Zum Inhalt springen
Qries Qries Qries Qries Qries Qries

Empfohlene Beiträge

GENÇLÝK REHBERÝ

 

Önsöz

 

Bu Gençlik Rehberi, yeni harfle basýldýðý gibi, eski harfle Isparta'da dahi teksir edilip, hükûmetin ve zabýtanýn iliþmemesi ve her tarafta iþtiyakla okunmasý ve intiþarý gösteriyor ki; bu "Rehber'in" millete, hususan gençlere çok menfaati var. Yalnýz Ankara'nýn emniyet müdürü elliikinci sahifede beþinci satýrýnda "dinî tedrisat için hususî dershaneler açýlmaða izin verilmesine binaen" cümlesini okumadan, sekizinci satýrdaki "mümkün olduðu kadar her yerde küçük birer dershâne-i Nuriye açmak lâzýmdýr" cümlesine iliþmiþti. Demek sonra hakikatini anlamýþ ki, daha intiþarýna mâni olmadý.

 

 

 

sh: » (G: 4)

 

"Hüve Nüktesi" gerçi derindir, herkes birden kavramaz. Fakat o nükte, tabiiyyunun ve ehl-i küfrün temel taþýný parça parça ettiði gibi, muannid feylesoflarý hayretler içinde býrakýp çoklarýný îmana getirmiþ. Hem o nükte anahtariyle açýlan âlem-i misaldeki seyahat-ý mâneviye miftahý ile, âhiretin bir sinemasý "aynelyakîn" görülmüþ. Fakat çok ince olmasýndan neþredilmedi.

 

Bediüzzaman

 

Said Nursî

 

sh: » (G: 5)

 

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ

 

Birinci Söz

 

Bismillah her hayrýn baþýdýr. Biz dahi baþta ona baþlarýz. Bil ey nefsim, þu mübarek kelime Ýslâm niþaný olduðu gibi, bütün mevcudatýn lisan-ý haliyle vird-i zebanýdýr. Bismillah ne büyük tükenmez bir kuvvet, ne çok bitmez bir bereket olduðunu anlamak istersen, þu temsilî hikâyeciðe bak dinle. Þöyle ki:

 

 

 

Bedevî Arab çöllerinde seyahat eden adama gerektir ki, bir kabile reisinin ismini alsýn ve himayesine girsin. Tâ þakilerin þerrinden kurtulup hacatýný tedarik edebilsin. Yoksa tek baþýyla hadsiz düþman ve ihtiyâcatýna karþý periþan olacaktýr.

 

sh: » (G: 6)

 

Ýþte böyle bir seyahat için iki adam, sahraya çýkýp gidiyorlar. Onlardan birisi mütevâzi idi. Diðeri maðrur... Mütevâzii, bir reisin ismini aldý. Maðrur, almadý... Alaný, her yerde selâmetle gezdi. Bir katý-üt tarîke rast gelse, der: "Ben, filan reisin ismiyle gezerim." Þakî defolur, iliþemez. Bir çadýra girse, o nam ile hürmet görür. Öteki maðrur, bütün seyahatinde öyle belalar çeker ki, tarif edilmez. Daima titrer, daima dilencilik ederdi. Hem zelil, hem rezil oldu.

 

Ýþte ey maðrur nefsim! Sen o seyyahsýn. Þu dünya ise, bir çöldür. Aczin ve fakrýn hadsizdir. Düþmanýn, hacatýn nihayetsizdir. Madem öyledir; þu sahranýn Mâlik-i Ebedî'si ve Hâkim-i Ezelî'sinin ismini al. Tâ, bütün kâinatýn dilenciliðinden ve her hâdisatýn karþýsýnda titremeden kurtulasýn.

 

Evet, bu kelime öyle mübarek bir definedir ki: Senin nihayetsiz aczin ve fakrýn, seni nihayetsiz kudrete, rahmete rabtedip Kadîr-i Rahîm'in dergâhýnda aczi, fakrý en makbul bir þefaatçý yapar. Evet, bu kelime ile hareket eden, o adama benzer ki: Askere kaydolur. Devlet namýna hareket eder. Hiçbir kimseden pervasý kalmaz. Kanun namýna, devlet namýna der, her iþi yapar, her þeye karþý dayanýr.

 

sh: » (G: 7)

 

Baþta demiþtik: Bütün mevcudat, lisan-ý hal ile Bismillah der. Öyle mi?

 

Evet, nasýlki görsen: Bir tek adam geldi. Bütün þehir ahâlisini cebren bir yere sevketti ve cebren iþlerde çalýþtýrdý. Yakînen bilirsin; o adam kendi namýyla, kendi kuvvetiyle hareket etmiyor. Belki o bir askerdir. Devlet namýna hareket eder. Bir pâdiþah kuvvetine istinad eder. Öyle de her þey, Cenab-ý Hakk'ýn namýna hareket eder ki; zerrecikler gibi tohumlar, çekirdekler baþlarýnda koca aðaçlarý taþýyor, dað gibi yükleri kaldýrýyorlar. Demek herbir aðaç, Bismillâh der. Hazine-i Rahmet meyvelerinden ellerini dolduruyor, bizlere tablacýlýk ediyor. Her bir bostan, Bismillâh der. Matbaha-i Kudret'ten bir kazan olur ki: Çeþit çeþit pekçok muhtelif leziz taamlar, içinde beraber piþiriliyor. Herbir inek, deve, koyun, keçi gibi mübarek hayvanlar Bismillah der. Rahmet feyzinden bir süt çeþmesi olur. Bizlere, Rezzak namýna en lâtif, en nazif, âb-ý hayat gibi bir gýdayý takdîm ediyorlar. Herbir nebat ve aðaç ve otlarýn ipek gibi yumuþak kök ve damarlarý, Bismillâh der. Sert olan taþ ve topraðý deler geçer. Allah namýna, Rahman namýna der, her þey ona müsahhar olur.

 

Evet havada dallarýn intiþarý ve meyve vermesi gibi, o sert taþ ve topraktaki köklerin

 

sh: » (G: 8)

 

kemal-i sühuletle intiþar etmesi ve yer altýnda yemiþ vermesi; hem þiddet-i hararete karþý aylarca nazik, yeþil yapraklarýn yaþ kalmasý; tabiiyunun aðzýna þiddetle tokat vuruyor. Kör olasý gözüne parmaðýný sokuyor ve diyor ki: En güvendiðin salâbet ve hararet dahi, emir tahtýnda hareket ediyorlar ki; o ipek gibi yumuþak damarlar, birer asâ-yý Mûsa (A.S.) gibi

 

فَقُلْنَا اضْرِبْْ بِعَصَاكَ الْحَجَرَ emrine imtisal ederek taþlarý þakk eder. Ve o sigara kâðýdý gibi ince nazenin yapraklar, birer âzâ-yý Ýbrahim (A.S.) gibi ateþ saçan hararete karþý يَا نَارُ كُونِى بَرْدًا وَ سَلاَمًا âyetini okuyorlar.

 

Madem her þey mânen Bismillâh der. Allah namýna Allah'ýn nimetlerini getirip bizlere veriyorlar. Biz dahi Bismillâh demeliyiz. Allah nâmýna vermeliyiz. Allah nâmýna almalýyýz. Öyle ise, Allah nâmýna vermeyen gafil insanlardan almamalýyýz...

 

Sual: Tablacý hükmünde olan insanlara bir fiat veriyoruz. Acaba asýl mal sahibi olan Allah, ne fiat istiyor?

 

sh: » (G: 9)

 

Elcevab: Evet o Mün'im-i Hakikî, bizden o kýymettar nimetlere, mallara bedel istediði fiat ise; üç þeydir. Biri: Zikir. Biri: Þükür. Biri: Fikir'dir. Baþta "Bismillâh" zikirdir. Âhirde "Elhamdülillah" þükürdür. Ortada, bu kýymettar hârika-i san'at olan nimetler Ehad-i Samed'in mu'cize-i kudreti ve hediye-i rahmeti olduðunu düþünmek ve derketmek fikirdir. Bir pâdiþahýn kýymettar bir hediyesini sana getiren bir miskin adamýn ayaðýný öpüp, hediye sahibini tanýmamak ne derece belâhet ise, öyle de; zâhirî mün'imleri medih ve muhabbet edip, Mün'im-i Hakikî'yi unutmak; ondan bin derece daha belâhettir.

 

Ey nefis! böyle ebleh olmamak istersen; Allah namýna ver, Allah namýna al, Allah namýna baþla, Allah namýna iþle. Vesselâm.

 

* * *

 

sh: » (G: 10)

 

بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

 

Onüçüncü Sözün Ýkinci Makamý

 

(Cazibedar bir fitne içinde bulunan ve daha aklýný kaybetmeyen bazý gençlerle bir muhaveredir.)

 

Bir kýsým gençler tarafýndan þimdiki aldatýcý ve cazibedar lehviyat ve hevesatýn hücumlarý karþýsýnda "âhiretimizi ne suretle kurtaracaðýz" diye, Risale-i Nur'dan meded istediler. Ben de Risale-i Nur'un þahs-ý mânevîsi namýna onlara dedim ki: Kabir var, hiç kimse inkâr edemez. Herkes ister istemez oraya girecek.

 

sh: » (G: 11)

 

Ve oraya girmek için de üç tarzda üç yoldan baþka yol yok.

 

Birinci yol: O kabir, ehl-i îman için bu dünyadan daha güzel bir âlemin kapýsýdýr.

 

Ýkinci yol: Âhireti tasdik eden, fakat sefahet ve dalâlette gidenlere, bir haps-i ebedî ve bütün dostlarýndan bir tecrid içinde bir haps-i münferid, yalnýz baþýna bir hapis kapýsýdýr. Öyle gördüðü ve itikad ettiði ve inandýðý gibi hareket etmediði için öyle muamele görecek.

 

Üçüncü yol: Âhirete inanmayan ehl-i inkâr ve dalalet için bir idam-ý ebedî kapýsý... Yani hem kendisini, hem bütün sevdiklerini idam edecek bir daraðacýdýr. Öyle bildiði için, cezasý olarak aynýný görecek. Bu iki þýk bedihîdir, delil istemiyor, göz ile görünür. Madem ecel gizlidir; her vakit ölüm, baþýný kesmek için gelebiliyor ve genç ihtiyar farký yoktur. Elbette daima gözü önünde öyle büyük dehþetli bir mes'ele karþýsýnda bîçare insan; o idam-ý ebedî, o dipsiz, nihayetsiz haps-i münferidden kurtulmak çaresini aramak ve kabir kapýsýný bir âlem-i bâkiye, bir saadet-i ebediyeye ve âlem-i nura açýlan bir kapýya kendi hakkýnda çevirmek hâdisesi; o insanýn dünya kadar büyük bir mes'elesidir.

 

sh: » (G: 12)

 

Bu kat'î hakikat, bu üç yol ile bulunduðunda ve bu üç yolun da mezkûr üç hakikat ile olacaðýný ihbar eden yüzyirmidört bin muhbir-i sadýk, ellerinde niþane-i tasdik olan mu'cizeler bulunan enbiyalar ve o enbiyalarýn haber verdikleri ayný haberleri, keþf ve zevk ve þuhud ile tasdik eden ve imza basan yüzyirmidört milyon evliyanýn ayný hakikate þehadetleri ve hadd ü hesaba gelmeyen muhakkiklerin, kat'î delilleriyle -o enbiya ve evliyanýn verdikleri ayný haberleri- aklen ilmelyakîn derecesinde(*) isbat ettikleri ve yüzde doksandokuz ihtimal-i kat'î ile "idam ve zindan-ý ebedîden kurtulmak ve o yolu saadet-i ebediyeye çevirmek, yalnýz îman ve itaat iledir." diye ittifakla haber veriyorlar.

 

 

 

Acaba yüzde bir ihtimal-i helâket bulunan bir tehlike yolunda gitmemek için, bir tek muhbirin sözü nazara alýnsa ve onun sözünü dinlemeyip o yolda giden adamýn, endiþe-i helâketten gelen elem-i manevî, onun yemek iþtihasýný kaçýrdýðý halde; böyle yüzbinler sadýk ve musaddak muhbirlerin yüzde yüz ihtimal ile, dalalet ve sefahet göz önündeki kabir daraðacýna ve ebedî haps-i münferidine kat'î sebeb

 

(*) Onlardan birisi Risale-i Nur'dur. Meydandadýr.

 

sh: » (G: 13)

 

olduðunu ve îman, ubudiyet yüzde yüz ihtimal ile o daraðacýný kaldýrýp, o haps-i münferidi kapatýp, þu göz önündeki kabri, bir hazine-i ebediyeye, bir saray-ý saadete açýlan bir kapýya çeviriyor diye ihbar eden ve emarelerini ve âsârlarýný gösterdikleri halde, bu acib ve garib ve dehþetli ve azametli mes'ele karþýsýnda bulunan bîçare insan ve bahusus müslüman eðer îman ve ubudiyeti olmazsa, bütün dünya saltanatý ve lezzeti bir tek insana verilse; acaba o göz önündeki, her vakit oraya çaðrýlmasýna nöbetini bekleyen bir insana verdiði o endiþeden gelen elîm elemi kaldýrabilir mi? Sizden soruyorum.

 

Madem ihtiyarlýk, hastalýk, musibet ve her tarafta vefiyatlar o dehþetli elemi deþiyorlar ve ihtar ediyorlar. Elbette o ehl-i dalalet ve sefahet yüzbin lezzeti ve zevki alsa da, yine o manevî bir cehennem kalbinde yaþar ve yakar. Fakat pek kalýn gaflet sersemliði muvakkaten hissettirmez.

 

Madem ehl-i îman ve taat, göz önünde gördüðü kabri bir hazine-i ebediyeye, bir saadet-i lâyezalîye kendisi hakkýnda bir kapý olduðunu ve o ezelî mukadderat piyangosundan milyarlar altýn ve elmaslarý kazandýracak bir bilet dahi îman vesikasýyla ona çýkmýþ. Her vakit "Gel

 

sh: » (G: 14)

 

biletini al!" diye beklemesinden derin, esaslý, hakikî lezzet ve zevk-i manevî öyle bir lezzettir ki; eðer tecessüm etse ve o çekirdek bir aðaç olsa, o adama hususî bir cennet hükmüne geçtiði halde; o zevk ve lezzet-i azîmeyi terkedip, gençlik saikasýyla, o hadsiz elemler ile âlûde zehirli bir bala benzeyen sefîhane ve heveskârane muvakkat bir lezzet-i gayr-ý meþrûayý ihtiyar eden, hayvandan yüz derece aþaðý düþer. Ecnebi dinsizleri gibi de olamaz. Çünki onlar, peygamberi inkâr etseler, diðerlerini tanýyabilirler. Peygamberleri bilmeseler de Allah'ý tanýyabilirler. Allah'ý bilmeseler de kemalâta medar olacak bazý güzel hasletler bulunabilir. Fakat bir müslüman; hem enbiyayý, hem Rabbini, hem bütün kemalâtý Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm vasýtasýyla biliyor. Onun terbiyesini býrakan ve zincirinden çýkan daha hiçbir peygamberi (A.S.) tanýmaz ve Allah'ý da tanýmaz. Ve rûhunda kemalâtý muhafaza edecek hiçbir esasatý bilemez. Çünki peygamberlerin en âhiri ve en büyükleri ve dini ve daveti umum nev'-i beþere baktýðý için ve mu'cizatça ve dince umuma faik ve bütün nev'-i beþere bütün hakaikte üstadlýk edip, ondört asýrda parlak bir sûrette isbat eden ve nev'-i beþerin medar-ý iftiharý bir zâtýn terbiye-i esasiyelerini ve usûl-ü dinini terkeden, elbette hiçbir

 

sh: » (G: 15)

 

cihette bir nur, bir kemal bulamaz. Sukut-u mutlaka mahkûmdur.

 

Ýþte ey hayat-ý dünyeviyenin zevkine mübtela ve endiþe-i istikbal ile istikbalini ve hayatýný temin için çabalayan bîçareler! Dünyanýn lezzetini, zevkini, saadetini, rahatýný isterseniz; meþrû dairedeki keyfe iktifa ediniz. O, keyfinize kâfidir. Haricinde ve gayr-ý meþrû dairedeki bir lezzetin içinde bin elem olduðunu sâbýk beyanatta elbette anladýnýz. Eðer mazi, yani geçmiþ zamanýn hâdisatýný, sinema ile halihazýrda gösterdikleri gibi; istikbaldeki ahval dahi, meselâ elli sene sonraki halleri bir sinema ile gösterilse idi, ehl-i sefahet þimdiki güldüklerine yüzbinlerce nefrin ve nefret edip aðlayacaktýlar. Dünya ve âhirette ebedî ve daimî süruru isteyen, îman dairesindeki terbiye-i Muhammediyeyi (A.S.M.) kendine rehber etmek gerektir.

 

* * *

 

sh: » (G: 16)

 

Bir Zaman Eskiþehir Hapishanesinin Penceresinde Oturmuþtum

 

Karþýsýnda bulunan Lise mektebinin büyük kýzlarý onun avlusunda gülerek raks ederken, onlarý, o dünya cennetinde cehennem hûrileri hükmünde gördüm. Fakat birden elli sene sonraki vaziyetleri bana göründü. Onlarýn gülmeleri elîm aðlamalarý suretini aldý. Ondan bu gelen hakikat inkiþaf etti. Yani, elli sene sonraki hallerini manevî ve hayalî bir sinema ile gördüm ki: O gülen altmýþ kýzdan ellisi; kabirde azap çekiyorlar, toprak olmuþlar. Ve on tanesi, yetmiþ yaþýnda çirkinleþmiþ, herkesin nazar-ý nefretini celbediyorlar. Ben de onlara aðladým.

 

Fitne-i âhirzamanýn mahiyeti bana göründü ki; o fitnenin en dehþetlisi ve cazibedarý, kadýnlarýn yüzsüz yüzünden çýkýyor. Ýhtiyarý selbedip, pervane gibi sefahet ateþine atýyor. Ve bir dakika hayat-ý dünyeviyeyi, senelerle hayat-ý bâkiyeye tercih ettiriyor.

 

 

 

 

 

sh: » (G: 17)

 

Ben bir gün sokaða bakarken, o fitnenin te'sirli bir nümunesini hissettim. Gençlere çok acýdým. Dedim: "Bu bîçareler kendilerini, bu mýknatýs gibi cezbedici fitnenin ateþinden kurtaramazlar." diye düþünürken; birden, o fitneyi ateþlendiren ve talim eden irtidadkâr bir þahs-ý manevî önümde tecessüm etti. Ben de ona ve ondan ders alan mülhidlere dedim:

 

Ey cehennem hûrileri ile zevklenmek yolunda dinini feda eden ve sefîhane dalâleti severek irtikâb eden ve hevesat-ý nefsiye lezzeti yolunda dinsizliði ve ilhadý kabul eden ve hayatý perestiþ edip ölümden þiddetli korkan ve kabri hatýrýna getirmek istemeyen ve irtidada yüz tutan bedbaht!... Kat'iyyen bil ki: Dinsizlik cihetiyle senin bu koca dünyan; bu saatten evvel ve bu dakikadan sonra, bil'umum senin bu kâinatýn ve mazi ve müstakbelin ve geçmiþ nev'in ve cinsin ve gelecek mahluklar ve nesiller ve gitmiþ dünyalar ve milletler ve gelen insanlar ve taifeler tamamen madum ve ölüdürler. Ýþte insaniyet ve akýl cihetiyle alâkadar olduðun bütün o seyyar dünyalar ve seyyal kâinatlar, mütemadiyen senin dalâletin suretiyle, senin baþýna dünya dolusu dehþetli ve hadsiz ölümlerin þiddetli elemlerini yaðdýrýyor. Senin þuurun varsa, kalbini yakýyor. Rûhun varsa, yandýrýyor. Aklýn sönmemiþ ise, gamlar için

 

sh: » (G: 18)

 

de boðuyor. Eðer bir saatçýk sarhoþça sefahetin ve pis lezzetin bu nihayetsiz gamlara, hüzünlere, elemlere mukabil gelebilirse o sefahette kal... Yoksa, aklýný baþýna al! O manevî cehennemden kurtulmak ve îmanýn bu dünyada dahi temin ettiði bir manevî cennete girmek ve saadet-i hayatiyeyi tatmak için, Kur'anýn dersini dinle. Cüz'î, fâni bir dakika lezzeti; küllî, bâki, daimî, îmanî (*) lezzetler ile mübadele et...

 

(*) Evet îman, bu dünyada dahi Cennet lezaizini mânen verebilir. Yüzer lezzetli ýþýklarýndan bu tek faydasýna bak: Nasýlki senin gayet sevdiðin bir zâtý bir tehlikede ölüyorken gördüðün dakikasýnda, Hekîm-i Lokman ve Hýzýr gibi bir doktor geldi. Birden dirildi. Ne kadar sevinç hissediyorsun... Öyle de: Sen, sevdiðin ve alâkadar olduðun ölmüþlerin adedince sevinçleri, sürurlarý îman veriyor. Çünki mazi mezaristanýnda milyonlarla sence mahbub zâtlar; mahvdan ve ölümden, birden îman nuruyla senin karþýnda diriliyorlar. "Biz ölmemiþiz ve ölmeyeceðiz" deyip hayat buluyorlar. O hadsiz firaklardan gelen hadsiz elemler yerine, visal ve hayat bulmalarýndan nihayetsiz lezzetler ve sevinçler, îman noktasýndan bu dünyada dahi geldiðini gösteriyor ki: Îman öyle bir çekirdektir ki; ehl-i îmana Cennet'i bütün lezaiz ve mehasiniyle sünbül veriyor ve verecektir.

 

sh: » (G: 19)

 

Hem deme ki: "Ben hayvan gibi hayatýmý geçireceðim." Çünki hayvana nisbeten mâzi, müstakbel gayb hükmündedir. Cenab-ý Hakîm-i Rahîm o gaybý onlara bildirmemekle, onlarý hadsiz elemlerden kurtarmýþ. Hattâ kesilmek için yatýrýlan bir tavuk, hiçbir elem ve hüzün hissetmez. Býçak kestiði vakit hissetmek ister, fakat his gider, o elemden de kurtulur. Demek Cenab-ý Hakk'ýn gayet büyük ve mükemmel bir rahmeti, re'feti ve þefkati, gaybý bildirmemektedir. Bilhassa masum hayvanlar hakkýnda daha tamdýr. Demek sefihane lezzette, sen hayvanlara yetiþemezsin. Binler derece aþaðý düþersin. Çünki hayvana nisbeten gaybî olan þeyleri senin aklýn görüyor, elemini alýyor. Setr-i gaybda bulunan istirahat-ý tammeden bilkülliye mahrumsun.

 

Hem senin medar-ý fahrin olan uhuvvet ve hürmet ve hamiyet gibi güzel hasletlerin; incecik bir zamana, büyük bir sahradan bir parmak kadar yere inhisar ve hadsiz zamanda yalnýz hazýr saate mahsus olduðundan, sun'î ve muvakkat ve sahtekâr ve asýlsýz ve gayet cüz'î olup, senin insaniyetin ve kemalâtýn o nisbette küçülür, hiçe iner. Fakat îman ehlinin uhuvveti ve hürmeti ve muhabbeti ve hamiyeti, îman cihetiyle mevcud bulunan mâzi ve müstakbeli ihata ettiðinden, insaniyeti ve kemalâtý o nisbette

 

sh: » (G: 20)

 

teâli eder. Hem senin dünyaca muvaffakýyetin, elmasçý ve divane olmuþ bir Yahudinin cam parçalarýný elmas fiatiyle aldýðý gibi; sen de küçücük, kýsacýk bir zamana, bir hayata, uzun ve daimî ve geniþ bir hayatýn fiatýný verdiðin için, elbette o had dairesinde galebe edersin. Bir dakikaya bir sene kadar þiddetli hýrs, muhabbet, intikam gibi hissiyatla müteveccih olduðun için, ehl-i diyanete muvakkaten tefevvuk edersin.

 

Hem senin aklýn, ruhun, kalbin, duygularýn ulvî vazifelerini býrakýp, süflî nefsin ve pis hevesin rezil iþlerine iþtirak ve yardým ettiklerinden, ehl-i îmana dünyada galebe edersin. Ve zâhirde daha sevimli görünürsün. Çünki senin akýl ve kalb ve ruhun gayet derecede tedennî ve tereddî ve sukut edip, pis heves ve rezil nefse inkýlâb etmiþler, mesholmuþlar. Elbette bu cihette, sana Cehennem'i ve mazlum ehl-i îmana Cennet'i kazandýran bir muvakkat galeben olacak.

 

 

 

sh: » (G: 21)

 

Gençlik Rehberi'ne Ýlâve Edilmesi Lâzýmgelen, Üstadýmýzýn Bir Fýkrasýdýr

 

Mersin'den gelen Rehber'in baþ taraflarýndaki "Mes'ele-i Mühimme" namýndaki "Yirmiüç ve yirmidördüncü" sahifeyi çýkarmak münasibdir. Çünki Nur'un mühim mesleði þefkat olmasýndan -erkeklerden ziyade- hem samimî, hem ihlâs ile kadýnlar Nurlar ile ciddî alâkadar oluyorlar. Bu iki sahifedeki þiddet; þefkat kahramanlarý olan o mübarek hemþirelerimiz, onunla meþgul olup müteessir olmasýnlar. Çünki bu mes'ele; Ýstanbul gibi yerlerde, açýk-saçýk, yarým çýplak Rum, Ermeni kýzlarýna benzemeye çalýþan bir kýsým Ýslâm kýzlarýný ikaz etmek için yazýlmýþtýr.

 

 

 

sh: » (G: 22)

 

Halbuki Ýstanbul'daki, Rehber aleyhindeki münafýklar ve masonlar; hem bu âhirde aleyhimizde bâzý gazeteler bu noktaya yanlýþ mâna vererek, bir kýsým kadýnlarýn Risale-i Nur'a karþý olan alâkalarýný zayýflatmak için iftiralarýna medar olmuþ. Þimdilik o iki sahife çýkarýlsýn. Yerine, "Kadýnlarla Muhavere" namýndaki Kadýnlar Rehberi konulsun.

 

Said Nursî

 

_______________________

Haþiye: Nasýlki bir zaman terbiye-i Ýslâmiyeye muhalif gizli komiteler, gençleri ifsâd etmeðe çalýþtýklarý gibi; þimdi de bîçare kadýnlarý yoldan çýkarmak için, bâzý dinsiz ve gizli komiteler çalýþýyorlar.

 

Bu ifsad komitelerinin iftiralarýna medar olmamak için, ellerinde "Gençlik Rehberi" olanlara yukarýdaki fýkradan birer tane verilsin.

 

Kadýnlar da, çýkarýlan o iki sahifenin yerine, "Kadýnlarla Muhavere" namýndaki Ýhtiyar ve Genç Hanýmlar Rehberi'ni okusunlar. Ve çýkarýlan iki sahifenin yerine, Üstadýmýzýn yukarýdaki fýkrasý konulsun.

 

 

 

sh: » (G: 23)

 

Birden Ýhtar Edilen Bir Mes'ele-i Mühimme

 

Âhirzamanýn fitnesinde en dehþetli rolü oynayan, taife-i nisaiye ve onlarýn fitnesi olduðu hadîsin rivayetlerinden anlaþýlýyor. Evet nasýlki tarihlerde, eski zamanlarda "Amazonlar" namýnda gayet silâhþör kadýnlardan mürekkeb bir tâife-i askeriye olarak hârika harbler yaptýklarý naklediliyor. Aynen öyle de: Bu zamanda zýndýka dalaleti, Ýslâmiyete karþý muharebesinde, nefs-i emmarenin plânýyla, Þeytan kumandasýna verilen fýrkalardan en dehþetlisi; yarým çýplak hanýmlardýr ki, açýk bacaðýyla dehþetli býçaklarla ehl-i îmana taarruz edip saldýrýyorlar. Nikâh yolunu kapamaða, fuhuþhane yolunu geniþlettirmeðe çalýþarak; çoklarýn nefislerini birden esir edip, kalb ve ruhlarýný kebair ile yaralýyorlar. Belki o kalblerden bir kýsmýný öldürüyorlar. Birkaç sene namahrem hevesatýna göstermenin tam cezasý olarak; o býçaklý bacaklar Cehennem'in odunlarý olup, en evvel o bacaklar yanacaklarýný ve dünyada emniyet ve sadakatý kaybettiði için, hilkaten çok istediði ve fýtraten çok muhtaç olduðu münasib kocayý daha bulamaz. Bulsa da baþýna bela bu

 

sh: » (G: 24)

 

lur. Hattâ bu hâlin neticesi olarak o âhirzamanda, bazý yerlerde nikâha raðbetsizlik ve riayetsizlik yüzünden, kýrk kadýna bir erkek nezaret edecek derecede ehemmiyetsiz, sahibsiz, kýymetsiz bir surete gireceði, hadîsin rivayetinden anlaþýlýyor.

 

Madem hakikat budur. Ve madem her güzel, güzelliðini sever ve elinden geldiði kadar muhafaza etmek ister ve bozulmasýný istemez. Ve madem güzellik bir nîmettir. Nimete þükredilse mânen ziyadeleþir. Þükredilmezse deðiþir, çirkinleþir. Elbette aklý varsa, hüsün ve cemalini günahlarý kazanmak ve kazandýrmak ve çirkin ve zehirli yapmak ve o nimeti küfran ile medar-ý azab bir surete çevirmekten bütün kuvvetiyle kaçacak. Ve o fâni, beþ-on senelik cemâli bâkileþtirmek için, meþru' bir tarzda istimal ile, o nimete þükredecek. Yoksa ihtiyarlýkta uzun zaman istiskale maruz kalýp, me'yusane aðlayacak.

 

Eðer terbiye-i Ýslâmiye dairesinde, âdâb-ý Kur'aniye zînetiyle o cemâl güzelleþtirilse; o fâni hüsün, mânen bâki kalacaðý ve Cennet'te hûrilerin cemalinden daha þirin ve daha parlak bir tarzda kendine verileceði hadîste kat'iyetle sabittir. Eðer o güzelin zerre miktar aklý varsa, bu güzel ve parlak ve ebedî neticeyi elinden kaçýrmayacak...

 

 

 

sh: » (G: 25)

 

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

 

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

 

Aziz, sýddýk kardeþlerim!

 

"Tehlikeli vaziyette bulunan gençlere bir ihtarname" namýnda bir fýkra gönderiyoruz. Tâ ki Risale-i Nur'un genç þakirdlerinin gittikleri istikamet ve iffet ve ittiba-i Sünnet-i Seniye, gençlik noktasýnda ne kadar kýymetdar bulunduðunu ve hakikî ve zevkli gençlik ise, o tarzdaki bahtiyarlarýn gençlikleri olduðunu bir kat daha isbat edip, hakikî genç Türkler kimler olduðunu göstersin.

 

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

 

Kardeþiniz

 

Said Nursî

 

* * *

 

sh: » (G: 26)

 

BÝRKAÇ BÎÇARE GENÇLERE VERÝLEN

 

Bir tenbih, bir Ders, bir ihtardýr

 

 

 

Bir gün yanýma parlak birkaç genç geldiler. Hayat ve gençlik ve hevesat cihetinden gelen tehlikelerden sakýnmak için te'sirli bir ihtar almak isteyen bu gençlere, ben de eskiden Risale-i Nur'dan meded isteyen gençlere dediðim gibi dedim ki:

 

Sizdeki gençlik kat'iyyen gidecek. Eðer siz daire-i meþruada kalmazsanýz, o gençlik zâyi olup baþýnýza hem dünyada, hem kabirde, hem âhirette kendi lezzetinden çok ziyade belalar ve elemler getirecek. Eðer terbiye-i Ýslâmiyye ile o gençlik nimetine karþý bir þükür olarak iffet ve namusluluk ve taatte sarfetseniz, o gençlik manen bâki kalacak ve ebedî bir gençlik kazanmasýna sebeb olacak.

 

Hayat ise, eðer îman olmazsa veyahut isyan ile o îman tesir etmezse; hayat, zahirî ve kýsacýk bir zevk ve lezzetle beraber, binler derece o zevk ve lezzetten ziyade elemler, hüzünler,

 

sh: » (G: 27)

 

kederler verir. Çünki insanda akýl ve fikir olduðu için, hayvanýn aksine olarak hazýr zamanla beraber geçmiþ ve gelecek zamanlarla da fýtraten alâkadardýr. O zamanlardan dahi hem elem, hem lezzet alabilir. Hayvan ise, fikri olmadýðý için, hazýr lezzetini, geçmiþten gelen hüzünler ve gelecekten gelen korkular, endiþeler bozmuyor. Ýnsan ise, eðer dalalet ve gaflete düþmüþ ise, hazýr lezzetine geçmiþten gelen hüzünler ve gelecekten gelen endiþeler o cüz'î lezzeti cidden acýlaþtýrýyor, bozuyor. Hususan gayr-ý meþrû ise, bütün bütün zehirli bir bal hükmündedir. Demek hayvandan yüz derece, lezzet-i hayat noktasýnda aþaðý düþer. Belki ehl-i dalaletin ve gafletin hayatý, belki vücudu, belki kâinatý; bulunduðu gündür. Bütün geçmiþ zaman ve kâinatlar, onun dalâleti noktasýnda mâdumdur, ölmüþtür. Akýl alâkadarlýðý ile ona zulmetler, karanlýklar veriyor. Gelecek zamanlar ise, itikadsýzlýðý cihetiyle yine mâdumdur. Ve ademle hâsýl olan ebedî firaklar, mütemadiyen onun fikir yoluyla hayatýna zulmetler veriyorlar.

 

Eðer îman hayata hayat olsa; o vakit hem geçmiþ, hem gelecek zamanlar îmanýn nuruyla ýþýklanýr ve vücud bulur. Zaman-ý hâzýr gibi ruh ve kalbine îman noktasýnda ulvî ve manevî ezvaký ve envâr-ý vücudiyeyi veriyor. Bu hakikatin,

 

sh: » (G: 28)

 

«Ýhtiyar Risalesinde» Yedinci Rica'da izahý var. Ona bakmalýsýnýz.

 

Ýþte hayat böyledir. Hayatýn lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatýnýzý îman ile hayatlandýrýnýz ve feraizle zînetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz. Her gün ve her yerde ve her vakit vefiyatlarýn gösterdikleri dehþetli hakikat-ý mevt ise, size -baþka gençlere söylediðim gibi- bir temsil ile beyan ediyorum:

 

Meselâ, burada gözünüz önünde bir daraðacý dikilmiþ. Onun yanýnda bir piyango (fakat pek büyük bir ikramiye biletleri veren) dairesi var. Biz buradaki on kiþi alâküllihâl, ister istemez, hiç baþka çare yok, oraya davet edileceðiz, bizi çaðýracaklar. Ve çaðýrma zamaný gizli olmasýndan her dakika, ya "Gel idam biletini al, daraðacýna çýk!" veyahut "Gel, milyonlar altun kazandýran bir ikramiye bileti sana çýkmýþ gel, al!" demelerini beklerken, birden kapýya iki adam geldi. Biri yarý çýplak güzel ve aldatýcý bir kadýn, elinde zâhiren gayet tatlý, fakat zehirli bir helva getirip yedirmek istiyor. Diðer biri de; aldatmaz ve aldanmaz ciddî bir adam, o kadýnýn arkasýndan girdi. Dedi ki:

 

«Size bir týlsým, bir ders getirdim. Bunu okusanýz, o helvayý yemezseniz, o daraðacýndan kurtulursunuz. Bu týlsým ile emsalsiz ikramiye

 

sh: » (G: 29)

 

biletini alýrsýnýz. Ýþte bu daraðacýnda zâten gözünüzle görüyorsunuz ki, bal yiyenler oraya giriyorlar ve oraya girinceye kadar o helvanýn zehirinden dehþetli karýn sancýsý çekiyorlar ve o büyük ikramiye biletini alanlar çendan görünmüyorlar ve zâhiren onlar da o daraðacýna çýktýklarý görünüyor. Fakat onlar asýlmadýklarýný, belki oradan kolayca ikramiye dairesine girmek için basamak yaptýklarýný milyonlar þâhidler var, haber veriyorlar. Ýþte pencerelerden bakýnýz. En büyük memurlar ve bu iþle alâkadar büyük zâtlar yüksek sesle ilân ediyorlar ve haber veriyorlar ki; «O daraðacýna gidenleri aynelyakîn gözünüz ile gördüðünüz gibi, bu ikramiye biletini týlsýmcýlar aldýklarýný hiç þek ve þübhesiz gündüz gibi kat'î biliniz.» dedi.

 

Ýþte bu temsil gibi zehirli bir bal hükmünde olan gayr-ý meþrû dairedeki gençliðin sefahetkârane zevkleri, hazine-i ebediyenin ve saadet-i sermediyenin bileti ve vesikasý olan îmaný kaybettiði için, daraðacý hükmünde olan ölüm ve ebedî zulümat kapýsý olan kabrin musîbetine, aynen zâhiren göründüðü gibi düþer ve ecel gizli olduðu için genç, ihtiyar farketmeyerek her vakit ecel cellâdý, baþýný kesmek için gelebilir. Eðer o zehirli bal hükmünde olan hevesat-ý gayr-ý meþrûayý terkedip, týlsým-ý Kur'anî olan îman ve ferâizi elde etmekle ve

 

sh: » (G: 30)

 

fevkalâde mukadderat-ý beþer piyangosundan çýkan saadet-i ebediye hazinesi biletini alacaðýna, yüzyirmidört bin Enbiya Aleyhimüsselâm ile beraber hadd ü hesaba gelmeyen ehl-i velayet ve ehl-i hakikat müttefikan haber veriyorlar ve âsârýný gösteriyorlar.

 

Elhasýl: Gençlik gidecek... Sefâhette gitmiþ ise, hem dünyada, hem âhirette, binler belâ ve elemler netice verdiðini ve öyle gençler ekseriyetle sû-i istimâl ile, isrâfat ile gelen evhamlý hastalýkla hastahanelere ve taþkýnlýklarýyla hapishanelere veya sefalethanelere ve manevî elemlerden gelen sýkýntýlarla meyhanelere düþeceklerini anlamak isterseniz; hastahanelerden ve hapishanelerden ve kabristanlardan sorunuz. Elbette hastahanelerin ekseriyetle lisan-ý hâlinden, gençlik sâikasýyla isrâfat ve sû-i istimâlden gelen hastalýktan eninler, eyvahlar iþittiðiniz gibi; hapishanelerden dahi, ekseriyetle gençliðin taþkýnlýk saikasýyla gayr-ý meþrû dairedeki harekâtýn tokatlarýný yiyen bedbaht gençlerin teessüflerini iþiteceksiniz. Ve kabristanda ve mütemadiyen oraya girenler için kapýlarý açýlýp kapanan o âlem-i berzahta -ehl-i keþfilkuburun müþahedatýyla ve bütün ehl-i hakikatýn tasdikýyla ve þehadetiyle- ekser azablar, gençlik sû-i istimalâtýnýn neticesi olduðunu bileceksiniz.

 

sh: » (G: 31)

 

Hem nev'-i insanýn ekseriyetini teþkil eden ihtiyarlardan ve hastalardan sorunuz. Elbette ekseriyet-i mutlaka ile esefler, hasretler ile "Eyvah gençliðimizi bâdiheva, belki zararlý zâyi ettik. Sakýn bizim gibi yapmayýnýz." diyecekler. Çünki beþ-on senelik gençliðin gayr-ý meþru zevki için, dünyada çok seneler gam ve keder ve berzahta azab ve zarar ve âhirette cehennem ve sakar belâsýný çeken adam, en acýnacak bir halde olduðu halde اَلرَّاضِى بِالضَّرَرِ لاَ يُنْظَرُ لَهُ sýrrýyla hiç acýnmaya müstehak olamaz. Çünki zarara rýzasýyla girene merhamet edilmez ve lâyýk deðildir. Cenab-ý Hak bizi ve sizi, bu zamanýn cazibedar fitnesinden kurtarsýn ve muhafaza eylesin, âmin...

 

* * *

 

sh: » (G: 32)

 

RÝSALE-Ý NUR TALEBELERÝ TARAFINDAN

 

 

 

Sorulan bir suale cevap

 

 

 

«Âlem-i Ýslâm'ýn mukadderatiyle ciddî alâkadar olan bu Cihan Harbinin dehþetli zamanlarýnda, iki sene -þimdi on sene kadar oldu- ne bizden ve ne de hergün hizmetinde bulunan Emin'den bir defacýk olsun sormadýnýz, ehemmiyet vermediniz. Acaba bu büyük hâdiseden daha büyük diðer bir hakikat mý hükmediyor ki, bunu ehemmiyetten ýskat ediyor? Yahut onun ile meþgul olmanýn bir zararý mý var?» diye üstadýmýzdan sorduk. O da «Elcevap» diyor ki:

 

 

 

Evet, bu Cihan Harbinden daha büyük bir hakikat, daha azîm bir hâdise hükmettiði için, Cihan Harbi ona nisbeten çok ehemmiyetsiz düþüyor. Çünki, bu Cihan Harbinde iki hükûmet, Küre-i Arzýn hâkimiyeti için mürâfaa ve muhakeme dâvasýnda bulunmalarý içinde; iki muazzam dinin musâlâha ve sulh mahkemesine barýþmak dâvalarý açýlarak ve dinsizliðin deh-

 

 

 

 

 

sh:» (G: 33)

 

 

 

 

 

þetli cereyaný da, semavî dinler ile mücadele-i azîmesi baþladýðý hengâmda; nev-i beþerin «sosyalist» tabakasý ile «burjuvalar» tâifesinin Mahkeme-i Kübralarýnda açýlan büyük dâvalarýndan çok mühim öyle bir dâva açýlmýþ ve öyle muazzam bir hakikat meydana çýkmýþ ki: O dâvanýn tek bir adama isabet eden mikdarý, bu Cihan Harbinden daha büyüktür. Ýþte o dâva da budur ki:

 

 

 

Þu zamanda her mü'min için, belki herkes için küre-i arz kadar bir bâkî tarla ve o tarla baþtan baþa bahçeler ve kasýrlarla müzeyyen ebedî bir mülk almak; ve o mülkü kazanmak veya kaybetmek dâvasý açýlmýþ. Demek, her birtek adamýn baþýna öyle bir dâva açýlmýþ ki: Eðer Ýngiliz ve Alman kadar serveti ve kuvveti olsa ve aklý da varsa, yalnýz o dâvayý kazanmak için bütününü sarfedecek. Elbette o dâvayý kazanmadan evvel baþka þeylere ehemmiyet veren dîvânedir. Hattâ o dâva, o derece tehlikeye düþmüþ ki: -Bir ehl-i keþfin müþahedesiyle- bir yerde ecel elinden terhis tezkeresi alan kýrk adamdan, bir adam kazanabilmiþ. Otuzdokuzu kaybetmiþ.

 

 

 

 

 

Ýþte, bu ehemmiyetli azim dâvayý kazandýracak ve yirmi senedir tecrübelerle, onda sekizine o dâvayý kazandýran bir dâva vekili bulunsa.. elbette aklý baþýnda her adam, o dâvayý ka-

 

 

 

 

 

sh:» (G: 34)

 

 

 

zandýracak öyle bir dâva vekilini vazifeye sevk edecek bir hizmete, her hâdisenin fevkinde ehemmiyet vermeðe mükelleftir.

 

 

 

Ýþte o dâva vekilinin birisi, belki birincisi Kur'ân-ý Mu'ciz-ül-Beyan'ýn i'cazý mânevîsinden süzülen ve çýkan ve tevellüd eden Risale-i Nur olduðuna, (binler) onunla o dâvayý kazananlar þâhiddir.

 

 

 

Evet, bu küre-i arza me'muriyetle gönderilen her insan, burada misafir ve fâni olduðu; ve mahiyeti, bir hayat-ý bâkiyeye müteveccih bulunduðu kat'iyyen tahakkuk etmiþtir. O herbir insan, bu zamanda hayat-ý ebediyyesini kurtaracak olan istinad kaleleri sarsýldýðýndan; bu dünyasýný ve içindeki bütün alâkadar ahbabýný ebedî terketmekle beraber, bu dünyadan binler derece daha mükemmel bâkî bir mülkü de kaybetmek veya kazanmak dâvasý baþýna açýlmýþ. Eðer îman vesikasý olmazsa ve berâtý ve senedi olan itikadý, saðlam bir sûrette elde etmezse, o dâvayý kaybeder. Acaba bu kaybettiði þeyin yerini hangi þey doldurabilir?..

 

 

 

Ýþte, bu hakikata binaen, benim ve kardeþlerimin her birimizin yüz derece aklýmýz ve fikrimiz ziyadeleþse de, bu muazzam vazife-i kudsiyesinin hizmetine ancak kâfi gelebilir. Sâir mesâile bakmak, bize fuzulî ve malâyani olur. Yalnýz bu kadar var ki: Risâle-i Nur þakirtleri-

 

 

 

 

 

sh:» (G: 35)

 

 

 

nin bir kýsmý öteki dâvalar içinde bulunduðu; ve lüzumsuz, sebepsiz bazen bize akýlsýzlarýn tecavüzleri ve taarruzlarý zamanlarýnda -zaruret derecesinde- istemiyerek bakmýþýz (*).

 

 

 

Hem de bu hakikî ve pek büyük dâva haricindeki dâvalara ve boðuþmalara alâkadarâne fikren, kalben karýþmak zararlýdýr. Çünki, böyle geniþ siyasî ve heyecan veren dairelere dikkat eden ve onlarla meþgul olan bir adam, kýsa bir daire içinde vazifedar olduðu, ehemmiyetli hizmetlerden geri kalýr veya þevki kýrýlýr. Hem de, o geniþ cazibedar siyaset ve boðuþma dairelerine dikkat eden, bazan kapýlýr. Vazifesini yapamadýðý gibi, selâmet-i kalbini ve hüsn-ü niyetini ve istikamet-i fikrini ve hizmetteki ihlâsýný kaybetmese de, o ittiham altýnda kalabilir. Hattâ bu noktada bana mahkemede hücum ettikleri zaman, dedim:

 

 

 

«Güneþ gibi hakikat-i îmaniye ve Kur'aniye, yerdeki muvakkat ýþýklarýn cazibesine tabi ve âlet olmadýðý gibi; o hakikati cidden tanýyan, deðil küre-i arzdaki hâdisata belki kâinata da âlet edemez» diye onlarý susturdum.

 

 

 

Ýþte, üstadýmýzýn cevabý bitti.

 

Biz de, bütün kuvvetimizle tasdik ettik.

 

 

 

Risale-i Nur þakirtleri

 

___________________

 

(*) Mahkemedeki müdâfaatýna iþarettir.

 

 

 

sh: » (G: 36)

 

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

 

Risale-i Nur'daki hakikî teselliye mahpuslar çok muhtaçtýrlar. Hususan gençlik darbesini yeyip, taze ve þirin ömrünü hapiste geçirenlerin, Nurlara ekmek kadar ihtiyaçlarý var. Evet gençlik damarý, akýldan ziyade hissiyatý dinler. His ve heves ise kördür, akibeti görmez. Bir dirhem hazýr lezzeti, ileride bir batman lezzete tercih eder. Bir dakika intikam lezzeti ile katleder, seksen bin saat hapis elemlerini çeker ve bir saat sefahet keyfiyle -bir namus mes'elesinde- binler gün hem hapsin, hem düþmanýnýn endiþesinden sýkýntýlarla ömrünün saadeti mahvolur. Bunlara kýyasen bîçare gençlerin çok vartalarý var ki; en tatlý hayatýný en acý ve acýnacak bir hayata çeviriyorlar ve bilhassa þimalde koca bir devlet, gençlik

 

sh: » (G: 37)

 

hevesatýný elde ederek, bu asrý fýrtýnalarýyla sarsýyor. Çünki akibeti görmeyen kör hissiyatla hareket eden gençlere, ehl-i namusun güzel kýzlarýný ve karýlarýný ibahe eder. Belki hamamlarýnda erkek kadýn beraber çýplak olarak girmelerine izin vermeleri cihetinde bu fuhþiyatý teþvik eder. Hem serseri ve fakir olanlara zenginlerin mallarýný helâl eder ki, bütün beþer bu musibete karþý titriyor.

 

 

 

Ýþte bu asýrda Ýslâm ve Türk gençleri kahramanane davranýp iki cihetten hücum eden bu tehlikeye karþý, Risale-i Nur'un Meyve ve Gençlik Rehberi gibi keskin kýlýnçlarýyla mukabele etmeleri elzemdir. Yoksa o bîçare genç, hem dünya istikbalini ve mes'ud hayatýný, hem âhiretteki saadetini ve hayat-ý bâkiyesini azablara, elemlere çevirip mahveder ve sû'-i istimal ve sefahetle hastahanelere ve hayatýn taþkýnlýklarýyla hapishanelere düþer. Eyvahlar, esefler ile ihtiyarlýðýnda çok aðlayacak. Eðer terbiye-i Kur'aniye ve Nur'un hakikatlarýyla kendini muhafaza eylese, tam bir kahraman genç ve mükemmel bir insan ve mes'ud bir Müslüman ve sair zîhayatlara, hayvanlara bir nevi sultan olur.

 

Evet bir genç, hapiste yirmidört saat her günkü ömründen tek bir saatini beþ farz namaza sarfetse ve ekser günahlardan hapis mâni

 

sh: » (G: 38)

 

olduðu gibi o musibete sebebiyet veren hatadan dahi tövbe edip sair zararlý, elemli günahlardan çekilse hem hayatýna, hem istikbaline, hem vatanýna, hem milletine, hem akrabasýna büyük bir faidesi olmasý gibi o on-onbeþ senelik fâni gençlikle ebedî parlak bir gençliði kazanacaðýný, baþta Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan, bütün Kütüb ve Suhuf-u Semaviye kat'î haber verip müjde ediyorlar.

 

Evet o þirin, güzel gençlik nimetine istikametle, taatle þükretse hem ziyadeleþir, hem bâkileþir, hem lezzetlenir. Yoksa hem belalý olur, hem elemli, gamlý, kâbuslu olur, gider. Hem akrabasýna, hem vatanýna, hem milletine muzýr bir serseri hükmüne geçirmeðe sebebiyet verir.

 

Eðer mahpus, zulmen mahkûm olmuþ ise, farz namazýný kýlmak þartýyla, herbir saati, bir gün ibadet olduðu gibi, o hapis onun hakkýnda bir çilehane-i uzlet olup eski zamanda maðaralara girerek ibadet eden münzevi sâlihlerden sayýlabilirler. Eðer fakir veya ihtiyar veya hasta ve îman hakikatlarýna müþtak ise; farzýný yapmak ve tövbe etmek þartýyla herbir saatleri yirmiþer saat ibadet olup hapis ona bir istirahathane ve merhametkârane ona bakan dostlar için bir muhabbethane, bir terbiyehane, bir dershane hükmüne geçer. O hapiste

 

sh: » (G: 39)

 

durmakla hariçteki müþevveþ, her tarafta günahlarýn hücumuna maruz serbestiyetten daha ziyade hoþlanabilir. Hapisten tam terbiye alýr. Çýktýðý zaman bir katil, bir müntakim olarak deðil, belki tövbekâr, tecrübeli, terbiyeli, millete menfaatli bir adam çýkar. Hattâ Denizli hapsindeki zâtlarýn az bir zamanda Nurlardan fevkalâde hüsn-ü ahlâk dersini alanlarýný gören bazý alâkadar zâtlar demiþler ki: "Terbiye için onbeþ sene hapse atmaktan ise, onbeþ hafta Risale-i Nur dersini alsalar, daha ziyade onlarý ýslah eder."

 

Madem ölüm ölmüyor ve ecel gizlidir, her vakit gelebilir ve madem kabir kapanmýyor, kafile kafile arkasýnda gelenler oraya girip kayboluyorlar ve madem ölüm, ehl-i îman hakkýnda idam-ý ebedîden terhis tezkeresine çevrildiði, hakikat-ý Kur'aniye ile gösterilmiþ ve ehl-i dalalet ve sefahet hakkýnda göz ile göründüðü gibi bir idam-ý ebedîdir, bütün mahbubatýndan ve mevcudattan bir firak-ý lâyezâlîdir. Elbette ve elbette hiç bir þübhe kalmaz ki, en bahtiyar odur ki; sabýr içinde þükretmek hapis müddetinden tam istifade ederek, Nurlar dersini alarak, istikamet dairesinde îmanýna ve Kur'ana hizmete çalýþmaktýr.

 

Ey zevk ve lezzete mübtela insan! Ben yetmiþbeþ

 

sh: » (G: 40)

 

yaþýmda binler tecrübelerle ve hüccetlerle ve hâdiselerle aynelyakîn bildim ki:

 

Hakikî zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet yalnýz îmandadýr ve îman hakikatleri dairesinde bulunur. Yoksa dünyevî bir lezzette çok elemler var. Bir üzüm tanesini yedirir on tokat vurur gibi, hayatýn lezzetini kaçýrýr.

 

Ey hapis musibetine düþen bîçareler! Madem dünyanýz aðlýyor ve hayatýnýz acýlaþtý; çalýþýnýz, âhiretiniz dahi aðlamasýn ve hayat-ý bâkiyeniz gülsün, tatlýlaþsýn, hapisten istifade ediniz. Nasýl bazan aðýr þerait altýnda düþman karþýsýnda bir saat nöbet, bir sene ibadet hükmüne geçebilir. Öyle de, sizin bu aðýr þerait altýnda herbir saat ibadet zahmeti; çok saatler olup, o zahmetleri rahmetlere çevirir.

 

* * *

 

sh:» (G: 41)

 

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ السَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللَّهُ وَبَرَكَاتُهُ

 

Aziz, sýddýk kardeþlerim!

 

 

 

Hapis musibetine düþenlere ve onlara merhametkârâne sadakatle hariçten gelen erzaklarýna nezaret ve yardým edenlere kuvvetli bir teselliyi «üç nokta» da beyan edeceðim:

 

 

 

Birinci Nokta: Hapiste geçen ömür günleri, her bir gün on gün kadar bir ibadet kazandýrabilir. Ve fâni saatleri; meyveleri cihetiyle, mânen bâkî saatlere çevirebilir. Ve beþ-on sene ceza ile milyonlar sene haps-i ebedîden kurtulmaða vesile olabilir. Ýþte ehl-i îman için bu pek büyük ve çok kýymetdar kazanç þartý, farz namazýný kýlmak ve hapse sebebiyet veren günahlardan tevbe etmek ve sabr içinde þükretmektir. Zira hapis, çok günahlara mânidir, meydan vermiyor.

 

 

 

Ýkinci Nokta: Zevâl-i lezzet elem olduðu gibi, zevâl-i elem dahi lezzettir. Evet;

 

 

 

 

 

sh:» (G: 42)

 

 

 

herkes, geçmiþ lezzetli, safâlý günlerini düþünse, teessüf ve tahassür elem-i mânevîsini hissedip «eyvah!» der ve geçmiþ musibetli, elemli günlerini tahattur etse, zevâlinden bir mânevî lezzet hisseder ki: «Elhamdülillâh þükür, o belâ sevabýný býraktý, gitti» der. Ferah ile teneffüs eder. Demek bir saat muvakkat elem, ruhta bir mânevî lezzet býrakýr. Ve lezzetli saat, bilâkis elem býrakýr. Madem hakikat budur. Ve madem geçmiþ musibet saatleri, elemleriyle beraber mâdum ve yok olmuþ. Ve gelecek belâ günleri, þimdi mâdum ve yoktur. Ve, yoktan elem yok. Ve mâdumdan elem gelmez. Meselâ: Birkaç gün sonra aç ve susuz olmak ihtimâlinden, bugün o niyetle mütemadiyen ekmek yese ve su içse, ne derece dîvaneliktir. Aynen öyle de, geçmiþ ve gelecek elemli saatleri -ki hiç ve mâdum ve yok olmuþlar- þimdi düþünüp sabýrsýzlýk göstermek ve kusurlu nefsini býrakýp, Allahtan þekva etmek gibi «of, of» etmek dîvaneliktir. Eðer saða-sola, yani geçmiþ ve geleceklere sabýr kuvvetini daðýtmazsa ve hazýr saate ve güne karþý tutsa, tam kâfi gelir. Sýkýntý ondan bire iner. Hattâ þekva olmasýn, ben bu Üçüncü Medrese-i Yûsufiyyede, birkaç gün zarfýnda, hiç ömrümde görmediðim maddî ve mânevî sýkýntýlý, hastalýklý musibetimde, hüsûsan Nur'un hizmetinden mahrumiyetimden gelen me'yusi-

 

 

 

 

 

sh:» (G: 43)

 

 

 

yet ve kalbî ve ruhî sýkýntýlar beni ezdiði sýrada, inâyet-i ilâhiye, bu mezkûr hakikati gösterdi. Ben de sýkýntýlý hastalýðýmdan ve hapsimden razý oldum. Çünki: «Benim gibi kabir kapýsýnda bir bîçareye, gafletle geçebilir bir saatini, on adet ibadet saatleri yapmak büyük kârdýr.» diye þükreyledim.

 

 

 

Üçüncü Nokta: Mahpuslara þefkatkârâne hizmetle yardým etmek ve muhtaç olduklarý rýzýklarýný ellerine vermek ve mânevî yaralarýna tesellîlerle merhem sürmekte, az bir amel ile büyük bir kazanç var. Ve dýþarýdan gelen yemeklerini onlara vermek, ayný o yemek kadar, o gardiyan ve gardiyan ile beraber dahilde ve hariçte çalýþanlarýn -bir sadaka hükmünde- defter-i hasenatýna yazýlýr. Husûsan musibetzede; ihtiyar veya hasta veya fakir veya garip olsa, o sadaka-i mâneviyyenin sevabý çok ziyadeleþir.

 

 

 

Ýþte bu kýymetli kazancýn þartý, farz namazýný kýlmaktýr. Tâ ki: O hizmeti, Lillâh için olsun. Hem bir þartý da, sadakat ve þefkat ve sevinç ile ve minnet etmemek tarzda yardýmlarýna koþmaktýr.

 

 

 

* * *

 

 

 

 

 

sh:» (G: 44)

 

 

 

 

 

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

 

 

 

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

 

 

 

 

 

Ey hapis arkadaþlarým ve din kardeþlerim!

 

 

 

Size; hem dünya azabýndan, hem âhiret azabýndan kurtaracak bir hakikati beyan etmek kalbime ihtar edildi. O da þudur:

 

 

 

Meselâ: Birisi birinin kardeþini veya bir akrabasýný öldürmüþ. Bir dakika intikam lezzetiyle bir katl, milyonlar dakika hem kalbî sýkýntý, hem hapis azabýný çektirir. Ve maktûlün akrabasý dahi, intikam endiþesiyle ve karþýsýnda düþmanýný düþünmesiyle, hayatýnýn lezzetini ve ömrünün zevkini kaçýrýr. Hem korku, hem hiddet azabýný çekiyor. Bunun tek bir çaresi var: O da Kur'anýn emrettiði ve hak ve hakikat ve maslahat ve insaniyet ve Ýslâmiyet iktiza ve teþvik ettikleri olan, barýþmak ve musalâha etmektir.

 

 

 

Evet, hakikat ve maslahat sulhtur. Çünki; ecel birdir, deðiþmez. O maktul, herhalde ecel geldiðinden daha ziyade kalmýyacaktýr. O kâtil ise, o kaza-yý Ýlâhiyeye vasýta olmuþ. Eðer barýþmak olmazsa, iki taraf da daima korku ve

 

 

 

sh: » (G: 45)

 

intikam azabýný çekerler. Onun içindir ki, "Üç günden fazla bir mü'min diðer bir mü'mine küsmemek" Ýslâmiyet emrediyor. Eðer o katl, bir adavetten ve bir kinli garazdan gelmemiþse ve bir münafýk o fitneye vesile olmuþ ise; çabuk barýþmak elzemdir. Yoksa o cüz'î musibet büyük olur, devam eder. Eðer barýþsalar ve öldüren tövbe etse ve maktule her vakit dua etse, o halde her iki taraf çok kazanýrlar ve kardeþ gibi olurlar. Bir gitmiþ kardeþe bedel, birkaç dindar kardeþleri kazanýr. Kaza ve kader-i Ýlâhîye teslim olup düþmanýný afveder ve bilhassa madem Risale-i Nur dersini dinlemiþler, elbette mabeynlerinde bulunan bütün küsmekleri býrakmaða hem maslahat ve istirahat-ý þahsiye ve umumiye, hem Nur dairesindeki uhuvvet iktiza ediyor.

 

Nasýlki Denizli hapsinde birbirine düþman bütün mahpuslar, Nurlar dersiyle birbirlerine kardeþ oldular ve bizim beraetimize bir sebeb olup (hattâ dinsizlere, serserilere de) o mahpuslar hakkýnda "Maþâallah, bârekâllah" dedirttiler, o mahpuslar tam teneffüs ettiler. Ben burada gördüm ki, birtek adamýn yüzünden yüz adam sýkýntý çekip beraber teneffüse çýkmýyorlar. Onlara zulüm olur. Mert ve vicdanlý bir mü'min, küçük ve cüz'î bir hata veya menfaatle yüzer zararý ehl-i îmana vermez. Eðer hata etse verse, çabuk tövbe etmek lâzýmdýr.

 

* * *

 

sh: » (G: 46)

 

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

 

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

 

 

 

Aziz yeni kardeþlerim ve eski mahpuslar!

 

Benim kat'î kanaatým gelmiþ ki; buraya girmemizin inayet-i Ýlahiye cihetinde bir ehemmiyetli sebebi sizsiniz. Yani sizi, Nurlar tesellileriyle ve îmanýn hakikatlariyle sizi bu hapis musibetinin sýkýntýlarýndan ve dünyevî çok zararlarýndan ve boþuboþuna gam ve hüzün ile giden hayatýnýzý faidesizlikten, bâd-ý heva zayi' olmasýndan ve dünyanýzýn aðlamasý gibi âhiretinizi aðlamaktan kurtarýp tam bir teselli size vermektir. Madem hakikat budur. Elbette siz dahi, Denizli mahpuslarý ve Nur talebeleri gibi birbirinize karþý kardeþ olmanýz lâzýmdýr. Görüyorsunuz ki; bir býçak içinize girmemek ve birbirinize tecavüz etmemek için dýþarýdan gelen bütün eþyanýz ve yemek ve ekmeðinizi ve çorbanýzý karýþtýrýyorlar. Size sadakatla hizmet

 

sh: » (G: 47)

 

eden gardiyanlar çok zahmet çekiyorlar. Hem siz beraber teneffüse çýkmýyorsunuz, güya canavar ve vahþi gibi birbirinize saldýracaksýnýz. Ýþte þimdi sizin gibi fýtrî kahramanlýk damarýný taþýyan yeni arkadaþlar, bu zamanda manevî büyük bir kahramanlýk ile he'yete deyiniz ki:

 

"Deðil elimize býçak, belki mavzer ve rovelver de verilse, hem emir de verilse, biz bu bîçare ve bizim gibi musibetzede arkadaþlarýmýza dokunmayacaðýz. Eskide yüz düþmanlýk ve adavetimiz dahi olsa da, onlarý helâl edip hatýrlarýný kýrmamaða çalýþacaðýmýza, Kur'anýn ve îmanýn ve uhuvvet-i Ýslâmiyenin ve maslahatýmýzýn emriyle ve irþadýyla karar verdik." diyerek, bu hapsi bir mübarek dershaneye çeviriniz.

 

* * *

 

sh:» (G:48)

 

Onüçüncü Sözün

 

Ýkinci Makamýnýn Zeyli

 

LEYLE-Ý KADÝRDE ÝHTAR EDÝLEN BÝR

 

MES'ELE-Ý MÜHÝMME

 

 

 

Leyle-i Kadir'de kalbe gelen pek geniþ ve uzun bir hakikate, pek kýsaca bir iþaret edeceðiz. Þöyle ki:

 

Nev'-i beþer bu son harb-i umumînin eþedd-i zulüm ve eþedd-i istibdadý ile ve merhametsiz tahribatý ile ve birtek düþmanýn yüzünden yüzer mâsumu periþan etmesiyle ve maðlûblarýn dehþetli me'yusiyetleriyle ve galiblerin dehþetli telâþ ve hâkimiyyetlerini muhafaza ve büyük tahribatlarýný tâmir edememelerinden gelen dehþetli vicdan azablariyle ve dünya hayatýnýn bütün bütün fâni ve muvakkat olmasý ve medeniyet fantaziyelerinin aldatýcý ve

 

sh:» (G:49)

 

uyutucu olduðu umuma görünmesiyle ve fýtrat-ý beþeriyyedeki yüksek istidadatýn ve mahiyet-i insaniyyesinin umumî bir surette dehþetli yaralanmasiyle ve gaflet ve dalâletin, sert ve saðýr olan tabiatýn, Kur'anýn elmas kýlýncý altýnda parçalanmasiyle ve gaflet ve dalâletin en boðucu, aldatýcý ve en geniþ perdesi olan siyaset-i ruy-i zeminin pek çirkin, pek gaddarâne hakikî sureti görünmesiyle elbette ve elbette hiç þüphe yok ki: Þimalde, Garpta, Amerika'da emâreleri göründüðüne binaen nev-i beþerin mâþuk-u mecazîsi olan hayat-ý dünyeviyye, böyle çirkin ve geçici olmasýndan fýtrat-ý beþerin hakikî sevdiði, aradýðý hayat-ý bâkýyyeyi bütün kuvvetiyle arayacak ve elbette hiç þüphe yok ki: Bin üçyüzaltmýþ senede, her asýrda üçyüzelli milyon þâkirdi bulunan ve her hükmüne ve dâvasýna milyonlar ehl-i hakikat tasdik ile imza basan ve her dakikada milyonlar hâfýzlarýn kalbinde kudsiyyet ile bulunup lisanlariyle beþere ders veren ve hiç bir kitapta emsali bulunmýyan bir tarzda, beþer için hayat-ý bâkýyeyi ve saadet-i ebediyyeyi müjde veren ve bütün beþerin yaralarýný tedavi eden Kur'an-ý Mu'cizül-

 

 

 

Beyanýn þiddetli, kuvvetli ve tekrarlý binler âyâtiyle, belki sarihan ve iþareten onbinler defa dâva edip haber veren ve sarsýlmaz kat'î delillerle, þüphe getirmez hadsiz hüccetleriyle

 

sh:» (G:50)

 

hayat-ý bâkýyeyi kat'iyyetle müjde ve saadet-i ebediyyeyi ders vermesi, elbette nev-i beþer, bütün bütün aklýný kaybetmezse, maddi veya mânevî bir kýyamet baþlarýna kopmazsa; Ýsveç, Norveç, Finlandiya ve Ýngiltere'nin Kur'aný kabûl etmeðe çalýþan meþhur hatipleri ve Amerikanýn dîn-i hakký arayan ehemmiyetli cem'iyyeti gibi rûy-i zeminin geniþ kýt'alarý ve büyük hükümetleri Kur'an-ý Mu'cizül-Beyaný arayacaklar ve hakikatlerini anladýktan sonra bütün ruh u canlariyle sarýlacaklar. Çünkü bu hakikat noktasýnda kat'iyyen Kur'anýn misli yoktur ve olamaz ve hiçbir þey bu mu'cize-i ekberin yerini tutamaz.

 

Sâniyen: Madem Risale-i Nur, bu mu'cize-i kübranýn elinde bir elmas kýlýnç hükmünde hizmetini göstermiþ ve muannid düþmanlarýný teslime mecbur etmiþ. Hem kalbi, hem ruhu, hem hissiyatý tam tenvir edecek ve ilâçlarýný verecek bir tarzda hazine-i Kur'aniyyenin dellâllýðýný yapan ve Ondan baþka me'hazý ve mercii olmayan ve bir mu'cize-i mâneviyyesi bulunan Risale-i Nur o vazifeyi tam yapýyor ve aleyhindeki dehþetli propagandalara ve gayet muannid zýndýklara tam galebe çalmýþ ve dalâletin

 

sh:» (G:51)

 

en sert kuvvetli kalesi olan tabiatý, «Tabiat Risalesi» yle parça parça etmiþ ve gafletin en kalýn ve boðucu ve geniþ daire-i âfâkýnda ve fennin en geniþ perdelerinde «Asâ-yý Mûsa» daki Meyvenin Altýncý Mes'elesi ve Birinci, Ýkinci, Üçüncü, Sekizinci Hüccetleriyle gayet parlak bir tarzda gafleti daðýtýp nur-u tevhidi göstermiþ.

 

Elbette bize lâzý‎m ve millete elzemdir ki: Þimdi resmen izin verilen din tedrisatý‎ için, hususî dershaneler açý‎lmaða izin verilmesine binaen, Nur þ‏akirdleri mümkün olduðu kadar her yerde küçücük birer dershane-i Nuriyye açmak lâzýmdýr. Gerçi herkes kendi kendine bir derece istifade eder. Fakat herkes her bir mes'elesini tam anlamaz. خman hakikatlerinin izahý‎ olduðu için hem ilim , hem Marifetullah, hem huzur, hem ibadettir.

 

Eski medreselerde be‏þ-on seneye mukabil Ýn‏þaallah Nur Medreseleri beþ‏-on hafta ayný‎ neticeyi temin edecek ve yirmi senedir ediyor.

 

Hem hükûmet, bu millet ve vataný‎n hayat-ý‎ dünyeviyesine ve siyasiyesine ve uhreviyesine pek çok faydasý‎ bulunan bu Kur'an Lemeatlarý‎na ve Kur'an dellâlý‎ olan Risâle-i Nur'a, deðil iliþ‏mek, belki tamamiyle terviç ve ne‏þrine çal‎ýþ‏malar‎ elzemdir ki: Geçen deh‏þetli günahlara keffaret ve gelecek þ‏iddetli belâlâra ve anarþ‏iliðe kar‏‎þý bir set olabilsin.

 

Said Nursi

 

 

 

 

 

sh: » (G: 52)

 

(Yirmialtýncý Lema'dan)

 

 

 

Yedinci Rica

 

 

 

Bir zaman ihtiyarlýðýmýn baþlangýcýnda, Eski Said'in gülmeleri Yeni Said'in aðlamalarýna inkýlab ettiði hengâmda, Ankara'daki ehl-i dünya, beni Eski Said zannedip oraya istediler; gittim. Güz mevsiminin âhirlerinde Ankara'nýn benden çok ziyade ihtiyarlanmýþ, yýpranmýþ, eskimiþ kal'asýnýn baþýna çýktým. O kal'a, tahaccür etmiþ hâdisat-ý tarihiye suretinde bana göründü. Senenin ihtiyarlýk mevsimiyle benim ihtiyarlýðým, kal'anýn ihtiyarlýðý, beþerin ihtiyarlýðý, þanlý Osmanlý Devleti'nin ihtiyarlýðý ve Hilafet saltanatýnýn vefatý ve dünyanýn ihtiyarlýðý; bana gayet hazîn ve rikkatli ve firkatli bir halet içinde, o yüksek kal'ada geçmiþ zamanýn derelerine ve gelecek zamanýn daðlarýna baktýrdý ve baktým. Birbiri içinde beni ihata eden dört-beþ ihtiyarlýk karanlýklarý içinde, Ankara'da

 

sh: » (G: 53)

 

en kara bir halet-i ruhiye hissettiðimden, (Haþiye) bir nur, bir teselli, bir rica aradým.

 

Saða, yani mazi olan geçmiþ zamana bakýp teselli ararken; bana mazi, pederimin ve ecdadýmýn ve nev'imin bir mezar-ý ekberi suretinde göründü, teselli yerine vahþet verdi. Sol tarafým olan istikbale derman ararken baktým. Gördüm ki: Benim ve emsalimin ve nesl-i âtinin büyük ve karanlýklý bir kabri suretinde göründü, ünsiyet yerine dehþet verdi. Sað ile soldan tevahhuþ edip hazýr günüme baktým. O gafletli ve tarihvari nazarýma o hazýr gün, yarým ölmekte ve hareket-i mezbuhanedeki ýzdýrab çeken cismimin cenazesini taþýyan bir tabut suretinde göründü. Sonra bu cihetten dahi me'yus olunca, baþýmý kaldýrýp ömrümün aðacýnýn baþýna baktým. Gördüm ki; o aðacýn tek bir meyvesi var, o da benim cenazemdir; o aðaç üstünde duruyor, bana bakýyor. O cihetten dahi tevahhuþ edip baþýmý aþaðýya eðdim, o ömür aðacýnýn aþaðýsýna, köküne baktým. Gördüm ki: O aþaðýda olan toprak, kemiklerimin topraðýyla, mebde-i hilkatimin topraðý birbirine karýþmýþ bir surette ayaklar altýnda çiðneniyor gördüm.

 

______________________________

 

(Haþiye): O zaman bu halet-i ruhiye Farisî bir münacat suretinde kalbe geldi, yazdým. Ankara'da Hubab Risalesi'nde tab' edilmiþtir.

 

sh: » (G: 54)

 

O da derman deðil, belki derdime dert kattý. Sonra mecburiyetle arkama baktým. Gördüm ki; esassýz, fâni olan dünya, hiçlik derelerinde ve yokluk zulümatýnda yuvarlanýp gidiyor. Derdime merhem ararken, zehir ilâve etti. O cihette dahi hayýr göremediðimden ön tarafýma baktým; ileriye nazarýmý gönderdim. Gördüm ki; kabir kapýsý tam yolumun üstünde açýk görünüp, aðzýný açmýþ bana bakýyor. Onun arkasýnda ebed tarafýna giden cadde ve o caddede giden kafileler uzaktan uzaða nazara çarpýyor.

 

Ve bu altý cihetten gelen dehþetlere karþý bana nokta-i istinad ve silâh-ý müdafaa olacak, cüz'î bir cüz'-i ihtiyarîden baþka birþey elimde yok. O hadsiz a'da ve hesabsýz muzýr þeylere karþý tek bir silâh-ý insanî olan cüz'-i ihtiyarî; hem nâkýs, hem kýsa, hem âciz, hem icadsýz olduðundan, kesbden baþka birþey elinden gelmez. Ne geçmiþ zamana geçebilir, tâ ondan bana gelen hüzünleri sustursun ve ne de istikbale hulûl edebilir, tâ ondan gelen korkularý men'etsin. Geçmiþ ve geleceklere ait emellerime ve elemlerime faidesi olmadýðýný gördüm.

 

Bu altý cihetten gelen dehþet ve vahþet ve karanlýk ve me'yusiyet içinde çýrpýndýðým hengâmda, birden Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan'ýn semasýnda parlayan îman nurlarý imdada yetiþti. O altý ciheti o kadar tenvir edip ýþýklandýrdý ki;

 

sh: » (G: 55)

 

gördüðüm o vahþetler, o karanlýklar yüz derece tezauf etse idi, yine o nur, onlara karþý kâfi ve vâfi idi. Bütün o dehþetleri birer birer teselliye ve o vahþetleri birer birer ünsiyete çevirdi. Þöyle ki:

 

Îman, o vahþetli geçmiþ zamanýn mezar-ý ekber suretini yýrtýp, ünsiyetli bir meclis-i münevver ve bir mecma-i ahbab olduðunu biaynelyakîn, bihakkalyakîn gösterdi. Hem îman, bir kabr-i ekber suretinde nazar-ý gafletle görünen gelecek zamaný, sevimli saadet saraylarýnda bir ziyafet-i Rahmaniye meclisi suretinde biilmelyakîn gösterdi.

 

Hem îman, nazar-ý gafletle bir tabut vaziyetinde görünen hazýr zamaný ve o hazýr günün tabutiyet þeklini kýrýp, hazýr gün uhrevî bir ticaretgâh dükkâný ve þaþaalý bir misafirhane-i Rahmanî suretinde bilmüþahede gösterdi.

 

Hem îman, nazar-ý gafletle ömür aðacýnýn baþýnda cenaze þeklinde görünen tek meyvesi cenaze olmadýðýný, belki ebedî bir hayata mazhar ve ebedî bir saadete namzed olan ruhumun, eskimiþ yuvasýndan, yýldýzlarda gezmek için çýktýðýný biilmelyakîn gösterdi.

 

Hem îman; kemiklerimle, mebde-i hilkatimin topraðý, ayak altýnda ehemmiyetsiz mahvolmuþ kemikler olmadýðýný; belki o toprak,

 

sh: » (G: 56)

 

rahmet kapýsý ve Cennet salonunun bir perdesi olduðunu sýrr-ý îman ile gösterdi. Hem îman; nazar-ý gafletle, arkamda, hiçlikte, yokluk karanlýðýnda yuvarlanan dünyanýn vaziyetini sýrr-ý Kur'an ile gösterdi ki; o zâhirî zulümatta yuvarlanan dünya ise; vazifesi bitmiþ, manasýný ifade etmiþ, neticelerini kendine bedel vücudda býrakmýþ bir kýsým mektubat-ý Samedaniye ve sahaif-i nukuþ-u Sübhaniye olduðunu gösterdi. Dünyanýn mahiyeti ne olduðunu biilmelyakîn bildirdi. Hem îman, ileride gözünü açýp bana bakan kabri ve kabrin arkasýnda ebede giden caddeyi, nur-u Kur'an ile gösterdi ki; o kabir, kuyu kapýsý deðil, belki âlem-i nurun kapýsýdýr. Ve o yol ise; hiçliðe ve ademistana deðil, belki vücuda, nuristana ve saadet-i ebediyeye giden yol olduðunu tam kanaat verecek bir derecede gösterdiðinden, dertlerime hem derman, hem merhem oldu.

 

Hem îman, o elinde pek cüz'î bir kesb bulunan cüz'î bir cüz'-i ihtiyarî yerine, o hadsiz düþman ve zulmetlere karþý, gayr-ý mütenahî bir kudrete istinad etmek ve hadsiz bir rahmete intisab etmek için o cüz'-i ihtiyarînin eline bir vesika veriyor.. belki de îman, o cüz'-i ihtiyarînin elinde bir vesika oluyor. Hem o cüz'-i ihtiyarî olan silâh-ý insanî, gerçi zâtýnda hem kýsa,

 

sh: » (G: 57)

 

hem âciz, hem noksandýr. Fakat nasýlki bir asker, cüz'î kuvvetini devlet hesabýna istimal ettiði vakit, binler derece kuvvetinden fazla iþler görür; öyle de sýrr-ý îmanla o cüz'î cüz'-i ihtiyarî, Cenab-ý Hak namýna onun yolunda istimal edilse, beþyüz sene geniþliðinde bir Cennet'i dahi kazanabilir. Hem îman, geçmiþ ve gelecek zamana nüfuz edemeyen o cüz'-i ihtiyarînin dizginini cismin elinden alýp, kalbe ve ruha teslim eder. Ruh ve kalbin daire-i hayatý ise, cisim gibi hazýr zamana münhasýr olmadýðýndan, pek çok seneler maziden, pek çok seneler istikbalden daire-i hayatýna dâhil olduðundan; o cüz'-i ihtiyarî, cüz'iyetten çýkýp külliyet kesbeder. Zaman-ý mazinin en derin derelerine kuvvet-i îman ile girebildiði ve hüzünlerin zulmetlerini def'edebildiði gibi; nur-u îman ile istikbalin en uzak daðlarýna kadar çýkar, korkularý izale eder.

 

Ýþte ey benim gibi ihtiyarlýk zahmetini çeken ihtiyar ve hemþire ihtiyareler! Madem elhamdülillâh biz ehl-i îmanýz ve madem îmanda bu kadar nurlu, lezzetli, sevimli, þirin defineler var ve madem ihtiyarlýðýmýz bizi bu definenin içine daha ziyade sevkediyor.. elbette îmanlý ihtiyarlýktan þekva deðil, belki binler teþekkür etmeliyiz.

 

sh: » (G: 58)

 

 

 

MEYVE RÝSALESÝ'NDEN

 

Altýncý Mes'ele

 

Risale-i Nur'un çok yerlerinde izahý ve kat'î hadsiz hüccetleri bulunan îman-ý billah rüknünün binler küllî bürhanlarýndan birtek bürhana kýsaca bir iþarettir.

 

Kastamonu'da lise talebelerinden bir kýsmý yanýma geldiler. "Bize Hâlýkýmýzý tanýttýr, muallimlerimiz Allah'tan bahsetmiyorlar" dediler. Ben dedim: Sizin okuduðunuz fenlerden her fen, kendi lisan-ý mahsusuyla mütemadiyen Allah'tan bahsedip Hâlýký tanýttýrýyorlar. Muallimleri deðil, onlarý dinleyiniz.

 

Meselâ: Nasýlki mükemmel bir eczahane ki, her kavanozunda hârika ve hassas mizanlarla alýnmýþ hayatdar macunlar ve tiryaklar var.

 

sh: » (G: 59)

 

Þübhesiz gayet meharetli ve kimyager ve hakîm bir eczacýyý gösterir. Öyle de, küre-i arz eczahanesinde bulunan dörtyüz bin çeþit nebatat ve hayvanat kavanozlarýndaki zîhayat macunlar ve tiryaklar cihetiyle, bu çarþýdaki eczahaneden ne derece ziyade mükemmel ve büyük olmasý nisbetinde, okuduðunuz fenn-i týp mikyasýyla Küre-i Arz eczahane-i kübrasýnýn eczacýsý olan Hakîm-i Zülcelâl'i hattâ kör gözlere de gösterir, tanýttýrýr.

 

Hem meselâ: Nasýl bir hârika fabrika ki, binler çeþit çeþit kumaþlarý basit bir maddeden dokuyor. Þeksiz, bir fabrikatörü ve meharetli bir makinisti tanýttýrýr. Öyle de, Küre-i Arz denilen yüzbinler baþlý, her baþýnda yüzbinler mükemmel fabrika bulunan bu seyyar makine-i Rabbaniye, ne derece bu insan fabrikasýndan büyükse, mükemmelse, o derecede okuduðunuz fenn-i makine mikyasiyle Küre-i Arzýn ustasýný ve sahibini bildirir ve tanýttýrýr.

 

Hem meselâ, nasýlki gayet mükemmel binbir çeþit erzak etrafýndan celbedip içinde muntazaman istif ve ihzar edilmiþ depo ve iaþe anbarý ve dükkân, þeksiz bir fevkalâde iaþe ve erzak mâlikini ve sahibini ve memurunu bildirir. Öyle de, bir senede yirmidört bin senelik bir dairede muntazaman seyahat eden ve yüzbinler ve ayrý ayrý erzak isteyen taifeleri içine

 

sh: » (G: 60)

 

alan ve seyahatýyla mevsimlere uðrayýp, baharý bir büyük vagon gibi, binler ayrý ayrý taamlarla doldurarak, kýþta erzaký tükenen bîçare zîhayatlara getiren ve Küre-i Arz denilen bu Rahmanî iaþe anbarý ve bir sefine-i Sübhaniye ve binbir çeþit cihazatý ve mallarý ve konserve paketleri taþýyan bu depo ve dükkân-ý Rabbanî, ne derece o fabrikadan büyük ve mükemmel ise; okuduðunuz ve okuyacaðýnýz fenn-i iaþe mikyasýyla, o kat'iyette ve o derecede Küre-i Arz deposunun sahibini, mutasarrýfýný, müdebbirini, bildirir, tanýttýrýr, sevdirir.

 

Hem nasýlki: Dörtyüz bin millet içinde bulunan ve her milletin istediði erzaký ayrý ve istimal ettiði silâhý ayrý ve giydiði elbisesi ayrý ve talimatý ayrý ve terhisatý ayrý olan bir ordunun mu'cizekâr bir kumandaný, tek baþýyla bütün o ayrý ayrý milletlerin ayrý ayrý erzaklarýný ve çeþit çeþit eslihalarýný ve elbiselerini ve cihazatlarýný, hiçbirini unutmayarak ve þaþýrmayarak verdiði o acib ordu ve ordugâh, þübhesiz bedahetle o hârika kumandaný gösterir, takdirkârane sevdirir. Aynen öyle de, zemin yüzünün ordugâhýnda ve her baharda yeniden silâh altýna alýnmýþ bir yeni ordu-yu Sübhanîde, nebatat ve hayvanat milletlerinden dörtyüz bin nev'in çeþit çeþit elbise, erzak, esliha, talim, terhisleri gayet mükemmel ve muntazam ve hiç

 

sh: » (G: 61)

 

birini unutmayarak ve þaþýrmayarak bir tek kumandan-ý âzam tarafýndan verilen Küre-i Arzýn bahar ordugâhý, ne derece mezkûr insan ordu ve ordugâhýndan büyük ve mükemmel ise, sizin okuyacaðýnýz fenn-i askerî mikyasýyla, dikkatli ve aklý baþýnda olanlara o derece Küre-i Arzýn Hâkimini ve Rabbini ve Müdebbirini ve Kumandan-ý Akdes'ini hayretler ve takdislerle bildirir ve tahmid ve tesbihle sevdirir.

 

Hem nasýlki: Bir hârika þehirde milyonlar elektrik lâmbalarý hareket ederek her yeri gezerler, yanmak maddeleri tükenmiyor bir tarzdaki elektrik lâmbalarý ve fabrikasý, þeksiz, bedahetle elektriði idare eden ve seyyar lâmbalarý yapan ve fabrikayý kuran ve iþtial maddelerini getiren bir mu'cizekâr ustayý ve fevkalâde kudretli bir elektrikçiyi hayretler ve tebriklerle tanýttýrýr, yaþasýnlar ile sevdirir. Aynen öyle de, bu âlem þehrinde dünya sarayýnýn damýndaki yýldýz lâmbalarý, bir kýsmý -kozmoðrafyanýn dediðine bakýlsa- Küre-i Arzdan bin defa büyük ve top güllesinden yetmiþ defa sür'atli hareket ettikleri halde, intizamýný bozmuyor, birbirine çarpmýyor, sönmüyor, yanmak maddeleri tükenmiyor. Okuduðunuz kozmoðrafyanýn dediðine göre, Küre-i Arzdan bir milyon defadan ziyade büyük ve bir milyon seneden ziyade yaþayan ve bir misafirhane-i Rahmaniyede

 

sh: » (G: 62)

 

bir lâmba ve soba olan güneþimizin yanmasýnýn devamý için, her gün küre-i arzýn denizleri kadar gazyaðý ve daðlarý kadar kömür veya bin arz kadar odun yýðýnlarý lâzýmdýr ki sönmesin. Ve onu ve onun gibi ulvî yýldýzlarý gazyaðsýz, odunsuz, kömürsüz yandýran ve söndürmeyen ve beraber ve çabuk gezdiren ve birbirine çarptýrmayan bir nihayetsiz kudreti ve saltanatý, ýþýk parmaklarýyla gösteren bu kâinat þehr-i muhteþemindeki dünya sarayýnýn elektrik lâmbalarý ve idareleri ne derece o misalden daha büyük, daha mükemmeldir, o derecede sizin okuduðunuz veya okuyacaðýnýz fenn-i elektrik mikyasýyla bu meþher-i âzam-ý kâinatýn Sultanýný, Münevvirini, Müdebbirini, Sâniini, o nuranî yýldýzlarý þahid göstererek tanýttýrýr. Tesbihatla, takdisatla sevdirir, perestiþ ettirir.

 

Hem meselâ, nasýlki bir kitab bulunsa ki: Bir satýrýnda bir kitab ince yazýlmýþ ve herbir kelimesinde ince kalemle bir sure-i Kur'aniye yazýlmýþ, gayet manidar ve bütün mes'eleleri birbirini teyid eder ve kâtibini ve müellifini fevkalâde meharetli ve iktidarlý gösteren bir acib mecmua, þeksiz, gündüz gibi, kâtib ve musannifini kemalâtýyla, hünerleriyle bildirir, tanýttýrýr. Mâþâallah, Bârekâllah cümleleriyle takdir ettirir. Aynen öyle de, bu kâinat kitab-ý

 

 

 

sh: » (G: 63)

 

kebiri ki, birtek sahifesi olan zemin yüzünde ve birtek formasý olan baharda, üçyüz bin ayrý ayrý kitablar hükmündeki üçyüz bin nebatî ve hayvanî taifeleri beraber, birbiri içinde, yanlýþsýz hatasýz, karýþtýrmayarak, þaþýrmayarak; mükemmel, muntazam ve bazen aðaç gibi bir kelimede bir kasideyi; ve çekirdek gibi bir noktada bir kitabýn tamam fihristesini yazan bir kalem iþlediðini gözümüzle gördüðümüz bu nihayetsiz manidar ve her kelimesinde çok hikmetler bulunan þu mecmua-i kâinat ve bu mücessem Kur'an-ý Ekber-i Âlem, mezkûr misaldeki kitabdan ne derece büyük ve mükemmel ve manidar ise, o derecede sizin okuduðunuz fenn-i hikmet-ül eþya ve mektebde bilfiil mübaþeret ettiðiniz fenn-i kýraat ve fenn-i kitabet, geniþ mikyaslarýyla ve dürbîn gözleriyle bu kitab-ý kâinatýn nakkaþýný, kâtibini hadsiz kemalâtýyla tanýttýrýr. Allahü Ekber cümlesiyle bildirir, Sübhanallah takdisiyle tarif eder, Elhamdülillâh senalarýyla sevdirir.

 

Ýþte bu fenlere kýyasen, yüzer fünundan herbir fen, geniþ mikyasýyla ve hususî aynasiyle ve dürbînlü gözüyle ve ibretli nazarlariyle bu kâinatýn Hâlýk-ý Zülcelal'ini esmasýyla bildirir; sýfâtýný, kemalâtýný tanýttýrýr.

 

Ýþte bu muhteþem ve parlak bir bürhan-ý vahdaniyet olan mezkûr hücceti ders vermek

 

sh: » (G: 64)

 

içindir ki; Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan çok tekrar ile en ziyade رَبُّ السَّموَاتِ وَ اْلاَرْضِ ve خَلَقَ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضَ âyetleriyle Hâlýkýmýzý bize tanýttýrýyor, diye o mektebli gençlere dedim. Onlar dahi tamamýyla kabul edip tasdik ederek: "Hadsiz þükür olsun Rabbimize ki, tam kudsî ve ayn-ý hakikat bir ders aldýk. Allah senden razý olsun." dediler. Ben de dedim:

 

Ýnsan binler çeþit elemler ile müteellim ve binler nevi lezzetler ile mütelezziz olacak bir zîhayat makine ve gayet derece acziyle beraber hadsiz maddî, manevî düþmanlarý ve nihayetsiz fakrýyla beraber hadsiz zâhirî ve bâtýnî ihtiyaçlarý bulunan ve mütemadiyen zeval ve firak tokatlarýný yiyen bir bîçare mahluk iken, birden îman ve ubudiyetle böyle bir Padiþah-ý Zülcelal'e intisab edip bütün düþmanlarýna karþý bir nokta-i istinad ve bütün hacatýna medar bir nokta-i istimdad bularak, herkes mensub olduðu efendisinin þerefiyle, makamýyla iftihar ettiði gibi, o da böyle nihayetsiz Kadîr ve Rahîm bir padiþaha îman ile intisab etse ve ubudiyetle hizmetine girse ve ecelin idam ilânýný kendi hakkýnda terhis tezkeresine çevirse ne kadar

 

sh: » (G: 65)

 

memnun ve minnetdar ve ne kadar müteþekkirane iftihar edebilir, kýyas ediniz. O mektebli gençlere dediðim gibi musibetzede mahpuslara da tekrar ile derim:

 

Onu tanýyan ve itaat eden zindanda dahi olsa bahtiyardýr. Onu unutan saraylarda da olsa zindandadýr, bedbahttýr. Hattâ bir bahtiyar mazlum idam olunurken bedbaht zalimlere demiþ: "Ben idam olmuyorum. Belki terhis ile saadete gidiyorum. Fakat ben, de sizi idam-ý ebedî ile mahkûm gördüðümden sizden tam intikamýmý alýyorum." Lâ ilahe illallah diyerek sürur ile teslim-i ruh eder.

 

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

 

* * *

 

sh: » (G: 66)

 

(Onuncu Söz'ün Mühim Bir Zeyli ve Lâhikasýnýn Birinci Parçasý)

 

بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

 

فَسُبْحَانَ اللّهِ حِينَ تُمْسُونَ وَحِينَ تُصْبِحُونَ

 

وَلَهُ اْلحَمْدُ فِى السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَعَشِيًّا وَحِينَ تُظْهِرُونَ { يُخْرِجُ اْلحَىَّ مِنَ اْلمَيِّتِ وَيُخْرِجُ اْلمَيِّتَ مِنَ اْلحَىِّ وَيُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَكَذلِكَ تُخْرَجُونَ * وَمِنْ آيَاتِهِ اَنْ خَلَقَكُمْ مِنْ تُرَابٍ ثُمَّ اِذَا اَنْتُمْ بَشَرٌ تَنْتَشِرُونَ*

 

وَ مِنْ آيَاتِهِ اَنْ خَلَقَ لَكُمْ مِنْ اَنْفُسِكُمْ اَزْوَاجًا لِتَسْكُنُوا اِلَيْهَا وَ جَعَلَ بَيْنَكُمْ مَوَدَّةً وَ رَحْمَةً اِنَّ فِى ذلِكَ َلآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ *

 

وَمِنْ آيَاتِهِ خَلْقُ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفُ اَلْسِنَتِكُمْ وَ اَلْوَانِكُمْ اِنَّ فِى ذلِكَ َلآيَاتٍ لِلْعَالِمِينَ *

 

وَ مِنْ آيَاتِهِ مَنَامُكُمْ بِالَّيْلِ وَ النَّهَارِ وَابْتِغَاؤُكُمْ مِنْ فَضْلِهِ اِنَّ فِى ذلِكَ َلآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَسْمَعُونَ *

 

وَ مِنْ آيَاتِهِ يُرِيكُمُ الْبَرْقَ خَوْفًا وَ طَمَعًا وَ يُنَزِّلُ مِنَ السَّمَاءِ مَاءً فَيُحْيِى بِهِ اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ فِى ذلِكَ َلآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ *

 

وَمِنْ آيَاتِهِ اَنْ تَقُومَ السّمَاءُ وَاْلاَرْضُ بِاَمْرِهِ ثُمَّ اِذَا دَعَاكُمْ دَعْوَةً مِنَ اْلاَرْضِ اِذَا اَنْتُمْ تَخْرُجُونَ *

 

وَ لَهُ مَنْ فِى السَّموَاتِ وَ اْلاَرْضِ كُلٌّ لَهُ قَانِتُونَ *

 

وَ هُوَ الَّذِى يَبْدَؤُ الْخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ وَ هُوَ اَهْوَنُ عَلَيْهِ وَلَهُ اْلمَثَلُ اْلاَعْلَى فِى السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ {

 

 

 

sh: » (G: 67)

 

Îmanýn bir kutbunu gösteren bu semavî Âyât-ý Kübranýn ve

 

Haþri isbat eden þu kudsî berahin-i uzmânýn bir nükte-i ekberi ve bir hüccet-i âzamý; bu "Dokuzuncu Þua"da beyan edilecek. Lâtif bir inâyet-i Rabbaniyedir ki: Bundan otuz sene evvel Eski Said, yazdýðý tefsir mukaddemesi "Muhakemat" namýndaki eserin âhirinde; "Ýkinci Maksad: Kur'anda haþre iþaret eden iki âyet tefsir ve beyan edilecek.

 

نَحُو بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

 

deyip durmuþ. Daha yazamamýþ. Hâlýk-ý Rahîm'ime delail ve emarat-ý haþriye adedince þükür ve hamd olsun ki, otuz sene sonra tevfik ihsan eyledi. Evet bundan dokuz-on sene evvel o iki âyetten birinci âyet olan

 

فَانْظُرْ اِلَى آثَارِ رَحْمَةِ اللّهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذلِكَ َلمُحْيِى اْلمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ

 

ferman-ý Ýlahînin iki parlak ve çok kuvvetli hüccetleri ve tefsirleri bulunan Onuncu Söz ile Yirmidokuzuncu Söz'ü in'am etti, münkirleri susturdu. Hem îman-ý haþrînin hücum edilmez ve iki metin kal'asýndan, dokuz ve on sene sonra ikinci âyet olan baþta mezkûr âyât-ý ekberin tefsirini bu risale ile ikram etti. Ýþte bu Dokuzuncu Þua, mezkûr âyâtýyla iþaret edilen dokuz âlî makam ve bir ehemmiyetli mukaddemeden ibarettir.

 

* * *

 

 

 

sh: » (G: 68)

 

Mukaddime

 

(Haþir akidesinin, pek çok ruhî faidelerinden ve hayatî neticelerinden birtek netice-i câmiayý ihtisar ile beyan ve hayat-ý insaniyeye hususan hayat-ý içtimaiyesine ne derece lüzumlu ve zarurî olduðunu izhar ve bu îman-ý haþrî akidesinin pek çok hüccetlerinden bir tek hüccet-i külliyeyi icmal ile göstermek ve o akide-i haþriye ne derece bedihî ve þübhesiz bulunduðunu ifade etmekten ibaret olarak "Ýki Nokta"dýr.)

 

Birinci Nokta: Âhiret akidesi, hayat-ý içtimaiye ve þahsiye-i insaniyenin üss-ül esasý ve saadetinin ve kemalâtýnýn esasatý olduðuna yüzer delillerinden bir mikyas olarak yalnýz dört tanesine iþaret edeceðiz.

 

Birincisi: Nev-i beþerin bir cihette hemen yarýsýný teþkil eden çocuklar, yalnýz Cennet fikriyle, onlara dehþetli ve aðlatýcý görünen ölümlere ve vefatlara karþý dayanabilirler Ve.

 

sh: » (G: 69)

 

gayet zaîf ve nazik vücudlarýnda bir kuvve-i maneviye bulabilirler ve her þeyden çabuk aðlayan gayet mukavemetsiz mizac-ý ruhlarýnda, o Cennet ile bir ümid bulup mesrurane yaþayabilirler. Meselâ Cennet fikriyle der: "Benim küçük kardeþim veya arkadaþým öldü, Cennet'in bir kuþu oldu. Cennet'te gezer, bizden daha güzel yaþar." Yoksa her vakit etrafýnda kendi gibi çocuklarýn ve büyüklerin ölümleri, o zaîf bîçarelerin endiþeli nazarlarýna çarpmasý; mukavemetlerini ve kuvve-i maneviyelerini zîr ü zeber ederek gözleriyle beraber ruh, kalb, akýl gibi bütün letâifini dahi öyle aðlattýracak, ya mahvolup veya divane bir bedbaht hayvan olacaktý.

 

Ýkinci Delil: Nev-i insanýn bir cihette nýsfý olan ihtiyarlar, yalnýz hayat-ý uhreviye ile yakýnlarýnda bulunan kabre karþý tahammül edebilirler. Ve çok alâkadar olduklarý hayatlarýnýn yakýnda sönmesine ve güzel dünyalarýnýn kapanmasýna mukabil bir teselli bulabilirler ve çocuk hükmüne geçen seri-üt teessür ruhlarýnda ve mizaçlarýnda, mevt ve zevalden çýkan elîm ve dehþetli me'yusiyete karþý, ancak hayat-ý bâkiye ümidiyle mukabele edebilirler. Yoksa o þefkate lâyýk muhteremler ve sükûnete ve istirahat-ý kalbiyeye çok muhtaç o endiþeli babalar ve analar, öyle bir vaveylâ-i

 

sh: » (G: 70)

 

 

 

ruhî ve bir daðdaða-i kalbî hissedeceklerdi ki; bu dünya onlara zulmetli bir zindan ve hayat dahi kasavetli bir azab olurdu.

 

Üçüncü Delil: Ýnsanlarýn hayat-ý içtimaiyesinin en kuvvetli medarý olan gençler, delikanlýlar, þiddet-i galeyanda olan hissiyatlarýný ve ifratkâr bulunan nefis ve hevalarýný tecavüzattan ve zulümlerden ve tahribattan durduran ve hayat-ý içtimaiyenin hüsn-ü cereyanýný temin eden; yalnýz Cehennem fikridir. Yoksa Cehennem endiþesi olmazsa, "El-hükmü lil-galib" kaidesiyle o sarhoþ delikanlýlar, hevesatlarý peþinde bîçare zaîflere, âcizlere, dünyayý Cehennem'e çevireceklerdi ve yüksek insaniyeti gayet süflî bir hayvaniyete döndüreceklerdi.

 

Dördüncü Delil: Nev-i beþerin hayat-ý dünyeviyesinde en cem'iyetli merkez ve en esaslý zenberek ve dünyevî saadet için bir Cennet, bir melce, bir tahassüngâh ise; aile hayatýdýr. Ve herkesin hanesi, küçük bir dünyasýdýr. Ve o hane ve aile hayatýnýn hayatý ve saadeti ise; samimî ve ciddî ve vefadarane hürmet ve hakikî ve þefkatli ve fedakârane merhamet ile olabilir. Ve bu hakikî hürmet ve samimî merhamet ise; ebedî bir arkadaþlýk ve daimî bir refakat ve sermedî bir beraberlik ve hadsiz bir zamanda ve hududsuz bir hayatta birbiriyle pederane,

 

 

 

sh: » (G: 71)

 

ferzendane, kardeþane, arkadaþane münasebetlerin bulunmak fikriyle, akidesiyle olabilir.

 

Meselâ der: "Bu haremim, ebedî bir âlemde, ebedî bir hayatta, daimî bir refika-i hayatýmdýr. Þimdilik ihtiyar ve çirkin olmuþ ise de zararý yok. Çünki ebedî bir güzelliði var, gelecek. Ve böyle daimî arkadaþlýðýn hatýrý için herbir fedakârlýðý ve merhameti yaparým." diyerek o ihtiyare karýsýna, güzel bir huri gibi muhabbetle, þefkatle, merhametle mukabele edebilir. Yoksa kýsacýk bir-iki saat surî bir refakatten sonra ebedî bir firak ve müfarakate uðrayan arkadaþlýk; elbette gayet surî ve muvakkat ve esassýz, hayvan gibi bir rikkat-i cinsiye manasýnda ve bir mecazî merhamet ve sun'î bir hürmet verebilir ve hayvanatta olduðu gibi; baþka menfaatler ve sair galib hisler, o hürmet ve merhameti maðlub edip o dünya cennetini, cehenneme çevirir.

 

Ýþte îman-ý haþrînin yüzer neticesinden birisi; hayat-ý içtimaiye-i insaniyeye taalluk eder. Ve bu tek neticenin de yüzer cihetinden ve faydalarýndan mezkûr dört delile sairleri kýyas edilse anlaþýlýr ki: Hakikat-ý haþriyenin tahakkuku ve vukuu; insaniyetin ulvî hakikatý ve küllî haceti derecesinde kat'îdir. Belki insanýn midesindeki ihtiyacýn vücudu, taamlarýn

 

sh: » (G: 72)

 

vücuduna delalet ve þehadetinden daha zâhirdir ve daha ziyade tahakkukunu bildirir. Ve eðer bu hakikat-ý haþriyenin neticeleri insaniyetten çýksa; o çok ehemmiyetli ve yüksek ve hayatdar olan insaniyet mahiyeti, murdar ve mikrop yuvasý bir lâþe hükmüne sukut edeceðini isbat eder. Beþerin idare ve ahlâk ve içtimaiyatý ile çok alâkadar olan içtimaiyyun ve siyasiyyun ve ahlâkiyyunun kulaklarý çýnlasýn! Gelsinler, bu boþluðu ne ile doldurabilirler ve bu derin yaralarý ne ile tedavi edebilirler?

 

Ýkinci Nokta: Hakikat-ý haþriyenin hadsiz bürhanlarýndan sair erkân-ý îmaniyeden gelen þehadetlerin hülâsasýndan çýkan bir bürhaný, gayet muhtasar bir surette beyan eder. Þöyle ki:

 

Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn risaletine delâlet eden bütün mu'cizeleri ve bütün delâil-i nübüvveti ve hakkaniyetinin bütün bürhanlarý, birden hakikat-ý haþriyenin tahakkukuna þehadet ederek isbat ederler. Çünki bu zâtýn bütün hayatýnda bütün davalarý, vahdaniyetten sonra haþirde temerküz ediyor. Hem umum peygamberleri tasdik eden ve ettiren bütün mu'cizeleri ve hüccetleri, ayný hakikate þehadet eder.

 

Hem وَ بِرُسُلِهِ kelimesinden gelen þehadeti bedahet derecesine

 

sh: » (G: 73)

 

çýkaran وَ كُتُبِهِ þehadeti de ayný hakikate þehadet eder. Þöyle ki: Baþta Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan'ýn hakkaniyetini isbat eden bütün mu'cizeleri, hüccetleri ve hakikatlarý, birden hakikat-ý haþriyenin tahakkukuna ve vukuuna þehadet edip isbat ederler. Çünki Kur'anýn hemen üçten birisi haþirdir ve ekser kýsa surelerinin baþlarýnda gayet kuvvetli âyât-ý haþriyedir. Sarîhan ve iþareten binler âyâtýyla ayný hakikatý haber verir, isbat eder, gösterir. Meselâ:

 

اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ * يَا اَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا رَبَّكُمْ اِنَّ زَلْزَلَةَ السَّاعَةِ شَيْءٌ عَظِيمٌ * اِذَا زُلْزِلَتِ اْلاَرْضُ زِلْزَالَهَا * اِذَا السَّمَاءُ انْفَطَرَتْ * اِذَا السَّمَاءُ انْشَقَّتْ * عَمَّ يَتَسَاءَ لُونَ * هَلْ اَتَيكَ حَدِيثُ الْغَاشِيَةِ

 

gibi, otuz-kýrk surelerin baþlarýnda bütün kat'iyetle hakikat-ý haþriyyeyi kâinatýn en ehemmiyetli ve vâcib bir hakikatý olduðunu göstermekle beraber, sair âyetler dahi o hakikat[Ì�Ñ�Í�Ç�1] ýn çeþit çeþit delillerini beyan edip ikna eder.

 

sh: » (G: 74)

 

Acaba birtek âyetin birtek iþareti, gözümüz önünde ulûm-u Ýslâmiyede müteaddid ilmî, kevnî hakikatlarý meyve veren bir kitabýn binler böyle þehadetleri ve davalarý ile, Güneþ gibi zuhur eden îman-ý haþrî; hakikatsýz olmasý güneþin inkârý belki kâinatýn ademi gibi hiçbir cihet-i imkâný var mý ve yüz derece muhal ve bâtýl olmaz mý? Acaba bir sultanýn birtek iþareti yalan olmamak için bazan bir ordu hareket edip çarpýþtýðý halde, o pek ciddî ve izzetli sultanýn binler sözleri ve va'dleri ve tehdidlerini yalan çýkarmak hiçbir cihette kabil midir ve hakikatsýz olmak mümkün müdür? Acaba onüç asýrda fâsýlasýz olarak hadsiz ruhlara, akýllara, kalblere, nefislere hak ve hakikat dairesinde hükmeden, terbiye eden, idare eden bu manevî Sultan-ý Zîþan'ýn birtek iþareti böyle bir hakikatý isbat etmeye kâfi iken, binler tasrihat ile bu hakikat-ý haþriyeyi gösterip isbat ettikten sonra, o hakikatý tanýmayan bir echel ahmak için Cehennem azabý lâzým gelmez mi ve ayn-ý adalet olmaz mý? Hem birer zamana ve birer devre hükmeden bütün semavî suhuflarý ve mukaddes kitablarý dahi, bütün istikbale ve umum zamanlara hükümran olan Kur'anýn tafsilatla, izahatla tekrar ile beyan ve isbat ettiði hakikat-ý haþriyeyi, asýrlarýna ve zamanlarýna göre o hakikatý

 

sh: » (G: 75)

 

kat'î kabul ile beraber, tafsilatsýz ve perdeli ve muhtasar bir surette beyan, fakat kuvvetli bir tarzda iddia ve isbatlarý; Kur'anýn davasýný binler imza ile tasdik ederler. Bu bahsin münasebetiyle Risale-i Münacat'ýn âhirinde, ايِمَانٌ بِالْيَوْمِ الاَخِرِ rüknüne sair rükünlerin hususan "rusül" ve "kütüb"ün þehadetini, münâcât suretinde zikredilen pek kuvvetli ve hülâsalý ve bütün evhamlarý izale eden bir hüccet-i haþriye aynen buraya giriyor. Þöyle ki: Münâcat'ta demiþ:

 

Ey Rabb-i Rahîm'im! Resul-i Ekrem'inin talimiyle ve Kur'an-ý Hakîm'in dersiyle anladým ki: Baþta Kur'an ve Resul-i Ekrem'in olarak bütün mukaddes kitablar ve peygamberler, bu dünyada ve her tarafta nümuneleri görülen celâlli ve cemâlli isimlerinin tecellileri daha parlak bir surette ebed-ül âbâdda devam edeceðine ve bu fâni âlemde rahîmane cilveleri, nümuneleri müþahede edilen ihsanatýnýn daha þaþaalý bir tarzda Dâr-ý saadette istimrarýna ve bekasýna ve bu kýsa hayat-ý dünyeviyede onlarý zevk ile gören ve muhabbet ile refakat eden müþtaklarýn, ebedde dahi refakatlarýna ve beraber bulunmalarýna icma' ve ittifak ile þehadet ve delâlet ve iþaret ederler.

 

sh: » (G: 76)

 

Hem yüzer mu'cizat-ý bâhirelerine ve âyât-ý katýalarýna istinaden, baþta Resul-i Ekrem ve Kur'an-ý Hakîm'in olarak bütün nuranî ruhlarýn sahibleri olan peygamberler ve bütün münevver kalblerin kutublarý olan veliler ve bütün keskin, nurlu akýllarýn madenleri olan sýddýkînler ve bütün suhuf-u semaviyede ve kütüb-ü mukaddesede senin çok tekrar ile ettiðin binler va'dlerine ve tehdidlerine istinaden, hem senin kudret ve rahmet ve inayet ve hikmet ve celâl ve cemâl gibi âhireti iktiza eden kudsî sýfatlarýna, þe'nlerine ve senin izzet-i celâline ve saltanat-ý rubûbiyetine itimaden, hem âhiretin izlerini ve tereþþuhatýný bildiren hadsiz keþfiyatlarýna ve müþahedelerine ve ilmelyakîn ve aynelyakîn derecesinde bulunan itikadlarýna ve îmanlarýna binaen saadet-i ebediyeyi insanlara müjdeliyorlar. Ehl-i dalalet için Cehennem ve ehl-i hidayet için Cennet bulunduðunu haber verip ilân ediyorlar, kuvvetli îman edip þehadet ediyorlar.

 

Ey Kadîr-i Hakîm! Ey Rahman-ý Rahîm! Ey Sadýk-ul Va'd-il Kerim! Ey izzet ve azamet ve celâl sahibi Kahhar-ý Zülcelâl!.. Bu kadar sadýk dostlarýný, bu kadar va'dlerini ve bu kadar sýfât ve þuunatýný yalancý çýkarmak, tekzib etmek ve saltanat-ý rububiyetinin kat'î mukteziyatýný tekzib edip yapmamak ve senin sevdiðin ve onlar dahi seni tasdik ve itaat etmekle

 

sh: » (G: 77)

 

kendilerini sana sevdiren hadsiz makbul ibadýnýn âhirete bakan hadsiz dualarýný ve davalarýný reddetmek, dinlememek ve küfür ve isyan ile ve seni va'dinde tekzib etmekle, senin azamet-i kibriyana dokunan ve izzet-i celaline dokunduran ve ulûhiyetinin haysiyetine iliþen ve þefkat-i rububiyetini müteessir eden ehl-i dalâleti ve ehl-i küfrü haþrin inkârýnda, onlarý tasdik etmekten yüzbinler derece mukaddessin ve hadsiz derece münezzeh ve âlîsin. Böyle nihayetsiz bir zulümden ve nihayetsiz bir çirkinlikten, senin o nihayetsiz adaletini ve nihayetsiz cemalini ve hadsiz rahmetini, hadsiz derece takdis ediyoruz.Ve bütün kuvvetimizle îman ederiz ki: O yüzbinler sadýk elçilerin ve o hadsiz doðru dellâl-ý saltanatýn olan enbiya, asfiya, evliyalar, hakkalyakîn, aynelyakîn, ilmelyakîn suretinde senin uhrevî rahmet hazinelerine, âlem-i bekadaki ihsanatýnýn definelerine ve dâr-ý saadette tamamýyla zuhur eden güzel isimlerinin hârika güzel cilvelerine þehadetleri hak ve hakikattýr ve iþaretleri doðru ve mutabýktýr ve beþaretleri sadýk ve vaki'dir. Ve onlar bütün hakikatlarýn mercii ve güneþi ve hamisi olan "Hak" isminin en büyük bir þuaý; bu hakikat-ý ekber-i haþriye olduðunu îman ederek, senin emrin ile senin ibadýna hak dairesinde ders veriyorlar ve ayn-ý hakikat olarak talim ediyorlar.

 

sh: » (G: 78)

 

Ya Rab! Bunlarýn ders ve talimlerinin hakký ve hürmeti için, bize ve Risale-i Nur talebelerine îman-ý ekmel ve hüsn-ü hâtime ver ve bizleri onlarýn þefaatlerine mazhar eyle, âmîn!..

 

Hem nasýlki Kur'anýn belki bütün semavî kitablarýn hakkaniyetini isbat eden umum deliller ve hüccetler ve Habibullah'ýn belki bütün enbiyanýn nübüvvetlerini isbat eden umum mu'cizeler ve bürhanlar, dolayýsýyla en büyük müddealarý olan âhiretin tahakkukuna delalet ederler. Aynen öyle de, Vâcib-ül Vücud'un vücuduna ve vahdetine þehadet eden ekser deliller ve hüccetler, dolayýsýyla rububiyetin ve uluhiyetin en büyük medarý ve mazharý olan dâr-ý saadetin ve âlem-i bekanýn vücuduna, açýlmasýna þehadet ederler. Çünki gelecek makamatta beyan ve isbat edileceði gibi, Zât-ý Vâcib-ül Vücud'un hem mevcudiyeti, hem umum sýfatlarý, hem ekser isimleri, hem rububiyet, uluhiyet, rahmet, inayet, hikmet, adalet gibi vasýflarý, þe'nleri lüzum derecesinde âhireti iktiza ve vücub derecesinde bâki bir âlemi istilzam ve zaruret derecesinde mükâfat ve mücazat için haþri ve neþri isterler.

 

Evet madem ezelî, ebedî bir Allah var; elbette saltanat-ý uluhiyetinin sermedî bir medarý olan âhiret vardýr. Ve madem bu kâinatta

 

sh: » (G: 79)

 

ve zîhayatta gayet haþmetli ve hikmetli ve þefkatli bir rububiyet-i mutlaka var ve görünüyor. Elbette o rububiyetin haþmetini sukuttan ve hikmetini abesiyetten ve þefkatini gadirden kurtaran, ebedî bir dâr-ý saadet bulunacak ve girilecek.

 

Hem madem göz ile görünen bu hadsiz in'amlar, ihsanlar, lütuflar, keremler, inayetler, rahmetler; perde-i gayb arkasýnda bir Zât-ý Rahman-ý Rahîm'in bulunduðunu sönmemiþ akýllara, ölmemiþ kalblere gösterir. Elbette in'amý istihzadan ve ihsaný aldatmaktan ve inayeti adavetten ve rahmeti azabdan ve lütuf ve keremi ihanetten halâs eden ve ihsaný ihsan eden ve nimeti nimet eden, bir âlem-i bâkide bir hayat-ý bâkiye var ve olacaktýr.

 

Hem madem bahar faslýnda zeminin dar sahifesinde hatasýz yüzbin kitabý birbiri içinde yazan bir kalem-i Kudret gözümüz önünde yorulmadan iþliyor. Ve o kalem sahibi yüzbin defa ahd ü va'detmiþ ki: "Bu dar yerde ve karýþýk ve birbiri içinde yazýlan bahar kitabýndan daha kolay olarak geniþ bir yerde güzel ve lâyemut bir kitabý yazacaðým ve size okutturacaðým" diye, bütün fermanlarda o kitabdan bahsediyor. Elbette ve herhalde o kitabýn aslý yazýlmýþ ve haþir ve neþir ile haþiyeleri de yazýlacak

 

sh: » (G: 80)

 

ve umumun defter-i a'mâlleri onda kaydedilecek.

 

Hem madem bu arz, kesret-i mahlukat cihetiyle ve mütemadiyen deðiþen yüzbinler çeþit çeþit enva'-ý zevil-hayat ve zevil-ervahýn meskeni, menþei, fabrikasý, meþheri, mahþeri olmasý haysiyetiyle bu kâinatýn kalbi, merkezi, hülâsasý, neticesi, sebeb-i hilkatý olarak gayet büyük öyle bir ehemmiyeti var ki; Küçüklüðü ile beraber koca semavata karþý denk tutulmuþ. Semavî fermanlarda daima رَبُّ السَّموَاتِ وَ اْلاَرْضِ deniliyor. Ve madem bu mahiyetteki Arz'ýn her tarafýna hükmeden ve ekser mahlukatýna tasarruf eden ve ekser zîhayat mevcudatýný teshir edip kendi etrafýna toplattýran ve ekser masnuatýný kendi hevesatýnýn hendesesiyle ve ihtiyacatýnýn düsturlarýyla öyle güzelce tanzim ve teþhir ve tezyin ve çok antika nevilerini liste gibi birer yerlerde öyle toplayýp süslettirir ki, deðil yalnýz ins ve cinn nazarlarýný, belki semavat ehlinin ve kâinatýn nazar-ý dikkatlerini ve takdirlerini ve kâinat sahibinin nazar-ý istihsanýný celbetmekle gayet büyük bir ehemmiyet ve kýymet alan ve bu haysiyetle bu kâinatýn hikmet-i hilkatý ve büyük neticesi

 

sh: » (G: 81)

 

ve kýymetli meyvesi ve Arz'ýn halifesi olduðunu fenleriyle, san'atlarýyla gösteren.. ve dünya cihetinde Sani-i Âlem'in mu'cizeli san'atlarýný gayet güzelce teþhir ve tanzim ettiði için, isyan ve küfrüyle beraber dünyada býrakýlan ve azabý te'hir edilen ve bu hizmeti için imhal edilip muvaffakýyet gören nev-i benî-Âdem var.

 

Ve madem bu mahiyetteki nev-i benî-Âdem, mizaç ve hilkat itibariyle gayet zaîf ve âciz ve gayet acz ve fakrýyla beraber hadsiz ihtiyacatý ve teellümatý olduðu halde, bütün bütün kuvvetinin ve ihtiyarýnýn fevkinde olarak koca Küre-i Arz'ý, o nev-i insana lüzumu bulunan her nevi madenlere mahzen ve her nevi taamlara anbar ve nev-i insanýn hoþuna gidecek her çeþit mallara bir dükkân suretine getiren, gayet kuvvetli ve hikmetli ve þefkatli bir mutasarrýf var ki, böyle nev-i insana bakýyor, besliyor, istediðini veriyor.

 

Ve madem bu hakikatteki bir Rab; hem insaný sever, hem kendini insana sevdirir; hem bâkidir, hem bâki âlemleri var, hem adaletle her iþi görür ve hikmetle herþeyi yapýyor. Hem bu kýsa hayat-ý dünyeviyede ve bu kýsacýk ömr-ü beþerde ve bu muvakkat ve fâni zeminde o Hâkim-i Ezelî'nin haþmet-i saltanatý ve sermediyet-i hâkimiyeti yerleþemiyor. Ve nev-i insanda vuku bulan ve kâinatýn intizamýna

 

sh: » (G: 82)

 

ve adalet ve müvazenelerine ve hüsn-ü cemaline münafî ve muhalif çok büyük zulümleri ve isyanlarý ve velinimetine ve onu þefkatle besleyene karþý ihanetleri, inkârlarý, küfürleri bu dünyada cezasýz kalýp, gaddar zalim, rahat ile hayatýný ve bîçare mazlum meþakkatler içinde ömürlerini geçirirler. Ve umum kâinatta eserleri görünen þu adalet-i mutlakanýn mahiyeti ise; dirilmemek suretiyle o gaddar zalimlerin ve me'yus mazlumlarýn vefat içindeki müsavatlarýna bütün bütün zýddýr, kaldýrmaz, müsaade etmez!

 

Ve madem nasýlki kâinatýn sahibi, kâinattan zemini ve zeminden nev-i insaný intihab edip gayet büyük bir makam, bir ehemmiyet vermiþ. Öyle de, nev-i insandan dahi makasýd-ý rububiyetine tevafuk eden ve kendilerini îman ve teslim ile ona sevdiren hakikî insanlar olan enbiya ve evliya ve asfiyayý intihab edip kendine dost ve muhatab ederek, onlarý mu'cizeler ve tevfikler ile ikram ve düþmanlarýný semavî tokatlar ile tazib ediyor. Ve bu kýymetli, sevimli dostlarýndan dahi, onlarýn imamý ve mefhari olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ý intihab ederek, ehemmiyetli Küre-i Arz'ýn yarýsýný ve ehemmiyetli nev-i insanýn beþten birisini uzun asýrlarda onun nuruyla tenvir ediyor. Âdeta bu kâinat onun için yaratýlmýþ

 

sh: » (G: 83)

 

gibi; bütün gayeleri onun ile ve onun dini ile ve Kur'aný ile tezahür ediyor. Ve o pek çok kýymetdar ve milyonlar sene yaþayacak kadar hadsiz hizmetlerinin ücretlerini hadsiz bir zamanda almaya müstehak ve lâyýk iken, gayet meþakkatler ve mücahedeler içinde altmýþüç sene gibi kýsacýk bir ömür verilmiþ. Acaba hiçbir cihetle hiçbir imkâný, hiçbir ihtimali, hiçbir kabiliyeti var mý ki; o zât, bütün emsali ve dostlarýyla beraber dirilmesin ve þimdi de ruhen diri ve hayy olmasýn? Ýdam-ý ebedî ile mahvolsunlar? Hâþâ, yüzbin defa hâþâ ve kellâ!..

 

Evet bütün kâinat ve hakikat-ý âlem, dirilmesini dava eder ve hayatýný Sahib-i Kâinat'tan taleb ediyor. Ve madem Yedinci Þua olan

 

"Âyet-ül Kübra"da herbiri bir dað kuvvetinde otuzüç aded icma-ý azîm isbat etmiþler ki: Bu kâinat bir elden çýkmýþ ve birtek zâtýn mülküdür ve kemalât-ý Ýlahiyenin medarý olan vahdetini ve ehadiyetini bedahetle göstermiþler ve vahdet ve ehadiyet ile bütün kâinat, o Zât-ý Vâhid'in emirber neferleri ve müsahhar memurlarý hükmüne geçiyor ve âhiretin gelmesiyle, kemalâtý sukuttan ve adalet-i mutlakasý müstehziyane gadr-ý mutlaktan ve hikmet-i âmmesi sefahetkârane abesiyetten ve rahmet-i vasiasý lâhiyane tazibden ve izzet-i kudreti zelilane acizden kurtulurlar, takaddüs ederler.

 

 

 

sh: » (G: 84)

 

Elbette ve elbette ve herhalde îman-ý billahýn yüzer nüktesinden bu altý mademlerdeki hakikatlarýn muktezasýyla; kýyamet kopacak, haþr ü neþr olacak, dâr-ý mücazat ve mükâfat açýlacak. Tâ ki Arz'ýn mezkûr ehemmiyeti ve merkeziyeti ve insanýn ehemmiyeti ve kýymeti tahakkuk edebilsin ve Arz ve insanýn Hâlýký ve Rabbi olan Mutasarrýf-ý Hakîm'in mezkûr adaleti, hikmeti, rahmeti, saltanatý takarrur edebilsin ve o Bâki Rabb'in mezkûr hakikî dostlarý ve müþtaklarý idam-ý ebedîden kurtulsun ve o dostlarýn en büyüðü ve en kýymetdarý, bütün kâinatý memnun ve minnetdar eden kudsî hizmetlerinin mükâfatýný görsün ve Sultan-ý Sermedî'nin kemalâtý naks ve kusurdan ve kudreti acizden ve hikmeti sefahetten ve adaleti zulümden tenezzüh ve takaddüs ve teberri etsin.

 

Elhasýl: Madem Allah var, elbette âhiret vardýr.

 

Hem nasýlki mezkûr üç erkân-ý îmaniye onlarý isbat eden bütün delilleriyle haþre þehadet ve delalet ederler. Öyle de وَ بِمَلئِكَتِهِ وَ بِالْقَدَرِ خَيْرِهِ وَ شَرِّهِ مِنَ اللّهِ تَعَالَى olan iki rükn-ü îmanî dahi, haþri istilzam edip kuvvetli bir surette âlem-i bekaya þehadet ve delalet ederler. Þöyle ki:

 

sh: » (G: 85)

 

Melaikenin vücudunu ve vazife-i ubudiyetlerini isbat eden bütün deliller ve hadsiz müþahedeler, mükâlemeler, dolayýsýyla âlem-i ervahýn ve âlem-i gaybýn ve âlem-i bekanýn ve âlem-i âhiretin ve ileride cinn ve ins ile þenlendirilecek olan dâr-ý saadetin Cennet ve Cehennem'in vücudlarýna delalet ederler. Çünki: Melekler bu âlemleri izn-i Ýlahî ile görebilirler ve girerler ve Hazret-i Cebrail gibi, insanlar ile görüþen umum melaike-i mukarrebîn mezkûr âlemlerin vücudlarýný ve onlar, onlarda gezdiklerini müttefikan haber veriyorlar. Görmediðimiz Amerika kýt'asýnýn vücudunu, ondan gelenlerin ihbarýyla bedihî bildiðimiz gibi; yüz tevatür kuvvetinde bulunan melaike ihbaratýyla âlem-i bekanýn ve dâr-ý âhiretin ve Cennet ve Cehennem'in vücudlarýna o kat'iyette îman etmek gerektir ve öyle de îman ederiz.

 

Hem Yirmialtýncý Söz olan Risale-i Kader'de "Îman-ý Bilkader" rüknünü isbat eden bütün deliller; dolayýsýyla haþre ve neþr-i suhufa ve mizan-ý ekberdeki müvazene-i a'male delalet ederler. Çünki herþeyin mukadderatýný gözümüz önünde nizam ve mizan levhalarýnda kaydetmek ve her zîhayatýn sergüzeþt-i hayatiyelerini kuvve-i hâfýzalarýnda ve çekirdeklerinde ve sair elvah-ý misaliyede yazmak ve her zîruhun hususan insanlarýn defter-i a'mallerini

 

sh: » (G: 86)

 

elvah-ý mahfuzada tesbit etmek geçirmek; elbette öyle muhit bir kader ve hakîmane bir takdir ve müdakkikane bir kayýd ve hafîzane bir kitabet; ancak mahkeme-i kübrada umumî bir muhakeme neticesinde daimî bir mükâfat ve mücazat için olabilir. Yoksa o ihatalý ve inceden ince olan kayýd ve muhafaza; bütün bütün manasýz, faidesiz kalýr, hikmete ve hakikate münafî olur. Hem haþir gelmezse; kader kalemiyle yazýlan bu kitab-ý kâinatýn bütün muhakkak manalarý bozulur ki, hiçbir cihet-i imkâný olamaz ve o ihtimal, bu kâinatýn vücudunu inkâr gibi bir muhal, belki bir hezeyan olur.

 

Elhasýl: Îmanýn beþ rüknü bütün delilleriyle, haþr ü neþrin vukuuna ve vücuduna ve dâr-ý âhiretin vücuduna ve açýlmasýna delalet edip isterler ve þehadet edip taleb ederler. Ýþte hakikat-ý haþriyenin azametine tam muvafýk böyle azametli ve sarsýlmaz direkleri ve bürhanlarý bulunduðu içindir ki: Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan'ýn hemen hemen üçten birisi haþir ve âhireti teþkil ediyor ve onu bütün hakaikine temel taþý ve üss-ül esas yapýyor ve herþeyi onun üstüne bina ediyor.

 

(Mukaddeme nihayet buldu.)

 

* * *

 

 

 

sh: » (G: 87)

 

Hüve Nüktesi

 

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

 

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

 

Çok aziz ve sýddýk kardeþlerim;

 

Kardeþlerim, لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ ve قُلْ هُوَ اللّهُ deki هُوَ lafzýnda yalnýz maddî cihette bir seyahat-ý hayaliye-i fikriyede hava sahifesinin mütalaasýyla âni bir surette görünen bir zarif nükte-i tevhidde; meslek-i îmaniyenin hadsiz derece kolay ve vücub derecesinde sühuletli bulunmasýný ve þirk ve dalaletin mesleðinde hadsiz derecede müþkilatlý, mümteni' binler muhal bulunduðunu müþahede ettim. Gayet

 

 

 

sh: » (G: 88)

 

kýsa bir iþaretle o geniþ ve uzun nükteyi beyan edeceðim.

 

Evet nasýlki bir avuç toprak, yüzer çiçeklere nöbetle saksýlýk eden kabýnda eðer tabiata, esbaba havale edilse lâzýmgelir ki; ya o kabda küçük mikyasta yüzer, belki çiçekler adedince manevî makineler, fabrikalar bulunsun veyahut o parçacýk topraktaki herbir zerre, bütün o ayrý ayrý çiçekleri, muhtelif hasiyetleriyle ve hayattar cihazatýyla yapmalarýný bilsin; âdeta bir ilâh gibi hadsiz ilmi ve nihayetsiz iktidarý bulunsun. Aynen öyle de: Emr ve iradenin bir arþý olan havanýn, rüzgârýn her bir parçasý ve bir nefes ve týrnak kadar olan هُوَ lafzýndaki havada; küçücük mikyasta, bütün dünyada mevcud telefonlarýn, telgraflarýn, radyolarýn ve hadsiz ve muhtelif konuþmalarýn merkezleri, santrallarý, âhize ve nâkileleri bulunsun ve o hadsiz iþleri beraber ve bir anda yapabilsin veyahut o هُوَ deki havanýn belki unsur-u havanýn herbir parçasýnýn herbir zerresi, bütün telefoncular ve ayrý ayrý umum telgrafçýlar ve radyo ile konuþanlar kadar manevî þahsiyetleri ve kabiliyetleri bulunsun ve onlarýn umum dillerini bilsin ve ayný zamanda baþka zerrelere de bildirsin, neþretsin.

 

sh: » (G: 89)

 

Çünki bilfiil o vaziyet kýsmen görünüyor ve havanýn bütün eczasýnda o kabiliyet var. Ýþte ehl-i küfrün ve tabiiyyun ve maddiyyunlarýn mesleklerinde deðil bir muhal, belki zerreler adedince muhaller ve imtinalar ve müþkilatlar aþikâre görünüyor. Eðer Sâni'-i Zülcelâl'e verilse, hava bütün zerratýyla onun emirber neferi olur. Birtek zerrenin muntazam birtek vazifesi kadar kolayca, hadsiz küllî vazifelerini Hâlýkýnýn izniyle ve kuvvetiyle ve Hâlýka intisab ve istinad ile ve Sâniinin cilve-i kudreti ile bir anda þimþek sür'atinde ve هُوَ telaffuzu ve havanýn temevvücü sühuletinde yapýlýr. Yani, kalem-i kudretin hadsiz ve hârika ve muntazam yazýlarýna bir sahife olur ve zerreleri, o kalemin uçlarý ve zerrelerin vazifeleri dahi, kalem-i kaderin noktalarý bulunur. Birtek zerrenin hareketi derecesinde kolay çalýþýr.

 

Ýþte ben لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ ve قُلْ هُوَ اللّهُ deki hareket-i fikriye ile seyahatimde hava âlemini temaþa ve o unsurun sahifesini mütalaa ederken, bu mücmel hakikatý tam vâzýh ve mufassal aynelyakîn müþahede ettim ve هُوَ nin lafzýnda, havasýnda böyle parlak

 

sh: » (G: 90)

 

bir bürhan ve bir lem'a-yý vâhidiyet bulunduðu gibi; manasýnda ve iþaretinde gayet nuranî bir cilve-i ehadiyet ve çok kuvvetli bir hüccet-i tevhid ve هُوَ zamirinin mutlak ve mübhem iþareti hangi zâta bakýyor iþaretine bir karine-i taayyün o hüccette bulunmasý içindir ki, hem Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan, hem ehl-i zikir makam-ý tevhidde bu kudsî kelimeyi çok tekrar ederler diye ilmelyakîn ile bildim.

 

Evet meselâ bir nokta beyaz kâðýtta, iki-üç nokta konulsa karýþtýðý ve bir adam, muhtelif çok vazifeleri beraber yapmasýyla þaþýracaðý ve bir küçük zîhayata, çok yükler yüklenmesiyle altýnda ezildiði ve bir lisan ve bir kulak, ayný anda müteaddid kelimelerin beraber çýkmasý ve girmesi intizamýný bozup karýþacaðý halde; aynelyakîn gördüm ki: هُوَ nin anahtarý ile ve pusulasýyla fikren seyahat ettiðim hava unsurunda herbir parçasý hattâ herbir zerresi içine muhtelif binler noktalar, harfler, kelimeler konulduðu veya konulabileceði halde, karýþmadýðýný ve intizamýný bozmadýðýný; hem ayrý ayrý pek çok vazifeler yaptýðý halde, hiç þaþýrmadan yapýldýðýný ve o parçaya ve zerreye pek çok aðýr yükler yüklendiði halde hiç za'f göstermeyerek, geri kalmayarak

 

sh: » (G: 91)

 

intizam ile taþýdýðýný; hem binler ayrý ayrý kelime, ayrý ayrý tarzda, manada o küçücük kulak ve lisanlara kemâl-i intizamla gelip çýkýp, hiç karýþmayarak bozulmayarak o küçücük kulaklara girip, o gayet incecik lisanlardan çýktýðý ve o her zerre ve her parçacýk, bu acib vazifeleri görmekle beraber kemâl-i serbestiyet ile cezbedarane hal dili ile ve mezkûr hakikatýn þehadeti ve lisanýyla لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ ve قُلْ هُوَ اللّهُ اَحَدٌ deyip gezer ve fýrtýnalarýn ve þimþek ve berk ve gök gürültüsü gibi havayý çarpýþtýrýcý dalgalar içerisinde intizamýný ve vazifelerini hiç bozmuyor ve þaþýrmýyor ve bir iþ diðer bir iþe mani olmuyor... Ben aynelyakîn müþahede ettim.

 

Demek ya herbir zerre ve herbir parça havada nihayetsiz bir hikmet ve nihayetsiz bir ilmi, iradesi ve nihayetsiz bir kuvveti, kudreti ve bütün zerrata hâkim-i mutlak bir hassalarý bulunmak lâzýmdýr ki; bu iþlere medar olabilsin. Bu ise, zerreler adedince muhal ve bâtýldýr. Hiçbir þeytan dahi bunu hatýra getiremez. Öyle ise bu sahife-i havanýn hakkalyakîn, aynelyakîn, ilmelyakîn derecesinde bedahetle Zât-ý Zülcelal'in hadsiz gayr-ý mütenahî ilmi ve hikmetle çalýþtýrdýðý kalem-i kudret ve kaderin

 

sh: » (G: 92)

 

mütebeddil sahifesi ve bir levh-i mahfuzun âlem-i tegayyürde ve mütebeddil þuunatýnda bir levh-i mahv-isbat namýnda yazar bozar tahtasý hükmündedir.

 

Ýþte hava unsurunun yalnýz nakl-i asvat vazifesinde mezkûr cilve-i vahdaniyeti ve mezkûr acaibi gösterdiði ve dalâletin hadsiz muhaliyetini izhar ettiði gibi, unsur-u havaînin sair ehemmiyetli vazifelerinden biri de elektrik, cazibe, dafia, ziya gibi sair letaifin naklinde þaþýrmadan muntazaman, asvat naklindeki vazifeyi gördüðü ayný zamanda, bu vazifeleri dahi gördüðü ayný zamanýnda, bütün nebatat ve hayvanata teneffüs ve telkîh gibi hayata lüzumu bulunan levazýmatý kemal-i intizam ile yetiþtiriyor. Emir ve irade-i Ýlâhiyenin bir arþý olduðunu kat'î bir surette isbat ediyor. Ve serseri tesadüf ve kör kuvvet ve saðýr tabiat ve karýþýk, hedefsiz esbab ve âciz, camid, cahil maddeler bu sahife-i havaiyenin kitabetine ve vazifelerine karýþmasý hiçbir cihetle ihtimal ve imkâný bulunmadýðýný aynelyakîn derecesinde isbat ettiðini kat'î kanaat getirdim ve herbir zerre ve herbir parça lisan-ý hal ile لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ ve قُلْ هُوَ اللّهُ اَحَدٌ dediklerini bildim ve bu هُوَ anahtarý

 

sh: » (G: 93)

 

ile havanýn maddî cihetindeki bu acaibi gördüðüm gibi, hava unsuru da bir هُوَ olarak âlem-i misal ve âlem-i manaya bir anahtar oldu.

 

Gördüm ki: Âlem-i misal, nihayetsiz fotoðraflar; ve her bir fotoðraf, hadsiz hadisat-ý dünyeviyeyi ayni zamanda hiç karýþtýrmýyarak alýyor. Binler dünya kadar büyük ve geniþ bir sinema-i uhreviyye; ve faniyatýn, fâni ve zail hallerini ve vaziyetlerini ve geçici hayatlarýnýn meyvelerini sermedi temaþagâhlarda ve cennette saadet-i ebediye ashablarýna dünya maceralarýný ve eski hatýralarýný levhalarý ile gözlerine göstermek için, pek büyük bir fotoðraf makinasý olarak bildim. (Haþiye)

 

Hem levh-i mahfuzun, hem âlem-i misalin iki hücceti ve iki küçük nümunesi ve iki noktasý insanýn baþýnda olan kuvve-i hafýza ve kuvve-i hayaliye mercimek küçüklüðünde iken hiç karýþtýrmýyarak, kemal-i intizam ile içlerinde bir büyük kütüphane kadar malûmatýn yazýlmasý kat'î isbat eder ki; o iki kuvvenin nümune-i ekber ve âzamlarý âlem-i misal ile levh-i mahfuzdur.

 

___________________________________

 

Haþiye: Fakat zâhir hakikatlar gibi kuvvetli bürhanlarla ve hüccetlerle isbat etmeðe zaman ve zemin, hal ve vaziyet müsaade etmediðinden kýsa kesildi.

 

sh:» (G: 94)

 

Hava ve su unsurlarýnýn, hususan nutfelerin suyu ve hava unsurlu, toprak unsurunun pek fevkinde, daha ziyade hikmet ve irade ile ve kalem-i kader ve kudret ile yazýldýklarý ve tesadüf ve kör kuvvetin ve saðýr tabiatýn ve camid ve hedefsiz esbabýn karýþmasý yüz derece muhal ve hiç bir cihetle mümkün olmadýðý ve Hakîm-i Zülcelâlin kalem-i kader ve hikmetini sahifesi olduðu ilmelyakîn ile kat'î bilindi.

 

(Müttebakisi þimdilik yazdýrýlmadý).

 

 

 

Umuma binler selâm.

 

 

 

 

 

* * *

 

 

 

sh: » (G: 95)

 

Onyedinci Söz'ün

 

ÝKÝNCÝ MAKAMI

 

(Haþiye)

 

Býrak bîçare feryadý, beladan gel tevekkül kýl!

 

Zira feryad, bela-ender, hata-ender beladýr bil!

 

* * *

 

 

 

Bela vereni buldunsa, atâ-ender, safa-ender beladýr bil!

 

Býrak feryadý, þükür kýl manend-i belâbil, dema keyfinden güler hep gül mül.

 

* * *

 

 

 

Ger bulmazsan, bütün dünya cefa-ender, fena-ender hebadýr bil!

 

Cihan dolu bela baþýnda varken, ne baðýrýrsýn küçük bir beladan, gel tevekkül kýl!

 

* * *

 

________________________

 

(Haþiye): Bu ikinci makamdaki parçalar þiire benzer, fakat þiir deðiller. Kasdî nazmedilmemiþler. Belki hakikatlarýn kemal-i intizamý cihetinde, bir derece manzum suretini almýþlar.

 

sh: » (G: 96)

 

Tevekkül ile bela yüzünde gül, tâ o da gülsün.

 

O güldükçe küçülür, eder tebeddül.

 

* * *

 

Bil ey hodgâm! Bu dünyada saadet, terk-i dünyada.

 

Hudabîn isen, o kâfidir, býraksan da bütün eþya lehinde

 

* * *

 

Ger hodbîn isen, helâkettir, ne yaparsan bütün eþya aleyhinde.

 

Demek terki gerektir her iki halde bu dünyada.

 

* * *

 

Terki demek: Huda mülkü, onun izni, onun namýyla bakmakta.

 

Ticaret istiyorsan ger, þu fâni ömrünü bâkiye tebdilde.

 

* * *

 

Eðer nefsine talib isen, çürüktür hem temelsiz de.

 

Eðer âfâký ister isen, fena damgasý üstünde.

 

* * *

 

Demek deðmez ki alýnsa, çürük maldýr hep bu çarþýda.

 

Öyle ise geç, iyi mallar dizilmiþ arkasýnda...

 

* * *

 

 

 

sh: » (G:97)

 

 

 

Siyah Dutun Bir Meyvesi

 

[O mübarek dut baþýnda Eski Said, Yeni Said lisanýyla söylemiþtir.]

 

Muhatabým Ziya Paþa deðil, Avrupa meftunlarýdýr.

 

Mütekellim nefsim deðil, tilmiz-i Kur'an namýna kalbimdir.

 

* * *

 

Geçen sözler hakikattýr, sakýn þaþma, hududundan hazer aþma,

 

Ecanib fikrine sapma, dalalettir kulak asma, eder elbet seni nâdim.

 

* * *

 

Görürsün en ziyadarýn, zekâvette alemdarýn,

 

O hayretten der daim: "Eyvah, kimden kime þekva edeyim ben dahi þaþtým!"

 

* * *

 

 

 

Kur'an dedirtir ben de derim, hiç de çekinmem.

 

Ondan ona þekva ederim sen gibi þaþmam

 

* * *

 

sh: » (G:98)

 

Hak'tan Hakk'a feryad ederim, sen gibi aþmam,

 

Yerden göðe dava ederim, sen gibi kaçmam.

 

* * *

 

Ki, Kur'anda hep dava nurdan nuradýr, sen gibi caymam.

 

Kur'andadýr hak hikmet, isbat ederim, muhalif felsefeyi beþ paraya saymam.

 

* * *

 

Furkan'dadýr elmas hakikat, dercan ederim, sen gibi satmam.

 

Halktan Hakk'a seyran ederim, sen gibi sapmam.

 

* * *

 

Dikenli yolda tayran ederim, sen gibi basmam.

 

Ferþten arþa þükran ederim, sen gibi asmam.

 

* * *

 

Mevte, ecele dost bakarým, sen gibi korkmam.

 

Kabre gülerekten girerim, sen gibi ürkmem.

 

 

 

* * *

 

Ejder aðzý, vahþet yataðý, hiçlik boðazý; sen gibi görmem.

 

Ahbaba kavuþturur beni, kabirden darýlmam, sen gibi kýzmam.

 

* * *

 

sh: » (G:99)

 

Rahmet kapýsý, Nur kapýsý, Hak kapýsý, ondan sýkýlmam, geri çekilmem.

 

Bismillah diyerek çalýyorum, (Haþiye-1) arkama bakmam, dehþet de almam.

 

* * *

 

Elhamdülillah diyerek rahat bulup yatacaðým, zahmeti çekmem, vahþette kalmam.

 

Allahü Ekber diyerek ezan-ý haþri iþitip kalkacaðým, (Haþiye-2) mahþer-i ekberden çekinmem, mescid-i azamdan çekilmem.

 

* * *

 

Lütf-u Yezdan, nur-u Kur'an, feyz-i îman sayesinde hiç üzülmem.

 

Durmayýp koþacaðým, arþ-ý Rahman zýlline uçacaðým, sen gibi þaþmam inþâallah.

 

 

 

* * *

 

___________________________

 

(Haþiye-1): Eyvah diyerek kaçmýyorum.

 

(Haþiye-2): Ýsrafil'in ezanýný fecr-i haþirde iþitip Allahü Ekber diyerek kalkacaðým. Salât-ý kübradan çekilmem, mecma-ý ekberden çekinmem...

 

sh: » (G:100)

 

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

 

 

 

Aziz sýddýk kardeþlerim!

 

 

 

Evvela: Umum Nurcu'larýn mübarek bayramlarýný ve hacc-ül-Ekberde bulunan Nur þakirtleriyle ve hacdaki Nur taraftarlarýnýn bayramlarýný tebrik içinde ve çok zamandanberi esaret altýnda kalmýþ ve istiklâliyetini kaybetmiþ Hindistan, Arabistan gibi Âlem-i Ýslâmýn büyük memleketleri birer devlet-i Ýslâmiye þeklinde -Hint'de yüz milyon bir devlet-i Ýslâmiye, Cava'da elli milyondan ziyade bir devlet-i Ýslâmiye ve Arabistan'da dört-beþ hükümet, bir Cemahir-i Müttefika gibi «Arap Birliði» ile, Ýslâm birliðini- birleþtirmesindeki Âlem-i Ýslâmýn bu büyük bayramýnýn mukaddimesini tebrik ile, bu bayram bize müjde veriyor.

 

 

 

Sâniyen: Ýstanbul'da Re'fet Beyin ve

 

 

 

 

 

sh:» (G: 101)

 

 

 

Mustafa Oruc'un yazdýklarýna göre, çok zaman Ýslâm ordusunu idare eden ve sonra Darülfünuna inkýlâb eden Harbiye Nezareti ve Bâb-ý Seraskerî -o muazzam binanýn- alnýnda

 

اِنَّا فَتَحْنَا لَكَ فَتْحًا مُبِينًا * وَيَنْصُرَكَ اللَّهُ نَصْرًا عَزِيزًا

 

 

 

hatt-ý Kur'anî ile o mânidar Kur'an Âyeti yazýlmýþken, sonradan mermer taþlarla üzeri kapatýlýp o nurlarý gizlemiþlerdi. Þimdi yeniden hatt-ý Kur'aniyeye bir numûne-i müsaade ve Risale-i Nur'un tâkib ettiði maksadýna bir vesile ve Üniversite ileride bir Nur Medresesi olmasýna bir iþaret olduðu gibi; Denizli Nurcularýndan Ahmetler'in, meþhur âlim ve akýlca ondokuzuncu asrýn en büyüðü ve içtimaî feylesoflarýn en ilerisi Bismarkýn eserinden aldýklarý bir fýkrada, o yüksek Bismark, eserinde, diyor ki:

 

 

 

«Kur'aný her cihetle tetkik ettim. Her kelimesinde büyük bir hikmet gördüm. Bunun misli ve beþeriyeti idare edecek hiçbir eser yoktur ve gelemez.» ve Peygambere hitaben der:

 

 

 

«Ya Muhammed! Sana muasýr olamadýðýmdan çok müteessirim. Beþeriyet senin gibi mümtaz bir kudreti bir defa görmüþ, badema

 

 

 

 

 

sh:» (G: 102)

 

 

 

göremiyecektir. Binaenaleyh, senin huzurunda kemâl-i hürmetle eðilirim.»

 

 

 

Bismark

 

 

 

diye imzasýný atmýþ (*) ve o fýkrasýnda, tahrif ve nesholunan kütüb-ü münzeleyi ziyade tenkýs ettiði için o cümleler yazýlmamalý.

 

 

 

Ben de iþaret ettim. O zât, ondokuzuncu asrýn en akýllý ve en büyük bir feylesofu ve siyasetin ve içtimaiyat-ý beþeriyenin en mühim bir þahsiyeti olmasý, hem Âlem-i Ýslâm istiklâliyetini bir derece elde etmesi ve ecnebi hükümetlerin hakaik-ý Kur'aniyeyi aramasý ve Garp ve Þimâl-i Garbî'de Kur'an lehinde büyük cereyan bulunmasý.. hem Amerika'nýn en yüksek ve meþhur feylesofu olan Mister Karlayl dahi aynen Bismark gibi demiþ:

 

 

 

«Baþka kitaplar hiçbir cihette Kur'ana yetiþemez. Hakikî söz odur. Onu dinlemeyiniz.» diye kat'î karar vermesi (**) ve Nurlarýn da her tarafta fütuhatý ve ileri gitmesi büyük bir fâl-i hayýrdýr ki: Ecnebîde çok Bismark'lar ve

 

 

 

__________________

 

 

 

(*) - Ahmetler'in mektubunda iþaret ettiðim gibi, o fýrka, bu mektubumla beraber Rehbere girebilir.

 

 

 

(**) - Risale-i Nurdan Arabî «Ýþarat-ül-Ý'caz» Tefsiri, otuz sene evvel, onun bu kýymetli, hakperestane hükmüne iþâret etmiþ.

 

 

 

 

 

sh:» (G: 103)

 

 

 

Mister Karlayl'lar çýkacaklar ve emareleri de var diye, Nurculara bir bayram hediyesi olarak takdim ediyoruz ve Bismark'ýn fýrkasýný leffen gönderiyoruz. Umuma selâm...

 

 

 

اَلْبَاقِى هُوً الْبَاقِى

 

Kardeþiniz

 

Said Nursî

 

(Ahmed'lerin Mektubunda Bismark'ýn Beyanatý)

 

Ýzzetli Üstadýmýz Efendimiz!

 

Meþhur Alman hükümdarlarýndan Prens Bismark'ýn edyan-ý muhtelife ve bilhassa Ýslâmiyet hakkýnda sarfetmiþ olduðu sözlerini siz üstadýmýz efendimize arzediyoruz. Garbda Ýslâmiyetin ne kadar ileri gideceðini bu sözler göstermektedir.

 

Azamî müþahede-i içtimaiyyemden ve bilhassa ondokuzuncu asrýn müteferrikalarýyla müteveffa Prens Bismark'ýn edyan-ý mefsuha hakkýndaki beyanatý:

 

"Edvar-ý muhtelifede beþeriyeti idare etmek için taraf-ý Lahutîden vürud ettiði iddia olunan bütün kütüb-ü münzele-i semaviyeyi

 

sh: » (G: 104)

 

tedkik ettim. Tahrif edilmelerinden hiçbirisinde aradýðým hikmeti bulamadým. Bu kanunlar, beþeriyetin saadetini temin edecek mahiyetten pek uzaktýr. Lâkin, Muhammedîlerin Kur'aný bu kayýddan âzadedir. Ben Kur'aný her cihetle, her noktadan tedkik ettim. Her kelimesinde büyük bir hikmet gördüm ve bu kitabý Hazret-i Muhammed'in zade-i tab'ý olduðunu iddia ediyorlarsa da, en mükemmel bir dimaðdan böyle bir hârikanýn zuhurunu iddia etmek, hakaika göz kapayarak kin ve garaza âlet olmak manasýný ifade ediyor. Bu da ilim ve hikmet ile kabil-i te'lif deðildir. Ben þunu iddia ediyorum ki: Hazret-i Muhammed mümtaz bir kudrettir. Destgâh-ý kudretin böyle bir ikinci vücudu saha-i imkâna getirmesi, ihtimalden baiddir.

 

Ya Muhammed! Sana muasýr bir vücud olamadýðýmdan müteessirim. Naþiri olduðun bu kitab, senin deðil. Belki Lahutî olduðunu inkâr etmek, ilim mevzuatýnýn butlanýný irtikâb etmek gibi gülünçtür. Beþeriyet senin gibi mümtaz bir kudreti bir defa görmüþ; badema göremeyecektir. Binaenaleyh huzurunda kemal-i hürmetle eðilirim."

 

BÝSMARK

 

* * *

 

sh: » (G: 105)

 

(Otuzikinci Sözün Üçüncü Mevkýfýndan)

 

Ýkinci noktanýn Ýkinci Mebhasý

 

Ehl-i dalâletin vekili, tutunacak ve dalâletini ona bina edecek hiçbirþey bulamadýðý ve mülzem kaldýðý zaman þöyle diyor ki:

 

"Ben saadet-i dünyayý ve lezzet-i hayatý ve terakkiyat-ý medeniyeti ve kemal-i san'atý, kendimce âhireti düþünmemekte ve Allah'ý tanýmamakta ve hubb-u dünyada ve hürriyette ve kendine güvenmekte gördüðüm için insanýn ekserisini bu yola þeytanýn himmetiyle sevkettim ve ediyorum."

 

Elcevap: Biz dahi Kur'an namýna diyoruz ki: Ey bîçare insan! Aklýný baþýna al. Ehl-i dalâletin vekilini dinleme. Eðer onu dinlersen, hasaretin o kadar büyük olur ki; tasavvurundan ruh, akýl ve kalb ürperir. Senin önünde iki yol var:

 

Birisi: Ehl-i dalâletin vekilinin gösterdiði þekavetli yoldur.

 

 

 

sh: » (G: 106)

 

Diðeri: Kur'an-ý Hakimin târif ettiði saadetli yoldur. iþte o iki yolun pekçok müvazenelerini, çok Sözler'de hususan "Küçük Sözler"de gördün ve anladýn. Þimdi makam münasebetiyle binde bir müvazenelerini yine gör, anla. Þöyle ki:

 

Þirk ve dalâletin ve fýsk ve sefahetin yolu, insaný nihayet derecede sukut ettiriyor. Hadsiz elemler içinde nihayetsiz aðýr bir yükü zaif ve âciz beline yükletir. Çünkü: Ýnsan Cenâb-ý Hakký tanýmazsa ve Ona tevekkül etmezse, o vakit insan, gayet derecede âciz ve zaif... nihayet dereced muhtaç, fakir... hadsiz musibetlere mâruz, elemli, kederli bir fâni hayvan hükmünde olup bütün sevdiði ve alâka peyda ettiði bütün eþyadan mütemadiyen firak elemini çeke çeke, nihayette, bâki kalan bütün ahbabýný bir firak-ý elîm içinde býrakýp kabrin zulümatýna yalnýz olarak gider. Hem müddet-i hayatýnda gayet cüz'î bir ihtiyar ve küçük bir iktidar ve kýsacýk bir hayat ve az bir ömür ve sönük bir fikir ile nihayetsiz elemler ile ve emeller ile faydasýz çarpýþýr. Ve hadsiz arzularýn ve makasýdýn tahsiline, semeresiz boþu-boþuna çalýþýr. Hem kendi vücudunu yüklenemediði halde, koca dünya yükünü bîçare beline ve kafasýna yüklenir. Daha cehenneme gitmeden, cehennem azabýný çeker.

 

sh: » (G: 107)

 

Evet, þu elîm elemi ve dehþetli mânevî azabý hissetmemek için ehl-i dalâlet, iptal-i his nev'inden gaflet sarhoþluðu ile muvakkaten hissetmez. Fakat hissedeceði zaman, yâni kabre yakýn olduðu vakit birden hisseder. Çünkü: Cenâb-ýHakka hakikî abd olmazsa; kendi kendine mâlik zannedecek. Halbuki o cüz'î ihtiyar, o küçük iktidarýile þu fýrtýnalýdünyada vücudunu idare edemiyor. Hayatýna muzýr mikroptan tut, tâ zelzeleye kadar binler taife düþmanlarýhayatýna karþýtehacüm vaziyetinde görür. Elîm bir korku dehþeti içinde her vakit kendine müthiþ görünen kabir kapýsýna bakýyor.

 

Hem bu vaziyette iken insaniyet itibariyle nev-i insanî ile ve dünya ile alâkadar olduðu halde, dünyayý ve insaný; bir Hakîm, Alîm, Kadîr, Rahîm, Kerîm bir Zat'ýn tasarrufunda tasavvur etmediði ve onlarý tesadüf ve tabiata havale ettiði için, dünyanýn ehvali ve insanýn ahvâli onu daime iz'aç eder. Kendi elemiyle beraber insanlarýn elemini de çeker. Dünyanýn zelzelesi, tâûnu, tufaný, kahtu galâsý, fena ve zevali ona gayet müz'iç ve karanlýklý bir musibet suretinde onu tâzib eder.

 

Hem þu haldeki insan, merhamet ve þefkate lâyýk deðildir. Çünkü kendi kendine bu dehþetli vaziyeti veriyor. Sekizinci Sözde kuyuya girmiþ iki kardeþin müvazene-i halinde

 

sh: » (G: 108)

 

denildiði gibi: Nasýl bir adam, güzel bir bahçede, güzel bir ziyafette, güzel ahbaplar içinde; nezahetli, tatlý, nâmuslu, hoþ, meþrû bir lezzet ve eðlenceye kanaat etmeyip gayr-ý meþrû ve mülevves bir lezzet için çirkin ve necis bir þarabý içse, sarhoþ olup kendini kýþ ortasýnda, pis bir yerde ve hattâ canavarlar içinde tahayyül etse, titreyip baðýrýp çaðýrsa, nasýl merhamete lâyýk deðil. Çünkü, ehl-i nâmus ve mübarek arkadaþlarýný canavar tasavvur eder. Onlara karþý hakaret eder. Hem ziyafetteki leziz taamlarý ve temiz kaplarý mülevves, pis taþlar tasavvur eder, kýrmaða baþlar. Hem mecliste muhterem kitaplarý ve mânidar mektuplarý mânasýz ve âdi nakýþlar tasavvur eder, yýrtarak ayak altýna atar, ve hâkezâ... Böyle bir þahýs; nasýl merhamete müstehak deðildir, belki tokata müstehaktýr. Öyle de:

 

Su-i ihtiyarýndan neþ'et eden küfür sarhoþluðu ile ve dalâlet divaneliðiyle: Sâni-i Hakîmin þu misafirhane-i dünyasýný, tesadüf ve tabiat oyuncaðý olduðunu tevehhüm edip ve Cilve-i Esmâ-ý Ýlâhiyyeyi tazelendiren masnûatýn, zamanýn geçmesiyle vazifelerinin bittiðinden âlem-i gayba geçmelerini, adem ile îdam tasavvur ederek ve tesbihat sadalarýný, zeval ve firâk-ýebedî vâveylâsý olduklarýný tahayyül ettiðinden ve mektûbât-ý Samedâniyye olan þu mevcudat sahifelerini

 

sh: » (G: 109)

 

mânasýz, karmakarýþýk tasavvur ettiðinden ve âlem-i rahmete yol açan kabir kapýsýný zulûmât-ý adem aðzý tasavvur ettiðinden ve eceli ise hakikî ahbablara visal dâveti olduðu halde, bütün ahbablardan firak nöbeti tasavvur ettiðinden; hem kendini dehþetli bir azab-ý elîmde býrakýyor. hem mevcudatý, hem Cenâb-ý Hakkýn esmâsýný, hem mektubatýný inkâr ve tezyif ve tahkir ettiðinden, merhamete ve þefkate lâyýk olmadýðý gibi þiddetli bir azaba da müstehaktýr. Hiç bir cihette merhamete lâyýk deðildir.

 

Ýþte ey bedbaht ehl-i dalâlet ve sefahet! Þu dehþetli sukuta karþý ve ezici me'yusiyete mukabil; hangi tekemmülünüz, hangi fünununuz, hangi kemaliniz, hangi medeniyetiniz, hangi terakkiyatýnýz karþý gelebilir?

 

Ruh-u beþerin eþedd-i ihtiyaç ile muhtaç olduðu hakikî teselliyi nerede bulabilirsiniz?

 

Hem güvendiðiniz ve bel baðladýðýnýz ve âsâr-ý Ýlâhiyyeyi ve ihsanat-ý Rabbaniyyeyi onlara isnad ettiðiniz hangi tabiatýnýz, hangi esbabýnýz, hangi þerikiniz, hangi keþfiyatýnýz, hangi milletiniz, hangi bâtýl mâbudunuz sizi sizce idam-ý ebedî olan mevtin zulümatýndan kurtarýp kabir hududundan, berzah hududundan, mahþer hududundan, sýrat köprüsünden

 

sh: » (G: 110)

 

hâkîmane geçirebilir? Saadet-i ebediyyeye mazhar edebilir Halbuki; kabir kapýsýný kapamadýðýnýz için, siz kat'î olarak bu yolun yolcususunuz. Böyle bir yolcu öyle birisine dayanýr ki; bütün bu daire-i azîme ve bu geniþ hudutlar, onun taht-ý emrinde ve tasarrufundadýr.

 

Hem dahi, ey bedbaht ehl-i dalâlet ve gaflet! "Gayr-ý Meþrû bir muhabbetin neticesi, merhametsiz azap çekmektir." Kaidesi sýrrýnca, siz fýtratýnýzdaki Cenâb-ý Hakkýn zât ve sýfât ve esmâsýna sarfedilecek muhabbet ve mârifet istîdadýný ve þükür ve ibâdât cihazatýný, nefsinize ve dünyaya gayr-i meþrû bir surette sarfettiðinizden; bil-istihkak cezasýný çekiyorsunuz. Çünkü Cenâb-ý Hakka ait muhabbeti nefsinize verdiniz. Mahbubunuz olan nefsinizin hadsiz belâsýný çekiyorsunuz. Çünkü hakikî bir rahati o mahbubunuza vermiyorsunuz. Hem onu, hakikî mahbub olan Kadîr-i Mutlaka tevekkül ile teslim etmiyorsunuz. Daima elem çekiyorsunuz.

 

Hem Cenâb-ýHakkýn esmâ ve sýfâtýna ait muhabbeti, dünyaya verdiniz ve âsâr-ýsan'atýný, âlemin esbabýna taksim ettiniz; belâsýný çekiyorsunuz. Çünkü; o hadsiz mahbublarýnýzýn bir kýsmýsize Allaha ýsmarladýk demeyip, size arkasýný çevirip, býrakýp gidiyor. Bir kýsmýsizi hiç tanýmýyor. Tanýsa da, sizi sevmiyor.

 

sh: » (G: 111)

 

Sevse de, size bir fayda vermiyor. Daima hadsiz firaklardan ve ümitsiz dönmemek üzere zevallerden azap çekiyorsunuz.

 

Ýþte ehl-i dalâletin saadet-i hayatiye ve tekemmülât-ý insaniye ve mehasin-i medeniyet ve lezzet-i hürriyet dedikleri þeylerin iç yüzleri ve maahiyetleri budur. Sefahet ve sarhoþluk bir perdedir, muvakkaten hissettirmez. "Tuh onlarýn aklýna!" de...

 

Amma Kur'anýn cadde-i nûraniyyesi ise: Bütün ehli dalâletin çektiði yaralarý, hakaik-ý îmaniyye ile tedavi eder. Bütün evvelki yoldaki zulümatý daðýtýr. Bütün dalâlet ve helâket kapýlarýný kapatýr. Þöyle ki:

 

Ýnsanýn zaaf ve aczini ve fakr ve ihtiyacýný, bir Kadir-i Rahîme tevekkül ile tedavi eder. Hayat ve vücudun yükünü, Onun kudretine, rahmetine, teslim edip; kendine yüklemeyip, belki kendisi o hayatýna ve nefsine biner hükmünde bir rahat makam bulur. Kendisinin "Nâtýk bir hayvan" deðil, belki hakikî bir insan ve makbul bir misafir-i Rahmân olduðunu bildirir. Dünyayý, bir misafirhane-i Rahman olduðunu göstermekle ve dünyadaki mevcudat ise, Esmâ-i Ýlâhiyyenin âyineleri olduklarýný ve masnûatý ise, her vakit tazelenen mektubat-ý Samedâniye olduklarýný bildirmekle, insanýn fenâ-yý dünyadan ve zevâl-i eþyadan ve hubb-u

 

sh: » (G: 112)

 

fâniyattan gelen yaralarýný güzelce tedâvi eder. Ve evhamýn zulümatýndan kurtarýr. Hem mevt ve eceli, âlem-i berzaha giden ve âlem-i bekada olan ahbablara visâl ve mülâkat mukaddimesi olarak gösterir. Ehl-i dalâletin nazarýnda bütün ahbabýndan bir firak-ý ebedi telâkki ettiði ölüm yaralarýný böylece tedavi eder. Ve o firak, ayn-ý lika olduðunu isbat eder.

 

Hem kabrin, âlem-ý rahmete ve dâr-ý saadete ve bâðýstan-ý cinâna ve nûristân-ý Rahmâna açýlan bir kapý olduðunu isbat etmekle, beþerin en müthiþ korkusunu izale edip, en elîm ve kasavetli ve sýkýntýlý olan berzah seyahatini, en leziz ve ünsiyetli ve ferahlý bir seyahat olduðunu gösterir. Kabir ile ejderha aðzýný kapatýr, güzel bir bahçeye kapý açar. Yani kabir ejderha aðzý olmadýðýný, belki bâgistân-ý rahmete açýlan bir kapý olduðunu gösterir.

 

Hem mü'mine der: "Ýhtiyarýn cüz'i ise kende mâlikinin irade-i külliyesine iþini býrakýr. Ýktidarýn küçük ise, Kadîr-i Mutlakýn kudretine itimad et. Hayatýn az ise, hayat-ý bâkiyyeyi düþün. Ömrün kýsa ise, ebedî bir ömrün var, meraketme. Fikrin sönük ise, Kur'anýn güneþi altýna gir. Ýmanýn nuriyle bak ki: Yýldýz böceði olan fikrin yerine herbir âyet-i Kur'an, birer yýldýz misillû sana ýþýk verir. Hem hadsiz

 

sh: » (G: 113)

 

emellerin, elemlerin varsa; nihayetsiz bir sevap ve hadsiz bir rahmet seni bekliyor. Hem hadsiz arzularýn, makasýdýn varsa; onlarý düþünüp muztarib olma. Onlar bu dünyaya sýðýþmaz. Onlarýn yerleri baþka diyardýr. Ve onlarý veren de baþkadýr."

 

Hem der: "Ey insan; sen kendine mâlik deðilsin. Sen, kudreti nihayetsiz bir Kadir, rahmeti hadsiz bir Rahîm-i Zât-ý Zülcelâlin memlûküsün. Öyle ise sen, kendi hayatýný kendine yükleyip zahmet çekme, çünkü, hayatý veren O'dur. Ýdare eden de O'dur. Hem dünya sahipsiz deðil ki, sen kendi kafana dünya yükünü yüklettirerek ehvâlini düþünüp merak etme: çünkü onun sahibi Hakîmdir, Alîmdir. Sen de misafirsin; fuzulî olarak karýþma, karýþtýrma.

 

Hem insanlar, hayvanlar gibi mevcudat baþý-boþ deðiller; belki vazifedar memurdurlar. Bir Hakîm-i Rahîmin nazarýndadýrlar. Onlarýn âlâm ve meþakkatlarýný düþünüp, ruhuna elem çektirme. Ve onlarýn Hâlik-ý Rahîmin rahmetinden daha ileri þefkatini sürme.

 

Hem sana düþmanlýk vaziyetini alan mikroptan tâ, tâûn ve tufan ve kaht ve zelzeleye kadar bütün eþyanýn dizginleri, o Rahîm-i Hakîmin elindedirler. O hakîmdir, abes iþ yapmaz.

 

sh: » (G: 114)

 

Rahimdir, rahîmiyyeti çoktur. Yaptýðý her iþinde bir nevi lütuf var.

 

"Hem der: "Þu âlem Çendan fânidir, fakat ebedi bir âlemin levazýmatýný yetiþtiriyor. Çendan zâildir, geçicidir; fakat bâki meyveleri veriyor. Bâki bir zâtýn bâki esmâsýnýn cilvelerini gösteriyor. Ve çendan lezzetleri az, elemleri çoktur: fakat Rahmân-ý Rahîmin iltifâtâtý zevalsiz, hakiki lezzetlerdir. Elemler ise sevap cihetiyle mânevi lezzet yetiþtiryor.

 

Madem meþrû daire; ruh ve kalb ve nefsin bütün lezzetlerine, safalarýna, keyiflerine kâfidir. Gayr-i meþrû daireye girme. Çünkü o dairedeki bir lezzetin bâzan bin elemi var. Hem hakiki ve daimî lezzet olan iltifâtât-ý Rahmâniyyeyi kaybetmeye sebebtir. Hem dalâletin yolunda sabýkan beyan edildiði gibi Esfel-i Sâfilîne insaný öyle bir sukut ettiriyor ki: Hiçbir medeniyet, hiçbir felsefe, ona çare bulamadýklarý ve o derin zulümat kuyusundan hiçbir terakkiyat-ý beþeriyye, hiçbir kemâlât-ý fenniyye insaný çýkaramadýðý halde, Kur'an-ý Hâkim, îman ve amel-i salih ile o esfel-i sâfilîne sukuttan insaný Âlâ-yý Ýlliyyîne çýkarýr. Ve delâil-i kat'iyye ile çýkarmasýný isbat ediyor ve o derin kuyuyu terakkiyat-ý mâneviyyenin basamaklariyle ve tekemmülât-ý ruhiyyenin cihazatiyle dolduruyor.

 

sh: » (G: 115)

 

Hem beþerin uzun ve fýrtýnalý ve daðdaðalý olan ebed tarafýndaki yolculuðunu gayet derecede teshil eder ve kolaylaþtýrýr. Bin. belki elli bin senelik mesafeyi bir günde kestirecek vesâiti gösterir.

 

Hem Sultân-ý Ezel ve Ebed olan Zât-ý Zül celâli tanýttýrmakla, insaný ona bir me'mur-u abd ve bir vazifedar misafir vaziyetini verir. Hem dünya misafirhanesinde, hem berzahi ve uhrevî menzillerde kemal-i rahatla seyahatini temin eder. Nasýlki bir padiþahýn müstakim bir memuru, onun daire-i memleketinde, hem her vilâyetin hudutlarýndan suhuletle ve tayyare, gemi, þimendifer gibi sür'atli vasýta-i seyahatle gezer, geçer. Öyle de: Sultan-ý Ezelîye îman ile intisap eden ve amel-i salih ile itaat eden bir insan, þu misafirhane-i dünya menzillerinden ve âlem-i berzah ve âlem-i mahþer dairelerinden ve hâkezâ... Kabirden sonraki bütün âlemlerin geniþ hudutlarýndan berk ve burak sür'atinde geçer. Tâ saadet-i ebediyyeyi bulur. Ve þu hakikatý kat'î isbat eder. Ve asfiya ve evliyâya gösterir.

 

Hem de Kur'anýn hakikatý der ki: Ey mü'min! Sendeki nihayetsiz muhabbet kabiliyetini, çirkin ve noksan ve þerûr ve sana muzýr olan nefs-i emmarene verme. Onu mahbub ve onun hevasýný kendine mâbut ittihaz etme.

 

sh: » (G: 116)

 

Belki sendeki o nihayetsiz muhabbet kabiliyetini, nihayetsiz bir muhabbete lâyýk, hem nihayetsiz sana ihsan edebilen, hem istikbalde seni nihayetsiz mes'ud eden, hem bütün alâkadar olduðun ve onlarýn saadetleriyle mes'ud olduðun bütün zatlarý ihsanatýyla mes'ut eden, hem nihayetsiz kemalâtý bulunan ve nihayetsiz derecede kudsî, ulvî, münezzeh, kusursuz, noksansýz, zevalsiz cemâl sahibi olan ve bütün esmâsý nihâyet derecede güzel olan ve her isminde pek çok envâr-ý hüsün ve cemâl bulunan ve cennet bütün güzellikleriyle ve nimetleriyle Onun cemâl-i rahmetini ve rahmet-i cemâlini gösteren ve sevimli ve sevilen bütün kâinattaki bütün hüsün ve cemâl ve mehasin ve kemâlât, Onun cemaline ve kemâline iþaret eden ve delâlet eden ve emare olan bir zâtý, mahbub ve mâbut ittihaz et.

 

Hem der: ey insan! Onun esmâ ve sýfâtýna ait istidad-ý muhabbetini, sait bekasýz mevcudata verme; faidesiz mahlûkata daðýtma. Çünkü, âsâr ve mahlûkat fanidirler. Fakat o âsârda ve o masnûatta nakýþlarý, cilveleri görülen Esmâ-i Hüsna, bâkidirler, dâimîdirler. Ve Esmâ ve sýfâtýn her birisinde binler meratib-i ihsan ve cemâl ve binler tabakat-ýkemâl ve muhabbet var. Sen yalnýz Rahman ismine bak ki; Cennet bir cilvesi ve saadet-i ebediyye

 

 

 

sh: » (G: 117)

 

bir lem'asý ve dünyadaki bütün rýzk ve nîmet ve katresidir.

 

Ýþte þu müvazene, ehl-i dalâletle ehl-i îmanýn hayat ve vazife cihetindeki mâhiyetlerine iþaret eden:

 

لَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ فِى اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ . ثُمَّ رَدَدْ نَاهُ اَسْفَلَ سَافِلِينَ . اِلاَّ الَّذِينَ آمَنُو وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ hem netice ve âkýbetlerine iþaret eden فَمَا بَكَتْ عَلَيْهِمُ السَّمَآءُ وَاْلاَرْضُ olan âyete dikkat et. Ne kadar ulvî, mu'cizane beyan ettiðimiz müvazeneyi ifade ederler.

 

Birinci âyet: "Onbirinci Söz"de tafsilen ‎o âyetin i'cazkârane ve îcazkârane ifade ettiði hakikatý, o Sözde beyan edildiðinden onu oraya havale ederiz.

 

Ýkinci âyet ise: Yalnýz bir küçük iþaretle göstereceðiz ki, ne kadar ulvî bir hakikati ifade ediyor. Þöyle ki:

 

Þu âyet, mefhum-u muvafýk ile þöyle ferman ediyor: Ehl-i dalâletin ölmesiyle, semavat ve zemin onlarýn üstünde aðlamýyorlar. Ve mefhum-u muhalif ile delâlet ediyor ki: Ehl-i îmanýn dünyadan gitmesiyle, semavat

 

sh: » (G: 118)

 

ve zemin onlarýn üstünde aðlýyor. Yâni: Ehl-i dalâlet, madem semavat ve arzýn vazifelerini inkâr ediyor, mânalarýný bilmiyor, onlarýn kýymetlerini ýskat ediyor. Sâni'lerini tanýmýyor. Onlara karþý bir hakaret, bir adâvet ettiðinden elbette semavat ve zemin onlara aðlamak deðil, belki onlara nefrin eder Onlarýn gebermesiyle memnun olurlar. Ve mefhum-u muhalif ile der: Semavat ve arz, ehl-i îmanýn ölmesiyle aðlarlar. Zira ehl-i man ise; -çünkü- semavat ve arzýn vazifelerini bilir. Hakikî hakikatlarýný tasdik ediyor. Ve onlarýn ifade ettikleri mânalarý îman ile anlýyor. "Ne kadar güzel yapýlmýþlar! Ne kadar güzel hizmet ediyorlar!" diyor. Ve onlara lâyýk kýymeti veriyor ve ihtiram ediyor. Cenâb-ý Hak hesabýna onlara ve onlar âyine olduklarý esmâya muhabbet ediyor. Ýþte bu sýr içindir ki, semavat ve zemin, aðlar gibi ehl-i îmanýn zevaline mahzun oluyorlar.

 

Mühim Bir Sual

 

Diyorsunuz ki: Muhabbet, ihtiyarî deðil. Hem ihtiyac-ý fýtriye binaen, leziz taamlarý ve meyveleri severim. Peder ve valide ve evlâdlarýmý severim. Refika-i hayatýmý severim. Dost ve ahbablarýmý severim. Enbiya ve evliyayý severim. Hayatýmý, gençliðimi severim. Baharý ve güzel þeyleri ve dünyayý severim. Nasýl bunlarý sevmiyeceðim? Nasýl

 

sh: » (G: 119)

 

bütün bu muhabbetleri Cenâb-ý Hakkýn zât ve sýfât ve esmâsýna verebilirim? Bu ne demektir?

 

Elcevap: "Dört nükte"yi dinle.

 

BÝRÝNCÝ NÜKTE: Muhabbet çendan ihtiyarî deðil. Fakat ihtiyar ile muhabbetin yüzü, bir mahbubtan diðer bir mahbuba dönebilir. Meselâ: Bir mahbubun çirkinliðini göstermekle veyahut asýl lâyýk-ý muhabbet olan diðer bir mahbuba perde veya âyine olduðunu göstermekle, muhabbetin yüzü, mecazî mahbuptan hakikî mahbuba çevrilebilir.

 

ÝKÝNCÝ NÜKTE: Tâdâd ettiðin sevdiklerini sevme demiyoruz. Belki onlarý Cenâb-ý Hakkýn hesabýna ve Onun muhabbeti nâmýna sev deriz. Meselâ: Leziz taamlarý, güzel meyveleri Cenâb-ý Hakkýn ihsaný ve o Rahmân-ý Rahimîn in'âmý cihetinde sevmek, "Rahmân" ve "Mün'im" isimlerini sevmektir. Hem mânevi bir þükürdür. Þu muhabbet, yalnýz nefis hesabýna olmadýðýný ve Rahmân nâmýna olduðunu gösteren, meþrû dairesinde kanaatkârane kazanmak ve mütefekkirane, müteþekkirâne yemektir.

 

Hem peder ve valideyi þefkat ile techiz eden ve seni onlarýn merhametli ellerriyle terbiye ettiren hikmet ve rahmet hesabýna onla

 

 

 

sh:» (G: 120)

 

 

 

ra hürmet ve muhabbet, Cenab-ý Hakkýn muhabbetine aittir. O muhabbet ve hürmet, þefkat; Lillâh için olduðuna alâmeti þudur ki: Onlar ihtiyar olduklarý ve sana hiç bir faideleri kalmadýðý ve seni zahmet ve meþakkate attýklarý zaman, daha ziyade muhabbet ve merhamet ve þefkat etmektir.

 

 

 

اِمَّا يَبْلُغَنَّ عِنْدَكَ الْكِبَرَ اَحَدُهُمَآ اَوْ كِلاَهُمَا فَلاَتَقُلْ

 

 

 

لَهُمَآ اُفٍّ

 

 

 

âyeti, beþ mertebe hürmet ve þefkate evlâdý dâvet etmesi; Kur'anýn nazarýnda valideynin hukuklarý, ne kadar ehemmiyetli ve ukuklarý, ne derece çirkin olduðunu gösterir. Madem peder; kimseyi deðil, yalnýz veledinin kendinden daha ziyade iyi olmasýný ister. Ona mukabil veled dahi pedere karþý hak dâva edemez. Demek valideyn ve veled ortasýnda fýtraten sebeb-i münakaþa yok. Zira münakaþa, ya gýpta ve hasedden gelir. Pederde oðluna karþý o yok. Veya münakaþa, haksýzlýktan gelir. Veledin hakký yoktur ki, pederine karþý hak dâva etsin. Pederini haksýz görse de, ona isyan edemez. Demek; pederine isyan eden ve onu rencide eden, insan bozmasý bir canavardýr. Ve evlâdlarýný; o Zat-ý Rahîm-i Kerîmin hediyeleri olduðu için kemâl-i þefkat ve merhamet ile onlarý sevmek ve muhafaza etmek, yine Hakka aittir. Ve o muhabbet ise,

 

 

 

 

 

sh:» (G: 121)

 

 

 

Cenab-ý Hakkýn hesabýna olduðunu gösteren alâmet ise: Vefatlarýnda sabýr ile þükürdür; me'yusane feryad etmemektir. «Hâlikýmýn benim nezaretime verdiði sevimli bir mahlûku idi, bir memlûkü idi. Þimdi hikmeti iktiza etti, benden aldý daha iyi bir yere götürdü. Benim o memlûkte bir zâhiri hissem varsa, hakikî bin hisse onun Hâlikýna aittir. El Hükmü Lillâh» deyip teslim olmaktýr.

 

 

 

Hem dost ve ahbab ise; eðer onlar îman ve amel-i salih sebebiyle Cenab-ý Hakkýn dostlarý iseler, «Elhubbu Fillâh» sýrrýnca, o muhabbet dahi, Hakka aittir.

 

 

 

Hem refika-i hayatýný, rahmet-i Ýlâhiyyenin mûnis, lâtif bir hediyesi olduðu cihetiyle sev ve muhabbet et. Fakat çabuk bozulan hüsn-ü sûretine muhabbetini baðlama. Belki; kadýnýn en câzibedar, en tatlý güzelliði, kadýnlýða mahsus bir letafet ve nezaket içindeki hüsn-ü sîretidir. Ve en kýymetdar ve en þirin cemâli ise; ulvî, ciddî samimî, nuranî þefkatidir. Þu cemâl-i þefkat ve hüsn-ü sîret, ahir hayata kadar devam eder, ziyadeleþir. Ve o zâife, lâtife mahlûkun hukuk-u hürmeti, o muhabbetle muhafaza edilir. Yoksa: Hüsn-ü sûretin zevaliyle; en muhtaç olduðu bir zamanda bîçare, hakkýný kaybeder.

 

 

 

Hem enbiya ve evliyayý sevmek; Cenab-ý

 

 

 

 

 

sh:» (G: 122)

 

 

 

Hakkýn makbul ibadý olmak cihetiyle, Cenab-ý Hakkýn namýna, hesabýnadýr. Ve o nokta-i nazardan, O'na aittir.

 

 

 

Hem hayatý: Cenab-ý Hakkýn insana ve sana verdiði en kýymetdar ve hayat-ý bâkýyeyi kazandýracak bir sermaye ve bir define ve bâkî kemalâtýn cihazatýný câmi bir hazine cihetiyle onu sevmek, muhafaza etmek. Cenab-ý Hakkýn hizmetinde istihdam etmek; yine o muhabbet, bir cihette Ma'bûd'a aittir.

 

 

 

Hem gençliðin letâfetini, güzelliðini, Cenab-ý Hakkýn lâtif, þirin, güzel bir nîmetini nokta-i nazarýndan istihsan etmek, sevmek, hüsn-ü istimal etmek; þâkirane bir nevi muhabbet-i meþrûadýr.

 

 

 

Hem baharý: Cenab-ý Hakkýn nuranî esmâlarýnýn en lâtif, güzel nakýþlarýnýn sahifesi ve Sâni-i Hakîmin antika san'atýnýn en müzeyyen ve þa'þaalý bir meþher-i san'atý olduðu cihetiyle mütefekkirane sevmek, Cenab-ý Hakkýn esmâsýný sevmektir.

 

 

 

Hem dünyayý: Ahiretin mezraasý ve Esmâ-i Ýlâhiyenin âyinesi ve Cenab-ý Hakkýn mektubatý ve muvakkat bir misafirhanesi cihetinde sevmek -nefs-i emmare karýþmamak þartiyle- Cenab-ý Hakka ait olur.

 

 

 

Elhâsýl: Dünyayý ve ondaki mahlûkatý

 

 

 

sh:» (G: 123)

 

 

 

mâna-yý harfiyle sev. Mâna-yý ismiyle sevme. «Ne kadar güzel yapýlmýþ!» de. «Ne kadar güzeldir.» deme. Ve kalbin bâtýnýna baþka muhabbetlerin girmesine meydan verme. Çünki: Bâtýn-ý kalb, âyine-i Samed'dir ve O'na mahsustur

 

 

 

اَللَّهُمَّ ارْزُقْنَا حُبَّكَ وَحُبَّ يُقَرِّبُنَآ اِلَيْكَ de

 

 

 

Ýþte bütün tâdad ettiðimiz muhabbetler, eðer bu suretle olsa, hem elemsiz bir lezzet verir, hem bir cihette zevalsiz bir visaldir. Hem Muhabbet-i Ýlâhiyyeyi ziyadeleþtirir. Hem meþrû bir muhabbettir. Hem ayn-ý lezzet bir þükürdür. Hem ayn-ý muhabbet bir fikirdir.

 

 

 

Meselâ: Nasýlki, bir padiþah-ý âli, (Haþiye) sana bir elmayý ihsan etse, o elmaya iki muhabbet ve onda iki lezzet var: Biri; elma, elma olduðu için sevilir. Ve elmaya mahsus ve elma kadar bir lezzet var. Þu muhabbet padiþaha ait deðil. Belki, huzurunda o elmayý aðzýna atýp yiyen adam; padiþahý deðil, elmayý sever ve nefsine muhabbet eder. Bazan olur ki: Padiþah o nefisperverane olan muhabbeti beðenmez. Ondan nefret eder. Hem elma lezzeti

 

 

 

________________________

 

(Haþiye): Bir zaman iki aþiret reisi, bir padiþahýn huzuruna girmiþler, yazýlan ayný vaziyette bulunmuþlar.

 

 

 

sh:» (G: 124)

 

 

 

dahi cüz'îdir, hem zeval bulur. Elmayý yedikten sonra o lezzet dahi gider; bir teessüf kalýr.

 

 

 

Ýkinci muhabbet ise: Elma içindeki, elma ile gösterilen iltifatat-ý þâhanedir. Güya o elma, «Ýltifat-ý þâhânenin nümunesi ve mücessemidir» diye baþýna koyan adam, padiþahý sevdiðini izhar eder. Hem iltifatýn gýlafý olan o meyvede, öyle bir lezzet var ki; bin elma lezzetinin fevkindedir. Ýþte þu lezzet ayn-ý þükrandýr. Þu muhabbet, padiþaha karþý hürmetli bir muhabbettir.

 

 

 

Aynen onun gibi bütün nîmetlere, meyvelere, zatlarý için muhabbet edilse; yalnýz maddî lezzetleriyle gafilâne telezzüz etse; o muhabbet nefsânîdir. O lezzetler de geçici ve elemlidir. Eðer Cenab-ý Hakkýn iltifatat-ý rahmeti ve ihsanatýnýn meyveleri cihetiyle sevse; ve o ihsan ve iltifatatýn derece-i lütuflarýný takdir etmek suretinde kemâl-i iþtiha ile lezzet alsa; hem mânevî bir þükür, hem elemsiz bir lezzettir.

 

 

 

Üçüncü Nükte: Cenab-ý Hakkýn esmâsýna karþý olan muhabbetin tabakatý var. Sâbýkan beyan ettiðimiz gibi: Bazan âsâra muhabbet suretiyle esmâyý sever. Bazan esmâyý, kemalât-ý Ýlâhiyyenin ünvanlarý olduðu cihetle sever. Bazan insan, câmiiyyet-i mahiyet cihetiyle hadsiz ihtiyacat noktasýnda esmâya muhtaç

 

 

 

 

 

sh:» (G: 125)

 

 

 

ve müþtak olur. Ve o ihtiyaçla sever. Meselâ: Sen bütün þefkat ettiðin akraba ve fukara ve zâif ve muhtaç mahlûkata karþý, âcizane istimdat ihtiyacýný hissettiðin halde, biri çýksa istediðin gibi onlara iyilik etse; o zâtýn in'am edici ünvaný ve Kerîm ismi ne kadar senin hoþuna gider, ne kadar o zâtý o ünvan ile seversin... Öyle de: Yalnýz Cenab-ý Hakkýn Rahman ve Rahîm isimlerini düþün ki: Sen sevdiðin ve þefkat ettiðin bütün mü'min âbâ ve ecdadýný ve akraba ve ahbabýný dünyada nîmetlerin envâiyle ve Cennette enva-i lezaiz ile ve saadet-i ebediyyede onlarý sana gösterip ve kendini onlara göstermesiyle mes'ud ettiði cihette, o «Rahman» ismi ve «Rahîm» ünvaný, ne kadar sevilmeðe lâyýktýrlar ve ne derece o iki isme, ruh-u beþer muhtaç olduðunu kýyas edebilirsin. Ve ne derece «Elhamdülillâhi alâ Rahmâniyyetihî ve alâ Rahîmiyyetihî» yerindedir, anlarsýn.

 

 

 

Hem alâkadar olduðun ve periþaniyetlerinden müteessir olduðun senin bir nevi hanen ve içindeki mevcudat; senin o hanenin ünsiyetli levazýmatý ve sevimli müzeyyenatý hükmünde olan dünyayý ve içindeki mahlûkatý kemal-i hikmet ile tanzim ve tedbir ve terbiye eden zâtýn «Hakîm» ismine ve «Mürebbî» ünvanýna senin ruhun ne kadar muhtaç, ne

 

 

 

sh:» (G: 126)

 

 

 

kadar müþtak olduðunu dikkat etsen anlarsýn. Hem bütün alâkadar olduðun ve zevalleriyle müteellim olduðun insanlarý; mevtleri hengâmýnda adem zulümatýndan kurtarýp, þu dünyadan daha güzel bir yerde yerleþtiren bir zatýn «Vâris, Bâis» isimlerini, «Bâki, Kerîm, Muhyî ve Muhsin» ünvanlarýna ne kadar ruhun muhtaç olduðunu dikkat etsen anlarsýn.

 

 

 

Ýþte insanýn mahiyeti ulviye, fýtratý câmia olduðundan; binler enva-ý hâcât ile binbir Esmâ-i Ýlâhiyyeye, herbir ismin çok mertebelerine fýtraten muhtaçtýr. Muzaaf ihtiyaç, iþtiyaktýr. Muzaaf iþtiyak, muhabbettir. Muzaaf muhabbet dahi, aþktýr. Ruhun tekemmülâtýna göre meratib-i muhabbet, meratib-i esmâya göre inkiþaf eder. Bütün esmâya muhabbet dahi -Çünki; o esmâ, Zât-ý Zülcelâlin ünvanlarý ve cilveleri olduðundan- muhabbet-i zâtiyyeye döner. Þimdi yalnýz nümune olarak binbir esmâdan yalnýz «Adl» ve «Hakem» ve «Hak» ve «Rahîm» isimlerinin binbir mertebelerinden bir mertebeyi beyan edeceðiz. Þöyle ki:

 

 

 

Hikmet ve adl içindeki «Rahmânirrahîm» ve «Hak» ismini azamî bir dairede görmek istersen, þu temsile bak: Nasýlki, bir orduda dörtyüz muhtelif taifeler bulunduðunu farz

 

 

 

sh:» (G: 127)

 

 

 

ediyoruz ki: Herbir taife beðendiði elbiseleri ayrý, hoþuna gittiði erzaký ayrý, rahatla istîmal edeceði silâhlarý ayrý ve mizacýna deva olacak ilâçlarý ayrý olduklarý halde; bütün o dörtyüz taife, ayrý ayrý, takým bölük tefrik edilmiyerek, belki birbirine karýþýk olduðu halde, onlarý kemal-i þefkat ve merhametinden ve harikulâde iktidarýndan ve mu'cizane ilim ve ihatasýndan ve fevkalâde adalet ve hikmetinden, misilsiz birtek padiþah, onlarýn hiçbirini þaþýrmýyarak, hiçbirin unutmýyarak, bütün ayrý ayrý onlara lâyýk elbise, erzak, ilâç ve silahlarýný muinsiz olarak bizzat kendisi verse; o zat acaba ne kadar muktedir, müþfik, âdil, kerîm bir padiþah olduðunu anlarsýn. Çünki: Bir taburda on milletten efrad bulunsa, onlarý ayrý ayrý giydirmek ve teçhiz etmek çok müþkül olduðundan; bilmecburiye ne cinsten olursa olsun, bir tarzda teçhiz edilir.

 

 

 

Ýþte öyle de: Cenab-ý Hakkýn adl ve hikmet içindeki Ýsm-i «Hak» ve «Rahmânirrahîm» in cilvesini görmek istersen; bahar mevsiminde zeminin yüzünde çadýrlarý kurulmuþ, muhteþem dörtyüzbin milletten mürekkep nebatat ve hayvanat ordusuna bak ki: Bütün o milletler, o taifeler; birbiri içinde olduklarý halde, herbirinin libasý ayrý, erzaký ayrý, silâhý ayrý, tarz-ý hayatý ayrý, talimatý ayrý, terhisatý ayrý olduk-

 

 

 

 

 

sh:» (G: 128)

 

 

 

larý halde ve o hâcâtlarýný tedarik edecek iktidarlarý ve o metâlibi istiyecek dilleri olmadýðý halde, daire-i hikmet ve adl içinde, mizan ve intizam ile «Hak» ve «Rahman», «Rezzak» ve «Rahîm», «Kerîm» ünvanlarýný seyret, gör. Nasýl hiçbirini þaþýrmýyarak, unutmýyarak, iltibas etmiyerek terbiye ve tedbir ve idare eder.

 

 

 

Ýþte, böyle hayret verici muhit bir intizam ve mizan ile yapýlan bir iþe baþkalarýnýn parmaklarý karýþabilir mi? Vâhid-i Ehad ve Hakîm-i Mutlak, Kadîr-i Külli Þey'den baþka bu san'ata, bu tedbire, bu Rububiyyete, bu tedvire hangi þey elini uzatabilir? Hangi sebep müdahale edebilir?

 

 

 

Dördüncü Nükte: Diyorsun: «Benim taamlara, nefsime, refikama ve vâlideynime, evlâdýma, ahbabýma, evliyaya, enbiyaya, güzel þeylere, bahara, dünyaya müteallik ayrý ayrý muhtelif muhabbetlerimin; Kur'an'ýn emrettiði tarzda olsa neticeleri, faideleri nedir?

 

 

 

Elcevap: Bütün neticeleri beyan etmek için büyük bir kitab yazmak lâzýmgelir. Þimdilik yalnýz icmâlen bir-iki neticeye iþaret edilecek. Evvelâ, dünyadaki muaccel neticeleri beyan edilecek. Sonra, âhirette tezahür eden neticeleri zikredilecek. Þöyle ki:

 

 

 

Sâbýkan beyan edildiði gibi... ehl-i gaflet ve

 

 

 

 

 

sh:» (G: 129)

 

ehl-i dünya tarzýnda ve nefis hesabýna olan muhabbetlerin; dünyada belâlarý, elemleri, meþakkatleri çoktur. Safâlarý, lezzetleri, rahatlarý azdýr. Meselâ: Þefkat, acz yüzünden elemli bir musîbet olur. Muhabbet, firak yüzünden belâlý bir hýrkat olur. Lezzet, zeval yüzünden zehirli bir þerbet olur. Âhirette ise; Cenab-ý Hakkýn hesabýna olmadýklarý için, ya faidesizdir veya azaptýr, -eðer harama girmiþ ise-

 

 

 

Sûal: Enbiya ve Evliyaya muhabbet, nasýl faidesiz kalýr?

 

 

 

Elcevap: Ehl-i Teslisin Ýsâ Aleyhisselâma ve Râfizîlerin Hazret-i Ali Radiyallahu Anh'a muhabbetleri faidesiz kaldýðý gibi...

 

 

 

Eðer o muhabbetler, Kur'an'ýn irþad ettiði tarzda ve Cenab-ý Hakkýn hesabýna ve muhabbet-i Rahmân namýna olsalar; o zaman hem dünyada, hem âhirette güzel neticeleri var.

 

 

 

Amma dünyada ise: Leziz taamlara, güzel meyvelere muhabbetin, elemsiz bir nîmet ve ayn-ý þükür bir lezzettir.

 

 

 

Nefsine muhabbet ise; ona acýmak, terbiye etmek, zararlý hevesattan menetmektir. O vakit nefis sana binmez, seni hevâsýna esir etmez. Belki sen nefsine binersin. Onu hevâya deðil, hüdâya sevk edersin.

 

 

 

Refika-i hayatýna muhabbetin: Madem

 

 

 

 

 

sh:» (G: 130)

 

 

 

hüsn-ü sîret ve mâden-i þefkat hediyye-i rahmet olduðuna bina edilmiþ; o refikaya samimî muhabbet ve merhamet edersen, o da sana ciddî hürmet ve muhabbet eder. Ýkiniz ihtiyar oldukça o hal ziyadeleþir, mes'ûdane hayatýný geçirirsin. Yoksa, hüsn-ü surete muhabbet nefsanî olsa, o muhabbet çabuk bozulur. Hüsn-ü muaþereti de bozar.

 

 

 

Peder ve valideye karþý muhabbetin; Cenab-ý Hak hesabýna olduðu için, hem bir ibadet, hem de onlar ihtiyarlandýkça hürmet ve muhabbeti ziyadeleþtirirsin. En âlî bir his ile, en merdane bir himmet ile onlarýn tûl-i ömrünü ciddi arzu edip bekalarýna dua etmek; «Tâ onlarýn yüzünden daha ziyade sevap kazanayým.» diye samimî hürmetle onlarýn elini öpmek, ulvî bir lezzet-i ruhanî almaktýr. Yoksa; nefsanî, dünya itibariyle olsa, onlar ihtiyar olduklarý ve sana bâr olacak bir vaziyete girdikleri zaman, en süfli ve en alçak bir his ile vücutlarýný istiskaz etmek; sebeb-i hayatýn olan o muhterem zatlarýn mevtlerini arzu etmek gibi vahþî, kederli, ruhanî bir elemdir.

 

 

 

Evlâdýna muhabbet ise: Cenab-ý Hakkýn senin nezaretine ve terbiyene emanet ettiði sevimli, ünsiyetli o mahlûklara muhabbet ise: saadetli bir muhabbet, bir nimettir. Ne musi-

 

 

 

 

 

sh:» (G: 131)

 

 

 

betleriyle fazla elem çekersin. Ne de ölümleriyle me'yûsane feryad edersin. Sabýkan geçtiði gibi; onlarýn Hâliklarý hem Hakîm, hem Rahîm olduðundan: «Onlar hakkýnda o mevt, bir saadettir.» dersin. Senin hakkýnda onlarý sana veren Zatýn rahmetini düþünürsün. Firak eleminden kurtulursun.

 

 

 

Ahbablara muhabbetin ise: Madem Lillâh içindir. O ahbablarýn firaklarý, hattâ ölümleri, sohbetinize ve uhuvvetinize mâni olmadýðý için; o mânevî muhabbet ve ruhanî irtibattan istifade edersin. Ve mülâkat lezzeti, dâimî olur. Lillâh için olmazsa, bir günlük mülâkat lezzeti, yüz günlük firak elemini netice verir. (Hâþiye).

 

 

 

Enbiya ve Evliyaya muhabbetin ise: Ehl-i gaflete karanlýklý bir vahþetgâh görünen âlem-i berzah, o nuranîlerin vücutlariyle tenevvür etmiþ menzilgâhlarý suretinde sana göründüðü için, o âleme gitmeye tevahhuþ, tedehhüþ deðil; belki bilâkis temayül ve iþtiyak hissini verir; hayat-ý dünyeviyenin lezzetini kaçýrmaz. Yoksa, onlarýn muhabbeti, ehl-i medeniyetin meþahir-i insaniyeye muhabbeti nev'inden olsa; o kâmil insanlarýn fena ve zevalle-

 

 

 

_____________________

 

(Hâþiye) : Lillâh için bir saniye mülâkat, bir senedir. Dünya için olsa; bir sene, bir saniyedir...

 

 

 

 

 

sh:» (G: 132)

 

 

 

rini ve mazi denilen mezar-ý ekberinde çürümelerini düþünmekle, ehemli hayatýna bir keder daha ilâve eder. Yani: «Öyle kâmilleri çürüten bir mezara, ben de gideceðim.» diye düþünür. Mezaristana endiþeli bir nazarla bakar, «Ah!» çeker. Evvelki nazarda ise: Cisim libasýný mâzide býrakýp, kendileri istikbal salonu olan berzah âleminde kemal-i rahatla ikametlerini düþünür; mezaristana ünsiyetkârane bakar.

 

 

 

Hem güzel þeylere muhabbetin: Madem Sâni'lerin hesabýnadýr; «Ne güzel yapýlmýþlar!» tarzýndadýr. O muhabbetin, bir leziz tefekkür olduðu halde; hüsün-perest, cemâl-perest zevkinin nazarýný, daha yüksek, daha mukaddes ve binler defa daha güzel cemâl mertebelerinin definelerine yol açar, baktýrýr. Çünki: O güzel âsârdan ef'al-i Ýlâhiyyenin güzelliðine intikal ettirir. Ondan esmânýn güzelliðine, ondan sýfâtýn güzelliðine, ondan Zât-ý Zülcelâlin cemâl-i bîmisaline karþý kalbe yol açar. Ýþte bu muhabbet bu surette olsa; hem lezzetlidir, hem ibadettir ve hem tefekkürdür...

 

 

 

Gençliðe muhabbettin ise: Madem Cenab-ý Hakkýn güzel bir nîmeti cihetinde sevmiþsin; elbette onu ibadette sarfedersin, sefahette boðdurup öldürmezsin. Öyle ise; o gençlikte kazan-

 

 

 

 

 

sh:» (G: 133)

 

 

 

dýðýn ibadetler, o fâni gençliðin bâkî meyveleridir. Sen ihtiyarlandýkça, gençliðin iyilikleri olan bâkî meyvelerini elde ettiðin halde; gençliðin zararlarýndan, taþkýnlýklarýndan kurtulursun. Hem ihtiyarlýkta daha ziyade ibadete muvaffakiyet ve merhamet-i Ýlâhiyyeye daha ziyade liyakat kazandýðýný düþünürsün. Ehl-i gaflet gibi beþ-on senelik bir gençlik lezzetine mukabil, elli senede «Eyvah gençliðim gitti!» diye teessüf edip, gençliðe aðlamýyacaksýn. Nasýlki öylelerin birisi demiþ:

 

 

 

لَيْتَ الشَّبَابَةَ يَعُودُ يَوْمًا فَاُخْبِرَهُ بِمَا فَعَلَ اْلمَشِيبُ

 

 

 

Yani: «Keþke gençliðim bir gün dönse idi; ihtiyarlýk benim baþýma neler getirdiðini, þekva ederek haber verecektim.»

 

 

 

Bahar gibi zînetli meþherlere muhabbet ise: Madem san'at-ý Ýlâhiyyeyi seyran itibariyledir; o baharýn gitmesiyle, temaþa lezzeti zail olmaz. Çünki bahar, yaldýzlý bir mektup gibi.. verdiði mânalarý her vakit temaþa edebilirsin. Senin hayalin ve zaman, ikisi de sinema þeritleri gibi, sana o temaþa edebilirsin. Senin hayalin ve zaman, ikisi de sinema þeritleri gibi, sana o temaþa lezzetini idame ettirmekle beraber o baharýn mânâlarýný, güzelliklerini sana tazelendirirler. O vakit muhabbetin esefli, elemli, muvakkat olmaz; lezzetli, safâlý olur.

 

 

 

 

 

sh:» (G: 134)

 

 

 

Dünyaya muhabbetin ise: Madem Cenab-ý Hakkýn namýnadýr; o vakit dünyanýn dehþetli mevcudatý, sana ünsiyetli bir arkadaþ hükmüne geçer. Mezraa-i âhiret cihetiyle sevdiðin için, her þeyinde âhirete faide verecek bir sermaye, bir meyve alabilirsin. Ne musibetleri sana dehþet verir; ne zeval ve fenasý sana sýkýntý verir. Kemal-i rahatla o misafirhânede müddet-i ikametini geçirirsin. Yoksa, ehl-i gaflet gibi seversen, yüz defa sana söylemiþiz ki: Sýkýntýlý, ezici, boðucu, fenaya mahkûm, neticesiz bir muhabbet içinde boðulur gidersin.

 

 

 

Ýþte bâzý mahbublarýn, Kur'an'ýn irþad ettiði surette olduðu vakit, herbirisinden yüzde ancak bir letafetini gösterdik. Kur'an'ýn gösterdiði yolda olmazsa, yüzden bir mazarratýna iþaret ettik.

 

 

 

Þimdi þu mahbublarýn dâr-ý bekada, âlem-i âhirette, Kur'an-ý Hakîmin âyât-ý beyyinatiyle iþaret ettiði neticeleri iþitmek ve anlamak istersen; iþte o çeþit meþrû muhabbetlerin dâr-ý âhiretteki neticelerini, bir «Mukaddime» ve «Dokuz Ýþaret» le yüzden bir faidesini icmâlen göstereceðiz.

 

 

 

 

 

sh:» (G: 135)

 

 

 

 

 

Mukaddime

 

 

 

Cenab-ý Hak celil ulûhiyyetiyle, cemil rahmetiyle, kebir rububiyetiyle, kerîm re'fetiyle, azîm kudretiyle, lâtif hikmetiyle; þu küçük insanýn vücudunu bu kadar havas ve hissiyat ile, bu derece cevarih ve cihazat ile ve muhtelif âza ve âlât ile ve mütenevvi letaif ve mâneviyat ile teçhiz ve tezyin etmiþtir ki; tâ, mütenevvi ve pek çok âlât ile, hadsiz enva-ý nîmetini, aksam-ý ihsanatýný, tabakat-ý rahmetini o insana ihsas etsin, bildirsin, tattýrsýn, tanýttýrsýn. Hem, tâ binbir esmâsýnýn hadsiz enva-ý tecelliyatlarýný, insana o âlât ile bildirsin, tarttýrsýn, sevdirsin. Ve o insandaki pek kesretli âlât ve cihazatýn herbirisinin ayrý ayrý hizmeti, ubudiyeti olduðu gibi, ayrý ayrý lezzeti, elemi, vazifesi ve mükâfatý vardýr.

 

 

 

Meselâ: Göz, suretlerdeki güzellikleri ve âlem-i mubassaratta güzel mu'cizat-ý kudretin envaýný temaþa eder. Vazifesi, nazar-ý ibretle Sâniine þükrandýr. Nazara mahsus lezzet ve elem mâlûmdur; târife hacet yoktur.

 

 

 

Meselâ: Kulak, sadâlarýn envalarýný, lâtif naðmelerini ve mesmûat âleminde Cenab-ý Hakkýn letaif-i rahmetini hisseder. Ayrý bir ubudiyet, ayrý bir lezzet, ayrý da bir mükâfatý var.

 

 

 

 

 

sh:» (G: 136)

 

 

 

Meselâ: Kuvve-i þamme, kokular taifesindeki letaif-i rahmeti hisseder. Kendine mahsus bir vazife-i þükraniyesi, bir lezzeti vardýr. Elbette mükâfatý dahi vardýr.

 

 

 

Meselâ: Dildeki kuvve-i zaika, bütün mat'umatýn ezvakýný anlamakla gayet mütenevvi bir þükr-ü mânevi ile vazife görür. Ve hâkezâ.. Bütün cihazat-ý insaniyenin ve kalb ve akýl ve ruh gibi büyük ve mühim letâifin böyle ayrý ayrý vazifeleri, lezzetleri vardýr.

 

 

 

Ýþte Cenab-ý Hak ve Hakîm-i Mutlak, bu insanda istihdam ettiði bu cihazatýn elbette her birerlerine lâyýk ücretlerini verecektir. O müteaddit enva-ý muhabbetin sâbýkan beyan edilen dünyadaki muaccel neticelerini herkes vicdan ile hisseder. Ve bir hads-i sâdýk ile isbat edilir. Âhiretteki neticeleri ise: Kat'iyyen vücutlarý ve tahakkuklarý, icmalen Onuncu Sözün Onikinci Hakikat-ý katýa-i sâtiasiyle ve Yirmidokuzuncu Sözün Altý Esas-ý bâhiresiyle isbat edildiði gibi, tafsîlen

 

 

 

اَصْدَقُ الْكَلاَمِ وَاَبْلَغُ النِّظَاِ كَلاَمُ اللَّهِ الْمَلِكِ الْعَزِيزِ الْعَلاَّمِ

 

 

 

olan Kur'aný Hakîm'in Âyât-ý beyyinatiyle tasrih ve telvih ve remz ve iþarâtiyle kat'iyyen sabittir. Daha uzun bürhanlarý getirmeðe lü-

 

 

 

 

 

sh:» (G: 137)

 

 

 

zum yok. Zaten baþka Sözlerde ve Cennete dair Yirmisekizinci Sözün arabî olan ikinci makamýnda ve Yirmidokuzuncu Sözde çok bürhanlar geçmiþtir.

 

 

 

Birinci Ýþaret: Leziz taamlara, hoþ meyvelere þâkirane muhabbet-i meþrûanýn uhrevî neticesi, Kur'anýn nassiyle Cennete lâyýk bir tarzda leziz taamlarý, güzel meyveleridir. Ve o taamlara ve o meyvelere müþtehiyane bir muhabbettir. Hattâ dünyada yediðin meyve üstünde söylediðin «Elhamdülillâh» kelimesi, Cennet meyvesi olarak tecessüm ettirilip, sana takdim edilir. Burada meyve yersin. Orada «Elhamdülillâh» yersin. Ve nimette ve taam içinde in'am-ý Ýlâhîyi ve iltifat-ý Rahmânî'yi gördüðünden o lezzetli þükr-ü mânevî, Cennette gayet leziz bir taam suretinde sana verileceði, Hadîsin nassiyle, Kur'anýn iþârâtiyle ve hikmet ve rahmetin iktizasiyle sabittir.

 

 

 

Ýkinci Ýþaret: Dünyada meþrû bir surette nefsine muhabbet, yani: Mehasisine bina edilen muhabbet deðil, belki noksaniyetlerini görüp, tekmil etmeðe bina edilen þefkat ile onu terbiye etmek ve onu hayra sevketmek neticesi; o nefse lâyýk mahbublarý, Cennette veriyor. Nefis, mâdem dünyada hevâ ve hevesini Cenab-ý Hak yolunda hüsn-ü istîmal etmiþ. Cihazatýný, duygularýný hüsn-ü suretle istihdam etmiþ. Kerîm-i Mutlak, ona dünyadaki meþrû

 

 

 

 

 

sh:» (G: 138)

 

 

 

ve ubudiyetkârane muhabbetin neticesi olarak: Cennette, Cennetin yetmiþ ayrý ayrý enva-ý zînet ve letafetinin nümuneleri olan yetmiþ muhtelif hulleyi giydirip, nefisteki bütün hasseleri memnun edecek, okþayacak yetmiþ enva-i hüsün ile vücudunu süslendirip; herbiri, ruhlu küçük birer Cennet hükmünde olan hurileri, o dâr-ý bekada vereceði, pekçok âyat ile tasrih ve isbat edilmiþtir.

 

 

 

Hem dünyada gençliðe muhabbet, yani, ibadette gençlik kuvvetini sarfetmenin neticesi: Dâr-ý saadette ebedî bir gençliktir.

 

 

 

Üçüncü Ýþaret: Refika-i hayatýna meþrû dairesinde, yani lâtif þefkatine, güzel hasletine, hüsn-ü sîretine binaen samimî muhabbet ile; refika-i hayatýný da nâþizelikten, sair günahlardan muhafaza etmenin netice-i uhreviyesi ise: Rahîm-i Mutlak o refika-i hayatý, hurilerden daha güzel bir surette ve daha zînetli bir tarzda, daha cazibedar bir þekilde, ona dâr-ý saadette ebedî bir refika-i hayatý ve dünyadaki eski maceralarý birbirine mütelezzizane nakletmek ve eski hatýratý birbiren tahattur ettirecek enîs, lâtif, ebedî bir arkadaþ, bir muhib ve mahbub olarak verileceðini vadetmiþtir. Elbette vadettiði þeyi, kat'i verecektir.

 

 

 

Dördüncü iþaret: Valideyn ve evlâda muhabbet-i meþrûanýn neticesi: Nass-ý Kur'an ile

 

 

 

 

 

sh:» (G: 139)

 

 

 

Cenab-ý Erhamürrâhimîn, onlarýn makamlarý ayrý ayrý da olsa, yine o mes'ud âileye; sâfi olarak lezzet-i sohbeti, Cennete lâyýk bir hüsn-ü muaþeret suretinde dâr-ý bekada ebedî mülâkat ile ihsan eder. Ve onbeþ yaþýna girmeden, yani, hadd-i bülûða vasýl olmadan vefat eden çocuklar وِلْدَانٌ مُخَلَّدُونَ ile tâbir edilen Cennet çocuklarý þeklinde ve Cennete lâyýk bir tarzda, gayet süslü, sevimli bir surette; onlarý Cennette dahi peder ve validelerinin kucaklarýna verir veledperverlik hislerini memnun eder, ebedî o zevki ve o lezzeti onlara verir. Zira çocuklar sinn-i teklife girmediklerinden; ebedî sevimli, þirin çocuk olarak kalacaklar. Dünyadaki her lezzetli þeyin en âlâsý Cennette bulunur. Yalnýz çok þirin olan vleedperverlik, yani çocuklarýný sevip okþamak zevki, Cennet tenasül yeri olmadýðýndan, Cennette yoktur zannedilirdi. Ýþte bu surette o dahi vardýr. Hem en zevkli ve en þirin bir tarzda vardýr. Ýþte, kablelbülûð evlâdý vefat edenlere müjde!..

 

 

 

Beþinci Ýþaret: Dünyada «Elhubbu Fillâh» hükmünce; sâlih ahbablara muhabbettin neticesi, Cennette عَلَى سُرُرٍ مُتَقَابِلِينَ ile tâbir edilen: Karþý karþýya kurulmuþ Cennet iskem-

 

 

 

 

 

sh:» (G: 140)

 

 

 

lelerinde oturup, hoþ, þirin, güzel, tatlý bir surette dünya maceralarýný ve kadîm olan hatýratlarýný birbirine nakledip eðlendirmeleri suretinde firaksýz, sâfi bir muhabbet ve sohbet suretinde ahbablariyle görüþtüreceði, Kur'an'ýn nassiyle sabittir.

 

 

 

Altýncý Ýþaret: Enbiya ve evliyaya Kur'an'ýn târif ettiði tarzda muhabbetin neticesi: O enbiya ve evliyanýn þefaatlarýndan berzahta, haþirde istifade etmekle beraber, gayet ulvî ve onlara lâyýk makam ve füyûzattan o muhabbet vasýtasiyle istifaza etmektir.

 

 

 

Evet اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ sýrrýnca; âdi bir adam, en yüksek bir makama, muhabbet ettiði âlî-makam bir zatýn tebaiyyetiyle girebilir.

 

 

 

Yedinci Ýþaret: Güzel þeylere ve bahara meþrû muhabbetin; yani: «Ne kadar güzel yapýlmýþ!» nazar ile, o âsârýn arkasýndaki ef'alin güzelliðini ve intizamýný ve intizam-ý ef'al arkasýndaki güzel Esmânýn cilvelerini ve o güzel Esmânýn arkasýnda sýfâtýn tecelliyatýný ve hâkeza.. sevmekliðin neticesi ise: Dâr-ý bekada o güzel gördüðü masnûattan bin defa daha güzel bir tarzda, esmânýn cilvesini ve esmâ içindeki cemâl ve sýfâtýný, Cennette görmektir. Hattâ Ýmam-ý Rabbanî Radýyallahü Anh de-

 

 

 

 

 

sh:» (G: 141)

 

 

 

miþ ki: «Letaif-i Cennet, cilve-i esmânýn temessülâtýdýr.» Teemmel!..

 

 

 

Sekizinci Ýþaret: Dünyada, dünyanýn âhiret mezraasý ve Esmâ-ý Ýlâhiyye âyinesi olan iki güzel yüzüne karþý mütefekkirane muhabbetin uhrevî neticesi: Dünya kadar, fakat fâni dünya gibi fâni deðil, bâkî bir Cennet verilecektir. Hem dünyada yalnýz zaîf gölgeleri gösterilen esma, o Cennetin âyinelerinde en þa'þaalý bir surette gösterilecektir. Hem dünyayý, mezraa-i âhiret yüzünde sevmenin neticesi; dünyayý fidanlýk, yani: Ancak fidanlarý bir derece yetiþtiren, küçük bir mezraasý hükmünde olacak öyle bir Cenneti verecek ki: Dünyada havas ve hissiyat-ý insaniyye, küçük fidanlar olduðu halde, Cennette en mükemmel bir surette inkiþaf ve dünyada tohumcuklar hükmünde olan istidatlarý, enva-ý lezâiz ve kemalât ile sünbüllenecek surette ona verileceði, rahmetin ve hikmetin muktezasý olduðu gibi, Hadîsin nusûsiyle ve Kur'an'ýn iþârâtiyle sabittir.

 

 

 

Hem madem, dünyanýn her hatanýn baþý olan mezmum muhabbeti deðil, belki esmâya ve ahirete bakan iki yüzünü, esmâ ve âhiret için sevmiþ ve ibadet fikriyle o yüzleri mâmur etmiþ, güya bütün dünyasiyle ibadet etmiþ; elbette dünya kadar bir mükâfat almasý, mukteza-yý rahmet ve hikmettir. Hem madem ahire-

 

 

 

 

 

sh:» (G: 142)

 

 

 

tin muhabbetiyle onun mezraasýný sevmiþ ve Cenab-ý Hakkýn muhabbetiyle âyine-i esmâsýný sevmiþ. Elbette dünya gibi bir mahbub ister. O da, dünya kadar bir Cennettir.

 

 

 

Sual: O kadar büyük ve hâli bir Cennet neye yarar?

 

 

 

Elcevap: Nasýlki eðer mümkün olsa idi, hayal sür'atiyle zeminin aktarýný ve yýldýzlarýn ekserisini gezsen; «Bütün âlem benimdir.» diyebilirsin. Melâike ve insan ve hayvanlarýn iþtirakleri, senin o hükmünü bozmaz. Öyle de: O Cennet dahi dolu olsa, «O Cennet benimdir.» diyebilirsin. Hadîste, «Bazý ehl-i Cennete verilen beþyüz senelik bir cennet» sýrrý; Yirmisekizinci Sözde beyan edilmiþtir.

 

 

 

Dokuzuncu Ýþaret: Ýman ve Muhabbetullahýn neticesi: Ehl-i keþif ve tahkikin ittifakiyle; dünyanýn bin sene hayat-ý mes'ûdanesi, bir saatine deðmeyen Cennet hayatý.. ve Cennet hayatýnýn dahi bin senesi, bir saat müþahedesine deðmeyen bir kudsî, münezzeh cemâl ve kemâl sahibi olan Zât-ý Zülcelâlin müþahedesi, rü'yetidir ki: (Hâþiye) Hadîs-i kat-î ile ve Kur'an'ýn

 

 

 

(Hâþiye): Hadîsin nassiyle: «O þuhud, bütün lezaiz-i Cennetin o derece fevkindedir ki, onlarý unutturur. Ve þuhuddan sonra ehl-i þuhudun hüsn-ü cemâli o derece fazlalaþýr ki; döndükleri vakit, saraylarýndaki aileleri çok dikkat ile, zor ile onlarý tanýyabilirler.» Hadiste vârid olmuþtur.

 

 

 

sh: » (G: 143)

 

nassiyle sabittir. Hazreti-i Süleyman Aleyhisselâm gibi bir kemâl ile meþhur bir zatýn rü'yetine iþtiyaklý bir merak, Hazret-i Yûsuf Aleyhisselâm gibi bir cemâl ile mümtaz bir zatýn þuhuduna meraklý bir iþtiyak, herkes vicdanen hisseder. Acaba dünyanýn bütün mehâsin ve kemalâtýndan binler derece yüksek olan Cennetin bütün mehâsin ve kemâlâtý bir cilve-i cemâli ve kemâli olan bir Zâtýn rü'yeti; ne kadar mergûb, merak-âver ve þuhudu, ne derece matlub ve iþtiyak-âver olduðunu kýyas edebilirsen et.

 

اَللَّهُمَّ ارْزُقْنَا فِى الدُّنْيَا حُبَّكَ وَهُبَّ مَايُقَرِّبُنَآ اِلَيْكَ وَالاِسْتِقَامَةَ كَمَآ اَمَرْتَ وَفِى اْلاَخِرَةِ رَحْمَتَكَ وَرُوْيَتَكَ

 

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَآ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

 

اَللَّهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى مَنْ اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ وَعَلَىاَلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ آمِينَ

 

 

 

***

 

sh: » (G:144)

 

Ondördüncü Lem'anýn

 

ÝKÝNCÝ MAKAMI

 

بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ in binler esrarýndan altý sýrrýna dairdir.

 

Ýhtar : Besmelenin rahmet noktasýnda parlak bir nuru, sönük aklýma uzaktan göründü. Onu, kendi nefsim için nota suretinde kaydetmek istedim. Ve yirmi-otuz kadar sýrlar ile, o nurun etrafýnda bir daire çevirmek ile avlamak ve zabtetmek arzu ettim. Fakat maatteessüf þimdilik o arzuma tam muvaffak olamadým. Yirmi-otuzdan, beþ-altýya indi.

 

"Ey insan!" dediðim vakit, nefsimi murad ediyorum. Bu ders kendi nefsime has iken, ruhen benimle münasebetdar ve nefsi nefsimden daha hüþyar zâtlara belki medar-ý istifade olur niyetiyle, "Ondördüncü Lem'anýn Ýkinci Makamý" olarak müdakkik kardeþlerimin tasviblerine havale ediyorum. Bu ders akýldan ziyade kalbe bakar, delilden ziyade zevke nâzýrdýr.

 

 

 

sh: » (G:145)

 

 

 

بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

 

قَالَتْ يَا اَيُّهَا اْلَمَلَؤاُ اِنِّى اُلْقِىَ اِلَىَّ كِتَابٌ كَرِيمٌ اِنَّهُ مِنْ سُلَيْمنَ وَ اِنَّهُ بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

 

Þu makamda birkaç sýr zikredilecektir.

 

Birinci Sýr: "Bismillahirrahmanirrahîm"in bir cilvesini þöyle gördüm ki:

 

Kâinat sîmasýnda, arz sîmasýnda ve insan sîmasýnda birbiri içinde birbirinin nümunesini gösteren üç sikke-i rububiyet var. Biri: Kâinatýn heyet-i mecmuasýndaki teavün, tesanüd, teanuk, tecavübden tezahür eden sikke-i kübra-i uluhiyettir ki, "Bismillah" ona bakýyor. Ýkincisi: Küre-i Arz sîmasýnda nebatat ve hayvanatýn tedbir ve terbiye ve idaresindeki teþabüh, tenasüb, intizam, insicam, lütuf ve merhametten tezahür eden sikke-i kübra-i Rahmaniyettir ki, "Bismillahirrahman" ona bakýyor. Sonra insanýn mahiyet-i câmiasýnýn sîmasýndaki letaif-i re'fet ve dekaik-ý þefkat ve þuaat-ý merhamet-i Ýlahiyeden tezahür eden sikke-i ulya-i Rahîmiyettir ki, "Bismillahirrahmanirrahîm" deki "Errahîm" ona bakýyor. Demek "Bismillahirrahmanirrahîm" sahife-i âlemde bir satýr-ý nuranî teþkil eden üç sikke-i

 

sh: » (G:146)

 

ehadiyetin kudsî ünvanýdýr ve kuvvetli bir haytýdýr ve parlak bir hattýdýr. Yani "Bismillahirrahmanirrahîm" yukarýdan nüzul ile semere-i kâinat ve âlemin nüsha-i musaggarasý olan insana ucu dayanýyor. Ferþi Arþ'a baðlar. Ýnsanî arþa çýkmaða bir yol olur.

 

Ýkinci Sýr: Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan, hadsiz kesret-i mahlukatta tezahür eden vâhidiyet içinde ukûlü boðmamak için, daima o vâhidiyet içinde ehadiyet cilvesini gösteriyor. Yani, meselâ nasýlki Güneþ, ziyasýyla hadsiz eþyayý ihata ediyor. Mecmu-u ziyasýndaki Güneþ'in zâtýný mülahaza etmek için gayet geniþ bir tasavvur ve ihatalý bir nazar lâzým olduðundan; Güneþ'in zâtýný unutturmamak için, herbir parlak þeyde Güneþ'in zâtýný aksi vasýtasýyla gösteriyor ve her parlak þey, kendi kabiliyetince Güneþ'in cilve-i zâtîsiyle beraber ziyasý, harareti gibi hassalarýný gösteriyor ve her parlak þey Güneþ'i bütün sýfâtýyla kabiliyetine göre gösterdiði gibi; Güneþ'in ziya ve hararet ve ziyadaki elvan-ý seb'a gibi keyfiyatlarýnýn her birisi dahi, umum mukabilindeki þeyleri ihata ediyor. Öyle de: وَلِلّهِ اْلمَثَلُ اْلاَعْلَى -temsilde hata olmasýn- ehadiyet ve samediyet-i Ýlahiye, herbir þeyde, hususan zîhayatta,

 

sh: » (G:147)

 

hususan insanýn mahiyet âyinesinde bütün esmasýyla bir cilvesi olduðu gibi.. vahdet ve vâhidiyet cihetiyle dahi, mevcudat ile alâkadar herbir ismi bütün mevcudatý ihata ediyor. Ýþte vâhidiyet içinde ukûlü boðmamak ve kalbler Zât-ý Akdes'i unutmamak için, daima vâhidiyetteki sikke-i ehadiyeti nazara veriyor ki, o sikkenin üç mühim ukdesini irae eden "Bismillahirrahmanirrahîm"dir.

 

Üçüncü Sýr: Þu hadsiz kâinatý þenlendiren, bilmüþahede rahmettir. Ve bu karanlýklý mevcudatý ýþýklandýran, bilbedahe yine rahmettir. Ve bu hadsiz ihtiyacat içinde yuvarlanan mahlukatý terbiye eden, bilbedahe yine rahmettir. Ve bir aðacýn bütün heyetiyle meyvesine müteveccih olduðu gibi, bütün kâinatý insana müteveccih eden ve her tarafta ona baktýran ve muavenetine koþturan bilbedahe rahmettir. Ve bu hadsiz fezayý ve boþ ve hâlî âlemi dolduran, nurlandýran ve þenlendiren, bilmüþahede rahmettir. Ve bu fâni insaný ebede namzed eden ve ezelî ve ebedî bir zâta muhatab ve dost yapan, bilbedahe rahmettir.

 

Ey insan, madem rahmet böyle kuvvetli ve cazibedar ve sevimli ve mededkâr bir hakikat-ý mahbubedir. "Bismillahirrahmanirrahîm" de. O hakikata yapýþ ve vahþet-i mutlakadan ve hadsiz ihtiyacatýn elemlerinden kurtul ve o Sultan-ý Ezel ve Ebed'in tahtýna yanaþ ve o

 

 

 

sh: » (G:148)

 

Rahmetin þefkatiyle ve þefaatýyla ve þuaatýyla o Sultan'a muhatab ve halil ve dost ol! Evet kâinatýn enva'ýný hikmet dairesinde insanýn etrafýnda toplayýp bütün hacatýna kemal-i intizam ve inayet ile koþturmak, bilbedahe iki haletten birisidir:

 

Ya kâinatýn herbir nev'i kendi kendine insaný tanýyor, ona itaat ediyor, muavenetine koþuyor. Bu ise yüz derece akýldan uzak olduðu gibi, çok muhalâtý intac ediyor. Ýnsan gibi bir âciz-i mutlakta, en kuvvetli bir Sultan-ý Mutlak'ýn kudreti bulunmak lâzým geliyor. Veyahut bu kâinatýn perdesi arkasýnda bir Kadîr-i Mutlak'ýn ilmi ile bu muavenet oluyor. Demek kâinatýn enva'ý, insaný tanýyor deðil, belki insaný bilen ve tanýyan, merhamet eden bir zâtýn tanýmasýnýn ve bilmesinin delilleridir.

 

Ey insan! Aklýný baþýna al. Hiç mümkün müdür ki: Bütün enva'-ý mahlukatý sana müteveccihen muavenet ellerini uzattýran ve senin hacetlerine "Lebbeyk! dedirten Zât-ý Zülcelal seni bilmesin, tanýmasýn, görmesin? Madem seni biliyor, rahmetiyle bildiðini bildiriyor. Sen de onu bil, hürmetle bildiðini bildir. Ve kat'iyen anla ki: Senin gibi zaîf-i mutlak, âciz-i mutlak, fakir-i mutlak, fâni, küçük bir mahluka koca kâinatý müsahhar etmek ve onun imdadýna göndermek; elbette hikmet ve inayet ve ilim ve kudreti tazammun eden hakikat-ý rahmettir. Elbette böyle bir Rahmet,

 

sh: » (G:149)

 

senden küllî ve hâlis bir þükür ve ciddî ve safî bir hürmet ister. Ýþte o hâlis þükrün ve o safi hürmetin tercümaný ve ünvaný olan "Bismillahirrahmanirrahîm"i de. O rahmetin vusulüne vesile ve o Rahman'ýn dergâhýnda þefaatçý yap. Evet rahmetin vücudu ve tahakkuku, Güneþ kadar zâhirdir. Çünki nasýl merkezî bir nakýþ, her taraftan gelen atký ve iplerin intizamýndan ve vaziyetlerinden hasýl oluyor. Öyle de: Bu kâinatýn daire-i kübrasýnda binbir ism-i Ýlahînin cilvesinden uzanan nuranî atkýlar, kâinat sîmasýnda öyle bir sikke-i rahmet içinde bir hâtem-i rahîmiyeti ve bir nakþ-ý þefkati dokuyor ve öyle bir hâtem-i inayeti nescediyor ki, Güneþ'ten daha parlak kendini akýllara gösteriyor. Evet Þems ve Kamer'i, anasýr ve maadini, nebatat ve hayvanatý bir nakþ-ý azamýn atký ipleri gibi o binbir isimlerin þualarýyla tanzim eden ve hayata hâdim eden ve nebatî ve hayvanî olan umum validelerin gayet þirin ve fedakârane þefkatleriyle þefkatini gösteren ve zevilhayatý hayat-ý insaniyeye müsahhar eden ve ondan rububiyet-i Ýlahiyenin gayet güzel ve þirin bir nakþ-ý azamýný ve insanýn ehemmiyetini gösteren ve en parlak rahmetini izhar eden o Rahman-ý Zülcemal, elbette kendi istiðna-i mutlakýna karþý, rahmetini ihtiyac-ý mutlak içindeki zîhayata ve insana makbul bir þefaatçý yapmýþ.

 

sh: » (G:150)

 

Ey insan, eðer insan isen "Bismillahirrahmanirrahîm" de. O þefaatçýyý bul. Evet, zeminde dörtyüz bin muhtelif ayrý ayrý nebatatýn ve hayvanatýn taifelerini, hiç birini unutmayarak, þaþýrmayarak, vakti vaktine kemal-i intizam ile hikmet ve inayet ile terbiye ve idare eden ve küre-i arzýn sîmasýnda hâtem-i ehadiyeti vaz'eden; bilbedahe belki bilmüþahede, rahmettir ve o rahmetin vücudu, bu küre-i arzýn sîmasýndaki mevcudatýn vücudlarý kadar kat'î olduðu gibi, o mevcudat adedince tahakkukunun delilleri var. Evet zeminin yüzünde öyle bir hâtem-i rahmet ve sikke-i ehadiyet bulunduðu gibi, insanýn mahiyet-i maneviyesinin sîmasýnda dahi öyle bir sikke-i rahmet vardýr ki, küre-i arz sîmasýndaki sikke-i merhamet ve kâinat sîmasýndaki sikke-i uzma-yý rahmetten daha aþaðý deðil. Âdeta binbir ismin cilvesinin bir nokta-i mihrakýyesi hükmünde bir câmiiyeti var.

 

Ey insan, hiç mümkün müdür ki: Sana bu sîmayý veren ve o sîmada böyle bir sikke-i rahmeti ve bir hâtem-i ehadiyeti vaz'eden zât seni baþýboþ býraksýn, sana ehemmiyet vermesin, senin harekâtýna dikkat etmesin, sana müteveccih olan bütün kâinatý abes yapsýn, hilkat þeceresini meyvesi çürük, bozuk, ehemmiyetsiz bir aðaç yapsýn? Hem hiç bir cihetle þübhe kabûl

 

sh: » (G:151)

 

etmiyen ve hiç bir vechile noksaniyeti olmayan, güneþ gibi zâhir olan rahmetini ve ziya gibi görünen hikmetini inkâr ettirsin? Hâþâ!..

 

Ey insan! Bil ki: O rahmetin arþýna yetiþmek için bir mi'rac var. O mi'rac "Bismillahirrahmanirrahîm"dir. Ve bu mi'rac ne kadar ehemmiyetli olduðunu anlamak istersen, Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan'ýn yüzondört sûrelerinin baþlarýna ve hem bütün mübarek kitablarýn ibtidalarýna ve umum mübarek iþlerin mebde'lerine bak. Ve Besmelenin azamet-i kadrine en kat'î bir hüccet þudur ki: Ýmam-ý Þafiî (R.A.) gibi çok büyük müçtehidler demiþler: "Besmele tek bir âyet olduðu halde Kur'anda yüzondört defa nâzil olmuþtur."

 

Dördüncü Sýr: Hadsiz kesret içinde vâhidiyet tecellisi, hitab-ý اِيَّاكَ نَعْبُد demekle herkese kâfi gelmiyor. Fikir daðýlýyor. Mecmuundaki vahdet arkasýnda Zât-ý Ehadiyet'i mülahaza edip اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَ اِيَّاكَ نَسْتَعِين demeðe küre-i arz vüs'atinde bir kalb bulunmak lâzým geliyor. Ve bu sýrra binaen cüz'iyatta zâhir bir surette sikke-i ehadiyeti gösterdiði gibi, herbir nevide sikke-i ehadiyeti göstermek ve Zât-ý Ehad'i mülahaza ettirmek için hâtem-i rahmaniyet içinde bir sikke-i ehadiyeti

 

 

 

sh: » (G:152)

 

gösteriyor; tâ külfetsiz herkes her mertebede اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَ اِيَّاكَ نَسْتَعِين deyip doðrudan doðruya Zât-ý Akdes'e hitab ederek müteveccih olsun. Ýþte Kur'an-ý Hakîm bu sýrr-ý azîmi ifade içindir ki, kâinatýn daire-i azamýndan meselâ semavat ve arzýn hilkatinden bahsettiði vakit birden en küçük bir daireden ve en dakik bir cüz'îden bahseder; tâ ki, zâhir bir surette hâtem-i ehadiyeti göstersin. Meselâ: Hilkat-ý semavat ve arzdan bahsi içinde hilkat-ý insandan ve insanýn sesinden ve sîmasýndaki dekaik-ý nimet ve hikmetten bahis açar. Tâ ki, fikir daðýlmasýn, kalb boðulmasýn, ruh Mabudunu doðrudan doðruya bulsun. Meselâ: وَمِنْ آيَاتِهِ خَلْقُ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفُ اَلْسِنَتِكُمْ وَ اَلْوَانِكُمْ âyeti mezkûr hakikatý mu'cizane bir surette gösteriyor. Evet hadsiz mahlukatta ve nihayetsiz bir kesrette vahdet sikkeleri, mütedâhil daireler gibi en büyüðünden, en küçük sikkeye kadar enva'ý ve mertebeleri vardýr. Fakat o vahdet ne kadar olsa yine kesret içinde bir vahdettir. Hakikî hitabý tam temin edemiyor. Onun için, vahdet arkasýnda ehadiyet sikkesi bulunmak lâzýmdýr. Tâ ki, kesreti hatýra getirmesin. Doðrudan doðruya Zât-ý Akdes'e karþý

 

sh: » (G:153)

 

kalbe yol açsýn. Hem sikke-i ehadiyete nazarlarý çevirmek ve kalbleri celbetmek için o sikke-i ehadiyet üstünde gayet cazibedar bir nakýþ ve gayet parlak bir nur ve gayet þirin bir halâvet ve gayet sevimli bir cemal ve gayet kuvvetli bir hakikat olan rahmet sikkesini ve rahîmiyet hâtemini koymuþtur. Evet o rahmetin kuvvetidir ki, zîþuurun nazarlarýný celbeder, kendine çeker ve ehadiyet sikkesine îsal eder. Ve Zât-ý Ehadiye'yi mülahaza ettirir ve ondan اِيّاكَ نَعْبُدُ وَاِيّاكَ نَسْتَعِينُ deki hakikî hitaba mazhar eder. Ýþte "Bismillahirrahmanirrahîm" Fatiha'nýn fihristesi ve Kur'anýn mücmel bir hülâsasý olduðu cihetle, bu mezkûr sýrr-ý azîmin ünvaný ve tercümaný olmuþ. Bu ünvaný eline alan, rahmetin tabakatýnda gezebilir. Ve bu tercümaný konuþturan, esrar-ý rahmeti öðrenir ve envar-ý rahîmiyeti ve þefkati görür.

 

Beþinci Sýr: Bir hadîs-i þerifte varid olmuþ ki:

 

اِنَّ اللّهَ خَلَقَ اْلاِنْسَانَ عَلَى صُورَةِ الرَّحْمنِ

 

-ev kema kal- Bu Hadîsi, bir kýsým ehl-i tarîkat, akâid-i îmaniyeye münasib düþmeyen acib bir tarzda tefsir etmiþler. Hattâ onlardan bir kýsým

 

sh: » (G:154)

 

ehl-i aþk, insanýn sîma-yý manevîsine bir suret-i Rahman nazarýyla bakmýþlar. Ehl-i aþkýn çoðunda istiðrak ve iltibas olduðundan, hakikata muhalif telakkilerinde belki mazurdurlar. Fakat, aklý baþýnda olanlar, fikren onlarýn esas-ý akaide münafî olan manalarýný kabul edemez. Etse hata eder. Evet bütün kâinatý bir saray, bir ev gibi muntazam idare eden ve yýldýzlarý zerreler gibi hikmetli ve kolay çeviren ve gezdiren ve zerratý muntazam memurlar gibi istihdam eden Zât-ý Akdes-i Ýlahî'nin þeriki, nazîri, zýddý, niddi olmadýðý gibi, لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَىْءٌ وَهُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ sýrrýyla sureti, misli, misali, þebihi dahi olamaz. Fakat, وَلَهُ اْلمَثَلُ اْلاَعْلَى فِى السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ sýrrýyla, mesel ve temsil ile, þuunatýna ve sýfât ve esmasýna bakýlýr. Demek mesel ve temsil, þuunat nokta-i nazarýnda vardýr. Þu mezkûr hadîs-i þerifin çok makasýdýndan birisi þudur ki: Ýnsan, ism-i Rahman'ý tamamýyla gösterir bir surettedir. Evet sâbýkan beyan ettiðimiz gibi, kâinatýn sîmasýnda binbir ismin þualarýndan tezahür eden ism-i Rahman göründüðü gibi, zemin yüzünün sîmasýnda rububiyet-i mutlaka-i Ýlahiyenin hadsiz cilveleriyle tezahür

 

sh: » (G:155)

 

eden ism-i Rahman gösterildiði gibi, insanýn suret-i câmiasýnda küçük bir mikyasta zeminin sîmasý ve kâinatýn sîmasý gibi yine o ism-i Rahman'ýn cilve-i etemmini gösterir demektir. Hem iþarettir ki: Zât-ý Rahmanurrahîm'in delilleri ve âyineleri olan zîhayat ve insan gibi mazharlar, o kadar o Zât-ý Vâcib-ül Vücud'a delaletleri kat'î ve vâzýh ve zâhirdir ki, Güneþ'in timsalini ve aksini tutan parlak bir âyine parlaklýðýna ve delaletinin vuzuhuna iþareten "O âyine Güneþ'tir" denildiði vakit, "Ýnsanda suret-i Rahman var" vuzuh-u delaletine ve kemal-i münasebetine iþareten denilmiþ ve denilir. Ve ehl-i Vahdet-ül Vücud'un mutedil kýsmý "Lâ Mevcude illâ Hu" bu sýrra binaen, bu delaletin vuzuhuna ve bu münasebetin kemaline bir ünvan olarak demiþler.

 

اََللّهُمَّ يَا رَحْمنُ يَا رَحِيمُ بِحَقِّ بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ اِرْحَمْنَا كَمَا يَلِيقُ بِرَحِيمِيَّتِكَ وَ فَهِّمْنَا اَسْرَارَ بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ كَمَا يَلِيقُ بِرَحْمَانِيَّتِكَ آمِينَ

 

Altýncý Sýr: Ey hadsiz acz ve nihayetsiz fakr içinde yuvarlanan bîçare insan! Rahmet ne kadar kýymetdar bir vesile ve ne kadar makbul bir þefaatçý olduðunu bununla anla ki: O rahmet, öyle bir Sultan-ý Zülcelal'e vesiledir

 

 

 

 

 

sh: » (G:156)

 

ki, yýldýzlarla zerrat beraber olarak kemal-i intizam ve itaatla -beraber- ordusunda hizmet ediyorlar. Ve o Zât-ý Zülcelal'in ve o Sultan-ý Ezel ve Ebed'in istiðna-i zâtîsi var ve istiðna-i mutlak içindedir.

 

Hiç bir cihetle kâinata ve mevcudata ihtiyacý olmayan bir Ganiyy-i Alel-ýtlaktýr. Ve bütün kâinat taht-ý emir ve idaresinde ve heybet ve azameti altýnda nihayet itaatte, celaline karþý tezellüldedir. Ýþte rahmet seni ey insan! O Müstaðni-i Alel-ýtlak'ýn ve Sultan-ý Sermedî'nin huzuruna çýkarýr ve ona dost yapar ve ona muhatab eder ve sevgili bir abd vaziyetini verir. Fakat nasýl sen Güneþ'e yetiþemiyorsun, çok uzaksýn; hiçbir cihetle yanaþamýyorsun. Fakat Güneþin ziyasý Güneþ'in aksini, cilvesini, senin âyinen vasýtasýyla senin eline verir. Öyle de: O Zât-ý Akdes'e ve o Þems-i Ezel ve Ebed'e biz çendan nihayetsiz uzaðýz, yanaþamayýz. Fakat onun ziya-i rahmeti, onu bize yakýn ediyor.

 

Ýþte ey insan! Bu rahmeti bulan, ebedî tükenmez bir hazine-i nur buluyor. O hazineyi bulmasýnýn çaresi: Rahmetin en parlak bir misali ve mümessili ve o rahmetin en belîð bir lisaný ve dellâlý olan ve Rahmeten lil-âlemîn ünvanýyla Kur'anda tesmiye edilen Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn sünnetidir ve

 

sh: » (G:157)

 

tebaiyetidir. Ve bu Rahmeten lil-âlemîn olan rahmet-i mücessemeye vesile ise, salavattýr. Evet salavatýn manasý, rahmettir. Ve o zîhayat mücessem rahmete rahmet duasý olan salavat ise, o Rahmeten lil-âlemîn'in vusulüne vesiledir. Öyle ise sen salavatý kendine, o Rahmeten lil-âlemîn'e vesile yap ve o zâtý da rahmet-i Rahman'a vesile ittihaz et.

 

Umum ümmetin Rahmeten lil-âlemîn olan Aleyhissalâtü Vesselâm hakkýnda hadsiz bir kesretle rahmet manasýyla salavat getirmeleri, rahmet ne kadar kýymetdar bir hediye-i Ýlahiye ve ne kadar geniþ bir dairesi olduðunu parlak bir surette isbat eder.

 

Elhasýl: Hazine-i rahmetin en kýymetdar pýrlantasý ve kapýcýsý Zât-ý Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm olduðu gibi, en birinci anahtarý dahi: "Bismillahirrahmanirrahîm"dir. Ve en kolay bir anahtarý da salavattýr.

 

اَللّهُمَّ بِحَقِّ اَسْرَارِ بِسْمِ اللّهِ الرَحْمنِ الرَّحِيمِ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى مَنْ اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ كَمَا يَلِيقُ بِرَحْمَتِكَ وَ بِحُرْمَتِهِ وَ عَلَى آلِهِ وَ اَصْحَابِهِ اَجْمَعِينَ وَ ارْحَمْنَا رَحْمَةً تُغْنِينَا بِهَا عَنْ رَحْمَةِ مَنْ سِوَاكَ مِنْ خَلْقِكَ آمِينَ.

 

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

 

 

 

sh: » (G:158)

 

Yirmiüçüncü Söz

 

Þu sözün iki mebhasý vardýr.

 

بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

 

لَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ فِى اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ ثُمَّ رَدَدْنَاهُ اَسْفَلَ سَافِلِينَ اِلاَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَ عَمِلُوا الصَّالِحَاتِ

 

Birinci Mebhas

 

Ýmanýn binler mehasininden yalnýz beþini "Beþ Nokta" içinde beyan ederiz.

 

Birinci Nokta: Ýnsan, nur-u îman ile a'lâ-yý illiyyîne çýkar; Cennet'e lâyýk bir kýymet alýr. Ve zulmet-i küfür ile, esfel-i sâfilîne düþer; Cehennem'e ehil (olacak) bir vaziyete girer. Çünki îman, insaný Sâni'-i Zülcelal'ine nisbet ediyor; îman, bir intisabdýr. Öyle ise insan, îman ile insanda tezahür eden san'at-ý Ýlahiye ve nukuþ-u esma-i Rabbaniye itibariyle bir kýymet alýr. Küfür, o nisbeti kat'eder. O kat'dan san'at-ý Rabbaniye gizlenir. Kýymeti dahi yalnýz madde itibariyle olur. Madde ise, hem fâniye, hem zâile, hem muvakkat bir hayat-ý hayvanî olduðundan, kýymeti hiç hükmündedir.

 

Bu sýrrý bir temsil ile beyan edeceðiz. Meselâ:

 

sh: » (G:159)

 

Ýnsanlarýn san'atlarý içinde nasýlki maddenin kýymeti ile san'atýn kýymeti ayrý ayrýdýr. Bazan müsavi, bazan madde daha kýymettar, bazan oluyor ki; beþ kuruþluk demir gibi bir maddede beþ liralýk bir san'at bulunuyor. Belki bazan, antika olan bir san'at, bir milyon kýymeti aldýðý halde, maddesi beþ kuruþa da deðmiyor. Ýþte öyle antika bir san'at, antikacýlarýn çarþýsýna gidilse, hârika-piþe ve pek eski hünerver san'atkârýna nisbet ederek o san'atkârý yâd etmekle ve o san'atla teþhir edilse, bir milyon fiatla satýlýr. Eðer kaba demirciler çarþýsýna gidilse, beþ kuruþluk bir demir bahasýna alýnabilir.

 

 

 

 

 

Ýþte insan, Cenab-ý Hakk'ýn böyle antika bir san'atýdýr ve en nazik ve nazenin bir mu'cize-i kudretidir ki; insaný, bütün esmasýnýn cilvesine mazhar ve nakýþlarýna medar ve kâinata bir misal-i musaggar suretinde yaratmýþtýr.

 

Eðer nur-u îman, içine girse, üstündeki bütün manidar nakýþlar, o ýþýkla okunur. O mü'min, þuur ile okur ve o intisabla okutur. Yani: "Sâni'-i Zülcelal'in masnuuyum, mahlukuyum, rahmet ve keremine mazharým" gibi manalarla insandaki san'at-ý Rabbaniye tezahür eder. Demek Sâniine intisabdan ibaret olan îman; insandaki bütün âsâr-ý san'atý izhar eder. Ýnsanýn kýymeti, o san'at-ý Rabbaniyeye göre olur ve âyine-i Samedaniye itibariyledir. O halde þu ehemmiyetsiz olan insan, þu itibarla

 

sh: » (G:160)

 

 

 

bütün mahlukat üstünde bir muhatab-ý Ýlahî ve Cennet'e lâyýk bir misafir-i Rabbanî olur.

 

Eðer kat'-ý intisabdan ibaret olan küfür, insanýn içine girse; o vakit bütün o manidar nukuþ-u esma-i Ýlahiye karanlýða düþer, okunmaz. Zira Sâni' unutulsa, Sânia müteveccih manevî cihetler de anlaþýlmaz. Âdeta baþ aþaðý düþer. O manidar âlî san'atlarýn ve manevî âlî nakýþlarýn çoðu gizlenir. Bâki kalan ve göz ile görülen bir kýsmý ise; süflî esbaba ve tabiata ve tesadüfe verilip, nihayet sukut eder. Herbiri birer parlak elmas iken, birer sönük þiþe olurlar. Ehemmiyeti yalnýz madde-i hayvaniyeye bakar. Maddenin gayesi ve meyvesi ise; -dediðimiz gibi- kýsacýk bir ömürde hayvanatýn en âcizi ve en muhtacý ve en kederlisi olduðu bir halde yalnýz cüz'î bir hayat geçirmektir. Sonra tefessüh eder gider. Ýþte küfür, böyle mahiyet-i insaniyeyi yýkar, elmastan kömüre kalbeder.

 

Ýkinci Nokta: Ýman nasýlki bir nurdur, insaný ýþýklandýrýyor, üstünde yazýlan bütün mektubat-ý Samedaniyeyi okutturuyor. Öyle de, kâinatý dahi ýþýklandýrýyor. Zaman-ý mazi ve müstakbeli, zulümattan kurtarýyor. Þu sýrrý, bir vakýada

 

اَللّهُ وَلِىُّ الَّذِينَ آمَنُوا يُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِ

 

âyet-i kerimesinin bir sýrrýna dair gördüðüm

 

sh: » (G:161)

 

bir temsil ile beyan ederiz. Þöyle ki:

 

Bir vakýa-i hayaliyede gördüm ki: Ýki yüksek dað var birbirine mukabil. Üstünde dehþetli bir köprü kurulmuþ. Köprünün altýnda pek derin bir dere. Ben o köprünün üstünde bulunuyorum. Dünyayý da, her tarafý karanlýk, kesif bir zulümat istila etmiþti. Ben sað tarafýma baktým; nihayetsiz bir zulümat içinde bir mezar-ý ekber gördüm, yani tahayyül ettim. Sol tarafýma baktým; müdhiþ zulümat dalgalarý içinde azîm fýrtýnalar, daðdaðalar, dâhiyeler hazýrlandýðýný görüyor gibi oldum. Köprünün altýna baktým; gayet derin bir uçurum görüyorum zannettim. Bu müdhiþ zulümata karþý sönük bir cep fenerim vardý. Onu istimal ettim, yarým yamalak ýþýðýyla baktým. Pek müdhiþ bir vaziyet bana göründü. Hattâ önümdeki köprünün baþýnda ve etrafýnda öyle müdhiþ ejderhalar, arslanlar, canavarlar göründü ki; keþke bu cep fenerim olmasa idi, bu dehþetleri görmese idim, dedim. O feneri hangi tarafa çevirdim ise, öyle dehþetler aldým. "Eyvah! Þu fener, baþýma beladýr" dedim. Ondan kýzdým; o cep fenerini yere çarptým, kýrdým. Güya onun kýrýlmasý, dünyayý ýþýklandýran büyük elektrik lâmbasýnýn düðmesine dokundum gibi birden o zulümat boþandý. Her taraf o lâmbanýn nuru ile doldu. Herþeyin hakikatýný gösterdi. Baktým ki: O gördüðüm köprü, gayet muntazam yerde,

 

sh: » (G:162)

 

ova içinde bir caddedir. Ve sað tarafýmda gördüðüm mezar-ý ekber; baþtan baþa güzel, yeþil bahçelerle nuranî insanlarýn taht-ý riyasetinde ibadet ve hizmet ve sohbet ve zikir meclisleri olduðunu farkettim. Ve sol tarafýmda, fýrtýnalý, daðdaðalý zannettiðim uçurumlar, þahikalar ise; süslü, sevimli cazibedar olan daðlarýn arkalarýnda azîm bir ziyafetgâh, güzel bir seyrangâh, yüksek bir nüzhetgâh bulunduðunu hayal meyal gördüm. Ve o müdhiþ canavarlar, ejderhalar zannettiðim mahluklar ise, munis deve, öküz, koyun, keçi gibi hayvanat-ý ehliye olduðunu gördüm. "Elhamdülillahi alâ nur-il îman" diyerek اَللّهُ وَلِىُّ الَّذِينَ آمَنُوا يُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِ âyet-i kerimesini okudum, o vakýadan ayýldým.

 

Ýþte o iki dað; mebde-i hayat, âhir-i hayat.. yani âlem-i arz ve âlem-i berzahtýr. O köprü ise, hayat yoludur. O sað taraf ise, geçmiþ zamandýr. Sol taraf ise, istikbaldir. O cep feneri ise, hodbin ve bildiðine itimad eden ve vahy-i semavîyi dinlemeyen enaniyet-i insaniyedir. O canavarlar zannolunan þeyler ise âlemin hâdisatý ve acib mahlukatýdýr.

 

Ýþte enaniyetine itimad eden, zulümat-ý gaflete düþen, dalalet karanlýðýna mübtela olan adam; o vakýada evvelki halime benzer ki: O

 

sh: » (G:163)

 

cep feneri hükmünde nâkýs ve dalalet-âlûd malûmat ile zaman-ý maziyi, bir mezar-ý ekber suretinde ve adem-âlûd bir zulümat içinde görüyor. Ýstikbali, gayet fýrtýnalý ve tesadüfe baðlý bir vahþetgâh gösterir. Hem herbirisi, bir Hakîm-i Rahîm'in birer memur-u müsahharý olan hâdisat ve mevcudatý, muzýr birer canavar hükmünde bildirir. وَالَّذِينَ كَفَرُوا اَوْلِيَاؤُهُمُ الطَّاغُوتُ يُخْرِجُونَهُمْ مِنَ النُّورِ اِلَى الظُّلُمَاتِ hükmüne mazhar eder. Eðer hidayet-i Ýlahiye yetiþse, îman kalbine girse, nefsin firavuniyeti kýrýlsa, Kitabullah'ý dinlese, o vakýada ikinci halime benzeyecek. O vakit birden kâinat bir gündüz rengini alýr, nur-u Ýlahî ile dolar. Âlem اَللّهُ نُورُ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ âyetini okur. O vakit zaman-ý mazi, bir mezar-ý ekber deðil, belki herbir asrý bir nebinin veya evliyanýn taht-ý riyasetinde vazife-i ubudiyeti îfa eden ervah-ý sâfiye cemaatlarýnýn vazife-i hayatlarýný bitirmekle "Allahü Ekber" diyerek makamat-ý âliyeye uçmalarýný ve müstakbel tarafýna geçmelerini kalb gözü ile görür. Sol tarafýna bakar ki; daðlar-misal bazý inkýlabat-ý berzahiye ve uhreviye arkalarýnda Cennet'in baðlarýndaki saadet saraylarýnda kurulmuþ bir

 

sh: » (G:164)

 

ziyafet-i Rahmaniyeyi o nur-u îman ile uzaktan uzaða fark eder. Ve fýrtýna ve zelzele, taun gibi hâdiseleri, birer müsahhar memur bilir. Bahar fýrtýnasý ve yaðmur gibi hâdisatý; sureten haþin, manen çok latif hikmetlere medar görüyor. Hattâ mevti, hayat-ý ebediyenin mukaddemesi ve kabri, saadet-i ebediyenin kapýsý görüyor. Daha sair cihetleri sen kýyas eyle. Hakikatý temsile tatbik et...

 

Üçüncü Nokta: Ýman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet hakikî îmaný elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve îmanýn kuvvetine göre hâdisatýn tazyikatýndan kurtulabilir. "Tevekkeltü alallah" der, sefine-i hayatta kemal-i emniyetle hâdisatýn daðlarvari dalgalarý içinde seyran eder. Bütün aðýrlýklarýný Kadîr-i Mutlak'ýn yed-i kudretine emanet eder, rahatla dünyadan geçer, berzahta istirahat eder. Sonra saadet-i ebediyeye girmek için Cennet'e uçabilir. Yoksa tevekkül etmezse, dünyanýn aðýrlýklarý uçmasýna deðil, belki esfel-i safilîne çeker. Demek îman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dareyni iktiza eder.

 

Fakat yanlýþ anlama. Tevekkül, esbabý bütün bütün reddetmek deðildir. Belki esbabý dest-i kudretin perdesi bilip riayet ederek; esbaba teþebbüs ise, bir nevi dua-i fiilî telakki ederek; müsebbebatý yalnýz Cenab-ý Hak'tan

 

sh: » (G:165)

 

istemek ve neticeleri ondan bilmek ve ona minnettar olmaktan ibarettir.

 

Tevekkül eden ve etmeyenin misalleri, þu hikâyeye benzer:

 

Vaktiyle iki adam hem bellerine, hem baþlarýna aðýr yükler yüklenip, büyük bir sefineye bir bilet alýp girdiler. Birisi girer girmez yükünü gemiye býrakýp, üstünde oturup nezaret eder. Diðeri hem ahmak, hem maðrur olduðundan yükünü yere býrakmýyor. Ona denildi: "Aðýr yükünü gemiye býrakýp rahat et." O dedi: "Yok, ben býrakmayacaðým. Belki zayi' olur. Ben kuvvetliyim. Malýmý, belimde ve baþýmda muhafaza edeceðim." Yine ona denildi: "Bizi ve sizi kaldýran þu emniyetli sefine-i sultaniye daha kuvvetlidir. Daha ziyade iyi muhafaza eder. Belki baþýn döner, yükün ile beraber denize düþersin. Hem gittikçe kuvvetten düþersin. Þu bükülmüþ belin, þu akýlsýz baþýn gittikçe aðýrlaþan þu yüklere takat getiremeyecek. Kaptan dahi eðer seni bu halde görse, ya divanedir diye seni tardedecek. Ya haindir, gemimizi ittiham ediyor, bizimle istihza ediyor, hapis edilsin, diye emredecektir. Hem herkese maskara olursun. Çünki ehl-i dikkat nazarýnda, za'fý gösteren tekebbürün ile, aczi gösteren gururun ile, riyayý ve zilleti gösteren tasannuun ile kendini halka mudhike yaptýn.

 

sh: » (G:166)

 

Herkes sana gülüyor." denildikten sonra o bîçarenin aklý baþýna geldi. Yükünü yere koydu, üstünde oturdu. "Oh!.. Allah senden razý olsun. Zahmetten, hapisten, maskaralýktan kurtuldum." dedi.

 

Ýþte ey tevekkülsüz insan! Sen de bu adam gibi aklýný baþýna al, tevekkül et. Tâ bütün kâinatýn dilenciliðinden ve her hâdisenin karþýsýnda titremekten ve hodfüruþluktan ve maskaralýktan ve þekavet-i uhreviyeden ve tazyikat-ý dünyeviye hapsinden kurtulasýn.

 

Dördüncü Nokta: Ýman, insaný insan eder. Belki insaný sultan eder. Öyle ise, insanýn vazife-i asliyesi, îman ve duadýr. Küfür, insaný gayet âciz bir canavar hayvan eder.

 

Þu mes'elenin binler delillerinden yalnýz hayvan ve insanýn dünyaya gelmelerindeki farklarý, o mes'eleye vâzýh bir delildir ve bir bürhan-ý katý'dýr. Evet insaniyet, îman ile insaniyet olduðunu; insan ile hayvanýn dünyaya geliþindeki farklarý gösterir. Çünki hayvan dünyaya geldiði vakit âdeta baþka bir âlemde tekemmül etmiþ gibi istidadýna göre mükemmel olarak gelir, yani gönderilir. Ya iki saatte, ya iki günde veya iki ayda, bütün þerait-i hayatiyesini ve kâinatla olan münasebetini ve kavanin-i hayatýný öðrenir, meleke sahibi olur. Ýnsanýn yirmi senede kazandýðý iktidar-ý hayatiyeyi ve meleke-i ameliyeyi, yirmi

 

sh: » (G:167)

 

günde serçe ve arý gibi bir hayvan tahsil eder, yani ona ilham olunur. Demek hayvanýn vazife-i asliyesi; taallümle tekemmül etmek deðildir ve marifet kesbetmekle terakki etmek deðildir ve aczini göstermekle meded istemek, dua etmek deðildir. Belki vazifesi; istidadýna göre taammüldür, amel etmektir, ubudiyet-i fiiliyedir.

 

Ýnsan ise dünyaya geliþinde herþeyi öðrenmeye muhtaç ve hayat kanunlarýna cahil, hattâ yirmi senede tamamen þerait-i hayatý öðrenemiyor. Belki âhir-i ömrüne kadar öðrenmeye muhtaç, hem gayet âciz ve zaîf bir surette dünyaya gönderilip bir-iki senede ancak ayaða kalkabiliyor. Onbeþ senede ancak zarar ve menfaatý farkeder. Hayat-ý beþeriyenin muavenetiyle, ancak menfaatlarýný celb ve zararlardan sakýnabilir. Demek ki, insanýn vazife-i fýtriyesi; taallümle tekemmüldür, dua ile ubudiyettir. Yani: "Kimin merhametiyle böyle hakîmane idare olunuyorum? Kimin keremiyle böyle müþfikane terbiye olunuyorum? Nasýl bir lütufla böyle nazeninane besleniyorum ve idare ediliyorum?" bilmektir ve binden ancak birisine eli yetiþemediði hacatýna dair Kadý-ül Hacat'a lisan-ý acz ve fakr ile yalvarmaktýr ve istemek ve dua etmektir. Yani aczin ve fakrýn cenahlarýyla makam-ý a'lâ-yý ubudiyete uçmaktýr.

 

 

 

sh: » (G:168)

 

Demek insan bu âleme ilim ve dua vasýtasýyla tekemmül etmek için gelmiþtir. Mahiyet ve istidad itibariyle herþey ilme baðlýdýr. Ve bütün ulûm-u hakikiyenin esasý ve madeni ve nuru ve ruhu; marifetullahtýr ve onun üss-ül esasý da îman-ý billahtýr.

 

Hem insan, nihayetsiz acziyle nihayetsiz beliyyata maruz ve hadsiz a'danýn hücumuna mübtela ve nihayetsiz fakrýyla beraber nihayetsiz hacata giriftar ve nihayetsiz metalibe muhtaç olduðundan, vazife-i asliye-i fýtriyesi, îmandan sonra "dua"dýr. Dua ise, esas-ý ubudiyettir. Nasýl bir çocuk, eli yetiþmediði bir meramýný, bir arzusunu elde etmek için, ya aðlar, ya ister. Yani ya fiilî, ya kavlî lisan-ý acziyle bir dua eder. Maksuduna muvaffak olur. Öyle de: Ýnsan bütün zîhayat âlemi içinde nazik, nazenin, nazdar bir çocuk hükmündedir. Rahmanürrahîm'in dergâhýnda; ya za'f ve acziyle aðlamak veya fakr ve ihtiyacýyla dua etmek gerektir. Tâ ki, makasýdý ona müsahhar olsun veya teshirin þükrünü eda etsin. Yoksa bir sinekten vaveylâ eden ahmak ve haylaz bir çocuk gibi; "Ben kuvvetimle bu kabil-i teshir olmayan ve bin derece ondan kuvvetli olan acib þeyleri teshir ediyorum ve fikir ve tedbirimle kendime itaat ettiriyorum." deyip küfran-ý nimete sapmak, insaniyetin fýtrat-ý asliyesine zýd olduðu gibi, þiddetli bir azaba kendini müstehak eder.

 

sh: » (G:169)

 

Beþinci Nokta: Îman duayý bir vesile-i kat'iye olarak iktiza ettiði ve fýtrat-ý insaniye, onu þiddetle istediði gibi; Cenab-ý Hak dahi "Duanýz olmazsa ne ehemmiyetiniz var?" mealinde قُلْ مَا يَعْبَؤُا بِكُمْ رَبِى لَوْلاَ دُعَاؤُكُمْ ferman ediyor. Hem اُدْعُونِى اَسْتَجِبْ لَكُمْ emrediyor.

 

Eðer desen: "Bir çok defa dua ediyoruz, kabul olmuyor. Halbuki, âyet umumîdir.. her duaya cevab var ifade ediyor.

 

Elcevab: Cevab vermek ayrýdýr, kabul etmek ayrýdýr. Her dua için cevab vermek var; fakat kabul etmek, hem ayn-ý matlubu vermek Cenab-ý Hakk'ýn hikmetine tâbi'dir. Meselâ: Hasta bir çocuk çaðýrýr: "Ya Hekim! Bana bak." Hekim: "Lebbeyk" der.. "Ne istersin?" cevab ver. Çocuk: "Þu ilâcý ver bana" der. Hekim ise; ya aynen istediðini verir, yahut onun maslahatýna binaen ondan daha iyisini verir, yahut hastalýðýna zarar olduðunu bilir, hiç vermez. Ýþte Cenab-ý Hak, Hakîm-i Mutlak hazýr, nâzýr olduðu için, abdin duasýna cevab verir. Vahþet ve kimsesizlik dehþetini, huzuriyle ve cevabiyle ünsiyete çevirir. Fakat insanýn

 

sh: » (G:170)

 

hevaperestane ve heveskârane tahakkümüyle deðil, belki hikmet-i Rabbaniyenin iktizasiyle ya matlubunu veya daha evlâsýný verir veya hiç vermez.

 

Hem, dua bir ubudiyettir. Ubudiyet ise semeratý uhreviyedir. Dünyevî maksadlar ise, o nevi dua ve ibadetin vakitleridir. O maksadlar, gayeleri deðil. Meselâ: Yaðmur namazý ve duasý bir ibadettir. Yaðmursuzluk, o ibadetin vaktidir. Yoksa o ibadet ve o dua, yaðmuru getirmek için deðildir. Eðer sýrf o niyet ile olsa; o dua, o ibadet hâlis olmadýðýndan kabule lâyýk olmaz. Nasýlki güneþin gurubu, akþam namazýnýn vaktidir. Hem Güneþ'in ve Ay'ýn tutulmalarý, küsuf ve husuf namazlarý denilen iki ibadet-i mahsusanýn vakitleridir. Yani gece ve gündüzün nurani âyetlerinin nikablanmasiyle bir azamet-i Ýlahiyeyi ilâna medar olduðundan, Cenab-ý Hak ibadýný o vakitte bir nevi ibadete davet eder. Yoksa o namaz, (açýlmasý ve ne kadar devam etmesi, müneccim hesabýyla muayyen olan) Ay ve Güneþ'in husuf ve küsuflarýnýn inkiþaflarý için deðildir. Ayni onun gibi; yaðmursuzluk dahi, yaðmur namazýnýn vaktidir. Ve beliyyelerin istilasý ve muzýr þeylerin tasallutu, bazý dualarýn evkat-ý mahsusalarýdýr ki; insan o vakitlerde aczini anlar, dua ile niyaz ile Kadîr-i

 

sh: » (G:171)

 

Mutlak'ýn dergâhýna iltica eder. Eðer dua çok edildiði halde beliyyeler def'olunmazsa denilmeyecek ki: "Dua kabul olmadý." Belki denilecek ki: "Duanýn vakti, kaza olmadý." Eðer Cenab-ý Hak fazl u keremiyle belayý ref'etse; nurun alâ nur.. o vakit dua vakti biter, kaza olur. Demek dua, bir sýrr-ý ubudiyettir.

 

Ubudiyet ise, hâlisen livechillah olmalý. Yalnýz aczini izhar edip, dua ile ona iltica etmeli. Rububiyetine karýþmamalý. Tedbiri ona býrakmalý. Hikmetine itimad etmeli. Rahmetini ittiham etmemeli. Evet hakikat-ý halde âyât-ý beyyinatýn beyanýyla sabit olan: Bütün mevcudat, herbirisi birer mahsus tesbih ve birer hususî ibadet, birer has secde ettikleri gibi; bütün kâinattan dergâh-ý Ýlahiyeye giden, bir duadýr. Ya istidad lisanýyladýr. (Bütün nebatat ve hayvanatýn dualarý gibi) ki; herbiri lisan-ý istidadiyle Feyyaz-ý Mutlak'tan bir suret taleb ediyorlar ve esmasýna bir mazhariyet-i münkeþife istiyorlar. Veya ihtiyac-ý fýtrî lisanýyledir. (Bütün zîhayatýn, iktidarlarý dâhilinde olmayan hacat-ý zaruriyeleri için dualarýdýr ki; her birisi o ihtiyac-ý fýtrî lisaniyle Cevvad-ý Mutlak'tan idame-i hayatlarý için bir nevi rýzýk hükmünde bazý metalibi istiyorlar.) Veya lisan-ý ýztýrariyle bir duadýr ki: Muztar kalan herbir zîruh; kat'î bir iltica ile dua eder,

 

 

 

sh: » (G:172)

 

bir hâmi-i meçhulüne iltica eder, belki Rabb-ý Rahîm'ine teveccüh eder. Bu üç nevi dua, bir mani olmazsa daima makbuldür.

 

Dördüncü nevi ki; en meþhurudur, bizim duamýzdýr. Bu da iki kýsýmdýr; Biri, fiilî ve halî; diðeri, kalbî ve kalîdir. Meselâ: Esbaba teþebbüs, bir dua-yý fiilîdir. Esbabýn içtimaý; müsebbebi icad etmek için deðil, belki lisan-ý hal ile müsebbebi Cenab-ý Hak'tan istemek için bir vaziyet-i marziyye almaktýr. Hattâ çift sürmek hazine-i rahmet kapýsýný çalmaktýr. Bu nevi dua-yý fiilî, Cevvad-ý Mutlak'ýn isim ve ünvanýna müteveccih olduðundan, kabule mazhariyeti ekseriyet-i mutlakadýr. Ýkinci kýsým; lisan ile kalb ile dua etmektir. Eli yetiþmediði bir kýsým metalibi istemektir. Bunun en mühim ciheti, en güzel gayesi, en tatlý meyvesi þudur ki: "Dua eden adam anlar ki: Birisi var; onun hatýrat-ý kalbini iþitir, herþeye eli yetiþir, her bir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrýna meded eder."

 

Ýþte ey âciz insan ve ey fakir beþer! Dua gibi hazine-i rahmetin anahtarý ve tükenmez bir kuvvetin medarý olan bir vesileyi elden býrakma, ona yapýþ, a'lâ-yý illiyyîn-i insaniyete çýk. Bir sultan gibi bütün kâinatýn dualarýný, kendi duan içine al. Bir abd-i küllî ve bir vekil-i umumî gibi اِيَّاكَ نَسْتَعِينُ de. Kâinatýn güzel bir takvimi ol.

 

* * *

 

sh: » (G:173)

 

ÝKÝNCÝ MEBHAS

 

Ýnsanýn saadet ve þekavetine medar beþ nükteden ibarettir.

 

[Ýnsan ahsen-i takvimde yaratýldýðý ve ona gayet câmi' bir istidad verildiði için; esfel-i sâfilînden tâ a'lâ-yý illiyyîne, ferþten tâ arþa, zerreden tâ þemse kadar dizilmiþ olan makamata, meratibe, derecata, derekâta girebilir ve düþebilir bir meydan-ý imtihana atýlmýþ, nihayetsiz sukut ve suûda giden iki yol onun önünde açýlmýþ bir mu'cize-i kudret ve netice-i hilkat ve acube-i san'at olarak þu dünyaya gönderilmiþtir. Ýþte insanýn þu dehþetli terakki ve tedennisinin sýrrýný "Beþ Nükte"de beyan edeceðiz.]

 

Birinci Nükte: Ýnsan, kâinatýn ekser enva'ýna muhtaç ve alâkadardýr. Ýhtiyacatý âlemin her tarafýna daðýlmýþ, arzularý ebede kadar uzanmýþ... Bir çiçeði istediði gibi, koca bir baharý da ister. Bir bahçeyi arzu ettiði gibi, ebedî Cennet'i de arzu eder. Bir dostunu görmeðe müþtak olduðu gibi, Cemîl-i Zülcelâl'i de görmeye müþtaktýr. Baþka bir menzilde duran bir

 

sh: » (G:174)

 

sevdiðini ziyaret etmek için o menzilin kapýsýný açmaya muhtaç olduðu gibi; berzaha göçmüþ yüzde doksandokuz ahbabýný ziyaret etmek ve firak-ý ebedîden kurtulmak için koca dünyanýn kapýsýný kapayacak ve bir mahþer-i acaib olan âhiret kapýsýný açacak, dünyayý kaldýrýp âhireti yerine kuracak ve koyacak bir Kadîr-i Mutlak'ýn dergâhýna ilticaya muhtaçtýr. Ýþte þu vaziyette bir insana hakikî Mabud olacak; yalnýz, herþeyin dizgini elinde, herþeyin hazinesi yanýnda, herþeyin yanýnda nâzýr, her mekânda hazýr, mekândan münezzeh, acizden müberra, kusurdan mukaddes, nakýstan muallâ bir Kadîr-i Zülcelâl, bir Rahîm-i Zülcemâl, bir Hakîm-i Zülkemâl olabilir. Çünki nihayetsiz hacat-ý insaniyeyi îfa edecek, ancak nihayetsiz bir kudret ve muhit bir ilim sahibi olabilir. Öyle ise, ma'bûdiyete lâyýk yalnýz odur.

 

Ýþte ey insan! Eðer yalnýz ona abd olsan, bütün mahlukat üstünde bir mevki kazanýrsýn. Eðer ubûdiyetten istinkâf etsen, âciz mahlukata zelil bir abd olursun. Eðer enaniyetine ve iktidarýna güvenip tevekkül ve duayý býrakýp, tekebbür ve davaya sapsan; o vakit iyilik ve icad cihetinde arý ve karýncadan daha aþaðý, örümcek ve sinekten daha zaîf düþersin. Þer ve tahrib cihetinde; daðdan daha aðýr, taundan daha muzýr olursun.

 

 

 

sh: » (G:175)

 

Evet ey insan! Sende iki cihet var: Birisi, îcad ve vücud ve hayýr ve müsbet ve fiil cihetidir. Diðeri; tahrib, adem, þer, nefy, infial cihetidir. Birinci cihet itibariyle; arýdan, serçeden aþaðý.. sinekten, örümcekten daha zaîfsin. Ýkinci cihet itibariyle; dað, yer, göklerden geçersin. Onlarýn çekindiði ve izhar-ý acz ettikleri bir yükü kaldýrýrsýn. Onlardan daha geniþ, daha büyük bir daire alýrsýn. Çünki sen iyilik ve icad ettiðin vakit, yalnýz vüs'atin nisbetinde, elin ulaþacak derecede, kuvvetin yetiþecek mertebede iyilik ve icad edebilirsin. Eðer fenalýk ve tahrib etsen, o vakit fenalýðýn tecavüz ve tahribin intiþar eder:

 

Meselâ: Küfür bir fenalýktýr, bir tahribdir, bir adem-i tasdiktir. Fakat o tek seyyie; bütün kâinatýn tahkirini ve bütün esma-i Ýlâhiyenin tezyifini, bütün insaniyetin terzilini tazammun eder. Çünki þu mevcudatýn âlî bir makamý, ehemmiyetli bir vazifesi vardýr. Zira onlar, mektubat-ý Rabbaniye ve merayâ-yý Sübhaniye ve memurîn-i Ýlâhiyedirler. Küfür ise; onlarý âyinedarlýk ve vazifedarlýk ve manidarlýk makamýndan düþürüp, abesiyet ve tesadüfün oyuncaðý derekesine ve zeval ve firâkýn tahribiyle çabuk bozulup deðiþen mevadd-ý fâniyeye ve ehemmiyetsizlik, kýymetsizlik, hiçlik mertebesine

 

sh: » (G:176)

 

indirdiði gibi.. bütün kâinatta ve mevcudatýn âyinelerinde nakýþlarý ve cilveleri ve cemalleri görünen esma-i Ýlâhiyeyi inkâr ile tezyif eder. Ve insanlýk denilen, bütün esma-i kudsiye-i Ýlâhiyenin cilvelerini güzelce ilân eden bir kaside-i manzume-i hikmet ve bir þecere-i bâkiyenin cihazatýný câmi' çekirdek-misal bir mu'cize-i kudret-i bâhire ve emanet-i kübrayý uhdesine almakla yer, gök, daða tefevvuk eden ve melaikeye karþý rüchaniyet kazanan bir sahib-i mertebe-i hilafet-i arziyeyi; en zelil bir hayvan-ý fâni-i zâilden daha zelil, daha zaîf, daha âciz, daha fakir bir derekeye atar. Ve manasýz, karmakarýþýk, çabuk bozulur bir âdi levha derekesine indirir.

 

Elhasýl: Nefs-i emmare tahrib ve þer cihetinde nihayetsiz cinayet iþleyebilir, fakat icad ve hayýrda iktidarý pek azdýr ve cüz'îdir. Evet, bir haneyi bir günde harab eder, yüz günde yapamaz. Lâkin eðer enaniyeti býraksa, hayrý ve vücudu tevfik-i Ýlâhiyeden istese, þer ve tahribden ve nefse itimaddan vazgeçse, istiðfar ederek tam abd olsa; o vakit يُبَدِّلُ اللّهُ سَيِّئَاتِهِمْ حَسَنَاتٍ sýrrýna mazhar olur. Ondaki nihayetsiz kabiliyet-i þer, nihayetsiz kabiliyet-i hayra inkýlab eder. Ahsen-i takvim kýymetini alýr, a'lâ-yý illiyyîne çýkar.

 

sh: » (G:177)

 

Ýþte ey gâfil insan! Bak Cenab-ý Hakk'ýn fazlýna ve keremine! Seyyieyi bir iken bin yazmak, haseneyi bir yazmak veya hiç yazmamak adalet olduðu halde; bir seyyieyi bir yazar, bir haseneyi on, bazan yetmiþ, bazan yediyüz, bazan yedi bin yazar. Hem þu nükteden anla ki; o müdhiþ Cehennem'e girmek ceza-yý ameldir, ayn-ý adildir. Fakat Cennet'e girmek, mahz-ý fazýldýr.

 

Ýkinci Nükte: Ýnsanda iki vecih var. Birisi, enaniyet cihetinde þu hayat-ý dünyeviyeye nâzýrdýr. Diðeri ubudiyet cihetinde hayat-ý ebediyeye bakar. Evvelki vecih itibariyle öyle bir bîçare mahluktur ki; sermayesi yalnýz ihtiyardan bir þa're (saç) gibi cüz'î bir cüz'-i ihtiyarî ve iktidardan zaîf bir kesb ve hayattan çabuk söner bir þu'le ve ömürden çabuk geçer bir müddetçik ve mevcudiyetten çabuk çürür küçük bir cisimdir. O haliyle beraber kâinatýn tabakatýnda serilmiþ hadsiz enva'ýn hesabsýz efradýndan nazik zaîf bir ferd olarak bulunuyor.

 

Ýkinci vecih itibariyle ve bilhassa ubudiyete müteveccih acz ve fakr cihetinde pek büyük bir vüs'ati var. Pek büyük bir ehemmiyeti bulunuyor. Çünki Fâtýr-ý Hakîm, insanýn

 

sh: » (G:178)

 

mahiyet-i mâneviyesinde nihayetsiz azîm bir acz ve hadsiz cesîm bir fakr dercetmiþtir. Tâ ki, kudreti nihayetsiz bir Kadîr-i Rahîm ve gýnasý nihayetsiz bir Ganiyy-i Kerîm bir zâtýn hadsiz tecelliyatýna câmi' geniþ bir âyine olsun.

 

Evet insan bir çekirdeðe benzer. Nasýlki o çekirdeðe kudretten manevî ve ehemmiyetli cihazat ve kaderden ince ve kýymetli proðram verilmiþ. Tâ ki, toprak altýnda çalýþýp, tâ o dar âlemden çýkýp, geniþ olan hava âlemine girip, Hâlýkýndan istidad lisanýyla bir aðaç olmasýný isteyip, kendine lâyýk bir kemal bulsun. Eðer o çekirdek, sû'-i mizacýndan dolayý ona verilen cihazat-ý maneviyeyi, toprak altýnda bazý mevadd-ý muzýrrayý celbine sarfetse; o dar yerde kýsa bir zamanda faidesiz tefessüh edip çürüyecektir. Eðer o çekirdek, o manevî cihazatýný فَالِقُ اْلحَبِّ وَالنَّوَى nýn emr-i tekvinîsini imtisal edip hüsn-ü istimal etse; o dar âlemden çýkacak, meyvedar koca bir aðaç olmakla küçücük cüz'î hakikatý ve ruh-u manevîsi, büyük bir hakikat-ý külliye suretini alacaktýr. Ýþte aynen onun gibi; insanýn mahiyetine, kudretten ehemmiyetli cihazat ve kaderden kýymetli proðramlar tevdi edilmiþ. Eðer insan, þu dar âlem-i arzîde,

 

sh: » (G:179)

 

hayat-ý dünyeviye topraðý altýnda o cihazât-ý mâneviyesini nefsin hevesatýna sarfetse; bozulan çekirdek gibi bir cüz'î telezzüz için kýsa bir ömürde, dar bir yerde ve sýkýntýlý bir halde çürüyüp tefessüh ederek, mes'uliyet-i mâneviyeyi bedbaht ruhuna yüklenecek, þu dünyadan göçüp gidecektir.

 

Eðer o istidad çekirdeðini Ýslâmiyet suyu ile, îmanýn ziyasýyla ubudiyet topraðý altýnda terbiye ederek, evamir-i Kur'aniyeyi imtisal edip cihazat-ý mâneviyesini hakikî gayelerine tevcih etse, elbette âlem-i misal ve berzahta dal ve budak verecek ve âlem-i âhiret ve Cennet'te hadsiz kemalât ve nimetlere medar olacak bir þecere-i bâkiyenin ve bir hakikat-ý daimenin cihazatýna câmi' kýymettar bir çekirdek ve revnakdar bir makine ve bu þecere-i kâinatýn mübarek ve münevver bir meyvesi olacaktýr.

 

Evet hakikî terakki ise; insana verilen kalb, sýr, ruh, akýl hattâ hayal ve sair kuvvelerin hayat-ý ebediyeye yüzlerini çevirerek, herbiri kendine lâyýk hususî bir vazife-i ubudiyet ile meþgul olmaktadýr. Yoksa ehl-i dalâletin terakki zannettikleri, hayat-ý dünyeviyenin bütün inceliklerine girmek ve zevklerinin her çeþitlerini, hattâ en süflisini tatmak için bütün letaifini ve kalb ve aklýný nefs-i emmareye müsahhar edip yardýmcý verse; o terakki

 

sh: » (G:180)

 

deðil, sukuttur. Þu hakikati bir vakýa-i hayaliyede, þöyle bir temsilde gördüm ki:

 

Ben büyük bir þehre giriyorum. Baktým ki, o þehirde büyük saraylar var. Bazý saraylarýn kapýsýna bakýyorum, gayet þenlik, parlak bir tiyatro gibi nazar-ý dikkati celbeder, herkesi eðlendirir bir cazibedarlýk vardý. Dikkat ettim ki, o sarayýn efendisi kapýya gelmiþ, it ile oynuyor ve oynamasýna yardým ediyor. Hanýmlar, yabani gençlerle tatlý sohbetler ediyorlar. Yetiþmiþ kýzlar dahi, çocuklarýn oynamasýný tanzim ediyorlar. Kapýcý da onlara kumandanlýk eder gibi bir aktör tavrýný almýþ. O vakit anladým ki, o koca sarayýn içerisi bomboþ. Hep nazik vazifeler muattal kalmýþ. Ahlâklarý sukut etmiþ ki, kapýda bu sureti almýþlardýr.

 

Sonra geçtim, bir büyük saraya daha rast geldim. Gördüm ki; kapýda uzanmýþ vefadar bir it ve kaba, sert, sâkin bir kapýcý ve sönük bir vaziyet vardý. Merak ettim. Ne için o öyle? Bu böyle? Ýçeriye girdim. Baktým ki, içerisi çok þenlik... Daire daire üstünde, ayrý ayrý nazik vazifeler ile saray ehli meþguldürler. Birinci dairedeki adamlar sarayýn idaresini, tedbirini görüyorlar. Üstündeki dairede kýzlar, çocuklar ders okuyorlar. Daha üstünde hanýmlar, gayet latif san'atlar, güzel nakýþlarla iþtigal ediyorlar. En yukarýda efendi, padiþahla muhabere edip halkýn istirahatýný temin

 

sh: » (G:181)

 

için ve kendi kemalâtý ve terakkiyatý için kendine has ve ulvî vazifeler ile iþtigal ediyor gördüm. Ben onlara görünmediðim için, "Yasak" demediler, gezebildim. Sonra çýktým, baktým. O þehrin her tarafýnda bu iki kýsým saraylar var. Sordum dediler: "O kapýsý þenlik ve içi boþ saraylar, kâfirlerin ileri gelenlerinindir ve ehl-i dalaletindir. Diðerleri, namuslu müslüman büyüklerinindir." Sonra bir köþede bir saraya rast geldim. Üstünde "Said" ismini gördüm. Merak ettim. Daha dikkat ettim, suretimi üstünde gördüm gibi bana geldi. Kemâl-i taaccübümden baðýrarak, aklým baþýma geldi, ayýldým.

 

Ýþte o vakýa-i hayaliyeyi sana tabir edeceðim. Allah hayýr etsin.

 

Ýþte o þehir ise, hayat-ý içtimaiye-i beþeriye ve medine-i medeniyet-i insaniyedir. O saraylarýn herbirisi, birer insandýr. O saray ehli ise; insandaki göz, kulak, kalb, sýr, ruh, akýl gibi letaif ve nefs ve heva ve kuvve-i þeheviye ve kuvve-i gadabiyye gibi þeylerdir. Herbir insanda her bir lâtifenin ayrý ayrý vazife-i ubûdiyetleri var. Ayrý ayrý lezzetleri, elemleri var. Nefis ve heva, kuvve-i þeheviye ve gazabiye, bir kapýcý ve it hükmündedirler. Ýþte o yüksek letaifi, nefis ve hevaya müsahhar etmek ve vazife-i asliyelerini unutturmak, elbette sukuttur,

 

sh: » (G:182)

 

terakki deðildir. Sair cihetleri sen tabir edebilirsin.

 

Üçüncü Nükte: Ýnsan, fiil ve amel cihetinde ve sa'y-i maddî itibariyle zaîf bir hayvandýr, âciz bir mahluktur. Onun o cihetteki daire-i tasarrufatý ve mâlikiyeti o kadar dardýr ki; elini uzatsa ona yetiþebilir. Hattâ, insanýn eline dizginini veren hayvanat-ý ehliye, insanýn za'f ve acz ve tenbelliðinden birer hisse almýþlardýr ki; yabani emsallerine kýyas edildikleri vakit, azîm fark görünür (Ehlî keçi ve öküz, yabanî keçi ve öküz gibi). Fakat o insan, infial ve kabul ve dua ve sual cihetinde, þu düya hanýnda aziz bir yolcudur. Ve öyle bir Kerim'e misafir olmuþ ki nihayetsiz rahmet hazinelerini ona açmýþ. Ve hadsiz bedi' masnuatýný ve hizmetkârlarýný ona müsahhar etmiþ. Ve o misafirin tenezzühüne ve temaþasýna ve istifadesine öyle büyük bir daire açýp müheyya etmiþtir ki; o dairenin nýsf-ý kutru -yani merkezden muhit hattýna kadar- gözün kestiði miktar, belki hayalin gittiði yere kadar geniþtir ve uzundur.

 

Ýþte eðer insan, enaniyetine istinad edip hayat-ý dünyeviyeyi gaye-i hayal ederek derd-i maiþet içinde muvakkat bazý lezzetler için çalýþsa, gayet dar bir daire içinde boðulur gider. Ona verilen bütün cihazat ve âlât ve letaif,

 

sh: » (G:183)

 

ondan þikayet ederek haþirde onun aleyhinde þehadet edeceklerdir.

 

Ve davacý olacaklardýr. Eðer kendini misafir bilse, misafir olduðu Zât-ý Kerim'in izni dairesinde sermaye-i ömrünü sarfetse, öyle geniþ bir daire içinde uzun bir hayat-ý ebediye için güzel çalýþýr ve teneffüs edip istirahat eder. Sonra, a'lâ-yý illiyyîne kadar gidebilir. Hem de bu insana verilen bütün cihazat ve âlât, ondan memnun olarak âhirette lehinde þehadet ederler. Evet insana verilen bütün cihazat-ý acîbe, bu ehemmiyetsiz hayat-ý dünyeviye için deðil; belki, pek ehemmiyetli bir hayat-ý bâkiye için verilmiþler. Çünki insaný hayvana nisbet etsek görüyoruz ki: Ýnsan, cihazat ve âlât itibariyle çok zengindir. Yüz derece hayvandan daha ziyadedir. Hayat-ý dünyeviye lezzetinde ve hayvanî yaþayýþýnda yüz derece aþaðý düþer. Çünki her gördüðü lezzetinde, binler elem izi vardýr. Geçmiþ zamanýn elemleri ve gelecek zamanýn korkularý ve herbir lezzetin dahi elem-i zevali, onun zevklerini bozuyor ve lezzetinde bir iz býrakýyor. Fakat hayvan öyle deðil. Elemsiz bir lezzet alýr, kedersiz bir zevk eder. Ne geçmiþ zamanýn elemleri onu incitir, ne de gelecek zamanýn korkularý onu ürkütür. Rahatla yaþar, yatar, Hâlýkýna þükreder.

 

Demek Ahsen-i takvim suretinde yaratýlan insan, hayat-ý dünyeviyeye hasr-ý fikr etse;

 

sh: » (G:184)

 

yüz derece sermayece hayvandan yüksek olduðu halde, yüz derece serçe kuþu gibi bir hayvandan aþaðý düþer. Baþka bir yerde bir temsil ile bu hakikatý beyan etmiþtim. Münasebet geldi, yine o temsili tekrar ediyorum. Þöyle ki:

 

Bir adam, bir hizmetkârýna on altýn verip "Mahsus bir kumaþtan bir kat elbise yaptýr" emreder. Ýkincisine, bin altýn verir, bir -pusula içinde bazý þeyler- yazýlý o hizmetkârýn cebine koyar, bir pazara gönderir. Evvelki hizmetkâr on altýn ile a'lâ kumaþtan mükemmel bir elbise alýr. Ýkinci hizmetkâr, divanelik edip, evvelki hizmetkâra bakýp, cebine konulan hesab pusulasýný okumayarak bir dükkâncýya bin altýn vererek bir kat elbise istedi. Ýnsafsýz dükkâncý da kumaþýn en çürüðünden bir kat elbise verdi. O bedbaht hizmetkâr, seyyidinin huzuruna geldi ve þiddetli bir te'dib gördü ve dehþetli bir azab çekti. Ýþte edna bir þuuru olan anlar ki, ikinci hizmetkâra verilen bin altýn, bir kat elbise almak için deðildir. Belki mühim bir ticaret içindir.

 

Aynen onun gibi: Ýnsandaki cihazat-ý mâneviye ve letâif-i insaniye ki, herbirisi hayvana nisbeten yüz derece inbisat etmiþ. Meselâ; güzelliðin bütün meratibini farkeden insan gözü ve taamlarýn bütün çeþit çeþit ezvak-ý mahsusalarýný

 

sh: » (G:185)

 

temyiz eden insanýn zaika-i lisaniyesi ve hakaikýn bütün inceliklerine nüfuz eden insanýn aklý ve kemalâtýn bütün enva'ýna müþtak insanýn kalbi gibi sair cihazlarý, âletleri nerede? Hayvanýn pek basit yalnýz bir-iki mertebe inkiþaf etmiþ âletleri nerede? Yalnýz þu kadar fark var ki; hayvan, kendine has bir amelde (münhasýran o hayvanda bir cihaz-ý mahsus) ziyade inkiþaf eder. Fakat o inkiþaf, hususîdir.

 

Ýnsanýn cihazat cihetiyle zenginliði þu sýrdandýr ki: Akýl ve fikir sebebiyle insanýn hasseleri, duygularý fazla inkiþaf ve inbisat peyda etmiþtir. Ve ihtiyacatýn kesreti sebebiyle çok çeþit çeþit hissiyat peyda olmuþtur. Ve hassasiyeti çok tenevvü etmiþ. Ve fýtratýn câmiiyeti sebebiyle pek çok makasýda müteveccih arzulara medar olmuþ ve pek çok vazife-i fýtriyesi bulunduðu sebebiyle, âlât ve cihazatý ziyade inbisat peyda etmiþtir. Ve ibadatýn bütün enva'ýna müstaid bir fýtratta yaratýldýðý için bütün kemalâtýn tohumlarýna câmi' bir istidad verilmiþtir. Ýþte þu derece cihazatça zenginlik ve sermayece kesret, elbette ehemmiyetsiz muvakkat þu hayat-ý dünyeviyenin tahsili için verilmemiþtir. Belki þöyle bir insanýn vazife-i asliyesi, nihayetsiz makasýda müteveccih vezaifini görüp, acz ve fakr ve kusurunu ubûdiyet suretinde ilân etmek ve küllî nazarýyla

 

 

 

sh: » (G:186)

 

mevcudatýn tesbihatýný müþahede ederek þehadet etmek ve nimetler içinde imdadat-ý Rahmaniyeyi görüp þükretmek ve masnuatta kudret-i Rabbaniyenin mu'cizatýný temaþa ederek nazar-ý ibretle tefekkür etmektir.

 

Ey dünya-perest ve hayat-ý dünyeviyeye âþýk ve sýrr-ý ahsen-i takvimden gafil insan! Þu hayat-ý dünyeviyenin hakikatýný bir vakýa-i hayaliyede Eski Said görmüþ. Onu Yeni Said'e döndürmüþ olan þu vakýa-i temsiliyeyi dinle:

 

Gördüm ki, ben bir yolcuyum. Uzun bir yola gidiyorum. Yani gönderiliyorum. Seyyidim olan zât, bana tahsis ettiði altmýþ altýndan tedricen birer miktar para veriyordu. Ben de sarfedip pek eðlenceli bir hana geldim. O handa bir gece içinde on altýný kumara mumara, eðlencelere ve þöhret-perestlik yoluna sarfettim. Sabahleyin elimde hiç bir para kalmadý. Bir ticaret edemedim. Gideceðim yer için bir mal alamadým. Yalnýz o paradan bana kalan elemler, günahlar ve eðlencelerden gelen yaralar, bereler, kederler benim elimde kalmýþtý. Birden ben o hazîn halette iken orada bir adam peyda oldu. Bana dedi:

 

-"Bütün bütün sermayeni zayi' ettin. Tokata da müstehak oldun. Gideceðin yere de müflis olarak elin boþ gideceksin. Fakat aklýn varsa, tövbe kapýsý açýktýr. Bundan sonra sana

 

sh: » (G:187)

 

verilecek bâki kalan onbeþ altýndan her eline geçtikçe yarýsýný ihtiyaten muhafaza et. Yani gideceðin yerde sana lâzým olacak bazý þeyleri al." Baktým nefsim razý olmuyor.

 

-"Üçte birisini" dedi. Ona da nefsim itaat etmedi. Sonra dörtte birisini dedi. Baktým nefsim mübtela olduðu âdetini terkedemiyor. O adam hiddetle yüzünü çevirdi gitti.

 

Birden o hal deðiþti. Baktým ki; ben, tünel içinde sukut eder gibi bir sür'atle giden bir þimendifer içindeyim. Telaþ ettim. Fakat ne çare ki, hiç bir tarafa kaçýlmaz. Garaibden olarak o þimendiferin iki tarafýnda pek cazibedar çiçekler, leziz meyveler görünüyordu. Ben de akýlsýz acemiler gibi onlara bakýp elimi uzattým. O çiçekleri koparmak, o meyveleri almak için çalýþtým. Fakat o çiçekler ve meyveler, dikenli mikenli, mülâkatýnda elime batýyor, kanatýyor. Þimendiferin gitmesiyle müfarakatýndan elimi parçalýyorlar. Bana pek pahalý düþüyorlardý. Birden þimendiferdeki bir hademe dedi: "Beþ kuruþ ver, sana o çiçek ve meyvelerden istediðin kadar vereceðim. Beþ kuruþ yerine elin parçalanmasýyla yüz kuruþ zarar ediyorsun. Hem de ceza var, izinsiz koparamazsýn." Birden sýkýntýdan ne vakit tünel bitecek diye baþýmý çýkarýp ileriye baktým. Gördüm ki, tünel kapýsý yerine çok

 

sh: » (G:188)

 

delikler görünüyor. O uzun þimendiferden o deliklere adamlar atýlýyorlar. Bana mukabil bir delik gördüm. Ýki tarafýnda iki mezar taþý dikilmiþ. Merak ile dikkat ettim. O mezar taþýnda büyük harflerle "Said" ismi yazýlmýþ gördüm. Teessüf ve hayretimden "Eyvah!" dedim. Birden o han kapýsýnda bana nasihat eden zâtýn sesini iþittim. Dedi: "Aklýn baþýna geldi mi?" Dedim: "Evet geldi fakat kuvvet kalmadý, çare yok." Dedi: "Tövbe et, tevekkül et." Dedim: "Ettim!"

 

Ayýldým... Eski Said kaybolmuþ. Yeni Said olarak kendimi gördüm.

 

Ýþte o vakýa-i hayaliyeyi, -Allah hayr etsin- bir-iki kýsmýný ben tabir edeceðim, sair cihetleri sen kendin tabir et.

 

O yolculuk ise; âlem-i ervahtan, rahm-ý maderden, gençlikten, ihtiyarlýktan, kabirden, berzahtan, haþirden, köprüden geçen ebed-ül âbâd tarafýna bir yolculuktur. O altmýþ altýn ise, altmýþ sene ömürdür ki; bu vakýayý gördüðüm vakit kendimi kýrkbeþ yaþýnda tahmin ediyordum. Senedim yok, fakat bâki kalan onbeþinden yarýsýný âhirete sarfetmek için Kur'an-ý Hakîm'in hâlis bir tilmizi beni irþad etti.

 

sh: » (G:189)

 

O han ise, benim için Ýstanbul imiþ...

 

O þimendifer ise, zamandýr. Herbir yýl bir vagondur. O tünel ise, hayat-ý dünyeviyedir. O dikenli çiçekler ve meyveler ise, lezaiz-i nâmeþruadýr ve lehviyat-ý muharremedir ki; mülâkat esnasýnda tasavvur-u zevaldeki elem, kalbi kanatýyor. Müfarakatýnda parçalýyor. Cezayý dahi çektiriyor. Þimendifer hademesi demiþti: "Beþ kuruþ ver, onlardan istediðin kadar vereceðim." Onun tabiri þudur ki: Ýnsanýn helâl sa'yiyle meþru dairede gördüðü zevkler, lezzetler, keyfine kâfidir. Harama girmeye ihtiyaç býrakmaz. Sair kýsýmlarý sen tabir edebilirsin...

 

Dördüncü Nükte: Ýnsan þu kâinat içinde pek nazik ve nazenin bir çocuða benzer. Za'fýnda büyük bir kuvvet ve aczinde büyük bir kudret vardýr. Çünki o za'fýn kuvvetiyle ve aczin kudretiyledir ki, þu mevcudat ona müsahhar olmuþ. Eðer insan za'fýný anlayýp, kalen, halen, tavren dua etse ve aczini bilip istimdad eylese; o teshirin þükrünü eda ile beraber matlubuna öyle muvaffak olur ve maksadlarý ona öyle müsahhar olur ki, iktidar-ý zâtîsiyle onun aþr-ý mi'þarýna muvaffak olamaz. Yalnýz bazý vakit lisan-ý hal duasýyla hasýl olan bir matlubunu yanlýþ olarak kendi iktidarýna hamleder. Meselâ: Tavuðun yavrusunun za'fýndaki

 

sh: » (G:190)

 

 

 

kuvvet, tavuðu arslana saldýrtýr. Yeni dünyaya gelen arslanýn yavrusu, o canavar ve aç arslaný kendine müsahhar edip onu aç býrakýp kendi tok oluyor. Ýþte cây-i dikkat, za'ftaki bir kuvvet ve þâyân-ý temaþa bir cilve-i rahmet...

 

Nasýlki nazdar bir çocuk aðlamasýyla, ya istemesiyle, ya hazîn haliyle matlublarýna öyle muvaffak olur ve öyle kavîler ona müsahhar olurlar ki; o matlublardan binden birisine bin defa kuvvetçiðiyle yetiþemez. Demek za'f ve acz, onun hakkýnda þefkat ve himayeti tahrik ettikleri için küçücük parmaðýyla kahramanlarý kendine müsahhar eder. Þimdi böyle bir çocuk, o þefkati inkâr etmek ve o himayeti ittiham etmek suretiyle ahmakane bir gurur ile "Ben kuvvetimle bunlarý teshir ediyorum" dese, elbette bir tokat yiyecektir.

 

Ýþte insan dahi Hâlýkýnýn rahmetini inkâr ve hikmetini ittiham edecek bir tarzda küfran-ý nimet suretinde Karun gibi اِنَّمَا اُوتِيتُهُ عَلَى عِلْمٍ yani: "Ben kendi ilmimle, kendi iktidarýmla kazandým" dese, elbette sille-i azaba kendini müstehak eder. Demek þu meþhud saltanat-ý insaniyet ve terakkiyat-ý beþeriye ve kemalât-ý medeniyet; celb ile deðil, galebe ile deðil, cidal ile

 

sh: » (G:191)

 

deðil, belki ona onun za'fý için teshir edilmiþ, onun aczi için ona muavenet edilmiþ, onun fakrý için ona ihsan edilmiþ, onun cehli için ona ilham edilmiþ, onun ihtiyacý için ona ikram edilmiþ. Ve o saltanatýn sebebi, kuvvet ve iktidar-ý ilmî deðil, belki þefkat ve re'fet-i Rabbaniye ve rahmet ve hikmet-i Ýlâhiyedir ki; eþyayý ona teshir etmiþtir. Evet, bir gözsüz akrep ve ayaksýz bir yýlan gibi haþerata maðlub olan insana, bir küçük kurttan ipeði giydiren ve zehirli bir böcekten balý yediren; onun iktidarý deðil, belki onun za'fýnýn semeresi olan teshir-i Rabbanîye ve ikram-ý Rahmanîdir.

 

Ey insan! Madem hakikat böyledir; gururu ve enaniyeti býrak. Ulûhiyetin dergâhýnda acz ve za'fýný, istimdad lisanýyla; fakr ve hacatýný, tazarru' ve dua lisanýyla ilân et ve abd olduðunu göster. Ve حَسْبُنَا اللّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ de, yüksel.

 

Hem deme ki: "Ben hiçim; ne ehemmiyetim var ki, bu kâinat bir Hakîm-i Mutlak tarafýndan kasdî olarak bana teshir edilsin, benden bir þükr-ü küllî istenilsin?"

 

Çünki sen çendan, nefsin ve suretin itibariyle hiç hükmündesin. Fakat vazife ve mertebe noktasýnda, sen þu haþmetli kâinatýn dikkatli

 

 

 

 

 

 

 

sh: » (G:192)

 

bir seyircisi, þu hikmetli mevcudatýn belâgatlý bir lisan-ý nâtýký ve þu kitab-ý âlemin anlayýþlý bir mütalaacýsý ve þu tesbih eden mahlukatýn hayretli bir nâzýrý ve þu ibadet eden masnuatýn hürmetli bir ustabaþýsý hükmündesin.

 

Evet ey insan! Sen, nebatî cismaniyetin cihetiyle ve hayvanî nefsin itibariyle; sagir bir cüz, hakir bir cüz'î, fakir bir mahluk, zaîf bir hayvansýn ki; bütün dehþetli mevcudat-ý seyyalenin dalgalarý içinde çalkanýp gidiyorsun. Fakat muhabbet-i Ýlahiyenin ziyasýný tazammun eden îmanýn nuruyla münevver olan Ýslâmiyetin terbiyesiyle tekemmül edip; insaniyet cihetinde, abdiyetin içinde bir sultansýn ve cüz'iyetin içinde bir küllîsin, küçüklüðün içinde bir âlemsin ve hakaretin içinde öyle makamýn büyük ve daire-i nezaretin geniþ bir nâzýrsýn ki, diyebilirsin: "Benim Rabb-ý Rahîm'im dünyayý bana bir hane yaptý. Ay ve güneþi, o haneme bir lâmba; ve baharý, bir deste gül; ve yazý, bir sofra-i nimet; ve hayvaný, bana hizmetkâr yaptý. Ve nebatatý, o hanemin zînetli levazýmatý yapmýþtýr."

 

Netice-i kelâm: Sen eðer nefis ve þeytaný dinlersen, esfel-i sâfilîne düþersin. Eðer Hak ve Kur'an'ý dinlersen, a'lâ-yý illiyyîne çýkar, kâinatýn bir güzel takvimi olursun.

 

sh: » (G:193)

 

Beþinci Nükte: Ýnsan, þu dünyaya bir memur ve misafir olarak gönderilmiþ, çok ehemmiyetli istidad ona verilmiþ. Ve o istidadata göre ehemmiyetli vazifeler tevdi' edilmiþ. Ve insaný, o gayeye ve o vazifelere çalýþtýrmak için, þiddetli teþvikler ve dehþetli tehdidler edilmiþ. Baþka yerde izah ettiðimiz vazife-i insaniyetin ve ubudiyetin esasatýný þurada icmal edeceðiz. Tâ ki, "ahsen-i takvim" sýrrý anlaþýlsýn.

 

Ýþte insan, þu kâinata geldikten sonra "iki cihet ile" ubûdiyeti var: Bir ciheti; gâibâne bir surette bir ubudiyeti, bir tefekkürü var. Diðeri; hâzýrane, muhataba suretinde bir ubudiyeti, bir münacatý vardýr.

 

Birinci vecih þudur ki: Kâinatta görünen saltanat-ý rububiyeti, itaatkârane tasdik edip kemalâtýna ve mehasinine hayretkârane nezaretidir.

 

Sonra, esma-i kudsiye-i Ýlahiyenin nukuþlarýndan ibaret olan bedi' san'atlarý, birbirinin nazar-ý ibretlerine gösterip dellâllýk ve ilâncýlýktýr.

 

Sonra, herbiri birer gizli hazine-i maneviye hükmünde olan esma-i Rabbaniyenin cevherlerini

 

sh: » (G:194)

 

idrak terazisiyle tartmak, kalbin kýymet-þinaslýðý ile takdirkârane kýymet vermektir.

 

Sonra kalem-i kudretin mektubatý hükmünde olan mevcudat sahifelerini, arz ve sema yapraklarýný mütalaa edip hayretkârane tefekkürdür.

 

Sonra, þu mevcudattaki zînetleri ve latif san'atlarý istihsankârane temaþa etmekle onlarýn Fâtýr-ý Zülcemal'inin marifetine muhabbet etmek ve onlarýn Sâni'-i Zülkemâl'inin huzuruna çýkmaða ve iltifatýna mazhar olmaya bir iþtiyaktýr.

 

Ýkinci Vecih, huzur ve hitab makamýdýr ki; eserden müessire geçer, görür ki: Bir Sâni'-i Zülcelal, kendi san'atýnýn mu'cizeleri ile kendini tanýttýrmak ve bildirmek ister. O da îman ile marifet ile mukabele eder.

 

Sonra görür ki: Bir Rabb-ý Rahîm, rahmetinin güzel meyveleriyle kendini sevdirmek ister. O da ona hasr-ý muhabbetle, tahsis-i taabbüdle kendini ona sevdirir.

 

Sonra görüyor ki: Bir Mün'im-i Kerim, maddî ve manevî nimetlerin lezizleriyle onu perverde ediyor. O da ona mukabil; fiiliyle, haliyle, kaliyle, hattâ elinden gelse bütün hasseleri

 

sh: » (G:195)

 

ile, cihazatý ile þükür ve hamd ü sena eder.

 

Sonra görüyor ki: Bir Celil-i Cemil, þu mevcudatýn âyinelerinde kibriya ve kemalini ve celal ve cemalini izhar edip nazar-ý dikkati celbediyor. O da ona mukabil: "Allahü Ekber, Sübhanallah" deyip, mahviyet içinde hayret ve muhabbet ile secde eder.

 

Sonra görüyor ki: Bir Ganiyy-i Mutlak, bir sehavet-i mutlak içinde nihayetsiz servetini, hazinelerini gösteriyor. O da ona mukabil, tazim ve sena içinde kemal-i iftikar ile sual eder ve ister.

 

Sonra görüyor ki: O Fâtýr-ý Zülcelâl, yeryüzünü bir sergi hükmünde yapmýþ. Bütün antika san'atlarýný orada teþhir ediyor. O da ona mukabil: "Mâþâallah" diyerek takdir ile, "Bârekâllah" diyerek tahsin ile, "Sübhanallah" diyerek hayret ile, "Allahü Ekber" diyerek istihsan ile mukabele eder.

 

Sonra görüyor ki: Bir Vâhid-i Ehad, þu kâinat sarayýnda taklid edilmez sikkeleriyle, ona mahsus hâtemleriyle, ona münhasýr turralarýyla, ona has fermanlarýyla bütün mevcudata damga-i vahdet koyuyor.Ve Tevhidin âyâtýný

 

sh: » (G:196)

 

nakþediyor. Ve âfâk-ý âlemin aktarýnda Vahdaniyetin bayraðýný dikiyor ve Rububiyetini ilân ediyor. O da ona mukabil; tasdik ile, îman ile, tevhid ile, iz'an ile, þehadet ile, ubudiyet ile mukabele eder.

 

Ýþte bu çeþit ibadat ve tefekküratla hakikî insan olur, ahsen-i takvimde olduðunu gösterir. Ýmanýn yümnüyle emanete lâyýk, emin bir halife-i arz olur.

 

Ey ahsen-i takvimde yaratýlan ve sû'-i ihtiyarýyla esfel-i sâfilîn tarafýna giden insan-ý gafil! Beni dinle. Ben de senin gibi gençlik sarhoþluðuyla gaflet içinde dünyayý hoþ ve güzel gördüðüm halde, gençlik sarhoþluðundan ihtiyarlýk sabahýnda ayýldýðým dakikada, o güzel zannettiðim âhirete müteveccih olmayan dünyanýn yüzünü nasýl çirkin gördüðümü ve âhirete bakan hakikî yüzü ne kadar güzel olduðunu, Onyedinci Söz'ün Ýkinci Makamýnýn 227-228'nci sahifelerinde yazýlan iki levha-i hakikate bak, sen de gör:

 

Birinci Levha: Ehl-i dalalet gibi, fakat sarhoþ olmadan gaflet perdesiyle eskiden gördüðüm ehl-i gaflet dünyasýnýn hakikatýný tasvir eder.

 

sh: » (G:197)

 

Ýkinci Levha: Ehl-i hidayet ve huzurun hakikat-ý dünyalarýna iþaret eder. Eskiden ne tarzda yazýlmýþ, o tarzda býraktým. Þiire benzer, fakat þiir deðillerdir.

 

 

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

 

رَبِّ اشْرَحْ لِى صَدْرِى وَيَسِّرْ لِى اَمْرِى وَاحْلُلْ عُقْدَةً مِنْ لِسَانِى يَفْقَهُوا قَوْلِى

 

اَللّهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى الذَّاتِ الْمُحَمَّدِيَّةِ اللَّطِيفَةِ اْلاَحَادِيَّةِ شَمْسِ سَمَاءِ اْلاَسْرَارِ وَ مَظْهَرِ اْلاَنْوَارِ وَ مَرْكَزِ مَدَارِ الْجَلاَلِ وَ قُطْبِ فَلَكِ الْجَمَالِ اَللّهُمَّ بِسِرِّهِ لَدَيْكَ وَ بِسَيْرِهِ اِلَيْكَ آمِينْ خَوْفِى وَ اَقِلْ عُثْرَتِى وَ اَذْهِبْ حُزْنِى وَ حِرْصِى وَ كُنْ لِى وَ خُذْنِى اِلَيْكَ مِنِّى وَ ارْزُقْنِى الْفَنَاءَ عَنِّى وَ لاَ تَجْعَلْنِى مَفْتُونًا بِنَفْسِى مَحْجُوبًا بِحِسِّى وَاكْشِفْلِى عَنْ كُلِّ سِرٍّ مَكْتُومٍ يَا حَىُّ يَا قَيُّومُ يَا حَىُّ يَا قَيُّومُ يَا حَىُّ يَا قَيُّومُ. وَ ارْحَمْنِى وَارْحَمْ رُفَقَائِ وَ ارْحَمْ اَهْلِ اْلاِيمَانِ وَ الْقُرْآنِ آمِينَ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ وَ يَا اَكْرَمَ اْلاَكْرَمِينَ

 

وَ آخِرُ دَعْوَيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

 

* * *

 

sh:» (G: 198)

 

 

 

«Ziver Gündüzalp kardeþimizin Konya Nur Talebeleri adýna, Risale-i Nur hakkýnda görüþlerini ifade edip, Ankara Üniversitesi gençlerine gönderdiði bir konferanstýr.»

 

 

 

BÝSMÝHÝ SÜBHANEHU

 

 

 

RÝSÂLE-Ý NUR'un dersiyle ve aziz ve kýymetli Üstâdýmýz Bediüzzamanýn himmetiyle yazýlabilen bu konferans, Risâle-i Nur hakkýnda tatlý ve zevkli bir sohbettir. Risâle-i Nur'un kýymetini anlatmaya kudretim yetmez. Ve buna da cesaret edemem. Ve böyle de zannedilmesin. Çünki: Ben, Risâle-i Nur'un yeni, kültürsüz, câhil ve en âciz okuyucusuyum. Milletler içinde bu kadar þöhret kazanmýþ bir þaheserin kýymetini anlatmaða kültürüm kâfi deðil. Bunu itiraf ederim. Ve büyük þeref ancak Risâle-i Nur'un münevver, âlim, fâzýl, idrâkli ve kavrayýþlý takdirkâr okuyucularýna hâs ve mahsustur.

 

 

 

Evet Risâle-i Nur'a kavuþuncaya kadar matbuatýmýzda ve kitaplarýmýzda KUR'ÂN-I KERخM'in kýymetini anlatan tek bir yazý okumamýþtým. Sonradan anladým ki: Kur'ân-ý Kerîm'i, þimdiki yarým asýrdan beri bizde yetiþen ediplerden ziyade, ecnebî büyükleri takdir ediyorlarmýþ. Ameri-

 

 

 

sh:» (G: 199)

 

 

 

ka'da Beyaz Saray'da bütün dünyanýn güneþi olan Kur'ân-ý Kerîm yeþil ipekliler arasýnda lâyýk olduðu, yüksek mevkie konmuþtur. Mucidler, feylesoflar, doktorlar, hukukçular, psikologlar; Kur'ân-ý Kerîmi esas tutarak yazýlmýþ eserleri tetkik ediyorlar, faydalanýyorlar. Bu þahsiyetler, bu Mukaddes Kitaptan aldýklarý malûmat ile milletler arasý þöhret kazanýyorlar. Ýsveç, Norveç, Finlandiya en büyük ilim adamlarýndan müteþekkil bir heyet teþkil etmiþler. Gençleri için en büyük halâskâr bir kitabý senelerle aramýþlar. Nihayet gençliði en yüksek ahlâk ile ahlâklandýrmak için ve dünyada açýk fikirli ilim adamý yapmak için KUR'ÂN-I KERخM'i okutuyorlarmýþ.

 

 

 

Ýslâmiyeti ve Kur'ân'ý takdir eden yabancýlar pek çoktur. Müslüman olmayan kimseler, Ýslâm Kitâbýnýn kýymetini takdir edip istifade ederlerse, uyanýk müslüman gençliði daha fazla duramaz ve uyuyamaz. Mâbud-u Zîþânýmýz gençlerin bu ulvî ve kudsî ve içten gelen isteklerini yirminci asýrda da yerine getirdi. Bu asr-ý medeniyette KUR'ÂN-I KERخM'in hakikî bir tefsiri olan RÝSALE-Ý NUR ESER'lerini ihsân etti. Bu eserler Kur'ân-ý Kerîm'den alýnmýþ ve Kur'ân-ý Kerîm'in esaslarý dairesinde yazýlmýþ eserlerdir. Eseri yazan Bedîûzzaman'dýr. Bütün ilim adamlarý, müttefikan Ri-

 

 

 

 

 

sh:» (G: 200)

 

 

 

sale-i Nûr'un muhterem müellifinin, Bedîüzzaman denmeðe lâyýk bir þahsiyet olduðunu tasdik etmiþler. Böyle iken bu kadar þöhret sâhibi kudretli bir þahsiyeti herkes tanýmýyor, denebilir.

 

 

 

Evet, içimizde onbeþ yirmi seneden beri komünistler çalýþýyorlarmýþ. Böyle dâhilerimizi tanýtmak þöyle dursun türlü türlü isnatlarla kötülermiþler. Buna muvaffak olmak için de bütün imkânlardan istifade etmeye çalýþmýþlar. Ýlim adamlarýmýzý millete fena göstermek için bütün gayretlerini sarfetmiþler. Bu hâlin böyle olduðunu ancak bu bir seneye yakýn idrak edebildik. Matbuâatýmýzýn Komünist mikroplariyle dolduðunu; demokrasinin memleketimizde geliþmeye baþlamasý sayesinde anlayabildik. Meðer aldanmýþýz. Ve aldatýlmýþýz. Þimdiye kadar din adamlarýmýz hakkýnda bize yapýlan uydurma telkinatlarý ve yalan yanlýþ propagandalarý bu hakikatlarý öðrendikten sonra kafamýzdan çýkarabildik. Menfi intibalarýmýzý silebildik. Bütün hakikî dünya münevverlerinin istifade ettikleri Kur'ân'ýmýza öyle sarýlabildik. Ve öylelikle KUR'ÂN'dan dilimize çevrilen eserleri okumaða baþladýk. Eserleri garp dillerine çevrilen MEVLÂNA CELÂLEDDÝN, YغNUS EMRE, EVLÝYA ÇELEBÝ gibi daha bir çok büyüklerimizin eserlerini ve hakikî kýymetlerini

 

 

 

 

 

sh:» (G: 201)

 

 

 

gençlik nasýl bilmiyorsa, Bedîuzzaman gibi bir büyüðümüzü de gençlik tam tanýmýyor. Fakat böyle kýymetli bir adamýn þimdi de mevcut olduðunu öðrenenler kýymetini derhal idrak etmiþ. Ve istifade için can atmýþlardýr. Ýnþâallah bütün Türk Milleti ve bütün dünya da bu büyüðün eserlerinden faydalananlar çok olacaktýr. Bu tahmin ve temenniyi Risâle-i Nur'daki kudret ve kuvvet ve yenilik, kat kat kuvvetlendiriyor.

 

 

 

Evet bu asýrdaki insanlarý saadete kavuþturacak eser ancak Risâle-i Nur'dur. Bu hüküm Nur Risâlelerini okuyanlarýn kât'î bir hükmüdür. Benim gibi bir miskinin sözü deðildir. Nasýl Kur'ân-ý Kerîm'e sarýlanlarýn dünya ve âhiretleri mamur olursa; O'nun parlak ve yüksek bir tefsiri olan Risâle-i Nur'u okuyup amel edenler de hakikî saâdete eriþeceklerdir. Okuyan gençlerin istikbali parlayacak; Ýlim ve irfan sahibi olacaklardýr. Okudukça ahlâkýmýzýn yükseleceðine kaniiz. Buna sarsýlmaz bir îmanla inanýyoruz... Okudukça ALLAHIMIZA, PEYGAMBERÝMÝZE, anne ve babalarýmýza, haklý ve hakiki kanuna itaatý öðreniyoruz. Bu sözler karþýsýnda belki, ehemmiyete alýnmadýðýný ifâde eden bir söz söylenebilir. Fakat okunsun, tecrübe edilsin. O vakit bu hükümleri okuyanlar kendileri vereceklerdir.

 

 

 

 

 

sh:» (G: 202)

 

 

 

Peygamberimiz Efendimiz HAZRET-Ý MUHAMMED ALEYHÝSSALÂTÜ VESSELÂM'ýn mescidine girebilsem, minâresine çýkabilsem. Allahým da söyliyeceklerimi bütün cihânýn iþitebileceði þekilde gür bir sada bana verse bütün kudret ve kuvvetimle Risâle-i Nur'un bütün gençliði ve insanlýðý fenalýktan, dalâlet ve hayvâni hallerden kurtaracak bir þaheser olduðunu ilân ederim... Risâle-i Nûr'un uyandýrdýðý bu ulvî istek benim gibi yalnýz dokuz on kitabýný okuyabilenlerde bu derece olursa NUR DERYASINA okumakla dalmýþ kimselerdeki istek ve arzunun kutsiyet ve büyüklüðünü tahmin edemiyorum. Risâle-i Nûr hakkýnda bir fikir edinebilmek için hiçbir yerden izahat almaya lüzum yok. Siz bu nurlu eserleri okuyun. Kur'ân-ý Kerîm'in Nuru sizin içinize dolacak ve îmanýnýzý inkiþaf ettirecektir. خman cihetinden, dünyanýn cennetten, bu noktada daha zevkli olduðunu Risâle-i Nur telkin edecektir. Dünyayý fâni hayat deðil, ebedî âlem için sevmeðe baþlayacaksýnýz. Namaz kýlmanýn büyük hakikî bir zevk olduðunu bir kat daha anlayacaksýnýz.

 

 

 

Namazda büyük ve sevgili Allâhýmýzýn huzurunda durmaktan o kadar fazla zevk duymaya baþlýyacaksýnýz ki: namazsýz geçen günleriniz ýz-

 

 

 

 

 

sh:» (G: 203)

 

 

 

dýrap ve sýkýntýlarla geçecektir. En sevinçli, en neþ'eli, en mes'ud anlarýnýzý namazda bulacaksýnýz. Zaten sizler de bilirsiniz ki bu mukaddes vazifeyi hakkýyla yapanlarýn dünya ve âhireti þen ve bahtiyar geçecektir ve geçiyor.

 

 

 

RÝSÂLE-Ý NUR'un hizmeti oldukça, dünyada iken Cennete dâvet etseler, KUR'ÂN-I KERخM'e hizmet etmek gibi büyük bir þerefi terk edip, böyle mukaddes bir vazifenin, böyle ulvî bir saâdetin dünyada olduðunu anlayarak þimdi o hizmeti býrakýp Cennete gitmek istemiyeceksiniz. Dünyanýn îman cihetiyle bir manevî cennet hükmüne geçtiðini söyleyince, Dünya'dan þimdiye kadar ne gördük ki: Bundan sonra safa süreceðiz, diyenler olabilir. Halbuki: Dünya ehl-i îman için îman cihetiyle bir nevî mânevî cennet ve ehl-i dalâlet için bir mânevi cehennem hükmünde olduðunu Risâle-i Nur kuvvetli mizanlarýyla ve kat'î delilleriyle ispat etmiþtir.

 

 

 

RÝSÂLE-Ý NUR, yirminci asrýn Müslümanlarýný ve bütün insanlarýný koyu fikir karanlýklarýndan ve müthiþ dalâlet yollarýndan kurtarmak için müellifin kendi ihtiyariyle yazýlmýþ deðil, Cenab-ý Hakkýn ihsaniyyle yazýlmýþ bir eserdir. Risale-i Nur'u devamlý olarak teenni ile ve içindeki lügatlarýn mânalarýný öðrenerek okuyabilirsiniz; içi-

 

 

 

sh:» (G: 204)

 

 

 

nizde, geceli gündüzlü çalýþanlar gibi bir ferah, bir heves uyanacaktýr. Eðer biraz aðýr davranýyorsanýz, nefsin tesiri altýnda kaldýðýnýzý hatýrlayýnýz. O vakit faaliyetinizi derhal arttýrmalýsýnýz. Çünki: gençlik gidiyor. Bu gibi kýymeti ölçüye sýðmayan eserleri okumak için beþ dakikayý bile boþa gidermemek bizim kuvvetli bir azmimizdir.

 

 

 

RÝSÂLE-Ý NUR'a çalýþan mes'ut kimseler arasýnda menfaat-i þahsiye kat'iyen mevzu-u bahis deðildir. Çünki gâye Rýzâ-yý Ýlâhidir. Hamd olsun Risâle-i Nûr'a çalýþmanýn mukaddes kitabýmýza hizmet olduðunu öðrenen sevgili arkadaþlarýmýz milyonlarý geçmiþ. Akýl ve fikri yerinde olanlar için pek âþikâr olarak görünen bu hakikatý hiçbir fert inkâr edemez. Allah için bir çalýþma olan Risâle-i Nur çalýþmalarýnda gece uykularýný bile terk edenler var.

 

 

 

Risâle-i Nûr'a hizmet eden NUR'un öyle hakikî talebeleri var ki: onlardan birisine denilse: Risâle-i Nûr yerine þu kitaplarý kopya et de Amerika'lý milyarderler Ford'un servetini sana verelim. Risâle-i Nûr'un satýrlarýndan kaleminin ucunu bile kaldýrmadan þöyle cevap verir: «Dünyayý servetiyle ve saltanatýyla verseniz kabul etmem. Çünki: Cenâb-ý Hak Risâle-i Nûr'un hizmetiyle tükenmez bâki bir hâzîneyi veriyor. Acaba sizin o

 

 

 

sh:» (G: 205)

 

 

 

servetiniz beni mes'ut edecek mi? O da þüphelidir. Fakat Cenab-ý Allâhýn ihsan edeceði bâki servet ile hakikî saâdete kavuþacaðýmdan þek ve þüphe yoktur.»

 

 

 

Eðer bir genç Risâle-i Nur'un kýymetini anlamakta biraz gecikmiþ bulunuyorsa; içi sýzlaya sýzlaya þöyle devam edecek: «Þu geç uyanan biçâre gençliðimi geçici þeylerle deðil, ancak ve ancak Kur'ân'a ve îmana hizmet uðrunda sevgili Allâhýmýza ve sevgili Peygamberimize kavuþmak çýðýrýnda çalýþmalara vakf etmeliyim. Onlarýn milyonlarý için Risâle-i Nûr'u yazmaktan geri kalamam.»

 

 

 

Risâle-i Nûr'a bu kadar baðlanýldýðýný görünce dünyadan alâkamýzýn kesildiðini zannedenler olabilir. Bilâkis bu cihet þu vasýflarýmýzla tebarüz eder: mücerred isek iþlerimizi en evvel, talebe isek derslerimizi en önce, memur isek vazifemizi en baþta yapýyoruz. Risâle-i Nûr'un okunmasý bu iþlerimizde muvaffakiyetimizi kat kat artýrarak kuvvet ve heves veriyor. Bize vaktin kýymetini anlatýyor. Çalýþýlmasý lâzým gelen saatlerde caddede, þurada burada boþu boþuna vakit öldürmekten bizi men ediyor. Ýþlerimizi program içine aldýrýyor. Hattâ istirahat zamanlarýmýzda bile çalýþmak azmini taþýtýyor.

 

 

 

sh:» (G: 206)

 

 

 

RÝSÂLE-Ý NغR'un kýymetini tam beyan etmek mümkün deðildir. O'nun kýymeti okuyanlarýn içini o kadar sarýyor ki: öyle olanlardan öyle fedakârlar var ki: bütün insanlar onlardan birinin baþýna toplanýp Risâle-i Nur'dan vazgeçirmeye çalýþsalar yine muvaffak olamýyorlar.

 

 

 

Risâle-i Nûr'u te'lif ile vazifelendirilen ÜSTÂD'ýn da hizmetçisi olurum. Hizmetçisinin hizmetçisi de olmayý bir þeref biliyorum. Bu baðlýlýðý çok görenler olabilir. Kat'iyen hiçde fazla görülmemelidir. Kýymetli bir eser okuruz. Onu yazana karþý içimizde az çok bir baðlýlýk belirir. Meselâ: Molyer'in, Þekspir'in, Viktor Hügo'nun eserlerinden okunur. Bunlarýn eserleri okunduðu zaman bir takdir hissedilir. Acaba ÝSLÂM dininin rehberi olan KUR'ÂN-I KERخM'in müfessirinin þahsýna karþý baðlýlýðýn derecesi nasýl olabilir? Meþhur GÖTE'nin eseri kâðýda yazýlýrsa, Bediüzzaman'ýn eseri yâni RÝSÂLE-Ý NUR, altýn gümüþ levhalar üzerine iþlenmeðe lâyýktýr. Eflâtunun üstadý Sokrat'ýn ve Aristo'nun eserlerini tetkik için gece yarýlarýna kadar çalýþýlýrsa, Bediüzzaman'ýn eserlerini okumak için uykularýmýzý terk edersek çok mu görülmelidir? Yalnýz dünyaca þöhret kazanmýþ bir müellifin eserine beþ lira verilirse, Risâle-i Nûr gibi her iki âlemde de en

 

 

 

sh:» (G: 207)

 

 

 

büyük þöhret ve yüksek mevkilere lâyýk, kudsî bir eser için bütün bir servet feda edilir ve edilmelidir. Dürüst fikirli eserlere baðlýlýðýmýzýn derecesi on ise, Risâle-i Nûr gibi dünya ve âhiretimize rehberlik eden bir MغCÝZE-Ý KUR'ÂNÝYE'ye râbýtamýz; sonsuz ve nihayetsiz olmalýdýr. Öyle ise geliniz kardeþlerim. Sarýlalým, nurundan nur almaya. Þiddetli ihtiyâcý olan yüzlerimizi ve gözlerimizi Kur'ân-ý Kerîm'in i'câz-ý mânevisi olan Risâle-i Nûr kütüphanesine çevirelim. Orayý nokta-i nazar yapalým. Ve Kur'ân-ý Kerîm'in mukaddes sözlerini bütün kudret ve kuvvetimizle tekrarlýyalým. Kur'ân-ý Kerîm'in hakikî bir tefsiri olan Risâle-i Nûr bizim özümüz, kalbimiz ruh ve cânýmýzdýr. Onu gaye-i hayatýmýz ve sermâye-i ömrümüz biliyoruz ve bilmeliyiz. Evet kardeþlerim, Risâle-i Nûr'daki hususiyetler; þimdiye kadar te'lif edilen hiç bir eserde görülmüyor. Bunu ne biliyorsun diyebilirsiniz? Ömrünü vakfedip cildlerle eser okuyan hakikî ilim adamlarýndan Risâle-i Nûr'u okuyanlar bu hakikatý ilân ediyorlar. Ve o þahsiyetler, þu zamanda yaþayan insanlarýn, ilmi ne kadar yüksek ve zengin olursa olsun Risâle-i Nûr'u okumaða muhtaç olduklarý kanaatýna varýyorlar. Gurur, kibir ve enaniyet gibi hastalýklara müptelâ olmaktan fazla korkan

 

 

 

sh:» (G: 208)

 

 

 

âlim, fâzýl ve münevverler Risâle-i Nûr'a derhâl sarýlýyorlar. Bazýlar altmýþ yetmiþ yaþlarýnda olduklarý halde Risâle-i Nûr'a talebe olmýya çalýþýyorlar. Risâle-i Nûr'un en mühim husûsiyetlerinden birisini müellifi þu þekilde buyurmuþtur: (Herhangi bir eser okunur, malûmat elde edilir. Fakat Risâle-i Nûr ayný zamanda akýl ile beraber kalbe ve ruha bir mânevî, zevkli dersi de verir.) Evet kardeþlerim.. Risâle-i Nûr'un bu hususiyeti okuyucularýnda göz ile görünüyor. Türk Müslaman gençliði de kendini karanlýk fikirli deðil, imanlý, münevver ilim ve fen adamý yapmak istiyor. Bunun içni her türlü malûmatýn esasýný hâvi eseri okuyacak hukuk, týp ve fen fakültelerinin talebeleri kendi mesleklerini alâkadar eden bahisleri, Risâle-i Nûr'da okuduklarý zaman ilmî, içtimaî, ve ruhî, çeþitli bilgilerin hakikatlarýný elde etmeye muvaffak oluyorlar. Edebiyat meraklýlarý da Risâle-i Nûr'u okuyorlar. Kelâm, kitabet, þiir kudretleri Risâle-i Nûr'u okumadan evvel bir ise okuduktan sonra on oluyor. Risâle-i Nûr-u okuyan, herhangi bir ilim meclisindeki tartýþmalarda mutlaka zaferi kazanýyor. Hakikatý en açýk bir ifade ile anlatýyor. Risâle-i Nûr'u tam kabul ile okuyan hâkimlerin isâbetsiz karar verdikleri görülmüyor. Hakikî medeniyetin ve yüksek içtimâiyâtýn ve in-

 

 

 

sh:» (G: 209)

 

 

 

sanlýk kanunlarýnýn esasý KUR'ÂN'dýr. Aradýklarýnýzý Kur'ân-ý Kerîm'in hakikî bir mübarek tefsiri olan Risâle-i Nûr'da bulacak ve takdir hisleri içinde def'alarla okumak iþtiyakýna sahip olacaksýnýz. Üniversiteye gitmeden evvel Risâle-i Nûr'u tamamen okumuþ olmak faydalarýn üstünde bir fayda temin eder. Yoksa büyük felâketlere düçar olmak kuvvetle muhtemeldir. Risâle-i Nûr'un üslûbu baþlýbaþýna yekta ve hiç bir üslûpla kabil-i kýyas olmayan bir üslûptur. Bu çekici, akýcý üslûp devamlý bir okuma iþtiyâký uyandýrýr. Ýþte o zaman insana bu asýrda eþsiz bir te'lifin tatlý ve bambaþka üslûbunun verdiði bir haz ile Nûr Külliyatýný bir an evvel okumak için gayret ve heves geliyor. Kur'ân-ý Kerîm; mânasý bilinmeden okunduðu halde okuyana mânevî bir tesir yapar. Risâle-i Nûr'da Kur'ân-ý Kerîm'in Ý'câz-ý Mânevîsi olduðu için içerisinde rastlanan arabî kelimelerin bazýlarýný anlayamazsýnýz da onlarýn feyzi, ruhu insana nüfuz eder ve ediyor. Evet Risâle-i Nûr'dan bir parça okuyan takdirkâr bir münevver, okuduðu bir parça ile Risâle-i Nûr Külliyatýnýn bir þaheser olduðu hükmünü veriyor ve vermektedir. Risâle-i Nûr'un öyle emsalsiz bir te'lifi var ki; hakikatlarýný her âlim anladýðý gibi, her okuyabilene ve her dinleyene -cahil de olsalar-

 

 

 

sh:» (G: 210)

 

 

 

anlamak ve anlatmak kudret ve hususiyetine mâliktir. Risâle-i Nûr; veciz hakikatlar ve sözler hazinesidir. Risâle-i Nûr'un cümle ve vecizelerini hâfýzamýza alýrsak, onlarýn kalbimiz ve dilimizden gâyet kýymettar mücevherât parçalarý halinde çýktýðýný görürüz. Bediüzzaman, Ýhlâs Risalesi'nin sonunda bizlere çok büyük müjde veriyor. Bu kadar hârika bir kolaylýðý müjde etmek þimdiye kadar hiç bir müellife nasip olmamýþ, diye kanaat ediyoruz. Hazreti Üstad o risalesinde þöyle buyuruyor: «Bu risâleleri anlýyarak ve kabul ederek bir sene okuyan, bu zamanýn hakikatlý bir âlimi olabilir.» Âlim demek, ilim kudretine sahip olan kimse demektir. Bu hususta genç ve ihtiyar farký yoktur. Risâle-i Nûr kendisini sadakatla okuyan gençleri bir senede âlim yapýyor. Sevgili Allâhýmýzýn bu zaman insanlarýna lütuf buyurduðu bu kadar kolay ve sür'atle elde edilebilecek bir maârifin mevcudiyetini iþiten aklý baþýnda, kalbi yerinde olan bir genç buna mâlik olmak için beþ dakikasýný bile kaybetmemek azmiyle çalýþmaktan geri kalabilir mi? Hayýr, ASLA ve KAT'A...

 

 

 

Bu vatan ve bu millet gençliði uyanýyor. Bu uyanan gençlik, hakikî refah ve saadete eriþtirecek hizmeti, Risâle-i Nûr'la yapmak istidadýna

 

 

 

sh:» (G: 211)

 

 

 

sahiptir. Yalnýz gerek dar ölçüde olsun ve gerek geniþ ölçüde olsun, hârikulâde muvaffakiyete eriþebilmek için Risâle-i Nûr'un þahs-ý mânevisinin himmetine muhtaçtýr. Bunun için de Risâle-i Nûr'un þahs-ý mânevisine ciddi ve samimî bir alâka ile baðlanmak lâzýmdýr. Sevgili kardeþlerim; bu kadar kýymetli eserleri bir an evvel okumak için bütün gayretinizle çalýþacaðýmýzdan eminim. Ve öyle olmanýzý temenni ediyorum. Þimdiden içinizden mânevî bir kuvvetin sizi çalýþmaya sevk ettiðini fark ediyorsunuz, ve anlýyorsunuz. Bu eserlerden faydalanmak için eski yazýyý öðrenmeðe karar veriniz. Biz kendimizi yetiþtirmek zaruret ve azmindeyiz. Ýnþâallah, devamlý, sebatlý ve azimli çalýþmalarýmýzla her halde yükseleceðiz. Risâle-i Nûr'a bizlere bahþedilen harikulâde ihsanâtý gören ve iþiten Türk-Müslüman Gençliði daha fazla sabr edemez ve edemiyor ve edemiyecek. Kafasýný ilimle, kalbini nurla dolduracak ve dolduruyor. Böylelikle büyük Allahýmýzýn hakikî bir kulu ve bütün dünya gençliðine örnek bir Müslüman-Türk genci olmaya çalýþýyoruz. Risâle-i Nûr'u yazmaktaki kazançlarýmýz çok büyük ve çeþitlidir. Eski yazý pek kýsa bir zamanda öðreniliyor. Hem yazarken malûmat elde ediliyor. Risâle-i Nûr'u çoðaltmakla Kur'ân-ý Kerîm'e hizmet

 

 

 

sh:» (G: 212)

 

 

 

edildiði için, bir sahifelik bir yazýya sahifeler adedince kazançlar lütuf buyuruluyor. Yazýlarak edinilen bilgi de hâfýzaya daha esaslý bir þekilde yerleþiyor. Risâle-i Nûr'un kýymetini idrâk edip okumaya baþlayan bir arkadaþ sormuþtu: -«Risâle-i Nûr iki cild midir?» Hayýr zengin bir külliyat. Dedim. Tekrar sordu: «Hepsi yeni yazý mý?» Dedim: Þu gördüðün cildler yeni yazýdýr. O arkadaþým bir lâhza düþündü. Anî ve isabetli karar veren büyük bir adamýn tavrýný andýrýr bir þekilde, çalýþkanlýk ve uyanýklýk ifade eden bir tarz ile þöyle dedi: «Bu kadar kýymetli bir eserin eski yazýlarýný okumaktan mahrum kalamam. Eski yazýyý öðrenmek için çalýþmaya baþlamalýyým.»

 

 

 

Biz, ilim ve kemâlâtla bütün insanlýða en ulvî bir hizmeti yapmak istiyoruz. VE ÝNÞAALLAH YAPACAÐIZ...

 

 

 

Eskiden de temiz ve dürüst arkadaþlar edinmeye meraklý idim. Bir arkadaþlar tanýþtýðým zaman evvelâ onu arkadaþ namzedi olarak seçerdim. Arkadaþlýðý hakikî ve ebedî olabilmesi için de en aþaðý bir iki sene tecrübe etmek lâzýmdýr. Diyordum. Þimdi birisiyle tanýþýrken Risâle-i Nûr'un sadýk ve hakikî talebesi denildiði anda, ona bütün samimiyetimle baðlanýyorum.

 

 

 

RÝSÂLE-Ý NغR'daki hârikulâde kuvvet; mis-

 

 

 

 

 

sh:» (G: 213)

 

 

 

kinleri cevval yapýyor. Süflî ve pis zevklerden hoþlanan kimseleri zevk-i selim sâhibi yapýyor. Menhus zevklerden ikrah ettiriyor. Vaz geçiriyor. Hem en temiz hakikî ve ebedî ve sonu gelmeyen hazlar veriyor. Ýnsana hayatý sevdiriyor. Bedbinlikten kurtarýp imanlý bir bahtiyarlýk aþýlýyor. Orta halli deðil, en ileri ve en yüksek bir insan olmak heves ve iþtiyakýný lütfediyor. Gurur ve kibir gibi sevimsiz amelleri tedâvi ediyor. Vakar ve tevâzu gibi faziletlerle deðerlendiriyor. Hasým ve kinleri barýþtýrýyor. Fenalýða karþý fenalýkla mukabele etmeyi deðil, bilâkis iyilik etmeyi, sabýr ve tahammülü aþýlýyor. Sizin gibi halîm, selim, ahlâklý, terbiyeli, temiz, sevimli, kýymetli gençleri, bozulmuþ fena muhitin, sosyete yâni serbest hayatýn fena görenekleriyle ahlâksýz, terbiyesiz, çirkin, sevimsiz deðersiz kýymetsiz bir insan haline getirmekten vikaye ediyor. Ýþte bunun için Risâle-i Nûr'un sâdýk, hakikî bir talebesi, milyonlarla ahlâken düþük insanlar arasýnda kalsa, ahlâkýný deðþitirmiyor. Bilâkis ahlâkýný daha fazla yükseltmek için nefîs mücadelesine giriþiyor. Risâle-i Nûr'dan aldýðý malûmat ile, azimle ve mânevî kuvvetle galibiyeti kazanýyor. Kendini o bozuk cemiyete uydurmak deðil, öyle cemiyetleri islâh etmek azmine sahip oluyor. Büyük Allâhýn

 

 

 

sh:» (G: 214)

 

 

 

yardýmý ve Risâle-i Nûr'un verdiði tahkikî îman dersleriyle en ileri ve en yüksek içtimaî esaslarla mücehhez bir ýslahatçý oluyor. Anarþistliðe yüz tutmuþ, insaniyet çerçevesinden çýkmýþ olanlarý medenileþtirmeye çalýþýyor. Ýþte bizler, Yardýmcýmýz olan ve büyüklüðünün ve kudretin ölçüsü olmayan Allâha iltica ediyoruz. Ona sýðýnýyoruz. Ve Ona yalvarýyoruz. Bütün insanlarý; insaniyete, refah ve saadete kavuþturan hakikî medeniyetin müessisi ve nâþiri olan PEYGAMBERÝMÝZ Hazret-i MUHAMMED Aleyhissalâtü Vesselâm'dan Ýmdat ve Risâle-i Nûr'un þahs-ý mânevisinden himmet dileyerek çalýþýyoruz.

 

 

 

Evet kardeþlerim, içtimaî derd ve yaralarýmýzý tedâvi edecek bugünde esaslý tek bir HAKÝKAT var. O da KUR'ÂN-I KERخM'in tefsiri olan RÝSÂLE-Ý NغR eczalarýdýr. Bu hakikatý, gençleri yetiþtirmek þeref ve kýymetine nail olan öðretmenler idrak etmektedirler. Gözümüz daima terakki etmekte olacaktýr. Dünyanýn ebedî saadeti kazanmak için bir ticarethane olduðunu Risâle-i Nûr ders veriyor. Biz de nihayeti olmayan bir ilim için muvaffakiyetleri kazanmakta aza kanaat etmeyeceðiz. Daima fazla kazanmak ve ilmen yükselmek için azimli ve sebatlý olarak çalýþacaðýz Ýnþaallah.

 

 

 

 

 

sh:» (G: 215)

 

 

 

Fen bütün hýzýyla ilerlemektedir. Mâneviyatta yükselmek de, bununla muvazidir. Maddî sahada bir saatlik yol bir dakikaya indirildiði bir devri yaþýyoruz. Mâneviyat sahasý ise daha sür'atli daha vüs'atlidir. Eski zamanda yarým asýrda elde edilebilen Ýlmî Hakikat, þimdi bir senede kazanýlabiliyor. Belki de daha kýsa bir zamanda elde edilebiliyor. Bu muvaffakiyet ise ancak ve ancak azimli ve devamlý çalýþmakla mümkündür.

 

 

 

Evet kardeþlerim, hakikî ve yüksek bir insan olabilmek ve bu olgunlukda millet ve vatanýmýza ve bütün dünyaya ulvî bir hizmet yapmak için Risâle-i Nûr yolunda koþmamýz lâzýmdýr. Hattâ bu koþmamýzda daha çok sür'at göstermemiz lâzým. Yâni beþ dakikalýk okumaya müsait olan bir zamanýmýzý boþa gidermemek zaruretindeyiz. Okumakda sür'at bu þekilde olur. Her zaman ve her yerde kendimizle þöyle konuþmalýyýz: «Vakit kaybediyoruz. Aman vaktimiz boþa gitmesin. Sermâye-i hayatýmýz olan vaktimizi öldürmiyelim. Ve, vakit kazanmak için þöyle yapalým, böyle yapalým» diye vakte çok büyük ehemmiyet vererek NغR hizmetleri ile teâli etmeye pek ciddî çalýþmalýyýz.

 

 

 

Konya Nûr Talebeleri namýna

 

ZÝVER GÜNÜZALP

 

 

 

sh: » (G: 216)

 

 

 

BÝSMÝHÝ SÜBHANEHU

 

Esselâmü âleyküm ve rahmetullahi ve berekâtühü Ebeden Daima.

 

Þu kâinat semasýnýn gurubu olmayan, manevî güneþi Kur'an-ý Kerim; þu mevcudat kitab-ý kebirinin âyât-ý tekviniyesini okutturmak, mahiyetini göstermek için þualarý hükmünde olan envarýný neþrediyor. Beþerin aklýný tenvir ile sýrat-ý müstakimi gösteriyor. Beþeriyet âleminde her ferd; hilkatindeki maksadlar ve fýtratýndaki arzular ve istikametindeki gayesini, o hidayet güneþinin nuru ile görür ve bilir. O hidayet nurunun tecellisine mazhar olanlar; kalb kabiliyeti nisbetinde ona âyinedarlýk ederek yakýnlýk kesbeder. Eþya ve hayatýn mahiyeti; o nur ile tezahür ederek ancak o nur ile görünür, anlaþýlýr ve bilinir. Ezelî Güneþ'in manevî hidayet nurlarýný temsil eden Kur'an-ý Kerim, akýl ve kalb gözüyle hak ve hakikatý görmeyi temin eder. Onun nurundan uzakta kalanlar zulmette kalýrlar. Zira her þey nur ile görünür, anlaþýlýr ve bilinir. Ýþte þu hakikatýn manevî ve sermedî güneþi olan Kur'an-ý Kerim'in nur tecellisine bu asrýmýzda Nûr ismiyle müsemma olan Risale-i Nur'un þahs-ý manevîsi mazhar olmuþtur. O nurlar ki; zulmetten ay

 

sh: » (G: 217)

 

rýlmak istemeyen yarasa tabiatlý, gaflet uykusuyla gündüzünü gece yapan, sefahetperest, aklý gözüne inmiþ, zulmette kalarak gözü görmez olanlara ve yolunu þaþýranlara karþý projeksiyon gibi nurlarýný îman hakikatlarýna tevcih ederek sýrat-ý müstakimi büsbütün kör olmayanlara gösteriyor. Nur topuzunu ehl-i küfür ve münkirlerin baþýna vurup:

 

Ya aklýný baþýndan çýkar at, hayvan ol. Yahutta aklýný baþýna al, insan ol, diyor. Ýlim bir nur olduðuna göre, Risale-i Nur'un ilme olan en derin vukufunu gösterecek bir-iki delile kýsaca iþaret ederiz:

 

Evvelâ: Þunu hatýrlamalýyýz ki; Risale-i Nur baþka kitablarý deðil, yalnýz Kur'an-ý Kerim'i üstad olarak tanýmasý ve ona hizmet etmesi itibariyle makbuliyeti hakkýnda bizim bu mevzuda söz söylememize hacet býrakmýyor. Biz ancak ilim erbabý nazarýnda, Risale-i Nur'un deðerini belirtmek için deriz ki: Risale-i Nur þimdiye kadar hiç bir ilim adamýnýn tam bir vuzuh ile isbat edemediði en muðlak mes'eleleri, gayet kolay bir þekilde en basit avam tabakasýndan tut da en yüksek havas tabakasýna kadar herkesin istidadý nisbetinde anlayabileceði bir tarzda þübhesiz tam ikna' edici bir þekilde izah ve isbat etmesidir. Bu

 

sh: » (G: 218)

 

hususiyet, hemen hemen hiç bir ilim adamýnýn eserinde yoktur.

 

Ýkincisi: Bütün Nur eserleri; Kur'an-ý Kerim'in bir kýsým âyetlerinin tefsiri olup onun manevî parýltýlarý olduðunu her hususta göstermesidir.

 

Üçüncüsü: Ýnsanlarýn en derin ihtiyaçlarýna kat'î delil ve bürhanlarla ilmî mahiyette cevab vermesidir. Meselâ: Allah'ýn varlýðý, âhiret ve sair îman rükünlerini, bir zerrenin lisan-ý hal ve kal suretinde tercümanlýðýný yaparak isbat etmesidir. En meþhur Ýslâm feylesoflarýndan Ýbn-i Sina, Farabî, Ýbn-i Rüþd bu mes'elelerde bütün mevcudatý delil olarak gösterdikleri halde, Risale-i Nur o hakikatlarý bir zerre veya bir çekirdek lisaniyle isbat ediyor. Eðer Risale-i Nur'un ilmî kudretini þimdi onlara göstermek mümkün olsa idi, onlar hemen diz çöküp Risale-i Nur'dan ders alacaklar idi.

 

Dördüncüsü: Risale-i Nur, insanýn senelerce uðraþarak elde edemeyeceði bilgileri komprime hülâsalar nev'inden kýsa bir zamanda temin etmesidir.

 

Beþinci: Risale-i Nur ilmin esas gayesi olan rýza-yý Ýlahîyi tahsile sebeb olmasý ve dünya menfaatýna, ilmi hiç bir cihetle âlet etmeyerek

 

sh: » (G: 219)

 

tam manasýyla insaniyete hizmet gibi en ulvî vazifeyi temsil etmesidir.

 

Altýncýsý: Risale-i Nur kuvvetli ve kudsî ve îmanî bir tefekkür semeresi olup, bütün mevcudatýn lisan-ý hal ve kal suretinde tercümanlýðýný yapar. Ayný zamanda îman hakikatlerini ilmelyakîn ve aynelyakîn ve hakkalyakîn derecelerinde inkiþaf ettirir.

 

Yedincisi: Risale-i Nur, esas bakýmýndan bütün ilimleri câmi' oluþudur. Âdeta ilim iplikleriyle dokunmuþ müzeyyen bir kumaþ gibidir. Ve þimdiye kadar hiçbir ilim erbabý tarafýndan söylenmemiþ ve her ilme olan vukufunu tebarüz ettiren vecizeler mecmuasýdýr. Misal olarak birkaçýný zikrederek, heyet-i mecmuasý hakkýnda bir fikir edinmek isteyenlere Risale-i Nur bahrýna müracaat etmelerini tavsiye ederiz.

 

1- Sivrisineðin gözünü halkeden, güneþi dahi o halk etmiþtir.

 

2- Pirenin midesini tanzim eden Manzume-i Þemsiyeyi de o tanzim etmiþtir.

 

3- Bir zerreyi icad etmek için, bütün kâinatý icad edecek bir kudret-i gayr-ý mütenahî lâzýmdýr. Zira þu kitab-ý kebir-i kâinatýn her bir harfinin, bahusus zîhayat herbir harfinin, her bir cümlesine müteveccih birer yüzü ve nâzýr birer gözü vardýr.

 

4- Tabiat; misalî bir matbaadýr, tâbi' deðil. Na

 

sh: » (G: 220)

 

kýþtýr, nakkaþ deðil. Mistardýr, masdar deðil. Nizamdýr, nâzým deðil. Kanundur, kudret deðil. Þeriat-ý iradiyedir, hakikat-ý hariciye deðil.

 

5- Sabit, daim, fýtrî kanunlar gibi; ruh dahi âlem-i emirden, sýfat-ý iradeden gelmiþ ve kudret ona vücud-u hissî giydirmiþtir. Ve bir seyyale-i latifeyi o cevhere sadef etmiþtir.

 

Ve hâkeza binlerce vecizeler var.

 

Elbâþki Hüvel Bâki

 

Dr. Mustafa Hilmi RAMAZANOÐLU

 

 

 

[����1]

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

Gast
Dieses Thema wurde nun für weitere Antworten gesperrt.
×
×
  • Neu erstellen...