Zum Inhalt springen
Qries Qries Qries Qries Qries Qries

Empfohlene Beiträge

Yirmidördüncü Mektub

 

 

 

بِسْمِ اللَّهِ اللرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

 

يَفْعَلُ اللَّهُ مَايَشَآءُ وَيَحْكُمُ مَا يُرِيدُ

 

 

 

Suâl: Eâzým-ý Esmâ-i Ýlâhiyyyeden olan Rahîm ve Hakîm ve Vedûd'un iktiza ettikleri þefkat-perverane terbiye ve maslahatkârâne tedbir ve muhabbetdârâne taltif, nasýl ve ne sûretle, müdhiþ ve muvahhiþ olan mevt ve adem ile, zeval ve firak ile, musibet ve meþakkat ile tevfik edilebilir? Haydi, insan Saâdet-i Ebediyyeye gittiði için, mevt yolunda geçtiðini hoþ görelim; fakat bu nâzik ve nâzenin ve zîhayat olan eþcar ve nebatat enva'larý ve çiçekleri...ve vücuda lâyýk ve hayata âþýk ve bekaya müþtak olan hayvanat tâifelerini, mütemadiyen hiçbirini býrakmýyarak ifnâlarýnda ve gayet sür'atle onlara göz açtýrmayarak idamlarýnda ve onlara nefes aldýrmayarak meþakkatle çalýþtýrmalarýnda ve hiçbirini rahatta býrakmýyarak musîbetlerle taðyirlerinde ve hiçbirini müstesna etmeyerek öldürmelerinde ve hiçbiri durmayarak zevallerinde ve hiçbiri memnun olmayarak firaklarýnda hangi þefkat ve merhamet var, hangi hikmet ve maslahat bulunur, hangi lûtuf ve merhamet yerleþebilir?

 

Elcevap: Dâî ve mukmtazîyi gösteren beþ remiz ile ve gayeleri ve faideleri gösteren beþ iþaretle þu suâli halleden çok geniþ ve çok derin ve çok yüksek olan hakikat-ý uzmaya uzaktan uzaða baktýrmaða çalýþacaðýz.

 

BÝRÝNCÝ MAKAM: Beþ Remizdir.

 

Birinci Remiz: Yirmialtýncý Söz'ün hâtimelerinde denildiði gibi; nasýlki bir mâhir san'atkâr kýymettar bir elbiseyi murassa' ve münakkaþ sûrette yapmak için, bir miskin adamý lâyýk olduðu bir ücrete mukabil model yaparak kendi san'at ve meharetini göstermek için; o elbiseyi o miskin adam üstünde biçer, keser, kýsaltýr, uzatýr; o adamý da oturtur, kaldýrýr, muhtelif vaziyetler verir. Þu miskin adamýn hiç hakký varmýdýr ki,o san'atkâra desin: "Beni güzelleþtiren bu elbiseye neden iliþip tebdil ve taðyir ediyorsun ve beni kaldýrýp oturtup, meþakkatle benim istirahatýmý bozuyorsun?.."

 

 

 

(Sh»Tls:67)

 

Aynen öyle de: sâni-i Zülcelâl herbir nevi mevcudatýn mâhiyetini birer model ittihaz ederek ve nukuþ-u Esmâsiyle kemalât-ý san'atýný göstermek için; herbir þey'e hususan zîhayata, duygularla murassa' bir vücud libasýný giydirerek, üstünde kalem-i kazâ ve kaderle nakýþlar yapar; cilve-i Esmâsýný gösterir. Herbir mevcuda dahi, ona lâyýk bir tarzda bir ücret olarak; bir kemal, bir lezzet, bir feyz veriyor.مَالِكُ الْمُلْكِ يَتَصَرَّفُ فِى مُلْكِهِ كَيْفَ يَشَآءُ sýrrýna mazhar olan o Sâni-i Zülcelâle karþý hiçbir þey'in hakký varmýdýr ki, desin: "Bana zahmet veriyorsun. Benim istirahatimi bozuyorsun." Hâþâ! Evet, mevcudatýn hiçbir cihette Vâcib-ül-Vücûda karþý haklarý yoktur ve hak dâvâ edemezler; belki haklarý, dâima þükür ve hamd ile, verdiði vücud mertebelerinin hakkýný edâ etmektir. Çünki verilen bütün vücut mertebeleri vukuattýr, birer illet ister. Fakat verilmiyen mertebeler imkânattýr. Ýmkânat ise ademdir; hem nihayetsizdir. Ademler ise, illet istemezler. Nihayetsize illet olamaz. Meselâ mâdenler diyemezler: "Niçin nebatî olmadýk?" Þekvâ edemezler; belki vücud-u mâdenîye mazhar olduklarý için haklarý Fâtýrýna þükrandýr. Nebâtat niçin hayvan olmadým deyip þekva edemez.. belki vücud ile beraber hayata mazhar olduðu için hakký þükrandýr. Hayvan ise, niçin insan olmadým diye þikâyet edemez..belki hayat ve vücud ile beraber kýymettar bir ruh cevheri ona verildiði için, onun üstündeki hakký, þükrandýr. Ve hâkezâ... kýyas et.

 

 

 

Ey insan-ý müþtekî! Sen ma'dum kalmadýn, vücut ni'metini giydin, hayatý tattýn; câmid kalmadýn, hayvan olmadýn. Ýslâmiyet ni'metini buldun; dalâlette kalmadýn, sýhhat ve selâmet ni'metini gördün; ve hâkezâ...

 

 

 

Ey nankör! Daha sen nerede hak kazanýyorsun ki, Cenâb-ý Hakk'ýn sana verdiði mahz-ý ni'met olan vücud mertebelerine mukabil þükretmiyerek imkânat ve ademiyyât nev'inde ve senin eline geçmediði ve sen lâyýk olmadýðýn yüksek ni'metlerin sana verilmediðinden bâtýl bir hýrsla Cenâb-ý Haktan þekvâ ediyorsun ve küfran-ý ni'met ediyorsun?..Acaba bir adam; minare baþýna çýkmak gibi âlî derecatlý bir mertebeye çýksýn, büyük makam bulsun, her basamakta büyük bir ni'met görsün; o ni'metleri verene þükretmesin ve desin: "Niçin o minareden daha yükseðine çýkamadým" diye þekvâ ederek aðlayýp sýzlasýn. Nekadar haksýzlýk eder; ve ne kadar küfran-ý ni'mete düþer; ne kadar büyük dîvânelik eder; dîvâneler dahi anlar...

 

Ey kanaatsýz hýrslý ve iktisadsýz israflý ve haksýz þekvâlý gâfil insan! Kat'iyyen bil ki: Kanaat, ticaretli bir þükrandýr; hýrs, hasaretli bir küfrandýr.

 

 

 

(Sh»Tls:68)

 

Ve iktisad, ni'mete güzel ve menfaatli bir ihtiramdýr. Ýsraf ise, ni'mete çirkin ve zararlý bir istihfafdýr. Eðer aklýn varsa, kanaata alýþ ve rýzaya çalýþ. Tahammül etmezsen "Yâ Sabûr" de ve sabýr iste; hakkýna râzý ol, teþekkî etme. Kimden kime þekvâ ettiðini bil, sus. Her halde þekvâ etmek istersen; nefsini, Cenâb-ý Hakka þekvâ et; çünki kusur ondadýr.

 

 

 

Ýkinci Remiz: Onsekizinci Mektububun âhirki mes'elesinin âhirinde denildlði gibi, Hâlik-ý Zülcelâl; hayret-nümâ, dehþet-engiz bir sûrette bir faaliyet-i Rubûbiyyetiyle, mevcudatý mütemadiyen tebdil ve tecdit ettiðinin bir hikmeti budur: Nasýlki mahlûkatta faaliyet ve haraket; bir iþtiha, bir iþtiyak, bir lezzetten, bir mýuhabbetten ileri geliyor. Hattâ denilebilir ki: Herbir faaliyette, bir lezzet nev'i vardýr; belki herbir faaliyet, bir çeþit lezzettir. Ve lezzet dahi, bir kemâle müteveccihtir; belki bir nevi kemaldir. Mâdem faaliyet; bir kemâl, bir lezzet, bir cemâle iþaret eder. Ve mâdem kemâl-i mutlak ve Kâmil-i Zülcelâl olan Vâcib-ul-Vücud, zât ve sýfat ve ef'âlinde, bütün enva'-ý kemâlâta câmidir; elbette oZât-ý Vâcib-ül-Vücud'un vücubu vücuduna ve kudsiyetine lâyýk bir tarzda ve istiðnâ-i Zâtîsine ve gýna-i mutlakýna muvafýk bir sûrette, ve kemâl-i mutlakýna ve tenezzüh-ü zâtîsine münasip bir þekilde; hadsiz bir þefkat-i mukaddese ve nihayetsiz bir muhabbet-i münezzehesi vardýr.Elbette o þefkat-i mukaddeseden ve o muhabbet-i münezzeheden gelen hadsiz bir þevk-i mukaddes vardýr. Ve o þevk-i mukaddesten gelen hadsiz bir sürur-u mukaddes vardýr. Ve o sürur-u mukaddesten gelen, tâbir-i câiz ise, hadsiz bir lezzet-i mukaddese vardýr. Ve elbette o lezzet-i mukaddese ile beraber; hadsiz onun merhameti cihetiyle faaliyet-i kudreti içinde, mahlûkatýnýn istidatlarý kuvveden fiile çýkmasýndan ve tekemmül etmesinden neþ'et eden, o mahlûkatýn memnûniyetlerinden ve kemallerinden gelen Zât-ý Rahman ve Rahîme ait, tâbiri câiz ise, hadsiz memnuniyet-i mukaddese ve hadsiz iftihar-ý mukaddese vardýr ki; hadsiz bir sûrette, hadsiz bir faaliyeti iktiza ediyor. Ve o hadsiz faaliyet dahi, hadsiz bir tebdil ve taðyir ve tahvil ve tahribi dahi iktiza ediyor.Ve o hadsiz taðyir ve tebdil dahi; mevt ve ademi, zeval ve firaký iktiza ediyor...

 

 

 

Bir zaman, hikmet-i beþeriyenin masnûâtýn gayelerine dâir gösterdiði faideler nazarýmda çok ehmmiyetsiz göründü. Ve ondan bildim ki, o hikmet abesiyete gider. Onun için feylesoflarýn ileri gidenleri, ya tabiat dalâletine düþer veya Sofestaî olur veya ihtiyar ve ilm-i Sâni'i inkâr eder veya Hâlika "mûcib-i bizzat" der.

 

 

 

Ýþte o zaman rahmet-i Ýlâhiyye, Hakîm ismini imdadýma gönderdi; bana da masnûâtýn büyük gâyelerini gösterdi. Yâni her bir masnu'; öyle bir

 

 

 

Sh» (Tls: 69)

 

mektub-u Rabbânîdir ki; umum zîþuur onu mütalâa eder. þu gaye bir sene bana kâfi geldi. Sonra san'attaki hârikalar inkiþaf etti, o gâye kâfi gelmemeye baþladý. Yâni:Her bir masnû'un en mühim gayeleri Sâniine bakar; O'nun kemâlât-ý san'atýný ve nukuþ-u esmâsýný ve murassaât-ý hikmetini ve hedâyâ-yý rahmetini, O'nun nazarýna arz etmek ve cemal ve kemâline bir âyine olmaktýr, bildim. Þu gaye hayli zaman bana kâfi geldi. Sonra san'at ve îcad-ý eþyadaki hayret-engiz faaliyet içinde, gayet derecede sür'atli taðyir ve tebdildeki mu'cizat-ý kudret ve þuûnât-ý Rububiyyet göründü.O vakit bu gaye dahi kâfi gelmemeye baþladý. Belki þu gaye kadar büyük bir muktazî ve daî dahi lâzým bildim. Ýþte o vakit, þu ikinci Remizdeki muktazîler ve gelecek iþaretlerdeki gayeler gösterildi. Ve yakînen bana bildirildi ki: "Kâinattaki kudretin faaliyeti ve seyr-ü seyelân-ý eþya o kadar mânidardýr ki; o faaliyet ile Sâni'-i Hakîm, envâ-ý kâinatý konuþturuyor..." Güya göklerin ve zeminin müteharrýk mevcudlarý ve hareketleri, onlarýn, o kanuþmalarýndaki kelimelerdir; ve taharrük ise, bir tekellümdür. Demek faaliyetten gelen harekât ve zeval, bir tekellümât-ý tesbihiyyedir. Ve kâinattaki faaliyet dahi kâinatýn ve envâýnýn sessizce bir konuþmasý ve konuþturmasýdýr.

 

 

 

Üçüncü Remiz: Eþya, zeval ve ademe gitmiyor, belki daire-i kudretten dâire-i ilme geçiyor; âlem-i þehadetten, âlem-i gayba gidiyor; âlem-i tegayyür ve fenadan, âlem-i nûra, bekaya müteveccih oluyor. Hakikat nokta-i nazarýnda eþyadaki cemâl ve kemâl; Esmâ-i Ýlâhiyyeye âittir ve onlarýn nukuþ ve cilveleridir. Madem o bâkidirler ve cilveleri dâimîdir; elbette nakýþlarý teceddüd eder, tazelenir, güzelleþir. Ademe ve fenaya gitmiyor; belki,yalnýz, îtibârî taayyünleri deðiþir; ve medâr-ý hüsün ve cemal ve mazhar-ý feyz ve kemâl olan hakikatlarý ve mâhiyetleri ve hüviyet-i misâliyeleri bâkidirler. Zîruh olmayanlar,doðrudan doðruya onlardaki hüsün ve cemâl, Esmâ-i Ýlâhiyeye âittir; þeref onlaradýr; medih onlarýn hesabýna geçer; güzellik onlarýndýr; muhabbet onlara gider, o âyinelerin deðiþmesiyle onlara bir zarar îras etmez. Eðer zîruh ise, zevil-ukulden deðilse, onlarýn zeval ve firaký, bir adem ve fenâ deðil; belki vücud-u cismanîden ve vazife-i hayatýn daðdaðasýndan kurtulup, kazandýklarý vazifenin semerelerini bâkî olan ervahlarýna devrederek; onlarýn, o ervah-ý bâkiyeleri dahi birer esmâ-i Ýlâhiyyeye istinad ederek devam eder; belki, kendine lâyýk bir saâdete gider. Eðer o zîruhlar zevil-ukulden ise; zâten saâdet-i ebediyyeye ve maddî ve mânevî kemalâta medar olan âlem-i bekâya ve o Sâni'-i Hakîmin dünyadan daha güzel, daha nuranî olan âlem-i berzah, âlem-i misal, âlem-i ervah gibi diðer menzillerine, baþka memleketlerine bir seyr-ü seferdir; bir mevt ü adem ve zeval ü firak deðil, belki kemâlâta kavuþmaktýr.

 

 

 

(Sh»Tls:70)

 

Elhâsýl: Mâdem Sâni'-i Zülcelâl vardýr ve bâkîdir; ve sýfât ve esmâsý, dâimî ve sermedîdirler; elbette o esmânýn cilveleri ve nakýþlarý, bir mânevî bekâ içinde teceddüd eder; tahrib ve fena, îdam ve zeval deðildirler. Mâlumdur ki insan, insaniyyet cihetiyle ekser mevcudatla alâkadardýr. Onlarýn saâdetleriyle mütelezziz ve helâketleriyle müteellimdir. Hususan zîhayat ile ve bilhassa nev'-i beþerle ve bilhassa sevdiði ve istihsan ettiði ehl-i kemâlin âlâmiyle daha ziyade müteellim ve saâdetleriyle dah ziyade mes'ut olur. Hattâ þefkatli bir vâlide gibi, kendi saadetini ve rahatýný, onlarýn saadeti için fedâ eder. Ýþte her mü'min derecesine göre, nûr-u Kur'an ve sýrr-ý îman ile, bütün mevcûdatýn saâdetleriyle ve bekalarýyla ve hiçlikten kurtulmalarýyla ve kýymettar mektûbat-ý Rabbaniyye olmalarýyla mes'ud olabilir; ve dünya kadar bir nur kazanabilir. Herkes derecesine göre bu nurdan istifade eder. Eðer ehl-i dalâlet ise; kendi elemiyle beraber, bütün mevcudatýn helâketiyle ve fenasiyle ve zâhirî îdamlarýyla zîruh ise âlâmlarýyla müteellim olur; yâni onun küfrü, onun dünyasýna adem doldurur; onun baþýna boþaltýr; daha Cehennem'e gitmeden Cehennem'e gider.

 

 

 

Dördüncü Remiz: Çok yerlerde dediðimiz gibi, bir pâdiþahýn; sultan, halife, hâkim, kumandan gibi muhtelif ünvanlar ve sýfatlardan neþ'et eden muhtelif ayrý ayrý devâir-i teþkilâtý olduðu gibi; Cenâb-ý Hakkýn Esmâ-i Hüsnâsýnýn, had ve hesaba gelmez türlü türlü tecelliyatý vardýr. Mahlûkatýn tenevvü'leri ve ihtilâflarý, o tecelliyatýn tenevvü'lerinden ileri geliyor. Ýþte her kemal ve cemal sahibi, fýtraten cemal ve kemalini görmek ve göstermek istemesi sýrrýnca; o muhtelif esma dahi, dâimî ve sermedî olduklarý için, daimî bir sûrette Zât-ý Akdes hesabýna tezahür isterler; yâni nakýþlarýný görmek isterler. Yani kendi nakýþlarýnýn âyinelerinde cilve-i cemâllerini ve in'ikâs-ý kemallerini görmek ve göstermek isterler; yâni kâinat kitab-ý kebîrini ve mevcudatýn muhtelif mektubatýný ânen feânen tazelendirmek; yâni yeniden yeniye mânidar yazmak; yâni birtek sâhifede ayrý ayrý binler mektubatý yazmak ve herbir mektubu, Zât-ý mukaddes ve Müsemma-yý Akdesin nazar-ý þuhuduna izhar etmekle beraber; bütün zîþuurun nazar-ý mütalâasýna göstermek ve okutturmak iktiza ederler. Bu hakikata iþâret eden þu hakikatlý þiire bak:

 

 

 

Kitâb-ý âlemin yapraklarý, envâ'-i nâ-ma'dûd,

 

Huruf ile kelimatý dahi, efrâd-ý nâ-mahdûd;

 

Yazýlmýþ destgâh-ý Levh-i Mahfuz-i hakikatta

 

Mücessem lâfz-ý mânidardýr, âlemde her mevcud.

 

تَاَمَّلْ سُطُورَ الْكَائِنَاتِ فَاْنَّهَا * مِنَ الْمَلأِ الاَعْلَو اِلَيْكَ رَسَائلُ

 

 

 

(Sh»Tls:71)

 

Beþinci Remiz: Ýki nüktedir.

 

Birinci Nükte: Mâdem Cenâb-ý Hak var, herþey var. Mâdem Cenâb-ý Vâcib-ül-Vücuda intisab var, herþey için bütün eþya var.Çünki: Vâcibül-Vücuda nisbetle her bir mevcud, bütün mevcudata, vahdet sýrriyle bir irtibat peyda eder. Demek; Vâcib-ül-Vücuda intisabýný bilen veya intisabý bilinen herbir mevcud sýrr-ý vahdetle Vâcib-ül-Vücuda mensub bütün mevcudatla münasebettar olur. Demek herbir þey, o intisab noktasýnda hadsiz envar-ý vücuda mazhar olabilir. Firaklar, zevaller, o noktada yoktur.Bir âný seyyâle yaþamak, hadsiz envar-ý vücuda medardýr. Eðer o intisab olmazsa ve bilinmezse, hadsiz firaklara ve zevallere ve ademlere mazhar olur. Çünki; o halde alâkadar olabileceði herbir mevcuda karþý bir firaký ve bir iftiraký ve bir zevali vardýr. Demek kendi þahsî vücuduna, hadsiz ademler ve firaklar yüklenir. Bir milyon sene vücudda kalsa da (intisabsýz); evvelki noktasýndaki o intisabdaki bir an yaþamak kadar olamaz. Onun için ehl-i hakikat demiþler ki: "Bir ân-ý seyyâle vücud-u münevver, milyon sene bir vücud-u ebtere müreccahtýr. " Yâni: "Vücud-u Vâcib'e nisbet ile bir an vücud, nisbetsiz milyon sene bir vücuda müreccahtýr. " Hem bu sýr içindir ki, ehl-i tahkik demiþler: "Envar-ý vücud ise Vâcib-ül-Vücudu tanýmakladýr." Yâni: "O halde kâinat, envar-ý vücud içinde olarak melâike ve ruhaniyat ve zîþuurlar ile dolu görünür. Eðer onsuz olsa adem zülümatlarý, firak ve zeval elemleri her bir mevcûdu ihâta eder. Dünya, o adamýn nazarýnda, boþ ve hâlî bir vahþetgâh sûretinde görünür." Evet, nasýlki bir aðaç meyvelerinin herbirisi, aðacýn baþýndaki bütün meyvelere karþý birer nisbeti var; ve o nisbetle birer kardeþi, arkadaþý mevcud olduðundan; onlarýn adedince ârýzî vücudlarý vardýr. Ne vakit o meyve aðacýn baþýndan kesilse, herbir meyveye karþý bir firak ve zeval hâsýl olur. Herbir meyve onun için mâdum hükmündedir. Hâricî bir zulmet-i adem ona hâsýl oluyor. Öyle de Kudret-i Ehad-ý Samede intisab noktasýnda herþey için, bütün eþya var. Eðer intisab olmazsa, herþey için, eþya adedince hâricî ademler var. Ýþte bu remizden, îmanýn azamet-i envarýna bak ve dalâletin dehþetli zulümâtýný gör. Demek îman, þu remizde beyan edilen hakikat-ý âliye-i nefsül-emriyenin ünvanýdýr; ve îman ile ondan istifade edebilir. Eðer îman olmazsa, nasýlki; kör, saðýr, dilsiz, akýlsýz adama herþey mâdumdur, öyle de; imansýzca herþey madumdur, zulümatlýdýr.

 

Ýkinci Nükte: Dünyanýn ve eþyanýn üç tane yüzü var.

 

Birinci Yüzü: Esmâ-i Ýlâhiyyeye bakar, onlarýn âyineleridir. Bu yüze zeval ve firak ve adem giremez; belki tazelenmek ve teceddüd var.

 

 

 

(Sh»Tls:72)

 

Ýkinci Yüzü: Âhirete bakar, âlem-i bekaya nazar eder, onun tarlasý hükmündedir. Bu yüzde, bâki semereler ve meyveler yetiþtirmek var; bekaya hizmet eder, fâni þeyleri bâki hükmüne getirir. Bu yüzde dahi, mevt ve zeval deðil; belki hayat ve beka cilveleri var.

 

 

 

Üçüncü Yüzü: Fânilere, yâni bizlere bakar ki; fânilerin ve ehl-i hevesatýn mâþukasý;ve ehl-i þuurun ticaretgâhý; ve vazifedarlarýn meydan-ý imtihanlarýdýr. Ýþte bu üçüncü yüzündeki fena ve zeval, mevt ve ademin acýlarýna ve yaralarýna merhem için, o üçüncü yüzün iç yüzündeki beka ve hayat cilveleri var.

 

Elhâsýl: Þu mevcudat-ý seyyale, þu mahlûkat-ý seyyare, Vâcib-ül-Vücudun envar-ý îcad ve vücudunu tazelendirmek için müteharrik âyineler ve deðiþen mazharlardýr.

 

 

 

ÝKÝNCÝ MAKAM: Bir mukaddime, Beþ iþarettir. Mukaddime iki mebhastýr.

 

 

 

Birinci Mebhas: Bu gelecek beþ iþârette, þuûnât-ý Rububiyyeti rasad etmek için; birer sönük, küçük dürbin nev'inden birer temsil yazýlacak. Bu temsiller; þuûnât-ý Rububiyetin hakikatýný tutamaz, ihâta edemez, mikyas olamaz; fakat baktýrabilir. O gelecek temsilâtta ve geçen Remizlerde, Zât-ý Akdesin þuûnâtýna münasib olmayan tâbirat, temsilin kusuruna aittir.

 

 

 

Meselâ:Lezzet ve sürur ve memnuniyetin bizce malûm mânalarý þuûnât-ý mukaddeseyi ifade edemiyor; fakat, birer ünvan-ý mülâhazadýr, birer mirsâd-ý tefekkürdür.Hem dahi þu temsiller; muhît, azîm bir kanun-u Rububiyetin küçük bir misalde ucunu göstermekle, Rububiyetin þuûnatýnda o kanunun hakikatýný isbat ediyor. Meselâ bir çiçek, vücuddan gider, binler vücud býrakarak öyle gider denilmiþ. Onunla azîm bir kanun-u Rububiyeti gösteriyor ki; bütün bahar, belki bütün dünyadaki mevcudatta bu kanun-u Rububiyet cereyan ediyor.

 

 

 

Evet, Hâlik-ý Rahîm, bir kuþun tüylü libasýný hangi kanunla deðiþtiriyor, tazelendiriyor; O Sâni-i Hakîm, ayný kanunla, her sene Küre-i Arzýn libasýný tecdid eder. Hem o ayný kanunla her asýrda dünyanýn þeklini tebdil eder. Hem ayný kanunla, kýyamet vaktinde kâinatýn sûretini taðyir edip deðiþtirir.Hem hangi kanunla zerreyi, mevlevî gibi tahrik ederse; ayný kanunla Küre-i Arz'ý meczup ve semaa kalkan mevlevî gibi döndürüyor. Ve o kanun ile âlemleri böyle çeviriyor..ve manzûme-i þemsiyeyi gezdiriyor...

 

 

 

(Sh»Tls:73)

 

Hem hangi kanunla senin bedenindeki hüceyratýn zerrrelerini tazelendiriyor, tâmir ve tahlil ediyorsa, ayný kanunla senin baðýný her sene tecdit eder ve her mevsimde çok def'a tazelendirir. Ayný kanunla, zemin yüzünü her bahar mevsiminde tecdit eder, taze bir peçe üstüne çeker.

 

Hem o Sâni-i Kadîr, hangi kanun-u hikmetle bir sineði ihyâ eder; ayný kanunla þu önümüzdeki çýnar aðacýný her baharda ihyâ eder; ve o kanunla Küre-i Arzý yine baharda ihyâ eder; ve ayný kanunla Haþirde mahlûkatýda ihyâ eder. Þu sýrra iþareten مَا خَلَقَكُمْ وَلاَبَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ Kur'an ferman eder. Ve hâkezâ... Kýyâs et.Bunlar gibi çok kavânîn-i Rububiyet vardýr ki, zerreden tâ mecmu'-u âleme kadar cereyan ediyor.Ýþte faaliyet-i Rububiyetin içindeki þu kanunlarýn azametine bak ve geniþliðine dikkat et ve içindeki sýrr-ý vahdeti gör; her bir kanun bir bürhan-ý vahdet olduðunu bil. Evet, þu çok kesretli ve çok azametli kanunlar, her biri ilim ve iradenin cilvesi olmakla beraber; hem vâhid, hem muhît olduðu için; Sâni'in vahdâniyetini ve ilim ve iradesini gâyet kat'î bir sûrette isbat ederler. Ýþte ekser Sözler'de ekser temsilât, böyle kanunlarýn uçlarýný birer cüz'î misâl ile göstermekle; müddeada, ayný kanunun vücuduna iþaret eder. Madem temsil ile kanunun tahakkuku gösteriliyor; bürhan-ý mantýkî gibi yakînî bir sûrette müddeâyý isbat eder. Demek Sözler'deki ekser temsiller; birer bürhan-ý yakînî, birer hüccet-i kâtýa hükmündedir.

 

Ýkinci Mebhas: Onuncu Söz'ün Onuncu Hakikatýnda denildiði gibi, bir aðacýn ne kadar meyveleri ve çiçekleri vardýr; her bir meyvenin, herbir çiçeðin; o kadar gayeleri, hikmetleri vardýr. Ve o hikmetler üç kýsýmdýr. Bir kýsmý Sânia bakar, Esmâsýnýn nakýþlarýný gösterir. Bir kýsmý zîþuurlara bakarki; onlarýn nazarlarýnda, kýymetdar mektûbat ve mânidar kelimâttýr. Bir kýsmý kendi nefsine ve hayatýna ve bekasýna bakar; ve insana fâideli ise insanýn menfaatine göre hikmetleri vardýr. Ýþte herbir mevcudun böyle kesretli gayeleri bulunduðunu bir vakit düþünürken, hâtýrýma Arabî tarzda ve gelecek "Beþ Ýþâret" in esâsatýna nota hükmünde olarak, küllî gâyelere iþâret eden þu fýkralar gelmiþtir.

 

وَهَذِهِ الْمَوْجُودَاتُ الْجَلِيَّةُ مَظَاهِرُ سَيَّالَةٌ وَمَرَايَا جَوَّالَةٌ لِبَجَدُّدِ تَجَلِّيَاتِ اَنْوَارِ اِيجَادِهِ سُبْحًانَهُ بِتَبَدُّلِ اْلتَّعَيُّنَاتِ الْاِعْتِبَارِيَّةِ *

 

(Sh»Tls:74)

 

 

 

اَوَّلاً :مَعَ اِسْتِحْفَاظِالْمَعانِ الْجَمِيلَةِ وَالْهُوُيَّاتِ الْمِثَالِيَّةِ * وَثَانِيًا : مَعَ اِنْتَاجِ الْحَقَائِقِ الْغَيْبِيَّةِ وَالنُّسُوجِ اْللَّوْحِيَّةِ *

 

وَثَالِثًا : مَعَ نَشْرِ الثَّمَرَاتِ اْلاُخْرَوِيَّةِ وَالْمَنَاظِرِ السَّرْمَدِيَّةِ *وَرَابِعًا : مَعَ اِعْلاَنِ التَّسْبِيحَاتِ الرَّبَّانِيَّةِ وَاِظْهَارِ الْمُقْتَضَيَاتِ الْاسْمَائِيَّةِ *

 

وَخامِسًا : لِظُهُورِ الْشُّئُونَاتِ السُّبْحَانِيَّةِ وَالْمَشَاهِدِ *

 

Ýþte bu beþ fýkrada, gelecekte bahsedeceðimiz iþârâtýn esâsâtý var. Evet; herbir mevcud (hususan zîhayat olanlarýn) beþ tabaka ayrý ayrý hikmetleri ve gayeleri var. Nasýlki meyvedar bir aðaç, birbirinin üstündeki dallarý semere verir; öyle de: Herbir zîhayatýn, beþ tabaka muhtelif gayeleri bulunur ve hikmetleri var.

 

Ey insan-ý fânî! Senin cüz-î bir çekirdek hükmündeki kendi hakikatýný, meyvedar bir þecere-i bâkýyeye inkýlâb etmesini.. ve beþ iþarette gösterilen on tabaka meyvelerini ve on nevi gayelerini elde etmesini istersen, hakikî îmaný elde et. Yoksa bütün onlardan mahrum kalmakla beraber, o çekirdek içinde sýkýþýp çürüyeceksin.

 

Birinci Ýþaret:

 

اَوَّلاً :مَعَ اِسْتِحْفَاظِالْمَعانِ الْجَمِيلَةِ وَالْهُوُيَّاتِ الْمِثَالِيَّةِ fýkrasý ifade ediyor ki: Bir mevcud vücuddan gittikten sonra, zâhiren kendisi ademe, fenâya gider; fakat ifade ettiði mânalar bâki kalýr, mahfuz olur. Hüviyet-i misâliyesi ve sûreti ve mâhiyeti dahi âlem-i misâlde ve âlem-i misâlin nümuneleri olan elvah-ý mahfuzada; ve elvah-ýz mahfuzanýn nümuneleri olan kuvve-i hâfýzalarda kalýr. Demek, bir vücud-u sûrî kaybeder; yüzer vücud-u mânevî ve ilmî kazanýr. Meselâ: Nasýlki bir sahifenin tab'ýna medâr olan matbaa hurufatýna bir vaziyet ve bir tertib verilir ve bir sâhifenin tab'ýna medar olur; ve o sâhife ise, sûretini ve hüviyetini, basýlan müteaddid yapraklara verip ve mânalarýný çok akýllara neþrettikten sonra; o matbaa hurufatýnýn vaziyeti ve tertibi de deðiþtirilir.

 

 

 

(Sh»Tls:75)

 

 

 

Çünki daha ona lüzum kalmadý, hem baþka sahifelerin tab'ý lâzým geliyor. Ýþte aynen bunun gibi, þu mevcudat-ý Arziye hususan nebatiye, kalem-i kader-i Ýlâhî onlara bir tertib, bir vaziyet verir; bahar sâhifesinde kudret onlarý îcad eder ve güzel mânalarýný ifade ederek, sûretleri ve hüviyetleri âlem-i Misâl gibi âlem-i Gaybýn defterine geçtikleri için, hikmet iktiza ediyor ki; o vaziyet deðiþsin, tâ yeni gelecek diðer bahar sahifesi yazýlsýn, onlar dahi mânalarýný ifade etsinler.

 

Ýkinci Ýþaret:

 

وَثَانِيًا : مَعَ اِنْتَاجِ الْحَقَائِقِ الْغَيْبِيَّةِ وَالنُّسُوجِ اْللَّوْحِيَّةِ *

 

Bu fýkra iþâret eder ki: Herbirþey -cüz'î olsun küllî olsun- vücuddan gittikten sonra (hususan zîhayat olsa) çok hakaik-ý gaybiye netice vermekle beraber; âlem-i Misâlin defterlerinde olan levh-i misâlî üstünde, etvar-ý hayatý adedince sûretleri býrakýp, o sûretlerden, mânidar olan ve mukadderat-ý hayatiye denilen sergüzeþt-i hayatiyeleri yazýlýr ve ruhâniyata bir mütalâagâh olur. Nasýlki, meselâ bir çiçek vücuddan gider, fakat yüzer tohumcuklarýný ve tohumcuklarda mahiyetini vücudda býrakmakla beraber;küçük elvah-ý mahfuzada ve elvah-ý mahfuzanýn küçük nümuneleri olan hâfýzalarda binler sûretini býrakýp, zîþuurlara etvar-ý hayatiyle ifade ettiði tesbihat-ý Rabbâniye ve nukuþ-u Esmâiyeyi okutturur, sonra gider. Öyle de: Yer yüzünün saksýsýnda güzel masnûatla münakkaþ olan bahar mevsimi, bir çiçektir; zâhiren zeval bulur, ademe gider, fakat onun tohumlarý adedince ifade ettikleri hakaik-ý gaybiye ve çiçekleri adedince neþrettiði hüviyet-i misâliye ve mevcudatý adedince gösterdikleri hikmet-i Rabbâniyeyi kendine bedel olarak vücudda býrakýp sonra bizden saklanýr. Hem o giden baharýn arkadaþlarý olan sâir baharlara yer boþaltýr, tâ onlar gelip vazife görsünler. Demek o bahar, zâhirî bir vücudu çýkarýr; mânen bir vücud giyer.

 

 

 

Üçüncü Ýþâret:

 

وَثَالِثًا : مَعَ نَشْرِ الثَّمَرَاتِ اْلاُخْرَوِيَّةِ وَالْمَنَاظِرِ السَّرْمَدِيَّةِ

 

 

 

fýkrasý ifade ediyor ki: Dünya bir destgâh ve bir mezraadýr. Âhiret pazarýna münasip olan mahsulâtý

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

yetiþtirir. Çok Sözlerde ifade etmiþiz: Nasýlki cin ve insin amelleri âhiret pazarýna gönderiliyor. Öyle de: Dünyanýn sâir mevcudatý dahi, âhiret hesabýna çok vazifeler görüyorlar ve çok mahsulât yetiþtiriyorlar. Belki Küre-i Arz, onlar için geziyor; belki denilebilir ki: "Onun içindir." Bu sefine-i Rabbaniyye, yirmidört bin se-

 

 

 

(Sh»Tls:76)

 

nelik bir mesafeyi bir senede geçip, meydan-ý haþrin etrafýnda dönüyor. Meselâ ehl-i Cennet, elbette arzu ederler ki, dünya maceralarýný tahattur etsinler ve birbirine nakletsinler; belki o maceralarýn levhalarýný ve misallerini görmeyi çok merak ederler. Elbette sinema perdelerinde görmek gibi; o levhalarý o vak'alarý müþahade etseler; çok mütelezziz olurlar. Mâdem öyledir, herhalde dâr-ý lezzet ve menzil-i saadet olan dâr-ý Cennette,

 

عَلَى سُرُرٍ مُتَقَابِلِينَ iþâretiyle; sermedî manzaralarda, dünyevî maceralarýn muhaveresi ve dünyevî hâdisâtýn manzaralarý Cennette bulunacaktýr. Ýþte bu güzel mevcudatýn bir an görünmesiyle kaybolmasý ve birbiri arkasýndan gelip geçmesi, menazýr-ý sermediyyeyi teþkil etmek için, bir fabrika destgâhlarý hükmünde görünüyor. Meselâ: Nasýlki ehl-i medeniyet, fâni vaziyetlere bir nevi beka vermek ve ehl-i istikbale yâdigâr býrakmak için; güzel veya garib vaziyetlerin sûretlerini alýp, sinema perdeleriyle istikbale hediye ediyor, zaman-ý mâziyi zaman-ý halde ve istikbalde gösteriyor ve dercediyorlar... Aynen öyle de: Þu mevcudat-ý bahariye ve dünyeviyede kýsa bir hayat geçirdikten sonra, onlarýn Sâni'-i Hakîmi, âlem-i bekaya ait gayelerini o âleme kaydetmekle beraber âlem-i ebedîde, sermedî manzaralarda onlarýn etvar-ý hayatlarýnda gördükleri vezaif-i hayatiyeyi ve mu'cizat-ý Sübhâniyeyi, menazýr-ý sermediyyede kaydetmek, muktezayý ism-i Hakîm ve Rahîm ve Vedûddur.

 

 

 

Dördüncü Ýþâret:

 

وَرَابِعًا : مَعَ اِعْلاَنِ التَّسْبِيحَاتِ الرَّبَّانِيَّةِ وَاِظْهَارِ الْمُقْتَضَيَاتِ الْاسْمَائِيَّةِ *

 

fýkrasý ifade ediyor ki: Mevcudat, etvar-ý hayatiyle, müteaddit enva'-ý tesbihat-ý Rabbaniyyeyi yapýyor. Hem esmâ-i Ýlâhiyyenin iktiza ve istilzam etikleri hâlâtý gösteriyor ki... Meselâ: Rahîm ismi, þefkat etmek ister; Rezzak ismi, rýzýk vermek iktiza eder; Latîf ismi, lûtfetmek istilzam eder.. ve hâkezâ... Bütün esmânýn, birer birer muktezasý vardýr. Ýþte herbir zîhayat, hayatiyle ve vücudiyle o esmânýn muktezasýný göstermekle beraber; cihazatý adedince Sâni'-i Hakîme tesbihat yapýyorlar. Meselâ: Nasýlki bir insan güzel meyveler yer, o meyveler mîdesinde daðýlýr, erir, zâhiren mahvolur; fakat aðzýndan, mîdesinden baþka bütün hüceyrat-ý bedeniyyede faaliyetkârâne bir lezzet, bir zevk vermekle beraber aktâr-ý bedendeki vücudu ve hayatý beslemek ve idame-i hayat etmek gibi pekçok hikmetlerin vücuduna medar oluyor... O taam kendiside, vücud-u nebatîden hayat-ý insaniyye tabakasýna çýkýyor,

 

 

 

(Sh»Tls:77)

 

terakki ediyor. Aynen öyle de: Þu mevcudat zeval perdesinde saklandýklarý vakit; onlarýn yerinde herbirisinin pekçok tesbihatý bâkî kalmakla beraber, pekçok Esmâ-i Ýlâhiyyenin de nukuþlarýný ve mukteziyatýný o esmânýn ellerine býrakýr. Yâni bir vücud-u bâkýyeye tevdi' ederler, öyle giderler. Acaba fâni ve muvakkat bir vücudun gitmesiyle onun yerine bir nevi bekaya mazhar binler vücud kalsa; denilir mi ki, ona yazýk oldu veyahut abes oldu veyahut þu sevimli mahluk neden gitti.. þekvâ edilebilir mi? Belki onun hakkýndaki Rahmet, hikmet, muhabbet öyle iktiza ediyorlar ve öyle olmak gerektir. Yoksa birtek zarar gelmemek için, binler menfaati terketmek lâzým gelir ki; o halde binler zarar olur. Demek; Rahîm, Hakîm ve Vedûd isimleri; zevale ve firaka muârýz deðiller, belki istilzam edip iktiza ediyorlar.

 

Beþinci Ýþâret:

 

وَخامِسًا : لِظُهُورِ الْشُّئُونَاتِ السُّبْحَانِيَّةِ وَالْمَشَاهِدِ *fýkrasý ifade ediyor ki: "Mevcudat -hususan zîhayat olanlar- vücud-u sûrîden gittikten sonra, bâkî çok þeyleri býrakýrlar, öyle giderler..." Ýkinci Remizde beyan edildiði gibi, Zât-ý vâcib-ül-Vücûdun kudsiyet ve istiðna-i kemaline muvafýk bir tarzda ve ona lâyýk bir sûrette; hadsiz bir muhabbet, nihayetsiz bir þefkat, gayetsiz bir iftihar, -tâbiri câiz ise- mukaddes hadsiz bir memnuniyet, bir sevinç -tâbirde hatâ olmasýn- hadsiz bir lezzet-i mukaddese, bir ferah-ý münezzeh þuûnât-ý Rubûbiyyetinde bulunur ki; onlarýn âsârý bilmüþâhede görünüyor. Ýþte o þuunat, iktiza ettikleri hayret-nümâ faaliyet içinde mevcudat, tebdil ve taðyir ile, zeval ve fenâ içinde sür'atle sevkediliyor.. mütemâdiyen âlem-i þehâdetten âlem-i gayba gönderiliyor.Ve o þuûnâtýn cilveleri altýnda mahlûkat; dâimî bir seyr-ü seyelân, bir hareket ve cevelan içinde çalkalanmakta ve ehl-i gafletin kulaklarýna, vaveylâ-i firak ve zevâli ve ehl-i hidâyetin sem'ine, velvele-i zikir ve tesbihi daðýtmaktadýrlar. Bu sýrra binâen herbir mevcud Vâcib-ül-Vücudun bâkî þuunâtýnýn tezâhürüne bâkî birer medar olacak mânalarý, keyfiyetleri, hâletleri vücudda býrakýp öyle gidiyorlar. Hem o mevcud, bütün müddet-i hayatýnda geçirdiði etvar ve ahvâli, ilm-i ezelînin ünvanlarý olan Ýmam-ý Mübîn, Kitâb-ý Mübîn, Levh-i mahfuz gibi vücud-u ilmî dairelerinde vücud-u hâricîsini temsil eden mufassal bir vücud dahi býrakýp öyle giderler. Demek her fânî; bir vücudu terkeder, binler bâkî vücudlarý kazanýr, kazandýrýr. Meselâ: Nasýlki hârikulâde bir fabrika makinesine âdî bâzý maddeler atýlýr; içinde yanarlar, zâhiren mahvolur; fakat o fabrikanýn inbiklerinde çok kýymetdar kimya maddeleri ve edviyeler teressüb eder. Hem onun kuv-

 

 

 

(Sh»Tls:78)

 

 

 

vetiyle ve buharýyla o fabrikanýn çarklarý döner; bir taraftan kumaþlarý dokumasýna, bir kýsmý kitab tab'ýna, bir kýsmýda þeker gibi baþka kýymetdar þeyleri îmal etmesine medâr oluyor ve hâkezâ... Demek o âdî maddelerin yanmasýyla ve zâhiren mahvolmasýyla, binler þeyler vücud buluyor. Demek, âdî bir vücud gider; âlî çok vücudlarý irsiyet býrakýr. Ýþte þu halde, o âdî maddeye yazýk oldu denilir mi? Fabrika sâhibi neden ona acýmadý, yandýrdý; o sevimli maddeleri mahvetti þikâyet edilir mi? Aynen öyle de وَلِلَّهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلَى Hâlik-ý Hakîm ve Rahîm ve Vedûd; mukteza-yý rahmet ve hikmet ve vedûdiyet olarak, kâinat fabrikasýna hareket veriyor; herbir vücud-u fânîyi, çok bâkî vücudlara çekirdek yapar; makasýd-ý Rabbaniyesine medâr eder; þuûnât-ý Sübhâniyyesine mazhar kýlar; kalem-i kaderine mürekkep ittihaz eder ve kudretin dokumasýna bir mekik yapar ve daha bilmediðimiz pekçok inâyât-ý galiyye ve makasýd-ý âliyye için, kendi faaliyet-i kudretiyle kâinatý faaliyete getirir. Zerratý cevelâna, mevcudatý seyerana, hayvanatý seyelâna, seyyaratý deverana getirir, kâinatý konuþturur; âyâtýný ona sessiz söylettirir ve ona yazdýrýr. Ve mahlûkat-ý Arzýyyeyi, -Rububiyyeti noktasýnda- havayý, emir ve iradesine bir nevi arþ; ve nur unsurunu, ilim ve hikmetine diðer bir arþ; ve suyu, ihsan ve rahmetine baþka bir arþ; ve topraðý, hýfz ve ihyâsýna bir çeþit arþ yapmýþ. O arþlardan üçünü, mahlûkat-ý Arzýyye üstünde gezdiriyor.

 

 

 

Kat'iyyen bil ki: Bu beþ Remiz'de ve Beþ iþâret'te gösterilen parlak hakikat-ý âliye, nûr-u Kur-an ile görünür ve îmanýn kuvvetiyle sâhib olunabilir. Yoksa o hakîkat-ý bâkiye yerine, gayet müdhiþ bir zulümat geçer. Ehl-i delâlet için dünyâ, firaklar ve zevaller ile dolu ve ademler ile mâlâmâldir. Kâinat, onun için mânevî bir Cehennem hükmüne geçer. Herþey onun için; âni bir vücud ile, hadsiz bir adem ihâta ediyor. Bütün mâzi ve müstakbel, zulümat-ý ademle memlûdür; yalnýz kýsacýk bir zaman-ý hâlde, bir hazin nûr-u vücud bulabilir; fakat sýrr-ý Kur-an ve nûr-u îman ile, ezelden ebede kadar bir nûr-u vücud görünür; ona alâkadar olur ve onunla Saâdet-i Ebediyesini te'min eder.

 

Elhâsýl: Bir Þâir-i Mýsrî'nin tarzýnda deriz:

 

Deryâ olunca nefes,

 

Pârelenince kafes,

 

Tâ kesilince bu ses;

 

Çaðýrýrým: Yâ Hak! Yâ Mevcûd! Yâ Hayy! Yâ Ma'bûd!

 

Yâ Hakîm! Yâ Maksûd! Yâ Rahîm Yâ vedûd..

 

(Sh»Tls:79)

 

Ve baðýrarak derim: لآاِلَهَ اِلاَّاللَّهُ الْمَلِكُ الْحَقُّ الْمُبِينُ مُحَمَّدُ رَسُولُ اللَّهِ صَادِقُ الْوَعْدِْلاَمِينُ

 

Ve îman ederek isbat ederim: اِنَّ الْبَعْثَ بَعْدَ الْمَوْتِ حَقٌّ وَالْجَنَّةَ حَقٌّ وَالنَّارَ حَقٌّ وَاِنَّ السَّعَادَةَ الْاَبَدِيَّةَ حَقٌّ وَاِنَّ اللَّهَ رَحِيمٌ حَكِيمٌ وَدُودٌ وَاِنَّ الرَّحْمَةَ وَالْحِكْمَةَ وَالْمُحَبَّةَ مُحِيطَةٌ بِجَمِيعِ الْاَشْيآءِ وَشُئُونَاتِهَا

 

وَقَالُ الْحَمْدُ لِلَّهِ اَلَّذِى هَدَينَا لِهَذَا وَمَا كُنَّا لِنَهْتَدِىَ لَوْلآ اَنْ هَدَينَا اللَّهُ لَقَدْ جَآءَتْ رُسُلُ رَبِّنَا بَالْحَقِّ * سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنا اِنَّكَ اَنْتَ العَلِيمُ الحَكِيمُ * رَبَّنَا لاَتُؤَاخِذْنَا اِنْ نَسيناَ اَوْ اخْطَانَا اَللَّهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنّا مُحَمَّدٍ صَلَوةً تَكُونُ لَكَ رِضَآءً وَلِحَقِّهِ اَدَآءً وَعَلَى اَلِهِ وَصَحْبَهِ وَسَلِّمْ آمِينَ . وَالْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ *سُبْحَانَ مَنْ جَعَلَ حَدِيقَةَ اَرْضِهِ مَشْهَرَ صَنْعَتَهِ * مَحْشَرَ خِلْقَتِهِ *مَظْهَرَ قُدْرَتِهِ * مَدَارَ حِكْمَتِهِ * مَزْهَرَ رَحْمَتِهِ * مَزْرَعَ جَنَّتِهِ * مَمَرَّ الْمَخْلُوقَاتِ * مَسِيلَ الْمَوْجُودَاتِ * مِكَالَ الْمَصْنُوعَاتِ * فَمُزَيَّنُ الْحَيْوَانَاتِ مُنَقَّشُ الطُّيُورَاتِ * مُثَمَّرُ الشَّجَّراَتِ * مُزَهَّرُ النَّبَاتَاتِ * مُعْجِزَاتُ عِلْمِهِ خَوَارِقُ صُنْعِهِ * هَدَايَآءُ جُودِهِ بَرَاهِينُ لُطْفِهِ * دَلآءِلُ الْوَحْدَةِ لَطَآئِفُ الْحِكْمَةِ * شَوَاهِدُ الرَّحْمَةِ * تَبَسُّمُ الاَزْهَارِ زِينَةِ

 

(Sh»Tls:80)

 

اْلاَثْمَارِ *تَسَجُّعُ الاَطْيَارِفِى نَسْمَةِ اْلاَسْحَارِ * تَهَزُّجُاْلاَمْطَارِ عَلَى خُدُودِ اْلاِزْهَارِ * تَزَيُّنُ اْلاَزْهَارِ* تَبَرُّجُ اْلاَثْمَارِ * فِى هَذِهِ الجِنَانِ* تَرَحُّمُ اْلوَالِدَاتِ عَلَى اْلاَطْفَالِ الصِّفَارِ فَى كُلِّ الْحَيْوَانضاتِ وَالاِنْسَانِ * تَعَرُّفُ وَدُودٍ * تَوَدُّدُ رَحْمَانٍ * تَرَحُّمُ حَنَّانٍ تَحَنُّنُ مَنَّانٍ لِلْجِنِّ وَاْلاِنْسَانِ وَالرُّوحِ وَالْحَيْوَانِ وَمَلَكِ وَالْجَانِّ

 

***

 

 

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

Gast
Dieses Thema wurde nun für weitere Antworten gesperrt.
×
×
  • Neu erstellen...