَ اِذْ رَمَيْتَ وَلكِنَّ اللّهَ رَمَى nass-ý kat'îsiyle ve ehl-i tahkik umum müfessirlerin tahkikiyle ve umum ehl-i hadîsin ihbarýyla, Gazve-i Bedir'de, þu âyet haber veriyor ki; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bir avuç toprak ile küçük taþlarý aldý, küffar ordusunun yüzüne attý, شَاهَتِ الْوُجُوهُ dedi. شَاهَتِ الْوُجُوهُ kelimesi bir kelâm iken, onlarýn herbirinin kulaðýna gitmesi gibi; o bir avuç toprak dahi, herbir kâfirin gözüne gitti.

 

sh: » (M: 144)

 

Herbiri kendi gözü ile meþgul olup, hücumda iken birden kaçtýlar.

 

Hem Gazve-i Huneyn'de, baþta Ýmam-ý Müslim olarak ehl-i hadîs haber veriyorlar ki: Gazve-i Huneyn'de -Bedir gibi- küffar, þiddetle hücum ederken, yine bir avuç toprak atýp, شَاهَتِ الْوُجُوهُ diyerek, herbirinin kulaðýna bir شَاهَتِ الْوُجُوهُ kelimesi girdiði gibi; biiznillah, herbirinin yüzüne bir avuç toprak gitti. Gözleriyle meþgul olup, kaçtýlar. Ýþte Bedir'de ve Huneyn'deki hârika olan þu hâdise, esbab-ý âdi ve kudret-i beþer dâhilinde olmadýðýndan, Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan وَمَا رَمَيْتَ اِذْ رَمَيْتَ وَلكِنَّ اللّهَ رَمَى ferman eder. yani "O hâdise, kudret-i beþer haricindedir. Kuvve-i beþeriye ile deðil; belki fevkalâde bir surette, kudret-i Ýlâhiye ile olmuþtur."

 

Ýkinci Misâl: Baþta Buharî, Müslim, kütüb-ü sahiha haber veriyorlar ki: Gazve-i Hayber'de bir Yahudi kadýný, bir keçiyi biryan yapýp piþirmiþ, gayet müessir bir zehir ile zehirlemiþ. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a göndermiþ. Sahâbeler yemeye baþladýlar. Birden ferman etti: اِرْفَعُوا اَيْدِيَكُمْ انَّهَا اَخْبَرَتْنِى انَّهَا مَسْمُومَةٌ Yani, piþirilen keçi bana der ki: "Ben zehirliyim" diye haber veriyor. Herkes elini çekti. Fakat o þiddetli zehirin tesirinden, Biþr Ýbn-il Berra', aldýðý bir tek lokmadan vefat etti. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, o Zeyneb ismindeki kadýný çaðýrdý. Ferman etti: "Neden böyle yaptýn?" O menhûse dedi: "Eðer peygamber isen, sana zarar vermeyecek; eðer padiþah isen, insanlarý senden kurtarmak için yaptým." Bazý rivayette onu öldürtmemiþ, bazý tarîkte öldürtmüþ. Ehl-i tahkik demiþ ki: Kendi öldürtmemiþ; fakat Biþr'in veresesine verilmiþ, onlar öldürmüþler. Þu vak'a-i acibedeki vech-i i'cazý gösterecek iki-üç noktayý dinle:

 

Birincisi: Bir rivayette var ki, o keçinin kavli haber verdiði vakit, bazý sahabeler de iþittiler.

 

Ýkincisi: Hem bir rivayette vardýr ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü

 

sh: » (M: 145)

 

Vesselâm haber verdikten sonra dedi: بِسْمِ اللَّهْ deyiniz, ondan sonra yiyiniz. Zehir daha tesir etmeyecektir." Þu rivayeti çendan Ýbn-i Hacer-i Askalanî kabul etmemiþ, fakat baþkalarý kabul etmiþler.

 

Üçüncüsü: Hem dessas Yahudiler, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a ve mukarrebîn-i Sahâbeye birden darbe vurmak istedikleri halde, birden gaibden haber verilmiþ gibi, hâdisenin inkiþafý ve desiselerinin akîm kalmasý ve o ihbarýn ifade ettiði vakýa doðru çýkmasý ve hiçbir vakit sahâbeleri nazarýnda mütehalif bir haberi görülmeyen Zât-ý Ahmediyenin "Þu keçinin kavli bana söylüyor" demesi; herkesin kulaðýyla o keçiden, o sözü iþitmesi kadar kanaat-ý kat'iyeleri olmuþ.

 

Üçüncü Misâl: Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâm'ýn "yed-i beyza" ve "asâ" mu'cizesine nazîre olarak, üç hâdisede bir mu'cize-i Ahmediye:

 

Birincisi: Hazret-i Ýmam-ý Ahmed Ýbn-i Hanbel, Ebî Said-il Hudrî'den tahric ve tashih eder ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Katade Ýbn-i Nu'man'a karanlýklý, yaðmurlu bir gecede bir deðnek verir ve ferman eder ki: "Sana lâmba gibi, onar arþýn her tarafta ýþýk verecek. Evine gittiðin zaman, bir siyah þahýs gölge göreceksin. O, þeytandýr. Onu hanenden çýkar, tardet." Katade deðneði alýr, gider. Yed-i beyza gibi ýþýk verir. Evine gider; o siyah þahsý görür, tardeder.

 

Ýkincisi: Bir menba'-ý garaib olan Gazve-i Kübra-yý Bedir'de, Ukkaþe Ýbn-il Mihsan-il Esedî'nin müþriklerle döðüþürken kýlýncý kýrýldý. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ona kýlýncýna mukabil kalýnca bir deðnek verdi. Dedi: "Bununla harbet." Birden deðnek, biiznillah uzun, beyaz bir kýlýnç oldu. Onunla harbetti. Hayatý mikdarýnca, tâ Yemame Harbi'nde þehid oluncaya kadar boynunda taþýdý. Þu hâdise kat'îdir. Çünki Ukkaþe bütün hayatýnda onunla iftihar etmiþ ve o kýlýnç "El-Avn" namýyla meþhur olmuþ. Ýþte Hazret-i Ukkaþe'nin iftiharý ve kýlýncýn, Avn namýyla, kýlýnçlarýn fevkinde iþtiharý, þu hâdisenin iki hüccetidir.

 

Üçüncüsü: Ýbn-i Abd-il Berr gibi bir allâme-i asýr ve ehl-i tahkikin büyüklerinden nakl ve tashih ediyorlar ki: Gazve-i

 

sh: » (M: 146)

 

Uhud'da Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn halazadesi olan Abdullah Ýbn-i Cahþ harbederken kýlýncý kýrýldý. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ona bir deðnek verdi. O deðnek, onun elinde bir kýlýnç oldu. Onun ile harbetti. O eser-i mu'cize olan kýlýnç, bâki kaldý. Meþhur Ýbn-i Seyyid-in Nas siyerinde haber veriyor ki: Bir zaman sonra, Abdullah o kýlýncý Buðay-ý Türkî namýnda bir adama, ikiyüz liraya sattý. Ýþte bu iki kýlýnç Asâ-yý Mûsâ gibi birer mu'cizedir. Fakat Asâ-yý Mûsâ, vefat-ý Mûsâ'dan sonra vech-i i'cazý kalmadý. Fakat þunlar bâki kaldýlar.

 

ONÜÇÜNCÜ ÝÞARET: Mu'cizat-ý Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn hem mütevatir, hem misâlleri pek çok bir nev'i dahi; hastalar ve yaralýlar nefes-i mübarekiyle þifa bulmalarýdýr. Þu nevi mu'cize-i Ahmediye (Aleyhissalâtü Vesselâm); nev'i itibariyle manevî mütevatirdir. Cüz'iyatlarý, bir kýsmý dahi manevî mütevatir hükmündedir. Diðer kýsmý âhâdî ise de, ilm-i hadîsin müdakkik imamlarý tashih ve tahric ettikleri için, kanaat-ý ilmiye verir. Biz de pek çok misâllerinden, birkaç misâlini zikredeceðiz:

 

Birinci Misâl: Allâme-i Maðrib Kadý-yý Iyaz, Þifa-i Þerif'inde, ulvî bir an'ane ile ve müteaddid tarîklerle, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn hâdimi ve bir kumandaný ve Hazret-i Ömer'in zamanýnda ordu-yu Ýslâmýn baþ kumandaný ve Ýran'ýn fâtihi ve Aþere-i Mübeþþere'den olan Hazret-i Sa'd Ýbn-i Ebî Vakkas diyor:

 

Gazve-i Uhud'da ben Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn yanýnda idim. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, o gün kavsi kýrýlýncaya kadar küffara oklar attý. Sonra bana oklarý veriyordu. "At!" diyordu. Nasl'sýz, yani okun uçmasýna yardým eden kanatlarý olmayan oklarý verirdi. Ve bana emrederdi: "At!" Ben de atardým. Kanatlý oklar gibi uçardý, küffarýn cesedine yerleþirdi. O halde iken, Katade Ýbn-i Nu'man'ýn gözüne bir ok isabet etmiþ, gözünü çýkarýp, gözünün hadakasý yüzünün üstüne indi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm mübarek, þifalý eliyle onun gözünü alýp, eski yuvasýna yerleþtirip, iki gözünden en güzeli olarak, hiçbir þey olmamýþ gibi þifa buldu. Þu vakýa çok iþtihar etmiþ. Hattâ Katade'nin bir hafîdi, Ömer Ýbn-i Abd-il Aziz'in yanýna geldiði vakit, kendini þöyle tarif etmiþ: "Ben öyle bir zâtýn hafîdiyim ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm onun çýkmýþ gözünü yerine koyup, birden þifa buldu. En güzel göz o olmuþ."

 

sh: » (M: 147)

 

diye, nazm suretinde (Hâþiye) Hazret-i Ömer'e söylemiþ; onun ile kendini tanýttýrmýþ. Hem nakl-i sahih ile haber verilmiþ ki: Meþhur Ebî Katade'nin, Yevm-i Zîkarad denilen gazvede, bir ok mübarek yüzüne isabet etmiþ. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, mübarek eliyle meshetmiþ. Ebî Katade der ki: "Kat'iyen ve aslâ ne acýsýný ve ne de cerahatini görmedim.

 

Ýkinci Misâl: Buharî ve Müslim, kütüb-ü sahiha haber veriyorlar ki: Gazve-i Hayber'de, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Aliyy-i Haydarî'yi bayraktar tayin ettiði halde, Ali'nin gözleri hastalýktan çok aðrýyordu. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm tiryak gibi tükürüðünü gözüne sürdüðü dakikada, þifa bularak hiçbir þey kalmadý. Sabahleyin Hayber Kal'asýnýn pek aðýr demir kapýsýný çekip, elinde kalkan gibi tutup, Kal'a-i Hayber'i fethetti. Hem o vakýada, Seleme Ýbn-i Ekva'ýn bacaðýna kýlýnç vurulmuþ, yarýlmýþ. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ona nefes edip, birden ayaðý þifa bulmuþ.

 

Üçüncü Misâl: Baþta Nesaî olarak erbab-ý Siyer, Osman Ýbn-i Huneyf'ten haber veriyorlar ki: Osman diyor ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn yanýna bir a'mâ geldi, dedi: "Benim gözlerimin açýlmasý için dua et." Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ona ferman etti:

 

فَانْطَلِقْ وَتَوَضَّاْ ثُمَّ صَلِّ رَكْعَتَيْنِ وَقُلِ اللّهُمَّ اِنِّى اَسْئَلُكَ وَاَتَوَجَّهُ اِلَيْكَ بِنَبِىِّ مُحَمَّدٍ نَبِىِّ الرَّحْمَةِ يَا مُحَمَّدُ اِنِّى اَتَوَجَّهُ بِكَ اِلَى رَبِّكَ اَنْ يَكْشِفَ عَنْ بَصَرِى اَللّهُمَّ شَفِّعْهُ فِىَّ

 

O gitti öyle yaptý, geldi. Gözü açýlmýþ, güzel görüyormuþ, gördük.

 

Dördüncü Misâl: Büyük bir imam olan Ýbn-i Veheb haber veriyor ki: Gazve-i Bedr'in ondört þehidinden birisi olan Muavviz Ýbn-i Afra', Ebu Cehil ile döðüþürken; Ebu Cehil-i Lâin, o kahramanýn

 

____________________________

 

(Hâþiye):

 

اَنَا ابْنُ الَّذِى سَالَتْ عَلَى الْخَدِّ عَيْنُهُ * فَرُدَّتْ بِكَفِّ الْمُصْطَفَى اَحْسَنَ الرَّدِّ

 

فَعَادَتْ كَمَا كَانَتْ ِلاَوَّلِ اَمْرِهَا * فَيَا حُسْنَ مَا عَيْنٍ وَيَا حُسْنَ مَا رَدٍّ

 

sh: » (M: 148)

 

bir elini kesmiþ. O da öteki eliyle elini tutup, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn yanýna gelmiþ. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm onun elini yine yerine yapýþtýrdý, tükürüðünü ona sürdü; birden þifa buldu. Yine harbe gitti, þehid oluncaya kadar harbetti. Hem yine Ýmam-ý Celil Ýbn-i Veheb haber veriyor ki: O gazvede Hubeyb Ýbn-i Yesaf'ýn omuz baþýna bir kýlýnç vurulmuþ ki, bir þakký ayrýlmýþ gibi dehþetli bir yara açýlmýþ. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm onun kolunu omuzuna eliyle yapýþtýrmýþ, nefes etmiþ; þifa bulmuþ. Ýþte þu iki vakýa, çendan âhâdîdir ve haber-i vâhiddir; fakat Ýbn-i Veheb gibi bir imam tashih etse, Gazve-i Bedir gibi bir menba'-ý mu'cizat olan bir gazvede olsa, hem bu iki vakýayý andýracak çok misaller bulunsa; elbette þu iki vakýa, kat'î ve vakidir denilebilir.

 

Ýþte ehadîs-i sahiha ile sübut bulan belki bin misâl var ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn mübarek eli ona þifa olmuþ.

 

 

 

sh: » (M: 149)

 

BU PARÇA ALTIN VE ELMAS ÝLE YAZILSA LÝYAKATI VAR

 

Evet sâbýkan bahsi geçmiþ: Avucunda küçük taþlarýn zikir ve tesbih etmesi; وَمَا رَمَيْتَ اِذْ رَمَيْتَ sýrrýyla ayný avucunda, küçücük taþ ve toprak, düþmana top ve gülle hükmünde onlarý inhizama sevketmesi; وَ انْشَقَّ الْقَمَرُ nassý ile ayný avucunun parmaðýyla Kamer'i iki parça etmesi; ve ayný el, çeþme gibi on parmaðýndan suyun akmasý ve bir orduya içirmesi; ve ayný el, hastalara ve yaralýlara þifa olmasý, elbette o mübarek el, ne kadar hârika bir mu'cize-i kudret-i Ýlâhiye olduðunu gösterir. Güya ahbab içinde o elin avucu küçük bir zikirhane-i Sübhanîdir ki, küçücük taþlar dahi içine girse, zikir ve tesbih ederler. Ve a'daya karþý küçücük bir cephane-i Rabbanîdir ki; içine taþ ve toprak girse, gülle ve bomba olur. Ve yaralýlar ve hastalara karþý küçücük bir eczahane-i Rahmanîdir ki, hangi derde temas etse derman olur. Ve celâl ile kalktýðý vakit, Kamer'i parçalayýp Kab-ý Kavseyn þeklini verir; ve cemâl ile döndüðü vakit, âb-ý kevser akýtan on musluklu bir çeþme-i rahmet hükmüne girer. Acaba böyle bir zâtýn bir tek eli, böyle acib mu'cizata mazhar ve medar olsa; o zâtýn Hâlýk-ý Kâinat yanýnda ne kadar makbul olduðu ve davasýnda ne kadar sâdýk bulunduðu ve o el ile biat edenler, ne kadar bahtiyar olacaklarý, bedahet derecesinde anlaþýlmaz mý?..

 

sh: » (M: 150)

 

Bir Suâl: Deniliyor ki: Sen çok þeylere mütevatir dersin, halbuki biz onlarýn çoðunu yeni iþitiyoruz. Mütevatir birþey böyle gizli kalmaz?

 

Elcevap: Ulema-i Þeriat yanýnda çok mütevatir ve bedihî þeyler var ki, onlardan olmayana göre meçhuldür. Ehl-i hadîs yanýnda da çok mütevatir var, sairlerin yanýnda âhâdî de olmuyor ve hâkeza... Her fennin ehl-i ihtisasý, o fenne göre bedihiyatý, nazariyatý beyan edilir. Umum halk ise, o fennin ehl-i ihtisasýna itimad eder, teslim olur veya içine girer, görür. Þimdi haber verdiðimiz hakikî mütevatir veya manevî mütevatir veya tevatür hükmünde kat'iyeti ifade eden vakýalar, hem ehl-i hadîs, hem ehl-i þeriat, hem ehl-i Usûlüddin, hem ekser tabakat-ý ulemada hükmünü öyle göstermiþ. Gaflette bulunan avam veya gözünü kapayan nâdanlar bilmezlerse, kabahat onlara aittir.

 

Beþinci Misâl: Ýmam-ý Bagavî tahrici ve tashihi ile haber veriyor ki: Aliyy-ibn-il Hakem'in Gazve-i Hendek'te küffarýn darbesiyle ayaðý kýrýldý. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm meshetti. Dakikasýnda öyle þifa buldu ki, atýndan inmedi.

 

Altýncý Misâl: Baþta Ýmam-ý Beyhakî, ehl-i hadîs haber veriyorlar ki: Ýmam-ý Ali gayet hasta idi. Izdýrabýndan kendi kendine duâ edip inliyordu. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm geldi, dedi: اَللّهُمَّ اشْفِهِ Ve ayaðýyla Hazret-i Ali'ye dokundu, "Kalk!" dedi. Birden þifa buldu. Ýmam-ý Ali der ki: "Ondan sonra o hastalýðý hiç görmedim."

 

Yedinci Misâl: Þürehbil-el Cu'fî'nin meþhur kýssasýdýr ki: Avucunda etten bir ur vardý ki, kýlýncý ve atýn dizginini tutamýyordu. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm avucundaki uru meshetti ve mübarek eliyle oðdu. O urdan hiçbir eser kalmadý.

 

Sekizinci Misâl: Altý çocuðun herbiri ayrý ayrý birer mu'cize-i Ahmediyeye mazhar oldu.

 

Birincisi: Ýbn-i Ebî Þeybe (muhakkik-i kâmil ve muhaddis-i meþhur) haber veriyor ki: Bir kadýn bir çocuðu, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn yanýna getirdi. O çocukta bir belâ vardý, konuþmuyordu, aptal idi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm

 

sh: » (M: 151)

 

bir su ile mazmaza etti, elini yýkadý. O suyu kadýna verdi, çocuða içirsin ferman etti. Çocuk o suyu içtikten sonra, hastalýðýndan ve belâsýndan bir þey kalmadý. Öyle bir akýl ve kemal sahibi oldu ki, ukalâ-yý nâsýn fevkine çýktý.

 

Ýkincisi: Nakl-i sahih ile, Hazret-i Ýbn-i Abbas demiþ ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a mecnun bir çocuk getirildi. Mübarek elini onun göðsüne koydu; birden çocuk istifra etti. Ýçinden küçük hýyar kadar siyah bir þey çýktý, çocuk þifa bulup gitti.

 

Üçüncüsü: Ýmam-ý Beyhakî ve Nesaî nakl-i sahih ile haber veriyorlar ki: Muhammed Ýbn-i Hâtib isminde bir çocuðun koluna kaynayan tencere dökülmüþ, bütün kolunu yakmýþ. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm meshedip tükürüðünü sürdü, dakikasýnda þifa buldu.

 

Dördüncüsü: Büyümüþ fakat lisaný yok, büyükçe bir çocuk Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn yanýna geldi. Çocuða ferman etmiþ: "Ben kimim?" Hiç konuþmayan dilsiz çocuk, اَنْتَ رَسُولُ اللّهِ deyip tekellüme baþlamýþ.

 

Beþinci çocuk: Âlem-i yakazada Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'la mükerrer surette müþerref olan Celâleddin-i Süyutî ve asrýn imamý tahric ve tashih ile Mübarek-ül Yemame ismiyle meþhur bir zâtý, daha yeni dünyaya geldiði vakit, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn yanýna getirmiþler. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ona müteveccih olmuþ. Çocuk tekellüme baþlamýþ, اَشْهَدُ اَنَّكَ رَسُولُ اللّهِ demiþ. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm "Bârekâllah" demiþ. Çocuk ondan sonra büyüyünceye kadar daha konuþmamýþ. O çocuk, bu mu'cize-i Ahmediyeye ve "Bârekâllah" duâ-yý Nebevîsine mazhar olduðundan, "Mübarek-ül Yemame" ismiyle þöhret bulmuþ.

 

Altýncý çocuk: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm namaz kýlarken, hýrçýn bir çocuk, namazýný kat'edip geçtiðinden, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm اَللّهُمَّ اقْطَعْ اَثَرَهُ demiþ. Ondan sonra çocuk daha yürümemiþ öyle kalmýþ, hýrçýnlýðýnýn cezasýný bulmuþ.

 

sh: » (M: 152)

 

Yedinci çocuk: Çocuk tabiatýnda hayâsýz bir kadýn, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm yemek yerken lokma istemiþ, vermiþ. Demiþ: "Yok, senin aðzýndakini istiyorum." Onu da vermiþ. O gayet hayâsýz kadýn, o lokmayý yedikten sonra, en hayâlý kadýn ve Medine kadýnlarýnýn fevkinde bir hayâ sahibi oldu.

 

Ýþte bu sekiz misâl gibi, seksen deðil, belki sekizyüz misâlleri var. Çoðu kütüb-ü Siyer ve ehadîste beyan edilmiþtir. Evet Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn mübarek eli Hakîm-i Lokman'ýn bir eczahanesi gibi ve tükürüðü Hazret-i Hýzýr'ýn âb-ý hayat çeþmesi gibi ve nefesi Hazret-i Îsâ Aleyhisselâm'ýn nefesi gibi meded-res ve þifa-resan olsa ve nev'-i beþer çok musibet ve belalara giriftar olsa; elbette Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a hadsiz müracaatlar olmuþ. Hastalar, çocuklar, mecnunlar pek kesretli gelmiþler, cümlesi þifa bulup gitmiþler. Hattâ kýrk defa haceden ve kýrk sene sabah namazýný yatsý abdestiyle kýlan, Tâbiînin azîm imamlarýndan ve çok sahâbelerle görüþen, Taus denilen Ebu Abdurrahman-il Yemanî, kat'iyen haber verir ve hükmeder ve demiþ ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a ne kadar mecnun gelmiþse, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm sinesine elini koymuþ ise, kat'iyyen þifa bulmuþtur; þifa bulmayan kalmamýþ.

 

Ýþte Asr-ý Saadete yetiþmiþ böyle bir imam, böyle kat'î ve küllî hükmetmiþse; elbette ona gelen hiçbir hasta kalmamýþ ki, illâ þifa bulmuþ. Mâdem þifa bulmuþ, elbette müracaatlar binler olacaktýr.

 

ONDÖRDÜNCÜ ÝÞARET: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn enva'-ý mu'cizatýndan bir nev'-i azîmi, duâsýyla zâhir olan hârikalardýr. Evet þu nevi, kat'î ve hakikî mütevatirdir. Cüz'iyat ve misâlleri o kadar çoktur ki, hesab edilmez. Misâllerin çoklarý var ki, onlar da mütevatir derecesine çýkmýþlar. Belki tevatüre yakýn meþhur olmuþlar. Bir kýsmýný öyle imamlar nakletmiþ ki, meþhur mütevatir gibi, kat'iyeti ifade eder. Biz þu pek çok misâllerinden, tevatüre yakýn ve meþhur derecesinde münteþir bazý misâlleri, nümune olarak ve her misâlinde birkaç cüz'iyatýný zikredeceðiz:

 

Birinci Misâl: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn yaðmur duâsý, tevatür derecesinde ve çok defa tekrar ile, daima sür'atle kabul olmasý, baþta Ýmam-ý Buharî ve Ýmam-ý Müslim, Eimme-i

 

sh: » (M: 153)

 

Hadîs nakletmiþler. Hattâ bazý defa minber-i þerif üstünde, yaðmur duâsý için elini kaldýrýp, indirmeden yaðmýþ. Sâbýkan zikrettiðimiz gibi, bir-iki defa ordu susuz kaldýðý vakit bulut geliyordu, yaðmur veriyordu. Hattâ nübüvvetten evvel, cedd-i nebî Abdülmuttalib, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn küçüklük zamanýnda mübarek yüzüyle yaðmur duâsýna giderdi. Onun yüzü hürmetine gelirdi ki; o hâdise, Abdülmuttalib'in bir þiiri ile iþtihar bulmuþ. Hem vefat-ý Nebevîden sonra, Hazret-i Ömer, Hazret-i Abbas'ý vesile yapýp demiþ: "Yâ Rab! Bu senin habibinin amucasýdýr. Onun yüzü hürmetine yaðmur ver." Yaðmur gelmiþ.

 

Hem Ýmam-ý Buharî ve Müslim haber veriyorlar ki: Yaðmur için duâ taleb edildi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm duâ etti. Yaðmur öyle geldi ki, mecbur oldular: "Aman duâ et, kesilsin." Duâ etti, birden kesildi.

 

Ýkinci Misâl: Tevatüre yakýn meþhurdur ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Sahâbe ve îmana gelenler daha kýrka vâsýl olmadan ve gizli ibadet etmekte iken duâ etti:

 

اَللّهُمَّ اَعِزَّ اْلاِسْلاَمَ بِعُمَرِ ابْنِ الْخَطَّابِ اَوْ بِعَمْرِو ابْنِ الْهِشَامِ Bir-iki gün sonra, Hazret-i Ömer Ýbn-il Hattab îmana geldi ve Ýslâmiyeti ilân ve i'zaz etmeye vesile oldu. "Faruk" ünvan-ý âlîsini aldý.

 

Üçüncü Misâl: Bazý Sahâbe-i güzine, ayrý ayrý maksadlar için duâ etmiþ. Duâsý öyle parlak bir surette kabul olmuþ ki, o kerâmet-i duâiye, mu'cize derecesine çýkmýþ. Ezcümle, baþta Buharî ve Müslim haber veriyorlar ki: Ýbn-i Abbas'a þöyle duâ etmiþ: اَللّهُمَّ فَقِّهْهُ فِى الدِّينِ وَعَلِّمْهُ التَّاْوِيلَ Duâsý öyle makbul olmuþ ki; Ýbn-i Abbas, Tercüman-ül Kur'an ünvan-ý zîþanýný ve Habr-ül Ümme, yani allâme-i ümmet rütbe-i âlîsini kazanmýþ. Hattâ çok genç iken, Hazret-i Ömer, onu ulemâ ve kudemâ-yý sahâbe meclisine alýyordu.

 

Hem baþta Ýmam-ý Buharî, ehl-i kütüb-ü sahiha haber veriyorlar ki: Enes'in validesi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a niyaz etmiþ ki: "Senin hâdimin olan Enes'in evlâd ve malý hakkýnda bereket ile duâ et." O da duâ etmiþ:

 

sh: » (M: 154)

 

اَللّهُمَّ اكْثِرْ مَالَهُ وَوَلَدَهُ وَبَارِكْ لَهُ فِيمَا اَعْطَيْتَهُ demiþ. Hazret-i Enes âhir ömründe kasem ile ilân ediyor ki: "Ben kendi elimle yüz evlâdýmý defnetmiþim. Benim malým ve servetim itibariyle de, hiçbirisi benim gibi mes'ud yaþamamýþ. Benim malýmý görüyorsunuz ki pek çoktur. Bunlar, bütün duâ-yý Nebeviyenin bereketindendir."

 

Hem baþta Ýmam-ý Beyhakî, ehl-i hadîs haber veriyorlar ki: Aþere-i Mübeþþere'den Abdurrahman Bin Avf'a, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm kesret-i mal ve bereketle duâ etmiþ. O duânýn bereketiyle o kadar servet kazanmýþ ki, bir defa yedi yüz deveyi yükleriyle beraber "fîsebilillah" tasadduk etmiþ. Ýþte duâ-yý Nebeviyenin bereketine bakýnýz, "Bârekâllah" deyiniz.

 

Hem Ýmam-ý Buharî baþta olarak râviler naklediyorlar ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Urve Ýbn-i Ebî Ca'de'ye ticarette kâr ve kazanç için bereketle duâ etmiþ. Urve diyor ki: Ben bazý Kûfe çarþýsýnda duruyordum, bir günde kýrkbin kazanýyordum, sonra evime dönüyordum. Ýmam-ý Buharî der ki: "Topraðý da eline alsa, onda bir kazanç bulurdu."

 

Hem Abdullah Ýbn-i Ca'fer'e, kesret-i mal ve bereket için dua etmiþ. Hazret-i Abdullah Ýbn-i Ca'fer, o derece servet kazanmýþ ki, o asýrda þöhretgîr olmuþ. O bereket-i duâ-yý Nebevî ile hasýl olan serveti kadar, sehavetle de iþtihar etmiþ. Bu neviden çok misâller var. Nümune için bu dört misâlle iktifa ediyoruz.

 

Hem baþta Ýmam-ý Tirmizî, haber veriyor ki: Sa'd Ýbn-i Ebî Vakkas için Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm dua etmiþ: اَللّهُمَّ اَجِبْ دَعْوَتَهُ demiþ. Sa'd'ýn duâsýnýn kabulü için duâ etmiþ. O asýrda, Sa'd'ýn bedduâsýndan herkes korkuyordu. Duâsýnýn kabulü de þöhret buldu.

 

 

 

Hem meþhur Ebu Katade'ye ferman etmiþ:

 

اَفْلَحَ اللّهُ وَجْهَكَ اَللّهُمَّ بَارِكْ لَهُ فِى شَعْرِهِ وَ بَشَرِهِ diye, genç kalmasýna dua etmiþ. Ebu Katade yetmiþ yaþýnda vefat ettiði vakit onbeþ yaþýnda bir genç gibi olduðu, nakl-i sahih ile þöhret bulmuþ.

 

 

 

sh: » (M: 155)

 

Hem meþhur þâir Nâbiga'nýn kýssa-i meþhuresidir ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn yanýnda bir þiirini okumuþ. Þu fýkra:

 

بَلَغْنَا السَّمَاءَ مَجْدُناَ وَسَنَائُنَا { وَ اِنَّا نُرِيدُ فَوْقَ ذلِكَ مَظْهَرًا

 

Yani: "Þerefimiz göðe çýktý, biz daha üstüne çýkmak istiyoruz!" Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, mülâtafe suretinde ferman etti: اِلَى اَيْنَ يَا اَبَا لَيْلاَ Dedi:

 

اِلَى الْجَنَّةِ يَا رَسُولَ اللّهِ Yani: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm lâtife olarak dedi: "Gökten öbür tarafa nereyi istiyorsun ki, þiirinde orayý niyet ediyorsun?" Nâbiga dedi: "Göklerin fevkinde Cennet'e gitmek istiyoruz." Sonra bir manidar þiirini daha okudu. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm duâ etti: لاَ يَفْضُضِ اللّهُ فَاكَ Yani, "Senin aðzýn bozulmasýn." Ýþte o duâ-yý Nebevînin bereketiyle, o Nâbiga yüzyirmi yaþýnda bir diþi noksan olmadý. Hattâ bâzý bir diþi düþtüðü vakit, yerine bir daha geliyordu.

 

Hem nakl-i sahih ile Ýmam-ý Ali için duâ etmiþ ki: اَللّهُمَّ اكْفِهِ الْحَرَّ وَالْقَرَّ Yani: "Ya Rab! Soðuk ve sýcaðýn zahmetini ona gösterme." Ýþte þu duâ bereketiyle, Ýmam-ý Ali kýþta yaz libasýný giyerdi, yazda kýþ libasýný giyerdi. Der idi ki: O duânýn bereketiyle hiçbir soðuk ve sýcaðýn zahmetini çekmiyorum.

 

Hem Hazret-i Fâtýma için duâ etmiþ: اَللّهُمَّ لا تُجِعْهَا Yani: "Açlýk elemini ona verme." Hazret-i Fâtýma der ki: "O duâdan sonra açlýk elemini görmedim."

 

Hem Tufeyl Ýbn-i Amr, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'dan bir mu'cize istedi ki, götürüp kavmine göstersin. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, اَللّهُمَّ نَوِّرْ لَهُ demiþ. Ýki gözü ortasýnda bir nur zuhur etmiþ. Sonra deðneði ucuna naklolmuþ. Bunun ile "Zinnur" diye iþtihar bulmuþ. Ýþte bu vakýalar, ehadîs-i meþhuredendir ki, kat'iyet peyda etmiþler.

 

Hem Ebû Hüreyre, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a

 

sh: » (M: 156)

 

þekva etmiþ ki, "Nisyan bana ârýz oluyor." Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiþ, bir mendil þeklinde bir þey açmýþ. Sonra mübarek avucu ile gaibden birþey alýr gibi, öyle avucunu oraya boþaltmýþ. Ýki-üç defa öyle yaparak Ebu Hüreyre'ye demiþ: "Þimdi mendili topla." Toplamýþ. Bu sýrr-ý mânevî-i duâ-yý Nebevî ile Ebû Hüreyre kasem eder ki: "Ondan sonra hiçbir þey unutmadým." Ýþte bu vakýalar, ehadîs-i meþhuredendirler.

 

Dördüncü Misâl: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn bedduâsýna mazhar olmuþ birkaç vakýayý beyan ederiz:

 

Birincisi: Perviz denilen Fars padiþahý, name-i Nebeviyeyi yýrtmýþ. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a haber geldi. Þöyle bedduâ etti: اَللّهُمَّ مَزِّقْهُ "Yâ Rab! Nasýl mektubumu paraladý, sen de onu ve onun mülkünü parça parça et." Ýþte þu bedduânýn tesiriyledir ki; o Kisra Perviz'in oðlu Þirviye, hançer ile onu paraladý. Sa'd Ýbn-i Ebî Vakkas da, saltanatýný parça parça etti. Sasaniye Devleti'nin hiçbir yerde þevketi kalmadý. Fakat Kayser ve sair melikler, name-i Nebeviyeye hürmet ettikleri için, mahvolmadýlar.

 

Ýkincisi: Tevatüre yakýn meþhurdur ve âyât-ý Kur'aniye iþaret ediyor ki: Bidayet-i Ýslâmda Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Mescid-ül Haram'da namaz kýlarken; rüesa-yý Kureyþ toplandýlar, ona karþý gayet bed bir muamele ettiler. O da, o vakit onlara bedduâ etti. Ýbn-i Mes'ud der ki: Kasem ederim, o bed muameleyi yapan ve onun bedduâsýna mazhar olanlarýn, Gazve-i Bedir'de birer birer lâþelerini gördüm.

 

Üçüncüsü: Mudariye denilen Arabýn büyük bir kabilesi, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ý tekzib ettikleri için, onlara kaht ile beddua etti. Yaðmur kesildi, kaht u galâ baþgösterdi. Sonra Mudariye kavminden olan Kabile-i Kureyþ, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a iltimas ettiler. Duâ etti; yaðmur geldi, kahtlýk kalktý. Bu vakýa tevatür derecesinde meþhurdur.

 

Beþinci Misâl: Hususî adamlara bedduâsýnýn dehþetli kabulüdür. Bunun çok misalleri var. Kat'î üç misâli nümune olarak beyan ederiz:

 

Birincisi: Utbe Ýbn-i Ebî Leheb hakkýnda þöyle bedduâ etti:

 

اَللّهُمَّ سَلِّطْ عَلَيْهِ كَلْبًا مِنْ كِلاَبِكَ Yani: "Yâ Rab!. Ona bir

 

sh: » (M: 157)

 

itini musallat et." Sonra Utbe sefere giderken, bir arslan gelip, kafile içinde onu arayýp bulmuþ, parçalamýþ. Þu vakýa meþhurdur. Eimme-i hadîs, nakl ve tashih etmiþler.

 

Ýkincisi: Muhallim Ýbn-i Cüsame'dir ki, Âmir Ýbn-i Azbat'ý gadr ile katletmiþti. Halbuki Âmir'i Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm onu cihad ve harb için kumandan edip, bir bölük ile göndermiþti. Muhallim de beraberdi. Bu gadrin haberi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a yetiþtiði vakit hiddet etmiþ. اَللّهُمَّ لاَ تَغْفِرْ لِمُحَلِّمِ diye bedduâ buyurmuþ. Yedi gün sonra o Muhallim öldü. Kabre koydular, kabir dýþarýya attý. Kaç defa koydularsa yer kabul etmedi. Sonra mecbur oldular; iki taþ ortasýnda muhkemce bir duvar yapýlmýþ, o surette yer altýnda setredilmiþ.

 

Üçüncüsü: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm görüyordu bir adam sol eliyle yemek yer. Ferman etmiþ: كُلْ بِيَمِينِكَ "Sað elinle ye." demiþ. O adam demiþ: لاَ اَسْتَطِيعُ "Sað elimle yapamýyorum." Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm demiþ: لاَ اسْتَطَعْتَ diye bedduâ etmiþ. "Kaldýramayacaksýn." Ýþte ondan sonra o adam sað elini hiç kaldýramamýþ.

 

Altýncý Misâl: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn hem duâsý, hem temasýndan zuhur eden pek çok hârikalarýndan, kat'iyet kesbetmiþ birkaç hâdiseyi zikredeceðiz:

 

Birincisi: Hazret-i Hâlid Ýbn-i Velid'e (Seyfullah'a) birkaç saçýný verip, nusretine duâ etmiþ. Hazret-i Hâlid, o saçlarý külâhýnda hýfzetmiþ. Ýþte o saç ve duânýn bereketi hürmetine, hiçbir harbe girmemiþ illâ muzaffer çýkmýþ.

 

Ýkincisi: Selman-ý Farisî, evvelce Yahudilerin abdi imiþ. Onun seyyidleri, onu âzad etmek için çok þeyler istediler. "Üçyüz hurma fidanýný dikip meyve verdikten sonra, kýrk okýyye altun vermekle âzad edilirsin" dediler. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a geldi, beyan-ý hâl etti. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm kendi eliyle, Medine civarýnda üçyüz fidaný dikti. Yalnýz bir tanesini

 

sh: » (M: 158)

 

baþkasý dikti. O sene zarfýnda, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn diktiði bütün fidanlar meyve verdi. Yalnýz bir tek baþkasý dikmiþti, o tek meyve vermedi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm onu çýkardý, yeniden dikti. O da meyve verdi. Hem tavuk yumurtasý kadar bir altunu, aðzýnýn tükürüðünü ona sürdü, dua etti, Selman'a verdi. Dedi: "Git Yahudilere ver." Selman-ý Farisî gidip o altundan kýrk okýyyeyi onlara verdi; o tavuk yumurtasý kadar olan altun, eskisi gibi bâki kaldý. Ýþte þu vakýa, Hazret-i Selman-ý Pâk'in sergüzeþte-i hayatýnýn en mühim bir hâdise-i mu'cizekâranesidir. Muteber ve mevsuk imamlar haber vermiþler.

 

Üçüncüsü: Ümm-ü Mâlik isminde bir sahâbiye, "ukke" denilen küçük bir yað tulumundan, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a yað hediye ederdi. Bir defa Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ona duâ edip ukkeyi vermiþ; ferman etmiþ ki: "Onu boþaltýp sýkmayýnýz." Ümm-ü Mâlik ukkeyi almýþ. Ne vakit evlâdlarý yað isterlerse, bereket-i dua-yý Nebevî ile ukkede yað bulurlardý. Hayli zaman devam etti. Sonra sýktýlar, bereket kesildi.

 

Yedinci Misâl: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn duâsýyla ve temasýyla, sularýn tatlýlaþmasý ve güzel koku vermesinin çok hâdiseleri var. Ýki-üç taneyi, nümune olarak beyan ederiz:

 

Birincisi: Ýmam-ý Beyhakî baþta, ehl-i hadîs haber veriyorlar ki: Bi'r-i Kubâ denilen kuyunun suyu bâzý kesiliyordu. Yani bitiyordu. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm abdest suyunu içine koyup duâ ettikten sonra, kesretle devam etti, daha hiç kesilmedi.

 

Ýkincisi: Baþta Ebu Nuaym Delail-i Nübüvvet'te, ehl-i hadîs haber veriyorlar ki: Enes'in evindeki kuyuya, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm tükürüðünü içine atýp duâ etmiþ, Medine-i Münevvere'de en tatlý su o olmuþ.

 

Üçüncüsü: Ýbn-i Mâce haber veriyor ki: Mâ-i Zemzem'den bir kova su, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a getirdiler. Bir parça aðzýna aldý, kovaya boþalttý. Kova misk gibi râyiha verdi.

 

Dördüncüsü: Ýmam-ý Ahmed Ýbn-i Hanbel haber veriyor ki: Bir kuyudan, bir kova su çýkardýlar. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm içine aðzýnýn suyunu akýtýp kuyuya boþalttýktan sonra, misk gibi râyiha vermeðe baþladý.

 

sh: » (M: 159)

 

Beþincisi: Ricalullahtan ve Ýmam-ý Müslim ve ülema-i Maðrib'in mûtemedi ve makbûlü olan Hammad Ýbn-i Seleme haber veriyor ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm deriden bir tuluða su doldurup aðzýna üflemiþ, duâ etmiþ. Baðladý, bir kýsým sahâbeye verdi. "Aðzýný açmayýnýz! Yalnýz abdest aldýðýnýz vakit açýnýz." demiþ. Gitmiþler, abdest almak vaktinde aðzýný açmýþlar. Görüyorlar ki, hâlis bir süt, aðzýnda da kaymak yað. Ýþte bu beþ cüz'ü; bazýlarý meþhur, bazý da mühim imamlar naklediyorlar. Bunlar ve burada nakledilmeyenlerle mecmuu; manevî tevatür gibi bir mu'cize-i mutlakanýn tahakkukunu gösteriyorlar.

 

Sekizinci Misâl: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn mesh ve duâsýyla, sütsüz ve kýsýr keçilerin mübarek elinin temasýyla ve duâsýyla sütlü, hem çok sütlü olmalarý misâlleri ve cüz'iyatlarý çoktur. Biz yalnýz meþhur ve kat'î iki-üç misâli, nümune olarak zikrediyoruz:

 

Birincisi: Ehl-i Siyer'in bütün muteber kitablarý haber veriyorlar ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Ebu Bekir-is Sýddîk ile beraber hicret ederken, Âtiket Bint-il Huzaiyye denilen Ümm-ü Ma'bed hanesine gelmiþler. Gayet zaîf, sütsüz, kýsýr bir keçi orada vardý. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Ümm-ü Ma'bed'e ferman etti: "Bunda süt yok mudur?" Ümm-ü Ma'bed demiþ ki: "Bunun vücudunda kan yoktur, nereden süt verecek?" Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm gidip o keçinin beline elini sürmüþ, memesini de meshetmiþ, duâ etmiþ. Sonra demiþ: "Kab getiriniz, saðýnýz!" Saðdýlar. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Ebu Bekir-is Sýddîk ile içtikten sonra, o hane halký da doyuncaya kadar içmiþler. O keçi kuvvetlenmiþ, öyle de mübarek kalmýþ.

 

Ýkincisi: Þât-ý Ýbn-i Mes'ud'un meþhur kýssasýdýr ki: Ýbn-i Mes'ud Ýslâm olmadan evvel, bazýlarýn çobaný idi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Ebu Bekir-is Sýddîk ile beraber, Ýbn-i Mes'ud'un keçileriyle bulunduðu yere gitmiþler. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Ýbn-i Mes'ud'dan süt istemiþ. O da demiþ: "Keçiler benim deðil, baþkasýnýn malýdýrlar." Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm demiþ: "Kýsýr, sütsüz bir keçi bana getir." O da iki senedir teke görmemiþ bir keçi getirdi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm eliyle onun memesini meshedip duâ etmiþ. Sonra saðmýþlar, hâlis bir süt almýþlar, içmiþler. Ýbn-i

 

sh: » (M: 160)

 

Mes'ud bu mu'cizeyi gördükten sonra îman etmiþ.

 

Üçüncüsü: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn murdiasý yani süt annesi olan Halime-i Sa'diye'nin keçilerinin kýssa-i meþhuresidir ki; o kabilede bir derece kahtlýk vardý. Hayvanat zaîf ve sütsüz oluyordular ve tok oluncaya kadar yemiyorlardý. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm oraya, süt annesinin yanýna gönderildiði zaman, onun bereketiyle, Halime-i Sa'diye'nin keçileri, akþam vakti baþkalarýnýn hilafýna olarak, hem tok ve memeleri dolu olarak geliyorlardý. Ýþte bunun gibi Siyer kitablarýnda daha baþka cüz'iyatlarý var; fakat bu nümuneler, asýl maksada kâfidir.

 

Dokuzuncu Misâl: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, bazý zâtlarýn baþýný ve yüzünü mübarek eliyle meshedip duâ ettikten sonra, zâhir olan hârikalarýn çok cüz'iyatýndan iþtihar bulmuþ birkaçýný nümune olarak beyan ediyoruz:

 

Birincisi: Ömer Ýbn-i Sa'd'ýn baþýna elini sürmüþ, duâ etmiþ. Seksen yaþýnda o adam, o duânýn bereketiyle öldüðü vakit baþýnda beyaz yoktu.

 

Ýkincisi: Kays Ýbn-i Zeyd'in baþýna elini koyup, meshedip duâ etmiþ. O duânýn bereketiyle, yüz yaþýna girdiði vakit, meshin tesiriyle, bütün baþý beyaz, yalnýz Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn elini koyduðu yer simsiyah olarak kalmýþ.

 

Üçüncüsü: Abdurrahman Ýbn-i Zeyd Ýbn-il Hattab hem küçük, hem çirkin idi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm eli ile baþýný meshedip duâ etmiþ. O duânýn bereketiyle; kametçe en bâlâ kamet ve suretçe en güzel bir surete girmiþ.

 

Dördüncüsü: Âiz Ýbn-i Amr'ýn Gazve-i Huneyn'de yüzü yaralanmýþ. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, eliyle yüzündeki kaný silmiþ. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn elinin temas ettiði yer, parlak bir nuraniyet vermiþ ki, muhaddisler كَغُرَّةِ الْفَرَسِ tabir etmiþler. Yani, doru atýn alnýndaki beyaz gibi, temas yeri öyle parlýyordu.

 

Beþincisi: Katade Ýbn-i Selman'ýn yüzüne elini sürmüþ, duâ etmiþ. Katade'nin yüzü ayna gibi parlamaða baþlamýþ.

 

sh: » (M: 161)

 

Altýncýsý: Ümm-ül Mü'minîn Ümm-ü Seleme'nin kýzý ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn üvey kýzý Zeyneb'e, küçükken Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm onun yüzüne abdest suyu atýp taltif etmiþ. O suyun temasýndan sonra, Zeyneb'in hüsn ü cemali acib suret almýþ, bedi'-ül cemal olmuþ.

 

Ýþte þu cüz'iyatlar gibi daha çok misâller var. Onlarýn çoðunu eimme-i hadîs nakletmiþler. Bu cüz'iyatýn herbirini, haber-i vâhid ve zaîf farzetsek dahi, yine mecmuu manevî bir tevatür hükmünde, mutlak bir mu'cize-i Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm'ý gösterir. Çünki bir hâdise, ayrý ayrý ve çok suretlerle nakledilse, asýl hâdisenin vukuu kat'î olur. Suretlerin herbiri zaîf dahi olsa, yine asýl hâdiseyi isbat ediyor. Meselâ:

 

Bir gürültü iþitildi. Bazýlar dediler ki, filân ev harab oldu; diðeri, baþka ev harab oldu dedi; daha baþkasý, baþka bir evi söyledi ve hâkeza... Herbir rivayet, haber-i vâhid de, zaîf de, hilaf-ý vâki de olabilir. Fakat asýl vakýa ki: Bir ev harab olmuþ, o kat'îdir; onda bütün müttefiktirler. Halbuki bahsettiðimiz þu altý cüz'iyat; hem sahihtirler, hem bazýlarý þöhret derecesine çýkmýþlar. Faraza bunlarýn herbirini zaîf addetsek, temsilde mutlak bir hane harab olmasý gibi, yine cüz'iyatýn mecmuunda, mutlak bir mu'cize-i Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn vücudunu kat'iyen gösterir.

 

Ýþte Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn mu'cizat-ý bâhiresi, her bir nevide kat'î olarak mevcuddur. Cüz'iyatý dahi, o küllî ve mutlak mu'cizenin suretleri veyahut nümuneleridir. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn nasýlki eli, parmaklarý, tükürüðü, nefesi, sözü yani duâsý çok mu'cizatýn mebdei oluyor. Aynen öyle de, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn sair letaifi ve duygularý ve cihazatý, çok hârikalara medardýr. Kütüb-ü Siyer ve Tarih, o hârikalarý beyan etmiþler; sîret ve suret ve duygularýnda, çok delail-i nübüvvet bulunduðunu göstermiþler.

 

ONBEÞÝNCÝ ÝÞARET: Nasýlki taþlar, aðaçlar, Kamer, Güneþ onu tanýyorlar; birer mu'cizesini göstermekle, nübüvvetini tasdik ediyorlar. Öyle de: Hayvanat taifesi, ölüler taifesi, cinler taifesi, melâikeler taifesi o Zât-ý Mübarek'i tanýyorlar ve nübüvvetini tasdik ediyorlar ki; onlar, onu tanýdýklarýný, herbir taifesi, bazý mu'cizatýný göstermekle gösteriyorlar ve nübüvvetinin tasdikini ilân ediyorlar. Þu Onbeþinci Ýþaret'in üç þu'besi var:

 

sh: » (M: 162)

 

Birinci Þu'besi: Hayvanat cinsi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ý tanýyorlar ve mu'cizatýný da izhar ediyorlar. Þu þu'benin çok misâlleri var. Biz yalnýz burada, meþhur ve manevî tevatür derecesinde kat'î olmuþ veya muhakkikîn-i eimmenin makbulü olmuþ veya ümmet telakki-i bilkabul etmiþ olan bir kýsým hâdiseleri, nümune olarak zikredeceðiz:

 

Birinci Hâdise: Manevî tevatür derecesinde bir þöhretle, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Ebu Bekir-is Sýddîk ile, küffarýn takibinden kurtulmak için tahassun ettikleri Gâr-ý Hira'nýn kapýsýnda, iki nöbetçi gibi iki güvercin gelip beklemeleri ve örümcek dahi perdedar gibi, hârika bir tarzda, kalýn bir að ile maðara kapýsýný örtmesidir. Hattâ rüesa-yý Kureyþ'ten, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn eli ile Gazve-i Bedir'de öldürülen Übeyy Ýbn-i Halef maðaraya bakmýþ. Arkadaþlarý demiþler: "Maðaraya girelim." O demiþ: "Nasýl girelim? Burada bir að görüyorum ki, Hazret-i Muhammed tevellüd etmeden bu að yapýlmýþ gibidir. Bu iki güvercin iþte orada duruyor, adam olsa orada dururlar mý?" Ýþte bunun gibi, mübarek güvercin taifesi, Feth-i Mekke'de dahi Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn baþý üzerinde gölge yaptýklarýný, Ýmam-ý Celil Ýbn-i Veheb naklediyor. Hem nakl-i sahih ile Hazret-i Âiþe-i Sýddîka haber veriyor ki: Güvercin gibi, Dâcin denilen bir kuþ hanemizde vardý. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hazýr olsa idi hiç debelenmezdi, sükûtla dururdu. Ne vakit Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm çýksa idi, o kuþ baþlardý harekete; giderdi gelirdi, hiç durmuyordu. Demek o kuþ, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ý dinliyordu, huzurunda temkin ile sükût ederdi.

 

Ýkinci Hâdise: Beþ-altý tarîkle manevî bir tevatür hükmünü almýþ kurt hâdisesidir ki; bu kýssa-i acîbe çok tarîklerle meþhur sahâbelerden nakledilmiþ. Ezcümle: Ebu Said-il Hudrî ve Seleme Ýbn-il Ekva' ve Ýbn-i Ebî Veheb ve Ebu Hüreyre ve bir vak'a sahibi çoban (Uhban) gibi müteaddid tarîklerle haber veriyorlar ki: Bir kurt, keçilerden birisini tutmuþ; çoban, kurdun elinden kurtarmýþ. Zi'b demiþ: "Allah'tan korkmadýn, benim rýzkýmý elimden aldýn." Çoban demiþ: "Acaib, zi'b konuþur mu?" Zi'b ona demiþ: "Acib senin halindedir ki, bu yerin arka tarafýnda bir zât var ki; sizi Cennet'e davet ediyor, peygamberdir, onu tanýmýyorsunuz!" Bütün tarîkler kurdun konuþmasýnda müttefik olmakla beraber, kuvvetli bir tarîk olan Ebu Hüreyre,

 

 

 

sh: » (M: 163)

 

ihbarýnda diyor ki: Çoban kurda demiþ: "Ben gideceðim; fakat kim benim keçilerime bakacak?" Zi'b demiþ: "Ben bakacaðým." Çoban ise, çobanlýðý kurda devredip gelmiþ. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ý görmüþ, îman etmiþ, dönüp gitmiþ. Zi'bi çoban bulmuþ. Zayiat yok. Bir keçi ona kesmiþ, çünki ona üstadlýk etmiþ. Bir tarîkte: Rüesa-yý Kureyþ'ten Ebu Süfyan ile Safvan bir kurdu gördüler, bir ceylâný takib edip Harem-i Þerif'e girdi. Kurt dönmüþ, sonra taaccüb etmiþler. Kurt konuþmuþ, Risâlet-i Ahmediyeyi haber vermiþ. Ebu Süfyan, Safvan'a demiþ ki: "Bu kýssayý kimseye söylemeyelim, korkarým Mekke boþalýp onlara iltihak edecekler." Elhasýl, kurt kýssasý kat'î ve manevî mütevatir gibi kanaat verir.

 

Üçüncü Hâdise: Beþ-altý tarîkle mühim sahâbelerden nakledilen cemel hâdisesidir ki: Ezcümle: Ebu Hüreyre ve Sa'lebe Ýbn-i Mâlik ve Câbir Ýbn-i Abdullah ve Abdullah Ýbn-i Ca'fer ve Abdullah Ýbn-i Ebî Evfa gibi müteaddid tarîkler ve o tarîklerin baþýndaki sahâbeler müttefikan haber veriyorlar ki: Deve gelmiþ, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a tahiyye-i ikram nev'inden secde edip konuþmuþ. Ve birkaç tarîkte haber veriliyor ki: O deve bir baðda kýzmýþ, vahþi olmuþ; yanýna kimseyi sokmuyor, hücum ediyordu. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm girdi; deve geldi, ikramen secde etti, yanýnda ýhdý. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm yular taktý. Deve, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a dedi: "Beni çok meþakkatli þeylerde çalýþtýrdýlar, þimdi de beni kesmek istiyorlar. Onun için kýzdým." Deve sahibine söyledi: "Böyle midir?" "Evet" dediler.

 

Hem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn Adbâ ismindeki devesi, vefat-ý Nebevîden sonra kederinden ne yedi, ne içti, tâ öldü. Hem o deve, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ile mühim bir kýssayý konuþtuðunu, Ebu Ýshak-ý Ýsferanî gibi bazý mühim imamlar haber vermiþler. Hem nakl-i sahih ile; Câbir Ýbn-i Abdullah'ýn bir seferde devesi çok yorulmuþtu, daha yürüyemiyordu. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm o deveye ufak bir dürtmek ile dürttü. O deve, o iltifat-ý Ahmedîden o kadar bir çeviklik, bir sevinçlik peyda etti ki; daha sür'atinden dizgini zabtedilmiyor, yolda yetiþilmiyordu. Hazret-i Câbir haber veriyor.

 

Dördüncü Hâdise: Baþta Ýmam-ý Buharî, eimme-i hadîs haber veriyorlar ki: Bir defa gecede, Medine-i Münevvere'nin

 

sh: » (M: 164)

 

haricinde, düþman hücum ediyor gibi mühim bir hâdise iþaa edildi. Sonra cesur atlýlar çýktýlar, gittiler. Yolda görüyorlar, bir zât geliyor. Baktýlar, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'dýr. Ferman etmiþ: "Birþey yoktur." Meþhur Ebu Talha'nýn atýna binip, þecaat-ý kudsiyesi muktezasýnca, herkesten evvel gitmiþ, tahkik etmiþ ve dönmüþtü. Ebu Talha'ya ferman etmiþ: وَجَدْتُ فَرَسَكَ بَحْرًا Yani: "Senin atýn sarsmadan, gayet çabuktur." Halbuki Ebu Talha'nýn atý, katuf tabir edilen yürüyüþsüz kýsmýndan idi. O geceden sonra, hiçbir at ona karþý yürüyüþte mukabele edemiyordu. Hem nakl-i sahih ile; bir defa, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm seferde namaz kýlacak vaktinde atýna dedi: "Dur." O da durdu. Namaz bitinceye kadar hiçbir âzâsýný kýmýldatmadý.

 

Beþinci Hâdise: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn hizmetkârý Sefine, Yemen Valisi Muaz Ýbn-i Cebel'in yanýna gitmek için, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'dan emir alýp gitmiþ. Yolda bir arslan rast gelmiþ. O Sefine, ona demiþ: "Ben, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn hizmetkârýyým." Arslan ses verip ayrýlmýþ. Ýliþmemiþ. Diðer bir tarîkte haber veriyorlar ki: Sefine döndüðü vakit yolu kaybetmiþ, bir arslana rast gelmiþ; arslan ona iliþmemekle beraber, yolu da göstermiþ.

 

Hem Hazret-i Ömer'den haber veriyorlar ki demiþ: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn yanýna bir bedevi geldi. Arabça "dabb" denilen bir susmar, yani keler elinde idi. Dedi: "Eðer bu hayvan sana þehadet etse, ben sana îman getiririm; yoksa îman getirmem." Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, o hayvandan sordu; o susmar fasih bir dille, risâletine þehadet etti.

 

Hem Ümm-ül Mü'minîn Ümm-ü Seleme haber veriyor ki: Bir ceylân, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ile konuþmuþ ve risâletine þehadet etmiþ. Ýþte bunun gibi çok misâller var. Hem de kat'î þöhret bulmuþ birkaç nümuneyi gösterdik. Ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ý tanýmayana ve itaat etmeyene deriz:

 

Ey insan! Ýbret alýnýz... Kurt, arslan; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ý tanýyor, itaat ediyorlar. Sizlerin hayvandan, kurttan aþaðý düþmemeye çalýþmanýz iktiza eder.

 

Ýkinci Þu'be: Cenazelerin ve cinlerin ve melâikelerin, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ý tanýmalarýdýr. Bunun da çok

 

sh: » (M: 165)

 

hâdiseleri var. Nümune için, þöhret bulmuþ ve mevsuk imamlar haber vermiþ birkaç nümuneyi, evvelâ cenazelerden göstereceðiz. Amma cinn ve melâike ise, o mütevatirdir.. onlarýn misâlleri bir deðil, bindir. Ýþte ölülerin konuþmasý misâllerinden:

 

Birincisi þudur ki: Ülema-i zâhir ve bâtýnýn, Tâbiîn zamanýnda en büyük reisi ve Ýmam-ý Ali'nin mühim ve sadýk bir þakirdi olan Hasan-ý Basrî haber veriyor ki: Bir adam, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn yanýna gelerek aðlayýp sýzladý. Dedi: "Benim küçük bir kýzým vardý, þu yakýn derede öldü, oraya attým." Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ona acýdý. Ona dedi: "Gel oraya gideceðiz." Gittiler. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm o ölmüþ kýzý çaðýrdý: "Yâ filane!" dedi. Birden o ölmüþ kýz, "Lebbeyke ve sa'deyk" dedi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etti: "Tekrar peder ve validenin yanýna gelmeyi arzu eder misin?" O dedi: "Yok, ben onlardan daha hayýrlýsýný buldum."

 

Ýkincisi: Ýmam-ý Beyhakî ve Ýmam-ý Ýbn-i Adiyy gibi bazý mühim imamlar, Hazret-i Enes Ýbn-i Mâlik'ten haber veriyorlar ki: Enes demiþ: Bir ihtiyare kadýnýn birtek oðlu vardý, birden vefat etti. O sâliha kadýn çok müteessir oldu, dedi: "Yâ Rab! Senin rýzan için, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn biatý ve hizmeti için hicret edip buraya geldim. Benim hayatýmda istirahatýmý temin edecek tek evlâdcýðýmý, o Resulün hürmetine baðýþla." Enes der: O ölmüþ adam kalktý, bizimle yemek yedi.

 

Ýþte þu hâdise-i acîbeye iþaret ve ifade eden, Ýmam-ý Busîrî'nin Kaside-i Bürde'de þu fýkrasýdýr:

 

لَوْ نَاسَبَتْ قَدْرَهُ آيَاتُهُ عِظَمًا { اَحْيَى اسْمُهُ حِينَ يُدْعَى دَارِسَ الرِّمَمِ

 

Yani: "Eðer alâmetleri, onun kadrine muvafýk derecesinde azametini ve makbuliyetini gösterse idiler; deðil yeni ölmüþler, belki onun ismiyle çürümüþ kemikler de ihya edilebilirdi."

 

Üçüncü Hâdise: Baþta Ýmam-ý Beyhakî gibi râviler, Abdullah Ýbn-i Ubeydullah-il Ensarî'den haber veriyorlar ki: Abdullah demiþ: Sabit Ýbn-i Kays Ýbn-i Þemmas'ýn Yemame Harbi'nde þehid düþtüðü ve kabre koyduðumuz vakit, ben hazýrdým. Kabre konurken,

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

sh: » (M: 166)

 

birden ondan bir ses geldi:

 

مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّهِ وَاَبُو بَكْرٍ الصِّدِّيقُ وَعُمَرُ الشَّهِيدُ وَعُثْمَانُ الْبَرُّ الرَّحِيمُ dedi. Sonra açtýk, baktýk; ölü, cansýz. Ýþte o vakit, daha Hazret-i Ömer hilafete geçmeden, þehadetini haber veriyor.

 

Dördüncü Hâdise: Ýmam-ý Taberanî ve Ebu Nuaym Delail-i Nübüvvet'te Nu'man Ýbn-i Beþir'den haber veriyorlar ki: Zeyd Ýbn-i Harice, çarþý içinde birden düþüp vefat etti. Eve getirdik. Akþam ve yatsý arasýnda etrafýnda kadýnlar aðlarken birden اَنْصِتُوا اَنْصِتُوا "Susunuz!" dedi. Sonra fasih bir lisanla: مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّهِ اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ يَا رَسُولَ اللّهِ diyerek bir mikdar konuþtu. Sonra baktýk ki, cansýz vefat etmiþ.

 

Ýþte cansýz cenazeler onun Risâletini tasdik etse; canlý olanlar tasdik etmese; elbette o «canî» canlýlar, cansýzlardan daha cansýz ve ölülerden daha ölüdürler.

 

Amma melâikelerin, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a hizmeti ve görünmesi ve cinnîlerin ona îman ve itaati, mütevatirdir. Nass-ý Kur'an ve çok âyâtla musarrahtýr. Gazve-i Bedir'de beþbin melâike, -nass-ý Kur'an ile- önde, sahâbeler gibi ona hizmet edip, asker olmuþlar. Hattâ o melekler, melâikeler içinde, Ashab-ý Bedir gibi þeref kazanmýþlar. Þu mes'elede iki cihet var:

 

Birisi: Cinn ve melâikenin taifeleri, hayvan ve insanýn taifeleri gibi, vücudlarý kat'î ve bizimle münasebetdar olduðu, Yirmidokuzuncu Söz'de iki kerre iki dört eder derecesinde bir kat'iyetle isbat etmiþiz. Onlarýn isbatýný, o Söz'e havale ederiz.

 

Ýkinci cihet: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn þerefiyle, eser-i mu'cizesi olarak, efrad-ý ümmeti onlarý görmek ve konuþmaktýr. Ýþte baþta Buharî ve Ýmam-ý Müslim, eimme-i hadîs müttefikan haber veriyorlar ki: Bir defa melek yani Hazret-i Cebrail, beyaz libaslý bir insan suretinde gelmiþ. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm sahabeler içinde otururken, yanýna gitmiþ, demiþ: مَا اْلاِسْلاَمُ وَمَا اْلاِيمَانُ وَمَا اْلاِحْسَانُ

 

sh: » (M: 167)

 

Yani: "Îman, Ýslâm, Ýhsan nedir? Tarif et." Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm tarif etmiþ. Oradaki cemaat-ý sahâbe hem ders almýþ, hem de o zâtý iyi görmüþler. O zât misafir gibi görünürken, üstünde alâmet-i sefer eseri hiç yoktu. Kalktý, birden kayboldu. O vakit Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiþ ki: "Size ders vermek için Cebrail böyle yaptý." Hem haber-i sahih ile ve haber-i kat'î ile ve manevî tevatür derecesinde, eimme-i hadîs haber veriyorlar ki: "Hazret-i Cebrail'i çok defa, hüsn ü cemal sahibi olan Dýhye suretinde, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn yanýnda sahâbeler görüyorlardý. Ezcümle, Hazret-i Ömer ve Ýbn-i Abbas ve Üsame Ýbn-i Zeyd ve Hâris ve Âiþe-i Sýddîka ve Ümm-ü Seleme, kat'iyen sabittir ki, bunlar kat'iyen haber veriyorlar ki: Biz Hazret-i Cebrail'i Dýhye suretinde, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn yanýnda çok görüyoruz. Acaba hiç mümkün müdür ki, bu zâtlar, görmeden görüyoruz desinler?

 

Hem nakl-i sahih-i kat'î ile, Aþere-i Mübeþþere'den, Ýran fâtihi Sa'd Ýbn-i Ebî Vakkas haber veriyor ki: "Gazve-i Uhud'da, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn iki tarafýnda, iki beyaz libaslý, ona nöbetdar gibi muhafýz suretinde gördük. Ýkisi de anlaþýldý ki, meleklerdir. Ve Hazret-i Cebrail ile Mikâil olduðunu anladýk." Acaba böyle bir kahraman-ý Ýslâm gördük dese, görmemek mümkün müdür?

 

Hem Ebu Süfyan Ýbn-i Hâris Ýbn-i Abdülmuttalib (ammizade-i Nebevî) nakl-i sahih ile haber veriyor ki: "Gazve-i Bedir'de, gök ile yer arasýnda, beyaz libaslý atlý zâtlarý gördük."

 

Hem Hazret-i Hamza Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'dan niyaz etti ki: "Ben Cebrail'i görmek istiyorum." Kâ'be'de ona gösterdi. Dayanamadý, bîhuþ oldu, yere düþtü. Bu çeþit melâikeleri görmek vukuatý çoktur. Bütün bu vukuat, bir nevi mu'cize-i Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm'ý gösteriyor ve delâlet ediyor ki; onun misbâh-ý Nübüvvetine melâikeler dahi pervanelerdir.

 

Cinnîler ise; onlar ile görüþmek ve görmek, deðil sahâbeler, belki avam-ý ümmet dahi çoklarý ile görüþmeleri çok vuku buluyor. Fakat en kat'î, en sahih haber ile eimme-i hadîs bize diyorlar ki: Ýbn-i Mes'ud "Batn-ý Nahl'de ecinnilerin ihtidasý gecesinde, ecinnileri gördüm ve Sudan kabilesinden Zutt denilen uzun boylu taifeye benzettim, onlara benziyordular."

 

sh: » (M: 168)

 

Hem meþhurdur ve hadîs imamlarý tahric ve kabul ettikleri Hazret-i Hâlid Ýbn-i Velid vak'asýdýr ki: Uzza denilen sanemi tahrib ettikleri vakit, siyah bir kadýn þeklinde, o sanem içinden bir cinniye çýktý. Hazret-i Hâlid, bir kýlýnç ile o cinniyeyi iki parça etti. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, o hâdise için ferman etmiþ ki: "Uzza sanemi içinde ona ibadet ediliyordu, daha ona ibadet edilmez."

 

Hem Hazret-i Ömer'den meþhur bir haberdir ki, demiþ: "Biz Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn yanýnda iken, ihtiyar þeklinde, elinde bir asâ, "Hâme" isminde bir cinnî geldi, îman etti. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ona kýsa surelerden birkaç sureyi ders verdi. Dersini aldý, gitti. Þu âhirki hâdiseye, çendan bazý hadîs imamlarý iliþmiþler; fakat mühim imamlar, sýhhatine hükmetmiþler. Her ne ise, bu nevide uzun söylemeye lüzum yok; misâlleri çoktur.

 

Hem deriz ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn nuruyla, terbiyesiyle ve onun arkasýnda gitmesiyle, binler Þeyh-i Geylanî gibi aktablar, asfiyalar, melâikeler ve cinler ile görüþmüþler ve konuþuyorlar ve bu hâdise, yüz tevatür derecesinde ve çok kesrettedir. Evet ümmet-i Muhammed'in (A.S.M.) melâike ve cinlerle temaslarý ve tekellümleri ise, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn terbiye ve irþad-ý i'cazkâranesinin bir eseridir.

 

Üçüncü Þu'be: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn hýfzý ve ismeti, bir mu'cize-i bâhiredir. وَاللّهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ âyet-i kerimesinin hakikat-ý bâhiresi, çok mu'cizatý gösterir. Evet Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm çýktýðý vakit, deðil yalnýz bir taifeye, bir kavme, bir kýsým ehl-i siyasete veya bir dine; belki umum padiþahlara ve umum ehl-i dine tek baþýyla meydan okudu. Halbuki onun amucasý en büyük düþman ve kavim ve kabilesi düþman iken; yirmiüç sene nöbetdarsýz, tekellüfsüz, muhafazasýz ve pek çok defa sû'-i kasde maruz kaldýðý halde, kemal-i saadetle, rahat döþeðinde vefat edip, Mele-i A'lâ'ya çýkmasýna kadar hýfz u ismeti, وَاللّهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ ne kadar kuvvetli bir hakikatý ifade ettiðini ve ne kadar metin bir nokta-i istinad olduðunu, güneþ gibi gösterir. Biz yalnýz nümune için, kat'iyet

 

sh: » (M: 169)

 

kesbetmiþ birkaç hâdiseyi zikredeceðiz:

 

Birinci Hâdise: Ehl-i siyer ve hadîs, müttefikan haber veriyorlar ki: Kureyþ kabilesi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ý öldürtmek için, kat'î ittifak ettiler. Hattâ insan suretine girmiþ bir þeytanýn tedbiriyle, Kureyþ içine fitne düþmemek için, her kabileden lâakal bir adam içinde bulunup, ikiyüze yakýn, Ebu Cehil ve Ebu Leheb'in taht-ý hükmünde olarak, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn hane-i saadetini bastýlar. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn yanýnda Hazret-i Ali vardý. Ona dedi: "Sen bu gece benim yataðýmda yat." Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm beklemiþ, tâ Kureyþ gelmiþ, bütün hanenin etrafýný tutmuþlar. O vakit çýktý, bir parça toprak baþlarýna attý. Hiç birisi onu görmedi, içlerinden çýktý gitti. Gâr-ý Hira'da iki güvercin ve bir örümcek, bütün Kureyþ'e karþý ona nöbetdar olup, muhafaza ettiler.

 

Ýkinci Hâdise: Vakýat-ý kat'iyedendir ki, maðaradan çýkýp Medine tarafýna gittikleri vakit, Kureyþ rüesasý mühim bir mal mukabilinde, Süraka isminde gayet cesur bir adamý gönderdiler; tâ takib edip, onlarý öldürmeye çalýþsýn. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Ebu Bekir-i Sýddîk ile beraber gârdan çýkýp giderken gördüler ki, Süraka geliyor. Ebu Bekir-i Sýddýk telaþ etti. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm maðarada dediði gibi لاَ َتحْزَنْ اِنَّ اللّهَ مَعَنَا dedi. Süraka'ya bir baktý, Süraka'nýn atýnýn ayaklarý yere saplandý kaldý. Tekrar kurtuldu, yine takib etti. Tekrar atýnýn ayaklarýnýn saplandýðý yerden duman gibi birþey çýkýyordu. O vakit anladý ki: Ne onun elinden ve ne de kimsenin elinden gelmez ki, ona iliþsin. "El-Aman!" dedi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm aman verdi. Fakat dedi: "Git öyle yap ki, baþkasý gelmesin!"

 

Þu hâdise münasebetiyle bunu da beyan ederiz ki: Sahih bir surette haber veriyorlar: Bir çoban, onlarý gördükten sonra Kureyþ'e haber vermek için Mekke'ye gitmiþ. Mekke'ye dâhil olduðu vakit, ne için geldiðini unutmuþ. Ne kadar çalýþmýþ ise, hatýrýna getirememiþ. Mecbur olmuþ dönmüþ. Sonra anlamýþ ki, ona unutturulmuþ.

 

Üçüncü Hâdise: Gazve-i Gatafan ve Enmar'da müteaddid tarîklerle

 

sh: » (M: 170)

 

eimme-i hadîs haber veriyorlar ki: Gavres isminde cesur bir kabile reisi, kimse görmeden tam Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn baþý üzerine gelerek, yalýn kýlýnç elinde olduðu halde, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a dedi: "Kim seni benden kurtaracak?" Demiþ: "Allah!" Sonra böyle dua etti: اَللّهُمَّ اكْفِنِيهِ بِمَا شِئْتَ Birden o Gavres, iki omuzu ortasýna gaibden bir darbe yer; o kýlýnç elinden düþer, yere yuvarlanýr. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm kýlýncý eline alýr, "Þimdi seni kim kurtaracak?" der, sonra afveder. O adam gider taifesine. O pek cür'etkâr, cesur adama herkes hayrette kalýr. "Ne oldu sana, ne için bir þey yapamadýn?" dediler. O dedi: "Hâdise böyle oldu. Ben þimdi, insanlarýn en iyisinin yanýndan geliyorum."

 

Hem þu hâdise gibi, Gazve-i Bedir'de bir münafýk, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ý bir gaflet vaktinde kimse görmeden, tam arkasýndan kýlýnç kaldýrýp vururken, birden Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bakmýþ. O titreyip, kýlýnç elinden yere düþmüþ.

 

Dördüncü Hâdise: Manevî tevatüre yakýn bir þöhretle ve ekser ehl-i tefsirin

 

اِنَّا جَعَلْنَا فِى اَعْنَاقِهِمْ اَغْلاَلاً فَهِىَ اِلَى اْلاَذْقَانِ فَهُمْ مُقْمَحُونَ * {

 

وَجَعَلْنَا مِنْ بَيْنِ اَيْدِيهِمْ سَدّاً وَمِنْ خَلْفِهِمْ سَدّاً فَاَغْشَيْنَاهُمْ فَهُمْ لاَ يُبْصِرُونَ

 

âyetinin sebeb-i nüzulü ve ehl-i tefsir allâmeleri ve ehl-i hadîs imamlarý haber veriyorlar ki: Ebu Cehil yemin etmiþ ki: "Ben secdede Muhammed'i görsem, bu taþla onu vuracaðým." Büyük bir taþ alýp gitmiþ. Secdede gördüðü vakit kaldýrýp vurmakta iken, elleri yukarýda kalmýþ. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm namazý bitirdikten sonra kalkmýþ, Ebu Cehil'in eli çözülmüþ. O ise; ya Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn müsaadesiyle veyahut ihtiyaç kalmadýðýndan çözülmüþ.

 

Hem yine Ebu Cehil kabilesinden -bir tarîkte- Velid Ýbn-i Mugire, yine Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ý vurmak için, büyük bir taþý alýp secdede iken vurmaya gitmiþ; gözü kapanmýþ. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ý Mescid-i

 

sh: » (M: 171)

 

Haram'da görmedi, geldi. Onu gönderenleri de görmüyordu, yalnýz seslerini iþitiyordu. Tâ Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm namazdan çýktý, ihtiyaç kalmadýðýndan onun gözü de açýldý.

 

Hem nakl-i sahih ile Ebu Bekir-i Sýddîk'tan haber veriyorlar ki: Sure-i تَبَّتْ يَدَا اَبِى لَهَبٍ nâzil olduktan sonra, Ebu Leheb'in karýsý Ümm-ü Cemil denilen "Hammalet-el Hatab" bir taþ alýp, Mescid-i Haram'a gelmiþ. Ebu Bekir ile Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm orada oturuyorlarmýþ. Gözü Ebu Bekir-i Sýddîk'ý görüyor, soruyor: "Yâ Ebâ Bekir! Senin arkadaþýn nerede? Ben iþitmiþim ki, beni hicvetmiþ. Ben görsem, bu taþý aðzýna vuracaðým." Yanýnda iken Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ý görmemiþ. Elbette hýfz-ý Ýlâhîde olan bir Sultan-ý Levlâk'i, böyle bir Cehennem oduncusu, onun huzuruna girip göremez. Aðzýna mý düþmüþ!..

 

Beþinci Hâdise: Haber-i sahih ile haber veriliyor ki: Âmir Ýbn-i Tufeyl ve Erbed Ýbn-i Kays ikisi ittifak ederek Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn yanýna gitmiþler. Âmir demiþ: "Ben onu meþgul edeceðim, sen onu vuracaksýn!" Sonra bakýyor ki, birþey yapmýyor. Gittikten sonra arkadaþýna dedi: "Neden vurmadýn?" Dedi: "Nasýl vuracaðým, ne kadar niyet ettim, bakýyorum ki, ikimizin ortasýna sen geçiyorsun. Seni nasýl vuracaðým?"

 

Altýncý Hâdise: Nakl-i sahih ile haber veriliyor ki: Gazve-i Uhud'da veya Huneyn'de Þeybe Ýbn-i Osman-el Hacebî -ki, Hazret-i Hamza, onun hem amucasýný, hem pederini öldürmüþtü- intikamýný almak için gizli geldi. Tâ Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn arkasýndan yalýn kýlýnç kaldýrdý. Birden kýlýnç elinden düþtü. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ona baktý, elini göðsüne koydu. Þeybe der ki: "O dakikada dünyada ondan daha sevgili adam bana olmazdý." Ýmana geldi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etti: "Haydi git, harbet!" Þeybe dedi: "Ben gittim, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm önünde harbettim. Eðer o vakit pederim de rastgelseydi, vuracaktým."

 

Hem Feth-i Mekke gününde Fedale namýnda birisi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn yanýna vurmak niyetiyle geldi.

 

sh: » (M: 172)

 

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ona bakýp tebessüm etti, "Nefsinle ne konuþtun?" dedi ve Fedale için taleb-i maðfiret etti. Fedale îmana geldi ve dedi ki: "O vakit ondan daha ziyade dünyada sevgilim olmazdý."

 

Yedinci Hâdise: -Nakl-i sahih ile- Yahudiler sû'-i kasd niyetiyle, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn oturduðu yere üstünden büyük bir taþ atmak ânýnda, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm o dakikada hýfz-ý Ýlahî ile kalkmýþ; o sû'-i kasd de akîm kalmýþ.

 

Bu yedi misâl gibi çok hâdiseler vardýr. Baþta Ýmam-ý Buharî ve Ýmam-ý Müslim ve eimme-i hadîs, Hazret-i Âiþe'den naklediyorlar ki: وَاللّهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ âyeti nâzil olduktan sonra, arasýra Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ý muhafaza eden zâtlara ferman etti: يَا اَيُّهَا النَّاسُ انْصَرِفُوا فَقَدْ عَصَمَنِى رَبِّى عَزَّ وَجَلَّ Yani: "Nöbetdarlýða lüzum yok, benim Rabbim beni hýfzediyor."

 

Ýþte þu risale de, baþtan buraya kadar gösteriyor ki: Þu kâinatýn her nev'i, her âlemi; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ý tanýr, alâkadardýr. Herbir nev'-i kâinatta, onun mu'cizatý görünüyor. Demek o Zât-ý Ahmediye (A.S.M.) Cenab-ý Hakk'ýn -fakat kâinatýn Hâlýký itibariyle ve bütün mahlukatýn Rabbi ünvanýyla- memurudur ve resulüdür. Evet nasýlki bir padiþahýn büyük ve müfettiþ bir memurunu herbir daire bilir ve tanýr; hangi daireye girse, onunla münasebetdar olur. Çünki umumun padiþahý namýna bir memuriyeti var. Eðer meselâ yalnýz adliye müfettiþi olsa, o vakit adliye dairesiyle münasebetdar olur. Baþka daireler onu pek tanýmaz. Ve askeriye müfettiþi olsa, mülkiye dairesi onu bilmez. Öyle de, anlaþýlýyor ki; bütün devair-i saltanat-ý Ýlâhiyede, melekten tut tâ sineðe ve örümceðe kadar herbir taife onu tanýr ve bilir veya bildirilir. Demek Hâtem-ül Enbiya ve Resul-i Rabb-il Âlemîn'dir. Ve umum enbiyanýn fevkinde risaletinin þümulü var.

 

ONALTINCI ÝÞARET: Ýrhasat denilen; bi'set-i nübüvvetten evvel fakat nübüvvetle alâkadar olarak vücuda gelen hârikalar dahi, delâil-i nübüvvettir. Þu da üç kýsýmdýr:

 

sh: » (M: 173)

 

BÝRÝNCÝ KISIM: Nass-ý Kur'anla; Tevrat, Ýncil, Zebur ve Suhuf-u Enbiyanýn, nübüvvet-i Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm'a dair verdikleri haberdir. Evet mâdem o kitablar semavîdirler ve mâdem o kitab sahibleri enbiyadýrlar; elbette ve herhalde onlarýn dinlerini nesheden ve kâinatýn þeklini deðiþtiren ve yerin yarýsýný getirdiði bir nur ile ýþýklandýran bir zâttan bahsetmeleri, zarurî ve kat'îdir. Evet küçük hâdiseleri haber veren o kitablar, nev'-i beþerin en büyük hâdisesi olan hâdise-i Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm'ý haber vermemek kabil midir? Ýþte mâdem bilbedahe haber verecekler, herhalde ya tekzib edecekler, tâ ki dinlerini tahribden ve kitablarýný neshden kurtarsýnlar.. veya tasdik edecekler, tâ ki o hakikatlý zât ile, dinleri hurafattan ve tahrifattan kurtulsun. Halbuki dost ve düþmanýn ittifakýyla, tekzib emaresi hiç bir kitabda yoktur. Öyle ise, tasdik vardýr. Mâdem mutlak bir surette tasdik vardýr ve mâdem þu tasdikin vücudunu iktiza eden kat'î bir illet ve esaslý bir sebeb vardýr; biz dahi, o tasdikin vücuduna delalet eden üç hüccet-i katýa ile isbat edeceðiz:

 

Birinci Hüccet: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Kur'anýn lisanýyla onlara der ki: "Kitablarýnýzda, benim tasdîkim ve evsâfým vardýr. Benim beyan ettiðim þeylerde, kitablarýnýz beni tasdik ediyor."

 

قُلْ فَاْتُوا بِالتَّوْرَيةِ فَاتْلُوهَا اِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ { قُلْ تَعَالَوْا نَدْعُ اَبْنَاءَنَا وَاَبْنَاءَكُمْ وَنِسَاءَنَا وَنِسَاءَكُمْ وَاَنْفُسَنَا وَاَنْفُسَكُمْ ثُمَّ نَبْتَهِلْ فَنَجْعَلْ لَعْنَتَ اللّهِ عَلَى الْكَاذِبِينَ

 

 

 

gibi âyetlerle, onlara meydan okuyor. "Tevratýnýzý getiriniz, okuyunuz ve geliniz; biz çoluk ve çocuðumuzu alýp Cenâb-ý Hakk'ýn dergâhýna el açýp, yalancýlar aleyhinde lânetle duâ edeceðiz!" diye mütemadiyen onlarýn baþýna vurduðu halde, hiç Yahudi bir âlim veya Nasranî bir kýssîs, onun bir yanlýþýný gösteremedi. Eðer gösterseydi, pek çok kesrette bulunan ve pek çok inadlý ve hasedli olan kâfirler ve münâfýk Yahudiler ve bütün âlem-i küfür, her tarafta ilân edeceklerdi. Hem demiþ: "Ya yanlýþýmý bulunuz veyahut sizinle mahvoluncaya kadar cihad edeceðim!" Halbuki bunlar, harbi ve periþaniyeti ve hicreti ihtiyar ettiler. Demek yanlýþýný bulamadýlar. Bir yanlýþ bulunsaydý, onlar kurtulurlardý...

 

 

 

sh: » (M: 174)

 

Ýkinci Hüccet: Tevrat, Ýncil ve Zebur'un ibareleri; Kur'an gibi i'cazlarý olmadýðýndan, hem mütemadiyen tercüme tercüme üstüne olduðundan, pek çok yabanî kelimeler içlerine karýþtý. Hem müfessirlerin sözleri ve yanlýþ tevilleri, onlarýn âyetleriyle iltibas edildi; hem bazý nâdanlarýn ve bazý ehl-i garazýn tahrifatý da ilâve edildi. Þu surette o kitablarda tahrifat, taðyirat çoðaldý. Hattâ Þeyh Rahmetullah-i Hindî (allâme-i meþhur) kütüb-ü sâbýkanýn binler yerde tahrifatýný, keþiþlerine ve Yahudi ve Nasara ûlemasýna isbat ederek, iskât etmiþ. Ýþte bu kadar tahrifatla beraber, þu zamanda dahi meþhur Hüseyin-i Cisrî (Rahmetullahi Aleyh) o kitablardan yüz ondört delil nübüvvet-i Ahmediyeye dair çýkarmýþtýr. "Risale-i Hamîdiye"de yazmýþ. O risaleyi de, Manastýrlý Merhum Ýsmail Hakký tercüme etmiþ. Kim arzu ederse, ona müracaat eder, görür.

 

Hem pek çok Yahudi ulemasý ve Nasara ulemasý, ikrar ve itiraf etmiþler ki: "Kitablarýmýzda Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn evsafý yazýlýdýr." Evet gayr-ý müslim olarak baþta meþhur Rum Meliklerinden Hirakl itiraf etmiþ, demiþ ki: "Evet

Îsâ Aleyhisselâm, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'dan haber veriyor."

 

Hem Rum Meliki Mukavkis namýnda Mýsýr hâkimi ve ulema-i Yehud'un en meþhurlarýndan Ýbn-i Suriya ve Ýbn-i Ahtab ve onun kardeþi Kâ'b Bin Esed ve Zübeyr Bin Bâtýya gibi meþhur ulema ve reisler, gayr-ý müslim kaldýklarý halde ikrar etmiþler ki: "Evet kitablarýmýzda onun evsafý vardýr, ondan bahsediyorlar."

 

Hem Yehud'un meþhur ulemasýndan ve Nasara'nýn meþhur kýssîslerinden, kütüb-ü sâbýkada evsaf-ý Muhammediyeyi (A.S.M.) gördükten sonra inadý terkedip îmana gelenler, evsafýný Tevrat ve Ýncil'de göstermiþler ve sair Yahudi ve Nasranî ulemasýný onunla ilzam etmiþler. Ezcümle, meþhur Abdullah Ýbn-i Selâm ve Veheb Ýbn-i Münebbih ve Ebî Yâsir ve Þâmul (ki bu zât, Melik-i Yemen Tübba' zamanýnda idi. Tübba' nasýl gýyaben ve bi'setten evvel iman getirmiþ, Þâmul de öyle.) ve Sa'ye'nin iki oðlu olan Esid ve Sa'lebe ki; Ýbn-i Heyban denilen bir ârif-i billah bi'setten evvel Benî Nadîr Kabilesine misafir olmuþ. قَرِيبٌ ظُهُورُ نَبِىٍّ هذَا دَارُ هِجْرَتِهِ demiþ, orada vefat etmiþ. Sonra o kabile Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ile harbettikleri

 

sh: » (M: 175)

 

zaman Esid ve Sa'lebe meydana çýktýlar, o kabileye baðýrdýlar: وَاللّهِ هُوَ الَّذِى عَهَدَ اِلَيْكُمْ فِيهِ ابْنُ هَيْبَان Yani: "Ýbn-i Heyban'ýn haber verdiði zât budur; onunla harbetmeyiniz!" Fakat onlar onlarý dinlemediler, belâlarýný buldular.

 

Hem ulema-i Yehud'dan Ýbn-i Bünyamin ve Muhayrýk ve Kâ'b-ül Ahbar gibi çok ulema-i Yehud, evsaf-ý Nebeviyeyi kitablarýnda gördüklerinden, îmana gelmiþler; sair îmana gelmeyenleri de ilzam etmiþler.

 

Hem ulema-i Nasara'dan, bahsi geçen meþhur Buheyra-i Rahib ki; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Þam tarafýna amucasýyla gittiði vakit oniki yaþýnda idi. Buheyra-i Rahib, onun hatýrý için Kureyþîleri davet etmiþ. Baktý ki, kafileye gölge eden bir parça bulut, daha kafile yerinde gölge ediyor. "Demek aradýðým adam orada kalmýþ!" Sonra adam göndermiþ, onu da getirtmiþ. Ebu Tâlib'e demiþ: "Sen dön Mekke'ye git! Yahudiler hasûddurlar; bunun evsafý Tevrat'ta mezkûrdur; hýyanet ederler."

 

Hem Nastur-ul Habeþe ve Habeþ Reisi olan Necaþî, evsaf-ý Muhammediyeyi (A.S.M.) kitablarýnda gördükleri için, beraber îman etmiþler.

 

Hem Daðatýr isminde meþhur bir Nasranî âlimi; evsafýný görmüþ, îman etmiþ; Rumlar içinde ilân etmiþ, þehid edilmiþ.

 

Hem Nasranî rüesasýndan Hâris Ýbn-i Ebî Þümer-il Gasanî ve Þam'ýn büyük dinî reisleri ve melikleri, yani Sahib-i Ýlya ve Hirakl ve Ýbn-i Natur ve Cârud gibi meþhur zâtlar, kitablarýnda evsafýný görmüþler ve îman etmiþler. Yalnýz Hirakl, dünya saltanatý için îmanýný izhar etmemiþ.

 

Hem bunlar gibi Selman-ül Farisî, o da evvel nasranî idi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn evsafýný gördükten sonra, onu arýyordu.

 

Hem Temim namýnda mühim bir âlim, hem meþhur Habeþ Reisi Necaþî, hem Habeþ nasarasý, hem Necran papazlarý; bütün müttefikan haber veriyorlar ki: "Biz, evsaf-ý Nebeviyeyi kitablarýmýzda gördük, onun için îmana geldik."

 

Üçüncü Hüccet: Ýþte bir nümune olarak Tevrat, Ýncil, Zebur'un

 

sh: » (M: 176)

 

Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'a ait âyetlerinin birkaç nümunesini göstereceðiz:

 

Birincisi: Zebur'da þöyle bir âyet var:

 

اَللّهُمَّ ابْعَثْ لَنَا مُقِيمَ السُّنَّةِ بَعْدَ الْفَتْرَةِ "Mukîm-üs Sünne" ise, ism-i Ahmedîdir.

 

Ýncil'in âyeti:

 

قَالَ الْمَسِيحُ اِنِّى ذَاهِبٌ اِلَى اَبِى وَ اَبِيكُمْ لِيَبْعَثَ لَكُمُ الْفَارَقْلِيطًا Yani: "Ben gidiyorum, tâ size Faraklit gelsin!" Yani, Ahmed gelsin.

 

Ýncil'in ikinci bir âyeti: اِنِّى اَطْلُبُ مِنْ رَبِّى فَارَقْلِيطًا يَكُونُ مَعَكُمْ اِلَى اْلاَبَدِ Yani: "Ben Rabbimden; hakký bâtýldan farkeden bir peygamberi istiyorum ki, ebede kadar beraberinizde bulunsun." Faraklit, اَلْفَارِقُ بَيْنَ الْحَقِّ وَ الْبَاطِلِ manasýnda Peygamber'in o kitablarda ismidir.

 

Tevrat'ýn âyeti:

 

اِنَّ اللّهَ قَالَ ِلاِبْرَاهِيمَ اِنَّ هَاجَرَ تَلِدُ وَيَكُونُ مِنْ وَلَدِهَا مَنْ يَدُهُ فَوْقَ الْجَمِيعِ وَيَدُ الْجَمِيعِ مَبْسُوطَةٌ اِلَيْهِ بِالْخُشُوعِ

 

Yani: "Hazret-i Ýsmail'in validesi olan Hacer, evlâd sahibesi olacak ve onun evlâdýndan öyle birisi çýkacak ki, o veledin eli, umumun fevkinde olacak ve umumun eli huþu' ve itaatle ona açýlacak."

 

Tevrat'ýn ikinci bir âyeti:

 

وَقَالَ يَا مُوسَى اِنِّى مُقِيمٌ لَهُمْ نَبِيّاً مِنْ بَنِى اِخْوَتِهِمْ مِثْلَكَ وَاُجْرِى قَوْلِى فِى فَمِهِ وَالرَّجُلُ الَّذِى لاَيَقْبَلُ قَوْلَ النَّبِىِّ الَّذِى يَتَكَلَّمُ بِاِسْمِى فَاَنَا اَنْتَقِمُ مِنْهُ

 

Yani: "Benî Ýsrail'in kardeþleri olan Benî Ýsmail'den senin gibi birini göndereceðim. Ben sözümü onun aðzýna koyacaðým, benim vahyimle konuþacak. Onu kabul etmeyene azab vereceðim."

 

 

 

sh: » (M: 177)

 

Tevrat'ýn üçüncü bir âyeti:

 

قَالَ مُوسَى رَبِّ اِنِّى اَجِدُ فِى التَّوْرَاةِ اُمَّةً هُمْ خَيْرُ اُمَّةٍ اُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ يَاْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَيُؤْمِنُونَ بِاللّهِ فَاجْعَلْهُمْ اُمَّتِى قَالَ تِلْكَ اُمَّةُ مُحَمَّدٍ

 

Ýhtar: Muhammed ismi, o kitablarda "Müþeffah" ve "El-Münhamenna" ve "Hýmyata" gibi Süryanî isimler suretinde, "Muhammed" manasýndaki Ýbranî isimleriyle gelmiþ. Yoksa sarih Muhammed ismi az vardý. Sarih miktarýný dahi, hasûd Yahudiler tahrif etmiþler.

 

Zebur'un âyeti:

 

يَا دَاوُدُ يَاْتِى بَعْدَكَ نَبِيّ ٌيُسَمّىَ اَحْمَدَ وَمُحَمَّدًا صَادِقًا سَيِّدًا اُمَّتُهُ مَرْحُومَةٌ

 

Hem Abadile-i Seb'adan ve kütüb-ü sâbýkada çok tedkikat yapan Abdullah Ýbn-i Amr Ýbn-il Âs ve meþhur ulema-i Yehud'dan en evvel Ýslâm'a gelen Abdullah Ýbn-i Selâm ve meþhur Kâ'b-ül Ahbar denilen Benî Ýsrail'in allâmelerinden; o zamanda daha çok tahrifata uðramayan Tevrat'ta aynen þu gelecek âyeti ilân ederek göstermiþler. Âyetin bir parçasý þudur ki: Hz. Mûsâ ile hitabdan sonra, gelecek peygambere hitaben þöyle diyor:

 

يَا اَيُّهَا النَّبِىُّ اِنَّا اَرْسَلْنَاكَ شَاهِدًا وَمُبَشِّرًا وَنَذِيرًا وَحِرْزًا ِلْلاُمِّيِّينَ اَنْتَ عَبْدِى سَمَّيْتُكَ الْمُتَوَكِّلَ لَيْسَ بِفَظٍّ وَلاَ غَلِيظٍ وَلاَ صَخَّابٍ فِى اْلاَسْوَاقِ وَلاَ يَدْفَعُ بالسَّيِّئَةِ السَّيِّئَةَ بَلْ يَعْفُو وَيَغْفِرُ وَلَنْ يَقْبِضَهُ اللّهُ حَتّىَ يُقِيمَ بِهِ الْمِلَّةَ الْعَوْجَاءَ بِاَنْ يَقُولُوا لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ

 

Tevrat'ýn bir âyeti daha:

 

مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّهِ مَوْلِدُهُ بِمَكَّةَ وَهِجْرَتُهُ بِطَيْبَةَ وَمُلْكُهُ بِالشَّامِ وَاُمَّتُهُ الْحَمَّادُونَ

 

sh: » (M: 178)

 

Ýþte þu âyette "Muhammed" lafzý, Muhammed manasýnda Süryanî bir isimle gelmiþtir.

 

Tevrat'ýn diðer bir âyeti daha:

 

اَنْتَ عَبْدِى وَرَسُولِى سَمَّيْتُكَ الْمُتَوَكِّلَ

 

 

 

Ýþte þu âyette, Benî Ýshak'ýn kardeþleri olan Benî Ýsmail'den ve Hazret-i Mûsâ'dan sonra gelen peygambere hitab ediyor.

 

Tevrat'ýn diðer bir âyeti daha: عَبْدِىَ الْمُخْتَارُ لَيْسَ بِفَظٍّ وَلاَ غَلِيظٍ Ýþte "Muhtar"ýn manasý; "Mustafa"dýr, hem ism-i Nebevîdir.

 

Ýncil'de, Ýsa'dan sonra gelen ve Ýncil'in birkaç âyetinde "Âlem Reisi" ünvanýyla müjde verdiði Nebinin tarifine dair: مَعَهُ قَضِيبٌ مِنْ حَدِيدٍ يُقَاتِلُ بِهِ وَاُمَّتُهُ كَذلِكَ Ýþte þu âyet gösteriyor ki: "Sahib-üs seyf ve cihada memur bir peygamber gelecektir." Kadîb-i Hadîd, kýlýnç demektir. Hem ümmeti de onun gibi sahib-üs seyf, yani cihada memur olacaðýný, Sure-i Feth'in âhirinde وَ مَثَلُهُمْ فِى اْلاِْنجِيلِ كَزَرْعٍ اَخْرَجَ شَطْاَهُ فَآزَرَهُ فَاسْتَغْلَظَ فَاسْتَوَى عَلَى سُوقِهِ يُعْجِبُ الزُّرَّاعَ لِيَغِيظَ بِهِمُ الْكُفَّارَ âyeti, Ýncil'in þu âyeti gibi, baþka âyetlerine iþaret edip, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm sahib-üs seyf ve cihada memur olduðunu Ýncil ile beraber ilân ediyor.

 

Tevrat'ýn Beþinci Kitabýnýn Otuzüçüncü Babýnda þu âyet var: "Hak Teâlâ, Tur-i Sina'dan ikbal edip bize Sâîr'den tulû' etti ve Fâran Daðlarýnda zâhir oldu."

 

Ýþte þu âyet nasýlki "Tur-i Sina'da ikbal-i Hak" fýkrasýyla nübüvvet-i Mûseviyeyi ve Þam Daðlarý'ndan ibaret olan "Sâîr'den tulû-u Hak" fýkrasýyla, nübüvvet-i Îseviyeyi ihbar eder. Öyle de bil'ittifak Hicaz Daðlarý'ndan ibaret olan Fâran Daðlarý'ndan zuhur-u Hak fýkrasýyla, bizzarure Risalet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) haber veriyor. Hem Sure-i Feth'in âhirinde

 

sh: » (M: 179)

 

ذلِكَ مَثَلُهُمْ فِى التَّوْرَيةِ hükmünü tasdikan, Tevrat'ta Fâran Daðlarý'ndan zuhur eden peygamberin sahâbeleri hakkýnda þu âyet var: "Kudsîlerin bayraklarý beraberindedir ve onun saðýndadýr." "Kudsîler" namýyla tavsif eder. Yani: "Onun sahâbeleri kudsî, sâlih evliyalardýr."

 

Eþ'iya Paygamber'in kitabýnda, Kýrkikinci Babýnda þu âyet vardýr: "Hak Sübhanehu âhir zamanda, kendinin ýstýfagerde ve bergüzidesi kulunu ba's edecek ve ona Ruh-ul Emîn Hazret-i Cibril'i yollayýp, din-i Ýlâhîsini ona talim ettirecek. Ve o dahi, Ruh-ül Emîn'in talimi veçhile nâsa talim eyliyecek ve beyn-en nâs hak ile hükmedecektir. O bir nurdur, halký zulümattan çýkaracaktýr. Rabbin bana kablelvuku' bildirdiði þeyi, ben de size bildiriyorum."

 

Ýþte þu âyet gayet sarih bir surette, Âhirzaman Peygamberi olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn evsafýný beyan ediyor.

 

Miþail namýyla müsemma Mihail Peygamber'in kitabýnýn Dördüncü Babýnda þu âyet var: "Âhirzamanda bir ümmet-i merhume kaim olup, orada Hakk'a ibadet etmek üzere, mübarek daðý ihtiyar ederler. Ve her iklimden orada birçok halk toplanýp, Rabb-ý Vâhid'e ibadet ederler. Ona þirk etmezler."

 

Ýþte þu âyet, zâhir bir surette dünyanýn en mübarek daðý olan Cebel-i Arafat ve orada her iklimden gelen hacýlarýn tekbir ve ibadetlerini ve ümmet-i merhume namýyla þöhretþiar olan ümmet-i Muhammediyeyi tarif ediyor.

 

Zebur'da Yetmiþikinci Babýnda þu âyet var:

 

"Bahirden bahire mâlik ve nehirlerden, Arz'ýn makta' ve müntehasýna kadar mâlik ola.. ve kendisine Yemen ve Cezayir Mülûkü hediyeler götüreler.. ve padiþahlar ona secde ve inkýyad edeler.. ve her vakit ona salât ve her gün kendisine bereketle dua oluna.. ve envarý Medine'den münevvir ola.. ve zikri ebed-ül âbâd devam ede.. onun ismi, þemsin vücudundan evvel mevcuddur. Onun adý, güneþ durdukça münteþir ola..."

 

Ýþte þu âyet, pek aþikâr bir tarzda Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâm'ý tavsif eder. Acaba Hazret-i Davud Aleyhisselâm'dan

 

sh: » (M: 180)

 

sonra Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'dan baþka hangi nebi gelmiþ ki; þarktan garba kadar dinini neþretmiþ ve mülûkü cizyeye baðlamýþ ve padiþahlarý kendine secde eder gibi bir inkýyad altýna almýþ ve her gün nev'-i beþerin humsunun salavat ve dualarýný kendine kazanmýþ ve envarý Medine'den parlamýþ kim var? Kim gösterilebilir?

 

Hem Türkçe Yuhanna Ýncili'nin Ondördüncü Bab ve otuzuncu âyeti þudur: "Artýk sizinle çok söyleþmem, zira bu âlemin reisi geliyor. Ve bende, onun nesnesi aslâ yoktur!" Ýþte "Âlemin Reisi" tabiri, "Fahr-i Âlem" demektir. Fahr-i Âlem ünvaný ise, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn en meþhur ünvanýdýr.

 

Yine Ýncil-i Yuhanna, Onaltýncý Bab ve yedinci âyeti þudur: "Amma ben, size hakký söylüyorum. Benim gittiðim, size faidelidir. Zira ben gitmeyince, tesellici size gelmez." Ýþte bakýnýz! Reis-i Âlem ve insanlara hakikî teselli veren, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'dan baþka kimdir? Evet Fahr-i Âlem odur ve fâni insanlarý idam-ý ebedîden kurtarýp teselli veren odur.

 

Hem Ýncil-i Yuhanna, Onaltýncý Bab, sekizinci âyeti: "O dahi geldikte; dünyayý günaha dair, salaha dair ve hükme dair ilzam edecektir." Ýþte dünyanýn fesadýný salaha çeviren ve günahlardan ve þirkten kurtaran ve siyaset ve hâkimiyet-i dünyayý tebdil eden Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'dan baþka kim gelmiþ?

 

Hem Ýncil-i Yuhanna, Onaltýncý Bab, onbirinci âyet: "Zira bu âlemin reisinin gelmesinin hükmü gelmiþtir." Ýþte "Âlemin Reisi" (Hâþiye) elbette Seyyid-ül Beþer olan Ahmed-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'dýr.

 

(Hâþiye): Evet, o Zât, öyle bir reis ve sultandýr ki; binüçyüz elli senede ve ekser asýrlardan herbir asýrda, lâakal üçyüz elli milyon tebaasý ve raiyeti var. Kemal-i teslim ve inkýyadla, evamirine itaat ederler, her gün ona selâm etmekle tecdid-i biat ederler.

 

Hem Ýncil-i Yuhanna, Onikinci Bab ve onüçüncü âyet: "Amma o Hak ruhu geldiði zaman, sizi bilcümle hakikata irþad edecektir. Zira kendisinden söylemiyor. Bilcümle iþittiðini söyleyerek, gelecek nesnelerden size haber verecek." Ýþte bu âyet sarihtir. Acaba umum insanlarý birden hakikata davet eden ve her haberini vahiyden veren ve Cebrail'den iþittiðini söyleyen ve kýyamet ve

 

sh: » (M: 181)

 

âhiretten tafsilen haber veren, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'dan baþka kimdir ve kim olabilir?

 

Hem Kütüb-ü Enbiya'da, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn Muhammed, Ahmed, Muhtar mânasýnda Süryanî ve Ýbranî isimleri var. Ýþte Hazret-i Þuayb'ýn suhufunda ismi, Muhammed mânasýnda "Müþeffah"týr.

 

Hem Tevrat'ta yine Muhammed mânasýnda "Münhamenna", hem Nebiyy-ül Haram mânasýnda "Hýmyata". Zebur'da "El-Muhtar" ismiyle müsemmadýr. Yine Tevrat'ta "El-Hâtem-ül Hâtem". Hem Tevrat'ta ve Zebur'da "Mukîm-üs Sünne". Hem Suhuf-u Ýbrahim ve Tevrat'ta "Mazmaz"dýr. Hem Tevrat'ta "Ahyed"dir.

 

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm demiþ:

 

اِسْمِى فِى الْقُرْآنِ مُحَمَّدٌ وَفِى اْلاِنْجِيلِ اَحْمَدُ وَفِى التَّوْراةِ اَحْيَدُ buyurmuþtur. Hem Ýncil'de, Esmâ-i Nebevîden "Sahib-ül Kadîbi ve-l Hirave" yani "seyf ve asâ sahibi." Evet sahib-üs seyf enbiyalar içinde en büyüðü; ümmetiyle cihada memur, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'dýr. Yine Ýncil'de "Sahib-üt Tâc"dýr. Evet "Sahib-üt Tâc" ünvaný, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a mahsustur. Tâc, amâme yani sarýk demektir. Eski zamanda milletler içinde, milletçe umumiyet itibariyle sarýk ve agel saran, Kavm-i Arabdýr. Ýncil'de "Sahib-üt Tâc", kat'î olarak "Resul-i Ekrem" (Aleyhissalâtü Vesselâm) demektir.

 

Hem Ýncil'de "El-Baraklit" veyahut "El-Faraklit" ki Ýncil tefsirlerinde, "Hak ve bâtýlý birbirinden tefrik eden hakperest" mânasý verilmiþ ki; sonra gelecek insanlarý, hakka sevkedecek zâtýn ismidir.

 

Ýncil'in bir yerinde, Îsâ Aleyhisselâm demiþ: "Ben gideceðim; tâ

 

sh: » (M: 182)

 

dünyanýn reisi gelsin." Acaba Hazret-i Îsâ Aleyhisselâm'dan sonra dünyanýn reisi olacak ve hak ve bâtýlý fark ve temyiz edip Hazret-i Îsâ Aleyhisselâm'ýn yerinde insanlarý irþad edecek, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'dan baþka kim gelmiþtir? Demek Hazret-i Îsâ Aleyhisselâm ümmetine daima müjde ediyor ve haber veriyor ki: Birisi gelecek, bana ihtiyaç kalmayacak. Ben, onun bir mukaddimesiyim ve müjdecisiyim. Nasýlki þu âyet-i kerime:

 

َواِذْ قَالَ عِيسَى ابْنُ مَرْيَمَ يَا بَنِى اِسْرَائِيلَ اِنِّى رَسُولُ اللّهِ اِلَيْكُمْ مُصَدِّقًا ِلمَا بَيْنَ يَدَىَّ مِنَ التَّوْرَيةِ وَمُبَشِّرًا بِرَسُولٍ يَاْتِى مِنْ بَعْدِى اسْمُهُ اَحْمَدُ

 

(Hâþiye) Evet Ýncil'de Hazret-i Îsâ Aleyhisselâm, çok defalar ümmetine müjde veriyor. Ýnsanlarýn en mühim bir reisi geleceðini ve o zâtý da bazý isimler ile yâdediyor. O isimler, elbette Süryanî ve Ýbranîdirler. Ehl-i tahkik görmüþler. O isimler, "Ahmed, Muhammed, Fârik-un Beyn-el Hakk-ý Ve-l Bâtýl" manâsýndadýrlar. Demek Îsâ Aleyhisselâm, çok defa Ahmed Aleyhissalâtü Vesselâm'dan beþaret veriyor.

 

(Hâþiye): اُمَّتُهُ الْحَمَّادُونَ Seyyah-ý meþhur Evliya Çelebi; Hazret-i Þem'un-u Safa'nýn türbesinde, ceylân derisinde yazýlý Ýncil-i Þerîf'te, bu gelen âyeti okumuþtur. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hakkýnda nâzil olan âyet: ايتون Bir oðlan, ازربيون yani: Ýbrahim neslinden ola, روفتون Peygamber ola, لوغسلين yalancý olmaya, بنت O'nun افزولات mevlidi Mekke ola, كه كالوشير sâlihlikle gelmiþ ola, تونومنين onun mübarek adý مواميت (Bu "Mevamit" kelimesi "Memed"den ve "Memed" dahi "Muhammed"den tahrif edilmiþ.) Ahmed Muhammed ola. اسفدوس Ona uyanlar, تاكرديس bu cihan ýssý olalar. بيست بيث dahi, ol cihan ýssý ola.

 

 

 

sh: » (M: 183)

 

Suâl: Eðer desen: "Neden Hazret-i Îsâ Aleyhisselâm, her nebiden ziyade müjde veriyor; baþkalar yalnýz haber veriyorlar, müjde sureti azdýr."

 

Elcevap: Çünki Ahmed Aleyhissalâtü Vesselâm, Îsâ Aleyhisselâm'ý Yahudilerin müdhiþ tekzibinden ve müdhiþ iftiralarýndan ve dinini müdhiþ tahrifattan kurtarmakla beraber.. Îsâ Aleyhisselâm'ý tanýmayan Benî Ýsrail'in suubetli þeriatýna mukabil, sühuletli ve câmi' ve ahkâmca Þeriat-ý Îseviye'nin noksanýný ikmal edecek bir þeriat-ý âliyeye sahibdir. Ýþte onun için çok defa, "Âlemin Reisi geliyor!" diye müjde veriyor.

 

Ýþte Tevrat, Ýncil, Zebur'da ve sair suhuf-u enbiyada çok ehemmiyetle, âhirde gelecek bir peygamberden bahisler var, çok âyetler var. Nasýl bir kýsým nümunelerini gösterdik. Hem çok namlar ile o kitablarda mezkûrdur. Acaba bütün bu Kütüb-ü Enbiyada bu kadar ehemmiyetle, mükerrer âyetlerde bahsettikleri, Âhirzaman Peygamberi Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'dan baþka kim olabilir?..

 

ÝKÝNCÝ KISIM: Ýrhâsâttan ve delâil-i nübüvvetten maksad þudur ki: Bi'set-i Ahmediyeden evvel, zaman-ý fetrette kâhinler, hem o zamanýn bir derece evliya ve ârif-i billah olan bir kýsým insanlarý; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn geleceðini haber vermiþler ve ihbarlarýný da neþretmiþler, þiirleriyle gelecek asýrlara býrakmýþlar. Onlar çoktur; biz, ehl-i siyer ve tarihin nakil ve kabul ettikleri meþhur ve münteþir olan bir kýsmýný zikredeceðiz. Ezcümle:

 

Yemen padiþahlarýndan Tübba' isminde bir melik, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn evsafýný eski kitablarda görmüþ, îman etmiþ. Þöyle bir þiirini ilân etmiþ:

 

شَهِدْتُ عَلَى اَحْمَدَ اَنَّهُ رَسُولٌ مِنَ اللّهِ بَارِى النَّسَمِ

 

فَلَوْ مُدَّ عُمْرِى اِلَى عُمْرِهِ لَكُنْتُ وَزِيرًا لَهُ وَابْنَ عَمٍّ

 

Yani: "Ben Ahmed'in (A.S.M.) Risâletini tasdik ediyorum. Ben onun zamanýna yetiþseydim, ona vezir ve ammizade olurdum." (Yani, Ali gibi ona fedai bir hâdim olurdum.)

 

Ýkincisi: Meþhur Kuss Ýbn-i Sâide ki, kavm-i Arabýn en meþhur

 

sh: » (M: 184)

 

ve mühim hatibi ve muvahhid bir zât-ý ruþenzamirdir. Ýþte þu zât da, bi'set-i Nebevîden evvel Risâlet-i Ahmediyeyi þu þiirle ilân ediyor:

 

اَرْسَلَ فِينَا اَحْمَدَ خَيْرَ نَبِىٍّ قَدْ بُعِثَ { صَلّىَ عَلَيْهِ اللّهُ مَا عَجَّلَهُ رَكْبٌ وَ حُثَّ

 

Üçüncüsü: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn ecdadýndan olan Kâ'b Ýbn-i Lüeyy, Nübüvvet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) ilham eseri olarak þöyle ilân etmiþ:

 

عَلَى غَفْلَةٍ يَاْتِى النَّبِىُّ مُحَمَّدٌ فَيُخْبِرُ اَخْبَارًا صَدُوقًا خَبِيرُهَا

 

Yani: "Füc'eten, Muhammed-ün Nebi gelecek, doðru haberleri verecek."

 

Dördüncüsü: Yemen padiþahlarýndan Seyf Ýbn-i Zîyezen, kütüb-ü sâbýkada Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn evsafýný görmüþ; îman etmiþ, müþtak olmuþ idi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn ceddi Abdülmuttalib Yemen'e kafile-i Kureyþ ile gittiði zaman, Seyf Ýbn-i Zîyezen onlarý çaðýrmýþ. Onlara demiþ ki:

 

اِذَا وُلِدَ بِتِهَامَةَ وَلَدٌ بَيْنَ كَتْفَيْهِ شَامَةٌ كَانَتْ لَهُ اْلاِمَامَةُ وَاِنَّكَ يَا عَبْدَ الْمُطَّلِبِ لَجَدُّهُ

 

Yani: "Hicaz'da bir çocuk dünyaya gelir. Onun iki omuzu arasýnda hâtem gibi bir niþan var. Ýþte o çocuk umum insanlara imam olacak!" Sonra gizli Abdülmuttalib'i çaðýrmýþ, "O çocuðun ceddi de sensin" diye kerâmetkârane, bi'setten evvel haber vermiþ.

 

Beþincisi: Varaka Ýbn-i Nevfel (Hatice-i Kübra'nýn ammizadelerinden) bidayet-i vahiyde Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm telaþ etmiþ. Hatice-i Kübra o hâdiseyi, meþhur Varaka Ýbn-i Nevfel'e hikâye etmiþ. Varaka demiþ: "Onu bana gönder." Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Varaka'nýn yanýna gitmiþ, mebde'-i vahiydeki vaziyeti hikâye etmiþ. Varaka demiþ:

 

بَشِّرْ يَا مُحَمَّدُ اِنِّى اَشْهَدُ اَنَّكَ اَنْتَ النَّبِىُّ الْمُنْتَظَرُ وَبَشَّرَ بِكَ عِيسَى

 

Yani: "Telaþ etme, o halet vahiydir. Sana müjde! Ýntizar edilen Nebi sensin! Îsâ, seninle müjde vermiþ.."

 

sh: » (M: 185)

 

Altýncýsý: Askelân-ul Hýmyerî nam ârif-i billah, bi'setten evvel Kureyþîleri gördüðü vakit, "Ýçinizde dâvâ-yý nübüvvet eden var mý?" "Yok" derlerdi. Sonra bi'set vaktinde yine sormuþ; "Evet" demiþler, "Biri dâvâ-yý nübüvvet ediyor." Demiþ: "Ýþte âlem onu bekliyor."

 

Yedincisi: Nasara ulema-yý benamýndan Ýbn-ül Alâ, bi'setten ve Peygamber'i görmeden evvel haber vermiþ. Sonra gelmiþ. Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ý görmüþ demiþ:

 

وَالَّذِى بَعَثَكَ بِالْحَقِّ لَقَدْ وَجَدْتُ صِفَتَكَ فِى اْلاِنْجِيلِ وَبَشَّرَ بِكَ ابْنُ الْبَتُولِ

 

Yani: "Ben senin sýfatýný Ýncil'de gördüm, îman ettim. Ýbn-i Meryem, Ýncil'de senin geleceðini müjde etmiþ."

 

Sekizincisi: Bahsi geçen Habeþ padiþahý Necaþî demiþ:

 

لَيْتَ لِى خِدْمَتَهُ بَدَلاً عَنْ هذِهِ السَّلْطَنَةِ Yani: "Keþki þu saltanata bedel Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn hizmetkârý olsaydým. O hizmetkârlýk, saltanatýn pek fevkindedir."

 

Þimdi ilham-ý Rabbanî ile gaibden haber veren bu âriflerden sonra; gaibden ruh ve cinn vasýtasýyla haber veren kâhinler, pek sarih bir surette Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn geleceðini ve nübüvvetini haber vermiþler. Onlar çoktur; biz, onlardan meþhurlarý ve manevî tevatür hükmüne geçmiþ ve ekser tarih ve siyerde nakledilmiþ birkaçýný zikredeceðiz. Onlarýn uzun kýssalarýný ve sözlerini siyer kitablarýna havale edip, yalnýz icmalen bahsedeceðiz.

 

Birincisi: Þýkk isminde meþhur bir kâhindir ki; bir gözü, bir eli, bir ayaðý varmýþ. Âdeta yarým insan... Ýþte o kâhin, manevî tevatür derecesinde kat'î bir surette tarihlere geçmiþ ki; Risâlet-i Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm'ý haber verip, mükerreren söylemiþtir.

 

Ýkincisi: Meþhur Þam kâhini Satih'tir ki; kemiksiz, âdeta âzâsýz bir vücud, yüzü göðsü içinde bir acûbe-i hilkat ve çok da yaþamýþ bir kâhindir. Gaibden verdiði doðru haberler, o zaman insanlarda þöhret bulmuþ. Hattâ Kisra (yani Fars padiþahý) gördüðü acîb

 

sh: » (M: 186)

 

rü'yayý ve velâdet-i Ahmediye (A.S.M.) zamanýnda sarayýn ondört þerefesinin düþmesinin sýrrýný Satih'ten sormak için, Muyzan denilen âlim bir elçisini göndermiþ. Satih demiþ: "Ondört zât sizlerde hâkimiyet edecek, sonra saltanatýnýz mahvolacak. Hem birisi gelecek, bir din izhar edecek. Ýþte o sizin din ve devletinizi kaldýracak!" mealinde Kisra'ya haber göndermiþ. Ýþte o Satih, sarih bir surette, âhirzaman peygamberinin gelmesini haber vermiþ.

 

Hem kâhinlerden Sevad Ýbn-i Karib-id Devsî ve Hunâfir ve Ef'asiye Necran ve Cizl Ýbn-i Cizl-il Kindî ve Ýbn-i Halasat-ed Devsî ve Fatýma Bint-i Nu'man-ý Neccariye gibi meþhur kâhinler, siyer ve tarih kitablarýnda tafsilen beyan ettikleri vecih üzere; âhirzaman peygamberinin geleceðini, o peygamber de, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm olduðunu haber vermiþler.

 

Hem Hazret-i Osman'ýn akrabasýndan Sa'd Ýbn-i Bint-i Küreyz kâhinlik vasýtasýyla, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn nübüvvetini gaibden haber almýþ. Bidayet-i Ýslâmiyette Hazret-i Osman-ý Zinnureyn'e demiþ ki: "Sen git iman et." Osman bidayette gelmiþ, îman etmiþ. Ýþte o Sa'd o vakýayý böyle bir þiir ile söylüyor:

 

هَدَى اللّهُ عُثْمَانًا بِقَوْلِى اِلَى الَّتِى بِهَا رُشْدُهُ وَ اللّهُ يَهْدِى اِلَى الْحَقِّ

 

Hem kâhinler gibi; "hâtif" denilen, þahsý görünmeyen ve sesi iþitilen cinnîler, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn geleceðini mükerreren haber vermiþler. Ezcümle:

 

Zeyyab Ýbn-ül Haris'e hâtif-i cinnî böyle baðýrmýþ, onun ve baþkasýnýn sebeb-i Ýslâmý olmuþ:

 

يَا ذَيَابُ يَا ذَيَابُ يَا ذَيَابُ اِسْمَعِ الْعَجَبَ الْعُجَابَ

 

بُعِثَ مُحَمَّدٌ بِالْكِتَابِ يَدْعُو بِمَكَّةَ فَلاَ يُجَابُ

 

Yine bir hâtif-i cinnî, Sâmia Ýbn-i Karret-il Gatafanî'ye böyle baðýrmýþ, bazýlarýný îmana getirmiþtir: جَاءَ الْحَقُّ فَسَطَعَ وَ دُمِّرَ بَاطِلٌ فَانْقَمَعَ

 

Bu hâtiflerin beþaretleri

 

sh: » (M: 187)

 

ve haber vermeleri pek meþhurdur ve çoktur.

 

Hem nasýl kâhinler, hâtifler haber vermiþler; öyle de sanemler dahi ve sanemlere kesilen kurbanlar dahi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn Risâletini haber vermiþler. Ezcümle:

 

Kýssa-i meþhuredendir ki: Mâzen Kabilesinin sanemi baðýrýp demiþ:

 

هذَا النَّبِىُّ الْمُرْسَلُ جَاءَ بِالْحَقِّ الْمُنْزَلِ diyerek, Risalet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) haber vermiþ. Hem Abbas Ýbn-i Mirdas'ýn sebeb-i Ýslâmiyeti olan meþhur vakýa þudur ki: Dýmar namýnda bir sanemi varmýþ; o sanem, bir gün böyle bir ses vermiþ:

 

اَوْدَى ضَمَارُ وَكَانَ يُعْبَدُ مُدَّةً قَبْلَ الْبَيَانِ مِنَ النَّبِىِّ مُحَمَّدٍ

 

Yani: "Muhammed gelmeden evvel bana ibadet ediliyordu, þimdi Muhammed'in beyaný gelmiþ; daha o dalalet olamaz."

 

Hazret-i Ömer, Ýslâmiyetten evvel saneme kesilen bir kurbandan böyle iþitmiþ:

 

يَا آلَ الذَّبِيحِ اَمْرٌ نَجِيحٌ رَجُلٌ فَصِيحٌ يَقُولُ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ

 

Ýþte bu nümuneler gibi çok vakýalar var, mevsuk kitablar kabul edip nakletmiþler.

 

Nasýlki kâhinler, ârif-i billahlar, hâtifler, hattâ sanemler ve kurbanlar, Risalet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) haber vermiþler; herbir hâdise dahi, bir kýsým insanlarýn îmanýna sebeb olmuþ. Öyle de, bazý taþlar üstünde ve kabirlerde ve kabirlerin mezar taþlarýnda hatt-ý kadim ile مُحَمَّدٌ مُصْلِحٌ اَمِينٌ gibi ibareler bulunmuþ; onunla bir kýsým insanlar îmana gelmiþler. Evet hatt-ý kadim ile bazý taþlarda bulunan مُحَمَّدٌ مُصْلِحٌ اَمِينٌ , Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'dan ibarettir. Çünki ondan evvel, zamanýna pek yakýn, yalnýz yedi Muhammed ismi var, baþka yoktur. O yedi adamýn hiçbir cihetle "Muslih-i Emîn" tabirine liyakatlarý yoktur.

 

ÜÇÜNCÜ KISIM: Ýrhâsâttan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Ves-

 

 

 

sh: » (M: 188)

 

 

 

selâm'ýn veladeti hengâmýnda vücuda gelen hârikalardýr ve hâdiselerdir. O hâdiseler, onun veladetiyle alâkadar bir surette vücuda gelmiþ.

 

Hem bi'setten evvel bazý hâdiseler var ki, doðrudan doðruya birer mu'cizesidir. Bunlar çoktur. Nümune olarak, meþhur olmuþ ve eimme-i hadîs kabul etmiþ ve sýhhatleri tahakkuk etmiþ birkaç nümuneyi zikredeceðiz:

 

Birincisi: Veladet-i Nebevî gecesinde hem annesi, hem annesinin yanýnda bulunan Osman Ýbn-il Âs'ýn annesi, hem Abdurrahman Ýbn-i Avf'ýn annesinin gördükleri azîm bir nurdur ki; üçü de demiþler: "Veladeti ânýnda biz öyle bir nur gördük ki; o nur, maþrýk ve maðribi bize aydýnlattýrdý."

 

Ýkincisi: O gece Kâ'be'deki sanemlerin çoðu baþý aþaðý düþmüþ.

 

Üçüncüsü: Meþhur Kisra'nýn eyvâný (yani saray-ý meþhûresi) o gece sallanýp inþikak etmesi ve ondört þerefesinin düþmesidir.

 

Dördüncüsü: Sava'nýn takdis edilen küçük denizinin o gecede yere batmasý ve Ýstahr-Âbad'da bin senedir daima iþ'al edilen, yanan ve sönmeyen, Mecusîlerin Mâbud ittihaz ettikleri ateþin, veladet gecesinde sönmesi. Ýþte þu üç-dört hâdise iþarettir ki: O yeni dünyaya gelen zât; ateþperestliði kaldýracak, Fars saltanatýnýn sarayýný parçalayacak, izn-i Ýlâhî ile olmayan þeylerin takdisini men'edecektir.

 

Beþincisi: Çendan veladet gecesinde deðil, fakat veladete pek yakýn olduðu cihetle, o hâdiseler de irhasat-ý Ahmediyedir ki (A.S.M.), Sure-i اَلَمْ تَرَ كَيْفَ de nass-ý kat'î ile beyan edilen "Vak'a-i Fil"dir ki; Kâ'be'yi tahrib etmek için, Ebrehe namýnda Habeþ Meliki gelip, Fil-i Mahmudî namýnda cesîm bir fili öne sürüp gelmiþ. Mekke'ye yakýn olduðu vakit fil yürümemiþ. Çare bulamamýþ, dönmüþler. Ebabil kuþlarý onlarý maðlub etmiþ ve periþan etmiþ, kaçmýþlar. Bu kýssa-i acîbe, tarih kitablarýnda tafsilen meþhurdur. Ýþte þu hâdise, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn delâil-i nübüvvetindendir. Çünki veladete pek yakýn bir zamanda, kýblesi ve mevlidi ve sevgili vataný olan Kâ'be-i Mükerreme, gaybî ve hârika bir surette Ebrehe'nin tahribinden kurtulmuþtur.

 

sh: » (M: 189)

 

Altýncýsý: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm küçüklüðünde Halime-i Sa'diye'nin yanýnda iken, Halime ve Halime'nin zevcinin þehadetleriyle; güneþten rahatsýz olmamak için, çok defa üstünde bir bulut parçasýnýn ona gölge ettiðini görmüþler ve halka söylemiþler ve o vakýa sýhhatle þöhret bulmuþ.

 

Hem Þam tarafýna oniki yaþýnda iken gittiði vakit, Buheyra-yý Râhib'in þehadetiyle, bir parça bulut, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn baþýna gölge ettiðini görmüþ ve göstermiþ.

 

Hem yine bi'setten evvel Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, bir defa Hatice-i Kübra'nýn Meysere ismindeki hizmetkârýyla ticaretten geldiði zaman, Hatice-i Kübra, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn baþýnda iki meleðin bulut tarzýnda gölge ettiklerini görmüþ. Kendi hizmetkârý olan Meysere'ye demiþ. Meysere dahi Hatice-i Kübra'ya demiþ: "Bütün seferimizde ben öyle görüyordum."

 

Yedincisi: Nakl-i sahih ile sabittir ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, bi'setten evvel bir aðacýn altýnda oturdu; o yer kuru idi, birden yeþillendi. Aðacýn dallarý, onun baþý üzerine eðilip kývrýlarak gölge yapmýþtýr.

 

Sekizincisi: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ufak iken, Ebu Tâlib'in evinde kalýyordu. Ebu Tâlib, çoluk ve çocuðu ile onunla beraber yerlerse, karýnlarý doyardý. Ne vakit o zât yemekte bulunmazsa, tok olmuyorlardý. Þu hâdise hem meþhurdur, hem kat'îdir.

 

Hem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn küçüklüðünde ona bakan ve hizmet eden Ümm-ü Eymen demiþ: "Hiçbir vakit Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm açlýk ve susuzluktan þikayet etmedi, ne küçüklüðünde ve ne de büyüklüðünde."

 

Dokuzuncusu: Murdiasý olan Halîme-i Sa'diye'nin malýnda ve keçilerinin sütünde, kabilesinin hilafýna olarak çok bereketi ve ziyade olmasýdýr. Bu vakýa hem meþhurdur, hem kat'îdir.

 

Hem sinek onu taciz etmezdi, onun cesed-i mübarekine ve libasýna konmazdý. Nasýlki evlâdýndan olan Seyyid Abdülkadir-i Geylanî (K.S.) dahi, ceddinden o hali irsiyet almýþtý; sinek ona da konmazdý.

 

sh: » (M: 190)

 

Onuncusu: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm dünyaya geldikten sonra, bahusus veladet gecesinde, yýldýzlarýn düþmesinin çoðalmasýdýr ki; þu hâdise Onbeþinci Söz'de kat'iyen bürhanlarýyla isbat ettiðimiz üzere; þu yýldýzlarýn sukutu, þeyatîn ve cinlerin gaybî haberlerden kesilmesine alâmet ve iþarettir. Ýþte mâdem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm vahiy ile dünyaya çýktý; elbette yarým yamalak ve yalanlar ile karýþýk, kâhinlerin ve gaibden haber verenlerin ve cinlerin ihbaratýna sed çekmek lâzýmdýr ki, vahye bir þüphe îras etmesinler ve vahye benzemesin. Evet bi'setten evvel kâhinlik çoktu. Kur'an nâzil olduktan sonra onlara hâtime çekti. Hattâ çok kâhinler îmana geldiler. Çünki daha cinler taifesinden olan muhbirlerini bulamadýlar. Demek Kur'an hâtime çekmiþti. Ýþte eski zaman kâhinleri gibi, þimdi de medyumlar suretinde yine bir nevi kâhinlik Avrupa'da ispirtizmacýlarýn içlerinde baþ göstermiþ. Her ne ise...

 

Elhâsýl: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn nübüvvetinden evvel nübüvvetini tasdik ettiren ve tasdik eden pek çok vakýalar, pek çok zâtlar zâhir olmuþlar. Evet dünyaya manen reis olacak (Hâþiye) ve dünyanýn manevî þeklini deðiþtirecek ve dünyayý âhirete mezraa yapacak ve dünyanýn mahlukatýnýn kýymetlerini ilân edecek ve cin ve inse saadet-i ebediyeye yol gösterecek ve fâni cin ve insi idam-ý ebedîden kurtaracak ve dünyanýn hikmet-i hilkatini ve týlsým-ý muðlakýný ve muammasýný açacak ve Hâlýk-ý Kâinat'ýn makasýdýný bilecek ve bildirecek ve o Hâlýk'ý tanýyýp umuma tanýttýracak bir Zât; elbette o daha gelmeden herþey, her nev', her taife onun geleceðini sevecek ve bekleyecek ve hüsn-ü istikbal edecek ve alkýþlayacak ve Hâlýký tarafýndan bildirilirse, o da bildirecek. Nasýlki sâbýk iþaretlerde ve misâllerde gördük ki; her bir nev-i mahlukat, onu hüsn-ü istikbal ediyor gibi mu'cizatýný gösteriyorlar, mu'cize lisanýyla nübüvvetini tasdik ediyorlar.

 

ONYEDÝNCÝ ÝÞARET: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn Kur'andan sonra en büyük mu'cizesi, kendi zâtýdýr. Yani onda içtima' etmiþ ahlâk-ý âliyedir ki; herbir haslette en yüksek tabaka-

 

________________________________

 

(Hâþiye): Evet Sultan-ý LEVLÂKE LEVLÂK, öyle bir reistir ki: Bin üçyüz elli senedir saltanatý devam ediyor. Birinci asýrdan sonra herbir asýrda lâakal üçyüz elli milyon tebaasý ve raiyeti vardýr. Küre-i Arz'ýn yarýsýný bayraðý altýna almýþ ve tebaasý, kemal-i teslimiyetle ona hergün salât ü selâm ile tecdid-i biat ederek emirlerine itaat ederler.

 

sh: » (M: 191)

 

da olduðuna, dost ve düþman ittifak ediyorlar. Hattâ þecaat kahramaný Hazret-i Ali, mükerreren diyordu: "Harbin dehþetlendiði vakit, biz Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn arkasýna iltica edip tahassun ediyorduk." Ve hâkeza... Bütün ahlâk-ý hamîdede en yüksek ve yetiþilmeyecek bir dereceye mâlik idi. Þu mu'cize-i ekberi, Allâme-i Maðrib Kadý Iyaz'ýn Þifa-i Þerif'ine havale ediyoruz. Elhak o zât, o mu'cize-i ahlâk-ý hamîdeyi pek güzel beyan edip isbat etmiþtir. Hem pek büyük ve dost ve düþmanla musaddak bir mu'cize-i Ahmediye (A.S.M) þeriat-ý kübrasýdýr ki, ne misli gelmiþ ve ne de gelecek. Þu mu'cize-i âzamýn bir derece beyanýný, bütün yazdýðýmýz otuzüç Söz ve otuzüç Mektub'a ve otuzbir Lem'aya ve onüç Þua'ya havale ediyoruz.

 

Hem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn mütevatir ve kat'î bir mu'cize-i kübrasý, þakk-ý Kamer'dir. Evet þu inþikak-ý Kamer; çok tarîklerle mütevatir bir surette, Ýbn-i Mes'ud, Ýbn-i Abbas, Ýbn-i Ömer, Ýmam-ý Ali, Enes, Huzeyfe gibi pek çok Eâzým-ý Sahâbeden müteaddid tarîklerle haber verilmekle beraber, nass-ý Kur'anla: اِقْتَرَبَتِ السَّاعَةُ وَ انْشَقَّ الْقَمَرُ âyeti, o mu'cize-i kübrayý âleme ilân etmiþtir. O zamanýn inadcý Kureyþ müþrikleri, þu âyetin verdiði habere karþý inkâr ile mukabele etmemiþler, belki yalnýz "sihirdir" demiþler. Demek kâfirlerce dahi Kamer'in inþikaký kat'îdir. Þu mu'cize-i kübrayý, þakk-ý Kamer'e dair yazdýðýmýz Otuzbirinci Söz'e zeyl olan Þakk-ý Kamer Risalesi'ne havale ederiz.

 

Hem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, nasýlki Arz ahalisine inþikak-ý Kamer mu'cizesini göstermiþ; öyle de Semavat ahalisine Mi'rac mu'cize-i ekberini göstermiþtir. Ýþte Mi'rac denilen þu mu'cize-i azamý, Otuzbirinci Söz olan Mi'rac Risalesi'ne havale ederiz. Çünki o risale, o mu'cize-i kübrayý, ne kadar nuranî ve âlî ve doðru olduðunu kat'î bürhanlarla, hattâ mülhidlere karþý da isbat etmiþtir. Yalnýz mu'cize-i Mi'racýn mukaddimesi olan Beyt-ül Makdis seyahatý ve sabahleyin Kureyþ kavmi, ondan Beyt-ül Makdis'in tarifatýný istemesi üzerine hasýl olan bir mu'cizeyi bahsedeceðiz. Þöyle ki:

 

Mi'rac gecesinin sabahýnda, Mi'racýný Kureyþ'e haber verdi. Kureyþ tekzib etti. Dediler: "Eðer Beyt-ül Makdis'e gitmiþ isen, Beyt-ül Makdis'in kapýlarýný ve duvarlarýný ve ahvalini bize târif

 

sh: » (M: 192)

 

et!" Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman ediyor ki:

 

فَكَرَبْتُ كَرْبًا لَمْ اَكْرُبْ مِثْلَهُ قَطُّ فَجَلّىَ اللّهُ لِى بَيْتَ الْمَقْدِسِ وَكَشَفَ الْحُجُبَ بَيْنِى وَبَيْنَهُ حَتّىَ رَاَيْتُهُ فَنَعَتُّهُ وَ اَنَا اَنْظُرُ اِلَيْهِ

 

Yani: "Onlarýn tekziblerinden ve suâllerinden pek çok sýkýldým. Hattâ öyle bir sýkýntý hiç çekmemiþtim. Birden Cenab-ý Hak, Beyt-ül Makdis'i bana gösterdi; ben de Beyt-ül Makdis'e bakýyorum, birer birer herþey'i tarif ediyordum." Ýþte o vakit Kureyþ baktýlar ki, Beyt-ül Makdis'ten doðru ve tam haber veriyor.

 

Hem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Kureyþ'e demiþ ki: "Yolda giderken sizin bir kafilenizi gördüm, kafileniz yarýn filân vakitte gelecek. Sonra o vakit, kafileye muntazýr kaldýlar. Kafile bir saat teehhür etmiþ. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn ihbarý doðru çýkmak için, ehl-i tahkikin tasdikiyle, Güneþ bir saat tevakkuf etmiþ. Yani Arz, onun sözünü doðru çýkarmak için vazifesini, seyahatýný bir saat ta'til etmiþtir ve o ta'tili, Güneþ'in sükûnetiyle göstermiþtir. Ýþte Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn birtek sözünün tasdiki için koca Arz vazifesini terkeder, koca Güneþ þahid olur. Böyle bir zâtý tasdik etmeyen ve emrini tutmayan, ne derece bedbaht olduðunu ve onu tasdik edip emrine سَمِعْنَا وَ اَطَعْنَا diyenlerin ne kadar bahtiyar olduklarýný anla, "Elhamdülillahi ale-l îman ve-l Ýslâm" de.

 

ONSEKÝZÝNCÝ ÝÞARET: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn en büyük ve ebedî ve yüzer delâil-i nübüvveti câmi' ve kýrk vecihle i'cazý isbat edilmiþ bir mu'cizesi dahi, Kur'an-ý Hakîm'dir. Ýþte þu mu'cize-i ekberin beyanýna dair Yirmibeþinci Söz takriben yüzelli sahifede, kýrk vech-i i'cazýný icmalen beyan ve isbat etmiþtir. Öyle ise, þu mahzen-i mu'cizat olan mu'cize-i azamý o Söz'e havale ederek, yalnýz iki-üç nükteyi beyan edeceðiz:

 

BÝRÝNCÝ NÜKTE: Eðer denilse: Ý'caz-ý Kur'an belâgattadýr. Halbuki umum tabakatýn haklarý var ki, i'cazýnda hisseleri bulunsun. Halbuki belâgattaki i'cazý, binde ancak bir muhakkik âlim anlayabilir?

 

sh: » (M: 193)

 

Elcevap: Kur'an-ý Hakîm'in her tabakaya karþý bir nevi i'cazý vardýr. Ve bir tarzda, i'cazýnýn vücudunu ihsas eder. Meselâ: Ehl-i belâgat ve fesahat tabakasýna karþý, hârikulâde belâgattaki i'cazýný gösterir. Ve ehl-i þiir ve hitabet tabakasýna karþý; garib, güzel, yüksek üslûb-u bediin i'cazýný gösterir. O üslûb herkesin hoþuna gittiði halde, kimse taklid edemiyor. Mürur-u zaman o üslûbu ihtiyarlatmýyor, daima genç ve tazedir. Öyle muntazam bir nesir ve mensur bir nazýmdýr ki; hem âlî, hem tatlýdýr. Hem kâhinler ve gaibden haber verenler tabakasýna karþý, hârikulâde ihbarat-ý gaybiyedeki i'cazýný gösterir. Ve ehl-i tarih ve hâdisat-ý âlem ulemasý tabakasýna karþý, Kur'andaki ihbarat ve hâdisat-ý ümem-i sâlife ve ahval ve vakýat-ý istikbaliye ve berzahiye ve uhreviyedeki i'cazýný gösterir. Ve içtimaiyat-ý beþeriye ulemasý ve ehl-i siyaset tabakasýna karþý, Kur'anýn desatir-i kudsiyesindeki i'cazýný gösterir. Evet o Kur'andan çýkan Þerîat-ý Kübrâ, o sýrr-ý i'cazý gösterir. Hem maarif-i Ýlâhiye ve hakaik-i kevniyede tevaððul eden tabakaya karþý, Kur'andaki hakaik-i kudsiye-i Ýlâhiyedeki i'cazý gösterir veya i'cazýn vücudunu ihsas eder. Ve ehl-i tarîkat ve velayete karþý, Kur'an bir deniz gibi daima temevvücde olan âyâtýnýn esrarýndaki i'cazýný gösterir ve hâkeza... Kýrk tabakadan her tabakaya karþý bir pencere açar, i'cazýný gösterir. Hattâ yalnýz kulaðý bulunan ve bir derece mâna fehmeden avam tabakasýna karþý, Kur'anýn okunmasýyla baþka kitablara benzemediðini, kulak sahibi tasdik eder. Ve o âmi der ki: "Ya bu Kur'an bütün dinlediðimiz kitablarýn aþaðýsýndadýr. Bu ise, hiçbir düþman dahi diyemez ve hem yüz derece muhaldir. Öyle ise, bütün iþitilen kitablarýn fevkindedir. Öyle ise, mu'cizedir." Ýþte bu kulaklý âminin fehmettiði i'cazý, ona yardým için bir derece îzah edeceðiz. Þöyle ki:

 

Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan meydana çýktýðý vakit bütün âleme meydan okudu ve insanlarda iki þiddetli his uyandýrdý:

 

Birisi: Dostlarýnda hiss-i taklidi; yani sevgili Kur'anýn üslûbuna karþý benzemeklik arzusu ve onun gibi konuþmak hissi...

 

Ýkincisi: Düþmanlarda bir hiss-i tenkid ve muaraza; yani Kur'an üslûbuna mukabele etmekle dava-yý i'cazý kýrmak hissi...

 

Ýþte bu iki hiss-i þedid ile milyonlar Arabî kitablar yazýlmýþlar, meydandadýr. Þimdi bütün bu kitablarýn en belîðleri, en fasihleri

 

sh: » (M: 194)

 

Kur'anla beraber okunduðu vakit, her kim dinlese, kat'iyen diyecek ki; Kur'an bunlarýn hiç birisine benzemiyor. Demek Kur'an, umum bu kitablarýn derecesinde deðildir. Öyle ise herhalde, ya Kur'an umumunun altýnda olacak; o ise yüz derece muhal olmakla beraber, hiç kimse, hattâ þeytan bile olsa diyemez. (Hâþiye)

 

Öyle ise Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan, yazýlan umum kitablarýn fevkindedir. Hattâ mânayý da fehmetmeyen cahil âmi tabakaya karþý da Kur'an-ý Hakîm, usandýrmamak suretiyle i'cazýný gösterir. Evet o âmi, cahil adam der ki: "En güzel, en meþhur bir beyti iki-üç defa iþitsem, bana usanç veriyor. Þu Kur'an ise hiç usandýrmýyor, gittikçe daha ziyade dinlemesi hoþuma gidiyor. Öyle ise bu insan sözü deðildir."

 

Hem hýfza çalýþan çocuklarýn tabakasýna karþý dahi, Kur'an-ý Hakîm o nazik, zaîf, basit ve bir sahife kitabý hýfzýnda tutamayan o çocuklarýn küçük kafalarýnda, o büyük Kur'an ve çok yerlerinde iltibas ve müþevveþiyete sebebiyet veren birbirine benzeyen âyetlerin ve cümlelerin teþabühüyle beraber; kemal-i sühuletle, kolaylýkla o çocuklarýn hâfýzalarýnda yerleþmesi suretinde, i'cazýný onlara dahi gösterir.

 

Hattâ az sözden ve gürültüden müteessir olan hastalara ve sekeratta olanlara karþý Kur'anýn zemzemesi ve sadasý; zemzem suyu gibi onlara hoþ ve tatlý geldiði cihetle, bir nevi i'cazýný onlara da ihsas eder.

 

Elhasýl: Kýrk muhtelif tabakata ve ayrý ayrý insanlara, kýrk vecihle Kur'an-ý Hakîm i'cazýný gösterir veya i'cazýnýn vücudunu ihsas eder. Kimseyi mahrum býrakmaz. Hattâ yalnýz gözü bulunan (Hâþiye-1) kulaksýz, kalbsiz, ilimsiz tabakasýna karþý da, Kur'anýn bir nevi alâmet-i i'cazý vardýr. Þöyle ki:

 

______________________

 

(Hâþiye): Yirmialtýncý Mektub'un ehemmiyetli Birinci Mebhasý, þu cümlenin Hâþiyesi ve izahýdýr.

 

(Hâþiye-1): Yalnýz gözü bulunan; kulaksýz, kalbsiz tabakasýna karþý vech-i i'cazý, burada gayet mücmel ve muhtasar ve nâkýs kalmýþtýr. Fakat bu vech-i i'cazý Yirmidokuzuncu ve Otuzuncu Mektublarda (Hâþiyecik) gayet parlak ve nuranî ve zâhir ve bâhir gösterilmiþtir, hattâ körler de görebilir. O vech-i i'câzý gösterecek bir Kur'an yazdýrdýk. ÝNÞÂALLAH tab' edilecek, herkes de o güzel vechi görecektir.

 

(Hâþiyecik): Otuzuncu Mektub pek parlak tasavvur ve niyet edilmiþti; fakat yerini baþkasýna, Ýþârat-ül-i'câza verdi. Kendisi meydana çýkmadý.

 

sh: » (M: 195)

 

Hâfýz Osman hattýyla ve basmasýyla olan Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan'ýn yazýlan kelimeleri birbirine bakýyor. Meselâ: Sure-i Kehf'de وَثَامِنُهُمْ كَلْبُهُمْ kelimesi altýnda yapraklar delinse; Sure-i Fâtýr'daki قِطْمِيرٍ kelimesi, az bir inhirafla görünecek ve o kelbin ismi de anlaþýlacak. Ve Sure-i Yâsin'de iki defa مُحْضَرُونَ birbiri üstüne; Vessâffat'taki مُحْضَرِينَ ve مُحْضَرُونَ hem birbirine, hem onlara bakýyor; biri delinse, ötekiler az bir inhirafla görünecek. Meselâ: Sure-i Sebe'in âhirinde, Sure-i Fâtýr'ýn evvelindeki iki مَثْنَى birbirine bakar. Bütün Kur'anda yalnýz üç مَثْنَى dan ikisi birbirine bakmalarý tesadüfî olamaz. Ve bunlarýn emsâli pek çoktur. Hattâ bir kelime, beþ-altý yerde yapraklar arkasýnda, az bir inhirafla birbirine bakýyorlar. Ve Kur'anýn birbirine bakan iki sahifesinde, birbirine bakan cümleleri kýrmýzý kalemle yazýlan bir Kur'aný ben gördüm. "Þu vaziyet dahi, bir nevi mu'cizenin emaresidir", o vakit dedim. Daha sonra baktým ki: Kur'anýn, müteaddid yapraklar arkasýnda birbirine bakar çok cümleleri var ki, manidar bir surette birbirine bakar. Ýþte tertib-i Kur'an irþad-ý Nebevî ile, münteþir ve matbu' Kur'anlar da ilham-ý Ýlahî ile olduðundan; Kur'an-ý Hakîm'in nakþýnda ve o hattýnda, bir nevi alâmet-i i'caz iþareti var. Çünki o vaziyet, ne tesadüfün iþi ve ne de fikr-i beþerin düþünüþüdür. Fakat bazý inhiraf var ki, o da tab'ýn noksanýdýr ki; tam muntazam olsaydý, kelimeler tam birbiri üzerine düþecekti.

 

 

 

Hem Kur'anýn Medine'de nâzil olan mutavassýt ve uzun surelerinin herbir sahifesinde "Lafzullah" pek bedi' bir tarzda tekrar edilmiþ. Aðleben ya beþ, ya altý, ya yedi, ya sekiz, ya dokuz, ya onbir aded tekrar ile beraber bir yapraðýn iki yüzünde ve karþý karþýya gelen sahifede güzel ve manidar bir münasebet-i adediye gösterir. (Hâþiye: 1, 2, 3, 4)

 

_________________________

 

(Hâþiye-1): Hem ehl-i zikir ve münacata karþý, Kur'anýn zînetli ve kafiyeli lâfzý ve fesâhatlý, san'atlý üslûbu ve nazarý kendine çevirecek belâgatýn mezâyâsý çok olmakla beraber; ulvî ciddiyeti ve Ýlâhî huzuru ve cem'iyet-i hatýrý veriyor, ihlâl etmiyor. Halbuki o çeþit mezâyâ-yý fesâhat ve san'at-ý lâfzýye ve nazm ve kafiye; ciddiyeti ihlâl eder, zarafeti iþmam ediyor, huzuru

 

 

 

sh: » (M: 196)

 

ÝKÝNCÝ NÜKTE: Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâm'ýn zamanýnda sihrin revacý olduðundan, mühim mu'cizatý ona benzer bir tarzda geldiði; ve Hazret-i Îsâ Aleyhisselâm'ýn zamanýnda ilm-i týb revaçta olduðundan, mu'cizatýnýn galibi o cinsten geldiði gibi, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn dahi zamanýnda Cezîret-ül Arab'da en ziyade revaçda dört þey idi:

 

__________________________________

 

bozar, nazarý daðýtýr. Hattâ münacatýn en latifi ve en ciddîsi ve en ulvî nazýmlý ve Mýsýr'ýn kaht u galasýnýn sebeb-i ref'i olan Ýmam-ý Þafiî'nin meþhur bir münacatýný çok defa okuyordum; gördüm ki: Nazýmlý, kafiyeli olduðu için münacatýn ulvî ciddiyetini ihlâl eder. Sekiz-dokuz senedir virdimdir. Hakikî ciddiyeti, ondaki kafiye ve nazýmla birleþtiremedim. Ondan anladým ki: Kur'anýn has, fýtrî, mümtaz olan kafiyelerinde nazm ve mezayasýnda bir nevi i'cazý var ki; hakikî ciddiyeti ve tam huzuru muhafaza eder, ihlâl etmez. Ýþte ehl-i münacat ve zikr, bu nevi i'cazý aklen fehmetmezse de kalben hisseder.

 

(Hâþiye-2): Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan'ýn manevî bir sýrr-ý i'cazý þudur ki: Kur'an, Ýsm-i A'zam'a mazhar olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn pek büyük ve pek parlak derece-i îmanýný ifade ediyor.

 

Hem mukaddes bir harita gibi âlem-i âhiretin ve âlem-i rububiyetin yüksek hakikatlarýný beyan eden, gayet büyük ve geniþ ve âlî olan hak dinin mertebe-i ulviyesini fýtrî bir tarzda ifade ediyor, ders veriyor.

 

Hem Hâlýk-ý Kâinat'ýn umum mevcudatýn Rabbi cihetinde, hadsiz izzet ve haþmetiyle hitabýný ifade ediyor. Elbette bu suretteki ifade-i Furkan'a ve bu tarzdaki beyan-ý Kur'ana karþý, قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ اْلاِنْسُ وَاْلجِنُّ عَلَى اَنْ يَاْتُوا ِبمِثْلِ هذَا اْلقُرْآنِ لاَ يَاْتُونَ ِبمِثْلِهِ sýrrýyla bütün ukûl-ü beþeriye ittihad etse, bir tek akýl olsa dahi karþýsýna çýkamaz, muaraza edemez. اَيْنَ الثَّرَا مِنَ الثُّرَيَّا Çünki þu üç esas nokta-i nazarýnda, kat'iyen kabil-i taklid deðildir ve tanzir edilmez!..

 

(Hâþiye-3): Kur'an-ý Hakîm'in umum sahifeleri âhirinde âyet tamam oluyor. Güzel bir kafiye ile nihayeti hitam buluyor. Bunun sýrrý þudur ki: En büyük âyet olan Müdayene âyeti sahifeler için, Sure-i Ýhlas ve Kevser satýrlar için bir vâhid-i kýyasî ittihaz edildiðinden, Kur'an-ý Hakîm'in bu güzel meziyeti ve i'caz alâmeti görülüyor.

 

(Hâþiye-4): Bu makamýn bu mebhasýnda gayet ehemmiyetli ve haþmetli ve büyük ve Risale-i Nur'un muvaffakýyeti noktasýnda gayet zînetli ve sevimli ve müþevvik kerâmetin, pek az ve cüz'î vaziyet ve kýsacýk nümunelerine ve küçücük emarelerine, acelelik belasýyla iktifa edilmiþ. Halbuki o büyük hakikat ve o sevimli kerâmet ise, tevafuk namýyla beþ-altý nevileri ile Risale-i Nur'un bir silsile-i kerâmetini ve Kur'anýn göze görünen bir nevi i'cazýnýn lemaatýný ve rumuzat-ý gaybiyenin bir menba-ý iþaratýný teþkil ediyor. Sonradan, Kur'anda "Lafzullah"ýn tevafukundan çýkan bir lem'a-i i'cazý gösteren yaldýz ile bir Kur'an yazdýrýldý. Hem Rumuzât-ý Semâniye namýndaki sekiz küçük risaleler, hurufat-ý Kur'aniyenin tevafukatýndan çýkan münasebet-i latife ve iþarat-ý gaybiyelerinin beyanýnda te'lif edildi. Hem Risale-i Nur'u tevafuk sýrrýyla tasdik ve takdir ve tahsin eden Keramet-i Gavsiye ve üç Keramet-i Aleviye ve Ýþarat-ý Kur'aniye namýndaki beþ adet risaleler yazýldý. Demek Mu'cizat-ý Ahmediye'nin te'lifinde o büyük hakikat icmalen hissedilmiþ; fakat maatteessüf müellif yalnýz bir týrnaðýný görüp göstermiþ, daha arkasýna bakmayarak koþup gitmiþ.

 

sh: » (M: 197)

 

Birincisi: Belâgat ve fesâhat.

 

Ýkincisi: Þiir ve hitabet.

 

Üçüncüsü: Kâhinlik ve gaibden haber vermek.

 

Dördüncüsü: Hâdisat-ý maziyeyi ve vakýat-ý kevniyeyi bilmek idi.

 

Ýþte Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan geldiði zaman, bu dört nevi malûmat sahiblerine karþý meydan okudu:

 

Baþta ehl-i belâgata birden diz çöktürdü. Hayretle Kur'aný dinlediler.

 

Ýkincisi ehl-i þiir ve hitabet, yani muntazam nutuk okuyan ve güzel þiir söyleyenlere karþý öyle bir hayret verdi ki, parmaklarýný ýsýrttý. Altun ile yazýlan en güzel þiirlerini ve Kâ'be duvarlarýna medar-ý iftihar için asýlan meþhur "Muallakat-ý Seb'a"larýný indirtti, kýymetten düþürdü.

 

Hem gaibden haber veren kâhinleri ve sâhirleri susturdu. Onlarýn gaybî haberlerini onlara unutturdu. Cinnîlerini tardettirdi. Kâhinliðe hâtime çektirdi.

 

Hem ümem-i salifenin vekayiine ve hâdisat-ý âlemin ahvaline vâkýf olanlarý hurafattan ve yalandan kurtarýp, hakikî hâdisat-ý maziyeyi ve nurlu olan vekayi-i âlemi onlara ders verdi.

 

Ýþte bu dört tabaka, Kur'ana karþý kemal-i hayret ve hürmetle onun önüne diz çökerek þakird oldular. Hiçbirisi, hiçbir vakit birtek sureyle muarazaya kalkýþamadýlar.

 

Eðer denilse: Nasýl biliyoruz ki, kimse muaraza edemedi ve muaraza kabil deðil?

 

Elcevap: Eðer muaraza mümkün olsaydý, herhalde teþebbüs edilecekti. Çünki muarazaya ihtiyaç þedid idi. Zira dinleri, mallarý,

 

sh: » (M: 198)

 

canlarý, iyalleri tehlikeye düþüyor. Muaraza edilseydi kurtulurlardý. Eðer muaraza mümkün olsaydý, herhalde muaraza edecektiler. Eðer muaraza edilseydi, muaraza taraftarlarý kâfirler, münafýklar çok, hem pek çok olduðundan herhalde muarazaya taraftar çýkýp iltizam ederek, herkese neþredeceklerdi. -Nasýl ki Ýslâmiyetin aleyhinde herþey'i neþretmiþler.- Eðer neþretseydiler ve muaraza olsaydý; her halde tarihlere, kitablara þaþaalý bir surette geçecekti. Ýþte meydanda bütün tarihler, kitablar; hiçbirisinde Müseylime-i Kezzab'ýn birkaç fýkrasýndan baþka yoktur. Halbuki Kur'an-ý Hakîm, yirmiüç sene mütemadiyen damarlara dokunduracak ve inadý tahrik edecek bir tarzda meydan okudu. Ve der idi ki:

 

"Þu Kur'anýn, Muhammed-ül Emin gibi bir ümmîden nazîrini yapýnýz ve gösteriniz. Haydi bunu yapamýyorsunuz; o zât ümmi olmasýn, gayet âlim ve kâtib olsun. Haydi bunu da getiremiyorsunuz; birtek zât olmasýn, bütün âlimleriniz, belîðleriniz toplansýn, birbirine yardým etsin.. hattâ güvendiðiniz âliheleriniz size yardým etsin. Haydi bununla da yapamayacaksýnýz; eskiden yazýlmýþ belîð eserlerden de istifade edip, hattâ gelecekleri de yardýma çaðýrýp, Kur'anýn nazîrini gösteriniz, yapýnýz. Haydi bunu da yapamýyorsunuz; Kur'anýn mecmuuna olmasýn da, yalnýz on suresinin nazîrini getiriniz. Haydi on suresine mukabil hakikî doðru olarak bir nazîre getiremiyorsunuz; haydi hikâyelerden, asýlsýz kýssalardan terkib ediniz. Yalnýz nazmýna ve belâgatýna nazîre olsun getiriniz. Haydi bunu da yapamýyorsunuz; birtek suresinin nazîrini getiriniz. Haydi sure uzun olmasýn, kýsa bir sure olsun nazîrini getiriniz. Yoksa din, can, mal, iyalleriniz; dünyada da âhirette de tehlikeye düþecektir!"

 

Ýþte sekiz tabakada, ilzam suretinde, Kur'an-ý Hakîm yirmiüç senede deðil, belki bin üçyüz senede bütün ins ü cinne karþý bu meydaný okumuþ ve okuyor. Halbuki evvelki zamanda o kâfirler can, mal ve iyalini tehlikeye atýp en dehþetli yol olan harb yolunu ihtiyar ederek, en kolay ve en kýsa olan muaraza yolunu terkettiler. Demek muaraza yolu mümkün deðildi.

 

Ýþte hiçbir akýl, hususan o zamanda Ceziret-ül Arabdaki adamlar, hususan Kureyþîler gibi zeki adamlar; birtek edibleri, Kur'anýn birtek suresine nazîre yapýp Kur'anýn hücumundan kurtulmasýný temin ederek, kýsa ve kolay yolu terkedip can, mal,

 

sh: » (M: 199)

 

iyalini tehlikeye atýp en müþkilâtlý yola sülûk eder mi?

 

Elhasýl: Meþhur Câhýz'ýn dediði gibi: "Muaraza-i bilhuruf mümkün olmadý, muharebe-i bissüyufa mecbur oldular..."

 

Eðer denilse: Bazý muhakkik ulema demiþler ki: "Kur'anýn bir suresine deðil; birtek âyetine, hattâ birtek cümlesine, hattâ birtek kelimesine muaraza edilmez ve edilmemiþ." Bu sözler mübalaða görünüyor ve akýl kabul etmiyor. Çünki beþerin sözlerinde Kur'an cümlelerine benzeyen çok cümleler var. Bu sözün sýrr-ý hikmeti nedir?

 

Elcevap: Ý'caz-ý Kur'anda iki mezheb var. Mezheb-i ekser ve racih odur ki, Kur'andaki letaif-i belâgat ve mezaya-yý maânî, kudret-i beþerin fevkindedir.

 

Ýkinci mercuh mezheb odur ki: Kur'anýn bir suresine muaraza, kudret-i beþer dâhilindedir. Fakat Cenâb-ý Hak, mu'cize-i Ahmediye (A.S.M.) olarak men'etmiþ. Nasýlki bir adam ayaða kalkabilir, fakat eser-i mu'cize olarak bir Nebi dese ki: "Sen kalkamayacaksýn!" O da kalkamazsa, mu'cize olur. Þu mezheb-i mercuha, Sarfe Mezhebi denilir. Yani Cenâb-ý Hak cinn ü insi men'etmiþ ki, Kur'anýn bir suresine mukabele edemesinler. Eðer men'etmeseydi, cinn ü ins bir suresine mukabele ederdi. Ýþte þu mezhebe göre, "Bir kelimesine de muaraza edilmez" diyen ulemanýn sözleri hakikattýr. Çünki mâdem Cenâb-ý Hak, i'caz için onlarý men'etmiþ; muarazaya aðýzlarýný açamazlar. Aðýzlarýný açsalar da; izn-i Ýlâhî olmazsa, kelimeyi çýkaramazlar. Amma mezheb-i racih ve ekser olan mezheb-i evvele göre dahi, o ulemanýn beyan ettiði fikrin þöyle bir ince vechi vardýr ki: Kur'an-ý Hakîm'in cümleleri, kelimeleri birbirine bakar. Bazý olur bir kelime, on yere bakar; onda, on nükte-i belâgat, on münasebet bulunuyor. Nasýlki Ýþarat-ül Ý'caz namýndaki tefsirde, Fatiha'nýn bazý cümleleri içinde ve الم { ذلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ cümleleri içinde, þu nüktelerden bazý nümuneleri göstermiþiz. Meselâ: Nasýlki münakkaþ bir sarayda, müteaddid, muhtelif nakýþlarýn düðümü hükmünde bir taþý, bütün nakýþlara bakacak bir yerde yerleþtirmek; bütün o duvarý nukuþuyla bilmeye mütevakkýftýr. Hem nasýlki insanýn baþýndaki gözbebeðini yerinde yerleþtirmek, bütün cesedin münasebatýný ve vezaif-i acibesini ve gözün

 

sh: » (M: 200)

 

o vezaife karþý vaziyetini bilmekle oluyor. Öyle de: Ehl-i hakikatýn çok ileri giden bir kýsmý, Kur'anýn kelimatýnda pek çok münasebatý ve sair âyetlerdeki cümlelere bakan vücuhlarý, alâkalarý göstermiþler. Hususan ulema-i ilm-i huruf daha ileri gidip, bir harf-i Kur'anda, bir sahife kadar esrarý, ehline beyan ederek isbat etmiþler. Hem mâdem Hâlýk-ý Külli Þey'in kelâmýdýr; herbir kelimesi, kalb ve çekirdek hükmüne geçebilir. (Etrafýnda, esrardan müteþekkil bir cesed-i manevîye kalb ve bir þecere-i maneviyeye çekirdek hükmüne geçebilir.) Ýþte insanýn sözlerinde, Kur'anýn kelimeleri gibi kelimeler, belki cümleler, âyetler bulunabilir. Fakat Kur'anda, çok münasebat gözetilerek bir tarz ile yerleþtirildiði yerde; bir ilm-i muhit lâzým ki, öyle yerli yerine yerleþsin.

 

ÜÇÜNCÜ NÜKTE: Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan'ýn hülâsat-ül hülâsa bir icmal-i mahiyeti için bir vakit Arabî ibare ile bir tefekkür-ü hakikîyi, Cenâb-ý Hak benim kalbime ihsan etmiþti. Þimdi aynen o tefekkürü, Arabî olarak yazacaðýz, sonra manasýný beyan edeceðiz. Ýþte:

 

سُبْحَانَ مَنْ شَهِدَ عَلَى وَحْدَانِيَّتِهِ وَصَرَّحَ بِاَوْصَافِ جَمَالِهِ وَجَلاَلِهِ وَكَمَالِهِ اَلْقُرْانُ الْحَكِيمُ الْمُنَوَّرُ جِهَاتُهُ السِّتُّ اَلْحَاوِى لِسِرِّ اِجْمَاعِ كُلِّ كُتُبِ اْلاَنْبِيَاءِ وَاْلاَوْلِيَاءِ وَالْمُوَحِّدِينَ الْمُخْتَلِفِينَ فِى اْلاَعْصَارِ وَالْمَشَارِبِ وَالْمَسَالِكِ الْمُتَّفِقِينَ بِقُلُوبِهِمْ وَعُقُولِهِمْ عَلَى تَصْدِيقِ اَسَاسَاتِ الْقُرْانِ وَكُلِّيَّاتِ اَحْكَامِهِ عَلَى وَجْهِ اْلاِجْمَالِ وَهُوَ مَحْضُ الْوَحْىِ بِاِجْمَاعِ الْمُنْزِلِ وَالْمُنْزَلِ وَالْمُنْزَلِ عَلَيْهِ وَعَيْنُ الْهِدَايَةِ بِالْبَدَاهَةِ وَمَعْدَنُ اَنْوَارِ اْلاِيمَانِ بِالضَّرُورَةِ وَمَجْمَعُ الْحَقَائِقِ بِالْيَقِينِ وَمُوصِلٌ اِلَى السَّعَادَةِ بِالْعَيَانِ وَذُو اْلاَثْمَارِ الْكَامِلِينَ بِالْمُشَاهَدَةِ وَمَقْبُولُ الْمَلَكِ وَاْلاِنْسِ وَالْجَانِّ بِالْحَدْسِ الصَّادِقِ مِنْ تَفَارِيقِ اْلاَمَارَاتِ

 

sh: » (M: 201)

 

وَالْمُؤَيَّدُ بِالدَّلاَئِلِ الْعَقْلِيَّةِ بِاِتِّفَاقِ الْعُقَلاَءِ الْكَامِلِينَ وَالْمُصَدَّقُ مِنْ جِهَةِ الْفِطْرَةِ السَّلِيمَةِ بِشَهَادَةِ اِطْمِئْنَانِ الْوِجْدَانِ وَالْمُعْجِزَةُ اْلاَبَدِيَّةُ الْبَاقِى وَجْهُ اِعْجَازِهِ عَلَى مَرِّ الزَّمَانِ بِالْمُشَاهَدَةِ وَالْمُنْبَسِطُ دَائِرَةُ اِرْشَادِهِ مِنَ اْلَمَلاِ اْلاَعْلَى اِلَى مَكْتَبِ الصِّبْيَانِ يَسْتَفِيدُ مِنْ عَيْنِ دَرْسٍ اَلْمَلئِكَةُ مَعَ الصَّبِيِّنَ وَ كَذَا هُوَ ذُو الْبَصَرِ الْمُطْلَقِ يَرَى اْلاَشْيَاءَ بِكَمَالِ الْوُضُوحِ وَالظُّهُورِ وَيُحِيطُ بِهَا وَيُقَلِّبُ الْعَالَمَ فِى يَدِهِ وَيُعَرِّفُهُ لَنَا كَمَا يُقَلِّبُ صَانِعُ السَّاعَةِ السَّاعَةَ فِى كَفِّهِ وَيُعَرِّفُهَا لِلنَّاسِ فَهذَا الْقُرْآنُ الْعَظِيمُ الشَّانِ هُوَ الَّذِى يَقُولُ مُكَرَّرًا اَللّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ: فَاعْلَمْ اَنَّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ

 

Ýþte þu tefekkür-ü Arabînin tercümesi ve meali þudur ki, yani: Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan'ýn altý ciheti parlaktýr ve nurludur. Evham ve þübehat içine giremez. Çünki arkasý Arþ'a dayanýyor; o cihette nur-u vahiy var. Önünde ve hedefinde saadet-i dâreyn var. Ebede, âhirete el atmýþ; Cennet ve saadet nuru var. Üstünde sikke-i i'caz parlýyor. Altýnda bürhan ve delil direkleri var. Ýçi hâlis hidayet. Saðý اَفَلاَ يَعْقِلُونَ ler ile ukûlü istintakla "Sadakte" dedirtiyor. Solunda; kalblere ezvak-ý ruhanî vermekle, vicdanlarý istiþhad ederek "Bârekâllah" dediren Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan'a hangi köþeden, hangi cihetten evham ve þübehatýn hýrsýzlarý girebilir?

 

Evet Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan asýrlarý, meþrebleri, meslekleri muhtelif olan enbiyanýn, evliyanýn, muvahhidînin kitablarýnýn sýrr-ý icma'ýný câmi'dir. Yani bütün o ehl-i kalb ve akýl, Kur'an-ý Hakîm'in mücmel ahkâmýný ve esasatýný tasdik eder bir surette, o esasatý kitablarýnda zikredip kabul etmiþler. Demek onlar, Kur'an

 

sh: » (M: 202)

 

þecere-i semavîsinin kökleri hükmündedirler. Hem Kur'an-ý Hakîm, vahye istinad ediyor ve vahiydir. Çünki Kur'aný nâzil eden Zât-ý Zülcelal, mu'cizat-ý Ahmediye (A.S.M.) ile, Kur'an vahiy olduðunu gösterir, isbat eder. Ve nâzil olan Kur'an dahi, üstündeki i'caz ile gösterir ki, Arþ'tan geliyor. Ve münzel-i aleyh olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn bidayet-i vahiydeki telaþý ve nüzul-i vahiy vaktindeki vaziyet-i bîhuþu ve herkesten ziyade Kur'ana karþý ihlas ve hürmeti gösteriyor ki: Vahiy olup ezelden geliyor, ona misafir oluyor.

 

Hem o Kur'an bilbedahe mahz-ý hidayettir. Çünki onun muhalifi, bilmüþahede küfrün dalaletidir. Hem bizzarure Kur'an envar-ý imaniyenin madenidir. Elbette envar-ý imaniyenin aksi, zulümattýr. Çok Sözlerde bunu kat'î olarak isbat etmiþiz.

 

Hem Kur'an bilyakîn hakaikýn mecma'ýdýr. Hayalât ve hurafat, içine giremez. Teþkil ettiði hakikatlý âlem-i Ýslâmiyet, izhar ettiði esaslý þeriat ve gösterdiði âlî kemalâtýn þehadetiyle, âlem-i gayba ait olan bahislerinde dahi, âlem-i þehadetteki bahisleri gibi, ayn-ý hakaik olduðunu ve içinde hilaf bulunmadýðýný isbat eder.

 

Hem Kur'an bil'ayan ve þüphesiz, saadet-i dâreyne îsal eder, beþeri ona sevkeder. Kimin þüphesi varsa, bir defa Kur'aný okusun ve dinlesin ne diyor? Hem Kur'anýn verdiði meyveler; hem mükemmeldir, hem hayatdardýr. Öyle ise, Kur'an aðacýnýn kökü hakikattadýr, hayatdardýr. Çünki meyvenin hayatý, aðacýn hayatýna delalet eder. Ýþte bak; her asýrda ne kadar asfiya ve evliya gibi mükemmel ve kâmil zîhayat ve zînur meyveler vermiþ.

 

Hem hadsiz müteferrik emarelerden neþ'et eden bir hads ve kanaatla, Kur'an hem ins, hem cinn, hem meleðin makbulü ve mergubudur ki; okunduðu vakit onlar iþtiyakla pervane gibi etrafýna toplanýyorlar.

 

Hem Kur'an vahiy olmakla beraber, delail-i akliye ile teyid ve tahkim edilmiþ. Evet kâmil ukalânýn ittifaký buna þahiddir. Baþta ulema-i ilm-i Kelâmýn allâmeleri ve Ýbn-i Sina, Ýbn-i Rüþd gibi felsefenin dâhîleri müttefikan esasat-ý Kur'aniyeyi usûlleriyle, delilleriyle isbat etmiþler. Hem Kur'an, fýtrat-ý selime cihetiyle musaddaktýr. Eðer bir ârýza ve bir maraz olmazsa; herbir fýtrat-ý selime onu tasdik eder. Çünki itminan-ý vicdan ve istirahat-ý kalb, onun envarýyla olur. Demek fýtrat-ý selime, vicdanýn itminaný þehadetiyle, onu tasdik ediyor. Evet fýtrat, lisan-ý

 

 

 

sh: » (M: 203)

 

haliyle Kur'ana der: "Fýtratýmýzýn kemali sensiz olamaz!" Þu hakikatý çok yerlerde isbat etmiþiz.

 

Hem Kur'an bilmüþahede ve bilbedahe, ebedî ve daimî bir mu'cizedir. Her vakit i'cazýný gösterir. Sair mu'cizat gibi sönmez, vakti bitmez, ebedîdir.

 

Hem Kur'anýn mertebe-i irþadýnda öyle bir geniþlik var ki; birtek dersinde, Hazret-i Cibril (A.S.), bir týfl-ý nevresîde ile omuz omuza o dersi dinler, hisselerini alýrlar. Ve Ýbn-i Sina gibi en dâhî feylesof, en âmi bir ehl-i kýraatla diz dize ayný dersi okurlar, derslerini alýrlar. Hattâ bazan olur ki; o âmi adam, kuvvet ve safvet-i iman cihetiyle, Ýbn-i Sina'dan daha ziyade istifade eder.

 

Hem Kur'anýn içinde öyle bir göz var ki; bütün kâinatý görür, ihata eder ve bir kitabýn sahifeleri gibi kâinatý göz önünde tutar, tabakatýný ve âlemlerini beyan eder. Bir saatin sanatkârý nasýl saatini çevirir, açar, gösterir, tarif eder; Kur'an dahi, elinde kâinatý tutmuþ öyle yapýyor. Ýþte þöyle bir Kur'an-ý Azîmüþþan'dýr ki فَاعْلَمْ اَنَّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ der, vahdaniyeti ilân eder.

 

اَللّهُمَّ اجْعَلِ الْقُرْآنَ لَنَا فِى الدُّنْيَا قَرِينَا وَ فِى الْقَبْرِ مُونِسًا وَ فِى الْقِيَامَةِ شَفِيعًا وَ عَلَى الصِّرَاطِ نُورًا وَ مِنَ النَّارِ سِتْرًا وَ حِجَابًا وَ فِى الْجَنَّةِ رَفِيقًا وَ اِلَى الْخَيْرَاتِ كُلِّهَا دَلِيلاً وَ اِمَامًا

 

اَللّهُمَّ نَوِّرْ قُلُوبَنَا وَ قُبُورَنَا بِنُورِ اْلاِيمَانِ وَ الْقُرْآنِ وَ نَوِّرْ بُرْهَانَ الْقُرْآنِ بِحَقِّ وَ بِحُرْمَةِ مَنْ اُنْزِلَ عَلَيْهِ الْقُرْآنُ عَلَيْهِ وَ عَلَى آلِهِ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ مِنَ الرَّحْمنِ الْحَنَّانِ آمِينَ

 

ONDOKUZUNCU NÜKTELÝ ÝÞARET: Sâbýk iþaretlerde, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Cenab-ý Hakk'ýn resulü olduðu gayet kat'î ve þübhesiz bir surette isbat edildi. Ýþte risaleti binler delail-i kat'iye ile sabit olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, vahdaniyet-i Ýlâhiyenin ve saadet-i ebediyenin en parlak bir delili ve en kat'î bir bürhanýdýr. Biz þu iþarette; o müþrýk, parlak delile ve nâtýk-ý sadýk bürhana, hülâsat-ül hülâsa bir icmal ile küçük bir tarif yapacaðýz. Çünki mâdem o delildir ve

 

 

 

sh: » (M: 204)

 

neticesi marifet-i Ýlâhiyedir; elbette delili tanýmak ve vech-i delaletini bilmek lâzýmdýr. Öyle ise, biz de gayet muhtasar bir hülâsa ile, vech-i delaletini ve sýhhatýný beyan edeceðiz. Þöyle ki:

 

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, þu kâinatýn mevcudatý gibi, Hâlýk-ý Kâinat'ýn vücuduna ve vahdetine kendi zâtý delalet ettiði gibi; o kendi delalet-i zâtiyesini, bütün mevcudatýn delaletiyle beraber, lisanýyla ilân etmiþtir. Mâdem delildir; biz o delilin hüccet ve istikametine ve sýdk ve hakkaniyetine, onbeþ esasta iþaret ederiz:

 

Birinci Esas: Hem zâtýyla, hem lisanýyla, hem delalet-i haliyle, hem kaliyle kâinatýn Sâniine delalet eden þu delil; hem hakikat-ý kâinatça musaddak, hem sadýktýr. Çünki bütün mevcudatýn vahdaniyete delaletleri, elbette vahdaniyeti söyleyen zâtý tasdik hükmündedir. Demek söylediði dava da, umum kâinatça musaddaktýr. Hem beyan ettiði kemal-i mutlak olan vahdaniyet-i Ýlâhiye ve hayr-ý mutlak olan saadet-i ebediye, bütün hakaik-i âlemin hüsün ve kemaline muvafýk ve mutabýk olduðundan; o, davasýnda elbette sâdýktýr. Demek Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, vahdaniyet-i Ýlâhiyeye ve saadet-i ebediyeye bir bürhan-ý nâtýk-ý sâdýk ve musaddaktýr.

 

Ýkinci Esas: Hem o delil-i sâdýk ve musaddak, mâdem umum enbiyanýn fevkinde binler mu'cizat ve neshedilmeyen bir þeriat ve umum cin ve inse þamil bir davet sahibi olduðundan, elbette umum enbiyanýn reisidir. Öyle ise, umum enbiyanýn mu'cizatlarýnýn sýrrýný ve ittifaklarýný câmi'dir. Demek bütün enbiyanýn kuvvet-i icma'ý ve mu'cizatlarýnýn þehadeti, onun sýdk u hakkaniyetine bir nokta-i istinad teþkil eder. Hem onun terbiyesi ve irþadý ve nur-u þeriatýyla kemal bulan bütün evliya ve asfiyanýn sultaný ve üstadýdýr. Öyle ise, onlarýn sýrr-ý kerametlerini ve icma'kârane tasdiklerini ve tahkiklerinin kuvvetini câmi'dir. Çünki onlar üstadlarýnýn açtýðý ve kapýyý açýk býraktýðý yolda gitmiþler, hakikatý bulmuþlar. Öyle ise, onlarýn bütün kerametleri ve tahkikatlarý ve icma'larý, o mukaddes üstadlarýnýn sýdk u hakkaniyeti için bir nokta-i istinad temin eder. Hem o bürhan-ý vahdaniyet, sâbýk iþaretlerde görüldüðü gibi; o kadar kat'î, yakînî ve bâhir mu'cizeleri ve hârika irhasatlarý ve þüphesiz delail-i nübüvveti var ve o zâtý öyle bir tasdik ediyor ki, kâinat toplansa onlarýn tasdikini ibtal edemez!

 

Üçüncü Esas: Hem o mu'cizat-ý bâhire sahibi olan

 

sh: » (M: 205)

 

vahdaniyet dellâlý ve saadet-i ebediye müjdecisi, kendi zât-ý mübarekinde öyle ahlâk-ý âliye ve vazife-i risâletinde öyle secaya-yý samiye ve teblið ettiði þeriat ve dininde öyle hasail-i galiye vardýr ki; en þedid düþman dahi onu tasdik ediyor, inkâra mecal bulamýyor. Mâdem zâtýnda ve vazifesinde ve dininde, en yüksek ve güzel ahlâklarý ve en ulvî ve mükemmel seciyeleri ve en kýymetdar ve makbul hasletleri bulunuyor; elbette o zât, mevcudattaki kemalâtýn ve ahlâk-ý âliyenin misâli ve mümessili ve timsâli ve üstadýdýr. Öyle ise, zâtýnda ve vazifesinde ve dininde þu kemalât ise; hakkaniyetine ve sýdkýna o kadar kuvvetli bir nokta-i istinaddýr ki, hiçbir cihette sarsýlmaz.

 

Dördüncü Esas: Hem maden-i kemalât ve muallim-i ahlâk-ý âliye olan o dellâl-ý vahdaniyet ve saadet, kendi kendine söylemiyor; belki söylettiriliyor. Evet Hâlýk-ý Kâinat tarafýndan söylettiriliyor. Üstad-ý Ezelîsinden ders alýr, sonra ders verir. Çünki sâbýk iþaretlerde kýsmen beyan edilen binler delail-i nübüvvetle; Hâlýk-ý Kâinat bütün o mu'cizatý onun elinde halketmekle gösterdi ki; o, onun hesabýna konuþuyor, onun kelâmýný teblið ediyor. Hem ona gelen Kur'an ise içinde, dýþýnda kýrk vech-i i'caz ile gösterir ki, o Cenâb-ý Hakk'ýn tercümanýdýr. Hem o kendi zâtýnda bütün ihlâsýyla ve takvasýyla ve ciddiyetiyle ve emanetiyle ve sair bütün ahval ve etvarýyla gösterir ki; o kendi namýna, kendi fikriyle demiyor.. belki Hâlýký namýna konuþuyor. Hem onu dinleyen bütün ehl-i hakikat, keþif ve tahkik ile tasdik etmiþler ve ilmelyakîn iman etmiþler ki; o kendi kendine konuþmuyor, belki Hâlýk-ý Kâinat onu konuþturuyor, ders veriyor, onunla ders verdiriyor. Öyle ise onun sýdk u hakkaniyeti, bu dört gayet kuvvetli esaslarýn icmaýna istinad eder.

 

Beþinci Esas: Hem o Tercüman-ý Kelâm-ý Ezelî ervahlarý görüyor, melaikelerle sohbet ediyor, cin ve insi de irþad ediyor. Deðil ins ve cin âlemi, belki âlem-i ervah ve âlem-i melaike fevkinde ders alýyor. Ve mâverasýnda münasebeti var ve ýttýlaý vardýr. Sâbýk mu'cizatý ve tevatürle kat'î macera-yý hayatý þu hakikatý isbat etmiþtir. Öyle ise kâhinler ve sair gaibden haber verenler gibi, onun haberlerine deðil cin, deðil ervah, deðil melâike, belki Cibril'den baþka Melâike-i Mukarrebîn dahi karýþamýyor. Hattâ ekser evkatta onun arkadaþý olan Hazret-i Cebrail'i dahi bazý geri býrakýyor.

 

sh: » (M: 206)

 

Altýncý Esas: Hem O (melek, cin ve beþerin seyyidi olan) zât, þu kâinat aðacýnýn en münevver ve mükemmel meyvesi ve rahmet-i Ýlâhiyenin timsâli ve muhabbet-i Rabbaniyenin misâli ve Hakk'ýn en münevver bürhaný ve hakikatýn en parlak siracý ve týlsým-ý kâinatýn miftahý ve muamma-yý hilkatin keþþafý ve hikmet-i âlemin þârihi ve saltanat-ý Ýlâhiyenin dellâlý ve mehasin-i san'at-ý Rabbaniyenin vassafý ve câmiiyet-i istidad cihetiyle o zât, mevcudattaki kemalâtýn en mükemmel enmuzecidir. Öyle ise o zâtýn þu evsafý ve þahsiyet-i maneviyesi iþaret eder, belki gösterir ki; o zât, kâinatýn illet-i gaiyesidir. Yani o zâta þu kâinatýn Hâlýký bakmýþ, kâinatý halketmiþtir. Eðer onu icad etmeseydi, kâinatý dahi icad etmezdi denilebilir. Evet cin ve inse getirdiði hakaik-i Kur'aniye ve envar-ý îmaniye ve zâtýnda görünen ahlâk-ý âliye ve kemalât-ý samiye, þu hakikata þahid-i katý'dýr.

 

Yedinci Esas: Hem o bürhan-ý Hak ve sirac-ý hakikat, öyle bir din ve þeriat göstermiþtir ki; iki cihanýn saadetini temin edecek desatiri câmi'dir. Ve câmi' olmakla beraber, kâinatýn hakaikýný ve vezaifini ve Hâlýk-ý Kâinat'ýn esmâsýný ve sýfâtýný, kemal-i hakkaniyetle beyan etmiþtir. Ýþte o Ýslâmiyet ve þeriat, öyle bir tarzda muhit ve mükemmeldir ve öyle bir surette kâinatý kendiyle beraber tarif eder ki, onun mahiyetine dikkat eden elbette anlar ki; o din, bu güzel kâinatý yapan zâtýn, o kâinatý kendiyle beraber tarif edecek bir beyannamesidir ve bir tarifesidir. Nasýlki bir sarayýn ustasý, o saraya münasib bir tarife yapar. Kendini vasýflarýyla göstermek için, bir tarife kaleme alýr; öyle de: Din ve þeriat-ý Muhammediye'de (A.S.M.) öyle bir ihata, bir ulviyet, bir hakkaniyet görünüyor ki; kâinatý halk ve tedbir edenin kaleminden çýktýðýný gösterir. Ve o kâinatý güzelce tanzim eden kim ise, þu dini güzelce tanzim eden yine odur. Evet o nizam-ý ekmel, elbette bu nazm-ý ecmeli ister.

 

Sekizinci Esas: Ýþte mezkûr sýfatlarla muttasýf ve her cihet ile sarsýlmaz kuvvetli istinad noktalarýna dayanan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, âlem-i þehadete müteveccih olarak, âlem-i gayb namýna, cin ve insin baþlarý üzerine ilân ederek; istikbalde gelecek asýrlar arkasýnda duran akvama ve milletlere hitab edip öyle bir nida eder ki; umum cin ve inse, umum yerlere, umum asýrlara iþittiriyor. Evet, iþitiyoruz!..

 

Dokuzuncu Esas: Hem öyle yüksek, kuvvetli hitab ediyor ki; bütün asýrlar onu dinler. Evet aks-i sadâsýný herbir asýr iþitiyor...

 

sh: » (M: 207)

 

Onuncu Esas: Hem o zâtýn gidiþatýnda görünüyor ki; görüyor, öyle haber veriyor. Çünki en tehlikeli vakitlerde, kemal-i metanetle tereddüdsüz, telaþsýz söylüyor. Bazý olur tek baþýyla dünyaya meydan okuyor...

 

Onbirinci Esas: Hem bütün kuvvetiyle öyle kuvvetli davet edip çaðýrýr ki: Yarý yeri ve nev'-i beþerin beþte birini sesine karþý "Lebbeyk" dedirtti, سَمِعْنَا وَ اَطَعْنَا söylettirdi.

 

Onikinci Esas: Hem öyle bir ciddiyetle davet ve öyle esaslý bir surette terbiye eder ki; düsturlarýný asýrlarýn cephesinde ve aktarýn taþlarýnda nakþediyor ve dehirlerin yüzlerinde pâyidar ediyor...

 

Onüçüncü Esas: Hem teblið ettiði ahkâmýn saðlamlýðýna öyle bir vüsuk ve güvenmekle söylüyor ve davet ediyor ki; dünya toplansa, onu bir hükmünden geri çevirip piþman edemez. Buna þahid, bütün tarih-i hayatý ve siyer-i seniyesidir.

 

Ondördüncü Esas: Hem öyle bir itminan ile, bir itimad ile davet eder, teblið eder ki; kimseden minnet almaz, hiçbir müþkilâta karþý telaþ etmez, tereddüdsüz, kemal-i samimiyetle ve safvetle ve herkesten evvel kendisi amel edip kabul ederek, getirdiði ahkâmý ilân eder. Buna þahid ise; herkesçe, dost ve düþmanca malûm olan meþhur zühdü ve istiðnasý ve dünyanýn fâni müzeyyenatýna adem-i tenezzülüdür.

 

Onbeþinci Esas: Hem getirdiði dine herkesten ziyade itaatý ve Hâlýkýna karþý herkesten ziyade ubudiyeti ve menhiyata karþý herkesten ziyade takvasý, kat'iyen gösterir ki: O, Sultan-ý Ezel ve Ebed'in mübelliðidir, elçisidir ve O, Mabud-u Bilhakk'ýn en hâlis abdidir ve Kelâm-ý Ezelî'nin tercümanýdýr.

 

Þu onbeþ aded esaslarýn neticesi þudur ki: Mezkûr evsaf ile muttasýf þu zât; bütün kuvvetiyle, bütün hayatýnda mükerreren ve mütemadiyen فَاعْلَمْ اَنَّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ der, vahdaniyeti ilân eder.

 

اَللّهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَيْهِ وَ عَلَى آلِهِ عَدَدَ حَسَنَاتِ اُمَّتِهِ

 

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

 

 

 

sh: » (M: 208)

 

Bir Ýkram-ý Ýlâhî ve Bir Eser-i Ýnayet-i Rabbaniye

 

وَ اَمَّا بِنِعْمَةِ رَبِّكَ فَحَدِّثْ mazmununa mâsadak olmak emeliyle deriz: Þu risalenin te'lifinde, Cenab-ý Hakk'ýn bir eser-i inayetini ve rahmetini zikredeceðim. Tâ, þu risaleyi okuyanlar, ehemmiyetle baksýnlar.

 

Ýþte þu risalenin te'lifi hiç kalbimde yoktu. Çünki Risalet-i Ahmediyeye (A.S.M.) dair Otuzbirinci ve Ondokuzuncu Sözler yazýlmýþtý. Birdenbire, þu risaleyi yazmak için mücbir bir hatýra kalbe geldi. Hem kuvve-i hâfýzam, musibetler neticesi olarak sönmüþtü. Hem meþrebimde, yazdýðým eserlerde, nakil suretiyle ("Kale-Kýyle" suretiyle) gitmemiþtim. Hem yanýmda kütüb-ü hadîsiye ve siyer kitablarý yoktur. Bununla beraber, "Tevekkeltü Alallah" diyerek baþladým. Öyle bir muvaffakýyet oldu ki, Eski Said'in kuvve-i hâfýzasýndan ziyade hâfýzam yardým etti. Her iki-üç saatte, sür'atle otuz-kýrk sahife yazýldý. Birtek saatte, onbeþ sahife yazýlýyordu. Ekser Buharî, Müslim, Beyhakî, Tirmizî, Þifa-i Þerif, Ebu Nuaym, Taberî gibi kitablardan naklediliyor. Halbuki bu nakilde hata olsa -hadîs olduðu için- günah olmasý lâzým geldiðinden, kalbim titriyordu. Fakat anlaþýldý ki inayet var ve þu risaleye ihtiyaç var. Ýnþâallah sahih bir surette yazýlmýþtýr. Þayet bazý elfaz-ý hadîsiyede veya râvilerin isminde bir yanlýþ bulunsa, tashih edilerek müsamaha ile bakmalarýný ihvanlarýmdan rica ediyorum.

 

Said Nursî

 

Evet biz müsveddeyi yazýyorduk, Üstadýmýz da söylüyordu. Yanýnda hiç kitab yoktu; hiç müracaat da etmiyordu. Birdenbire gayet sür'atli söylüyordu, biz de yazýyorduk. Ýki-üç saatte, otuz-kýrk, daha fazla sahife yazýyorduk. Bizim de kanaatýmýz geldi ki: Bu muvaffakýyet, mu'cizat-ý Nebeviyenin bir kerametidir.

 

Daimî hizmetkârý: Abdullah Çavuþ

 

Hizmetkârý ve müsvedde kâtibi: Süleyman Sâmi

 

Müsvedde kâtibi ve âhiret kardeþi: Hâfýz Hâlid

 

Müsvedde ve tebyiz kâtibi: Hâfýz Tevfik

 

sh: » (M: 209)

 

Mu'cizat-ý Ahmediye'nin Birinci Zeyli

 

(Ondokuzuncu Söz, Risâlet-i Ahmediyyeye (A.S.M.) ve zeyli Þakk-ý Kamer Mu'cizesine dair olduðundan; makam münâsebetiyle buraya alýnmýþtýr.)

 

بسم اللّه الرَّحمن الرَّحيم

 

"Ondört Reþehat"ý tazammun eden Ondördüncü Lem'anýn:

 

BÝRÝNCÝ REÞHASI: Rabbimizi bize tarif eden üç büyük, küllî muarrif var.

 

Birisi: Þu kitab-ý kâinattýr ki, bir nebze þehadetini onüç lem'a ile arabî Nur Risalesinden Onüçüncü dersten iþittik.

 

Birisi: Þu kitab-ý kebirin âyet-i kübrasý olan Hâtem-ül Enbiya Aleyhissalâtü Vesselâm'dýr.

 

Birisi de: Kur'an-ý Azîmüþþan'dýr.

 

Þimdi þu ikinci bürhan-ý nâtýkî olan Hâtem-ül Enbiya Aleyhissalâtü Vesselâm'ý tanýmalýyýz, dinlemeliyiz.

 

Evet, o bürhanýn þahs-ý manevîsine bak: Sath-ý Arz bir mescid, Mekke bir mihrab; Medine bir minber; O bürhan-ý bâhir olan Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm bütün ehl-i imana imam, bütün insanlara hatib, bütün enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya ve evliyadan mürekkeb bir halka-i zikrin serzâkiri.. Bütün enbiya hayattar kökleri, bütün evliya taravettar semereleri bir þecere-i nuraniyedir ki; herbir davasýný, mu'cizatlarýna istinad eden bütün enbiya ve kerametlerine itimad eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar. Zira O

 

لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ der, dava eder. Bütün sað ve sol, yani mazi ve müstakbel taraflarýnda saf tutan o

 

sh: » (M: 210)

 

nuranî zâkirler, ayný kelimeyi tekrar ederek, icma' ile manen "Sadakte ve bil-hakký natakte" derler. Hangi vehmin haddi var ki, böyle hesabsýz imzalarla te'yid edilen bir müddeaya parmak karýþtýrsýn.

 

ÝKÝNCÝ REÞHA: O nurani bürhan-ý tevhid, nasýlki iki cenahýn icma' ve tevatürüyle teyid ediliyor. Öyle de, Tevrat ve Ýncil gibi Kütüb-ü Semaviyenin (Hâþiye) yüzler iþaratý ve irhasatýn binler rumuzatý ve hatiflerin meþhur beþaratý ve kâhinlerin mütevatir þehadatý ve þakk-ý Kamer gibi binler mu'cizatýnýn delalatý ve þeriatýn hakkaniyeti ile te'yid ve tasdik ettikleri gibi, zâtýnda gayet kemaldeki ahlâk-ý hamîdesini ve vazifesinde nihayet hüsnündeki secaya-yý galiyesini ve kemal-i emniyetini ve kuvvet-i imanýný ve gayet itminanýný ve nihayet vüsukunu gösteren fevkalâde takvasý, fevkalâde ubudiyeti, fevkalâde ciddiyeti, fevkalâde metaneti; davasýnda nihayet derecede sadýk olduðunu güneþ gibi aþikâre gösteriyor.

 

ÜÇÜNCÜ REÞHA: Eðer istersen gel Asr-ý Saadet'e, Ceziret-ül Arab'a gideriz. Hayalen olsun onu vazife baþýnda görüp ziyaret ederiz. Ýþte bak: Hüsn-ü sîret ve cemal-i suret ile mümtaz bir zâtý görüyoruz ki; elinde mu'ciznüma bir kitab, lisanýnda hakaik-aþina bir hitab, bütün benî-Âdeme, belki cin ve inse ve meleðe, belki bütün mevcudata karþý bir hutbe-i ezeliyeyi teblið ediyor. Sýrr-ý hilkat-ý âlem olan muamma-i acîbanesini hal ve þerh edip ve sýrr-ý kâinat olan týlsým-ý muðlakýný fetih ve keþfederek, bütün mevcudattan sorulan, bütün ukûlü hayret içinde meþgul eden üç müþkil ve müdhiþ sual-i azîm olan "Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?" suallerine mukni, makbul cevab verir.

 

DÖRDÜNCÜ REÞHA: Bak! Öyle bir ziya-yý hakikat neþreder ki: Eðer onun o nurani daire-i hakikat-ý irþadýndan hariç bir surette kâinata baksan; elbette kâinatýn þeklini bir matemhane-i umumî hükmünde ve mevcudatý birbirine ecnebi, belki düþman ve camidatý dehþetli cenazeler ve bütün zevil-hayatý zeval ve firakýn sillesiyle aðlayan yetimler hükmünde görürsün. Þimdi bak: Onun neþrettiði nur ile o matemhane-i umumî, þevk u cezbe içinde bir zikirhaneye inkýlab etti. O ecnebi, düþman mevcudat, birer dost ve

 

__________________________

 

(Hâþiye): Hüseyin-i Cisrî, Risale-i Hamîdiyesinde, yüz ondört iþârâtý, o kitablardan çýkarmýþtýr. Tahriften sonra bu kadar bulunsa, elbette daha evvel çok tasrihat varmýþ.

 

 

 

sh: » (M: 211)

 

kardeþ þekline girdi. O camidat-ý meyyite-i samite; birer munis memur, birer müsahhar hizmetkâr vaziyetini aldý ve o aðlayýcý ve þekva edici kimsesiz yetimler, birer tesbih içinde zâkir veya vazife paydosundan þâkir suretine girdi.

 

BEÞÝNCÝ REÞHA: Hem o nur ile; kâinattaki harekât, tenevvüat, tebeddülat, tegayyürat manasýzlýktan ve abesiyetten ve tesadüf oyuncaklýðýndan çýkýp birer mektubat-ý Rabbaniye, birer sahife-i âyât-ý tekviniye, birer meraya-yý esma-i Ýlahiye ve âlem dahi bir kitab-ý hikmet-i Samedaniye mertebesine çýktýlar. Hem insaný bütün hayvanatýn madûnuna düþüren hadsiz za'f ve aczi, fakr ve ihtiyacatý ve bütün hayvanlardan daha bedbaht eden, vasýta-i nakl-i hüzün ve elem ve gam olan aklý, o nur ile nurlandýðý vakit, insan bütün hayvanat, bütün mahlukat üstüne çýkar. O nurlanmýþ acz, fakr, akýl ile niyaz ile nazenin bir sultan ve fizar ile nazdar bir halife-i zemin olur. Demek o nur olmazsa kâinat da, insan da, hattâ herþey dahi hiçe iner. Evet elbette böyle bedi' bir kâinatta, böyle bir zât lâzýmdýr. Yoksa kâinat ve eflâk olmamalýdýr.

 

ALTINCI REÞHA: Ýþte o zât, bir saadet-i ebediyenin muhbiri, müjdecisi, bir rahmet-i bînihayenin kâþifi ve ilâncýsý ve saltanat-ý rububiyetin mehâsininin dellâlý, seyircisi ve künuz-u esma-i Ýlahiyenin keþþafý, göstericisi olduðundan; böyle baksan -yani ubudiyeti cihetiyle- onu bir misâl-i muhabbet, bir timsâl-i rahmet, bir þeref-i insaniyet, en nurani bir semere-i þecere-i hilkat göreceksin. Þöyle baksan, -yani risaleti cihetiyle- bir bürhan-ý Hak, bir sirac-ý hakikat, bir þems-i hidayet, bir vesile-i saadet görürsün. Ýþte bak nasýl berk-i hâtýf gibi onun nuru, þarktan garbý tuttu ve nýsf-ý arz ve hums-u beþer, onun hediye-i hidayetini kabul edip hýrz-ý can etti. Bizim nefis ve þeytanýmýza ne oluyor ki; böyle bir zâtýn bütün davalarýnýn esasý olan "Lâ ilahe illallah"ý, bütün meratibiyle beraber kabul etmesin?

 

YEDÝNCÝ REÞHA: Ýþte bak: Þu cezire-i vasiada vahþi ve âdetlerine mutaassýb ve inadçý muhtelif akvamý, ne çabuk âdât ve ahlâk-ý seyyie-i vahþiyanelerini def'aten kal' ve ref' ederek bütün ahlâk-ý hasene ile techiz edip bütün âleme muallim ve medenî ümeme üstad eyledi. Bak; Deðil zâhirî bir tasallut, belki akýllarý, ruhlarý, kalbleri, nefisleri fetih ve teshir ediyor. Mahbub-u kulûb,

 

sh: » (M: 212)

 

muallim-i ukûl, mürebbi-i nüfus, sultan-ý ervah oldu.

 

SEKÝZÝNCÝ REÞHA: Bilirsin ki, sigara gibi küçük bir âdeti, küçük bir kavimde büyük bir hâkim, büyük bir himmetle ancak daimî kaldýrabilir. Halbuki bak bu zât, büyük ve çok âdetleri; hem inadçý, mutaassýb büyük kavimlerden, zâhirî küçük bir kuvvetle, küçük bir himmetle, az bir zamanda ref'edip yerlerine öyle secaya-yý âliyeyi ki, dem ve damarlarýna karýþmýþ derecede sabit olarak vaz' ve tesbit eyliyor. Bunun gibi daha pek çok hârika icraatý yapýyor. Ýþte þu Asr-ý Saadeti görmeyenlere, Ceziret-ül Arab'ý gözlerine sokuyoruz. Haydi yüzer feylesofu alsýnlar, oraya gitsinler. Yüz sene çalýþsýnlar. O zâtýn, o zamana nisbeten bir senede yaptýðýnýn yüzden birisini acaba yapabilirler mi?

 

DOKUZUNCU REÞHA: Hem bilirsin: Küçük bir adam, küçük bir haysiyetle, küçük bir cemaatte, küçük bir mes'elede, münazaralý bir davada hicabsýz, pervasýz; küçük, fakat hacaletâver bir yalaný, düþmanlarý yanýnda hilesini hissettirmeyecek derecede teessür ve telaþ göstermeden söyleyemez. Þimdi bak bu zâta; pek büyük bir vazifede, pek büyük bir vazifedar, pek büyük bir haysiyetle, pek büyük emniyete muhtaç bir halde, pek büyük bir cemaatte, pek büyük husumet karþýsýnda, pek büyük mes'elelerde, pek büyük davada, pek büyük bir serbestiyetle, bilâ-perva, bilâ-tereddüd, bilâ-hicab, telaþsýz, samimî bir safvetle, büyük bir ciddiyetle, hasýmlarýnýn damarlarýna dokunduracak þedid, ulvî bir surette söylediði sözlerinde hiç hilaf bulunabilir mi? Hiç hile karýþmasý mümkün müdür? Kellâ! اِنْ هُوَ اِلاَّ وَحْىٌ يُوحَى Evet, hak aldatmaz, hakikatbîn aldanmaz. Hak olan mesleði hileden müstaðnidir; hakikatbînin gözüne hayalin ne haddi var ki, hakikat görünsün aldatsýn?

 

ONUNCU REÞHA: Ýþte bak: Ne kadar merak-âver, ne kadar cazibedar, ne kadar lüzumlu, ne kadar dehþetli hakaiký gösterir ve mesaili isbat eder.

 

Bilirsin ki: En ziyade insaný tahrik eden meraktýr. Hattâ eðer sana denilse: "Yarý ömrünü, yarý malýný versen; Kamer'den ve Müþteri'den biri gelir, Kamer'de ve Müþteri'de ne var ne yok, ahvalini sana haber verecek. Hem doðru olarak senin istikbalini ve baþýna ne geleceðini doðru olarak haber verecek." Merakýn varsa vereceksin. Halbuki:

 

 

 

sh: » (M: 213)

 

Þu zât, öyle bir Sultan'ýn ahbarýný söylüyor ki: Memleketinde Kamer bir sinek gibi bir pervane etrafýnda döner. O Arz olan o pervane ise, bir lâmba etrafýnda pervaz eder ve o Güneþ olan lâmba ise, o Sultan'ýn binler menzillerinden bir misafirhanesinde binler misbahlar içinde bir lâmbasýdýr. Hem öyle acaib bir âlemden hakikî olarak bahsediyor ve öyle bir inkýlabdan haber veriyor ki: Binler Küre-i Arz bomba olsa patlasalar, o kadar acib olmaz. Bak! Onun lisanýnda اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ * اِذَا السَّمَاءُ انْفَطَرَتْ * اَلْقَارِعَةُ gibi sureleri iþit... Hem öyle bir istikbalden doðru olarak haber veriyor ki: Þu dünyevî istikbal, ona nisbeten bir katre serab hükmündedir. Hem öyle bir saadetten pek ciddî olarak haber veriyor ki; bütün saadet-i dünyeviye ona nisbeten bir berk-i zâilin, bir þems-i sermede nisbeti gibidir.

 

ONBÝRÝNCÝ REÞHA: Böyle acib ve muamma-âlûd þu kâinatýn perde-i zâhiriyesi altýnda elbette ve elbette böyle acaib bizi bekliyor. Böyle acaibi haber verecek, böyle hârika ve fevkalâde mu'ciznüma bir Zât lâzýmdýr. Hem bu Zâtýn gidiþatýndan görünüyor ki; o görmüþ ve görüyor ve gördüðünü söylüyor. Hem bizi nimetleriyle perverde eden þu Semavat ve Arzýn Ýlahý bizden ne istiyor? Marziyatý nedir? Pek saðlam olarak bize ders veriyor. Hem bunlar gibi daha pekçok merak-âver, lüzumlu hakaiký ders veren bu Zâta karþý herþeyi býrakýp ona koþmak, onu dinlemek lâzým gelirken; ekser insanlara ne olmuþ ki saðýr olup, kör olmuþlar.. belki divane olmuþlar ki, bu hakký görmüyorlar, bu hakikatý iþitmiyorlar, anlamýyorlar?

 

ONÝKÝNCÝ REÞHA: Ýþte þu Zât, þu mevcudat Hâlýkýnýn vahdaniyetinin hakkaniyeti derecesinde hak bir bürhan-ý nâtýk, bir delil-i sadýk olduðu gibi; haþrin ve saadet-i ebediyenin dahi bir bürhan-ý katýý, bir delil-i satýýdýr. Belki nasýlki o Zât; hidayetiyle saadet-i ebediyenin sebeb-i husulü ve vesile-i vusulüdür. Öyle de; duâsýyla, niyazýyla o saadetin sebeb-i vücudu ve vesile-i icadýdýr. Haþir mes'elesinde geçen þu sýrrý, makam münasebetiyle tekrar ederiz:

 

Ýþte bak: O zât öyle bir salât-ý kübrada dua ediyor ki: Güya þu cezire, belki Arz, onun azametli namazýyla namaz kýlar, niyaz eder. Bak, hem öyle bir cemaat-ý uzmada niyaz ediyor ki: Güya benî-

 

sh: » (M: 214)

 

Âdemin zaman-ý Âdem'den asrýmýza, kýyamete kadar bütün nuranî kâmil insanlar, ona ittiba ile iktida edip duasýna âmîn diyorlar. Hem bak, öyle bir hacet-i âmme için dua ediyor ki: Deðil ehl-i arz, belki ehl-i semavat, belki bütün mevcudat, niyazýna "Evet yâ Rabbena ver, biz dahi istiyoruz" deyip iþtirak ediyorlar. Hem öyle fakirane, öyle hazînane, öyle mahbubane, öyle müþtakane, öyle tazarrukârane niyaz ediyor ki; bütün kâinatý aðlattýrýyor, duasýna iþtirak ettiriyor. Bak: Hem öyle bir maksad, öyle bir gaye için duâ ediyor ki: Ýnsaný ve âlemi, belki bütün mahlukatý esfel-i sâfilînden, sukuttan, kýymetsizlikten, faydasýzlýktan a'lâ-yý illiyyîne, yani kýymete, bekaya, ulvî vazifeye çýkarýyor. Bak: Hem öyle yüksek bir fizar-ý istimdadkârane ve öyle tatlý bir niyaz-ý istirhamkârane ile istiyor, yalvarýyor ki: Güya bütün mevcudata ve semavata ve arþa iþittirip, vecde getirip duasýna "Âmîn Allahümme âmîn" dedirtiyor. Bak! Hem öyle Semi', Kerim bir Kadîr'den, öyle Basîr, Rahîm bir Alîm'den hacetini istiyor ki: Bilmüþahede en hafî bir zîhayatýn en hafî bir hacetini, bir niyazýný görür, iþitir, kabul eder, merhamet eder. Çünki istediðini, -velev lisan-ý hal ile olsun- verir ve öyle bir suret-i hakîmane, basîrane, rahîmanede verir ki, þübhe býrakmaz bu terbiye ve tedbir öyle bir Semi' ve Basîr ve öyle bir Kerim ve Rahîm'e hastýr.

 

ONÜÇÜNCÜ REÞHA: Acaba bütün efâzýl-ý beni-Âdemi arkasýna alýp, Arz üstünde durup, Arþ-ý Azama müteveccihen el kaldýrýp duâ eden þu þeref-i nev-i insan ve ferîd-i kevn ü zaman ve bihakkýn fahr-ý kâinat ne istiyor? Bak dinle: Saadet-i Ebediye istiyor, beka istiyor, lika istiyor, Cennet istiyor. Hem meraya-yý mevcudatta ahkâmýný ve cemallerini gösteren bütün esma-i kudsiye-i Ýlahiye ile beraber istiyor. Hattâ eðer rahmet, inayet, hikmet, adalet gibi hesabsýz o matlubun esbab-ý mûcibesi olmasaydý; þu Zâtýn tek duasý, baharýmýzýn icadý kadar kudretine hafif gelen þu Cennet'in binasýna sebebiyet verecekti. Evet nasýlki onun risaleti þu dâr-ý imtihanýn açýlmasýna sebebiyet verdi. Öyle de, onun ubudiyeti dahi öteki dârýn açýlmasýna sebebdir. Acaba ehl-i akýl ve tahkika لَيْسَ فِى اْلاِمْكَانِ اَبْدَعُ مِمَّا كَانَ dediren þu meþhud intizam-ý faik, þu rahmet içinde kusursuz hüsn-ü san'at ve misilsiz cemal-i rububiyet; hiç böyle bir çirkinliði, böyle bir merhametsizliði, böyle bir intizamsýzlýðý kabul eder mi ki: En cüz'î, en

 

sh: » (M: 215)

 

ehemmiyetsiz arzularý, sesleri ehemmiyetle iþitip îfa etsin; en ehemmiyetli, en lüzumlu arzularý ehemmiyetsiz görüp iþitmesin, anlamasýn, yapmasýn? Hâþâ ve kellâ!. Yüzbin defa hâþâ! Böyle bir cemal, böyle bir çirkinliði kabul etmez, çirkin olmaz.

 

Yahu ey hayalî arkadaþým! Þimdilik kâfidir, geri gitmeliyiz. Yoksa yüz sene þu zamanda, þu cezirede kalsak, yine o Zâtýn garaib-i icraatýný ve acaib-i vezaifini, yüzden birisine tamamen ihata edip temaþasýnda doyamayýz.

 

Þimdi gel, üstünde döneceðimiz her asra birer birer bakacaðýz. Bak nasýl her asýr, o Þems-i Hidayet'ten aldýklarý feyz ile çiçek açmýþlar! Ebu Hanife, Þafiî, Bayezid-i Bistamî, Þah-ý Geylanî, Þah-ý Nakþibend, Ýmam-ý Gazalî, Ýmam-ý Rabbanî gibi milyonlar münevver meyveler veriyor.

 

Meþhudatýmýzýn tafsilâtýný baþka vakte ta'lik edip, o mu'ciznüma ve hidayet-eda'ya bir kýsým kat'î mu'cizatýna iþaret eden bir salavat getirmeliyiz:

 

عَلَى مَنْ اُنْزِلَ عَلَيْهِ الْفُرْقَانُ الْحَكِيمُ مِنَ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ * مِنَ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَ اَلْفُ اَلْفِ سَلاَمٍ بِعَدَدِ حَسَنَاتِ اُمَّتِهِ عَلَى مَنْ بَشَّرَ بِرِسَالَتِهِ التَّوْرَيةُ وَ اْلاِنْجِيلُ وَ الزَّبُورُ * وَ بَشَّرَ بِنُبُوَّتِهِ اْلاِرْهَاصَاتُ وَ هَوَاتِفُ الْجِنِّ وَ اَوْلِيَاءُ اْلاِنْسِ وَ كَوَاهِنُ الْبَشَرِ * وَ انْشَقَّ بِاِشَارَتِهِ الْقَمَرُ * سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَ سَلاَمٍ بِعَدَدِ اَنْفَاسِ اُمَّتِهِ * عَلَى مَنْ جَائَتْ لِدَعْوَتِهِ الشَّجَرُ وَ نَزَلَ سُرْعَةً بِدُعَائِهِ الْمَطَرُ وَ اَظَلَّتْهُ الْغمَامَةُ مِنَ الْحَرِّ * وَ شَبَعَ مِنْ صَاعٍ مِنْ طَعَامِهِ مِاءَةٌ مِنَ الْبَشَرِ وَ نَبَعَ الْمَاءُ مِنْ بَيْنِ اَصَابِعِهِ ثَلاَثَ مَرَّاتٍ كَالْكَوْثَرِ وَ اَنْطَقَ اللّهُ لَهُ الضَّبَّ وَ الظَّبْىَ وَ الْجِذْعَ وَ الذِّرَاعَ وَ الْجَمَلَ وَ الْجَبَلَ وَ الْحَجَرَ وَ الْمَدَرَ صَاحِبِ الْمِعْرَاجِ وَ مَازَاغَ الْبَصَرُ *

 

sh: » (M: 216)

 

سَيِّدِنَا وَ شَفِيعِنَا مُحَمَّدٍ اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَ سَلاَمٍ بِعَدَدِ كُلِّ الْحُرُوفِ الْمُتَشَكِلَةِ فِى الْكَلِمَاتِ الْمُتَمَثِّلَةِ بِاِذْنِ الرَّحْمنِ فِى مَرَايَا تَمَوُّجَاتِ الْهَوَاءِ عِنْدَ قِرَائَةِ كُلِّ كَلِمَةٍ مِنَ الْقُرْآنِ مِنْ كُلِّ قَارِءٍ مِنْ اَوَّلِ النُّزُولِ اِلَى آخِرِ الزَّمَانِ وَاغْفِرْلَنَا وَارْحَمْنَا يَا اِلَهَنَا بِكُلِّ صَلاَةٍ مِنْهَا آمِينَ

 

 

 

[Þuaat-ý Marifet-ün Nebi namýndaki Türkçe bir risalede ve Ondokuzuncu Mektub'da ve þu sözde icmalen iþaret ettiðimiz delail-i nübüvvet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) beyan etmiþim. Hem onda Kur'an-ý Hakîm'in vücuh-u i'cazý icmalen zikredilmiþ. Yine "Lemaat" namýnda Türkçe bir risalede ve Yirmibeþinci Söz'de Kur'anýn kýrk vecihle mu'cize olduðunu icmalen beyan ve kýrk vücuh-u i'cazýna iþaret etmiþim. O kýrk vecihte, yalnýz nazýmda olan belâgatý, "Ýþarat-ül Ý'caz" namýndaki bir tefsir-i arabîde kýrk sahife içinde yazmýþým. Eðer ihtiyacýn varsa þu üç kitaba müracaat edebilirsin.]

 

ONDÖRDÜNCÜ REÞHA: Mahzen-i mu'cizat ve mu'cize-i kübra olan Kur'an-ý Hakîm; nübüvvet-i Ahmediye (A.S.M.) ile vahdaniyet-i Ýlahiyeyi, o derece kat'î isbat ediyor ki, baþka bürhana hacet býrakmýyor. Biz de onun tarifine ve medar-ý tenkid olmuþ bir-iki lem'a-i i'cazýna iþaret ederiz.

 

Ýþte Rabbimizi bize tarif eden Kur'an-ý Hakîm; þu kitab-ý kebir-i kâinatýn bir tercüme-i ezeliyesi.. þu sahaif-i Arz ve Semada müstetir künuz-u esma-i Ýlahiyenin keþþafý.. þu sutur-u hâdisatýn altýnda muzmer hakaikýn miftahý.. þu âlem-i þehadet perdesi arkasýndaki âlem-i gayb cihetinden gelen iltifatat-ý Rahmaniye ve hitabat-ý ezeliyenin hazinesi.. þu âlem-i maneviye-i Ýslâmiyenin güneþi, temeli, hendesesi.. âlem-i uhreviyenin haritasý.. zât ve sýfât ve þuun-u Ýlahiyenin kavl-i þârihi, tefsir-i vâzýhý, bürhan-ý nâtýký, tercüman-ý sâtýý.. þu âlem-i insaniyetin mürebbisi, hikmet-i hakikîsi, mürþid ve hâdîsi.. hem

 

sh: » (M: 217)

 

bir kitab-ý hikmet ve þeriat, hem bir kitab-ý dua ve ubudiyet, hem bir kitab-ý emir ve davet, hem bir kitab-ý zikir ve marifet gibi; bütün hacat-ý maneviyesine karþý birer kitab ve bütün muhtelif ehl-i mesalik ve meþarib olan evliya ve sýddýkînin, asfiya ve muhakkikînin her birinin meþreblerine lâyýk birer risale ibraz eden bir kütübhâne-i mukaddesedir.»

 

Sebeb-i kusur tevehhüm edilen tekraratýndaki lem'a-i i'caza bak ki: Kur'an hem bir kitab-ý zikir, hem bir kitab-ý dua, hem bir kitab-ý davet olduðundan içinde tekrar müstahsendir, belki elzemdir ve eblaðdýr. Ehl-i kusurun zanný gibi deðil... Zira zikrin þe'ni; tekrar ile tenvirdir. Duanýn þe'ni; terdad ile takrirdir. Emir ve davetin þe'ni; tekrar ile te'kiddir. Hem herkes her vakit bütün Kur'aný okumaða muktedir olamaz. Fakat bir sureye galiben muktedir olur. Onun için en mühim makasýd-ý Kur'aniye ekser uzun surelerde derc edilerek her bir sure bir küçük Kur'an hükmüne geçmiþ. Demek, hiç kimseyi mahrum etmemek için Tevhid ve Haþir ve Kýssa-i Musa gibi bazý maksadlar tekrar edilmiþ. Hem cismanî ihtiyaç gibi, manevî hacat dahi muhteliftir. Bazýsýna insan her nefes muhtaç olur; cisme hava, ruha hû gibi. Bazýsýna her saatبِسْمِ اللَّه gibi ve hâkeza... Demek tekrar-ý âyet, tekerrür-ü ihtiyaçtan ileri gelmiþ ve o ihtiyaca iþaret ederek uyandýrýp teþvik etmek, hem iþtiyaký ve iþtihayý tahrik etmek için tekrar eder. Hem Kur'an müessistir. Bir Din-i Mübin'in esasýdýr ve þu âlem-i Ýslâmiyet'in temelleridir ve hayat-ý içtimaiye-i beþeriyeyi deðiþtirip, muhtelif tabakata, mükerrer suallerine cevabdýr. Müessise, tesbit etmek için tekrar lâzýmdýr. Te'kid için terdad lâzýmdýr. Teyid için takrir, tahkik, tekrir lâzýmdýr. Hem, öyle mesail-i azîme ve hakaik-i dakikadan bahsediyor ki: Umumun kalblerinde yerleþtirmek için çok defa muhtelif suretlerde tekrar lâzýmdýr. Bununla beraber sureten tekrardýr, fakat manen herbir âyetin çok manalarý, çok faideleri, çok vücuh ve tabakatý vardýr. Herbir makamda ayrý bir mana ve faide ve maksadlar için zikrediliyor. Hem Kur'anýn, mesail-i kevniyenin bazýsýnda ibham ve icmali ise; irþadî bir lem'a-i i'cazdýr. Ehl-i ilhadýn tevehhüm ettikleri gibi medar-ý tenkid olamaz ve sebeb-i kusur deðildir.

 

Eðer desen: "Acaba neden Kur'an-ý Hakîm felsefenin mevcudattan bahsettiði gibi etmiyor? Bazý mesaili mücmel býrakýr,

 

sh: » (M: 218)

 

 

 

Bazýsýný nazar-ý umumîyi okþayacak, hiss-i âmmeyi rencide etmeyecek, fikr-i avamý taciz edip yormayacak bir suret-i basitane-i zâhiranede söylüyor?

 

Cevaben deriz ki: Felsefe, hakikatýn yolunu þaþýrmýþ onun için... Hem, geçmiþ derslerden ve Sözlerden elbette anlamýþsýn ki: Kur'an-ý Hakîm, þu kâinattan bahsediyor; tâ, zât ve sýfât ve esma-i Ýlâhiyeyi bildirsin. Yani bu kitab-ý kâinatýn maânîsini anlattýrýp, tâ Hâlýkýný tanýttýrsýn. Demek mevcudata kendileri için deðil, belki mûcidleri için bakýyor. Hem umuma hitab ediyor. Ýlm-i hikmet ise, mevcudata mevcudat için bakýyor. Hem hususan ehl-i fenne hitab ediyor. Öyle ise mâdemki Kur'an-ý Hakîm, mevcudatý delil yapýyor, bürhan yapýyor. Delil zâhirî olmak, nazar-ý umuma çabuk anlaþýlmak gerektir. Hem mâdemki Kur'an-ý Mürþid, bütün tabakat-ý beþere hitab eder. Kesretli tabaka ise, tabaka-i avamdýr. Elbette irþad ister ki; lüzumsuz þeyleri ibham ile icmal etsin ve dakik þeyleri temsil ile takrib etsin ve mugalatalara düþürmemek için zâhirî nazarlarýnda bedihî olan þeyleri, lüzumsuz belki zararlý bir surette taðyir etmemektir.

 

Meselâ Güneþe der: "Döner bir siracdýr, bir lâmbadýr." Zira Güneþten, Güneþ için, mahiyeti için bahsetmiyor. Belki bir nevi intizamýn zenbereði ve nizamýn merkezi olduðundan, intizam ve nizam ise Sâniin âyine-i marifeti olduðundan bahsediyor. Evet der: وَاَلشَّمْسُ َتجْرِى "Güneþ döner." Bu döner tabiriyle; kýþ yaz, gece gündüzün deveranýndaki muntazam tasarrufat-ý kudreti ihtar ile azamet-i Sânii ifham eder.

 

Ýþte bu dönmek hakikatý ne olursa olsun, maksud olan ve hem mensuc, hem meþhud olan intizama tesir etmez.

 

Hem der: وَجَعَلْنَا الشَّمْسَ سِرَاجًا Þu sirac tabiriyle; âlemi bir kasýr suretinde, içinde olan eþya ise, insana ve zîhayata ihzar edilmiþ müzeyyenat ve mat'umat ve levazýmat olduðunu ve Güneþ dahi müsahhar bir mumdar olduðunu ihtar ile rahmet ve ihsan-ý Hâlýký ifham eder.

 

Þimdi bak þu sersem ve geveze felsefe ne der? Bak diyor ki: "Güneþ, bir kitle-i azîme-i mayia-yi nariyedir. Ondan fýrlamýþ olan seyyaratý etrafýnda döndürüp, cesameti bu kadar, mahiyeti

 

sh: » (M: 219)

 

böyledir þöyledir." Muvahhiþ bir dehþetten, müdhiþ bir hayretten baþka, ruha bir kemal-i ilmî vermiyor. Bahs-i Kur'an gibi etmiyor. Buna kýyasen bâtýnen kof, zâhiren mutantan felsefî mes'elelerin ne kýymette olduðunu anlarsýn. Onun þaþaa-i suriyesine aldanýp, Kur'anýn gayet mu'ciznüma beyanýna karþý hürmetsizlik etme!..

 

ÝHTAR: Arabî Risale-i Nur'da Ondördüncü Reþha'nýn Altý Katresi, bahusus Dördüncü Katre'nin Altý Nüktesi; Kur'an-ý Hakîm'in kýrk kadar enva'-ý i'cazýndan onbeþini beyan eder. Ona iktifaen burada ihtisar ettik. Ýstersen ona müracaat et, bir hazine-i mu'cizat bulursun.

 

اَللّهُمَّ اجْعَلِ الْقُرْآنَ شِفَاءً لَنَا مِنْ كُلِّ دَاءٍ وَ مُونِسًا لَنَا فِى حَيَاتِنَا وَ بَعْدَ مَوْتِنَا وَ فِى الدُّنْيَا قَرِينَا وَ فِى الْقَبْرِ مُونِسًا وَ فِى االْقِيَامَةِ شَفِيعًا وَ عَلَى الصِّرَاطِ نُورًا وَ مِنَ النَّارِ سِتْرًا وَ حِجَابًا وَ فِى الْجَنَّةِ رَفِيقًا وَ اِلَى الْخَيْرَاتِ كُلِّهَا دَلِيلاً وَ اِمَامًا وَ بِفَضْلِكَ وَ جُودِكَ وَ كَرَمِكَ وَ رَحْمَتِكَ يَا اَكْرَمَ اْلاَكْرَمِينَ وَ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ آمِينَ اَللَّهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى مَنْ اُنْزِلَ عَلَيْهِ الْفُرْقَانُ الْحَكِيمُ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ آمِينَ *

 

اَلْبَاقِى هُوَ الْباَقِى

 

Said Nursi

 

sh: » (M: 220)

 

ÞAKK-I KAMER

 

MU'CÝZESÝNE DAÝRDÝR

 

(Ondokuzuncu ve Otuzbirinci Sözlerin Zeyli)

 

 

 

بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

 

اِقْتَرَبَتِ السَّاعَةُ وَ انْشَقَّ الْقَمَرُ وَاِنْ يَرَوْ آيَةً يُعْرِضُوا وَ يَقُولُوا سِحْرٌ مُسْتَمِرٌّ

 

Kamer gibi parlak bir Mu'cize-i Ahmediye (A.S.M.) olan inþikak-ý Kamer'i, evham-ý faside ile inhisafa uðratmak isteyen feylesoflar ve onlarýn muhakemesiz mukallidleri diyorlar ki: "Eðer inþikak-ý Kamer vuku bulsa idi umum âleme malûm olurdu. Bütün tarih-i beþerin nakletmesi lâzým gelirdi?"

 

Elcevap: Ýnþikak-ý Kamer dava-yý nübüvvete delil olmak için o davayý iþiten ve inkâr eden hazýr bir cemaate, gecede, vakt-i gaflette âni olarak gösterildiðinden; hem ihtilaf-ý metali' ve sis ve bulutlar gibi rü'yete mani esbabýn vücudu ile beraber, o zamanda medeniyet taammüm etmediðinden ve hususî kaldýðýndan ve tarassudat-ý semaviye pek az olduðundan; bütün etraf-ý âlemde görülmek, umum tarihlere geçmek, elbette lâzým deðildir. Þakk-ý Kamer yüzünden bu evham bulutlarýný daðýtacak çok noktalardan þimdilik "Beþ Nokta"yý dinle...

 

BÝRÝNCÝ NOKTA: O zaman, o zemindeki küffarýn gayet þedid derecede inadlarý, tarihen malûm ve meþhur olduðu halde; Kur'an-ý Hakîm'in وَ انْشَقَّ الْقَمَرُ demesiyle þu vak'ayý umum âleme ihbar ettiði halde; Kur'aný inkâr eden o küffardan hiçbir kimse, þu âyetin tekzibine, yani ihbar ettiði þu vakýanýn inkârýna aðýz açmamýþlar. Eðer o zamanda o hâdise, o küffarca kat'î ve vaki bir hâdise olmasa idi; þu sözü serriþte ederek, gayet dehþetli bir tekzibe ve Peygamberin ibtal-i davasýna hücum göstereceklerdi. Halbuki þu vak'aya dair siyer ve tarih, o vak'a ile münasebetdar küffarýn adem-i vukuuna dair hiçbir þeyini nakletmemiþlerdir.

 

sh: » (M: 221)

 

Yalnýz وَ يَقُولُوا سِحْرٌ مُسْتَمِرّ ٌ âyetinin beyan ettiði gibi, tarihçe menkul olan þudur ki: O hâdiseyi gören küffar, "sihirdir" demiþler ve "Bize sihir gösterdi. Eðer sair taraflardaki kervan ve kafileler görmüþlerse hakikattýr. Yoksa bize sihir etmiþ." demiþler. Sonra sabahleyin Yemen ve baþka taraflardan gelen kafileler ihbar ettiler ki: "Böyle bir hâdiseyi gördük." Sonra küffar, Fahr-i Âlem (A.S.M.) hakkýnda (Hâþâ) "Yetim-i Ebu Talib'in sihri semâya da tesir etti" dediler.

 

ÝKÝNCÝ NOKTA: Sa'd-ý Taftazanî gibi eâzým-ý muhakkikînin ekseri demiþler ki: «Ýnþikak-ý Kamer; parmaklarýndan su akmasý umum bir orduya su içirmesi, câmide hutbe okurken dayandýðý kuru direðin müfarakat-ý Ahmediye'den (A.S.M.) aðlamasý umum cemaatin iþitmesi gibi mütevatirdir. Yani öyle tabakadan tabakaya bir cemaat-ý kesîre nakletmiþtir ki, kizbe ittifaklarý muhaldir. Hâle gibi meþhur bir kuyruklu yýldýzýn bin sene evvel çýkmasý gibi mütevatirdir. Görmediðimiz Serendib Adasý'nýn vücudu gibi tevatürle vücudu kat'îdir.» demiþler. Ýþte böyle gayet kat'î ve þuhudî mesailde teþkikat-ý vehmiye yapmak, akýlsýzlýktýr. Yalnýz muhal olmamak kâfidir. Halbuki þakk-ý Kamer, bir volkanla inþikak eden bir dað gibi mümkündür.

 

ÜÇÜNCÜ NOKTA: Mu'cize; dava-yý nübüvvetin isbatý için, münkirleri ikna' etmek içindir, icbar için deðildir. Öyle ise dava-yý nübüvveti iþitenler için, ikna' edecek bir derecede mu'cize göstermek lâzýmdýr. Sair taraflara göstermek veyahut icbar derecesinde bir bedahetle izhar etmek, Hakîm-i Zülcelal'in hikmetine münafî olduðu gibi, sýrr-ý teklife dahi muhaliftir. Çünki "Akla kapý açmak, ihtiyarý elinden almamak" sýrr-ý teklif iktiza ediyor. Eðer Fâtýr-ý Hakîm inþikak-ý Kamer'i, feylesoflarýn hevesatýna göre bütün âleme göstermek için bir-iki saat öyle býraksa idi ve beþerin umum tarihlerine geçse idi, o vakit sair hâdisat-ý semaviye gibi; ya dava-yý nübüvvete delil olmazdý, risalet-i Ahmediyeye (A.S.M.) hususiyeti kalmazdý veyahut bedahet derecesinde öyle bir mu'cize olacaktý ki; aklý icbar edecek, aklýn ihtiyarýný elinden alacak, ister istemez nübüvveti tasdik edecek. Ebucehil gibi kömür ruhlu, Ebubekir-i Sýddýk gibi elmas ruhlu adamlar bir seviyede kalýp, sýrr-ý teklif zayi' olacaktý. Ýþte bu sýr içindir ki; hem âni, hem gece, hem vakt-i gaflet, hem ihtilaf-ý metali', sis ve bulut gibi sair mevanii perde ederek umum âleme gösterilmedi

 

sh: » (M: 222)

 

veyahut tarihlere geçirilmedi.

 

DÖRDÜNCÜ NOKTA: Þu hâdise, gece vakti herkes gaflette iken âni bir surette vuku bulduðundan etraf-ý âlemde elbette görülmeyecek. Bazý efrada görünse de, gözüne inanmayacak. Ýnandýrsa da, elbette böyle mühim bir hâdise, haber-i vâhid ile tarihlere bâki bir sermaye olmayacak.

 

Bazý kitablarda: "Kamer, iki parça olduktan sonra yere inmiþ" ilâvesi ise; ehl-i tahkik reddetmiþler. "Þu mu'cize-i bâhireyi kýymetten düþürmek niyetiyle, belki bir münafýk ilhak etmiþ" demiþler.

 

Hem meselâ o vakit, cehalet sisiyle muhat Ýngiltere, Ýspanya'da yeni gurub; Amerika'da gündüz; Çin'de, Japonya'da sabah olduðu gibi, baþka yerlerde baþka esbab-ý maniaya binaen elbette görülmeyecek. Þimdi bu akýlsýz muterize bak, diyor ki: "Ýngiltere, Çin, Japon, Amerika gibi akvamýn tarihleri bundan bahsetmiyor. Öyle ise vuku bulmamýþ." Bin nefrin onun gibi Avrupa kâselislerinin baþýna!.

 

BEÞÝNCÝ NOKTA: Ýnþikak-ý Kamer, kendi kendine bazý esbaba binaen vuku bulmuþ, tesadüfî, tabiî bir hâdise deðil ki; âdi ve tabiî kanunlarýna tatbik edilsin. Belki Þems ve Kamer'in Hâlýk-ý Hakîm'i, Resulünün risaletini tasdik ve davasýný tenvir için hârikulâde olarak o hâdiseyi îka etmiþtir. Sýrr-ý irþad ve sýrr-ý teklif ve hikmet-i risaletin iktizasýyla, hikmet-i rububiyetin istediði insanlara ilzam-ý hüccet için gösterilmiþtir. O sýrr-ý hikmetin iktiza etmedikleri, istemedikleri ve dava-yý nübüvveti henüz iþitmedikleri aktar-ý zemindeki insanlara göstermemek için, sis ve bulut ve ihtilaf-ý metali' haysiyetiyle; bazý memleketin kameri daha çýkmamasý ve bazýlarýn güneþleri çýkmasý ve bir kýsmýnýn sabahý olmasý ve bir kýsmýnýn güneþi yeni gurub etmesi gibi, o hâdiseyi görmeye mani pekçok esbaba binaen gösterilmemiþ. Eðer umum onlara dahi gösterilse idi, o halde ya iþaret-i Ahmediye'nin (A.S.M.) neticesi ve mu'cize-i nübüvvet olarak gösterilecekti; o vakit risaleti, bedahet derecesine çýkacaktý. Herkes tasdike mecbur olurdu, aklýn ihtiyarý kalmazdý. Ýman ise, aklýn ihtiyarýyladýr. Sýrr-ý teklif zayi' olurdu. Eðer sýrf bir hâdise-i semaviye olarak gösterilse idi; risalet-i Ahmediye (A.S.M.) ile münasebeti kesilirdi ve onunla hususiyeti kalmazdý.

 

sh: » (M: 223)

 

Elhasýl: Þakk-ý Kamer'in imkânýnda þübhe kalmadý. Kat'î isbat edildi. Þimdi, vukuuna delalet eden çok bürhanlarýndan altýsýna (Hâþiye) iþaret ederiz. Þöyle ki:

 

Ehl-i adalet olan sahabelerin, vukuuna icmaý.. ve ehl-i tahkik umum müfessirlerin,

 

وَ انْشَقَّ الْقَمَرُ tefsirinde onun vukuuna ittifaký.. ve ehl-i rivayet-i sadýka bütün muhaddisînin, pek çok senedlerle ve muhtelif tarîklerle vukuunu nakletmesi.. ve ehl-i keþif ve ilham bütün evliya ve sýddýkînin þehadeti.. ve ilm-i Kelâm'ýn meslekçe birbirinden çok uzak olan imamlarýn ve mütebahhir ülemanýn tasdiki.. ve nass-ý kat'î ile dalalet üzerine icma'larý vaki' olmayan ümmet-i Muhammediyenin (A.S.M.) o vak'ayý telakki-i bilkabul etmesi; güneþ gibi inþikak-ý Kamer'i isbat eder.

 

Elhasýl: Buraya kadar tahkik namýna ve hasmý ilzam hesabýna idi. Bundan sonraki cümleler, hakikat namýna ve iman hesabýnadýr. Evet, tahkik öyle dedi. Hakikat ise diyor ki:

 

Semâ-yý Risâletin kamer-i müniri olan Hâtem-i Divan-ý Nübüvvet, nasýlki mahbubiyet derecesine çýkan ubudiyetindeki velayetin keramet-i uzmasý ve mu'cize-i kübrasý olan Mi'rac ile, yani bir cism-i Arzý semavatta gezdirmekle semavatýn sekenesine ve âlem-i ulvî ehline rüchaniyeti ve mahbubiyeti gösterildi ve velayetini isbat etti. Öyle de: Arz'a baðlý, semaya asýlý olan Kamer'i, bir Arzlýnýn iþaretiyle iki parça ederek Arz'ýn sekenesine, o Arzlýnýn risaletine öyle bir mu'cize gösterildi ki: Zât-ý Ahmediye (A.S.M.) Kamer'in açýlmýþ iki nurani kanadý gibi; Risâlet ve velayet gibi iki nurani kanadýyla, iki ziyadar cenah ile, evc-i kemalâta uçmuþ; tâ Kab-ý Kavseyn'e çýkmýþ, hem ehl-i Semavat, hem ehl-i Arz'a medar-ý fahr olmuþtur...

 

عَلَيْهِ وَ عَلَى آلِهِ اَلصَّلوةُ وَ التَّسْلِيمَاتُ ِمْلأَ اْلاَرضِ وَ السَّموَاتِ

 

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

 

________________________________

 

(Hâþiye): Yani, altý defa icma' suretinde, vukuuna dair altý hüccet vardýr. Bu makam çok izaha lâyýk iken, maatteessüf kýsa kalmýþtýr.

 

sh: » (M: 224)

 

Mu'cizat-ý Ahmediyye (A.S.M.) Zeylinin Bir Parçasýdýr

 

(Risâlet-i Ahmediyye (A.S.M.) delâili hakkýnda olup, Mi'rac Risâlesinin Üçüncü Esasýnýn nihayetindeki üç mühim müþkilden birinci müþkile ait suâle, muhtasar bir fihriste sûretinde verilen cevaptýr.)

 

Suâl: Þu Mi'rac-ý azîm, niçin Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'a mahsustur?

 

Elcevab: Þu birinci müþkiliniz, Otuzüç Adet Sözler'de tafsilen halledilmiþtir. Yalnýz þurada Zât-ý Ahmediye'nin (A.S.M.) kemalâtýna ve delail-i nübüvvetine ve o mi'rac-ý azama en elyak o olduðuna icmalî iþaretler nev'inde, bir muhtasar fihriste gösteriyoruz. Þöyle ki:

 

Evvelâ: Tevrat, Ýncil, Zebur gibi Kütüb-ü Mukaddeseden, pek çok tahrifata maruz olduklarý halde, þu zamanda dahi, Hüseyin-i Cisrî gibi bir muhakkik, nübüvvet-i Ahmediyeye (A.S.M.) dair yüzondört iþarî beþaretleri çýkarýp "Risale-i Hamîdiye"de göstermiþtir.

 

Sâniyen: Tarihçe sabit, Þýk ve Satih gibi meþhur iki kâhinin, nübüvvet-i Ahmediyeden (A.S.M.) biraz evvel, nübüvvetine ve âhirzaman peygamberi o olduðuna beyanatlarý gibi çok beþaretler, sahih bir surette tarihen nakledilmiþtir.

 

Sâlisen: Velâdet-i Ahmediye (A.S.M.) gecesinde Kâ'be'deki sanemlerin sukutuyla, Kisra-yý Faris'in saray-ý meþhuresi olan Eyvan'ý inþikak etmesi gibi, irhasat denilen yüzer hârika, tarihçe meþhurdur.

 

Râbian: Bir orduya parmaðýndan gelen suyu içirmesi ve camide bir cemaat-ý azîme huzurunda, kuru direðin, minberin naklinden dolayý müfarakat-ý Ahmediyeden (A.S.M.) deve gibi enîn ederek aðlamasý; وَ انْشَقَّ الْقَمَرُ nassý ile, Þakk-ý Kamer gibi, muhakkiklerin tahkikatýyla bine balið mu'cizatla serfiraz olduðunu tarih ve siyer gösteriyor.

 

sh: » (M: 225)

 

Hâmisen: Dost ve düþmanýn ittifakýyla ahlâk-ý hasenenin þahsýnda en yüksek derecede ve bütün muamelâtýnýn þehadetiyle secaya-yý sâmiye, vazifesinde ve tebligatýnda en âlî bir derecede ve Din-i Ýslâmdaki mehasin-i ahlâkýn þehadetiyle, þeriatýnda en âlî hisal-ý hamîde, en mükemmel derecede bulunduðuna ehl-i insaf ve dikkat tereddüd etmez.

 

Sâdisen: Onuncu Söz'ün Ýkinci Ýþaretinde iþaret edildiði gibi: Uluhiyet, mukteza-yý hikmet olarak tezahür istemesine mukabil, en azamî bir derecede Zât-ý Ahmediye (A.S.M.) dinindeki azamî ubudiyetiyle en parlak bir derecede göstermiþtir. Hem Hâlýk-ý Âlem'in nihayet kemaldeki cemalini bir vasýta ile göstermek, mukteza-yý hikmet ve hakikat olarak istemesine mukabil; en güzel bir surette gösterici ve tarif edici, bilbedahe o Zâttýr.

 

Hem Sâni'-i Âlem'in nihayet cemalde olan kemal-i san'atý üzerine enzar-ý dikkati celb etmek, teþhir etmek istemesine mukabil; en yüksek bir sada ile dellâllýk eden, yine bilmüþahede o Zâttýr.

 

Hem bütün âlemlerin Rabbi, kesret tabakatýnda vahdaniyetini ilân etmek istemesine mukabil, -tevhidin en azam î bir derecede- bütün meratib-i tevhidi ilân eden yine bizzarure o Zâttýr.

 

Hem Sahib-i Âlem'in nihayet derecede âsârýndaki cemalin iþaretiyle, nihayetsiz hüsn-ü zâtîsini ve cemalinin mehasinini ve hüsnünün letaifini âyinelerde mukteza-yý hakikat ve hikmet olarak görmek ve göstermek istemesine mukabil; en þaþaalý bir surette âyinedarlýk eden ve gösteren ve sevip ve baþkasýna sevdiren yine bilbedahe o Zâttýr.

 

Hem þu saray-ý âlemin Sâni'i, gayet hârika mu'cizeleri ile ve gayet kýymetdar cevahirler ile dolu hazine-i gaybiyelerini izhar ve teþhir istemesi ve onlarla kemalâtýný tarif etmek ve bildirmek istemesine mukabil, en azamî bir surette teþhir edici ve tavsif edici ve tarif edici yine bilbedahe o Zâttýr.

 

Hem þu kâinatýn Sâni'i, þu kâinatý enva'-ý acaib ve zînetlerle süslendirmek suretinde yapmasý ve zîþuur mahlukatýna seyr ü tenezzüh ve ibret ü tefekkür için ona idhal etmesi ve mukteza-yý hikmet olarak onlara o âsâr ve sanayiinin manalarýný,

 

sh: » (M: 226)

 

kýymetlerini, ehl-i temaþa ve tefekküre bildirmek istemesine mukabil; en azamî bir surette cin ve inse, belki ruhanîlere ve melaikelere de Kur'an-ý Hakîm vasýtasýyla rehberlik eden, yine bilbedahe o Zâttýr.

 

Hem þu kâinatýn Hâkim-i Hakîm'i, þu kâinatýn tahavvülâtýndaki maksad ve gayeyi tazammun eden týlsým-ý muðlakýný ve mevcudatýn "Nereden? Nereye? Ve ne olduklarý?" olan þu üç sual-i müþkilin muammasýný bir elçi vasýtasýyla umum zîþuurlara açtýrmak istemesine mukabil, en vâzýh bir surette ve en azamî bir derecede hakaik-i Kur'aniye vasýtasýyla o týlsýmý açan ve o muammayý halleden, yine bilbedahe o Zâttýr.

 

Hem þu âlemin Sâni'-i Zülcelal'i, bütün güzel masnuatýyla kendini zîþuur olanlara tanýttýrmak ve kýymetli nimetlerle kendini onlara sevdirmesi, bizzarure onun mukabilinde zîþuur olanlara marziyatý ve arzu-yu Ýlahiyelerini bir elçi vasýtasýyla bildirmesini istemesine mukabil, en a'lâ ve ekmel bir surette, Kur'an vasýtasýyla o marziyat ve arzularý beyan eden ve getiren, yine bilbedahe o Zâttýr.

 

Hem Rabb-ül Âlemîn, meyve-i âlem olan insana, âlemi içine alacak bir vüs'at-i istidad verdiðinden ve bir ubudiyet-i külliyeye müheyya ettiðinden ve hissiyatça kesrete ve dünyaya mübtela olduðundan, bir rehber vasýtasýyla, yüzlerini kesretten vahdete, fâniden bâkiye çevirmek istemesine mukabil; en azamî bir derecede, en eblað bir surette, Kur'an vasýtasýyla en ahsen bir tarzda rehberlik eden ve risaletin vazifesini en ekmel bir tarzda îfa eden, yine bilbedahe o Zâttýr.

 

Ýþte mevcudatýn en eþrefi olan zîhayat ve zîhayat içinde en eþref olan zîþuur ve zîþuur içinde en eþref olan hakikî insan ve hakikî insan içinde geçmiþ vezaifi en azamî derecede, en ekmel bir surette îfa eden Zât; elbette o mi'rac-ý azîm ile Kab-ý Kavseyn'e çýkacak, saadet-i ebediye kapýsýný çalacak, hazine-i rahmetini açacak, imanýn hakaik-i gaybiyesini görecek, yine o olacaktýr.

 

Sâbian: Bilmüþahede þu masnuatta gayet güzel tahsinat, nihayet derecede süslü tezyinat vardýr. Ve bilbedahe þöyle tahsinat ve tezyinat, onlarýn Sâniinde gayet þiddetli bir irade-i tahsin ve kasd-ý tezyin var olduðunu gösterir. Ve irade-i tahsin ve tezyin ise, bizzarure o Sâni'de san'atýna karþý kuvvetli bir raðbet ve

 

sh: » (M: 227)

 

kudsî bir muhabbet olduðunu gösterir. Ve masnuat içinde en câmi' ve letaif-i san'atý birden kendinde gösteren ve bilen ve bildiren ve kendini sevdiren ve baþka masnuattaki güzellikleri "Mâþâallah" deyip istihsan eden, bilbedahe o san'atperver ve san'atýný çok seven Sâniin nazarýnda en ziyade mahbub, o olacaktýr.

 

Ýþte masnuatý yaldýzlayan mezaya ve mehasine ve mevcudatý ýþýklandýran letaif ve kemalâta karþý: "Sübhanallah, Mâþâallah, Allahü Ekber" diyerek semavatý çýnlattýran ve Kur'anýn naðamatýyla kâinatý velveleye verdiren, istihsan ve takdir ile, tefekkür ve teþhir ile, zikir ve tevhid ile, berr ve bahri cezbeye getiren yine bilmüþahede o Zâttýr.

 

 

 

Ýþte böyle bir zât ki: اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِ sýrrýnca bütün ümmetin iþlediði hasenatýn bir misli, onun kefe-i mizanýnda bulunan ve umum ümmetinin salavatý, onun manevî kemalâtýna imdad veren ve Risaletinde gördüðü vezaifin netaicini ve manevî ücretleriyle beraber rahmet ve muhabbet-i Ýlahiyenin nihayetsiz feyzine mazhar olan bir Zât, elbette Mi'rac merdiveniyle Cennet'e, Sidret-ül Münteha'ya, Arþ'a ve Kab-ý Kavseyn'e kadar gitmek, ayn-ý hak, nefs-i hakikat ve mahz-ý hikmettir. (Hâþiye)

 

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

 

Said Nursi

 

_______________________

 

(Hâþiye): En mühim bir ceride-i Ýslâmiyede, umum âlem-i Ýslâma taalluk eden ve gayet ehemmiyetli siyasîlerden ve hayat-ý içtimaiye ile çok alâkadar olan umum hukukçulardan 1927 senesinde Avrupa'da toplanan bir kongrede mühim ecnebi feylesoflar, þeriat-ý Muhammediyeye (A.S.M.) dair bu aþaðýda yazýlan Arabî fýkranýn aynýný kendi lisanlarýyla söylemiþler. O Arabî ceridenin naklettiði Arabî ifadeyi aynen yazýyoruz ve tercümesini de Arabî ifadenin altýna ilâve ediyoruz. Nur Çeþmesi'nin âhirinde yazýlan ecnebi feylesoflardan kýrküç tanesinin beyanatý, bu iki kahraman feylesofun beyanatýyla kýrkbeþ tane þahid-i sadýk oluyor. اَلْفَضْلُ مَا شَهِدَتْ بِهِ اْلاَعْدَاءُ "Fazilet odur ki; düþmanlar dahi onu tasdik etsin."

 

 

 

Arabî ceridenin beyanatý:

 

 

 

sh: » (M: 228)

 

 

 

وَقَدْ اِعْتَرَفَ حَتَّى عُلَمَاءُ الْغَرْبِ بِسُمُوِّ مَبَادِى اْلاِسْلاَمِ وَصَلاَحِهَا لِلْعَالَمِ... قَالَ

 

عَمِيدُ كُلِّيَّةِ الْحُقُوقِ بِجَامِعَةِ قَيِيَنَا َاْلاُسْتَاذُ شَبُولْ فِى مُؤْتَمَرِ الْحُقُوقِيِّينَ الْمُنْعَقَدِ فِى سَنَةِ 1927أ

 

[اِنَّ الْبَشَرِيَّةَ لَتَفْتَخِرُ بِاِنْتِسَابِ رَجُلٍ كَمُحَمَّدٍ (ع ص م) اِلَيْهَا اِذْ اِنَّهُ رَغْمَ اُمِّيَّتِهِ اِسْتَطَاعَ قَبْلَ بِضْعَةِ عَشَرَ قَرْنًا اَنْ يَاْتِى بِتَشْرِيعٍ سَنَكُونُ نَحْنُ اْلاَوْرُوبَائِيِّينَ اَسْعَدَ مَا نَكُونُ لَوْ وَصَلْنَا اِلَى قِيْمَتِهِ بَعْدَ اَلْفَىْ عَامٍ]

 

وَ قَالَ بَرْنَارْد شَوْ :[لَقَدْ كَانَ دِينُ مُحَمَّدٍ (ع ص م) مَوْضِعَ التَّقْدِيرِ السَّامِى دَائِمًا لِمَا يَنْطَوِى عَلَيْهِ مِنْ حَيَوِيَّةٍ مُدْهِشَةٍ ِلاَنَّهُ عَلَى مَا يَلُوحُ لِى هُوَ الدِّينُ الْوَحِيدُ الَّذِى لَهُ مَلَكَةُ الْهَضْمِ ِلاَطْوَارِ الْحَيَاةِ الْمُخْتَلِفَةِ وَالَّذِى يَسْتَطِيعُ لِذلِكَ اَنْ يَجْذِبَ اِلَيْهِ كُلَّ جَيْلٍ مِنَ النَّاسِ وَ اَرَى وَاجِبًا اَنْ يُدْعَى مُحَمَّدٌ (ع ص م) مُنْقِذَ اْلاِنْسَانِيَّةِ وَ اَعْتَقِدُ اَنَّ رَجُلاً مِثْلَهُ اِذَا تَوَلَّى زَعَامَةَ الْعَالَمِ الْحَدِيثِ نَجَحَ فِى حَلِّ مُشْكِلاَتِهِ وَاَحَلَّ فِى الْعَالَمِ السَّلاَمَةَ وَالسَّعَادَةَ (يَعْنِى الْمُسَالَمَةَ وَالصُّلْحَ الْعُمُومِىَّ) وَمَا اَشَدَّ حَاجَةَ الْعَالَمِ اَلْيَوْمَ اِلَيْهَا...

 

 

 

Tercümesinin bir hülâsasý:

 

Evet garb ulemasý ve feylesoflarý itiraf ve ikrar etmiþler ki: "Ýslâmiyetin kanunlarý, yüksek bir tarzda âlemin ýslahýna kâfidir."

 

 

 

Hem Külliyet-ül Hukuk Kongresinin cem'iyetinde, bütün hukukiyyunun toplandýðý o kongrede 1927 senesinde onun reisi feylesof üstad Shebol demiþ ki: "Muhammed'in (A.S.M.) beþeriyete intisabýyla bütün beþeriyet muhakkak iftihar eder. Çünki o zât ümmî olmasýyla beraber, onüç asýr evvel öyle bir þeriat getirmiþ ki; biz Avrupalýlar iki bin sene sonra onun kýymetine ve hakikatine yetiþsek, en mes'ud, en saadetli oluruz."

 

Ýkincisi veyahut Nur Çeþmesi'nin âhirine ilâve edilenlerle kýrkbeþincisi olan

 

sh: » (M: 229)

 

Bernard ShaW demiþ:

 

"Dîn-i Muhammedî'nin (A.S.M.) en yüksek makam-ý takdire çýkmasýnýn sebebi: Gayet acib ve saðlam bir hayatý temin etmesidir. Bana açýlan budur ki: O din tek, yekta, emsalsiz bir din-i ferîd olup, bütün muhtelif ayrý ayrý hayatýn etvarlarýný ve çeþitlerini hazmettiriyor. Yani, ýslah ve istihale tarzýnda tasfiye ve terakki ettiriyor. Hem Muhammed'in (A.S.M.) dini öyle bir dindir ki, insanýn ayrý ayrý bütün milletlerini kendine celbedebilir. Ben görüyorum ve itikad ediyorum ki: Beþere vâcibdir ki desin: "Muhammed (A.S.M.) insaniyetin halaskârýdýr. Ve halaskârlýk namý, ona verilmek lâzýmdýr."

 

Hem diyor: "Ben itikad ediyorum ki: Muhammed'in misli, yani sîretinde, tarzýnda bir adam þimdiki yeni âleme reis olsa, hükmetse; bu yeni âlemin müþkilâtýný halledip, bu yeni karmakarýþýk âlemde müsalemet-i umumiyeye ve saadet-i hayatýn husulüne sebeb olacak. Evet, bu yeni âlemin müsalemet ve saadet-i hayatiyeye ne kadar þedid ihtiyacý var olduðunu herkes anlar!"

 

sh: » (M: 230)

 

AYET-ÜL KÜBRA RÝSALESÝNÝN

 

RÝSALET-Ý AHMEDÝYEDEN BAHSEDEN

 

ONALTINCI MERTEBESÝ

 

(Makam Münasebetiyle Buraya Ýlhak Edilmiþtir.)

 

 

 

Sonra o dünya seyyahý, kendi aklýna dedi ki: Mâdem bu kâinatýn mevcudatýyla mâlikimi ve hâlýkýmý arýyorum. Elbette her þeyden evvel bu mevcudatýn en meþhuru ve a'dasýnýn tasdikiyle dahi en mükemmeli ve en büyük kumandaný ve en namdar hâkimi ve sözce en yükseði ve akýlca en parlaðý ve ondört asrý faziletiyle ve Kur'anýyla ýþýklandýran Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'ý ziyaret etmek ve aradýðýmý ondan sormak için Asr-ý Saadete beraber gitmeliyiz diyerek, aklýyla beraber o asra girdi. Gördü ki: O asýr, hakikaten o Zât ile, bir saadet-i beþeriye asrý olmuþ. Çünki en bedevî ve en ümmî bir kavmi, getirdiði nur vasýtasýyla, kýsa bir zamanda dünyaya üstad ve hâkim eylemiþ.

 

Hem kendi aklýna dedi: Biz, en evvel bu fevkalâde Zâtýn (A.S.M.) bir derece kýymetini ve sözlerinin hakkaniyetini ve ihbaratýnýn doðruluðunu bilmeliyiz, sonra hâlýkýmýzý ondan sormalýyýz diyerek taharriye baþladý. Bulduðu hadsiz kat'î delillerden, burada, yalnýz dokuz külliyetine birer kýsa iþaret edilecek!

 

Birincisi: Bu Zâtta (A.S.M.) -hattâ düþmanlarýnýn tasdikiyle dahi- bütün güzel huylarýn ve hasletlerin bulunmasý ve وَ انْشَقَّ الْقَمَرُ * وَمَا رَمَيْتَ اِذْ رَمَيْتَ وَلكِنَّ اللّهَ رَمَى âyetlerinin sarahatýyla, bir parmaðýnýn iþaretiyle Kamer iki parça olmasý ve bir avucu ile, a'dasýnýn ordusuna attýðý az bir toprak, umum o ordunun gözlerine girmesiyle kaçmalarý ve susuz kalmýþ kendi ordusuna, beþ parmaðýndan kevser gibi akan suyu kifayet derecesinde içirmesi gibi; nakl-i kat'î ile ve bir kýsmý tevatür ile, yüzer mu'cizatýn onun elinde zâhir olmasýdýr. Bu mu'cizattan üçyüzden ziyade bir kýsmý, Ondokuzuncu Mektub olan Mu'cizat-ý Ahmediye (A.S.M.) namýndaki hârika ve kerametli bir risalede kat'î delilleriyle beraber beyan edildiðinden onlarý ona havale ederek dedi ki:

 

sh: » (M: 231)

 

Bu kadar ahlâk-ý hasene ve kemalâtla beraber, bu kadar mu'cizat-ý bahiresi bulunan bir Zât (A.S.M.) elbette en doðru sözlüdür. Ahlâksýzlarýn iþi olan hileye, yalana, yanlýþa tenezzül etmesi kabil deðil.

 

Ýkincisi: Elinde bu kâinat sahibinin bir fermaný bulunduðu ve o fermaný her asýrda üçyüz milyondan ziyade insanlarýn kabul ve tasdik ettikleri ve o ferman olan Kur'an-ý Azîmüþþan'ýn yedi vecihle hârika olmasýdýr. Ve bu Kur'anýn kýrk vecihle mu'cize olduðu ve kâinat hâlýkýnýn sözü bulunduðu kuvvetli delilleriyle beraber, "Yirmibeþinci Söz - Mu'cizat-ý Kur'aniye" namlarýndaki ve Risale-i Nur'un bir güneþi olan meþhur bir risalede tafsilen beyan edilmesinden; onu, ona havale ederek dedi: Böyle ayn-ý hak ve hakikat bir fermanýn tercümaný ve teblið edicisi bir Zâtta (A.S.M.) fermana cinayet ve ferman sahibine hýyanet hükmünde olan yalan olamaz ve bulunamaz!..

 

Üçüncüsü: O Zât (A.S.M.), öyle bir þeriat ve bir Ýslâmiyet ve bir ubudiyet ve bir dua ve bir davet ve bir iman ile meydana çýkmýþ ki, onlarýn ne misli var ve ne de olur. Ve onlardan daha mükemmel ne bulunmuþ ve ne de bulunur. Çünki ümmî bir zâtta (A.S.M.) zuhur eden o þeriat; ondört asrý ve nev'-i beþerin humsunu, âdilane, hakkaniyet üzere, müdakkikane, hadsiz kanunlarýyla idare etmesi emsal kabul etmez.

 

Hem ümmî bir Zâtýn (A.S.M.) ef'al ve akval ve ahvalinden çýkan Ýslâmiyet; her asýrda üçyüz milyon insanýn rehberi ve mercii ve akýllarýnýn muallimi ve mürþidi ve kalblerinin münevviri ve musaffisi ve nefislerinin mürebbisi ve müzekkisi ve ruhlarýnýn medar-ý inkiþafatý ve maden-i terakkiyatý olmasý cihetiyle misli olamaz ve olamamýþ.

 

Hem dininde bulunan bütün ibadatýn bütün enva'ýnda en ileri olmasý ve herkesten ziyade takvada bulunmasý ve Allah'tan korkmasý ve fevkalâde daimî mücahedat ve daðdaðalar içinde, tam tamýna ubudiyetin en ince esrarýna kadar müraat etmesi ve hiç kimseyi taklid etmeyerek ve tam manasýyla ve mübtediyane fakat en mükemmel olarak, hem ibtida ve intihayý birleþtirerek yapmasý; elbette misli görülmez ve görülmemiþ.

 

Hem binler dua ve münacatlarýndan Cevþen-ül Kebir ile, öyle bir marifet-i Rabbaniye ile, öyle bir derecede Rabbini tavsif ediyor ki; o zamandan beri gelen ehl-i marifet ve ehl-i velayet, telahuk-u efkâr ile beraber, ne o mertebe-i marifete ve ne de o derece-i tavsife yetiþememeleri gösteriyor ki, duada dahi onun misli

 

sh: » (M: 232)

 

yoktur. Risale-i Münacat'ýn baþýnda, Cevþen-ül Kebir'in doksandokuz fýkrasýndan bir fýkrasýnýn kýsacýk bir mealinin beyan edildiði yere bakan adam, Cevþen'in dahi misli yoktur diyecek.

 

Hem teblið-i risalette ve nâsý hakka davette o derece metanet ve sebat ve cesaret göstermiþ ki; büyük devletler ve büyük dinler, hattâ kavim ve kabilesi ve amucasý ona þiddetli adâvet ettikleri halde, zerre mikdar bir eser-i tereddüd, bir telaþ, bir korkaklýk göstermemesi ve tek baþýyla bütün dünyaya meydan okumasý ve baþa da çýkarmasý ve Ýslâmiyeti dünyanýn baþýna geçirmesi isbat eder ki; teblið ve davette dahi misli olmamýþ ve olamaz.

 

Hem imanda, öyle fevkalâde bir kuvvet ve hârika bir yakîn ve mu'cizane bir inkiþaf ve cihaný ýþýklandýran bir ulvî itikad taþýmýþ ki; o zamanýn hükümraný olan bütün efkârý ve akideleri ve hükemanýn hikmetleri ve ruhanî reislerin ilimleri ona muarýz ve muhalif ve münkir olduklarý halde; onun ne yakînine, ne itikadýna, ne itimadýna, ne itminanýna hiçbir þübhe, hiçbir tereddüd, hiçbir za'f, hiçbir vesvese vermemesi ve maneviyatta ve meratib-i imaniyede terakki eden baþta Sahabeler ve bütün ehl-i velayet, onun her vakit mertebe-i imanýndan feyz almalarý ve onu en yüksek derecede bulmalarý, bilbedahe gösterir ki; imaný dahi emsalsizdir.

 

Ýþte böyle emsalsiz bir þeriat ve misilsiz bir Ýslâmiyet ve hârika bir ubudiyet ve fevkalâde bir dua ve cihanpesendane bir davet ve mu'cizane bir iman sahibinde, elbette hiçbir cihetle yalan olamaz ve aldatmaz diye anladý ve aklý dahi tasdik etti.

 

Dördüncüsü: Enbiyalarýn icma'ý, nasýlki vücud ve vahdaniyet-i Ýlahiyeye gayet kuvvetli bir delildir; öyle de, bu Zâtýn doðruluðuna ve risaletine gayet saðlam bir þehadettir. Çünki Enbiya Aleyhimüsselâm'ýn doðruluklarýna ve peygamber olmalarýna medar olan ne kadar kudsî sýfatlar ve mu'cizeler ve vazifeler varsa; o Zâtta (A.S.M.) en ileride olduðu tarihçe musaddaktýr. Demek onlar, nasýlki lisan-ý kal ile; Tevrat, Ýncil ve Zebur ve suhuflarýnda bu Zâtýn (A.S.M.) geleceðini haber verip insanlara beþaret vermiþler ki, kütüb-ü mukaddesenin o beþaretli iþaratýndan yirmiden fazla ve pek zâhir bir kýsmý, Ondokuzuncu Mektub'da güzelce beyan ve isbat edilmiþ. Öyle de, lisan-ý halleriyle, yani nübüvvetleriyle ve mu'cizeleriyle; kendi mesleklerinde ve vazifelerinde en ileri ve en mükemmel olan bu zâtý tasdik edip, davasýný imza ediyorlar. Ve lisan-ý kal ve icma' ile vahdaniyete

 

sh: » (M: 233)

 

delalet ettikleri gibi, lisan-ý hal ile ve ittifakla bu zâtýn sadýkýyetine þehadet ediyorlar diye anladý.

 

Beþincisi: Bu Zâtýn düsturlarýyla ve terbiyesi ve tebaiyetiyle ve arkasýndan gitmeleriyle hakka, hakikata, kemalâta, keramata, keþfiyata, müþahedata yetiþen binlerce evliya vahdaniyete delalet ettikleri gibi; üstadlarý olan bu zâtýn sadýkýyetine ve risaletine, icma' ve ittifakla þehadet ediyorlar. Ve âlem-i gaybdan verdiði haberlerin bir kýsmýný nur-u velayetle müþahede etmeleri ve umumunu nur-u imanla ya ilmelyakîn veya aynelyakîn veya hakkalyakîn suretinde itikad ve tasdik etmeleri; üstadlarý olan bu Zâtýn derece-i hakkaniyet ve sadýkýyetini güneþ gibi gösterdiðini gördü.

 

Altýncýsý: Bu zâtýn ümmiliðiyle beraber getirdiði hakaik-i kudsiye ve ihtira ettiði ulûm-u âliye ve keþfettiði marifet-i Ýlahiyenin dersiyle ve talimiyle, mertebe-i ilmiyede en yüksek makama yetiþen milyonlar asfiya-i müdakkikîn ve sýddýkîn-i muhakkikîn ve dâhî-i hükema-i mü'minîn, bu Zâtýn üss-ül esas davasý olan vahdaniyeti, kuvvetli bürhanlarýyla bil'ittifak isbat ve tasdik ettikleri gibi; bu muallim-i ekberin ve bu üstad-ý azamýn hakkaniyetine ve sözlerinin hakikat olduðuna ittifakla þehadetleri, gündüz gibi bir hüccet-i risaleti ve sadýkýyetidir. Meselâ: Risale-i Nur, yüz parçasýyla, bu Zâtýn sadakatýnýn bir tek bürhanýdýr.

 

Yedincisi: Âl ve ashab namýnda ve nev'-i beþerin enbiyadan sonra feraset ve dirayet ve kemalâtla en meþhuru ve en muhterem ve en namdarý ve en dindar ve en keskin nazarlý taife-i azîmesi; kemal-i merak ile ve gayet dikkat ve nihayet ciddiyetle, bu Zâtýn bütün gizli ve aþikâr hallerini ve fikirlerini ve vaziyetlerini taharri ve teftiþ ve tedkik etmeleri neticesinde; bu zâtýn dünyada en sadýk ve en yüksek ve en haklý ve hakikatlý olduðuna ittifak ile ve icma' ile ve sarsýlmaz tasdikleri ve kuvvetli imanlarý, güneþin ziyasýna delalet eden gündüz gibi bir delildir, diye anladý.

 

Sekizincisi: Bu kâinat, nasýlki kendini icad ve idare ve tertib eden ve tasvir ve takdir ve tedbir ile bir saray gibi, bir kitab gibi, bir sergi gibi, bir temaþagâh gibi tasarruf eden sâniine ve kâtibine ve nakkaþýna delalet eder. Öyle de; kâinatýn hilkatindeki makasýd-ý Ýlahiyeyi bilecek ve bildirecek ve tahavvülâtýndaki Rabbanî hikmetlerini talim edecek ve vazifedarane harekâtýndaki neticeleri ders verecek ve mahiyetindeki kýymetini ve içindeki

 

sh: » (M: 234)

 

mevcudatýn kemalâtýný ilân edecek ve o kitab-ý kebirin manalarýný ifade edecek bir yüksek dellâl, bir doðru keþþaf, bir muhakkik üstad, bir sadýk muallim istediði ve iktiza ettiði ve herhalde bulunmasýna delalet ettiði cihetiyle, elbette bu vazifeleri herkesten ziyade yapan bu Zâtýn hakkaniyetine ve bu kâinat Hâlýkýnýn en yüksek ve sadýk bir memuru olduðuna þehadet ettiðini bildi.

 

Dokuzuncusu: Mâdem bu san'atlý ve hikmetli masnuatýyla kendi hünerlerini ve san'atkârlýðýnýn kemalâtýný teþhir etmek ve bu süslü, zînetli nihayetsiz mahlukatýyla kendini tanýttýrmak ve sevdirmek ve bu lezzetli ve kýymetli hesabsýz nimetleriyle kendine teþekkür ve hamd ettirmek ve bu þefkatli ve himayetli umumî terbiye ve iaþe ile, hattâ aðýzlarýn en ince zevklerini ve iþtihalarýn her nev'ini tatmin edecek bir surette ihzar edilen Rabbanî it'amlar ve ziyafetlerle, kendi rububiyetine karþý minnetdarane, müteþekkirane ve perestiþkârane ibadet ettirmek ve mevsimlerin tebdili ve gece ve gündüzün tahvili ve ihtilafý gibi, azametli ve haþmetli tasarrufat ve icraat ve dehþetli ve hikmetli faaliyet ve hallakýyet ile, kendi uluhiyetini izhar ederek, o uluhiyetine karþý iman ve teslim ve inkýyad ve itaat ettirmek ve her vakit iyiliði ve iyileri himaye, fenalýðý ve fenalarý izale ve semavî tokatlar ile zalimleri ve yalancýlarý imha etmek cihetiyle, hakkaniyet ve adaletini göstermek isteyen perde arkasýnda birisi var. Elbette ve herhalde, o gaybî zâtýn yanýnda en sevgili mahluku ve en doðru abdi ve onun mezkûr maksadlarýna tam hizmet ederek, hilkat-i kâinatýn týlsýmýný ve muammasýný hall ve keþfeden ve daima o Hâlýkýnýn namýna hareket eden ve ondan istimdad eden ve muvaffakýyet isteyen ve onun tarafýndan imdada ve tevfike mazhar olan ve Muhammed-i Kureyþî (A.S.M.) denilen bu Zât olacak!..

 

Hem aklýna dedi: Mâdem bu mezkûr dokuz hakikatlar bu zâtýn sýdkýna þehadet ederler; elbette bu âdem, benî-âdem'in medar-ý þerefi ve bu âlemin medar-ý iftiharýdýr. Ve ona "Fahr-i Âlem" ve "Þeref-i Benî-Âdem" denilmesi pek lâyýktýr ve onun elinde bulunan ferman-ý Rahman olan Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan'ýn haþmet-i saltanat-ý maneviyesinin nýsf-ý arzý istilasý ve þahsî kemalâtý ve yüksek hasletleri gösteriyor ki; bu âlemde en mühim zât budur, Hâlýkýmýz hakkýnda en mühim söz onundur.

 

Ýþte gel bak! Bu hârika zâtýn yüzer zâhir ve bâhir kat'î

 

sh: » (M: 235)

 

mu'cizelerinin kuvvetine.. ve dinindeki binler âlî ve esaslý hakikatlarýna istinaden, bütün davalarýnýn esasý ve bütün hayatýnýn gayesi, Vâcib-ül Vücud'un vücuduna ve vahdetine ve sýfâtýna ve esmasýna delalet ve þehadet ve o Vâcib-ül Vücud'u isbat ve ilân ve i'lam etmektir.

 

Demek bu kâinatýn manevî güneþi ve Hâlýkýmýzýn en parlak bir bürhaný bu Habibullah denilen zâttýr ki; onun þehadetini teyid ve tasdik ve imza eden aldanmaz ve aldatmaz üç büyük icma' var:

 

Birincisi: "Eðer perde-i gayb açýlsa yakînim ziyadeleþmeyecek" diyen Ýmam-ý Ali (Radýyallahü Anh) ve yerde iken arþ-ý azamý ve Ýsrafil'in azamet-i heykelini temaþa eden Gavs-ý Azam (K.S.) gibi keskin nazar ve gaybbîn gözleri bulunan binler aktab ve evliya-i azîmeyi câmi' ve Âl-i Muhammed namýyla þöhretþiar-ý âlem olan cemaat-ý nuraniyenin icma' ile tasdikleridir.

 

Ýkincisi: Bedevî bir kavim ve ümmî bir muhitte, hayat-ý içtimaiyeden ve efkâr-ý siyasiyeden hâlî ve kitabsýz ve fetret asrýnýn karanlýklarýnda bulunan ve pek az bir zamanda en medenî ve malûmatlý ve hayat-ý içtimaiyede ve siyasiyede en ileri olan milletlere ve hükûmetlere üstad ve rehber ve diplomat ve hâkim-i âdil olarak, þarktan garba kadar cihanpesendane idare eden ve "Sahabe" namýyla dünyada namdar olan cemaat-ý meþhurenin ittifakla can ve mallarýný, peder ve aþiretlerini feda ettiren bir kuvvetli imanla tasdikleridir.

 

Üçüncüsü: Her asýrda binlerle efradý bulunan ve her fende dâhiyane ileri giden ve muhtelif mesleklerde çalýþan, ümmetinde yetiþen hadsiz muhakkik ve mütebahhir ülemasýnýn cemaat-ý uzmasýnýn tevafukla ve ilmelyakîn derecesinde tasdikleridir.

 

Demek bu Zâtýn vahdaniyete þehadeti þahsî ve cüz'î deðil, belki umumî ve küllî ve sarsýlmaz ve bütün þeytanlar toplansa karþýsýna hiçbir cihetle çýkamaz bir þehadettir diye hükmetti. Ýþte Asr-ý Saadette aklýyla beraber seyahat eden dünya misafiri ve hayat yolcusunun, o medrese-i nuraniyeden aldýðý derse bir kýsa iþaret olarak, Birinci Makam'ýn onaltýncý mertebesinde böyle:

 

لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودهِ فِى وَحْدَتِهِ فَخْرُ الْعَالَمِ وَ شَرَفُ نَوْعِ بَنِى آدَمَ بِعَظَمَةِ سَلْطَنَةِ قُرْآنِهِ

 

sh: » (M: 236)

 

وَ حِشْمَةِ وُسْعَةِ دِينِهِ وَ كَثْرَةِ كَمَالاَتِهِ وَ عُلْوِيَّةِ اَخْلاَقِهِ حَتَّى بِتَصْدِيقِ اَعْدَائِهِ وَ كَذَا شَهِدَ وَ بَرْهَنَ بِقُوَّةِ مِأَتِ مُعْجِزَاتِهِ الظَّاهِرَةِ الْبَاهِرَةِ الْمُصَدِّقَةِ الْمُصَدَّقَةِ وَ بِقُوَّةِ آلاَفِ حَقَائِقِ دِينِهِ السَّاطِعَةِ الْقَاطِعَةِ بِاِجْمَاعِ آلِهِ ذَوِى اْلاَنْوَارِ وَ بِاِتِّفَاقِ اَصْحَابِهِ ذَوِى اْلاَبْصَارِ وَ بِتَوَافُقِ مُحَقِّقِى اُمَّتِهِ ذَوِى الْبَرَاهِينِ وَ الْبَصَائِرِ النَّوَّارَةِ

 

denilmiþtir.

 

اَلْبَاقِى هُوَ الْباَقِى

 

Said Nursi

 

* * *

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

Gast
Dieses Thema wurde nun für weitere Antworten gesperrt.
×
×
  • Neu erstellen...