Zum Inhalt springen
Qries Qries Qries Qries Qries Qries

Mesnevi-i Nuriye


EMRE

Empfohlene Beiträge

MESNEVÎ-Ý NURÝYE

 

بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

 

Ý’TÝZAR

 

Risale-i Nur Külliyatý'ndan “El-Mesneviyy-ül Arabî” ile muanven büyük Üstad'ýn cihanbaha pek kýymetdar þu eserini de Allah'ýn avn ve inayetiyle Arabîden Türkçeye çevirmeye muvaffak olmakla kendimi bahtiyar addediyorum. Yalnýz, aslýndaki ulviyet, kuvvet ve cezaleti tercümede muhafaza edemedim. Evet o cevher-baha hakikatlara zarf olacak ne bir harf ve ne bir lâfýz bulamadým. Tercüme lisaný da, fikrim gibi nâkýs ve kasýr olduðundan, o azîm imanî ve cesîm Kur'anî hakikatlere ancak böyle dar ve kýsa bir kisveyi tedarik edebildim. Ne hakkýn ve ne hakikatýn hatýrý kalmýþ. Fabrika-i dimaðiyemin bozukluðundan bu kadarýný da müellif-i muhterem Bediüzzaman'ýn manevî yardýmlarý ile dokuyabildim.

 

Evet bir tavuk kendi uçuþuyla, þahinin veya kartalýn uçuþlarýný taklid ve tercüme edemez. Bu, hakikaten aslýna uygun ve lâyýk bir tercüme deðildir. (Pek kýsa bir meal, bazan da tayyedilmiþ, tercüme edememiþ.) Çok yerlerde yalnýz mealini aldým. Bazý yerlerde de tayyettim. Ancak aslýndaki hakaiký, evlâd-ý vatana gösteren küçük bir âyinedir...

 

Risale-i Nur müellifinin neseben küçük

 

kardeþi ve onbeþ sene ondan ders alan

 

Abdülmecid Nursî

 

 

 

sh: » (Ms: 6)

 

sh: » (Ms: 7)

 

RÝSALE-Ý NUR'UN BÝR NEVÝ ARABÝ MESNEVÝ-Ý ÞERÝF’Ý HÜKMÜNDE OLAN BU MECMUANIN MUKADDEMESÝ “BEÞ NOKTA”DIR.

 

BÝRÝNCÝ NOKTA: Kýrk elli sene evvel Eski Said, ziyade ulûm-u akliye ve felsefiyede hareket ettiði için, hakikat-ül hakaika karþý ehl-i tarîkat ve ehl-i hakikat gibi bir meslek aradý. Ekser ehl-i tarîkat gibi yalnýz kalben harekete kanaat edemedi. Çünki aklý, fikri hikmet-i felsefiye ile bir derece yaralý idi; tedavi lâzýmdý. Sonra hem kalben, hem aklen hakikata giden bazý büyük ehl-i hakikatýn arkasýnda gitmek istedi. Baktý, onlarýn herbirinin ayrý cazibedar bir hassasý var. Hangisinin arkasýndan gideceðine tahayyürde kaldý. Ýmam-ý Râbbanî de ona gaybî bir tarzda “Tevhid-i kýble et!” demiþ; yani “Yalnýz bir üstadýn arkasýndan git!” O çok yaralý Eski Said'in kalbine geldi ki:

 

“Üstad-ý hakikî Kur'an'dýr. Tevhid-i kýble bu üstadla olur.” diye, yalnýz o üstad-ý kudsînin irþadýyla hem kalbi, hem ruhu gayet garib bir tarzda sülûke baþladýlar. Nefs-i emmaresi de þükûk ve þübehatýyla onu manevî ve ilmî mücahedeye mecbur etti. Gözü kapalý olarak deðil; belki Ýmam-ý Gazalî (R.A.), Mevlâna Celaleddin (R.A.) ve Ýmam-ý Rabbanî (R.A.) gibi kalb, ruh, akýl gözleri açýk olarak, ehl-i istiðrakýn akýl gözünü kapadýðý yerlerde, o makamlarda gözü açýk olarak gezmiþ. Cenab-ý Hakk'a hadsiz þükür olsun ki, Kur'an'ýn dersiyle, irþadýyla hakikata bir yol bulmuþ, girmiþ. Hattâ وَ فِى كُلِّ شَيْءٍ لَهُ آيَةٌ تَدُلُّ عَلَى اَنَّهُ وَاحِدٌ hakikatýna mazhar olduðunu, Yeni Said'in Risale-i Nur'uyla göstermiþ.

 

ÝKÝNCÝ NOKTA: Mevlâna Celaleddin (R.A.) ve Ýmam-ý Rabbanî (R.A.) ve Ýmam-ý Gazalî (R.A.) gibi, akýl ve kalb ittifakýyla gittiði için, her þeyden evvel kalb ve ruhun yaralarýný tedavi ve nefsin evhamdan kurtulmasýný te'mine çalýþýp, lillahilhamd Eski Said Yeni Said'e inkýlab etmiþ. Aslý Farisî sonra Türkçe olan Mesnevî-i Þerif gibi o da Arabça bir nevi Mesnevî hükmünde Katre, Hubab, Habbe, Zühre, Zerre, Þemme, Þu'le, Lem'alar, Reþhalar, Lâsiyyemalar ve sâir dersleri ve Türkçede o vakit Nokta ve Lemaat'ý gayet kýsa bir surette yazmýþ; fýrsat buldukça da tab'etmiþ. Yarým asra yakýn o mesleði Risale-i Nur suretinde, fakat dâhilî nefs ve þeytanla mücadeleye bedel, hariçte muhtaç mütehayyirlere ve dalalette giden ehl-i felsefeye karþý Risale-i Nur, geniþ ve küllî Mesnevîler hükmüne geçti.

 

sh: » (Ms: 8)

 

ÜÇÜNCÜ NOKTA: O Yeni Said'in münazarasýyla, nefis ve þeytanýn tam maðlub edilmesi ve susturulmasý gibi, Risale-i Nur dahi yaralanmýþ tâlib-i hakikatý kýsa bir zamanda tedavi ettiði gibi, ehl-i ilhad ve dalaleti de tam ilzam ve iskât ediyor. Demek bu Arabî Mesnevî Mecmuasý, Risale-i Nur'un bir nevi çekirdeði ve fidanlýðý hükmündedir. Bu Mecmuanýn yalnýz dâhilî nefis ve þeytanla mücadelesi, nefs-i emmarenin ve þeytan-ý cinnî ve insînin þübehatýndan tamamýyla kurtarýyor. Ve o mâlûmat ise, meþhûdat hükmünde ve ilmelyakîn ise, aynelyakîn derecesinde bir itminan ve bir kanaat veriyor.

 

DÖRDÜNCÜ NOKTA: Eski Said ilm-i hikmet ve ilm-i hakikatýn çok derin mes'eleleriyle meþgul olmasý ve büyük ülemalarla derin mes'eleler üzerinde münazarasý ve medresenin yüksek derslerini gören eski talebelerinin fehimlerinin derecesine göre yazmasý ve Eski Said'in de terakkiyat-ý fikriye ve kalbiyesinde, yalnýz kendisi anlayacak bir surette, gayet kýsa cümlelerle ve gayet muhtasar bir ifade ile uzun hakikatlara kýsa kelimelerle iþaretler nev'inde o mecmuayý yazdýðý için, bir kýsmýný en müdakkik âlimler de zorla anlayabilir. Eðer tam izah olsa idi, Risale-i Nur'un mühim bir vazifesini görecekti. Demek o fidanlýk Mesnevî, turuk-u hafiye gibi enfüsî ve dâhilî cihetinde çalýþmýþ; kalb ve ruh içinde yol açmaya muvaffak olmuþ. Bahçesi olan Risale-i Nur, hem enfüsî, hem ekseri cihetinde turuk-u cehriye gibi afakî ve haricî daireye bakýp marifetullaha geniþ ve her yerde yol açmýþ. Âdeta Musa Aleyhisselâm'ýn asâsý gibi nereye vurmuþ ise su çýkarmýþ...

 

Hem Risale-i Nur, hükemâ ve ülemanýn mesleðinde gitmeyip, Kur'an'ýn bir i'caz-ý mânevîsiyle, her þeyde bir pencere-i mârifet açmýþ;bir senelik iþi bir saatte görür gibi Kur'an'a mahsus bir sýrrý anlamýþtýr ki, bu dehþetli zamanda hadsiz ehl-i inadýn hücumlarýna karþý maðlub olmayýp galebe etmiþ.

 

BEÞÝNCÝ NOKTA: Eski Said'in Yeni Said'e inkýlâb etmesi zamanýnda, yüzer ilimlerle alâkadar binler hakikatlar, ayrý ayrý birer risaleye mevzu olacak kýymette iken, o Said te'lif ederken, mes'elelerin baþýnda “Ý’lem, Ý’lem, Ý’lem”lerle, her bir hakikatý-ki, bir risale olacak derecede ehemmiyetli iken- birkaç satýrda, bazan bir sahifede, bazan bir-iki satýrda zikrediyorlar. Âdeta her bir “Ý’lem”, bir risalenin þifresidir.

 

Hem “Ý’lem”ler, birbirine bakmayarak muhtelif ilimlerin ve hakikatlarýn fihristeleri hükmünde yazýldýðýndan, o mecmuayý okuyanlar, bu noktalarý nazara alýp itiraz etmesinler.

 

SAÝD NURSÝ

 

sh: » (Ms:9)

 

LEM'ALAR

 

(Türkçe Risale-i Nur'un Yirmiikinci Sözü ile ayný mealdedir)

 

بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

 

اَللّهُ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ وَكِيلٌ* لَهُ مَقَالِيدُ السَّموَاتِ وَ اْلاَرْضِ * فَسُبْحَانَ الَّذِى بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ عِنْدَنَا خَزَائِنُهُ *مَا مِنْ دَابَّةٍ اِلاَّ هُوَ آخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا

 

Ey daire-i esbabdan zuhur eden iþleri, hâdiseleri esbaba isnad eden gafil, cahil! Mal sahibi zannettiðin esbab, mal sahibi deðillerdir. Asýl mal sahibi, onlarýn arkasýnda iþ gören kudret-i ezeliyedir. Onlar, ancak o kudretten gelen hakikî te'sirleri ilân ve neþretmekle muvazzaftýrlar. Demek daire-i esbab, hükûmetin kalem dairesi hükmündedir ki, yukarýdan gelen emirlerin tebligatý o daireden yapýlýyor. Çünki izzet ve azamet perdeyi iktiza eder; tevhid ve celal dahi þirketi reddeder, te'siri esbaba vermiyor.

 

Evet Sultan-ý Ezelî'nin memurlarý vardýr amma, icrâatçýlarý deðillerdir ki, saltanat ve Rubûbiyetinde ortak olsunlar. Ancak o memurlarýn vazifesi dellâllýktýr ki, kudretin icrâatýný ilân ediyorlar. Veya o memurlar, nâzýr müþahidlerdir ki, gördükleri evamir-i tekviniyeye karþý yaptýklarý itaat ve inkýyad ile istidadlarýna göre bir nevi ibadet yapmýþ olurlar. Demek esbâb, ancak ve ancak kudretin izzetini, Rubûbiyetin haþmetini izhar için vaz'edilmiþ bir takým vasýtalardýr. Yoksa, kudretin acz ve ihtiyacý için muavenet eden yardýmcý deðillerdir.

 

Beþer

 

sh: » (Ms: 10)

 

sultanlarýnýn memurlarý ise; sultanlarýn ihtiyaç ve aczlerini def' için tâyinlerine zaruret hâsýl olan yardýmcý ve ortaklarýdýr. Binaenaleyh Allah'ýn memurlarýyla insanýn memurlarý arasýnda münasebet yoktur. Yalnýz gafil ve cahil olanlar hâdiselerde ve vukuattaki hikmetleri, güzellikleri göremediklerinden, Cenab-ý Hakk'tan þekva ve þikâyetlere baþlarlar. Ýþte o þekva ve þikayetlerin hedefini deðiþtirmek için esbâb vaz'edilmiþtir. Çünki kusur onlardan çýkýyor, onlarýn kabiliyetsizliðinden ileri geliyor. Bu sýrra bir misal-i lâtif suretinde bir temsil-i mânevî rivayet ediliyor ki:

 

Hazret-i Azrail Aleyhisselâm, Cenâb-ý Hakk'a demiþ ki:

 

-Kabz-ý ervah vazifesinde senin ibadýn benden þekva edecekler. Benden küsecekler.

 

Cenab-ý Hak lisan-ý hikmetle ona demiþ ki:

 

-Senin ile ibadýmýn ortasýnda musîbetler, hastalýklar perdesini býrakacaðým. Tâ þekvalarý onlara gidip sana küsmesinler.

 

Evet nasýlki hastalýklar perdedir, ecelde tevehhüm olunan fenalýklara mercidirler. Ve kabz-ý ervahta hakikî olarak hikmet ve güzellik, Hazret-i Azrail Aleyhisselâm'ýn vazifesine mütealliktir. Öyle de Hazret-i Azrail Aleyhisselâm da bir perdedir. Kabz-ý ervahta zâhiren merhametsiz görünen ve rahmetin kemaline münasib düþmeyen bazý hâlâta merci olmak için o memuriyete bir nâzýr ve kudret-i Ýlâhiyeye bir perdedir.

 

Evet izzet ve azamet ister ki, esbab perdedar-ý dest-i kudret ola aklýn nazarýnda; tevhid ve celâl ister ki, esbab ellerini çeksinler tesir-i hakikîden...

 

TENBÝH

 

Arkadaþ! Tevhid iki çeþit olur:

 

Birisi âmiyâne tevhiddir ki: “Allah'ýn þeriki yok ve bu kâinat Onun mülküdür.” der. Bu kýsým tevhid sahiblerinin fikirce gaflet ve dalâlete düþmeleri korkusu vardýr.

 

Ýkincisi hakikî tevhiddir ki: “Allah birdir, mülk Onundur, vücud Onundur, her þey Onundur.” der; lâyetezelzel bir itikada sahibdirler. Bu kýsým tevhid sahibleri, her þeyin üstünde Cenâb-ý Hakk'ýn sikkesini görür ve her þeyin cebhesinde bulunan mührünü, damgasýný okur. Ve bu sayede huzurî bir tevhid melekesi mâliki olurlar ki, dalalet ve evhamýn taarruzundan kurtulurlar.

 

Kur'an-ý Hakîm'den istifade ettiðimiz ikinci kýsým tevhidin birkaç mertebelerini birkaç lem'a zýmnýnda izah edeceðiz:

 

sh: » (Ms: 11)

 

BÝRÝNCÝ LEM'A: Bakýnýz! Her bir masnuun yüzünde öyle bir sikke vardýr ki, ancak her þeyi halkeden Hâlýk'a mahsustur. Ve her bir mahlukun cephesinde öyle bir hâtem vurulmuþtur ki, her þeyi yapan Sâni'den maada kimsede o hâtem bulunmaz. Ve kudretin neþrettiði mektublarýndan her bir mektubun âhirinde, taklidi kabil olmayan öyle bir turra vardýr ki, ancak Sultan-ý Ezel ve Ebed'e hastýr. O gibi sikkelerden yalnýz hayat üzerinde parlayan sikke-i i'caza bakýnýz ki; hayat ile bir þeyden pek çok þeyler husule gelir, icad edilir. Ve pek çok þeyler dahi bir þey-i vâhide emr-i Rabbaniyle inkýlab ederler. Meselâ: Su, bir þey-i vâhid iken pek çok uzuvlara, cihazlara Allah'ýn izni ile menþe olur, icad edilirler. Ve mideye giren pek çok muhtelif yemekler ve meyvelerden Hâlýk-ý Teâlâ tek bir cismi icad eder, tek bir cisim husule getirir.

 

Ýþte kalb, akýl, þuur sahibi olan bir adam, bu ciheti düþünürse anlar ki, bir þeyden çok þeyleri icad edip çýkartmak ve çok þeyleri bir þeye tahvil etmek, ancak her þeyi halkeden ve her þeyi yapan Sâni'a mahsus bir sikkedir.

 

ÝKÝNCÝ LEM'A: Sayýsýz hâtemlerden canlý mahlûkata vaz'edilen hayat hâtemine bakýnýz! Evet canlý bir mahlûk, câmiiyeti itibariyle, kâinata küçük bir misaldir, þecere-i âleme güzel ve tatlý bir meyvedir, kevn ve vücuda bir nüvedir ki, Cenab-ý Hak o nüvede pek çok âlemlerin örneklerini dercetmiþtir. Sanki o zîhayat gayet hakîmane muayyen nizamlar ile bütün vücudlardan saðýlmýþ bir katre veya bir noktadýr. Bu itibarla bir zîhayatý halketmek, bütün kâinatý yed-i tasarrufuna alan Cenab-ý Hak'tan maada hiç bir þeye isnad edilemez.

 

Evet aklý bozulmayan bir þahýs, teemmülü neticesinde anlar ki: Meselâ bal arýsýný pek çok þeylere fihriste yapan ve kitab-ý kâinatýn ekser mesailini insanýn mahiyetinde yazan ve incir nüvesinde incir aðacýnýn proðramýný derceden ve insanýn kalbini binlerce âlemlere örnek ve pencere yapan ve beþerin kuvve-i hâfýzasýnda tarih-i hayatýný taallûkatýyla beraber yazan, ancak ve ancak her þeyi yaratan Hâlýk olabilir. Ve böyle bir tasarruf, yalnýz ve yalnýz Rabb-ül Âlemîn'e mahsus bir hâtemdir.

 

ÜÇÜNCÜ LEM'A: Cenab-ý Hakk'ýn canlý mahlûkata bastýðý hayat hâteminin gayr-ý mütenahî nakýþ ve keyfiyetlerinden bir nümuneyi göstereceðiz.

 

Þöyle ki:

 

Nasýl ki suyun katrelerinden, þiþenin parçalarýndan tut, seyyar yýldýzlara kadar þeffaf veya þeffaf gibi her þeyde þemsin cilvelerinden

 

sh: » (Ms: 12)

 

þemse mahsus bir turra, bir cilve bulunur. Kezalik Þems-i Ezelî'nin de bütün canlý mahlukatta “ihya ve nefh-i hayat” cihetiyle bir tecelli-i ehadiyeti vardýr ki, bütün esbab iktidar ve ihtiyar sahibi olduklarý farz edilse dahi, o sikkenin ne mislini ve ne taklidini, ne münferiden ve ne müçtemian yapmaktan âcizdirler. Buna binaen þeffaf þeylerde görünen o timsaller þemsin timsali olup, þemsten o þeffaf þeylere in'ikas etmiþ olduklarýna hükmedilmediði takdirde, o sayýsýz katrelerde ve zerrelerde (her birisinde) hakikî bir þemsin maddesiyle mevcud bulunduðuna hükmetmek lâzým gelir.

 

Kezalik Þems-i Ezelî'nin þualar menzilesinde olan tecelli-i esmasýnýn nokta-i merkeziyesi olan hayat, Þems-i Ezelî'ye isnad edilmediði takdirde, bir sins, bir çiçeðe varýncaya kadar her bir zîhayatta nihayetsiz bir kudret, muhit bir ilim, mutlak bir irade gibi Vâcib-ül Vücud'dan maada hiçbir þeyde vücudu mümkün olmayan sair sýfatlarýn mevcud olmasýna cahilane, ahmakane, gülünç bir bâtýl hüküm lâzýmgelir. Ve ayný zamanda, þu bâtýl hüküm ile her bir zerreye ve her bir sebebe bir uluhiyet-i mutlakayý isnad etmekle sayýsýz þerikleri isbat etmek mecburiyeti hasýl olur.

 

Maahaza tohum olacak bir habbe veya bir çekirdekteki garib, acib, muntazam vaziyete bakýnýz ki; o habbe, tohumu olacak cismin bütün eczâsýyla münasebetdar olduðu gibi, nev'iyle yani ebna-yý cinsiyle de ve bütün mevcudat ile de münasebetleri vardýr. Ve onlara karþý o münasebetleri nisbetinde vazifeleri vardýr. Eðer o tohumcuk habbenin Kadir-i Mutlak'tan nisbeti kesilip kendi nefsine isnad edilirse, yani kendi kendine olmuþtur denilirse, her bir tohumda, her þeyi görecek bir gözün ve her þeye muhit bir ilmin bulunmasýný itikad etmek lâzým gelir. Bu ise, sâbýk temsilde her bir þeffaf zerrede hakikî bir þemsin vücudunu iddia etmek gibi gülünç bir hamakattýr.

 

DÖRDÜNCÜ LEM'A: Bir kitab el yazýsýyla yazýlýrsa, yalnýz bir adama ve bir kaleme ihtiyaç vardýr. Fakat matbaada basýlýrsa, kalem iþini gören pek çok demir kalemler lâzýmdýr. Ve o demir harfleri yapmak için ustalar ve âlât ve edevat ve mürettibler gibi çok þeylere ihtiyaç olur. Kezalik þu kitab-ý kâinatta yazýlý satýrlar, kelimeler ve harflerin bir Vâhid-i Ehad'in kalem-i kudretiyle yazýlmýþ olduðu cihete hükmeden adam, pek rahat ve kolay ve mâkul bir yola sülûk etmiþ olur. Fakat, o yazýlarý, o harfleri tabiata ve esbaba isnad eden herifler, imtina ve muhalin en suûbetli ve çýkmaz bir yoluna zehab etmiþ olurlar. Çünki bu yola zehab edenler için tek bir zîhayatýn tab' ve bastýrýlma

 

sh: » (Ms: 13)

 

sý için ekser kâinatýn tab'ýný lâzým olan techizat lâzýmdýr. Bu ise, vehmin kabul edemediði bir hurafedir.

 

Ve keza topraðýn, suyun, havanýn her bir cüz'ünde nebatat adedince mânevî gizli matbaalar lâzýmdýr ki, mahiyetleri ve cihazlarý mütehalif sayýsýz meyve ve çiçeklerin teþkilâtýný yapabilsinler. Veyahut o nebatatý o kadar zînet ve intizamlarýyla beraber yeþillendirmek için, o üç unsurun herbir cüz'ünde bütün aðaçlarýn, meyvelerin ve çiçeklerin hâssalarýný, cihazlarýný ve mîzanlarýný bilip yapabilecek bir kudret, bir ilim lâzýmdýr. Çünki bu üç unsurun her bir cüz'ü, her bir nebatýn teþkiline medar ve menþe olabilir. Evet bir saksýdaki toprak, cihazlarý ve þekilleri ve sair sýfatlarý muhalif olan herhangi bir nebatýn tohumunu yeþillendirmeye kabiliyeti vardýr. Binaenaleyh ikinci yola zehab edenlerce o küçük saksý içerisinde sayýsýz gizli makine ve fabrikalarýn vücudu lâzýmgelir ki, hurafeciler dahi bundan utanýyorlar.

 

BEÞÝNCÝ LEM'A: Bir kitabda yazýlý bir harf, yalnýz bir cihetle kendisini gösterir ve kendisine delâlet eder. Fakat o harf, kâtibine çok cihetlerle delalet eder ve nakkaþýný tarif eder.

 

Kezalik kitab-ý kâinatta mücessem olarak yazýlan herbir kelime, kendi mikdarýnca kendini gösterirse de pek çok cihetlerden münferiden ve müçtemian Sâni'ini gösterir, esmasýný izhar eder. Ve kendi evsafýyla, eþkâliyle, nakýþlarýyla âdeta Sâniini medh için yazýlmýþ bir kasidedir. Buna binaen, meþhur Hebenneka gibi ahmaklaþan bir adam dahi Sâni'-i Zülcelal'in inkârýna gitmemek gerektir.

 

ALTINCI LEM'A: Cenab-ý Hak, bütün cüz' ve cüz'îlerde sikke-i mahsusasýný ve bütün küll ve küllîlerde has hâtemini vaz'ettiði gibi, aktar-ý semavat ve arzý, hâtem-i vâhidiyetle ve mecmu-u kâinatý sikke-i ehadiyetle mühürlemiþtir. Mezkûr sikke ve hâtemlerden, meselâ فَانْظُرْ اِلَى آثَارِ رَحْمَةِ اللّهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذلِكَ َلمُحْيِى اْلمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ âyetinin iþaret ettiði ihya ve nefh-i ruh keyfiyetindeki hâtem-i Ýlâhî-ye bakýnýz ki, pek çok garib garib haþirleri, acib acib neþirleri göresiniz!

 

Evet bilhassa arzýn ihyasýnda, her sene üç yüz binden fazla saha-i vücuda getirilen mahlukatýn nevilerinde haþir ve neþirler vardýr. Lâkin, bilinmez bir hikmete binaen, þu haþir ve neþirlerin ekserisinde iâde edilen emsal aralarýndaki misliyet o kadar ayniyete karibdir ki, he

 

sh: » (Ms: 14)

 

men hemen, dirilen evvelkinin ne ayný ve ne gayrýdýr, denilebilir. Her ne ise misliyet, ayniyet mevzuubahis deðildir. Her nasýl olursa olsun, o haþir neþirler beþerin sühulet-i haþrine delalet ettikleri gibi, beþerin haþrine birer misal ve birer örnek olabilirler.

 

Ýþte birbirine muhalif nihayet derecede karýþýk olan o enva'-ý kesireyi kemal-i imtiyaz ile ihya etmek ve hatasýz, haltsýz, galatsýz olarak mümtazane iade etmek nihayetsiz bir kudrete ve muhit bir ilme sahib olan Zât-ý Zülcelal'in hâtem-i has ve sikke-i mahsusasýdýr.

 

Ve keza sath-ý arz sahifesinde kusursuz, noksansýz, sehivsiz kemal-i intizamla üç yüz binden fazla risaleleri yazmak, öyle bir Zâtýn sikke-i mahsusasýdýr ki, her þeyin iç yüzü, her þeyin kilidi onun elindedir. Ve hiç bir þey onun teveccühünü baþkasýndan çevirip kendisine hasredemez.

 

Hülâsa: Sath-ý arzda altý ay zarfýnda, beþerin haþrini temsil eden o sayýsýz haþir ve neþirlerde görünen Rubûbiyetin o tasarruf-u azîminde pek yüksek, büyük ve ince nakýþlý bir hâtemi vardýr. Mahlûkatýn icadýnda görünen þu intizamlar, sühuletler, sür'atler, imtiyazlar hep o hâtemin parýltýsýndan meydana geliyorlar. Evet her bahar mevsiminde pek hakîmâne, basîrâne, kerîmâne faaliyetler baþlar ve hârikulâde san'atlar yapýlýr. Ve bütün bu ameliyat, kemal-i sür'atle, sühuletle muntazaman cereyan etmekte olduðu görünür.

 

Ýþte, bu hârikulâde faaliyetler öyle bir Zâtýn hâtemidir ki, hiç bir mekânda olmadýðý halde, her mekânda ilim ve kudretiyle hâzýr ve nâzýrdýr.

 

YEDÝNCÝ LEM'A: Bakýnýz! Aktar-ý semavat ve arz sahifeleri üstünde hâtem-i Ehadiyet göründüðü gibi, kâinatýn heyet-i mecmuasýnýn büyük sahifesi üzerinde de pek vazýh bir surette hâtem-i tevhid görünmektedir.

 

Evet bu âlem pek muhteþem bir saray veya muntazam bir fabrika veya mükemmel bir þehirdir. Bu fabrika-i kâinatýn eczasý, efradý ve enva'ý, âlât ve edevatý arasýnda hakîmâne bir muarefe ve tanýþmak ve dostâne bir mükâleme ve konuþmak ve pek kerîmâne bir muavenet ve yardýmlaþmak vardýr ki, kemal-i sür'atle pek uzun mesafelerden birbirinin savtýný iþitir ve ihtiyacýný görür gibi derhal imdadýna yetiþir, ihtiyacýný defeder. Evet semadaki ecram ve yýldýzlarýn birbirine ve arza verdikleri ziya, hararet, bilhassa arza yaptýklarý sair yardýmlarýný görüyorsunuz. Ve keza bulut ile arz arasýnda cereyan eden su alýþ-veriþine bakýnýz ki, arz suyu buhar þeklinde buluta veriyor, bulut da ken

 

sh: » (Ms: 15)

 

di fabrikalarýnda lâzýmgelen ameliyatý yaptýktan sonra buz, kar, yaðmur þeklinde iade ediyor. Sanki o camid cirmler, lisan-ý halleriyle telsiz telgraf gibi birbiriyle konuþur ve yekdiðerine arz-ý ihtiyaç ediyorlar. Bilhassa bütün o ecram âdeta el ele vermiþ gibi, kemal-i ciddiyetle zevilhayata lâzým olan þeyleri tedarik etmek hizmetinde sa'y ediyorlar ve bir Müdebbir'in emrine baðlý olup bir gayeye teveccüh ediyorlar.

 

Evet þu teavün kanununa ittibaen, þems, kamer, gece ve gündüz, yaz ve kýþ taraflarýndan yapýlan yardýmlar sayesinde, þu hayvanlarýn erzakýný yetiþtiren nebatat izn-i Ýlâhî ile meydana gelir. Hayvanat da emr-i Rabbânî ile beþerin ihtiyacatýný yerine getirir. Bal arýsýyla ipek böceðinin insanlara yaptýklarý yardýmlar, bu dâvayý isbat eder.

 

Evet bu gibi eþya-yý camidenin yekdiðerine yaptýklarý þu yardýmlar, pek aþikâr bir delildir ki, onlar kerim bir Müdebbir'in hademesi ve amelesi olup onun emri ile, izni ile iþ görürler.

 

SEKÝZÝNCÝ LEM'A: Gýda olarak mahlûkata, bilhassa hayvanata taksim edilen rýzýklara dikkat lâzýmdýr ki, bu rýzýk vakt-i muayyeninde yetiþir, vakt-i ihtiyaçta sevkedilir. Ve derece-i ihtiyaç nisbetinde yapýlan sevkiyatta büyük bir intizam vardýr. Ýþte, bu umumî rýzýk hakkýnda görünen geniþ ve muntazam rahmet ve inayetler, ancak her þeyin mürebbîsi ve her þeyin müdebbiri ve her þey yed-i teshîrinde bulunan bir zâtýn hâtem-i hassý olabilir.

 

DOKUZUNCU LEM'A: Bakýnýz! Âlem-i arz ve bütün cüz'iyat üstünde hâtem-i Ehadiyet bulunduðu gibi, daðýnýk neviler ve muhit unsurlar üstünde de aynen o hâtem-i Ehadiyet bulunur.

 

Evet bir tarlaya tohum ekilmesinden anlaþýlýyor ki, o tarla tohum sahibinin mülküdür. Ve o tohum da, o tarla sahibinin malýdýr. Yani o buna, bu da ona þehadet ediyorlar.

 

Kezalik kâinattaki masnuat, tohum gibidir. Âlem ve anasýr da tarla gibidir. Her iki tarafýn lisan-ý halleriyle ettikleri þehadete göre, masnuat ile âlem-i anasýr, yani tohum ile tarla ve muhit ile muhat, (hep) bir Sâni'-i Vâhid'in yed-i tasarrufundadýr. Demek edna bir mahlûka yapýlan tasarruf-u hakikî ve zaîf bir mevcuda edilen tevcih-i Rubûbiyet, âlem ve anâsýr kabza-i tasarrufunda bulunan Zâta mahsus olduðu gibi, herhangi bir unsurun da tedvir ve tedbiri, bütün hayvanat ve nebatatý kabza-i Rubûbiyetinde tutup terbiye eden aynen o Zâta mahsustur. Ýþte, hâtem-i tevhid dediðimiz budur. Eðer bir þeye temellük etmeðe niyetin varsa, meydana çýk, kendini tecrübe et, bak ne söylüyorlar! En cüz'î bir ferd, “Ancak nev'imi yaratan beni yaratabilir.” diyor.

 

sh: » (Ms: 16)

 

اünki efrad arasýnda misliyet vardýr. Ve arzýn her tarafýnda daðýnýk bir surette bulunan en küçük bir nev', “Beni yaratabilen ancak arzý yaratandýr” söylüyor.

 

Arza bak ne söylüyor? Sema ile aralarýnda alýþ-veriþi bulunduðu için “Beni halkedebilen, ancak mecmu-u kâinatý halkeden Zâttýr.” diyor. Çünki aralarýnda tesanüd vardýr.

 

ONUNCU LEM'A: Arkadaþ! Hayat ve ihya ve zevilhayat ile her bir cüz' ve cüz'îye ve her bir küll ve küllîye ve kâinatýn heyet-i mecmuasýna darbedilen tevhid hâtemlerinden bir kýsým misalleri, mezkûr beyanattan anlaþýldý. Þimdi dinle! Enva' ve külliyat üstüne vaz'edilen vahdaniyet sikkelerinden bir taneyi zikredeceðiz. Þöyle ki:

 

Tek bir semere ile semeredar þecerenin yaradýlýþlarýndaki suûbet ve sühûlet birdir. Çünki ikisi de bir merkeze bakar, bir kanuna baðlýdýr, terbiye ve keyfiyetleri birdir. Mâlûmdur ki, merkezin ittihadý, kanunun vahdeti, terbiyenin vahdaniyeti sayesinde külfet, meþakkat, masraf azalýr ve öyle bir kolaylýk hasýl olur ki, pek çok semereleri olan bir aðaç yed-i vâhide, tek bir semerenin yapýlýþý da eyâdi-i kesireye tevdi edildiði zaman, her iki tarafýn yapýlýþlarý sühûletçe bir olur. Ve aralarýnda yaradýlýþça fark yoktur. Çok adamlar tarafýndan yapýlan bir semerenin terbiyesi için lâzým olan cihazat ve âlât ü edevat ve saire, bir adam tarafýndan yapýlan semeredar þecerenin terbiye ve yapýlmasý için de aynen o kadar malzeme lâzýmdýr. Yalnýz keyfiyetçe fark olabilir. Meselâ:

 

Bir ordu askere yapýlan elbise tedariki için ne kadar âlât, edevat ve makine lâzýmdýr; bir neferin elbisesi için de o kadar âlât ü edevat lâzýmdýr. Ve keza bir kitabýn bin nüshasýyla bir nüshasýnýn ücreti matbaaca birdir. Bazan da tek bir nüshanýn tab'ý daha fazla bir ücrete tâbi tutulur. Buna kýyasen, bir matbaayý býrakýp çok matbaalara baþ vurulursa, birkaç kat fazla ücretlerin verilmesi lâzýmgelir. Evet kesret vahdete isnad edilmediði takdirde, vahdeti kesrete isnad etmek mecburiyeti hasýl olur. Demek, daðýnýk bir nev'in icadýndaki sühûlet-i hârika, vahdet ve tevhid sýrrýna baðlýdýr.

 

ONBÝRÝNCÝ LEM'A: Arkadaþ! Bir nev'in efradý arasýndaki tevafuk ve bir cinsin enva'ý arasýnda âza-yý esasiyede bulunan müþabehet, sikkenin ittihadýna, kalemin vahdetine delalet ettiklerinden anlaþýlýyor ki, bütün mütevafýk ve müteþabihler, yani birbirine benzeyen çokluk, bir Zât-ý Vâhid'in eser-i san'atýdýr.

 

Kezalik inþa ve icadlarda görünen þu sühûlet-i mutlaka, bütün mev

 

sh: » (Ms: 17)

 

cudatýn bir Sâni'-i Vâhid'in eseri olduðunu, vücub derecesinde istilzam ediyor. Aksi halde, suubet, güçlük öyle bir derece-i imtina ve muhaliyete çýkacaktýr ki, o cins ve nevilerin ademden vücuda çýkmalarýna bir sed çekilmiþ olur. Binaenaleyh Cenab-ý Hakk'ýn zâtýnda þeriki olmadýðý gibi -çünki intizam bozulur, âlem fesada gider- fiilinde de þeriki yoktur. Çünkü suûbetten, güçlükten dolayý âlemin ademden çýkmamasýna sebeb olur.

 

ONÝKÝNCÝ LEM'A: Arkadaþ! Hayat, Hâlýk'ýn Ehadiyetine bürhan olduðu gibi, mevt de devam ve bekasýna bir delildir. Evet nasýl akan nehirlerin, dalgalanan denizlerin kabarcýklarý ve yeryüzünde bulunan sair þeffaflar, þemsin ziyâ ve timsallerini göstermekle þemsin vücuduna þehadet ettikleri gibi; o kabarcýk gibi þeffaflar ölüp, söndükten sonra yerlerine müteselsilen gelip geçen emsalleri, yine þemsin ziya ve timsallerini gösterdiklerinden, þemsin devam ve bekasýna ve bütün o þuaat, celevat ve timsallerin bir Þems-i Vâhid'in eseri olduklarýna þehadet ediyorlar. Ýþte o þeffaflar, vücudlarýyla þemsin vücuduna ve ademleri ve ölümleriyle de þemsin devam ve bekasýna delalet ediyorlar.

 

Kezalik mevcudat, vücuduyla “Vâcib-ül Vücud'un vücub-u vücuduna ve ölüm ve zevaliyle, teceddüdî bir teselsül ile yerlerine gelen emsali, Sâni'in ezelî ve ebedî vâhidiyetine þehadet ediyorlar.

 

Evet leyl ve neharýn ihtilâfý, fusul-i erbaanýn tahavvülü ve unsurlarýn tebeddülü hengâmlarýnda meydana çýkan þu güzel mevcudat ve bu lâtif masnuatta devamla cereyan eden mübâdele ve devr ü teslim muamelesi kat'î bir þehadetle, sermedî, âlî, dâim-üt tecellî bir Sahib-i Cemal'in vücuduna ve bekasýna ve vahdetine þehadet eden kat'î bir bürhandýr.

 

Ve keza senevî inkýlâblarda, müsebbebat ile esbabýn birlikte ölüm ve zevali ve sonradan ikisinin yine birlikte iadeleri, esbabýn da müsebbebat gibi âciz masnû ve mahlûklardan olduðuna delalet ettiði gibi; bu masnuat ve mevcudatýn, bir Zât-ý Vâhid'in müteceddid bir san'atý olduðuna da þehadet eder.

 

ONÜÇÜNCÜ LEM'A: Arkadaþ! Zerrelerden tut, seyyarelere kadar ve nakýþlardan þemslere varýncaya kadar her þey, zâtýnda, hakikatýnda sabit olan “acz ve fakr”ýn lisan-ý hâliyle Sâniin vücub-u vücudunu ilân eder.

 

Ve keza acziyle beraber, nizam-ý umumînin bozulmamasý için, hâmil bulunduðu acib ve mühim vazifeler cihetiyle Sâni'in vahdetine dela

 

sh: » (Ms: 18)

 

let eder. Binaenaleyh Sâni'in vâcib ve vâhid olduðuna her þeyde iki þahid olduðu gibi, Hâlýkýn Ehad ve Samed olduðuna da her bir zîhayatta iki âyet vardýr. (*)

 

ONDÖRDÜNCÜ LEM'A: Arkadaþ! Mevcudat, Cenab-ý Hakk'ýn vücub-u vücud ve vahdetine þehadet ettiði gibi, celâlî, cemalî, kemalî olan cemi' sýfâtýna da delalet etmekle Hâlýk'ýn zâtýnda naks ve kusur olmadýðýný ve þuunatýnda, sýfâtýnda ve esmâsýnda ve ef'alinde de naks ve kusur bulunmadýðýný ilân ediyor.

 

Zira, eserin kemali bilmüþahede fiilin kemaline, fiilin kemali bilbedahe ismin kemaline, ismin kemali bizzarure sýfatýn kemaline, sýfatýn kemali hads-i yakînle þuûnatýn kemaline delalet eder. Þe'nin kemali ise, hakkalyakîn bir suretle Zâtýn kemalini gösterir.

 

Binaenaleyh bir kasrýn ve bir sarayýn nukuþ ve tezyinatýndaki mükemmeliyet, sâni' ve mühendisin yaptýklarý o nakýþlar üstünde ve tezyinat altýnda görünen ef'alin mükemmeliyetine delâlet eder.

 

Ef'alin mükemmeliyeti dahi, o Sâniin taktýðý isim ve lâkablarýn mükemmeliyetini gösterir. Esmanýn mükemmeliyeti, sýfâtýn mükemmeliyetine delâlet eder. Sýfâtýn mükemmeliyeti, þuûnatýn mükemmeliyetini tasrih eder. Þuûnatýn mükemmeliyeti dahi o nakkaþýn mükemmeliyet-i zâtýna delalet eder.

 

Kezalik kâinatta görünen âsârýn kemali, hadsî bir müþahede ile ef'alin mükemmeliyetine, ef'alin kemali de fâilin kemal-i esmâsýna, esmânýn kemali sýfâtýn kemaline, sýfâtýn kemali þuunat-ý âtiyenin kemaline, þuunatýn kemali Zât-ý Zülcelal'in kemaline delalet eder.

 

_______________________________

 

(*) Ýhtar: Kâinatýn eczasýndan her bir cüz'ün ellibeþ lisanla Vâhid-i Ehad ve Vâcib-ül Vücud'u ilân etmekte olduðunu, Kur'anýn feyzinden fehmedip, icmâlen “Katre” namýndaki eserimde beyan etmiþimdir. Arzu eden oraya müracaat etsin.

 

sh: » (Ms:19)

 

Reþhalar

 

بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

 

TENBÝH

 

Hâlýk-ý Âlem'i bize tarif ve ilân eden deliller ve bürhanlar, lâyüadd ve lâyuhsadýr. O delillerin en büyükleri üçtür:

 

Birincisi: Bazý âyetlerini gördüðün, iþittiðin þu “kitab-ý kebir-i kâinat”týr.

 

Ýkincisi: Bu kitabýn âyet-ül kübrasý ve divan-ý nübüvvetin hâtemi ve künuz-u mahfiyenin miftahý olan Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'dýr.

 

Üçüncüsü: Kitab-ý âlemin tefsiri ve mahlukata karþý Allah'ýn hücceti olan Kur'an'dýr.

 

Þimdi, birkaç reþha zýmnýnda ikinci bürhaný tariften sonra sözlerini dinleyeceðiz.

 

BÝRÝNCÝ REÞHA: Arkadaþ! Hâlýkýmýzý tarif eden, pek büyük bir þahsiyet-i maneviyeye mâlik, bürhan-ý nâtýk dediðimiz “Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm kimdir?” diye yapýlan suale cevaben deriz ki:

 

Hazret-i Muhammed (A.S.M.) öyle bir zâttýr ki, azamet-i maneviyesinden dolayý sath-ý arz, o zâtýn Mescid-i Aksa'sýdýr. Mekke-i Mükerreme onun mihrabý, Medine-i Münevvere onun minber-i fazl-ý kemalidir. Cemaat-ý mü'minîne en son ve en âlî imam ve nev'-i beþerin hatib-i þehîridir; saadet düsturlarýný beyan ediyor. Ve bütün enbiyanýn

 

sh: » (Ms: 20)

 

reisidir; onlarý tezkiye ve tasdik ediyor. Çünki dini bütün dinlerin esasatýna câmi'dir. Ve bütün evliyanýn baþýdýr. Þems-i risaletiyle onlarý terbiye ve tenvir ediyor.

 

O zât (A.S.M.) öyle bir kutub ve nokta-i merkeziyedir ki, onun halka-i zikrinde bulunan bütün enbiya u ahyar, ebrar u sadýkîn onun gelmesine müttefik ve kelâm-ý nutkuyla nâtýktýrlar. Ve öyle bir þecere-i nuraniyedir ki, damar ve kökleri, enbiyanýn esasat-ý semaviyesidir. Dal ve budaklarý, evliyanýn maarif-i ilhamiyesidir.

 

Bu itibarla, herhangi bir davayý iddia etmiþ ise, bütün enbiya mu'cizelerine istinaden ve bütün evliya kerametlerine müsteniden ona þehadet etmiþlerdir. Evet bütün davalarýnýn tasdiklerini iþ'ar eden, bütün kâmillerin hâtem ve mühürleri vardýr. Ezcümle:

 

O zâtýn (A.S.M.) davalarýndan biri “Tevhid”dir. Bu davayý tasrih ve ifade eden لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ kelime-i mübarekesidir. O zâtýn halka-i din ve zikrine giren bütün geçmiþ ve gelecek insanlar o kelime-i mukaddeseyi rükn-ü iman ve vird-i zeban etmiþlerdir. Demek, o davanýn hak ve hakikat olduðuna kanaat ve itminan ve iz'anlarý hasýl olmuþ ki, zaman ve mekâna þamil bir tarzda, o kelime-i mübareke, meþrebleri, meslekleri, an'aneleri mütehalif, mütebayin insanlarýn aðýzlarýnda Mevlevîler gibi semavî deveran ve cevelan ediyor.

 

Binaenaleyh gayr-ý mütenahî þahidlerin tasdikiyle hak ve hakkaniyeti tahakkuk eden bir davaya, hiç bir vehmin haddi deðildir ki, ona dest-i itirazý uzatabilsin!

 

ÝKÝNCÝ REÞHA: Arkadaþ! Tevhidi isbat ve nev'-i beþeri irþad eden o nuranî bürhan; biri saðýnda, diðeri solunda, biri mütevatir, diðeri mecma-i aleyh bulunan nübüvvet ve velayetle mücehhezdir. Ve ayný zamanda, irhasat denilen kabl-en nübüvvet kendisinden zuhur eden hârika hallerin rumuzatýyla ve kütüb-ü semaviyenin beþaratýyla ve hevatif denilen -gaybdan verilen- tebþirat-ý müteaddide ile musaddaktýr.

 

Ve keza o bürhan-ý nuranîden zuhur eden inþikak-ý Kamer, parmaklarýndan fýþkýran sular, aðaçlarýn onun davetine icabetleri, duasýnýn akabinde yaðmurun nüzulü, pek az bir yemekten çoklarýn yiyip doymalarý ve kurt, ceylân, deve, taþ ve sairenin konuþmalarý gibi mu'cizelerinin delalet ve þehadetiyle tasdik edilmiþ bir zâttýr. (A.S.M.)

 

Ve keza dünya ve âhiret saadetlerini temine kâfil ve kâfi olan þeriatý, nübüvvetini tasdik ve isbata kâfidir. Geçen derslerde, þems-i þeriatýndan bazý þualarý gördük. Tatvil-i kelâmý mûcib tekrarlarý lâzým deðildir.

 

sh: » (Ms: 21)

 

ÜÇÜNCÜ REÞHA: Arkadaþ! O zât (A.S.M.), delail-i âfâkýye denilen haricî deliller ile musaddak olduðu gibi, delail-i enfüsiye denilen zâtýnda ve nefsinde sabit delil ve iþaretler ile dahi musaddaktýr. Çünki O zât þems gibidir; zâtýný zâtý ile ziyalandýrarak gösterir. Meselâ: Bütün ahlâk-ý hamîdenin en yüksekleri o zâtta içtima etmiþ olduðuna bütün âlem þehadet ediyor. Ve keza en nezih hasletleri ve huylarý ve en yüksek seciyeleri câmi' bir þahsiyet-i maneviye sahibi olduðuna icma vardýr. Ve keza o zâtýn en yüksek derecede bulunan zühd ve takva ve ubudiyeti þehadetleriyle mâlik olduðu kuvvet-i imaniye ile musaddaktýr. Ve keza siyer-i Nebeviyenin þehadetiyle derece-i vüsuku ve kemal-i ciddiyet ve metaneti ve bütün iþlerinde ve harekâtýnda kuvvet-i emniyeti, hakka mütemessik ve hakikate sâlik olduðunu tasdik eden kat'î delillerdir. Evet yapraklarýn yeþilliði, çiçeklerin taravet ve güzelliði ve semerelerin tazeliði; aðacýn canlý, hayatlý, hayy olduðuna sadýk þahiddirler.

 

DÖRDÜNCÜ REÞHA: Arkadaþ! Tûl-i zaman ve bu'd-i mekânýn muhakemat-ý akliyede tesiri çoktur. Maahaza, لَيْسَ الْخَبَرُ كَالْعَيَانِ düsturuna ittibaen, þu zaman ve muhitin hayalâtýndan çýkarak tayy-ý zaman ve mekân ile, hayalen Ceziret-ül Arab'a gidelim ve Medine-i Münevvere'de nuranî ve yüksek minber-i saadetine çýkmýþ, nev'-i beþere hitaben irþadatta bulunan o zât-ý muallâyý bizzât görüp, sözlerini dinlemeliyiz.

 

Ýþte hayalen oraya gittik. Bak hârika bir surette hüsn-ü suretle hüsn-ü sîreti cem'eden o Mürþid-i Umumî, o Hatib-i Kudsî cevahir dolu bir kitab-ý mu'ciz-ül beyan eline alarak, bütün insanlara mele-i a'lâdan nâzil olan bir hutbe-i ezeliyeyi okuyor. Ve bütün Benî Âdemi ve cinleri ve mevcudatý dinletiyor. Evet pek büyük bir emirden haber veriyor. Hilkat-ý âlemin acib muammasýný açýyor. Kâinatýn sýrr-ý hikmetine dair týlsýmý açýyor. Felsefe ve fenn-i hikmetin, nev'-i beþere “Siz kimlersiniz? Nereden geliyorsunuz? Nereye gidiyorsunuz? diye irad ettiði, akýllarý acz ve hayrette býrakan üç suale cevab veriyor.

 

BEÞÝNCÝ REÞHA: Arkadaþ! Þu zât-ý nuranî (A.S.M.), mürþid-i imanî, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, bak nasýl neþrettiði hakikatýn nuruyla, hakkýn ziyasýyla, nev'-i beþerin gecesini gündüze, kýþýný bahara çevirerek, âlemde yaptýðý inkýlab ile âlemin þeklini deðiþtirerek nuranî bir þekle sokmuþtur. Evet o zâtýn nuranî güzelliðiyle kâinata bakýlmazsa, kâinat bir matem-i umumî içinde görünecekti. Bütün mevcudat

 

sh: » (Ms: 22)

 

birbirine karþý ecnebi ve düþman durumunda bulunacaktý. Cemadat, birer cenaze suretini gösterecekti. Hayvan ve insanlar, eytam gibi zeval ve firakýn korkusundan vaveylâlara düþeceklerdi. Ve kâinata, harekâtýyla, tenevvüüyle ve tegayyüratýyla, nukuþuyla tesadüfe baðlý bir oyuncak nazarýyla bakýlacaktý. Bilhassa insanlar, hayvanlardan daha aþaðý, zelil ve hakir olacaklardý.

 

Ýþte, O Zât'ýn telkin ettiði îman nazarýyla kâinata bakýlmadýðý takdirde, kâinat böyle korkunç, zulümatlý bir þekilde görünecekti. Fakat o mürþid-i kâmilin gözüyle ve îman gözlüðüyle bakýlýrsa; her taraf nurlu, ziyadar, canlý, hayatlý, sevimli, sevgili bir vaziyette arz-ý didar edecektir.

 

Evet kâinat îman nuruyla matem-i umumî yeri olmaktan çýkýp mescid-i zikir ve þükür olmuþtur. Birbirine düþman telakki edilen mevcudat, birbirine ahbab ve kardeþ olmuþlardýr. Cenaze ve ölü þeklini gösteren cemadat, ünsiyetli birer hayatdar ve lisan-ý haliyle Hâlýkýnýn âyâtýný nâtýk birer müsahhar memuru þekline giriyorlar. Aًlayan, müteþekki ve eytam kýyafetinde görünen insan, ibadetinde zâkir, Hâlýk'ýna þâkir sýfatýný takýnýyor. Ve kâinatýn harekât, tenevvüat, tegayyürat ve nukuþu abesiyetten kurtuluyor. Rabbanî mektublar, âyât-ý tekviniyeye sahifeler, esma-i Ýlahiyeye âyineler suretine inkýlab ederler.

 

Hülâsa: Ýman nuruyla âlem öyle terakki eder ki: “Hikmet-i Samedaniye Kitabý” namýný alýyor. Ve insan, zelil ve fakir ve âciz hayvanlarýn sýrasýndan çýkar; za'fýnýn kuvvetiyle, aczinin kudretiyle, ubudiyetinin þevketiyle, kalbinin þuaýyla, aklýnýn haþmet-i imaniyesiyle hilafet ve hâkimiyetin zirvesine yükselmiþtir. Hattâ acz, fakr, ihtiyaç ve akýl onun sukutuna esbab iken, suud ve yükselmesine sebeb olurlar. Zulmetli, karanlýklý bir mezar-ý ekber suretinde görünen zaman-ý mazi, enbiya ve evliyanýn ziyasýyla ziyadar ve nuranî görünmeye baþlar. Karanlýklý gece þeklinde olan istikbal, Kur'anýn ziyasýyla tenevvür eder. Cennet'in bostanlarý þekline girer. Buna binaen, O zât-ý nuranî olmasa idi kâinat da, insan da, her þey de adem hükmünde kalýr, ne kýymeti olur ve ne ehemmiyeti kalýrdý.

 

Binaenaleyh bu kadar garib, acib, güzel kâinat için böyle tarifat ve teþrifatçý bir mürþid-i hârika lâzýmdýr. “Eðer bu zât (A.S.M.) olmasa idi kâinat da olmazdý.” mealinde, لَوْلاَكَ لَوْلاَكَ لَمَا خَلَقْتُ اْلاَفْلاَكَ olan hadîs-i kudsî þu hakikatý tenvir ediyor.

 

ALTINCI REÞHA: Arkadaþ! O hutbe-i ezeliyeyi okuyan zât, kâina

 

sh: » (Ms: 23)

 

týn kemalâtýný keþfeden canlý bir güneþtir. Saadet-i ebediyeyi ihbar ve tebþir ediyor. Nihayetsiz rahmeti keþfetmiþ, ilân ediyor. Saltanat-ý rububiyetin mehasininin dellâlý ve esma-i Ýlahiyenin gizli definelerinin keþþafýdýr.

 

Evet! O Zât (A.S.M.) vazifesi itibariyle, hakkýn bürhaný, hakikatýn ziyasý, hidayetin güneþi, saadetin vesilesidir. Þahsiyet ve hüviyet cihetiyle, muhabbet-i Rahmaniyenin misali, rahmet-i Rabbaniyenin timsali, hakikat-ý insaniyenin þerefi, þecere-i hilkatin en kýymettar ve kýymetli bahadar bir semeresidir. Teblið ettiði dini de hârika bir sür'atle þark ve garbý ihata etmiþ, nev'-i beþerin beþte biri kabul etmiþtir. Acaba böyle bir zâtýn davalarýnda, nefis ve þeytanýn münakaþa ve itirazlarýna bir imkân var mýdýr?

 

YEDÝNCÝ REÞHA: Arkadaþ! O zâtý harekete getirip o inkýlablarý kendisine yaptýran ancak bir kuvve-i kudsiyedir. Evet bilhassa Ceziret-ül Arab'da yaptýðý inkýlab ve icraata bak!..

 

O sahralarda, o çöllerde, âdetlerini muhafazada çok mutaassýb ve asabiyetlerinde fevkalâde inadçý ve kasavet-i kalb ve merhametsizlikte emsalsiz ve hattâ diri diri kýzlarýný topraða gömüp öldürürlerken müteessir bile olmayan pek çok vahþi kavimler oturmakta idiler. O zât-ý nuranî kýsa bir zamanda o kavimlerin ahlâk-ý seyyielerini kaldýrarak ahlâk-ý hasene ile tebdil ettirdi. Hattâ o zât-ý mürþidin (A.S.M.) telkin ettiði îman nuru sayesinde, o vahþi insanlar, insan âleminde insanlara muallim oldular. Ve medeniyet dünyasýnda, medenîlere üstad oldular. O zâtýn (A.S.M.) þu kadar geniþ ve azîm saltanatý, yalnýz zâhirî bir saltanat deðildir. Daha geniþ ve daha derin yerde saltanat-ý bâtýniyesi vardýr ki, bütün kalbleri ve akýllarý kendisine cezb ve celbetmiþtir. Ve bütün ruhlarý ve nefisleri teshir etmiþtir ki, kalblere mahbub, akýllara muallim ve tenvir edici ve nefislere mürebbi ve ruhlara sultan olmuþ ve olmaktadýr.

 

SEKÝZÝNCÝ REÞHA: Arkadaþ! Bilirsin ki, sigara gibi küçük bir âdeti, bir þeyi tiryakisinden ref'etmek pek zahmettir. Hattâ büyük bir hâkim, büyük bir azim ile küçük bir kavimde itiyad edilen bir hasleti kaldýrmakta büyük müþkilâta rastgelir. Halbuki bu zât-ý nuranî, pek çok âdetleri, pek çok asabî, inatçý kavimlerden, cüz'î bir kuvvetle, kýsa bir zamanda kaldýrarak, yerlerini yüksek, nezih ahlâk ve âdetler ile doldurmuþtur.

 

Evet Hazret-i Ömer Ýbn-ül Hattab (Radýyallahü teâlâ anh)ýn Ýslâmiyetten evvel ve sonraki halleri bu mes'eleye güzel bir misaldir. Bu

 

sh: » (Ms: 24)

 

nun gibi icraat-ý esasiyesinden binlerce hârikalar vardýr. O zâtýn o zamandaki icraatýna hârika diyoruz. Acaba bu zamanýn yüzlerce feylesoflarý, o zamanda o vahþet-âbâd cezireye gidip, pek uzun zamanlarda o vahþileri ýslah için çalýþsalar, o zât-ý mürþidin bir senede muvaffak olduðu kadar, onlar elli senede muvaffak olabilirler mi? Hâþâ!..

 

DOKUZUNCU REÞHA: Arkadaþ! Aklý baþýnda olan bir adam münazaralý davalarda yalan söyleyemez. Çünki bilâhare yalanýnýn açýða çýkýp mahcub olmasýndan korkar. Ve keza bir insan yalan söylediði takdirde pervasýz, lâübali bir tarzda söyleyemez. Ve keza serbest, heyecanlý söylenmesine giriþemez. -Velev âdi bir mes'ele, küçük bir cemaat içinde, küçük bir vazifede bulunan küçük bir þahýs olsun.-

 

Acaba büyük bir vazife ile vazifedar, pek büyük bir mes'elede, pek büyük bir þeref ve haysiyet sahibi, pek büyük bir cemaat içinde, pek þedid hasýmlarýn karþýsýnda iddia ettiði bir davada yalan ve hilaf-ý hakikat söyleyebilir mi?

 

Ýþte o zât-ý nuranî, okuduðu o hutbe-i ezeliyeyi öyle bir tarz ile okuyor; ne tereddüdü var ne hicabý, ne korkusu var ne teessürü... Hem samimî bir safa-i kalble, hâlis bir ciddiyetle, hasýmlarýnýn damarlarýna dokundurmak üzere akýllarýný tezyif, nefislerini tahkir edip, izzetlerini kýrýyor. Acaba böyle bir davada, böyle bir makamda, böyle bir þahýstan zerre miskal bir hilenin bu mes'eleye karýþmasýna imkân var mýdýr? Hâþâ, اِنْ هُوَ اِلاَّ وَحْىٌ يُوحَى Evet hak hileye muhtaç deðil, hakký söylemekte hile ve iðfal ihtimali yoktur. Hakikatý gören bir nazar halký iðfal etmez, hilaf-ý hakikat söylemez, hayal ile hakikatý temyiz eder; aralarýnda iltibas olamaz.

 

ONUNCU REÞHA: Arkadaþ! O zât-ý mürþid, nev'-i beþeri korkutmak için pek müdhiþ hakikatlerden bahsediyor. Ve insanlarý tebþir için, kalbleri cezb ve akýllarý celbeden mes'elelerden haber veriyor.

 

Yahu! Hakaik ve garaibi keþf için insanlarda öyle bir þevk, öyle bir merak vardýr ki, garib bir hakikati keþif yolunda canlarýný, mallarýný feda ediyorlar. Bu Zât'ýn (A.S.M.) keþf ve ihbar ettiði hakaika ne için ehemmiyet vermiyorlar? Halbuki bütün enbiya ve evliya ve sýddýkîn gibi ehl-i þuhud ve ashab-ý ihtisas, bilittifak o zâtý tasdik etmiþ ve ediyorlar.

 

Bu zât (A.S.M.), öyle bir sultanýn þuunundan bahsediyor ki, kamer

 

sh: » (Ms: 25)

 

Onun mülkünde bir sinek gibidir. Acib hârikalardan bahsettiði gibi, pek müdhiþ infilâk ve inkýlablardan da haber veriyor. Bakýnýz! O hutbe-i ezeliyede

 

اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ { اِذَا السَّمَاءُ انْفَطَرَتْ { اِذَا زُلْزِلَتِ اْلاَرْضُ زِلْزَالَهَا gibi tilavet ettiði âyetlere dikkat ediniz!

 

Ve beþer için öyle bir istikbalden haber veriyor ki, dünyevî istikbal ona nisbeten bir katre hükmündedir. Ve öyle bir saadetten müjde veriyor ki, dünya saadetleri ona nazaran rü'yalar gibi olur. Evet bu kâinatýn perdesi altýnda çok acaib þeyler vardýr, bizleri bekliyorlar. Biz de onlarý intizar ediyoruz. Binaenaleyh o acaibi görüp bize keyfiyetlerini hikâye etmek için hârikulâde bir insan lâzýmdýr ki, o hârika garaibi görsün ve gördüðü gibi bize de söylesin.

 

Ve keza o zât, Hâlýkýmýzýn bizden taleb ettiði þeylerden bahsediyor ve çok hakikatlerden, mes'elelerden haber veriyor ki onlardan kurtuluþ yoktur. Feya acaba! Ekser nâs neden böyle hak þeylerden göz yumuyorlar, hakikatlerden kulak týkýyorlar?.

 

ONBÝRÝNCÝ REÞHA: Arkadaþ! Þu minber-i âlîde Hutbe-i Ezeliyeyi okuyan ve þahsiyet-i maneviyesiyle bizlere meþhud ve yüksek þuunatýyla âlemde meþhur olan Zât-ý Nuranî (A.S.M.), vahdaniyet-i Ýlahiyeye bir bürhan-ý sadýk-ý nâtýk ve tevhidin hakikat olduðuna bir delil-i hak ve saadet-i ebediyenin de vücuda gelmesine kat'î bir delil ve zâhir bir bürhandýr.

 

Ve keza o zât, insanlarý hidayete davet etmekle saadet-i ebediyenin (husulüne sebeb olduðu gibi), vusulüne de sebebdir.

 

Ve keza o zât, duasýyla, ubudiyetiyle o saadetin vücuduna ve icadýna vesiledir. Evet bak! O zât, nev'-i beþere imamdýr. Mescidi, yalnýz Ceziret-ül Arab deðildir, küre-i arzdýr. Cemaati de yalnýz o zamanýn insanlarý deðildir. Belki Âdem zamanýndan kýyamete kadar her bir asrýn halký bir saf olup, bütün asýrlar saflarý onun arkasýnda, onun duasýna “Âmîn” diyorlar.

 

Bilhassa o zât, o cemaat-ý uzmada umum zevilhayata þamil pek þedid bir ihtiyac-ý azîm için dua eder. Ve onun duasýna, yalnýz o cemaat deðil, belki arz ve sema ve bütün mevcudat “Âmîn” söyler. Yani “Ya Rabbena! Onun duasýný kabul eyle. Biz de o duayý ediyoruz. Biz de onun taleb ettiðini taleb ediyoruz.”

 

Bilhassa o cemaat-ý uzma önünde kýldýrdýðý namazda, öyle bir tazarru' ve tezellül ile, öyle bir iþtiyakla, öyle bir hüzün ile niyaz ve dua

 

sh: » (Ms: 26)

 

eder ki, kâinat bile heyecana gelir; O Zât'ýn duasýna iþtirak eder. Evet öyle bir maksad için niyaz eder ki, eðer o maksad husule gelmezse, yalnýz mahlukat deðil âlem bile kýymetsiz kalýr, esfel-i safilîne düþer. Çünki o zâtýn matlubuyla mevcudat yüksek kemalâta eriþir. Acaba o zât, o matlubu kimden istiyor? Evet öyle bir zâttan talebeder ki, en gizli ve en küçük bir hayvanýn cüz'î bir ihtiyacý için lisan-ý haliyle yaptýðý duayý iþitir, kabul eder, ihtiyacýný yerine getirir.

 

Ve keza en edna bir emeli, en edna bir gaye için en edna bir zîhayatta görür ve onu ona yetiþtirmekle ikram ve merhamet eder. Bu dualarýn neticesinde yapýlan terbiye ve tedbirler öyle bir intizamla cereyan eder ki, o terbiyelerin ancak bir Semi' ve Basîr, bir Alîm ve Hakîm'den olduðuna þübhe býrakmaz.

 

Acaba o zât, o minberde arþa müteveccihen ellerini kaldýrarak yaptýðý dua ile ne istiyor ki bütün mahlukat “Âmîn” söylüyor?

 

Evet o zât, Cenab-ý Hakk'ýn rýzasýný ve Cennet'te mülâkat ve rü'yetiyle saadet-i ebediyeyi istiyor. Bu istenilen þeylerin icadýna rahmet, hikmet, adalet gibi sayýsýz esbab olmadýðý takdirde, o zât-ý nuranînin tek duasý ve tazarru' ile niyaz etmesi, Cennet'in icadýna ve îtasýna kâfidir. Binaenaleyh o zât'ýn risaleti, imtihan ve ubudiyet için þu dünyanýn kurulmasýna sebeb olduðu gibi, o zâtýn ubudiyetinde yaptýðý dua, mükâfat ve mücazat için dâr-ý âhiretin icadýna sebeb olur.

 

Evet bu yüksek intizam ve geniþ rahmet ve güzel san'at ve kusursuz cemal ile zulüm ve çirkinlik arasýnda tezad vardýr. Ýçtimalarý mümkün deðildir.

 

Evet edna bir sesi, edna bir kimseden, âdi bir iþ için iþitip kabul etmekle; en yüksek bir savtý, en büyük bir iþ için iþitip kabul etmemek, emsalsiz bir kubh ve çirkinlik ve bir kusurdur. Bu ise, mümkün deðildir. Çünki hüsn-ü zâtî, kubh-u zâtîye inkýlab eder. Ýnkýlab-ý hakaik ise muhaldir.

 

ONÝKÝNCÝ REÞHA: Arkadaþ! O hatib-i mürþidden gördüðün, iþittiðin kâfidir. Çünki ahvalini tamamýyla ihata etmek mümkün deðildir. Öyle ise, ondan sonra gelen asýrlarýn o zâttan aldýklarý feyizlere dikkat etmek üzere geri dönelim. Bak arkadaþ! Bütün bu asýrlar, o Asr-ý Saadet'in güneþinden Ebu Hanife, Þafiî, Ebu Yezid, Cüneyd-i Baðdadî, Abdülkadir-i Geylanî, Ýmam-ý Gazalî, Muhyiddin-i Arabî, Ebu Hasen-i Þazelî, Þah-ý Nakþibend, Ýmam-ý Rabbanî (Radýyallahü anhüm ecmaîn) gibi binlerlce nuranî ziyadar yýldýzlar ayrýlýp, âlem-i beþeri tenvir etmiþlerdir.

 

sh: » (Ms: 27)

 

Meþhudatýmýzýn tafsilâtýný baþka vakte te'hir ederek mu'cizat sahibi o zât-ý nuranî Aleyhissalâtü Vesselâm'a bir salât ü selâm getirelim.

 

اَللّهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى هذَا الذَّاتِ النُّورَانِىِّ الَّذِى اُنْزِلَ عَلَيْهِ الْقُرْآنُ الْحَكِيمُ مِنَ الرَّحْمنِ الرَّهِيمِ مِنَ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ اَعْنِى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَ اَلْفُ اَلْفِ سَلاَمٍ بِعَدَدِ حَسَنَاتِ اُمَّتِهِ عَلَى مَنْ بَشَّرَ بِرِسَالَتِهِ التَّوْرَيةُ وَ اْلاِنْجِيلُ وَ الزَّبُورُ وَ بَشَّرَ بِنُبُوَّتِهِ اْلاِرْهَاصَاتُ وَ هَوَا تِفُ الْجِنِّ وَ اَوْلِيَاءُ اْلاِنْسِ وَ كَوَاهِنُ الْبَشَرِ وَانْشَقَّ بِاِشَارَتِهِ الْقَمَرُ سَيِّدِنَا وَ مَوْلاَنَا مُحَمَّدٍ اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَ اَلْفُ الْفِ سَلاَمٍ بِعَدَدِ اَنْفَاسِ اُمَّتِهِ عَلَى مَنْ جَائَتْ لِدَعْوَتِهِ الشَّجَرُ وَ نَزَلَ سُرْعَةً بِدُعَائِهِ الْمَطَرُ وَ اظَلَّتْهُ الْغَمَامَةُ مِنَ الْحَرِّ وَ شَبَعَ مِنْ صَاعٍ مِنْ طَعَامِهِ مِئَاتٌ مِنَ الْبَشَرِ وَ نَبَعَ الْمَاءُ مِنْ بَيْنِ اَصَابِعِهِ ثَلاَثَ مَرَّاتٍ كَالْكَوْثَرِ وَ سَبَّحَ فِى كَفّيْهِ الْحَصَاةُ وَ الْمَدَرُ وَ اَنْطَقَ اللّهُ لَهُ الضَّبَّ وَ الظَّبْىَ وَ الذِّئْبَ وَ الْجِذْعَ وَ الذِّرَاعَ وَ الْجَمَلَ

 

وَ الْجَبَلَ وَ الْحَجَرَ وَ الشَّجَرَ صَاحِبُ الْمِعْرَاجِ وَ مَا زَاغَ الْبَصَرُ سَيِّدِنَا

 

وَ مَوْلاَنَا وَ شَفِيعِنَا مُحَمَّدٍ اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَ اَلْفُ اَلْفِ سَلاَمٍ بِعَدَدِ كُلِّ الْحُرُوفِ الْمُتَشَكِّلَةِ فِى الْكَلِمَاتِ الْمُتَمَثِّلَةِ بِاِذْنِ الرَّحْمنِ فِى مَرَايَا تَمَوُّجَاتِ الْهَوَاءِ عِنْدَ قِرَائَةِ كُلِّ كَلِمَةٍ مِنَ

الْقُرْآنِ

 

مِنْ كُلِّ قَارِءٍ مِنْ اَوَّلِ النُّزُولِ اِلَى آخِرِ الزَّمَانِ وَ اغْفِرْلَنَا وَارْحَمْنَا يَا اِلهَنَا بِكُلِّ صَلاَةٍ مِنْهَا آمِينَ آمِينَ آمِينَ

 

sh: » (Ms: 28)

 

Arkadaþ! Risalet-i Ahmediye'yi isbat eden deliller pek büyük bir yekûn teþkil ediyor. Ondokuzuncu Söz namýndaki risalemde o delillerden bir kýsmý zikredilmiþtir. O zâtýn izhar ettiði bine yakýn mu'cizeleriyle Yirmibeþinci Söz namýndaki eserimde tafsil edilen kýrk vech-i i'caza balið olan Kur'an, risalet-i Ahmediyeye (A.S.M.) þehadet ettiði gibi, bu kâinat da -âyâtýyla- o zâtýn nübüvvetine delalet eder. Evet kâinatta yazýlan sayýsýz âyetler Zât-ý Ehad'in vahdaniyetine þehadet ettikleri gibi risalet-i Ahmediyeye de (A.S.M.) delalet ve þehadet ederler.

 

Ezcümle: Kâinatta görünen hüsn-ü san'at dahi risalet-i Ahmediyeye (A.S.M.) delalet ve þehadet eden kat'î bir delildir. Zira, þu zînetli masnuatýn cemali, hüsn-ü san'at ve zîneti izhar eder. San'at ve suretin güzelliði, Sâni'de güzelleþtirmek ve zînetlendirmek isteði mevcud olduðuna delalet eder. Güzelleþtirmek ve zînetlendirmek sýfatlarý, Sâniin san'atýna olan muhabbetine delalet eder. Bu muhabbet ise, masnuatýn en ekmeli insan olduðuna delildir. Çünki o muhabbetin mazhar ve medarý insandýr. Ýnsan dahi masnuatýn en câmi' ve en garibi olduðundan þecere-i hilkate bir semere-i þuuriyedir. Ýnsan bir semere gibi olduðu cihetle kâinatýn eczasý arasýnda en câmi' ve baid bir cüz'dür. Ýnsan zîþuur ve câmi' olduðu cihetle, nazarý âmm, þuuru küllî olur. Nazarý âmm olduðundan þecere-i hilkati tamamýyla görür; þuuru da küllî olduðundan Sâni'in makasýdýný bilir. Öyle ise, insan Sâni'in muhatab-ý hâssýdýr.

 

Evet âmm ve þümullü olan nazar ve þuurunu Sâni'in ibadetine ve muhabbetine sarf ve san'atýný istihsan, takdir ve teþhirine tevcih ve nimetlerinin þükrüne istimal eden bir ferd, verdiði nimetlere karþý þükür isteyen ve yarattýðý mahlukatý ibadete, þükre davet eden Sâniin has muhatab ve habibidir.

 

Ey insanlar! Zikredilen ahval ve þuunatla muttasýf olan Hazret-i Muhammed'in (A.S.M.) Sâni'in o ferd-i ferîd dediðimiz muhatab-ý hâssý olmamasýna imkân var mýdýr? Ve tarihinizin gösterdiði nev'-i beþerden en büyük insanlar arasýnda, bu makama daha lâyýk diðer bir þahýs var mýdýr?

 

Ey gözleri saðlam ve kalbleri kör olmayan insanlar! Bakýnýz, insan âleminde iki daire ve iki levha vardýr:

 

Birinci daire: Rububiyet dairesidir.

 

Ýkinci daire: Ubudiyet dairesidir.

 

Birinci levha: Hüsn-ü san'attýr.

 

Ýkinci levha ise: Tefekkür ve istihsandýr.

 

sh: » (Ms: 29)

 

Bu iki daire ile iki levha arasýndaki münasebete bakýnýz ki: Ubudiyet dairesi bütün kuvvetiyle rububiyet dairesi hesabýna çalýþýyor. Tefekkür, teþekkür, istihsan levhasý da bütün iþaretleriyle hüsn-ü san'at ve nimet levhasýna bakýyor. Bu hakikatý gözün ile gördükten sonra, rububiyet ve ubudiyet dairelerinin reisleri arasýnda en büyük bir münasebetin bulunmamasýna aklýnca imkân var mýdýr? Ve Sâniin makasýdýna kemal-i ihlas ile hizmet eden ubudiyet reisinin Sâni' ile azîm bir münasebeti ve kavî bir intisabý ve o intisab ile her iki daire reisleri arasýnda bir muarefe ve mükâleme ve alýþ-veriþin olmamasýna ihtimal var mýdýr? Öyle ise bilbedahe tahakkuk etti ki; ubudiyet reisi, rububiyetin has mahbub ve makbulüdür.

 

Ey insan! Bu süslü masnuatý enva'-ý mehasinle tezyin eden ve bütün zîhayat olanlarýn zevklerine, iþtihalarýna göre bu kadar nimetleri in'am eden Sâni'in en kâmil, en cemil ve ibadetine kemal-i iþtiyakla teveccüh eden ve Sâni'in mehasin-i san'atýna takdir ve istihsanatýyla arþ ve ferþi taraba, sevinmeye getiren ve Sâni'in ihsanatýna yaptýðý teþekkürat ve tekbirat ile berr ve bahri cezbeye getiren þu güzel mahluk ve masnuuna iltifat edip sözünü nazar-ý itibara almamasý ve teþekküratýna mukabele etmemesi ve teveccüh edip kendisiyle konuþmamasý ve iktidarýna göre bütün mahlukata bir imam ve mürþid yapmamasý imkâný var mýdýr?

 

sh: » (Ms: 30)

 

Lâsiyyemalar

 

[Onuncu Söz'ün bir cihette esasý ve Yirmisekizinci Söz'ün Arabî ikinci makamýdýr.]

 

بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

 

Kâinatýn bütün zerratý -müctemian ve münferiden- lisan-ý acz ve fakr ile vücub-u vücud ve vahdetine þehadet ettikleri Sâni'-i Hakîme hamdler, senâlar, þükürler olsun. Ve kâinatýn týlsýmýný açýp, âyâtýný keþf ve beyan eden Resûlü ile âl ü ashabýna ve sâir enbiyâ ve mürselîn ihvanýna ve ibâd-ý sâlihîne salât ü selâmlar olsun...

 

Arkadaþ! Tabiat ve esbab, bazý insanlara þükür kapýsýný kapatýp þirk ve küfür kapýsýný açmýþtýr. Halbuki, þirkin temeli sayýsýz muhalâttan kurulmuþ olduðundan haberleri yok. O muhalâttan bir taneyi beyan edeyim ki, þirkin ne kadar fena bulunduðunu kör gözleriyle görsünler. Þöyle ki:

 

Þirk sahibi, cehalet sarhoþluðunu terk ve ilim gözüyle küfrüne baktýðý zaman, o küfrü îmân ve iz'an edebilmek için, bir zerre-i vâhideye bir ton aðýrlýðýnda bir yük yükletmeðe ve her zerrede sayýsýz matbaalarý îcad edip tabiat ve esbabýn eline vermeðe ve bütün masnuatta bütün san'at inceliklerini tabiata ders vermeðe muztar ve mecbur olur. Zira hava unsurundan (meselâ) her bir zerre bütün nebatlar, çiçekler, semereler üstünde konup bünyelerinde vazifesini yapmak salahiyetindedir. Eðer bu zerreler, yaptýklarý vazifelerde memur olup Cenâb-ý Hakk'ýn emir ve iradesine tâbi olduklarý kâfirane inkâr edilirse, o zerre herhangi bir bünyeye girse, o bünyenin bütün cihazatýný, keyfiyetiyle teþekkülünü bilmesi lâzýmdýr. Bu bilginin o zerrede bulunmasýný ancak o kâfir îtikad edebilir.

 

Maahaza bir semere, bir þecerenin bir misal-i musaððarýdýr. Ve o

 

sh: » (Ms: 31)

 

semeredeki çekirdek, o þecerenin defter-i a'malidir. O aðacýn tarih-i hayatý o çekirdekte yazýlýdýr. Bu itibar ile, bir semere þecerenin tamamýna, belki o þecerenin nev'ine, belki küre-i arza nâzýrdýr. Öyle ise, bir semerenin san'atýndaki azamet-i maneviyesi, arzýn cesameti nisbetindedir. O zerreyi, san'atça havi olduðu o azamet-i maneviye ile bina eden, arzý haml ve bina etmekten âciz olmayacaktýr. Acaba o kâfir münkir, kalbinde böyle bir küfrü taþýmakla, akýl ve zekâ iddiasýnda bulunmasý kadar bir ahmaklýk var mýdýr?

 

Arkadaþ! Her bir þey için iki suret ve þekil vardýr:

 

Biri: Maddiyedir ki, âdeta bir gömlek gibi, her þeyin vücuduna göre kaderin takdiriyle biçilmiþ þu görünen suretlerdir.

 

Diðeri: Mâkuledir ki, bir þeyin yaþadýðý bir ömürde mürûr-u zamanla deðiþtirdiði muhtelif maddî suretlerin içtimâýndan tasavvur edilen bir suret-i vehmiyedir.

 

Bir ateþin sür'atle tedvirinden hâsýl olan daire-i vehmiye gibi, her þeyin tarih-i hayatýný bildiren ve kadere medar olan ve mukadderat-ý eþya denilen þu ikinci suret, mâkuledir. Suret-i maddiye itibariyle her þeyin bir nihayeti, bir gayesi olduðu gibi, suret-i maneviye itibariyle da bir nihayeti ve gizli bazý hikmetler için bir gayesi de vardýr. Binaenaleyh her þeyin suret-i maddiyesinde kudret-i Rabbanî ustadýr, kader mühendistir. Suret-i mâneviyesinde ise, kader mistardýr, yani, teþekkülâtýn çizgilerini çizer, kudret masdardýr, yani o çizgiler üstünde yapýlan teþekkülât, kudretten sudûr eder.

 

Ey kâfir! Bunu iþittikten sonra iyice düþün! Bir zerreye, bir terzilik san'atýný öðretmeye kudretin var mýdýr? Kendine Hâlýk ittihaz ettiðin tabiat ve esbab, her þeyin muhtelif ve mütenevvi' suretlerini biçip dikmesine kudretleri var mýdýr?

 

Bak, ey gözden mahrum kâfir! Þecere-i hilkatýn semeresi ve kuvvet ve ihtiyarca esbabtan üstün olan insan, terziliðin bütün kabiliyetlerini, bilgilerini cem'edip dikenli bir þecerenin âzalarýna uygun bir gömleði dikemez. Halbuki, Sâni'-i Hakîm her þeyin nemâsý zamanýnda pek muntazam, cedid ve taze taze gömlekleri ve yeþil yeþil hulleleri kemal-i sür'at ve sühuletle yapar, giydirir. Fesübhânallah!...

 

Evet münezzehtir, her þeyin vücudu emrine baðlý olan Allah münezzehtir.

 

Her þeyin iç yüzü elinde bulunan Sâni' münezzehtir. Bütün mahlukata merci' olan Sâni' münezzehtir.

 

Arkadaþ! Her bir mevcudun üstünde, Sâni'-i Ehad ve Samed'in bir sikkesi, bir hâtemi olup, o mevcudun Sâni'-i Ehad ve Samed'in mülkü ve eser-i san'atý olduðuna þehadet ediyorlar. Evet gayr-ý mütenahî

 

sh: » (Ms: 32)

 

Ehadiyet sikkelerinden ve Samedâniyet hâtemlerinden, yalnýz bahar mevsiminde sahife-i arza darbedilen sikkeye bak ki; þu zikredilecek müteselsil fýkralar, cümleler o sikkeyi güneþ gibi gösteriyorlar ve izhar ediyorlar.

 

Evet sahife-i arzda pek garib, hakîmane bir îcad görünüyor. Bu görünen îcadýn gösterdiði kuvvet ve faaliyeti görmek istersen þu gelen fýkralara dikkat et!

 

1- O îcad fiili, pek azîm ve geniþ bir sehâvet-i mutlakadan geliyor.

 

2- Bir sühûlet-i mutlaka ile bir kuvvet-i mutlakadan çýkýyor.

 

3- Mutlak bir intizamla, sür'at-i mutlakada meydana geliyor.

 

4- Mevzun ve mizanlý olarak bir vüs'at-i mutlakada bulunuyor.

 

5- Güzel bir eser-i san'at olmakla beraber, mutlak bir ucuzlukta görünüyor.

 

6- Taallûk ettiði þeyler pek karýþýk olmakla beraber, büyük bir imtiyaz-ý mutlak ve adem-i iltibas ile yapýlýyor.

 

7- Mahall-i taalluku gayr-ý mütenahî olmakla beraber, eserlerinde çirkinlik görünmez, ahsen þekilde husule gelir.

 

8- Efrad ve enva' arasýnda, bu'd-u mutlak ile beraber, tevâfuk-u mutlak var.

 

Arkadaþ! Bu fýkralarýn her birisi tek baþýna da o sikkeyi izhar etmeye kâfidir. Bakýnýz, en hârika bir sehâvetle en hârika bir hüsn-ü san'at, muhit bir kudretin hassasýdýr. Ve intizamla beraber hârika bir sühûlet hiç bir þeyden âciz olmayan muhit bir ilim sahibine mahsustur. Tartýlmýþ gibi gayet mizanlý olmakla beraber, mu'cizane bir sür'at-i mutlaka, her þeyi emrine ve kudretine teshir eden zâta mahsustur. Nevilerin pek daðýnýk bulunmasýndan, pek geniþ bir tasarruf ile hârika bir hüsn-ü san'at ilim ve kudretiyle her þeyin yanýnda bulunan zâta hastýr. Kesret ve mebzuliyet ile beraber her ferdin san'at itibariyle kýymetdar olmasý, sonsuz bir zenginlikle gayr-ý mütenahî hazinelere mâlik olan zâta mahsustur. Efradýn ziyadesiyle karýþýk olmasýyla beraber iltibassýz ve fevkalâde imtiyaz ve teþahhuslara mazhar olmalarý, her þeye basîr ve her þeye þehîd ve her bir fiili kendisini diðer bir fiilden menetmeyen zâta mahsustur.

 

Ve keza arzda daðýnýk bulunan efrad arasýndaki uzaklýkla beraber suretçe, vücudca, teþkilâtça aralarýnda husule gelen tevafuk, küre-i arz yed-i tasarrufunda, ilminde, hükmünde, hikmetinde bulunan zâta mahsustur.

 

Ve keza nev'in kesret-i efradýyla beraber her ferdin hârikulâde

 

sh: » (Ms: 33)

 

bir hüsn-ü hilkate mâlik olmasý, Kadîr-i Mutlak'a hastýr ki, az-çok, küçük ve büyük her þey ona nisbeten birdir.

 

Geçen fýkralarýn her birisinde, her þeyin tek bir Sâni'in sun'u ve san'atý olduðuna delalet eden baþka bir âyet daha vardýr. Evet sehavet ile kuvve-i iktisadiye arasýnda ve sür'at ile mizanlý olmak arasýnda ve ucuzlukla kýymetli olmak arasýnda ve karýþýk olmakla mümtaz bulunmak arasýnda tezad vardýr. Bu zýdlarý bir fiilinde cem etmek, ancak kudreti hadsiz bir Sâni'-i Kadîr'e mahsustur.

 

Hülâsa: Herbir fýkra, tek baþýna hâtem-i ehadiyeti izhara kâfi olduðu takdirde, fýkralarýn heyet-i içtimaiyesi pek zâhir bir tarîk-i evlâ ile hâtem-i ehadiyeti gösterir. Ýþte bu izahtan, وَلَئِنْ سَاََلْتَهُمْ مَنْ خَلَقَ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضَ لَيَقُولُنَّ اللّهُ âyet-i kerimesinin sýrrý zâhir oldu. Yani, o inadlý münkire “Hâlýk-ý Semavat ve Arz kimdir?” diye sorulduðu zaman çar ü nâçar “Allah'týr” diyecektir.

 

Arkadaþ! Uluhiyet, risalet, âhiret, kâinat arasýnda hakikatta telazum vardýr. Yani, bunlardan birisinin vücud ve sübutu, ötekisinin de vücud ve sübutunu istilzam eder. Birisine îman, ötekisine de îmaný îcabettirir. Evet meselâ, her bir kelimesi bir kitabý ve her bir harfi bir satýrý içerisinde tutan bir kitabýn, kâtibsiz vücudu mümkün deðildir. Kâinat kitabý da Nakkaþ-ý Ezelî'nin vücub-u vücuduna baðlýdýr. Sarhoþ olmayanlar ancak Nakkaþ-ý Ezelî'ye îman etmekle kitab-ý kâinata þahid olabilirler.

 

Ve keza pek çok san'at hârikalarýna ve nakýþ ve zînetlerin garaibine müþtemil olan bir binanýn bâni ve sâni'siz vücudu mümkün olmadýðý gibi, bu âlemin vücudu da Sâni'in vücuduna tâbidir. Dalalet sarhoþluðuyla sarhoþ olmayanlar, onu bunsuz tasdik edemezler.

 

Ve keza deniz ve nehirlerin yüzünde, þemsin aksini gösteren kabarcýklardaki güneþin parýltýsý, þemsin vücudunu inkâr etmekle mümkün olmadýðý gibi, aklý bozuk olmayanlar için, kemal-i intizam ile tahavvül ve teceddüd eden þu kâinatýn þuhudu, Bâni ve Sâni'in vücub-u vücudunun tasdikiyle olabilir. Çünki þu muhteþem kâinatý, meþiet ve hikmetiyle te'sis ve kaza ve kaderinin düsturlarýyla tafsil ve âdetinin kanunlarýyla tanzim ve inayet ve rahmetinin namuslarýyla tezyin ve esma ve sýfâtýnýn cilveleriyle tenvir eden ancak ve ancak Bâni ve Sâni'dir. Evet Hâlýk-ý Vâhid kabul edilmediði takdirde, kâinatýn zerrât ve

 

sh: » (Ms: 34)

 

mürekkebatý adedince sonsuz ilahlarýn kabulüne mecburiyet hasýl olur. Ve ayný zamanda, her bir ilahýn þu kâinatý halketmeðe kadir olmasý lâzýmdýr. Çünki zîhayatýn her bir cüz'îsi zevilhayatýn küllüne (yani umumuna) bir fihristedir. Cüz'îyi halkeden küllîyi de halketmeðe kadir olmalýdýr...

 

Ve keza ziyasýz güneþin vücudu mümkün olmadýðý gibi, uluhiyet de tezahürsüz olamaz. Tezahürü ise, irsal-i rusül ile olur. Ve keza hadd-i kemale balið olan en yüksek bir cemalin bilinmesi, görünmesi, gösterilmesi için resullerin tarifi lâzýmdýr.

 

Ve keza kemal-i cemale balið olan kemal-i hüsn-ü san'at, resullerin delaletiyle olur.

 

Ve keza rububiyet-i âmme, ubudiyet-i küllîye ister. Bu da zülcenaheyn resullerin vahdet-i Ýlahiyeyi halka ilân etmeleri ile mümkün olur.

 

Ve keza bir hüsn sahibinin isteði olmasa ve bir âyine bulunmasa ve tarif edici bir þahýs tavassut etmezse, onun hüsnünün görünmesi, gösterilmesi mümkün deðildir. Bu da ancak resuller vasýtasýyla olur. Çünki resul, ubudiyetiyle Hâlýk'ýn hüsnüne âyinedir; risaleti cihetiyle de halka izhar ve ilân eder.

 

Ve keza bir zâtýn cevahirle, zîkýymet eþya ile dolu hazinelerini açýp halka göstermek ve arzetmekle o zâtýn kudretini, zenginliðini, saltanatýný ilân etmek için ancak o zâtýn müsaadesiyle ve iradesiyle emir ve tayin edilmiþ bir memur lâzýmdýr. Ýþte o me'mur resûldür.

 

Arkadaþ! Bu sýfatlarý haiz, bu vazifeleri en mükemmel görebilecek Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'dan baþka âlemde bir þahýs yoktur. En câmi', en kâmil, en fâzýl o zâttýr. Tam tamýna teþhir, teblið, tarif, tavsif, izhar, ilân eden o zâttýr.

 

Aziz arkadaþ! “Ýman-ý Billah” ile “Âhiret imaný” arasýndaki telazuma geldik. Hazýr ol, dinle!

 

Bir sultan, itaat edenlere mükâfat ve isyan edenlere de mücazat etmezse, saltanatý inhidama yüz çevirir. Ve keza bir sultanýn saðýnda lütuf ve merhamet ve solunda kahr ve terbiye lâzýmdýr. Mükâfat, merhametin iktizasýdýr. Terbiye de mücazatý ister. Mükâfat ve mücazat menzilleri âhirettir.

 

Ve keza yüksek bir hikmet ve adalet sahibi olan bir sultan saltanatýnýn þânýný kusurdan saklamak üzere, kendisine iltica edenleri taltif ve hâkimiyetinin haþmetini göstermek için milletinin hukukunu muhafaza eder. Bu cihetlerin mühim bir kýsmý âhirette olur.

 

sh: » (Ms: 35)

 

Ve keza lebâleb dolu hazinelere mâlik ve sehavet-i mutlakaya sahib olan bir sultan için umumî ve daimî bir dâr-ý ziyafet lâzýmdýr. Ve ayrý ayrý ihtiyaç sahiblerinin devam ve bekalarýný ister. Bu da ancak âhirette olur.

 

Ve keza bir cemal sahibi, daima hüsn ve cemalini görmek ve göstermek ister. Bu ise, âhiretin vücudunu ister. Çünki daimî bir cemal, zâil ve muvakkat bir müþtaka râzý olmaz. Onun da devamýný ister. Bu da âhireti ister.

 

Ve keza yardým isteyenlere yardým ve dua edenlere cevab vermek hususunda, pek rahîmane bir þefkat sahibi olan bir sultan -ki edna bir mahlukun edna bir isteðini derhal yapar, verir- elbette bütün mahlukatýn en büyük bir ihtiyacýný kemal-i sühuletle yapar. Böyle umumî ve en mühim bir ihtiyaç ancak âhirettir.

 

Ve keza icraatýndan, faaliyetinden anlaþýlan pek hârika bir ihtiþam içinde bir saltanatý varken, milletinin içtimalarý için yalnýz dar bir misafirhane yapýlmýþ; daimî olarak milleti istiab edemez, daima dolar boþalýr. Ve bir imtihan meydaný var; her vakit deðiþir, tebeddül eder. Ve sultanýn bazý âsâr-ý san'atýna ve ihsanatýna bazý nümuneler göstermek için meclisleri var; zaman zaman tahavvül eder.

 

Bu vaziyet, bu dar menzil ve meydan ve meþherden sonra daimî bir menzil, sabit saraylar, açýk hazineler bulunup ve sâkinleri sabit ve daimî kalacaklarýna bilbedahe delalet eder.

 

Ve keza dikkat sahibi bir sultan ki, milletinin bütün a'mallerini, ef'allerini, hizmetlerini, hacetlerini tamamýyla yazar ve yazdýrýr ve mülkünde cereyan eden her bir hâdise ve her bir vakýanýn suretlerini, fotoðraflarýný alýp tesbit ve hýfzederse, elbette bu vaziyet, bir muhasebenin, bir muhakemenin, bir mükâfat ve mücazatýn vukua geleceðine kat'î bir surette delalet eder.

 

Ve keza mükâfat ve mücazat hakkýnda tekrar ile pek çok va'dleri ve tehdidleri olursa ve o va'd ü vaîd edilen þeyler kudretine aðýr gelmezse ve o þeyler raiyeti için pek ehemmiyetli olursa, elbette söz verdiði þeylerde hilaf olmayacaktýr. Çünki hulf-ül va'd, kudretin izzetine zýddýr.

 

Ve keza hadd-i tevatüre balið olan muhbirlerin ittifak ve icmalarýna göre, o muhteþem ve azîm saltanatýn medarý ve cevelangâhý ancak âhiret memleketidir. Bu küçük menziller, meydanlar o azamete daimî bir mekân olamaz. Çünki bu gibi zâil, mütebeddil þeyler, o müstakar saltanata makarr olamaz.

 

sh: » (Ms: 36)

 

Evet o sultan þu küçük menzilde ve meydanda çok þeyleri, içtimalarý, iftiraklarý gösteriyor. Fakat, bizzât maksad o þeyler deðildir. Ancak âhiretin meydan-ý ekberinde vukua gelecek hallerin, emirlerin nümunelerini göstermektir. Çünki o mahþer-i azîmde yapýlacak muameleler, bu küçücük nümunelere göre cereyan edecektir. Demek bu menzilde gösterilen fâni, zâil haller o âlemde bâki ve daimî semereler verecektir.

 

Evet o sultanýn þu fâni menzillerde ve korkunç meydanlarda gösterdiði hikmet, inayet, adalet, rahmet ve þefkatin fevkinde bir derecenin tasavvuru imkân haricidir. Elbette bu kadar yüksek ve geniþ hârika san'atlar, daimî mekânlarý, sabit meskenleri ve zevalsiz sâkinleri isterler ki, o büyük hikmet ve adaletin hakikatlarýna mazhar olsunlar. Ve illâ þu görünen hikmet, inayet, merhametin inkârý lâzým gelir. Ve ayný zamanda, bu kadar hikmetinden ve inayetinden zuhur eden fiiller sahibinin -hâþâ- zalim, gaddar, sefih olduðuna zehab edilir. Bu ise, inkýlab-ý hakaiki istilzam eder.

 

Ve keza þu muvakkat menzillerin saltanat-ý daimeye makarr olacak bir þekle gireceðine pek çok deliller, bürhanlar vardýr. Maahaza, bu âlemi icad edip öteki âlemi icad etmemek ve bu kâinatý vücuda getirip öteki kâinatý getirmemek, bu dünyayý yaratýp öteki dünyayý yaratmamak imkâný yoktur. Çünki rububiyetin saltanatý mükâfat ve mücazatý ister. Ve keza Sâni'-i âlemin her þeyi içine almýþ ve her þeyi istilâ ve istiab etmiþ bir rahmet-i vasiasý vardýr. Vâlidelerin, hattâ bir cihette nebatatýn evlâdýna olan þefkatleri ve küçük, zayýf yavrularýnýn sühulet-i rýzklarý, o rahmet deryasýndan bir katredir. O bahr-ý rahmetin azametiyle, þu fâni dünyada, bu kýsa ömürde, þu kadar zahmet ve belalar ile karýþýk, zâil ve gayr-ý sabit olan þu nimetler; ve ebedî bekayý isteyen insanlar arasýnda münasebet yoktur. Ve ayný zamanda, iade edilmemek üzere zeval, nimeti nýkmete, þefkati zahmete, muhabbeti musibete ve lezzeti eleme ve rahmeti zýddýna kalbeder.

 

Ve keza âlemde görünen tasarrufattan anlaþýlýyor ki, Sâni'-i Âlem'in pek yüksek, celalli, izzetli bir haysiyeti vardýr ki, ubudiyetle Sâni'i tazim etmeyenlerin veya istihfaf edenlerin te'diblerini te'hir ve imhal etse bile ihmal etmez.

 

Ve keza o sultanýn emirlerini, nehiylerini kýymetsiz görüp îmân ile imtisal etmeyenler ve ibadetle kendilerini sevdirmeyenler ve þükran ile hürmette bulunmayanlar için rububiyetin ebedî karargâhýnda elbette bir dâr-ý mükâfat ve mücazat olacaktýr.

 

sh: » (Ms: 37)

 

Ve keza bütün mahlukatta görünen hüsn-ü san'atlar, intizamlar ve ihtimamlardan ve her þeyde takib edilmekte olan maslahat ve faidelerden anlaþýlýyor ki; kâinat taht-ý tasarrufunda bulunan Sâni-i Zülcelal'de pek büyük bir hikmet-i âmme vardýr ki, itaat ile iltica edenlerin büyük taltif ve in'amlara mazhar olacaklarý o hikmet-i âmmenin iktizasýndandýr.

 

Ve keza görünüyor ki, her þey lâyýk mevkiine vaz'ediliyor. Ve her hak, hak sahibine veriliyor. Ve her ihtiyaç sahibinin haceti, istediði gibi yapýlýr. Ve her sual edenlerin matlublarý -bilhassa istidad lisanýyla veya ihtiyac-ý fýtrî lisanýyla veya ýzdýrar ve zaruret lisanýyla olsun- cevablandýrýlýyor. Böyle eserleri görünen bir adalete bir mahkeme-i kübra lâzýmdýr ki, Rûbubiyetin hâkimiyetiyle hukuk-u ibad muhafaza edilsin. Çünki fâni olan þu dünya menzili, o büyük adalet-i hakikiyeye mazhar olamaz. Öyle ise, o büyük Sultan-ý Âdil için bir cennet-i bâkiye, bir cehennem-i daime lâzýmdýr.

 

Ve keza görünüyor ki, bu âlemin sahibi -yaptýðý þu kadar fiillerin delaletiyle- hârika bir sehavete sahib olduðu gibi, nur ve ziya ile dolu güneþler ve meyve ve semereler ile hâmile eþcar ve aðaçlar misillü pek çok hazineleri vardýr. Binaenaleyh bu ebedî sehavet, tükenmez servet ebedî bir ziyafetgâhý ister ve devam ile muhtaçlarýn da devam-ý vücudunu iktiza eder. Zira nihayet bir sehavet, hârika bir kerem, daima halka ihsan ve in'am etmek iktiza eder. Bu ise, ihsan ve in'amlara minnettar ve muhtaç olanlarýn devam-ý vücudlarýný ister.

 

Ve keza þu mu'cizeli ve hikmetli ef'al-i kerimanenin tezahüratýndan anlaþýlýyor ki, Sâni'-i Fâil'in pek gizli kemalâtý vardýr. Ve daima o kemalâtý, enzar-ý âleme arz ve teþhir etmek ister. Çünki daimî bir kemal, daimî bir tezahür ile takdir edicilerin devam-ý vücudlarýný iktiza eder. Çünki adem-i mutlaka namzed olan insan, kemalâta kýymet vermez ve istihsan ve takdire bedel istiskal ve tahkir eder.

 

Ve keza bu güzel, müzeyyen, münevver masnuatýn Sânii için mücerred manevî bir cemal vardýr. Ve Onun, o mahfî hüsn ü cemal için pek çok mehasin ve letaifi vardýr ki, kýsa akýllarýmýz ile idrak edemeyiz. Ezcümle, o cemalin kesif âyinelerinden biri sath-ý arzdýr. Bu sath-ý arz her asýrda, her mevsimde, her vakitte daima tecelli etmekte olan o cilvelerin gölgelerini teþhir, tavsif, ilân ve izhar eder.

 

Ve keza hakaik-i sabitedendir ki, yüksek bir cemal sahibi bizzât kendi gözüyle ve bilvasýta baþkasýnýn gözüyle, cemalini ve cemalinin inceliklerini görmek istiyor. Binaenaleyh cemal sermedî ve daim olur

 

sh: » (Ms: 38)

 

sa, behemehal onun inceliklerini gösteren âyinelerinin de ebedî ve daimî olmasý zarurîdir. Çünki bâki bir hüsn, fâni bir müþtaka razý olamaz. Ve zâil ve fâni bir âþýkýn, ebedî ve bâki olan mahbubuna muhabbeti adavete kalbolur. Evet insan, eli veya fehmi yetiþmediði güzel bir þeyi, kendisini teselli için takbih eder. Bu itibarla bu âlem Sâni'i istilzam ettiði gibi, Sâni' de âlem-i âhireti istilzam eder.

 

Ve keza bu âlemin Sâniinde pek rahîmane bir þefkat vardýr. Zira görüyoruz ki: Bu âlemde yardým isteyen bir musibetzedeye kemal-i sür'atle yardým ediliyor. Dergâh-ý izzete iltica eden kurtuluyor. Sual eden sâillerin istekleri veriliyor. En âdi bir zîhayatýn sesi iþitiliyor ve haceti kabul ediliyor. Ýþte böyle bir þefkat sahibi, nev'-i beþerin en büyük, en lâzým, en zarurî, þedid bir haceti hakkýnda, bütün insanlar namýna yaptýðý duada istediði Cennet'i ve saadet-i ebediyeyi ve ba'sü ba'delmevt'i yapacaktýr. Bilhassa o reis-i muhteremin þu umumî duasýna, bütün zevilhayat, bütün mahlukat “Âmîn! Âmîn!” diyorlar.

 

Bak, o zât öyle bir maksad, öyle bir gaye için saadet isteyip dua ediyor ki, insaný ve bütün mahlukatý, esfel-i safilîn olan fena-yý mutlaka sukuttan, kýymetsizlikten, faidesizlikten, abesiyetten a'lâ-yý illiyyîn olan kýymete, bekaya, ulvî vazifeye, mektubat-ý samedaniye olmasý derecesine çýkarýyor. Bak, hem öyle yüksek bir fizar-ý istimdadkârane ile istiyor ve öyle tatlý bir niyaz-ý istirhamkârane ile yalvarýyor ki, güya bütün mevcudata, semavata, arþa iþittirip, vecde getirip, duasýna “Âmîn! Allahümme âmîn!” dedirtiyor.

 

Acaba bütün benî Âdem'i arkasýna alýp, þu arz üstünde durup, arþ-ý azama müteveccihen el kaldýrýp, nev'-i beþerin hülâsa-i ubudiyetini câmi' hakikat-ý ubudiyet-i Ahmediye (A.S.M.) içinde dua eden þu þeref-i nev'-i insan ve ferîd-i kevn ü zaman olan Fahr-i Kâinat ne istiyor, dinleyelim. Bak, kendine ve ümmetine saadet-i ebediye istiyor, beka istiyor, Cennet istiyor. Hem mevcudat âyinelerinde cemallerini gösteren bütün esma-i kudsiye-i Ýlahiye ile beraber istiyor; o esmadan þefaat taleb ediyor, görüyorsun.

 

Eðer, âhiretin hesabsýz esbab-ý mûcibesi, delail-i vücudu olmasa idi, yalnýz þu zâtýn tek duasý, baharýmýzýn icadý kadar Hâlýk-ý Rahîm'in kudretine hafif gelen þu Cennet'in binasýna sebebiyet verecekti. Demek nasýlki o zâtýn risaleti, þu dâr-ý imtihanýn açýlmasýna sebebiyet verdi, لَوْلاَكَ لَوْلاَكَ لَمَا خَلَقْتُ اْلاَفْلاَكَ sýrrýna mazhar oldu; onun gibi, ubudiyeti dahi öteki dâr-ý saadetin açýlmasýna sebebiyet verdi.

 

sh: » (Ms: 39)

 

اَللّهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى ذَلِكَ الْحَبِيبُ الَّذِى هُوَ سَيِّدُ الْكَوْنَيْنِ وَ فَخْرُ الْعَالَمَيْنِ وَ حَيَاتُ الدَّارَيْنِ وَ وَسِيلَةُ السَّعَادَتَيْنِ وَ ذُو الْجَنَاحَيْنِ وَ رَسُولُ الثَّقَلَيْنِ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ وَ عَلَى اِخْوَانِهِ مِنَ النَّبِيِّنَ وَ الْمُرْسَلِينَ آمِينَ

 

Ve keza bu âlemin geliþ ve gidiþatýnda ve bütün mahlukatýn bir hedefe sevkinde ve semavî, süflî bütün ecramýn bir kudrete baðlý ve müsahhar olmasýnda pek büyük bir saltanat eseri görünüyor. Ve bundan anlaþýlýyor ki, bu mevcudatta tasarruf eden Sâni'in azîm rububiyetinde hârika bir saltanatý vardýr. Halbuki bu dünya menzili tahavvülâta, zevale maruzdur. Sanki misafirler için yapýlmýþ bir handýr ki daima dolup boþalýyor. Ne kendisinin sabit bir þekli vardýr ve ne de içinde oturanlarýn bir kararý vardýr. Ve Sâni'-i âlemin garib ve acib san'atlarýnýn nümunelerini teþhir ve ilân için tahavvülden hâlî kalmayan bir meþherdir. Bu itibarla o handa ve o meþherde içtima eden insanlar sabit kalacak deðiller. Çünki meskenleri sabit deðildir.

 

Ýþte bu hal ve þu vaziyet, bu fâni menzilden sonra o sermedî saltanata karargâh olmak üzere, sabit, bâki, ebedî, sermedî saadetlerin, cennetlerin ve saraylarýn olacaðýna kat'î bir delaletle þehadet eder. Çünki fâni, bâkiye makam ve medar olamaz. Evet bir melikin gelip giden misafirleri için yolda yaptýðý þu menzile ve o menzilde oturan misafirlere bakýldýðý zaman görülüyor ki, milyonlarca lira ile yapýlan o menzil, pek az bir zaman içindir. Ve ondaki zînetler, kýymetli þeyler, hep sûret ve örneklerdir. Ve misafirler o nefis taam ve yemeklerin yalnýz tadýna bakýp, karýnlarýný doyuracak derecede yemiyorlar. Ve her bir misafir, hususî makinesiyle o menzildeki zînetlerin resimlerini alýrlar. Ve melikin de gizli memurlarý onlarýn bütün harekât, ef'al ve muamelelerini yazýyorlar.

 

Ve o melik, her mevsimde milyonlarca o zînetleri, o güzel þeyleri yeni gelecek misafirler için tahrib ve tecdid ediyor.

 

Ve hâkeza pek çok garib ve acib þeyler görünüyor. Ýþte bu vaziyet gösterir ki, o muvakkat menzil sahibinin pek yüksek kýymetli menzilleri, daireleri ve ebedî, sermedî saraylarý vardýr. Bu küçük menzilde görünen þeyler, haller misafirleri ebedî menzillerdeki yüksek þeylere teþvik için gösterilen nümunelerdir.

 

Kezalik bu dünya menzilinin ve içinde oturan insanlarýn ahvâline

 

sh: » (Ms: 40)

 

dikkat edilirse anlaþýlýyor ki: Bu dünya ebedî kalmak için yaratýlmýþ, bir menzil deðildir. Ancak Cenab-ý Hakk'ýn ebedî ve sermedî olan “Dâr-üs selâm” menziline dâvetlisi olan mahlûkatýn içtimâlarý için bir han ve bir bekleme salonudur. Bu dünya menzilinde görünen leziz þeyler, lezzet ve zevk için deðildir. Çünki visallerinin lezzeti, firaklarýnýn elemine mukabil gelmez.

 

Maahazâ o lezzetlerden hiç kimse tam mânasýyla muradýna nâil olamaz. Ya o lezzetlerin ömürleri kýsa olur veya insanýn ömrü kýsa olduðundan muradýna yetiþemez. Ancak, o lezzetler ve o nefis þeyler ibret ve þükre sevk içindir. Çünki onlar Cenab-ý Hakk'ýn ehl-i iman için cennetlerde ihzar ettiði hakikî nimetlere nümunelerdir. Ve o müzeyyen masnuat-ý fâniye, fena ve adem için deðildir. Ancak, onlarýn suretleri ve misalleri, mânalarý, neticeleri alýnýr; âlem-i bekada, ehl-i beka için ebedî manzaralarýn yapýlmasýna medar olurlar. Yahut ebedî âlemde Sâni'-i Ebedî istediði þekillere sokar. Çünki o masnûat, beka içindir. Onlarýn o zâhirî ölüm ve fenalarý; vazifelerinden terhistir, îdam deðildir.

 

Evet onlarýn ölümleri fena olsa bile, yalnýz bir cihetten fenaya gider, çok cihetlerden bâki kalýr. Meselâ, Kudret-i Ezeliyenin yarattýðý þu gül çiçeðine bak! Evet nasýl bir kelime aðýzdan çýkar çýkmaz zâhiren fenaya giderse de, Allah'ýn izniyle kulaklarda, kâðýtlarda, kitablarda milyonlarca timsalleri kaldýðý gibi, akýllarda da akýllar adedince manalarý kalýr.

 

Kezalik o gül kýsa bir zamanda vazifesi tamam olur olmaz solar, ölür gider. Amma onu gören bütün insanlarýn kuvve-i hâfýzalarýnda ve halefiyle hâmile olan tohumlarýnda suretleri, manalarý bâkidir. Demek o gülün tohumu olsun, kuvve-i hâfýzalar olsun, o gül çiçeðinin suretini, zînetini, menzilini hýfz için sanki birer fotoðraf ve bekasý için birer menzildir.

 

Ey arkadaþ! Ýnsan da baþýboþ, serseri, sahibsiz bir hayvan deðildir. Ancak onun da bütün harekât ve ef'ali yazýlýyor, tesbit ediliyor ve a'malinin neticeleri hýfzediliyor ki, muhasebe-i kübrada ona göre derece alsýn. Hülâsa, her güz mevsiminde yapýlan tahribat, gelecek bahar mevsimlerinde gelen yeni misafirler için yer tedarik etmek ve bir nevi terhis ve izinlerdir.

 

Ve keza bu âlemde tasarruf eden Sâniin öyle bir kitab-ý mübini vardýr ki, ne küçük ve ne büyük, o kitabda yazýlýp hýfzedilmemiþ hiç bir þey yoktur. O kitabýn maddelerinden âlemde görünen yalnýz nizam ve mizan maddelerine bak! Evet görüyoruz ki, herhangi muvazzaf bu

 

sh: » (Ms: 41)

 

lunan bir þey, vazifesinden terhis edilmekle daire-i vücuddan çýkarsa, Fâtýr-ý Hakîm onun çok suretlerini “Levh-i Mahfuz”larda tesbit eder. Ve tarih-i hayatýný, tohumunda ve neticesinde nakþeder ve pek çok gaybî âyinelerde ibka eder. Meselâ: Bir þecere, meyvesiyle hâmile olduðu gibi, tohumu da meyve ile hâmiledir. Demek, aðacýn bünyesinde semeresi mevcud olduðu gibi, tohumunda da semere mevcuddur. Ve keza vücuddan çýkmýþ pek çok þeyler, insanýn kuvve-i hâfýzasýnda mevcud kalýr.

 

Ýþte bu misallerden, hýfz ve hafîziyet kanunu ne derece ihatalý olduðu anlaþýldý. Evet bu mevcudatýn sahibi pek büyük bir ihtimam ile mülkünde cereyan eden her þeyi taht-ý hýfz ve muhafazasýna almýþtýr. Ve hâkimiyetinin muhafazasý için sonsuz bir dikkati vardýr. Ve rububiyetinde tam bir intizam ve saltanat vardýr ki, edna bir hâdiseyi, âdi bir hizmeti yazar ve yazdýrýr. Ýþte bu derece ihatalý, ihtimamlý bir hýfz kanunu, elbette âlem-i âhirette yapýlacak bir divan-ý muhasebata bakar. Þu muhafaza kanunu, bütün eþyada câri olduðu gibi, mahlukatýn en eþrefi olan insana da þamildir. Çünki insan Cenab-ý Hakk'ýn rububiyetine ait þuunat ve ahvaline þâhittir. Ve mahlukatýn cemaatleri içinde Allah'ýn birliðine dellâldýr. Ve mevcudatýn tesbihatýna müþahid ve hilafet-i kübra ile tekrim ve teþrif edilmiþtir. Ýnsan bu keramete, bu þerefe nâil olduðu halde, kendisini baþýboþ ve gayr-ý mes'ul zannetmesin. Onun da divan-ý muhasebatta pek karýþýk hesablarý vardýr. Ondan kurtulduktan sonra, müstehak olduðu yere gidecektir.

 

Evet kudret-i ezeliyeye nisbetle, ölümden sonra haþrin gelmesi, güzden sonra baharýn gelmesi gibidir. Evet nebatat gibi insanýn da bir güzü, bir de baharý vardýr. Evet geçmiþ zamanda vukua gelmiþ olan mu'cizat-ý kudret, Sâni'in bütün imkânat-ý istikbaliyeye kadir olduðuna kat'î þahid ve bürhanlardýr.

 

Ve keza bu âlemin mâliki, kendi kudretine pek kolay ve pek ehven ve ibadýna fevkalâde mühim ve pek þedid-ül ihtiyaç olan haþrin tekrar be tekrar va'dinde bulunmuþtur. Malûmdur ki, hulf-ül va'd kudretin izzetine, rububiyetin merhametine zýddýr. Zira va'din hilafýný yapmak, cehlin veya aczin alâmetidir. Bu ise Kadîr-i Mutlak, Hakîm-i Mutlak olan zâta muhaldir.

 

Maahaza, insanlarýn haþri nebatatýn haþri gibidir. Bunu gören onu nasýl inkâr eder? Haþrin icadýna olan va'di ise, bütün enbiyanýn tevatürüyle ve büyük insanlarýn icmaiyle sabit olduðu gibi Kur'an-ý Kerim'in lisanýyla da sabittir.

 

sh: » (Ms: 42)

 

Ezcümle: اَللّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ لَيَجْمَعَنَّكُمْ اِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ لاَ رَيْبَ فِيهِ وَ مَنْ اَصْدَقُ مِنَ اللّهِ حَدِيثًا olan âyet-i kerime, büyük bir þiddet ve kuvvetle haþrin icadýna söz veriyor. Fakat, bazý insan pek nankördür ki; bütün mevcudat, sýdkýna ve hak olduðuna delalet ettiði o Mâlik-ül Mülk'ün sözlerini tasdik etmez, kendi hezeyanýna ve ahmaklýðýna itimad eder.

 

Ve keza bu âlemde pek ihtiþamlý bir rububiyet âsârýyla þa'þalý bir saltanatýn þualarý görünmektedir. Evet görüyoruz ki: Koca arz -sekenesiyle beraber- ehlî, zelil, muti bir hayvan gibi o rububiyetin emri altýnda beslenir. Güzde ölmesi, baharda dirilmesi ve bir Mevlevî gibi raks ve hareketi ve sair bütün iþleri o emre tâbi olduðu gibi, þemsin de seyyaratýyla tanzim ve teshiri ve sair vaziyetleri o emre baðlýdýr. Halbuki, azametli þu rububiyet-i sermediye ve bu saltanat-ý ebediye þöyle zaîf, zâil, muvakkat temeller ve esaslar üzerine bina edilemez. Ve bu mütebeddil, belalý, kederli, fâni dünya üzerine kaim olamaz. Ancak, bu dünya o azametli rububiyetin pek azîm ve geniþ dairesi içinde insanlarý tecrübe ve imtihan, kudretin mu'cizelerini teþhir ve ilân için kurulmuþ muvakkat bir menzildir ki, tahrib edilip pek muazzam, geniþ, ebedî ve bâki bir âleme cüz' olmak için tebdil edilecektir. Binaenaleyh bu tebeddülât ma'rezi olan âlemin Sâni'i için diðer tegayyürsüz, sabit bir âlemin vücudu zarurîdir.

 

Maahaza, zâhirden hakikata geçen ervah-ý neyyire ashabý ve kulûb-ü münevvere aktabý ve ukûl-ü nuraniye erbabý ve kurb-u huzur-u Ýlahîde dâhil olanlar, o Zât-ý Zülcelal'in mutîler için bir dâr-ý mükâfat ve âsiler için bir dâr-ý mücazat ihzar ettiðini ve pek metin va'dler ile þedid tehdidleri olduðunu kat'î ihbar ediyorlar. Malûmdur ki, va'dleri îfa etmemek bir zülldür. Hâlýk-ý Âlem züll ve zilletlerden münezzehtir. Ve ayný zamanda, o hakikatý ihbar eden ehl-i hakikat ve enbiya ve evliya ve asfiya cemaatlerine kâinat bütün âyâtýyla, kelimatýyla zâhir olarak ihbarlarýný teyid ve takviye ediyor. Ey insan! Bu haberden daha doðru bir haber ve bu sözden daha doðru bir söz var mýdýr?

 

Ve keza bu âlemin mutasarrýfý, dar ve muvakkat þu arz meydanýnda, âlem-i âhiretin büyük meydanýnýn çok misallerini, nümunelerini her vakit gösteriyor.

 

Ezcümle: Bahar mevsiminde arzýn sathýnda yapýlan nebatî ha

 

sh: » (Ms: 43)

 

þirlere dikkat lâzýmdýr. Evet altý gün zarfýnda, o karýþýk nebatatýn tohumlarýndan ölmüþ, çürümüþ, kaybolmuþ olan cesedleri galatsýz, haltsýz kema-fi-s sâbýk inþa ve iade etmekle, arz meydanýnda nebatî haþirleri yapan kudret, semavat ve arzý altý günde halketmesinden âciz deðildir. Ve o kudrete nazaran göz iþareti kadar kolay olan haþr-i insanîyi yapmamak imkâný var mýdýr? Evet haþr-i nebatîde kelimeleri, yazýlarý tamamen silinmiþ üçyüz bin kadar sahifeleri, birlikte, bilâ-halt ve bilâ-galat kýsa bir zamanda eski yazýlarýný iade eden bir kudrete, tek bir sahifeden ibaret bulunan haþr-i insanî aðýr gelir mi? Hâþâ!

 

Ýþte o kudret sahibi, lisan-ý Kur'an ile emrettiði فَانْظُرْ اِلَى آثَارِ رَحْمَةِ اللّهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذلِكَ َلمُحْيِى اْلمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ âyet-i kerimesi bu mes'elenin hakikat olduðuna sarahat ile þehadet ediyor.

 

Ey aziz arkadaþ! Cenab-ý Hakk'ýn þu tasarrufatýndan ve þuunatýndan anlaþýldý ki, arz meydanýnda yapýlan nebatî haþirler ve neþirler ve sair içtima ve iftiraklar maksud-u bizzât deðildir. Çünki öteki âlemin meydan-ý kebirinde yapýlan o büyük ve mühim ihtifaller ile kýsa bir zamanda yapýlan þu cüz'î gayr-ý sabit bu semereler arasýnda münasebet yoktur. Ancak bu cüz'î semereler, bir takým misal ve nümunelerdir ki, bunlarýn suret ve neticelerine o mecma-i kebirde muameleler tatbik ve icra edilsin. Demek bu fâni þeylerin suretleri o âlemde bâki semereleri meyve verecektir.

 

Ve keza görüyoruz ki: Sâni'-i Sermedî, Sultan-ý Ebedî, þu inhidama meyyal menzillerde ve zevale mahkûm meydanlarda öyle bir hikmet-i bâhirenin ve bir inayet-i zâhirenin ve bir adalet-i âliyenin ve bir merhamet-i câmianýn âsârýný izhar ediyor ki, kalbi paslanmamýþ, gözü kör olmamýþ bir insan, aynelyakîn ile anlar ki, o hikmetten daha ekmel bir hikmet olamaz. Ve o âsârý görünen inayetten daha ecmel bir inayet kabil deðil. Ve emaratý görünen adaletten daha ecell bir adalet yoktur. Ve o semeratý görünen merhametten daha eþmel bir merhamet tasavvur edilemez. Öyle ise, o sultanýn memleketinde daimî mekânlar, sabit meskenler, daimî ve mukim sâkinler bulunmazsa, þu görünen hikmet, inayet, merhamet ve adaletin, kalb ve fikir sahiblerince inkârlarý lâzým gelir. Ve ayný zamanda o ef'al-i hakîmane sahibinin, -hâþâ- sefih, zalim

 

sh: » (Ms: 44)

 

olmasýný istilzam eder. Bu ise, hakikatý zýddýna kalbeden bir muhaldir.

 

Ey sözlerimi dinleyen arkadaþ! Haþrin vücuduna ve vukuuna dair delillerin, þu zikredilen kýsma, emarelere münhasýr olduðunu zannetme. Kur'an-ý Kerim'in gösterdiði gayr-ý mütenahî emarelerden istihrac edilen hakikat þudur ki: Hâlýkýmýz, þu muvakkat dünya meþherlerinde daimî olan rububiyetinin sabit karargâhýna bizleri nakledecektir. Ve bu seyyal memleketi sermedî bir memlekete tebdil edecektir. Ve yine zannetme ki, haþir ve âhireti iktiza eden, esma-i hüsnadan yalnýz “Hakîm, Kerim, Rahîm, Âdil, Hafîz” isimleridir. Belki kâinatýn tedbiriyle alâkadar olan her bir isim, âhiret ve haþri iktiza eder.

 

Hülâsa: Haþir mes'elesi öyle bir hakikattýr ki, celaliyle, cemaliyle, esmasýyla Hâlýk-ý Zîþan, bütün kütüb-ü semaviye ile enbiya ve evliya ve asfiyanýn icmalarýný tazammun eden Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan ve Fahr-i Kâinat Hazret-i Muhammed (A.S.M.) -ekmel-ül halk ve eþref-ül insan- haþrin geleceðine ittifakla hükmettikleri gibi, þu kâinat dahi, bütün âyâtýyla ve kelimatýyla haþrin vücud ve icadýna þehadet ediyor. Hattâ her bir cüz'ün, cüz'î olsun küllî olsun, cüz' olsun küll olsun, iki vechi vardýr. Bir vecihle Hâlýka bakar, vahdaniyete delalet eder. Diðer vecihle de âhirete nâzýrdýr ki, haþrin, âhiretin vücudlarýný ister.

 

Meselâ: Bir insan kendi vücuduyla, hüsn-ü san'atýyla Sâni'in vücub-u vücuduna ve vahdetine delalet ettiði gibi; âmâl ve istidadlarý ebede kadar uzandýðý halde pek sür'atle ölüm ve zevali, âhiretin vücuduna delalet eder. Bütün mevcudatta görünen intizam-ý hikmet, tezyin-i inayet, taltif-i rahmet, tevzin-i adalet, Sâni'-i Hakîm'in vücud ve vahdetine þahid olduklarý gibi, âhiretin ve saadet-i ebediyenin de icad ve vücudlarýna delalet ederler.

 

اَللّهُمَّ اجْعَلْنَا مِنْ اهْلِ السَّعَادَةِ وَاحْشُرْنَا فِى زُمْرَةِ السُّعَدَاءِ وَ اَدْخِلْنَا الْجَنَّةَ مَعَ السُّعَدَاءِ بِشَفَاعَةِ نَبِيِّكَ الْمُخْتَارِ فَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَيْهِ وَعَلَى آلِهِ كَمَا يَلِيقُ بِرَحْمَتِكَ وَ بِحُرْمَتِهِ آمِينَ آمِينَ آمِينَ.

 

sh: » (Ms: 45)

 

Katre

 

(Tevhid Denizinden)

 

ÝFADE-Ý MERAM

 

Malûmdur ki insan, hasb-el kader çok yollara sülûk eder. Ve o yolda çok musibet ve düþmanlara rastgelir. Bazan kurtulursa da bazan da boðulur. Ben de kader-i Ýlahînin sevkiyle pek acib bir yola girmiþtim. Ve pek çok belalara ve düþmanlara tesadüf ettim. Fakat, acz ve fakrýmý vesile yaparak Rabbime iltica ettim. Ýnayet-i ezeliye beni Kur'ana teslim edip Kur'aný bana muallim yaptý. Ýþte Kur'andan aldýðým dersler sayesinde o belalardan halâs olduðum gibi nefis ve þeytan ile yaptýðým muharebelerden de muzafferen kurtuldum. Bütün ehl-i dalaletin vekili olan nefis ve þeytanla ilk müsademe, سُبْحَانَ اللّهِ وَ الْحَمْدُ ِللّهِ وَ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ وَ اللّهُ اَكْبَرَ وَ لاَ حَوْلَ وَ لاَ قُوَّةَ اِلاَّ بِاللّهِ kelimelerinde vuku buldu. Bu kelimelerin kalelerinde tahassun ederek o düþmanlarla münakaþalara giriþtim. Her bir kelimede otuz defa meydan muharebesi vukua geldi. Bu risalede yazýlan her bir kelime, her bir kayýd, kazandýðým bir muzafferiyete iþarettir.

 

Bu risalede yazýlan hakikatler, zýdlarýna bir imkân-ý vehmî kalmayacak derecede yazýlmýþtýr. Uzun bir hakikate (delili ile beraber) bir kayýd veya bir sýfatla iþaret yapýlýyor...(*)

 

(*) Ýhtar: Bu zamanýn cereyaný, benim gibi çoklarýný vehmî tehlikelere atmýþtýr. Ýnþâallah, bu eser Allah'ýn izniyle onlarý kurtaracak ümidindeyim.

 

sh: » (Ms: 46)

 

بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

 

اَلْحَمْدُ لِلّهِ وَ الصَّلاَةُ عَلَى نَبِيِّهِ

 

(Bu risale, dört Bab ile bir Hâtime ve bir Mukaddeme üzerine tertib edilmiþtir.)

 

Mukaddeme

 

Kýrk sene ömrümde, otuz sene tahsilimde yalnýz dört kelime ile dört kelâm öðrendim; tafsilen beyan edilecektir. Burada yalnýz icmalen iþaret edilecektir. Kelimelerden maksad: Mana-yý harfî, mana-yý ismî, niyet, nazardýr. Þöyle ki:

 

Cenab-ý Hakk'ýn masivasýna (yani kâinata) mana-yý harfiyle ve Onun hesabýna bakmak lâzýmdýr. Mana-yý ismiyle ve esbab hesabýna bakmak hatadýr.

 

Evet her þeyin iki ciheti vardýr. Bir ciheti Hakk'a bakar. Diðer ciheti de halka bakar. Halka bakan cihet, Hakk'a bakan cihete tenteneli bir perde veya þeffaf bir cam parçasý gibi, altýnda Hakk'a bakan cihet-i isnadý gösterecek bir perde gibi olmalýdýr. Binaenaleyh nimete bakýldýðý zaman Mün'im, san'ata bakýldýðý zaman Sâni', esbaba nazar edildiði vakit Müessir-i Hakikî zihne ve fikre gelmelidir.

 

Ve keza nazar ile niyet, mahiyet-i eþyayý taðrir eder. Günahý sevaba, sevabý günaha kalbeder. Evet niyet âdi bir hareketi ibadete çevirir. Ve gösteriþ için yapýlan bir ibadeti günaha kalbeder. Maddiyata esbab hesabýyla bakýlýrsa cehalettir. Allah hesabýyla olursa, marifet-i Ýlahiyedir.

 

Birinci Kelâm: اِنِّى لَسْتُ مَالِكِى Ben kendime mâlik deðilim. Ancak mâlikim kâinatýn mâlikidir. Fakat kendime mâlik naza

 

sh: » (Ms: 47)

 

rýyla bakýyorum ki, Mâlik-i Hakikî'nin sýfâtýný ve sýfatlarýn bir derece mahiyetini ve hududunu bileyim. Evet mevhum, mütenahî hududum ile Mâlik-i Hakikî'nin sýfatlarýnýn bir cihette gayr-ý mütenahî hududunu bildim.

 

Ýkinci Kelâm: اَلْمَوْتُ حَقٌّ Ölüm haktýr. Evet bu hayat ve bu beden þu azîm dünyaya direk olacak kabiliyette deðildir. Zira onlar demir ve taþtan deðildir. Ancak et, kan ve kemik gibi mütehalif þeylerden terekküb etmiþ. Kýsa bir zamanda tevafuklarý, içtimalarý varsa da, iftiraklarý ve daðýlmalarý her vakit melhuzdur.

 

Üçüncü Kelâm: رَبِّى وَاحِدٌ Rabbim birdir. Evet herkesin bütün saadetleri, bir Rabb-ý Rahîm'e olan teslimiyete baðlýdýr. Aksi takdirde pek çok rablere muhtaç olur. Çünki insan, câmiiyeti itibariyle bütün eþyaya ihtiyacý ve alâkasý vardýr. Ve her þeye karþý (hissederek veya etmeyerek) teessürü elemleri vardýr. Bu ise tam cehennem gibi bir halettir. Fakat erbab tevehhüm edilen esbab yed-i kudretine bir perde olan Rabb-ý Vâhid'e teslimiyet, firdevsî bir vaziyettir.

 

Dördüncü Kelâm: اَنَا ile tabir edilen benlik, yani kendisine bir vücud, bir kýymet vermektir ki; bu ene, Cenab-ý Hakk'ýn sýfâtýný, þuunatýný bilmek için bir santral ve bir vâhid-i kýyasîdir.

 

sh: » (Ms: 48)

 

Birinci Bab

 

لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ beyanýndadýr.

 

اَلْحَمْدُ لِلّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِ الْمُرْسَلِينَ مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

 

Allah'tan baþka hak bir Allah'ýn bulunmadýðýný kalben tasdik ve lisanen ikrar ettiðime, bütün gören ve görünen eþyayý þahid gösteriyorum.

 

Öyle bir Allah ki, vücub-u vücuduna ve Vâhid, Ehad, Ferd, Samed olduðuna Hazret-i Muhammed (A.S.M.) bir þahid-i sadýk ve bir bürhan-ý nâtýktýr.

 

Öyle Muhammed (A.S.M.) ki, icma ve tasdiklerine mazhar olmakla, enbiya ve mürselîne siyadet ünvanýný; ve ittifak ve tahkiklerini almakla, imam-ül evliya ve'l-ülema lâkabýný almýþtýr. Ve öyle Muhammed (A.S.M.) ki, âyât-ý bâhire, mu'cizat-ý katýa ve secaya-yý sâmiye ve ahlâk-ý âliye sahibi olmakla mehbit-i vahy-i Ýlahî olmuþtur. Ve öyle bir Muhammed (A.S.M.) ki, âlem-i gayb ve melekûtu seyr ve ziyaret etmekle, ervahý müþahede ve melaike ile musahabe, cin ve insanlara irþad vazifesini almýþtýr. Ve öyle bir Muhammed (A.S.M.)dýr ki, þahsiyet-i maneviyesiyle kâinatýn kemaline bir fihriste olmakla, bütün saadetlerin ve medeniyetlerin düsturlarýný havi bir þeriata sahibdir. Ve öyle bir Muhammed (A.S.M.)dýr ki, âlem-i þehadette iken gaybiyattan haber verir bir beþîr ve nezîr olup bütün kuvvetiyle, kemal-i ciddiyetle ve vüsuk ile, itminan ile yüksek bir iman ile nev'-i beþere karþý “Tevhid Dini”ni لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ ile ilân ve ilâm ediyor.

 

Ve keza öyle bir Allah ki, vücub ve vücuduna, celal ve cemaline, Vâhid-i Ehad olduðuna þehadet edenlerden birisi de “Furkan-ý Hakîm”dir.

 

Ve öyle bir Furkan-ý Hakîm'dir ki, bütün enbiya kitablarýnýn tasdik

 

sh: » (Ms: 49)

 

lerine mazhardýr. Ve öyle bir Furkan-ý Hakîm'dir ki, bütün akýllar ve kalbler, hükümlerini kabul ve tasdike icma ettikleri ve cihat-ý sittesinden nur-efþan bir kitabdýr.

 

Ve öyle bir Furkan-ý Hakîm'dir ki, mazhar-ý vahy olan resullerce, mahz-ý vahydir. Ehl-i keþf ve ilhamca ayn-ý hidayettir. Maden-i iman ve mecma-i hakaiktir. Hükümleri delail-i akliye ile müeyyed ve fýtrat-ý selimenin þehadetiyle musaddaktýr. Lisan-ül gayb olup, âlem-i þehadette nev'-i beþeri فَاعْلَمْ اَنَّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ ile tevhide emir ve davet ediyor.

 

Öyle bir Allah ki, vücub-u vücud ve vahdetine, þu kitab-ý kebir denilen âlem, bütün yazýlarý ve fasýllarýyla, sahifeleriyle, satýrlarýyla, cümleleriyle, harfleriyle þehadet ettiði gibi; þu insan-ý kebir denilen kâinat da, bütün azâsýyla, cevarihiyle, hüceyratýyla, zerratýyla, evsafýyla, ahvaliyle delalet eder. Yani bu kâinat, ihtiva ettiði bütün enva'ýyla لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ ve o âlemlerin erkânýyla لاَ خَالِقَ اِلاَّ هُوَ ve o erkânýn azâsýyla لاَ صَانِعَ اِلاَّ هُوَ ve o azânýn eczasýyla لاَ مُدَبِّرَ اِلاَّ هُوَ ve o eczanýn cüz'iyatýyla لاَ مُرَبِّىَ اِلاَّ هُوَ ve o cüz'iyatýn hüceyratýyla لاَ مُتَصَرِّفَ اِلاَّ هُوَ ve o hüceyratýn zerratýyla لاَ خَالِقَ اِلاَّ هُوَ ve o zerratýn tarlasý olan esîriyle لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ söyleyerek; bütün enva'ýyla, erkânýyla, azâsýyla, eczasýyla, hüceyratýyla, zerratýyla, esîriyle (ellibeþ lisan ile) vücub-u vücud ve vahdetine þehadet ve delalet eder. Þu lisanlarýn tafsili gelecektir. Þimdi icmal ile zikredeceðim. Þöyle ki:

 

Kâinat terkiblerindeki intizam, cereyan-ý ahvaldeki nizam, suretlerdeki garabet, nakýþlarýndaki zînet, yüksek hikmetler, eþyadaki muhalefet ve mümaselet, camidattaki muavenet, birbirinden uzak olan þeylerdeki tesanüd, hikmet-i âmme, inayet-i tâmme, rahmet-i vasia, rýzk-ý âmm, hayatlar, tasarruf, tahvil, taðrir, tanzim, imkân, hudûs, ihtiyaç, za'f, mevt, cehil, ibadet, tesbihat, daavat ve hâkeza pek çok sýfatlar lisanlarýyla Hâlýk-ý Kadîm-i Kadîr'in vücub ve vücuduna ve evsaf-ý kemaliyesine þehadet ettikleri gibi; esma-i hüsnayý tilavet ederek, Cenab-ý Hakk'a tesbih ve Kur'an-ý Hakîm'i tefsir ve Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) ihbaratýný tasdik ediyorlar.

 

sh: » (Ms: 50)

 

Geçen lisanlarýn tafsiline geçiyoruz. Þöyle ki:

 

Kâinatta görünen tanzimat, nizamat, muvazenat kabza-i tasarrufunda bir mizan ve nizam bulunan Hâlýk'ýn vücub-u vücuduna delalet etmekle اَللّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ cümlesini okur.

 

Ve keza kâinatta intizam ve ýttýrad hüküm-fermadýr. Bu iki sýfat, mutasarrýfýn vahdetine ve bir olduðuna þehadet etmekle اَللّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ hakikatini ilân ediyor.

 

Ve keza semavat sahifesini güneþ ve yýldýzlarla yazan kudretle, bal arýsýyla karýncanýn sahifelerini hüceyrat ve zerrat ile yazan kudret bir olduðundan اَللّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ ile (mes'elenin ilânýyla) Hâlýkýn bir olduðuna delalet ve þehadet eder.

 

Ve keza meselâ bulut ile arz gibi camid ve mütehalif þeylerde tecavüb ve muavenet, yani birbirinin hacetine cevab vermek ve seyyarat gibi þemsten pek uzak olan yýldýzlarýn þemse veya birbirine tesanüd etmeleri, bütün eþyanýn bir Müdebbirin idaresinde bulunduðuna þehadet ederek اَللّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ ile ilân eder.

 

Ve keza semavatýn yýldýzlar gibi âsâr-ý muntazamadaki müþabehet ve arzýn birbirine benzeyen çiçeklerinde, hayvanatýndaki münasebet, Hâlýkýn bir olduðuna delaletle þehadetini اَللّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ ile ilân eder.

 

Ve keza her bir zîhayat, çok isim ve sýfatlarýn tecellisine mazhardýr. Meselâ, bir zîhayat vücuda geldiðinde Bari isminin cilvesine, teþekkülünde Musavvir sýfatýnýn cilvesine, gýdalandýðý zaman Rezzak isminin cilvesine; hastalýktan þifa bulduðunda, Þâ fi isminin tecellisine ve hakeza tesirde mütesanid, âsârda mütehalif, çok sýfat ve isimlere mazhardýr. Bu sýfatlarýn ve isimlerin hedefleri bir olduðundan, elbette müsemmalarý da bir olur. Ýþte her bir zîhayat, þu mazhariyetle Hâlýk'ýn bir olduðuna dair olan þehadetini اَللّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ ile ilân eder.

 

Ve keza manzume-i þemsiye ile bal arýsýnýn gözleri arasýndaki irtibat ve keyfiyetçe birbiriyle münasebetleri, ikisinin bir Nakkaþ'ýn nakþý olduðuna olan delaletlerini اَللّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ ile ilâm ediyorlar.

 

Ve keza zerrat arasýndaki cazibenin, güneþ ve yýldýzlar arasýnda

 

sh: » (Ms: 51)

 

bulunan cazibeye kardeþ olmasý, her iki kýsmýn da bir kalem-i vâhidin yazýsý olduðunu اَللّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ ile izhar ediyorlar.

 

Ve keza terkib ve mürekkebatta görünen intizam, o mürekkebattaki her zerrenin, lâyýk mevziine konulmasýyla hasýl olmuþtur. Binaenaleyh o zerreleri, aralarýndaki münasebetler bozulmamak þartýyla, lâyýk mevkilerine koyabilmek, ancak bütün o mürekkebatý yaratabilecek bir kudret sahibine hastýr. Ýþte zerrattaki intizam ve þu vaziyetin lisanýyla Allahüekber diyerek اَللّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ yu okur.

 

Ve keza bir neviden bir ferdin, bütün efraddan imtiyazýný temin edecek teþahhus ve taayyününün kalem-i kudretle yazýlmasý, bütün nev'-i beþerin, meselâ efradýnýn nazar-ý kudrette meþhud ve melhuz olduðunu istilzam eder. Çünki bir ferd, alâmet-i farikasý cihetiyle bütün efrada muhalif olacaktýr. Eðer bütün efrad hazýr bulunmazsa, taayyünlerinde, alâmatlarýnda muhalefetin bulunmamasý ihtimali vardýr. Bu ihtimal ise bâtýldýr. Öyle ise, bir ferdin Hâlýký bir nev'in Hâlýký olacaktýr.

 

Ve keza bir nev'e Hâlýk olabilmek, cinse de Hâlýk olabilmeye mütevakkýftýr. En nihayet iþ اَللّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ da nihayet bulur.

 

Ve keza hilkat ve yaratýlýþýn Vâcib-ül Vücud'a isnad edilmesini, nazarlarý çok kýsa olanlar, baid, garib, külfetli olduðunu tevehhüm etmekle inkârýna zehab ediyorlar. Halbuki esbaba isnad edilir ise onlarýn tevehhüm ettikleri bu'd, garabet, külfet kat kat muzaaf olarak hakikate inkýlab eder. Çünki vâcibe daha kolay olur. Meselâ, bir adamdan birkaç þeyin sudûru, birkaç adamdan bir þeyin sudûrundan daha ehvendir. Meselâ bal arýsýnýn hilkati, kudret-i Ýlahiyeye isnad edilmezse nihayetsiz müþkilât olur.

 

Maahazâ, vâhidin kesrete yaptýðý vaziyet ve maslahatý, kesret çok meþakkatlerden sonra yapabilir. Meselâ, bir kumandanýn pek çok neferlere verdiði intizam vaziyeti, o neferlere verilse sühuletle yapamazlar. Demek Hâlýk-ý Vâhid'e yapýlan isnadda, zâhiren bu'd ve garabet varsa da esbab ve kesrete edilen isnadda, muzaaf olarak müteselsil muhaller vardýr. Þöyle ki:

 

Her bir zerrede, Vâcib-ül Vücud'un sýfatlarýný farzetmek lâzým geliyor. Çünki nakýþtaki kemal, san'attaki hüsün o sýfatlarý ister. Hem þirketi kabul etmeyen vücub hakkýnda, gayr-ý mütenahî þeriklerin far

 

sh: » (Ms: 52)

 

zý lâzýmdýr. Hem her bir zerrenin, bütün zerrelere hem hâkim-i mutlak, hem mahkûm-u mutlak olmasý lâzým geliyor. Çünki nizam ve intizam öyle ister. Hem her bir zerrede, ihatalý bir þuur, tam bir ilim lâzýmdýr. Çünki zerreler arasýnda tesanüd ve müvazene vardýr. Bu tesanüd ve müvazene ise ilim ile olur.

 

Ýþte, eþyayý esbaba isnad etmekte bu kadar muhaller vardýr. Amma sahib-i hakikî olan Vâcib-ül Vücud'a isnad edildiði vakit, o zerreler þöyle bir vaziyete girerler ki, þemsin cilvelerine, timsallerine, lem'alarýna mazhar olan su katreleri gibi; kudret-i ezeliyenin nuranî tecellisine, cilvelerine, lem'alarýna o zerreler de mazhar olup, sahib-i kudretin izniyle, gayr-ý mütenahî olan ilim ve iradesiyle, o zerrelerde teþekkülât ve terkibat yapýlýr. Binaenaleyh kudret-i ezeliyenin bir lem'asý kudretin hâsiyetine mâlik olduðundan, esbabýn binler lem'asýndan ve esbabýn sultanýndan daha tesirlidir. Çünki bunda tecezzi ve inkýsam vardýr, kudret-i ezeliyede ise yoktur.

 

Ve keza külfet ve uðraþmak da yoktur. Çünki kudret Sâni'in zâtýna zâtîdir, arazî deðildir. Acz, kudretine tahallül edemez. Kudretin bir lem'asýna zerreler, þemsler mütesavidir. Büyük, küçükten aðýr ve zahmetli deðildir. Ve keza hayat, vücud, nur gibi þeylerin zâhir ve bâtýnlarý þeffaf olduðundan, icadlarý zamanýnda, vesait-i esbab altýnda kudretin tasarrufu görünür. Evet hayatýn vaziyetlerine ve derecelerine dikkat edilirse, kudretin tasarrufu görünür.

 

Meselâ: Bir salkým üzümün yapýlmasý için ince, camid bir dal ve bir cam parçasýnda þemsin timsalini tersim için küçük bir delikten ziyanýn geçmesi ve bir evi tenvir için bir kibrit tavassut ediyor. Ve bu gibi basit esbab altýnda yapýlan o azîm ve garib iþlerde kudretin tasarrufu gündüz gibi görünmesi aþikârdýr.

 

Ve keza eþyanýn esbaba isnadýndaki istib'addan ve istiðrabdan hasýl olan inkârdan neþ'et eden dalaletlerden hasýl olan ýzdýrabat, bütün akýllarý, ruhlarý Vâcib-ül Vücud'a firar ve iltica etmeye mecbur eder. Çünki ancak Onun kudretiyle, iradesiyle her müþkil hallolur ve kapalý kapýlar açýlýr. Ve Onun zikriyle kalbler mutmain olurlar. Binaenaleyh necat ve halas ancak Allah'a iltica ile olur. فَفِرّوُا اِلَى اللّهِ * اَلاَ بِذِكْرِ اللّهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ Ýþte kâinat þu hakikatýn lisanýyla اَللّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ yu söylüyor.

 

Ve keza esbab-ý zâhiriye pek basit, mahdud, fakir, camid, þuursuz,

 

sh: » (Ms: 53)

 

iradesiz ve kanunlar kýsmý da itibarî, mevhum þeylerdir. Müsebbebatta bulunan hârika nakýþlar, zînetler, garib ve acib san'atlarýn o gibi kýymetsiz esbab ile kat'iyen münasebetleri yoktur. Binaenaleyh meselâ bedenin hüceyratýndaki nizamlý, intizamlý teþekkülâtý, ekmek yemesine; ve kuvve-i hâfýzada yazýlan gayr-ý mahdud muntazam nakýþlarý, kulaktaki ve baþtaki telafife; ve konuþmakta, tefekkürde, harflerin teþekkülâtýna ve suver-i zihniyenin husulüne, lisan ve zihnin hareketleri gibi esbaba isnadlarý ahmakçasýna bir hükümdür. Ancak o gibi müsebbebat, gayr-ý mütenahî bir kudret ile bir ilim ve bir iradeyi iktiza ediyorlar. Bu hakikate binaen sabittir ki, kevn ve vücudda müessir-i hakikî, ancak kudreti gayr-ý mütenahî bir Hâlýk-ý Kadîr'dir. Esbab ise bahanelerdir, vesait de perdelerdir.

 

Havas ve hâsiyetler dahi kudretin tecelliyatýna ve lem'alarýna isim ve ünvanlardýr.

 

Hem kanunlar ve nevamis denilen þeyler, ancak ilim ile irade ve emrin enva'a olan tecellilerinin isimleridir. Evet kanun emirdendir, namus iradedendir. Ýþte kâinat müsebbebatýn lisanýyla اَللّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ ile Hâlýk-ý Hakikî'yi ilân ediyor.

 

Ve keza kâinat sahifesinde pek büyük bir itina ve ihtimam ile hârika bir tarzda yazýlan nakýþlar, münferiden ve müçtemian, gayr-ý mütenahî bir kudreti iktiza ettiklerinden, kâinat da bir Vâcib-ül Vücud, bir Hâlýk-ý Kadîr'in vücuduna bizzarure delalet eder ki, o Hâlýk'ýn tesir-i kudretine nihayet olmadýðýndan, þeriklerden bilbedahe müstaðnidir, þerike ihtiyacý yoktur.

 

Maahaza, þerik hadd-i zâtýnda mümteni'dir. Bir ferdinin vücudu mümkün deðildir. Çünki kudret-i kâmilenin tesiri gayr-ý mütenahîdir. Þerik olduðu takdirde, kudretin tesiri mahdud olur. Mütenahî olmadýðý halde mütenahî olur, inkýtaa uðrar. Bu ise, birkaç cihetten muhaldir. Öyle ise istiklal ve infirad, uluhiyet için zâtî hassalardýr.

 

Maahaza þerike bir mahal, bir makam, bir imkân-ý zâtî yoktur. Ve þerikin vücudu hakkýnda ne bir delil ve ne de bir delilden neþ'et eden bir ihtimal ve ne de bir emare ve kâinatýn hiç bir cihetinde þerike bir mevzi yoktur. Bilakis hangi þeye, hangi cihete bakýlýrsa tevhid sikkesi görünür. Demek müessir-i hakikî ancak ve ancak Allah'týr.

 

Evet insan kâinatýn en eþrefi ve esbab içinde ihtiyarý en geniþ olduðu halde, ef'al-i ihtiyarîsi içinde yemek ve içmek gibi en âdi bir fiilinde, yüz cüz'ünden ancak bir cüz'ü insana ait olabilir. Esbabýn sultaný olan insan, böyle eli baðlý, tesirsiz olursa öteki esbab-ý camide ne halt edebilir?

 

sh: » (Ms: 54)

 

Ýþte kâinat þu hakikatten tebarüz eden vücud ve vahdet lisanýyla اَللّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ yu tilavet eder.

 

Ve keza kâinatýn bütün ecza ve zerratýna tecelli eden esma-i Ýlahiye arasýndaki tesanüd, yani birbirine dayanarak tecelli ettikleri bir temazüç, yani elvan-ý seb'a gibi birbiriyle memzuc olarak eþyayý cilvelendirdikleri eserleri bir olduðu gibi, müsemmalarýnýn da vâhid, ehad olduðuna þehadet eder. Ve bu þehadet lisanýyla, kâinat اَللّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ diyerek ilân ediyor.

 

Ve keza kâinatýn -küllî ve cüz'î- ihtiva ettiði bütün eczasýný istilâ eden bir hikmet-i âmme görünür. Ve bu hikmet-i âmme, kasd, þuur, irade, ihtiyar sýfatlarýný tazammun ediyor. Bu sýfatlar, bir Hakîm-i Mutlak'ýn vücub-u vücuduna delalet eder. Çünki kâinat mef'ul ve münfaildir. Mef'ul fâilsiz olamadýðý gibi, mef'ulün camid bir cüz'ü de fâil olamaz.

 

Ve keza kâinat sahifesinde bir inayet-i tâmme parlýyor. Bu inayet, tazammun ettiði hikmet, lütuf, tahsin sýfatlarýyla bir Hâlýk-ý Kerim'in vücub-u vücuduna delalet eder. Çünki in'am ve ihsan, mün'im ve muhsinsiz olamaz.

 

Ve keza kâinatý müþtemilâtýyla beraber içine alan pek geniþ bir merhamet görünüyor. Bu merhamet, rahmet, hikmet, inayet, in'am gibi çok sýfatlarý tazammun ediyor. Bu sýfatlar, bir Rahman-ý Rahîm'in vücub-u vücuduna þehadet eder. Çünki sýfat mevsufsuz olamaz.

 

Ve keza zevilhayat ve canlý mahlukata tevzi edilen bir rýzk-ý âmm vardýr. Ve bu rýzk sýfatý, geçen sýfatlarý istilzam etmekle bir Rezzak-ý Rahîm'in vücuduna delalet eder. Çünki fiil fâilsiz olamaz.

 

Ve keza bütün kâinatta intiþar eden bir hayat vardýr. Bu hayat sýfatý dahi, geçen sýfatlarý iktiza etmekle bir Hayy-ý Kayyum, bir Muhyî ve Mümit Hâlýk'ýn vücub-u vücuduna delalet eder. Arkadaþ! Elvan-ý seb'a gibi memzuc olan þu beþ hakikat, kâinata bir Rab, Kadîr, Alîm, Hakîm, Kadîm, Rahîm, Rahman, Rezzak, Hayy-ý Kayyum zarurî olduðuna bilbedahe delalet ve þehadet eder. Ve kâinat bu þehadetlerini اَللّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ ile ilân eder.

 

Ve keza kâinat yüzünde hüsn-ü zâtîyi gösteren bir hüsn-ü arazî ve bir cemal-i mücerredi gösteren bir cemal-i hazîn ve mahbub-u hakikîye iþaret eden bir aþk-ý sadýk ve bütün esrarý cezbeden bir hakikat-ý cazibeye iþaret eden bir cezbe ve bir incizab vardýr. Bu hakikatler, kâinata

 

sh: » (Ms: 55)

 

bir Rabb-i Vâcib-ül Vücud lâzým ve zarurî olduðuna þehadet ettiklerini, kâinat اَللّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ ile talim ve ilâm ediyor.

 

Ve keza bütün enva'ýn cüz'iyatýnda bir tasarruf var. Bu tasarruf, faideli iþ ve maslahatlar içindir. Ve nebatat ve hayvanatta bir tebeddül ve tahavvül var. Bu da pek çok menfaatler içindir. Küre-i arzda gece ve gündüz cihetiyle bir taðrir var. Bu dahi büyük büyük gayeler içindir. Kâinatta hükümferma olan nizam ve intizamla beraber, faaliyet hususunda elvan-ý seb'a gibi tebarüz eden þu hakikatler, bilbedahe bir mutasarrýf-ý hakîm, kadîr, fâil-i muhtar gibi bütün evsaf-ý kemaliye ile muttasýf bir Hâlýk'ýn vücub-u vücuduna yaptýklarý delaleti, kâinat اَللّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ ile teblið ediyor.

 

Ve keza kâinatýn ihtiva ettiði bütün enva' ve ecza ve zerratý istilâ eden hudûs, bir muhdis ve bir mûcidi iktiza eder.

 

Ve keza kâinat bütün eczasýyla beraber gayr-ý mütenahî eþkal ve vaziyetlere kabiliyeti, ihtimali, imkâný varken bu þekl-i hazýra girmesi, elbette bir Hâlýk-ý Vâcib-ül Vücud'un ihtiyar, irade ve tercihiyle olmuþtur.

 

Ve keza büyük bir fakr u ihtiyaçta bulunan kâinatýn enva' ve eczasýna lâzým olan iþlerini, hacetlerini evkat-ý münasibde مِنْ حَيْثُ لاَ يَحْتَسِبُ îfa ve is'af etmek, bir Rezzak-ý Kerim'in vücub-u vücuduna delalet eder.

 

Ve keza kâinat, umumî ve hususî, maddî ve manevî pek büyük ihtiyaçlar içindedir. Gerek vücuduna ve gerek bekasýna lâzým þeyleri, iþleri görmekten âcizdir. Bu gibi matlublarýnýn þuuru olmaksýzýn yerine getirilmesi, elbette Rahman-ý Rahîm ve Vâcib-ül Vücud bir Sâni'-i Hakîm tarafýndandýr.

 

Ve keza kevn ve vücudda, imkân, kesret, infial mertebeleri vardýr. Ýmkân mertebesi, vücub mertebesine bakar ve onu istilzam eder. Kesret mertebesi, vahdet mertebesine nâzýrdýr, onu iktiza eder. Ýnfial mertebesi, fâiliyet mertebesine mütevakkýftýr. Bu mertebeler arasýndaki istilzam, bizzarure vâcib, vâhid, fa'al bir Hâlýk'ý iktiza ve istilzam eder.

 

Ve keza bakýyoruz ki, kâinatta herhangi bir þey, hadd-i kemale vâsýl olmayýnca hareket etmekten durmuyor. Kemaline vâsýl olduðu zaman hareketi terk edip sükûnda oturur. Bundan anlaþýlýyor ki, vücud kemali ister, kemal de sübutu iktiza eder. Öyle ise, vücudun vücudu kemal iledir. Kemalin kemali de devam ile olur. Öyle ise, bir Vâcib-i Sermedî, Kâmil-i Mutlak var ki, mümkinatýn bütün kemalâtý, O'nun

 

sh: » (Ms: 56)

 

nur-u kemalinin cilvelerine birer gölgedir. Öyle ise Cenab-ý Hak zâtýnda, sýfatýnda, ef'alinde kâmil-i mutlaktýr.

 

Ve keza her þeyin bâtýný zâhirinden daha latif, daha þeffaftýr. Bu ise, Sâni'in o þeyden hariç ve baid olmamasýna delalet eder. O þeyin sair eþya ile nizam ve müvazenesinin Sânii tarafýndan temin edildiði cihetle de, Sâniin o þeyde dâhil olmamasýný iktiza eder. Öyle ise, bir masnuun zâtýna bakýlýrsa, Sâniin ilim ve hikmeti görünür. Gayrýsýyla birlikte bakýlýrsa, Sâniin fevk-al küll bir sem' ve basara mâlik olduðu görünür. Bu hakikatten anlaþýldý ki: Sâni'-i Âlem, âlemde dâhil olmadýðý gibi âlemden hariç de deðildir. Ýlmi ve kudreti ile herþeyin içinde olduðu gibi, her þeyin fevkindedir. Bir þeyi gördüðü gibi, bütün eþyayý da beraber görür.

 

Bu hakikatler, kavs-i kuzeh renkleri gibi macun, bir takým nuranî âyetlerdir. Kâinat bütün evsaf-ý kemaliye ile muttasýf bir Hâlýk'ýn vücub-u vücud ve vahdetine delalet eder. Evet kâinat o Hâlýk'ýn nurunun gölgesi, esmasýnýn tecelliyatý, ef'alinin âsârýdýr.

 

Arkadaþ! Kâinatýn þu geçen hakikatlarýn lisanýyla söylediði اَللّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ delailiyle لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ اِلاَّ بِاللّهِ ý isbat eder. Ve keza فَاعْلَمْ اَنَّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ hakikatý مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّهِ ý istilzam ediyor. مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّهِ da, imanýn beþ rüknünü tazammun ettiði gibi, sýfat-ý rububiyete de mazhar ve mir'attýr. Bu sýrra binaendir ki, مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّهِ imanýn mizan ve terazisinde لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ ile karin ve müvazi olmuþtur. Nübüvvet, sýfat-ý rububiyete nâzýr ve mazhar olduðundan, umumî bir câmiiyete mâliktir. Velayet ise, hususî ve cüz'îdir. Aralarýndaki nisbet رَبُّ الْعَالَمِينَ ile رَبِّى arasýndaki nisbet gibidir ki, birisinde izafe umumîdir, ötekisinde hususîdir. Veya arzdan arþa olan mi'racla secdedeki mi'rac arasýnda veya arþ ile kalb arasýndaki nisbet gibidir.

 

Arkadaþ! Þu yüksek olan matluba zikrettiðimiz bürhanlar, matlubu ihata eden bir dairedir. Matlub olan vücub-u vücud ve vahdet o dairenin merkezindedir. Daireyi teþkil eden bürhanlarýn her birisi, parmaðý

 

sh: » (Ms: 57)

 

ný uzatýp, matlubun hak ve sâdýk olduðuna imza atýyorlar. O bürhanlardan zayýf olanlarýn aralarýnda tesanüd vardýr. Yani, birbirini teyid ve takviye etmekle, zayýf bürhanlarýn za'fiyeti zâil olur. Zâil olmasa bile itibardan düþmez. Ýtibardan düþse bile, dairenin bozulmasýna sebeb olmaz. Ancak daire küçülür.

 

Maahazâ bürhanlarýn heyet-i mecmuasýna terettüb eden matlubun kuvvet ve vuzuhunu her ferdden istemek ve her ferdde aramak, aklýn hastalýðýna, zihnin cüz'iyetine iþaret olup, matlubu red ve inkâr için bir zemin teþkil ediyor. Binaenaleyh bir bürhana bakýldýðý zaman za'fiyetten dolayý vehimler baþgösterirse, öteki bürhanlardan süzülen kuvvet ile ortada za'fiyet kalmaz, vehimler de daðýlýr.

 

Maahazâ bazý bürhanlar suya benziyor, bir kýsmý da havaya benziyor, bir kýsmý da ziya gibidir. Binaenaleyh bu gibi bürhanlarý gayet latif ve dikkatli ince bir fikir ile arayýp tutmalýdýr ki, dökülmesin, sönmesin, uçmasýn!..

 

sh: » (Ms: 58)

 

TAKRÝZ

 

(Fâzýl-ý muhterem Meclis-i Mesahif ve Tedkik-i Müellefat-ý Þer'iye Reis-i Âlîsi Þeyh Safvet Efendi Hazretlerinin takrizidir.)

 

Cenab-ý Hakk'a hamd ve kendisine Kur'an nâzil olan Peygamberimize ve dinin binasýný tahkim ve temhid eden âl ü ashabýna salât ü selâm olsun!

 

Tevhid Denizinden Bir Katre namýndaki risale gözüme tecelli etti. O denizle bu katre arasýnda bir fark göremedim. Çünki o katre hakikatte o denizden geliyor ve o denize dökülüyor. Tevhid denizinden avuçla su içmekte ve Ýslâmiyet memesinden süt emmekte kardeþimiz olan allâme Bediüzzaman Said Nursî'nin sa'yinden dolayý Cenab-ý Hakk'a hadsiz þükürler olsun!

 

El-fakir, türab-u akdam-ul ülema

 

SAFVET

 

(Rahmetullâhi Aleyh)

 

sh: » (Ms: 59)

 

Hâtime

 

(Þu hâtime, dört çeþit hastalýklarý beyan eder. Ve tedavi çarelerini gösterir.)

 

Birinci Hastalýk: “Ye's”tir.

 

Arkadaþ! Amele ve tâate muvaffak olamayan azabdan korkar, yeise düþer. Böyle bir me'yusun gözüne, dinî mes'elelere münafî edna ve zayýf bir emare, kocaman bir bürhan görünür. Böyle birkaç emareyi elde eder etmez, diðer emarelerin saikasýyla ilân-ý isyan ederek Ýslâm dairesinden çýkar, þeytanýn ordusuna iltihak eder. Binaenaleyh a'male muvaffak olamayanlar, yeise düþmemek için þu âyete müracaat etsin:

 

قُلْ يَا عِبَادِىَ الَّذِينَ اَسْرَفُوا عَلَى اَنْفُسِهِمْ لاَ تَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللّهِ اِنَّ اللّهَ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ جَمِيعًا اِنَّهُ هُوَ الْغَفُورُ الرَّحِيمُ

 

Ýkinci Hastalýk: “Ucb”dur.

 

Arkadaþ! Yeise düþen adam, azabdan kurtulmak için, istinad edecek bir noktayý aramaya baþlar. Bakar ki, bir miktar hasenat ve kemalâtý var, hemen o kemalâtýna bel baðlar. Güvenerek der ki: “Bu kemalât beni kurtarýr, yeter” diye bir derece rahat eder. Halbuki a'male güvenmek ucbdur. Ýnsaný dalalete atar. Çünki insanýn yaptýðý kemalât ve iyiliklerde hakký yoktur; mülkü deðildir, onlara güvenemez.

 

Hem insanýn vücudu ve cesedi bile onun deðildir. Çünki kendisinin eser-i san'atý deðildir. O vücudu yolda bulmuþ, lakita olarak temellük de etmiþ deðildir. Kýymeti olmayan þeylerden olduðu için yere atýlmýþ da insan almýþ deðildir. Ancak o vücud hâvi olduðu garib san'at, acib nakýþlarýn þehadetiyle, bir Sâni'-i Hakîm'in dest-i kudretinden çýkmýþ kýymettar bir hane olup, insan o hanede emaneten oturur. O vücudda yapýlan binlerce tasarrufattan ancak bir tane insana aittir.

 

Ve keza esbab içerisinde en eþref, en kuvvetli bir ihtiyar sahibi insan iken, ef'al-i ihtiyariye namýyla kendisine mal zannettiði ef'alin ekl, þürb gibi en âdi bir fiilin husulünde, yüz

 

sh: » (Ms: 60)

 

cüz'ünden ancak bir cüz'ü insana aittir.

 

Ve keza insanýn elindeki ihtiyar pek dardýr. Havassýnýn en geniþi hayal olduðu halde, o hayal akýl ve aklýn semerelerini ihata edemez. Bunlarý, bu kadar büyük iken, nasýl daire-i ihtiyarýna idhal edip, onlarla iftihar ediyorsun?

 

Ve keza þuurî olmaksýzýn, senin lehine ve aleyhine çok fiiller cereyan etmektedir. O fiiller þuurî olduklarý halde, þuurun taalluk etmediðinden sabit olur ki, o fiillerin fâili bir Sâni'-i Zîþuur'dur. Ne sen fâilsin ve ne senin esbabýn... Binaenaleyh mâlikiyet davasýndan vazgeç. Kendini mehasin ve kemalâta masdar olduðunu zannetme. Ve kat'iyen bil ki, senden sana yalnýz noksan ve kusur vardýr. Çünki sû'-i ihtiyarýnla, sana verilen kemalâtý bile taðrir ediyorsun. Senin hanen hükmünde bulunan cesedin bile emanettir. Mehasinin hep mevhubedir; seyyiatýn meksûbedir. Binaenaleyh لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ وَلاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ اِلاَّ بِاللّهِ de.

 

Üçüncü Hastalýk: “Gurur”dur.

 

Evet gurur ile insan maddî ve manevî kemalât ve mehasinden mahrum kalýr. Eðer gurur saikasýyla baþkalarýn kemalâtýna tenezzül etmeyip, kendi kemalâtýný kâfi ve yüksek görürse, o insan nâkýstýr. Böyle insanlar, malûmat ve keþfiyatlarýný daha yüksek görmekle, eslaf-ý izamýn irþadat ve keþfiyatlarýndan mahrum kalýrlar. Ve evhama maruz kalarak bütün bütün çizgiden çýkarlar. Halbuki eslaf-ý izamýn kýrk günde yaptýklarý bir keþfiyatý, bunlar kýrk senede bulamazlar.

 

Dördüncü Hastalýk: “Sû'-i zan”dýr.

 

Evet insan hüsn-ü zanna memurdur. Ýnsan, herkesi kendisinden üstün bilmelidir. Kendisinde bulunan sû'-i ahlâký, sû'-i zan saikasýyla baþkalara teþmil etmesin. Ve baþkalarýn bazý harekâtýný, hikmetini bilmediðinden, takbih etmesin. Binaenaleyh eslaf-ý izamýn hikmetini bilmediðimiz bazý hallerini beðenmemek, sû'-i zandýr. Sû'-i zan ise, maddî ve manevî içtimaiyatý zedeler.

 

Arkadaþ! Taht-el arz yaptýðým hayalî bir seyahatta gördüðüm bazý hakikatlarý zikredeceðim:

 

Birinci Hakikat: Arkadaþ! Mâlik-i Hakikî'den gaflet, nefsin firavunluðuna sebeb olur. Evet taht-ý tasarrufunda bulunan bütün eþyanýn Mâlik-i Hakikîsini unutan, kendisini kendisine mâlik zannederek hâkimiyet tevehhümünde bulunur. Ve baþkalarý da, bilhassa esbabý kendisine kýyas ile, hâkim ve mâlik defterine kaydeder. Ve bu vesile ile, Allah'ýn

 

sh: » (Ms: 61)

 

mülkünü, malýný kendilerine taksim ederek ahkâm-ý Ýlahiyeye karþý muaraza ve mübarezeye baþlar.

 

Halbuki Cenab-ý Hak tarafýndan insanlara verilen benlik ve hürriyet, uluhiyet sýfatlarýný fehmetmek üzere bir vâhid-i kýyasî vazifesini görüyor. Maalesef sû'-i ihtiyar ile hâkimiyet ve istiklaliyete âlet ederek tam bir firavun olur.

 

Arkadaþ! Bu ince hakikat, tam vuzuh ve zuhuruyla þöyle bana göründü ki: Gaflet suyu ile tenebbüt eden benlik, Hâlýk'ýn sýfatlarýný fehmetmek için bir vâhid-i kýyastýr. Çünki insanlar görmedikleri þeyleri kýyas ve temsiller ile bilirler. Meselâ: Bir adam Cenab-ý Hakk'ýn kudretini anlamak için bir taksimat yapar: “Buradan buraya benim kudretimdedir, bundan o yaný da Onun kudretindedir” diye vehmî bir çizgi çizmekle mes'eleyi anlar. Sonra mevhum hattý bozar, hepsini de ona teslim eder. Çünki nefis, nefsine mâlik olmadýðý gibi cismine de mâlik deðildir. Cismi, ancak acib bir makine-i Ýlahiyedir. Kaza ve kader kalemiyle kudret-i ezeliye (bir cilveciði) o makinede çalýþýyor. Binaenaleyh insan o firavunluk davasýndan vazgeçmekle, mülkü mâlikine teslim etsin, emanete hýyanet etmesin! Eðer hýyanetle bir zerreyi nefsine isnad ederse, Allah'ýn mülkünü esbab-ý camideye taksim etmiþ olacaktýr.

 

Ýkinci Hakikat: Ey nefs-i emmare, katiyen bil ki, senin hususî ama pek geniþ bir dünyan vardýr ki; âmâl, ümid, taallukat, ihtiyacat üzerine bina edilmiþtir. En büyük temel taþý ve tek direði, senin vücudun ve senin hayatýndýr. Halbuki o direk kurtludur. O temel taþý da çürüktür. Hülâsa, esastan fasid ve zayýftýr. Daima harab olmaða hazýrdýr.

 

Evet bu cisim ebedî deðil, demirden deðil, taþtan deðil.. ancak et ve kemikten ibaret bir þeydir. Âni olarak senin baþýna yýkýlýyor, altýnda kalýyorsun. Bak zaman-ý mazi senin gibi geçmiþ olanlara geniþ bir kabir olduðu gibi, istikbal zamaný da geniþ bir mezaristan olacaktýr. Bugün sen iki kabrin arasýndasýn; artýk sen bilirsin!...

 

Arkadaþ! Bildiðimiz, gördüðümüz dünya bir iken, insanlar adedince dünyalarý hâvidir. Çünki her insanýn tam manasýyla hayalî bir dünyasý vardýr. Fakat, öldüðü zaman dünyasý yýkýlýr, kýyameti kopar.

 

Üçüncü Hakikat: Þu gördüðün dünyayý, bütün lezaiziyle, sefahetleriyle, safalarýyla pek aðýr ve büyük bir yük gördüm. Ruhu fasid, kalbi hasta olanlardan baþka kimse o aðýr yükün altýna giremez. Çünki bütün kâinatla alâkadar olmaktansa ve her þeyin minnetine girmektense ve bütün esbab ve vesaite el açýp arz-ý ihtiyaç etmektense, bir Rabb-ý Vâhid, Semi' ve Basîr'e iltica etmek daha rahat ve daha kârlý deðil midir?

 

sh: » (Ms: 62)

 

Dördüncü Hakikat: Ey nefis (*) Kâinatýn uzak çöllerine gidip Sâni'in isbatýna deliller toplamaya ihtiyaç yoktur. Bir kulübecik hükmünde bulunan içerisinde oturduðun cisim kafesine bak! Senin o kulübenin duvarlarýna asýlan icad silsilelerinden, hilkatin mu'cizelerinden ve hârika san'atlarýndan, kulübeden harice uzatýlan ihtiyaç ellerinden ve pencerelerinden yükselen “Ah!, Oh!” ve enînler lisan-ý haliyle istenilen yardýmlarýndan anlaþýlýr ki, o kulübeyi müþtemilâtýyla beraber yaratan Hâlýk'ýn o âh u enînleri iþitir, þefkat ve merhamete gelir, hacat ve âmâlin ne varsa taht-ý taahhüde alýr. Zira sineðin kafasýndaki o küçük küçük hüceyratýn nidalarýna “Lebbeyk” söyleyen o Sâni'-i Semi' ve Basîr'in, senin dualarýný iþitmemesi ve o dualara müsbet cevablar vermemesi imkân ve ihtimali var mýdýr?

 

Binaenaleyh ey bu küçük hüceyrelerden mürekkeb ve “ene” ile tabir edilen hüceyre-i kübra! O kulübeciðin küçüklüðüyle beraber, dolu olduðu hârika icadlarýný gör, imana gel! Ve: Yâ Ýlahî! Yâ Rabbî! Yâ Hâlýkî! Yâ Musavvirî! Yâ Mâlikî ve yâ men lehülmülkü velhamd! Senin mülkün ve emanetin ve vedîan olan þu kulübecikte misafirim, mâlik deðilim.” de; o bâtýl temellük davasýndan vazgeç! Çünki o temellük davasý, insaný pek elîm elemlere maruz býrakýr. (**)

 

Nükte

 

Arkadaþ! Ýman bütün eþya arasýnda hakikî bir uhuvveti, irtibatý, ittisali ve ittihad rabýtalarýný tesis eder.

 

Küfür ise, bürudet gibi bütün eþyayý birbirinden ayrý gösterir ve birbirine ecnebi nazarýyla baktýrýr. Bunun içindir ki, mü'minin ruhunda adavet, kin, vahþet yoktur. En büyük bir düþmanýyla bir nevi kardeþliði vardýr. Kâfirin ruhunda hýrs, adavet olduðu gibi nefsini iltizam ve

 

________________________________________

 

(*)(Müellif-i muhterem, kendi nefsine tasrihen, baþkalara da ta'rizen söylüyor.)

 

(**) (Mütercimin bir itizarý)

 

Mesnevî-i Nuriye'nin Arabî asýl nüshasýnda bulunan ve yeri burasý olan Sübhanallah, Elhamdülillah ve Allahuekber'e dair çok kýymetli ve ehemmiyetli bir kýsmý, üslûbunu ve fesahatýný muhafaza edememek ve evrad makamýnda okunabilen o hakikatlarý Türkçeye çevirmekle, kýymet-i asliyesini haleldar etmek endiþesiyle tercüme etmedim. Karilerden özür diler, rahmet ve hayýr dualarýný beklerim

 

Mütercim

 

ABDÜLMECÝD

 

sh: » (Ms: 63)

 

nefsine itimadý vardýr. Bu sýrra binaendir ki, dünya hayatýnda bazan galebe kâfirlerde olur. Ve keza kâfir, dünyada hasenatýnýn mükâfatýný (filcümle) görür. Mü'min ise, seyyiatýnýn cezasýný görür.

 

Bunun için dünya kâfire cennet (yani âhirete nisbeten), mü'mine cehennemdir (yani saadet-i ebediyesine nisbeten). Yoksa dünyada dahi mü'min yüz derece ziyade mes'uddur, denilmiþtir.

 

Ve keza iman, insaný ebediyete, Cennet'e lâyýk bir cevhere kalbeder. Küfür ise ruhu, kalbi söndürür, zulmetler içinde býrakýr. Çünki iman, kabuðunun içerisindeki lübbü gösterir. Küfür ise, lüb ile kabuðu tefrik etmez. Kabuðu aynen lübb bilir ve insaný cevherlik derecesinden kömür derecesine indirir.

 

Nokta

 

Arkadaþ! Kalb ile ruhun hastalýðý nisbetinde felsefe ilimlerine meyil ve muhabbet ziyade olur. O hastalýk marazý da, ulûm-u akliyeye tevaggul etmek nisbetindedir. Demek manevî olan hastalýklar, insanlarý aklî ilimlere teþvik ve sevk eder. Ve akliyat ile iþtigal eden, emraz-ý kalbiyeye mübtela olur.

 

Ve keza dünyanýn iki yüzünü gördüm:

 

Bir yüzü: Az çok zâhirî bir ünsiyet, bir güzelliði varsa da, bâtýný ve içi daimî bir vahþet ile doludur.

 

Ýkinci yüzü: Filcümle zâhiren vahþetli ise de, bâtýnen daimî bir ünsiyetle doludur. Kur'an-ý Azîmüþþan, nazarlarý âhiret ile muttasýl olan ikinci veche tevcih eder. Birinci vecih ise âhiretin zýddý olup ademle muttasýldýr.

 

Ve keza mümkinatýn da iki vechi vardýr:

 

Birisi: Enaniyet ile vücuddur. Bu ise, ademe gider ve ademe kalbolur.

 

Ýkincisi: Enaniyetin terkiyle ademdir. Bu ise Vâcib-ül Vücud'a bakar bir vücud kazanýr. Binaenaleyh vücud istersen, mün'adim ol ki vücudu bulasýn!..

 

Nükte

 

(Mukaddemede zikredilen dört kelimeden, niyet hakkýndadýr.)

 

Arkadaþ! Bu niyet mes'elesi, benim kýrk senelik ömrümün bir mahsulüdür. Evet niyet öyle bir hâsiyete mâliktir ki, âdetleri, hareketleri ibadete çeviren pek acib bir iksir ve bir mâyedir.

 

sh: » (Ms: 64)

 

Ve keza niyet, ölü ve meyyit olan haletleri ihya eden ve canlý, hayatlý ibadetlere çeviren bir ruhtur.

 

Ve keza niyette öyle bir hâsiyet vardýr ki; seyyiatý hasenata ve hasenatý seyyiata tahvil eder. Demek niyet, bir ruhtur. O ruhun ruhu da ihlastýr. Öyle ise necat, halas ancak ihlas iledir. Ýþte bu hâsiyete binaendir ki; az bir zamanda çok ameller husule gelir. Buna binaendir ki; az bir ömürde, Cennet bütün lezaiz ve mehasiniyle kazanýlýr. Ve niyet ile insan, daimî bir þâkir olur, þükür sevabýný kazanýr.

 

Ve keza dünyadaki lezzet ve nimetlere iki cihetle bakýlýr:

 

Bir cihette, o nimetlerin bir mün'im tarafýndan verildiði düþünülür. Ve nazar, o lezzetten in'am edene döner; onu düþünür. Mün'imi düþünmek lezzeti, nimeti düþünmekten daha lezizdir.

 

Ýkinci cihet, nimeti görür görmez nazarýný ona hasrederek, o nimeti ganîmet telakki ederek minnetsiz yer. Halbuki birinci cihette lezzet, zeval ile zâil olsa bile ruhu bâkidir. Çünki Mün'im'i düþünür. Mün'im ise merhametlidir, daima bu nimetleri bana verir diye ümidvar olur. Ýkinci cihette, nimetin zevali ölüm deðildir ki, ruhu kalsýn. Ruhu da söner, ancak dumaný kalýr. Musibetlerin ise; zevalinden sonra dumanlarý söner, nurlarý kalýr. Lezzetlerin zevalinden sonra kalan dumanlarý, günahlarýdýr.

 

Arkadaþ! Dünya ve âhiretteki lezzet ve nimetlere, iman ile bakýlýrsa, bunlarda bir hareket-i devriye görülür ki; emsaller birbirini takib eder. Biri gider, yerine onun misli gelir. Bu sayede o nimetlerin mahiyeti sönmez. Ancak teþahhusat-ý cüz'iyede firak ve iftiraklarý vardýr. Bunun içindir ki; lezaiz-i imaniye, firak ve iftirak ile müteessir ve mükedder olmuyor. Fakat ikinci cihette, her bir lezzetin zevali var. Ve o zeval hadd-i zâtýnda elem olduðu gibi, düþünmesi de elemdir. Çünki bu ikinci cihette, hareket devriye deðildir, müstakimdir. Lezzet, ebedî bir ölüm ile mahkûm olur...

 

Nokta

 

Arkadaþ! Esbab ve vesaiti insan kucaðýna alýp yapýþýrsa, zillet ve hakarete sebeb olur. Meselâ: Kelb, bütün hayvanlar içerisinde birkaç sýfat-ý hasene ile muttasýftýr ve o sýfatlar ile iþtihar etmiþtir. Hattâ sadakat ve vefadarlýðý darb-ý mesel olmuþtur. Bu güzel ahlâkýna binaen, insanlar arasýnda kendisine mübarek bir hayvan nazarýyla bakýlmaða lâyýk iken, maalesef insanlar arasýnda mübarekiyet deðil necis-ül ayn addedilmiþtir.

 

sh: » (Ms: 65)

 

Tavuk, inek, kedi gibi sair hayvanlarda, insanlarýn onlara yaptýklarý ihsanlara karþý þükran hissi olmadýðý halde, insanlarca aziz ve mübarek addedilmektedirler. Bunun esbabý ise, kelbde hýrs marazý fazla olduðundan esbab-ý zâhiriyeye öyle bir derece ihtimam ile yapýþýr ki, Mün'im-i Hakikî'den bütün bütün gafletine sebeb olur. Binaenaleyh vasýtayý müessir bilerek Müessir-i Hakikî'den yaptýðý gaflete ceza olarak necis hükmünü almýþtýr ki tahir olsun. Çünki hükümler, hadler günahlarý afveder. Ve beynennas tahkir darbesini, gaflete keffaret olarak yemiþtir.

 

Öteki hayvanlar ise, vesaiti bilmiyorlar ve esbaba o kadar kýymet vermiyorlar. Meselâ: Kedi seni sever, tazarru' eder, senden ihsaný alýncaya kadar. Ýhsaný aldýktan sonra öyle bir tavýr alýr ki, sanki aranýzda muarefe yokmuþ ve kendilerinde sana karþý þükran hissi de yoktur. Ancak Mün'im-i Hakikî'ye þükran hisleri vardýr. Çünki fýtratlarý Sânii bilir ve lisan-ý halleriyle ibadetini yaparlar. Þuur olsun olmasýn...

 

Evet kedinin “mýr-mýr”larý “Ya Rahîm! Ya Rahîm! Ya Rahîm”dir.

 

Nükte

 

Yine gördüm ki: Eðer her þey Cenab-ý Hakk'a isnad edilmezse, bir ân-ý vâhidde, gayr-ý mütenahî ilahlarýn isbatý lâzým gelir. Ve bütün zerrât-ý kâinattan daha çok olan þu ilahlarýn her birisi, bütün ilahlara hem zýd, hem misil olmasý lâzým geliyor. Ve ayný zamanda, her birisi, bütün kâinata elini uzatmýþ tasarrufatta bulunuyor gibi bir vaziyet almasý lâzým geliyor. Meselâ: Bal arýsýnýn bir ferdini yaratan bir kudretin hükmü, bütün kâinata câri ve nafiz olmasý lâzýmdýr. Zira, o bal arýsý kâinatýn unsurlarýna nümunedir, eczasýný kâinattan alýyor. Halbuki vücud sahasýnda mahal ve makam, yalnýz ve yalnýz Vâcib-ül Ehad'a mahsustur. Eðer eþya kendi nefislerine isnad edilirse, her bir zerreye bir uluhiyet lâzýmdýr. Meselâ: Ayasofya'nýn bânisi inkâr edildiði takdirde, her bir taþý bir Mimar Sinan olmasý lâzým geliyor. Öyle ise kâinatýn Sânia olan delaleti, kendi nefsine olan delaletinden daha vâzýh, daha zâhir, daha evlâdýr.

 

Öyle ise, kâinatýn inkârý mümkün olsa bile, Sâni'in inkârý mümkün deðildir...

 

Nokta

 

Gafletten neþ'et eden dalalet, pek garib ve acibdir. Mukareneti illiyete kalbeder. Ýki þey arasýnda bir mukarenet olursa, yani daima be

 

sh: » (Ms: 66)

 

raber vücuda gelirlerse, birisinin ötekisine illet gösterilmesi o dalaletin þe'nindendir. Halbuki devamlý mukarenet, illiyete delil olamaz.

 

Nükte

 

Arkadaþ! نَعْبُدُ deki (ن)un ifade ettiði cem' ve cemaat, fikri ve kalbi ayýk olan musallînin nazarýnda sath-ý arzý bir mescid þekline getirir. Ve bütün mü'minlerden teþekkül etmiþ, þarktan garba kadar dizilmiþ saflarý hâvi o cemaat-ý kübra içinde namaz kýldýðýný ihtar ettirir.

 

Ve keza لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ olan kelime-i zikriyeyi bir insan vird-i zeban ettiði zaman, zamaný bir halka-i zikir tahayyül etmekle o halkanýn sað tarafý olan mazi cihetinde enbiyanýn, sol tarafý olan istikbal cihetinde de evliyanýn oturup cemaatle zikrettiklerini ve kendisi de o cemaat-ý uzma içinde bulunarak þu kubbe-i minayý dolduran yüksek Ýlahî ve tatlý sadalarýna iþtirak ettiðini tahayyül etsin. Kuvve-i hayaliyesi daha keskin olanlar da kâinat mescidinde bütün masnuatýn teþkil ettikleri halka-i zikirlerine girsin, þu fezayý velvelelendiren o sadalarý dinlesin.

 

Nokta

 

Cenab-ý Hakk'ýn masivasýna yapýlan muhabbet iki çeþit olur. Birisi, yukarýdan aþaðýya nâzil olur. Diðeri, aþaðýdan yukarýya çýkar. Þöyle ki:

 

Bir insan en evvel muhabbetini Allah'a verirse, onun muhabbeti dolayýsýyla Allah'ýn sevdiði herþeyi sever ve mahlukata taksim ettiði muhabbeti, Allah'a olan muhabbetini tenkis deðil, tezyid eder.

 

Ýkinci kýsým ise, en evvel esbabý sever ve bu muhabbetini Allah'ý sevmeðe vesile yapar. Bu kýsým muhabbet, topluluðunu muhafaza edemez, daðýlýr. Ve bazan da kavî bir esbaba rast gelir. Onun muhabbetini mana-yý ismiyle tamamen cezbeder, helâkete sebeb olur. Þâ yet Allah'a vâsýl olsa da, vusulü nâkýs olur...

 

Nükte

 

وَمَا مِنْ دَابَّةٍ فِى اْلاَرْضِ اِلاَّ عَلَى اللّهِ رِزْقُهَا âyet-i kerimesiyle, rýzk taahhüd altýna alýnmýþtýr. Fakat, rýzk dediðimiz iki kýsýmdýr: Hakikî rýzk, mecazî rýzk. Yani zarurî var, gayr-ý zarurî var.

 

sh: » (Ms: 67)

 

Âyetle taahhüd altýna alýnan, zarurî kýsmýdýr. Evet hayatý koruyacak derecede gýda veriliyor. Cisim ve bedenin semizliði ve za'fiyeti, rýzkýn çok ve az olduðuna bakmaz. Denizin balýklarýyla karanýn patlýcanlarý þahiddir. Mecazî olan rýzk ise, âyetin taahhüdü altýnda deðildir. Ancak sa'y ve kesbe baðlýdýr.

 

Nokta

 

Arkadaþ! Masum bir insana veya hayvanlara gelen felâketlerde, musibetlerde, beþer fehminin anlayamadýðý bazý esbab ve hikmetler vardýr. Yalnýz meþiet-i Ýlahiyenin düsturlarýný hâvi þeriat-ý fýtriye ahkâmý, aklýn vücuduna tâbi deðildir ki, aklý olmayan bir þeye tatbik edilmesin. O þeriatýn hikmetleri kalb, his, istidada bakar. Bunlardan husule gelen fiillere, o þeriatýn hükümleri tatbik ile tecziye edilir. Meselâ: Bir çocuk, eline aldýðý bir kuþ veya bir sineði öldürse, þeriat-ý fýtriyenin ahkâmýndan olan hiss-i þefkate muhalefet etmiþ olur. Ýþte bu muhalefetten dolayý, düþüp baþý kýrýlýrsa müstehak olur. Çünki bu musibet, o muhalefete cezadýr. Veya diþi bir kaplan, öz evlâdlarýna olan þiddet-i þefkat ve himayeyi nazara almayarak, zavallý ceylânýn yavrucuðunu parçalayarak yavrularýna rýzýk yapar. Sonra bir avcý tarafýndan öldürülür. Ýþte hiss-i þefkat ve himayeye muhalefet ettiðinden, ceylâna yaptýðý ayný musibete maruz kalýr.

 

***

 

____________________________________

 

Ýhtar: Kaplan gibi hayvanlarýn helâl rýzýklarý, ölü hayvanlardýr. Sað hayvanlarý öldürüp rýzýk yapmak, þeriat-ý fýtriyece haramdýr.

 

sh: » (Ms: 68)

 

Ý’TÝZAR

 

Arkadaþ! Bu risale, Kur'anýn bazý âyâtýný þuhudî bir tarzda beyan eden bir nevi tefsirdir. Ve hâvi olduðu mesail, Furkan-ý Hakîm'in cennetlerinden koparýlmýþ bir takým gül ve çiçekleridir. Fakat ibaresindeki iþkal ve îcazdan tevahhuþ edip, mütalaasýndan vazgeçme... Mütalaasýna tekrar ile devam edilirse, me'luf ve me'nus bir þekil alýr. Kezalik nefsin temerrüdünden de korkma. Çünki benim nefs-i emmarem bu risalenin satvetine dayanamýyarak inkýyada mecbur olduðu gibi, þeytaným da اَيْنَ الْمَفَرُّ diye baðýrdý. Sizin nefis ve þeytanlarýnýz benim nefis ve þeytanýmdan daha âsi, daha tâgî, daha þakî deðiller.

 

Kezalik Birinci Bab'da tevhidin beyaný için zikredilen delillerde vâki olan tekrarlarý, faidesiz zannetme. Hususî makamlarda, ihtiyaca binaen zikredilmiþlerdir. Evet hatt-ý harbde siperde oturup müdafaa eden bir nefer, etrafýnda bulunan boþ siperlere gitmeyip, bulunduðu siper içinde diðer bir pencereyi açmasý elbette bir ihtiyaca binaendir.

 

Kezalik bu risalelerin ibarelerindeki iþkal ve iðlakýn, keyf için ihtiyarýmdan çýkmýþ olduðunu zannetme. Çünki bu risale, dehþetli bir zamanda, nefsimin hücumuna karþý yapýlan âni ve irticalî bir münakaþadýr. Kelimeleri, o müdhiþ mücadele esnasýnda zihnimin eline geçen dikenli kelimelerdir. O ateþle nurun karýþtýklarý bir hengâmda, baþým dönmeðe baþlýyordu. Kâh yerde, kâh gökte, kâh minarenin dibinde, kâh minarenin þerefesinde kendimi görüyordum. Çünki takib ettiðim yol, akýl ile kalb arasýnda yeni açýlan berzahî bir yoldur. Akýldan kalbe, kalbden akýla inip çýkmaktan bîzar olmuþtum. Bunun için, bir nur bulduðum zaman, hemen üstüne bir kelime býrakýyordum. Fakat o nurlarýn üstüne býraktýðým kelime taþlarý, delalet için deðildi. Ancak kaybolmamak için birer niþan ve birer alâmet olarak býrakýrdým. Sonra baktým ki, o zulmetler içinde bana yardým eden o nurlar, Kur'an güneþinden ilham edilen misbah ve kandillerdi.

 

اَللّهُمَّ اجْعَلِ الْقُرْآنَ نُورًا لِعُقُولِنَا وَ قُلُوبِنَا وَ اَرْوَاحِنَا وَ مُرْشِدًا ِلاَنْفُسِنَا آمِينَ آمِينَ آمِينَ.

 

sh: » (Ms:69)

 

Katre'nin Zeyli

 

بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

 

اَلْحَمْدُ لِلّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

 

Remz

 

Arkadaþ! Vaktin evvelinde, Kâ'be'yi hayalen nazara almakla namaz kýlmak mendubdur ki, birbirine giren daireler gibi Beyt'in etrafýnda teþekkül eden saflarý görmekle, yakýn saflar Beyt'i ihata ettikleri gibi, en uzak saflarýn da âlem-i Ýslâmý ihata etmiþ olduðunu hayal ile görsün. Ve o saflara girmekle, o cemaat-ý uzmaya dâhil olsun ki, o cemaatýn icma ve tevatürü, onun namazda söylediði her davaya ve her bir sözüne bir hüccet ve bir bürhan olsun.

 

Meselâ: Namaz kýlan اَلْحَمْدُ لِلّهِ dediði zaman, sanki o cemaat-ý uzmayý teþkil eden bütün mü'minler “Evet doðru söyledin” diye onun o sözünü tasdik ediyorlar. Ve bu tasdikler, hücum eden evham ve vesveselere karþý manevî bir kalkan vazifesini görür. Ve ayný zamanda, bütün hasseleri, latifeleri, duygularý o namazdan zevk ve hisselerini alýrlar. Yalnýz musallînin Kâ'be'ye olan þu hayalî nazarý, kasdî deðil tebeî bir þuurdan ibaret bulunmalýdýr.

 

_____________________________

 

Ýhtar: Sath-ý Arz mescidini mütehalif ve muntazam harekâtýyla tezyin eden o cemaat-ý uzmanýn, satýrlarý andýran saflarýnýn o güzel manzarasý muhafaza edilmek üzere, âlem-i misal sahifesinde kalem-i kader ile, Ýlahî bir fotoðrafla tersim ve terkim edilmekte olduðu ihtimal ve imkândan halî deðildir.

 

sh: » (Ms:70)

 

Remz

 

Arkadaþ! Vesvese ve evham zulmetleri içinde yürürken, Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) sünnetleri birer yýldýz, birer lâmba vazifesini gördüklerini gördüm. Herbir sünnet veya bir hadd-i þer'î, zulmetli dalalet yollarýnda güneþ gibi parlýyor. O yollarda insan, zerre-miskal o sünnetlerden inhiraf ve udûl ederse; þeytanlara mel'ab, evhama merkeb, ehval ve korkulara ma'rez ve daðlar kadar aðýr yüklere matiyye olacaktýr.

 

Ve keza o sünnetleri, sanki semadan tedelli ve tenezzül eden ipler gibi gördüm ki, onlara temessük eden yükselir, saadetlere nâil olur. Muhalefet edip de akla dayananlar ise, uzun bir minare ile semaya çýkmak hamakatýnda bulunan Firavun gibi bir firavun olur...

 

Remz

 

Arkadaþ! Nefiste öyle dehþetli bir nokta ve açýlmaz bir ukde var ki, zýdlarý birbirinden tevlid eder. Ve aleyhte olan her bir þeyi lehte zanneder. Meselâ güneþin eli sana yetiþir, ziyasýyla baþýný okþar. Fakat senin elin ona yetiþemez ve senin keyfin üzerine hareket etmez. Demek þemsin sana karþý iki ciheti vardýr: Biri kurb, diðeri bu'd. Eðer senin ondan baîd olduðun cihetle “O bana tesir edemez” ve onun sana karib olduðu cihetle “Ona tesir edebilirim” desen, cehlini ilân etmiþ olursun.

 

Kezalik Hâlýk ile nefis arasýnda da bir kurb ve bu'd vardýr. Kurb Hâlýkýndýr, bu'd nefsindir. Eðer nefis uzaklýðý cihetiyle enaniyet ile Hâlýka bakýp, “Bana tesir edemez” diye bir ahmaklýkta bulunursa dalalete düþer. Ve keza nefis mükâfatý gördüðü zaman “Keþke ben de öyle yapaydým, böyle olaydým” der. Mücazatýn þiddetini de gördüðü vakit, teâmî ve inkâr ile kendisini teselli eder.

 

Ey ahmak nokta-i sevda! Hâlýkýn ef'ali sana nâzýr deðildir. Ancak Ona bakar. Kâinatý senin hendesen üzerine yapmýþ deðildir. Ve seni hilkat-ý âlemde þahid tutmamýþtýr. Ýmam-ý Rabbanî'nin (R.A.) dediði gibi: “Melikin atiyyelerini, ancak matiyyeleri taþýyabilir.”

 

Remz

 

Arkadaþ! Bilhassa muztar olanlarýn dualarýnýn büyük bir tesiri vardýr. Bazan o gibi dualarýn hürmetine, en büyük bir þey en küçük bir þeye müsahhar ve mutî olur. Evet kýrýk bir tahta parçasý üzerindeki fakir ve kalbi kýrýk bir masumun duasý hürmetine, denizin fýrtýnasý, þiddeti, hiddeti inmeye baþlar. Demek dualara cevab veren Zât, bütün mahlukata hâkimdir. Öyle ise, bütün mahlukata dahi Hâlýktýr.

 

sh: » (Ms: 71)

 

Remz

 

Kardeþlerim! Nefsin en mühim bir hastalýðý da þudur ki; küllü cüz'de, büyüðü küçükte görmek istiyor. Göremediði takdirde red ve inkâr eder. Meselâ: Küçük bir kabarcýkta, güneþin tamamýyla tecelliyatýný ister. Bunu göremediði için, o kabarcýktaki cilvenin güneþten olduðunu inkâr eder. Halbuki þemsin vahdeti, tecelliyatýnýn da vahdetini istilzam etmez.

 

Ve keza delalet etmek tazammun etmeði iktiza etmez. Meselâ: Kabarcýktaki güneþin cilvesi güneþin vücuduna delalet eder, fakat güneþi tazammun edemez, yani içine alamaz. Ve keza bir þeyi bir þeyle tavsif edenin, o þeyle muttasýf olmasý lâzým gelmez. Meselâ, þeffaf bir zerre, þemsi tavsif eder, fakat þems olamaz. Bal arýsý Sâni'-i Hakîm'i vasýflandýrýr, amma Sâni' olamaz...

 

Remz

 

Arkadaþ! Küfür yolunda yürümek, buzlar üzerinde yürümekten daha zahmetli ve daha tehlikelidir. Ýman yolu ise, suda, havada, ziyada yürümek ve yüzmek gibi pek kolay ve zahmetsizdir. Meselâ: Bir insan, gövdesinin cihat-ý sittesini güneþlendirmek istediði zaman, ya bir Mevlevî gibi dönerek gövdesinin her tarafýný güneþe karþý getirir veya güneþi o mesafe-i baideden celb ile gövdesinin etrafýnda döndürecektir. Birinci þýk, tevhidin kolaylýðýna misaldir. Ýkincisi de, küfrün zahmetlerine misaldir.

 

Sual: Þirk bu kadar zahmetli olduðu halde ne için kâfirler kabul ediyorlar?

 

Cevab: Kasden ve bizzât kimse küfrü kabul etmez. Yalnýz þirk heva-i nefislerine yapýþýr. Onlar da içine düþer; mülevves, pis olurlar. Ondan çýkmasý müþkilleþir. Ýman ise, kasden ve bizzât takib ve kabul edilmekle kalbin içine býrakýlýr.

 

Remz

 

Arkadaþ! Bir kelime-i vâhidenin iþitilmesinde, bir adam, bin adam birdir. Yaratýlýþ hususunda da -Kudret-i Ezeliyeye nisbeten- bir þey, bin þey birdir. Nev' ile ferd arasýnda fark yoktur.

 

Remz

 

Arkadaþ! Bütün zamanlarda, bütün insanlarýn maddî ve manevî ihtiyaçlarýný temin için nâzil olan Kur'anýn hârikulâde haiz olduðu câ

 

sh: » (Ms:72)

 

miiyet ve vüs'at ile beraber, tabakat-ý beþerin hissiyatýna yaptýðý müraat ve okþamalar, bilhassa en büyük tabakayý teþkil eden avam-ý nâsýn fehmini okþayarak, tevcih-i hitab esnasýnda yaptýðý tenezzülât, Kur'anýn kemal-i belâgatýna delil ve bâhir bir bürhan olduðu halde, hasta olan nefislerin dalaletine sebeb olmuþtur. Çünki zamanlarýn ihtiyaçlarý mütehaliftir. Ýnsanlar fikirce, hisce, zekâca, gabavetçe bir deðildir. Kur'an mürþiddir, irþad umumî oluyor. Bunun için, Kur'an'ýn ifadeleri zamanlarýn ihtiyaçlarýna, makamlarýn iktizasýna, muhatablarýn vaziyetlerine göre ayrý ayrý olmuþtur. Hakikat-ý hal bu merkezde iken, en yüksek, en güzel ifade çeþitlerini Kur'anýn herbir ifadesinde aramak hata olduðu gibi; muhatabýn hissine, fehmine uygun olan bir üslûbun mizan ve mirsadýyla mütekellime bakan elbette dalalete düþer.

 

Remz

 

Arkadaþ! Dünyanýn üç vechi vardýr:

 

Birisi: Âhirete bakar. Çünki onun mezraasýdýr.

 

Ýkincisi: Esma-i hüsnaya bakar. Çünki onlarýn mekteb ve tezgâhlarýdýr.

 

Üçüncüsü: Kasden ve bizzât kendi kendine bakar. Bu vecihle insanlarýn hevesatýna, keyiflerine ve bu fâni hayatýn tekâlifine medar olur. Nur-u imanla dünyanýn evvelki iki vechine bakmak, manevî bir cennet gibi olur. Üçüncü vecih ise, dünyanýn fena yüzüdür ki zâtî ve ehemmiyetli bir kýymeti yoktur...

 

Remz

 

Arkadaþ! Ýnsanýn vücudu, bedeni, emval-i mîriyeden bir neferin elinde bulunan bir hayvan gibidir. O nefer, o hayvaný beslemeðe ve hizmetine mükellef olduðu gibi, insan da o vücudu beslemeðe mükelleftir.

 

Aziz kardeþlerim! Burada bana bu sözü söylettiren, nefsimle olan bir münakaþamdýr. Þöyle ki:

 

Mehasiniyle maðrur olan nefsime dedim ki:

 

- Sen bir þeye mâlik deðilsin, nedir bu gururun?

 

Dedi ki:

 

- Madem mâlik deðilim, ben de hizmetini görmem.

 

Dedim ki:

 

-Yahu bu sineðe bak! Gayet küçücük zarif elleriyle kanatlarýný, gözlerini siler süpürür. Her iþini görür. sen de lâakal onun kadar vü

 

sh: » (Ms: 73)

 

cuduna hizmet etmelisin, diye ikna ettim. Takdis ederiz o zâtý ki, bu sineðe nezafeti ilhamen öðretir, bana da üstad yapar. Ben de onun ile nefsimi ikna ve ilzam ederim.

 

Remz

 

Ýnsaný dalaletlere sürükleyen cihetlerden biri de þudur ki: Ýsm-i Zâhir ile ism-i Bâtýn'ýn hükümleri ayrý ayrý oluyor; bunlarý birbirine karýþtýrýp merci'lerini kaybetmek mahzurludur.

 

Kezalik kudretin levazýmý ile hikmetin levazýmý bir deðildir. Birisine ait levazýmatý ötekisinden taleb etmek hatadýr.

 

Ve keza daire-i esbabýn iktizasý ile daire-i itikad ve tevhid'in iktizasý bir deðildir. Onu bundan istememeli.

 

Ve keza kudretin taallûkatý ayrý, vücudun cilveleri veya sâir sýfatýn tecelliyatý ayrýdýr. Birbirine iltibas edilmemeli. Meselâ: Dünyada vücudun tedricîdir. Berzahî âyinelerde âni ve def'îdir. Çünki icad ile tecelli arasýnda fark vardýr.

 

Remz

 

Arkadaþ! Ýslâmiyet, bütün insanlara bir nur, bir rahmettir. Kâfirler bile onun rahmetinden istifade etmiþlerdir. Çünki Ýslâmiyet'in telkinatýyla küfr-ü mutlak, inkâr-ý mutlak; þek ve tereddüde inkýlab etmiþtir. O telkinâtýn kâfirlerde de yaptýðý in'ikas ve te'sirat sayesinde, kâfirlerin, hayat-ý ebediye hakkýnda ümidleri vardýr. Bu sayede, dünya lezzetleri ve saadeti onlarca tamamýyla zehirlenmez. Bütün bütün o lezzetler elemlere inkýlab etmez. Yalnýz tereddüdleri vardýr. Tereddüd ise, her iki tarafa baktýrýr. Deve kuþu gibi, tam manasýyla ne kuþ olur ve ne de deve olur. Ortada kalarak her iki tarafýn zahmetinden kurtulur.

 

Remz

 

Arkadaþ! Nefis, tenbellik saikasýyla vazife-i ubudiyetini terk ettiðinden tesettür etmek istiyor. Yani, onu görecek bir rakibin gözü altýnda bulunmasýný istemiyor. Bunun için bir Hâlýkýn, bir Mâlikin bulunmamasýný temenni eder. Sonra mülahaza eder. Sonra tasavvur eder. Nihayet, ademini, yok olduðunu itikad etmekle dinden çýkar. Halbuki, kazandýðý o hürriyetler, adem-i mes'uliyetler altýnda ne gibi zehirler, yýlanlar, elîm elemler bulunduðunu bilmiþ olsa derhal tövbe ile vazifesine avdet eder.

 

sh: » (Ms: 74)

 

Remz

 

Arkadaþ! Her bir insanýn bir nokta-i istinadý bulunduðuna nazaran, istinad noktalarýnýn tefâvütüne göre insanlarýn yapabileceði iþler de tefâvüt eder. Meselâ: Büyük bir sultana istinadý olan bir nefer, bir þâhýn yapamadýðý bir iþi yapar. Çünki nokta-i istinadý þahtan büyüktür. Evet kudret-i ezeliye tarafýndan memur edilen baûda yani sivrisineðin Nemrud'a olan galebesi; ve bir çekirdeðin “Fâlik-ul Habbi Ve-n Neva” tarafýndan verilen izin ve kuvvete binaen koca bir aðacýn cihazatýný, malzemesini tazammun etmesi, yani içine almasý bu hakikatý tenvir eden birer hakikattýr.

 

Remz

 

Arkadaþ! “Katre” namýndaki eserimde Kur'an'dan ilhamen takib ettiðim yol ile ehl-i nazar ve felsefenin takib ettikleri yol arasýndaki fark þudur:

 

Kur'andan tavr-ý kalbe ilham edilen Asâ-yý Musa gibi, manevî bir asâ ihsan edilmiþtir. Bu asâ ile, kitab-ý kâinatýn herhangi bir zerresine vurulursa, derhal mâ-i hayat çýkar. Çünki müessir ancak eserde görünebilir.

 

Manevî asansör hükmünde olan murakabeler ile mâ-i hayatý bulmak pek müþkildir.

 

Vesaite lüzum gösteren ehl-i nazar ise, etraf-ý âlemi arþa kadar gezmeleri lâzýmdýr. Ve o uzun mesafede hücum eden vesveselere, vehimlere, þeytanlara maðlub olup caddeden çýkmamak için, pekçok bürhanlar, alâmetler, niþanlar lâzýmdýr ki yolu þaþýrtmasýnlar.

 

Kur'an ise, bize asâ-yý Musa gibi bir hakikat vermiþtir ki; nerede olsam, hattâ taþ üzerinde de bulunsam, asâyý vuruyorum, mâ-i hayat fýþkýrýyor. Âlemin haricine giderek uzun seferlere ve su borularýnýn kýrýlmamasý ve parçalanmamasý için muhafazaya muhtaç olmuyorum. Evet

 

وَ فِى كُلِّ شَيْءٍ لَهُ اَيَةٌ تَدُلُّ عَلَى اَنَّهُ وَاحِدٌ beytiyle, bu hakikat hakikatýyla tebârüz eder (*)

 

 

 

Remz

 

Arkadaþ! Nefsin vücudunda bir körlük vardýr. O körlük vücudunda zerre-miskal kaldýkça hakikat güneþinin görünmesine mâni' bir hicab

 

______________________________________

 

(*)Ýhtar: Kur'anýn delâletiyle bulduðum yola gitmek isteyen için ve ona o yolu güzelce tarif etmek için, “Risale-i Nur Külliyatý” güzel bir tarifçidir...

 

sh: » (Ms: 75)

 

olur. Evet müþahedemle sabittir ki; kat'î, yakînî bürhanlar ile deliller dolu olan büyük bir kalede, küçük bir taþta bir zafiyet görünürse, o kör olasý nefis o kaleyi tamamen inkâr eder. Altýný üstüne çevirir. Ýþte nefsin cehaleti, hamakati, bu gibi insafsýzca tahribattan anlaþýlýr.

 

Remz

 

Ey insan! Senin vücudunun sahasýnda yapýlan fiiller ve iþlerden senin yed-i ihtiyarýnda bulunan, ancak binde bir nisbetindedir. Bâki kalan Mâlik-ül Mülk'e aittir. Binaenaleyh kendi kuvvetine göre yük al. Yoksa altýnda ezilirsin. Kýl kadar bir þuur ile, büyük taþlarý kaldýrmak teþebbüsünde bulunma. Mâlikinin izni olmaksýzýn Onun mülküne el uzatma. Binaenaleyh gafletle, kendi hesabýna bir iþ yaptýðýn zaman, haddini tecavüz etme. Eðer Mâlikin hesabýna olursa istediðin þeyi al ve yap. Fakat izin ve meþîet ve emri dâiresinde olmak þartýyla. Ýzin ve meþîetini de þeriatýndan öðrenirsin.

 

Remz

 

Ey þan ve þerefi, nam ve þöhreti isteyen adam! Gel, o dersi benden al. Þöhret ayn-ý riyâdýr ve kalbi öldüren zehirli bir baldýr. Ve insaný insanlara abd ve köle yapar. O bela ve musibete düþersen اِنَّا لِلّهِ وَاِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ de, o belâdan kurtul...

 

sh: » (Ms:76)

 

Hubab

 

(Kur'an-ý Hakîm'in ummanýndan)

 

خُدَاىِ ُرْ كَرَمْ خُودْ مُلْكِ خُودْ رَامِى خِرَدْ اَزْ تُو بَرَاىِ تُونِ َهْ دََارَدْ بَهَاىِ بِى رَانْ دَادَه

 

بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

 

اَلْحَمْدُ لِلّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

 

Ý’lem ey zikreden ve namaz kýlan kardeþ!

 

اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ ve مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّهِ ve اَلْحَمْدُ لِلّهِ gibi mübarek kelimeler ile ilân ettiðin bir hüküm ve iddia ettiðin bir dava ve iþhad ettiðin bir îtikad, lisanýndan çýkar-çýkmaz milyonlarca mü'minlerin tasdik ve þehadetlerine iktiran eder.

 

Ve keza Ýslâmiyetin hak ve hakikat olduðuna ve hükümlerinin doðru ve sadýk olduklarýna delalet eden bütün deliller, þahidler, bürhanlar, senin o davanýn ve îtikadýnýn hak olduðuna delâlet ederler.

 

Ve keza söylediðin o mübarek ve mukaddes kelâmlara pek büyük yümünler, feyizler ve berekât-ý Ýlahiye terettüb eder.

 

Ve keza cumhur-u mü'minîn ve muvahhidînin o kelimat-ý mübarekeden kalben zevkettikleri mâ-i hayatý ve þerab-ý cenneti, sen de o mukaddes maþrapalardan içersin...

 

sh: » (Ms: 77)

 

Ý’lem! Kavaid-i usûliyedendir ki: Bir mes'ele hakkýnda isbat edenin sözü nefyedenin sözüne müreccahtýr. Çünki isbat edenin yardýmcýlarý var, sözünde kuvvet olur. Nefyedenin yardýmcýsý olmadýðýndan tek kalýr, sözünde kuvvet yoktur. Hattâ bin adam bir þeyi nefyederse, bir adam gibidir. Bin adam da isbat ederse, isbat edenlerin her birisi bin olur. Çünki hepsi bir þeye bakýyorlar. Ve bir noktaya parmak bastýklarýndan birbirini takviye ediyorlar. Nefyedenlerde birbirini takviye etmek yoktur, her birisi tek kalýr.

 

Meselâ: Bin pencereden bir yýldýzý görüp isbat eden bin adamýn her birisi ötekisine yardýmcý olur, sözünü takviye eder. Çünki o bin adam, parmakla iþaret eder gibi, o þeyi isbat ediyorlar. Nefyedenler öyle deðildir. Çünki nefy için sebeb lâzýmdýr. Sebebler de ayrý ayrý olur. Meselâ: Birisi “Gözümde za'fiyet var, göremedim”, ötekisi “Evimizde pencere yok”, ötekisi “Soðuktan baþýmý kaldýrýp bakamadým” der. Ve hâkeza... Her birisi nefyine, müddeasýna ayrý bir sebeb gösterdiðinden, kendisince yýldýzýn bulunmamasý, nefs-ül emirde de yýldýzýn bulunmamasýna delâlet etmez ki birbirine yardýmcý olsun.

 

Binaenaleyh bir mes'ele-i îmaniyenin nefyi hakkýnda ehl-i dalâletin ittifaklarý haber-i vâhid hükmündedir, tesiri yoktur. Amma ehl-i hidayetin mesail-i îmaniyede olan sözleri, her birisi ötekisine yardýmcýdýr, takviye eder...

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! (=Ey aziz kardeþim bil ki) Bir küll ne þeye muhtaç ise, cüz'ü de o þeye muhtaçtýr. Meselâ: Bir þecerenin meydana gelmesi için ne lâzým ise, bir semerenin vücuduna da lâzýmdýr. Öyle ise, semerenin Hâlýký, þecerenin de Hâlýký o oluyor. Hattâ arzýn ve þecere-i hilkatin de Hâlýký, O Hâlýk olacaktýr.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Ýki tarafý birbirinden gayet uzak bir mes'ele var ki, her bir tarafý bir çekirdek gibi sünbül vermiþ; aðaç olmuþ, dal budak salmýþ. Böyle bir mes'ele üzerine, þükûk ve evhamýn konmamasý lâzýmdýr. Çünki bir çekirdek diðer bir çekirdekle, çekirdek olarak toprak altýnda kaldýklarý müddetçe iltibas edilebilir. Amma aðaç olduktan, meyve verdikten sonra þek edersen, bütün meyveler senin aleyhinde þehadet ederler. Eðer bu baþka bir çekirdektir diye tevehhüm etsen, o aðacýn bütün meyveleri seni tekzib ederler. Elma aðacýna inkýlab etmiþ bir çekirdeði, hanzale aðacýnýn çekirdeði farzetmek sana müyesser olmaz. Ancak tevehhümle veya bütün elmalarýn hanzaleye tebdil edilmiþ olmasýyla mümkündür ki, bu da muhaldir.

 

sh: » (Ms: 78)

 

Binaenaleyh nübüvvet öyle bir çekirdektir ki: Ýslâmiyet þeceresi bütün semeratýyla, çiçekleriyle o çekirdekten çýkmýþtýr. Kur'an dahi, seyyar yýldýzlarý ismar eden þems gibi, Ýslâmiyetin onbir rüknünü intac etmiþtir. Acaba, bu cihan-baha semerelere bakýp gördükten sonra, çekirdeðinde þübhe ve tereddüd yeri kalýr mý? Hâþâ...

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Tavus kuþu gibi pek güzel bir kuþ, yumurtadan çýkar, tekâmül eder, semalarda tayarana baþlar. Âfâk-ý âlemde þöhret kazandýktan sonra, yerde kalan yumurtasýnýn kabuðu içerisinde o kuþun güzelliðini, kemalâtýný, terakkiyatýný arayýp bulmak isteyen adamýn ahmak olduðunda þübhe yoktur. Binaenaleyh tarihlerin naklettikleri Peygamberimizin (A.S.M.) bidayet-i hayatýna maddî, sathî, sûrî bir nazar ile bakan bir adam þahsiyet-i maneviyesini idrak edemez ve derece-i kýymetine vâsýl olamaz. Ancak bidayet-i hayatýna ve levazým-ý beþeriyetine ve ahval-i zâhiriyesine ince bir kýþýr, nazik bir kabuk nazarýyla bakýlmalýdýr ki, o kýþýr içerisinden, iki âlemin güneþi ve tûba gibi þecere-i Muhammediye (A.S.M.) çýkmýþtýr. Ve feyz-i Ýlahî ile sulanmýþ ve fazl-ý Rabbanî ile tekâmül etmiþtir. Binaenaleyh Nebiyy-i Zîþan'ýn (A.S.M.) mebde-i hayatýna ait ahval-i sûriyesinden zaîf bir þey iþitildiði zaman üstünde durmamalý; derhal baþýný kaldýrýp etraf-ý âleme neþrettiði nurlara bakmalý.

 

Maahaza mebde-i hayatýna þek ve þübhe ile bakan adam herhalde masdar ile mazhar, menba' ile makes, zâtî ile tecelli aralarýný fark edemiyor. Ve bu yüzden þübheye düþer. Evet Nebiyy-i Zîþan (A.S.M.) tecelliyat-ý Ýlahiyeye mazhar ve ma'kestir; masdar ve menba' deðildir. Çünki o zât yalnýz âbiddir ve ibadetçe herkesten ileridir. Demek bu kadar görünen terakkiyat, kemalât onun zâtî malý deðildir. Ancak hariçten verilen Rahman-ý Rahîm'in tecellileridir. Evvelce beyan edildiði gibi, hiç bir þey, bir zerreye bile, mana-yý ismiyle masdar olamaz. Amma bir zerre, mana-yý harfiyle semanýn yýldýzlarýna mazhar olur. Yalnýz gaflet ile o zerrenin masdar olduðu zannýyla bakýldýðýndan, san'at-ý Ýlahiyeyi taðutî bir tabiata malederler.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Dualar, tevhid ve ibadetin esrarýna nümunedir. Tevhid ve ibadette lâzým olduðu gibi, dua eden kimse de, “Kalbinde dolaþan arzu ve isteklerini Cenâb-ý Hak iþitir” deyip Kadir olduðuna itikad etmelidir. Bu itikad, Allah'ýn her þeyi bilir ve herþeye kadir olduðunu istilzam eder.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Þu âlemi ziyalandýran þemsin, bir sineðin gö

 

sh: » (Ms: 79)

 

züne tecelli ile girip ýþýklandýrmasý mümkündür. Ve ateþten bir kývýlcýmýn gözüne girip tenvir etmesi imkân haricidir. Çünki gözü patlatýr.

 

Kezalik bir zerre, Þems-i Ezelî'nin tecellisine mazhar olur. Fakat Müessir-i Hakikî'ye zarf olamaz...

 

Ý’lem ey maðrur, mütekebbir, mütemerrid nefis! Sen öyle bir za'fiyet, acz, fakirlik, miskinlik gibi hallere mahalsin ki, ciðerine yapýþan ve çok defa büyülttükten sonra ancak görülebilen bir mikroba mukavemet edemezsin; seni yere serer, öldürür...

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Hardale ile tabir edilen, bir darý habbesi hükmünde olan kuvve-i hâfýzanýn ihata ettiði meydanda gezintiler yapýlýrken o kadar büyük bir sahraya inkýlab eder ki, gezmekle bitmez bir þekil alýr. Acaba o hardalenin içindeki meydaný bitiremeyen, o hardalenin dairesini ne suretle bitirecektir? Aklýn nazarýnda hardalenin vaziyeti böyle ise, aklýn gezdiði daire nasýldýr? Aklý da dünyayý yutar. Fesübhanallah! Cenab-ý Hak hardaleyi, akýl için dünya ve dünyayý da akýl için bir hardale gibi yapmýþtýr.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Ýnsanlarýn en büyük zulümlerinden biri de þudur ki: Büyük bir cemaatin mesaîsine terettüb eden hasenatý intac eden semeratý, bir þahsa isnad ve ona malederler. Bu zulümde bir þirk-i hafî vardýr. Çünki bir cemaatin cüz'-i ihtiyarîsiyle kesbettikleri mahsulâtý bir þahsa atfetmek, o þahsýn icad derecesinde hârikulâde bir kudrete mâlik olduðuna delalet eder. Hattâ eski Yunanîlerin ve Vesenîlerin ilaheleri, böyle zalimane tasavvurat-ý þeytaniyenin mahsulüdür.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Zikreden adamýn feyz-i Ýlahîyi celbeden muhtelif latifeleri vardýr. Bir kýsmý kalb ve aklýn þuuruna baðlýdýr. Bir kýsmý da þuursuz, yani þuurlara tâbi deðildir. مِنْ حَيْثُ لاَ يَشْعُرُ husule gelir. Binaenaleyh gaflet ile yapýlan zikirler dahi feyizden hâlî deðildir.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Cenab-ý Hak, insaný pek acib bir terkibde halketmiþtir. Kesret içinde vahdeti, terkib içinde besateti, cemaat içinde ferdiyeti vardýr. Ýhtiva ettiði âza, havass ve letaifin her birisi için müstakil lezzetler, elemler olduðu gibi; aralarýnda görülen sür'at-i teavün ve imdaddan anlaþýldýðý üzere, her birisi arkadaþlarýnýn lezzet, elem ve teessüratýndan da hisse alýyorlar. Bu hilkat sayesinde, insan eðer ubudiyet yoluna giderse; bütün lezzet, nimet, kemalât nevilerinin bir kýsýmlarýna mazhar olmaya þayandýr. Ve keza eðer enaniyet yolunu takib ederse, çeþit çeþit elem ve azablara da mahal olmaya müstehaktýr.

 

sh: » (Ms: 80)

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Kelime-i Tevhid'in tekrar ile zikrine devam etmek, kalbi pek çok þeylerle baðlayan baðlarý, ipleri kýrmak içindir. Ve nefsin tapacak derecede sanem ittihaz ettiði mahbublardan yüzünü çevirtmektir. Maahaza, zâkir olan zâtta bulunan hasse ve latifelerin ayrý ayrý tevhidleri olduðuna iþaret olduðu gibi; onlarýn da onlara münasib þerikleriyle olan alâkalarýný kesmek içindir.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Ýnsanýn bir akrabasýna (meselâ) okuduðu bir Fatiha-i Þerife'den hasýl olan sevabda istifade etmekte, bir ile bin müsavidir. Nasýl ki aðýzdan çýkan bir lafzýn iþitilmesinde, bir cemaat ile bir ferd bir olur. Çünki latif þeyler matbaa gibidir. Basýlan bir kelimeden bin kelime çýkar.

 

Ve keza nuranî þeylerde vahdet ile beraber tekessür olduðuna, yani bir nuranî þeyde bin sevab bulunduðuna bir iþarettir...

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Nebiyy-i Zîþan'ýn (A.S.M.) Makam-ý Mahmud'u Ýlahî bir maide ve Rabbanî bir sofra hükmündedir. Evet tevzi' edilen lütuflar, feyizler, nimetler o sofradan akýyor. Resul-i Zîþan'a (A.S.M.) okunan salavat-ý þerife, o sofraya edilen davete icabettir.

 

Ve keza salavat-ý þerifeyi getiren adam Zât-ý Peygamberîyi (A.S.M.) bir sýfatla tavsif ettiði zaman, o sýfatýn nereye taalluk ettiðini düþünsün ki, tekrar be tekrar salavat getirmeye müþevviki olsun.

 

Ý’lem ey din âlimi! (*) Ücretim az, ilmime raðbet yok, diye mahzun olma. Çünki mükâfat-ý dünyeviye ihtiyaca bakar, kýymet-i zâtiyeye bakmaz. Meziyet-i zâtiye ise mükâfat-ý uhreviyeye nâzýrdýr.

 

 

 

Öyle ise, zâtî olan meziyetini mükâfat-ý uhreviyeye sakla, birkaç kuruþluk dünya metaýna satma.

 

Ý’lem ey hitabet-i umumiye sýfatý ile gazete lisanýyla konferans veren muharrir! Sen, kendi nefsini aþaðý göstermeye ve nedamet ederek kusurlarýný ilân etmeye hakkýn var. Fakat þeair-i Ýslâmiyeye zýd ve muhalif olan herzeler ile Ýslâmiyeti lekelendirmeðe kat'iyen hakkýn yoktur.

 

Seni kim tevkil etmiþtir? Fetvayý nereden alýyorsun? Hangi hakka binaen milletin namýna, ümmetin hesabýna Ýslâmiyet hakkýnda hezeyanlarý savurarak dalaletini neþr ve ilân ediyorsun? Milleti, ümmeti kendin gibi dâll zannetme. Dalaletini kime satýyorsun? Burasý Ýslâmiyet memleketidir, Yahudi memleketi deðildir. Cumhur-u mü'minînin kabul

 

sh: » (Ms: 81)

 

__________________________

 

(*) Ehemmiyetlidir

 

etmediði bir þeyin gazete ile ilâný, milleti dalalete davettir, hukuk-u ümmete tecavüzdür. Bir adamýn hukukuna tecavüze cevaz-ý kanunî olmadýðý halde, koca bir milletin belki âlem-i Ýslâmýn hukukuna hangi cesarete binaen tecavüz ediyorsun? Aðzýný kapat!..

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Kâfirlerin, müslümanlara ve ehl-i Kur'ana düþman olmalarý küfrün iktizasýndandýr. Çünki küfür imana zýddýr. Maahaza Kur'an, kâfirleri ve âba ve ecdadlarýný idam-ý ebedî ile mahkûm etmiþtir.

 

Binaenaleyh müslümanlar ile ülfet ve muhabbetleri mümkün olmayan kâfirlere muhabbet boþa gidiyor. Onlarýn muhabbetiyle karþýlaþýlamaz. Onlardan meded beklenilemez. Ancak حَسْبُنَا اللّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ diye Cenab-ý Hakk'a iltica etmek lâzýmdýr.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Kâfirlerin medeniyeti ile mü'minlerin medeniyeti arasýndaki fark:

 

Birincisi, medeniyet libasýný giymiþ korkunç bir vahþettir. Zâhiri parlýyor, bâtýný da yakýyor. Dýþý süs içi pis, sureti menus sîreti makûs bir þeytandýr...

 

Ýkincisi, bâtýný nur zâhiri rahmet, içi muhabbet, dýþý uhuvvet, sureti muavenet, sîreti þefkat, cazibedar bir melektir.

 

Evet mü'min olan kimse, iman ve tevhid iktizasýyla, kâinata bir mehd-i uhuvvet nazarýyla baktýðý gibi; bütün mahlukatý, bilhassa insanlarý, bilhassa Ýslâmlarý birbiriyle baðlayan ip de, ancak uhuvvettir. Çünki iman bütün mü'minleri bir babanýn cenah-ý þefkati altýnda yaþayan kardeþler gibi kardeþ addediyor.

 

Küfür ise, öyle bir bürudettir ki, kardeþleri bile kardeþlikten çýkarýr. Ve bütün eþyada bir nevi' ecnebilik tohumunu ekiyor. Ve her þeyi her þeye düþman yapýyor.

 

Evet hamiyet-i milliyelerinde bir uhuvvet varsa da, muvakkattýr. Ve ezelî, ebedî iftirak ve firak ile muttasýl ve mahduddur. Amma kâfirlerin medeniyetinde görülen mehasin ve yüksek terakkiyat-ý sanayi, (bunlar) tamamen medeniyet-i Ýslâmiyeden, Kur'anýn irþadatýndan, edyan-ý semaviyeden in'ikas ve iktibas edildiði “Lemaat” ile “Sünuhat” eserlerimde istenildiði gibi izah ve isbat edilmiþtir...

 

رَاجِعْهُمَا تَرَى اَمْرًا عَظِيمًا غَفَلَ عَنهُ النَّاسُ

 

sh: » (Ms: 82)

 

Ý’lem! Mesail-i diniyeden olan içtihad kapýsý açýktýr. Fakat, þu zamanda oraya girmeðe altý mani vardýr...

 

Birincisi: Nasýlki kýþta fýrtýnalarýn þiddetli olduðu bir vakitte, dar delikler dahi seddedilir; yeni kapýlar açmak hiç bir cihetle kâr-ý akýl deðil. Hem nasýlki büyük bir selin hücumunda tamir için duvarlarda delikler açmak gark olmaða vesiledir. Öyle de: Þu münkerat zamanýnda ve âdât-ý ecanibin istilâsý ânýnda ve bid'alarýn kesreti vaktinde ve dalaletin tahribatý hengâmýnda, içtihad nâmýyla kasr-ý Ýslâmiyetten yeni kapýlar açýp duvarlarýnda muharriblerin girmesine vesile olacak olan delikler açmak, Ýslâmiyete cinayettir...

 

Ýkincisi: Dinin zaruriyatý ki içtihad onlara giremez. Çünki kat'î ve muayyendirler. Hem o zaruriyat, kut ve gýda hükmündedirler; þu zamanda terke uðruyorlar ve tezelzüldedirler. Ve bütün himmet ve gayreti onlarýn ikamesine ve ihyasýna sarfetmek lâzým gelirken, Ýslâmiyetin nazariyat kýsmýnda ve selefin içtihadat-ý safiyane ve hâlisanesiyle bütün zamanlarýn hacatýna dar gelmeyen efkârlarý olduðu halde, onlarý býrakýp, heveskârane yeni içtihadlar yapmak; bid'atkârane bir hýyanettir.

 

Üçüncüsü: Her zamanýn insanlarýnca, kýymetli addedilerek efkârý celbeden cazibedar bir meta mergubdur. Meselâ: Bu zamanda en raðbetli, en iftiharlý, siyasetle iþtigal ve dünya hayatýný temin etmektir. Selef-i sâlihîn asrýnda ve o zaman çarþýsýnda en mergub meta, Hâlýk-ý Semavat ve Arz'ýn marziyatlarýný ve bizden arzularýný kelâmýndan istinbat etmek ve nur-u nübüvvet ve Kur'an ile kapatýlmayacak derecede açýlan âhiret âlemindeki saadet-i ebediyeyi kazandýrmak ve vesailini elde etmek idi. Bu itibarla, o zamanlarda bütün fikirler, kalbler, ruhlar marziyat-ý Ýlahiyeyi bilmek ve öðrenmeðe müteveccih idi. Bunun için, istidad ve iktidarý olanlar o zamanlarda vukua gelen bütün ahval ve vukuat ve muhaverattan ders almakla, içtihadlara zemin teþkil eden yüksek istidadlar vücuda gelirdi.

 

Þimdi ise, fikir ve kalblerin teþettütü, inayet ve himmetlerin za'fiyeti, insanlarýn siyaset ve felsefeye ibtilâ ve raðbetleri yüzünden, bütün istidadlar fünun-u hazýra ve hayat-ý dünyeviyeye müteveccihtir. Ahkâm-ý diniyeye sarfedilecek müstakim bir içtihad yoktur.

 

Dördüncüsü: Ýçtihad kapýsýndan Ýslâmiyete girip mesailini geniþlendirmeðe meyleden adamýn maksadý, zaruriyata imtisal ile takva ve kemale mazhariyet ise güzeldir. Amma zaruriyatý terk ve hayat-ý

 

sh: » (Ms: 83)

 

dünyeviyeyi, hayat-ý uhreviyeye tercih eden adam ise, onun içtihada meyli, meyl-üt tahribdir. Tekliften çýkýp kaçmak için bir yol bulmaktýr.

 

Beþincisi: Her þeyin, her hükmün vücuda gelmesi bir illete binaen olduðu gibi, bir maslahata dahi tabidir. Fakat maslahat illet deðildir. Ancak tercih edici bir hikmettir. Bu zamanýn efkârý, bizzât saadet-i dünyaya müteveccihtir. Þeriatýn nazarý ise, bizzât saadet-i uhreviyeye müteveccih olup, bittabi dünyaya da nâzýrdýr. Çünki dünya âhirete vesiledir.

 

Umumî bir beliyye olan ve nâsýn ona mübtela olduðu çok iþler vardýr ki zaruriyattan olmuþtur. O gibi iþler sû'-i ihtiyar ile gayr-ý meþru meyillerden doðmuþ olduklarýndan, mahzuratý ibahe eden zaruriyattan deðildir. Ve ruhsat ve müsaade-i þer'iyenin þümulüne dâhil olamazlar. Meselâ: Bir adam sû'-i ihtiyarýyla haram bir tarzda kendini sarhoþ etse, hal-i sekirde yaptýðý tasarrufatta mazur olamaz. Bu zamanda bu gibi içtihadlar, semavî deðil ancak arzî içtihadlardýr.

 

Bu gibi içtihadlar ile Hâlýk-ý Semavat ve Arz'ýn hükümlerinde yapýlan tasarrufat merduddur.

 

Meselâ: Bazý gafiller, hutbenin Türkçe okunmasýný istihsan ediyorlar ki, halkýn bilhassa siyasî ahvalden haberleri olsun. Halbuki bu gibi ahval-i siyasiye yalandan, hileden, þeytanî fikirlerden hâlî deðildir. Hutbe makamý ise, ahkâm-ý Ýlahiyenin tebliði için ittihaz edilmiþ bir makamdýr.

 

Sual: Avam-ý nâs Arabîden haberdar deðildir, fehmedemez?

 

Cevab: Avam-ý nâs, zaruriyat ve müsellemat-ý diniyeye muhtaçtýr. Ve hutbe makamý da bu gibi hükümlerin tebliði içindir. Bu hükümler kisve-i Arabiye içinde tafsilen deðilse de icmalen avam-ý nâsa malûm ve maruftur. Maahaza lisan-ý Arabda bulunan þehamet, yükseklik, meziyet, satvet diðer lisanlarda yoktur...

 

Ý’lem ey gafletli, saðýr ve kör olarak, zulmetler içinde esbaba ibadet eden ahmaklar! Cenab-ý Hakk'ýn vücub-u vücud ve vahdetine, kâinatýn mürekkebatý ve zerratýnýn ellibeþ vecihle yaptýklarý þehadetlerin bir vechini yazacaðým. Þöyle ki:

 

Eþyanýn icadý, ya nefislerine veya esbaba olan isnadý, hayret ve istiðrabý mûcibdir. Bu da red ve inkârý îcab eder. Bu dahi dalaletleri intac eder. Bu ise ýzdýrabat-ý ruhiye ve teþevvüþat-ý akliyeye sebeb olur. Bu da ruhlarý ve akýllarý firar ettirmekle Vâcib-ül Vücud'a iltica etmeye mecbur eder. Zira her müþkilat, Onun kudretiyle hallolur. Ve açýl

 

sh: » (Ms: 84)

 

maz düðümler, Onun iradesiyle açýlýr. Ve kalbler Onun zikriyle mutmain olur. Bu hakikatý þöyle bir müvazene ile izah edeceðim. Þöyle ki:

 

Mevcudatýn fâili -yani eþyayý vücuda getiren- ya vâcib ve vâhiddir veyahut da mümkin ve kesirdir. Fâil, vâcib ve vâhid olduðu takdirde, ne külfet var ne de garabet var. Olsa bile vehmî olur. Esbaba isnad edildiði takdirde, külfet ve garabet vehmîlikten çýkar; kat'î ve hakikî bir þekilde tahakkuk eder. Çünki kusur ve za'fiyetten hâlî olmayan esbab-ý kesîreden hiç bir sebeb, bir müsebbebi omuzuna kaldýramaz. Ve bir þeyin icadýnda gayr-ý mütenahî esbabýn iþtiraki lâzýmdýr. Meselâ: Bal arýsý her þeyle alâkadar olduðundan, eðer icadý esbaba isnad edilirse, semavat ve arzýn iþtirakleri lâzýmdýr.

 

Maahaza, kesretin vâhidden sudûru, vâhidin kesretten sudûru kadar zahmet deðildir, daha kolaydýr. Meselâ: Bir kumandanýn efrad-ý kesîreye verdiði intizam ve yaptýrdýðý iþleri, o efrad-ý kesîre, kendi baþlarýna büyük bir müþkilattan sonra yapabilirler.

 

Maahaza, icadýn esbaba isnadýnda lâyüadd külfet, garabet olmakla beraber pek çok muhalata zemin teþkil ediyor.

 

1- Her bir zerrede Vâcib-ül Vücud'un sýfatlarýnýn farzý lâzýmdýr.

 

2- Uluhiyette gayr-ý mütenahî þeriklerin iþtiraki lâzým gelir.

 

3- Her bir zerrenin hem hâkim hem mahkûm olmasý lâzým gelir. Kubbeli binalarda birbirine dayanmakla düþmekten kurtulan taþlar gibi.

 

4- Þuur, irade ve kudret gibi sýfatlarýn her zerrede bulunmasý lâzým gelir. Çünki hüsn-ü san'at bu sýfatlarý iktiza eder. Þu hakikati izah için birkaç misal söyleyeceðiz:

 

Birincisi: Þems þeffafiyet sýrrýna binaen, þiþelerin zerrelerinde, arzýn denizlerinde, semanýn seyyarelerinde müsavat üzerine tecelli eder.

 

Ýkincisi: Mukabele sýrrýna binaen, merkezdeki bir lâmbanýn daireyi teþkil eden âyinelere nisbet-i in'ikasý birdir.

 

Üçüncüsü: Nurdan veya nuranî bir þeyden tenevvür etmek ve ziya almak hususunda, bir ile bin birdir. Nuranînin iktizasý öyledir.

 

Dördüncüsü: Müvazene sýrrýna binaen, hassas bir terazinin iki kefesinde iki ceviz veyahut iki güneþ bulunsa; hangi kefesine bir þey ilâve edilirse, o aþaðý iner; ötekisi havaya kalkar.

 

Beþincisi: Büyük bir sefine ile gayet küçük bir sefineyi sevk ve tahrik hususunda fark yoktur. -Kaptan; ister bir çocuk olsun, ister büyük olsun- çünki intizam vardýr.

 

sh: » (Ms: 85)

 

Altýncýsý: Hayvan-ý nâtýk gibi bir mahiyet-i mücerredenin küçük ve büyük efradýna nisbeti, birdir.

 

Hülâsa: Kalil ile kesir, küçük ile büyük arasýnda bir þey-i vâhide isnadlarýnda tefavüt olmadýðý, imkân dairesinde olduðu þu misaller ile tavazzuh etti. Binaenaleyh eþyada bulunan intizam, müvazene, evamir-i tekviniyeye karþý imtisal, itaat, kudret-i ezeliyenin nuraniyeti,

 

eþyanýn iç yüzünün þeffafiyeti gibi sýrlardan dolayý; bir sinekle arzýn ihyasý, bir aðaç ile semavatýn icadý, bir zerre ile güneþin yaratýlýþý Vâcib-ül Vücud'a nisbetle mütesavidir. Evet müsavat ve adem-i tefavütü göz ile görünür. Bak! Mahiyeti meçhul, mu'cizatýyla malûm olan kudret-i ezeliyenin, bilhassa semerat ve sebzelerdeki nakýþlarý, san'atlarý, esbaba havale edilirse, esbab altýnda ezilecektir.

 

Elhasýl: Hayatî, vücudî, nuranî þeylerin icadýnda üç nokta var:

 

Birinci Nokta: Kudretin umûr-u hasise ile zâhiren mübaþereti görünmemek için perde olmak üzere esbab vaz'edilmiþtir.

 

Ýkinci Nokta: Hayat, vücud ve nurun, dýþlarý gibi içleri de þeffaf olduðundan, kesif perdeler hükmünde olan esbab vaz'edilmemiþtir. Yalnýz pek ince, nazik perdeleri andýran vesait varsa da altýnda dest-i kudret görünür.

 

Üçüncü Nokta: Kudret-i ezeliyenin tesirinde, tasniinde külfet yoktur. Evet bir incir çekirdeðinden koca bir incir aðacýný ve ince bir sap ile koca bir kavunu baðlayýp çýkaran kudrete hiç bir þey aðýr gelmez. Þöyle mu'cizatýyla malûm olan kudret sahibinin vücudu, zuhuru; kâinatýn vücudundan, zuhurundan daha zâhirdir. Çünki her bir masnu, kendi nefsine birkaç vecihle aynen delalet eder. Fakat Sâniine, hem aynen, hem aklen çok vecihler ile delaletleri vardýr. Ve hangi bir masnuun vücudu esbabdan istenilirse, bütün esbab toplanýp birbirine yardýmlarý olsa bile, o masnuun benzerini yapamazlar...

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Ýnsanýn akýl ve fikir meydaný öyle bir vüs'attedir ki, ihatasý mümkün deðildir; ve o kadar dardýr ki, iðneye mahal olamaz. Evet bazan zerre içinde dönüyor, katre içerisinde yüzüyor, bir noktada hapsoluyor. Bazan de, âlemi bir karpuz gibi eline alýr ve kâinatý misafireten getirir, akýl odasýnda misafir eder. Bazan de o kadar haddini tecavüz eder, yükseðe çýkar ki; Vâcib-ül Vücud'u görmeðe çalýþýr. Bazan da küçülür, zerreye benzer. Bazan da semavat kadar büyür. Bazan da bir katreye girer. Bazan da fýtrat ve hilkati içine alýr...

 

sh: » (Ms: 86)

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Cenab-ý Hakk'ýn insana verdiði nimetler, ister âfâkî olsun ister enfüsî olsun, bazý þerait altýnda insana gelip vusul buluyor. Meselâ: Ziya, hava, gýda, savt ve sada gibi nimetlerden insanýn istifade edebilmesi ancak göz, kulak, aðýz, burun gibi vesaitin açýlmasýyla olur. Bu vesait, Allah'ýn halk ve icadýyla olur. Ýnsanýn eli, kesb ve ihtiyarýnda yalnýz o vesaiti açmaktýr.

 

Binaenaleyh o nimetleri yolda bulmuþ gibi sahibsiz, hesabsýz olduðunu zannetmesin. Ancak Mün'im-i Hakikî'nin kasdýyla gelir, insan da ihtiyarýyla alýr. Sonra ihtiyaca göre in'am edenin iradesiyle bedeninde intiþar eder.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Herhangi bir þeyin sonu ve âhiri intizam ve güzellikçe evvelinden aþaðý olmadýðý gibi; zâhiri ve sureti de san'at ve hikmetçe bâtýnýndan güzel deðildir. Öyle ise eþyanýn iç yüzlerini ve nihayetlerini sahibsiz zannedip, tesadüflere havale etme. Çiçekle, çiçekten çýkan semeredeki eser-i san'at ve hikmet; çekirdekle, çekirdekten çýkan filizin eser-i san'at ve nakþýndan aþaðý deðildir. Binaenaleyh Sâni'-i Zülcelal hem evveldir hem âhir, hem zâhirdir hem bâtýn... وَ هُوَ السّمِيعُ الْعَلِيمُ

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Kur'anýn i'cazý tahrifine bir seddir. Evet madem Kur'an mu'cizedir, beþer onun taklidini yapamaz. Âyetleri baþka kelâmlar ile tebdil edilmekle tahrif ve taðriri mümkün deðildir. Çünki müfessir, müellif, mütercim, muharref üslûblarýný, kisvelerini âyâtýn kisvesiyle iltibas ettiremezler. Âyetlerde i'caz damgasý vardýr. O damganýn altýnda olmayan kelâmlar âyet addedilemez. Öyle ise i'caz, tahrif ve taðriri kabul etmez.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Kur'an-ý Kerim nimetleri, âyetleri, delilleri ta'dad ederken فَبِاَىِّ آلاَءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ âyet-i celilesi tekrar ile zikredilmekte olduðundan þöyle bir delalet vardýr ki: Cin ve insin en çok isyanlarýný, en þedid tuðyanlarýný, en azîm küfranlarýný tevlid eden þöyle bir vaziyetleridir ki; nimet içinde in'amý görmüyorlar. Ýn'amý görmediklerinden Mün'im-i Hakikî'den gaflet ederler. Mün'imden gafletleri saikasýyla o nimetleri esbaba veya tesadüfe isnad ederek, Allah'tan o nimetlerin geldiðini tekzib ediyorlar. Binaenaleyh herbir nimetin bidayetinde, mü'min olan kimse Besmeleyi okusun. Ve o nimetin Allah'tan olduðunu kasdetmekle, kendisi ancak Allah'ýn ismiyle, Allah'ýn

 

sh: » (Ms: 87)

 

hesabýna aldýðýný bilerek, Allah'a minnet ve þükranla mukabelede bulunsun.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Ýnsan kalben ve fikren hakaik-i Ýlahiyeye bakýp düþündüðü zaman, bilhassa namaz ve ibadet esnasýnda, gerek þeytan tarafýndan, gerek nefsi tarafýndan pek fena, pis ve çirkin vesveseler, hatýralar, sinekler gibi kalbe, akla hücum ederler. Bu gibi hevaî, vehmî ve çirkin þeylerin def'iyle uðraþan adam, o vesveselere maðlub olur. Ancak onlarý maðlub edip kaçýrmak çaresi, müdafaayý terk edip onlar ile uðraþmamaktýr. Evet arýlar ile uðraþýldýkça onlar hücumlarýný arttýrýrlar. Onlara karýþýlmadýðý takdirde, insaný terkeder, giderler. Hem de o gibi vesveselerin, ne hakaik-i Ýlahiyeye ve ne de senin kalbine bir mazarratý yoktur. Evet pis bir menzilin deliklerinden semanýn güneþ ve yýldýzlarýna, cennetin gül ve çiçeklerine bakýlýrsa, o deliklerdeki pislik ne bakana ve ne de bakýlana bulaþmaz. Ve fena bir tesir etmez. (Haþiye)

 

(Haþiye): O çirkin sözler senin kalbinin sözleri deðil. Çünki senin kalbin ondan müteessir ve müteessiftir. Belki kalbe yakýn olan lümme-i þeytanîden geliyor. Meselâ: Sen namazda, Kâ'be karþýsýnda, huzur-u Ýlahîde âyâtý tefekkürde olduðun bir halde, þu tedai-i efkâr seni tutup en uzak malayaniyat-ý rezileye sevkeder. Meselâ: Âyinenin içindeki yýlanýn timsali ýsýrmaz. Ateþin misali yakmaz. Ve necasetin görünmesi âyineyi telvis etmez.

 

Ý’lem Eyyühe's-Said! Nedir bu gurur ve nedir bu gaflet? Nedir bu haþmet, nedir bu istiðna, nedir bu azamet? Elindeki ihtiyar bir kýl kadardýr ve iktidarýn bir zerre kadardýr. Ve hayatýn söndü, ancak bir þu'le kaldý. Ömrün geçti, þuurun söndü, bir lem'a kaldý. Þöhretin gitti, ancak bir an kaldý...

 

Zamanýn geçti kabirden baþka mekânýn var mý? Bîçare! Aczine ve fakrýna bir had var mý? Emellerin nihayetsizdir, ecelin yakýndýr. Evet böyle acz ve fakrýnla iktidar ve ihtiyardan hâlî bir insanýn ne olacak hali? Hazain-i rahmet sahibi Hâlýk-ý Rahman-ür Rahîm'e, böyle bir acz ile itimad etmek lâzýmdýr. Odur herkese nokta-i istinad. Odur her zaîfe cihet-i istimdad...

 

sh: » (Ms: 88)

 

هذِهِ الْمُنَاجَاةُ تَخَطَّرَتْ فِى الْقَلْبِ هكَذَا بِالْبَيَانِ الْفَارِسِى

 

يَارَبْ بَشَشْ جِهَتْ نَظَرْ مِيكَرْدَمْ دَرْدِ خُودْرَا دَرْمَانْ نَمِى دِيدَمْ

 

دَرْرَاسْتْ مِى دِيدَمْ كِه دِى رُوزْ مَزَارِ َدَرِ مَنَسْتْ

 

وَ دَرْ َ ْ دِيدَمْ كِه فَرْدَا قَبْرِ مَنَسْتْ

 

وَ ايمْرُوزْ تَابُوتِ جِسْمِ ُرْ اِضْطِرَابِ مَنَسْتْ

 

بَرْسَرِ عُمْرِ جَنَازَهءِ مَنْ اِيسْتَادَه اَسْتْ

 

دَرْ قَدَمْ آبِ خَاكِ خِلْقَتِ مَنْ وَ خَاكِسْتَرِ عِظَامِ مَنَسْتْ

 

ُنْ دَرْ َسْ مِينِكَرَمْ بِينََمْ اِينْ دُنْيَاءِ بِى بُنْيَادْ هِ ْ دَرْ هِي َسْتْ

 

وَ دَرْ ِيشْ اَنْدَازَهءِ نَظَرْ مِيكُنَمْ دَرِقَبِرْ كُشَادَه اَسْتْ

 

وَ رَاهِ اَبَدْ بَدُورِ دِرَازْ بَدِيدَا رَسْتْ

 

مَرَا جُزْ جُزْءِ اِخْتِيَارِى ِيزِى نِيسْتْ دَرْدَسْتْ

 

كِه اُو جُزْءْ هَمْ عَجِزْ هَمْ كُوتَاهُ وَ هَمْ كَمْ عَيَارَسْتْ

 

نَه دَرْ مَاضِى مَجَالِ حُلُولْ نَه دَرْ مُسْتَقْبَلْ مَدَارِ نُفُوذَاسْتْ

 

مَيْدَانِ اُواِينْ زَمَانِ حَالْ وَ يَكْ آنِ سَيَّالَسْتْ

 

بَا اِينْ هَمَه فَقْرَهَا وَ ضَعْفَهَا قَلَمِ قُدْرَتِ تُو آشِكَارَه

 

نُوِشْتَه اَسْت , دَرْفِطْرَتِ مَا مَيْلِ اَبَدْ وَ اَمَلِ سَرْمَدْ

 

بَلْكِه هَرْ ِه هَسْتْ , هَسْتْ

 

دَائِرَهءِ اِحْتِيَاجْ مَانَنْدِ دَائِرَهءِ مَدِّ نَظَرْ بُزُرْ ِى دَارَسْتْ

 

sh: » (Ms: 89)

 

خَيَالْ كُدَامْ رَسَدْ اِحْتِيَاجْ نِيزْرَسَدْ

 

دَرْ دَسْتْ هَرْ ِه نِيسْتْ دَرْاِحْتِيَاجْ هَسْتْ

 

دَائِرَهءِ اِقْتِدَارْ هَمْ ُو دَائِرَهءِ دَسْتِ كُوتَاهِ كُوتَاهَسْتْ

 

َسْ فَقْرُ و حَاجَاتِ مَا بَقَدَرِ جِهَانَسْتْ

 

وَ سَرْمَايَهءِ مَا هَمْ ُو جُزْءِ لاَيَتَجَزَّا اَسْتْ

 

اِينْ جُزْءِ كُدَامْ وَ اِينْ كَائِنَاتِ حَاجَاتِ كُدَامَسْتْ

 

َسْ دَرْرَاهِ تُوَازْ اِينْ نِيزْنَازْمِى ُذَشْتَنْ َارَهءِ مَنْ اَسْتْ

 

تَا عِنَايَتِ تُودَسْتْ ِيرِ مَنْ شَوَدْ رَحْمَتِ بِى نِهَايَتِ تُو َنَاهِ مَنْ اَسْتْ

 

آنْ كََسْ كِه بَحْرِ بِى نِهَايَتْ رَحْمَتْ يَافْتَ اسْتْ تَكْيَه نَه كُنَدْ بَرْ اِينْ جُزْءِ اِخْتِيَارِى كِه يَكْ قَطْرَه سَرَا بَسْتْ

 

اَيْوَاهْ اِيْنْ زِنْدِ َانِى هَمْ ُوخَابَسْتْ

 

وِينْ عُمْرِ بِى بُنْيَادْ هَمْ ُبَادَسْتْ

 

اِنْسَانْ بَزَوَالْ دُنْيَا بَفَنَا اَسْتْ آمَالْ بِى بَقَا آلاَمْ بَبَقَااَسْتْ

 

بِيَا اَىْ نَفْسِ نَافَرْجَامْ وُجُودِ فَانِى خُودْرَا فَدَا كُنْ

 

خَالِقِ خُدْرَا كِه اِينْ هَستِى وَدِيعَه هَسْتْ

 

وَ مُلْكِ اُو وَ اُودَادَهِ فَنَاكُنْ تَا بَقَايَابَدْ

 

اَزْآنْ سِرِّى كِه ; نَفْىِ نَفْىْ اِثْبَاتَسْتْ

 

خُدَاىِ ُرْكَرَمْ خُودْ مُلْكِ خُودْرَا مِى خِرَدْ اَزْتُو

 

بَهَاىِ بِى ِرَانْ دَادَه بَرَاىِ تُو نِ َاهْ دَارَسْتْ

 

sh: » (Ms:90)

 

(Bu kýsým, müellifin kendi Türkçesidir)

 

BÝN ÜÇYÜZOTUZDOKUZ TARÝHÝNDE, MECLÝS-Ý MEB'USANA HÝTABEN YAZDIÐIM BÝR HUTBENÝN SURETÝDÝR

 

بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

 

اِنَّ الصّلَوةَ كَانَتْ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ كِتَابًا مَوْقُوتًا

 

Ey mücahidîn-i Ýslâm! Ey ehl-i hall ü akid! Bu fakirin bir mes'elede on sözünü, birkaç nasihatýný dinlemenizi rica ediyorum.

 

Evvelâ: Þu muzafferiyetteki hârikulâde nimet-i Ýlahiye bir þükran ister ki devam etsin, ziyade olsun. Yoksa, nimet þükrü görmezse gider. Mademki Kur'an'ý, Allah'ýn tevfikiyle düþmanýn hücumundan kurtardýnýz; Kur'anýn en sarih ve en kat'î emri olan Salât gibi feraizi imtisal etmeniz lâzýmdýr. Tâ onun feyzi böyle hârika suretinde üstünüzde tevâli ve devam etsin.

 

Sâniyen: Âlem-i Ýslâmý mesrur ettiniz, muhabbet ve teveccühünü kazandýnýz. Lâkin o teveccüh ve muhabbetin idamesi, þeair-i Ýslâmiyeyi iltizam ile olur. Zira, Müslümanlar Ýslâmiyet hesabýna sizi severler.

 

Sâlisen: Bu âlemde evliyaullah hükmünde olan gazi ve þühedalara kumandanlýk ettiniz. Kur'an'ýn evamir-i kat'iyesine imtisal etmekle, öteki âlemde de o nuranî güruha refik olmaða çalýþmak, sizin gibi himmetlilerin þe'nidir. Yoksa, burada kumandan iken orada bir neferden istimdad-ý nur etmeðe muztar kalacaksýnýz. Bu dünya-yý deniyye, þan ve þerefiyle öyle bir meta deðil ki, sizin gibi insanlarý iþba etsin, tatmin etsin ve maksud-u bizzât olsun.

 

Râbian: Bu millet-i Ýslâmýn cemaatleri -çendan bir cemaat namazsýz kalsa, fâsýk da olsa yine- baþlarýndakini mütedeyyin görmek ister. Hattâ umum Kürdistan'da umum memurlara dair en evvel sorduklarý sual bu imiþ: “Acaba namaz kýlýyor mu?” derler. Namaz kýlarsa mutlak emniyet ederler; kýlmazsa, ne kadar muktedir olsa nazarlarýnda müttehemdir. Bir zaman, Beyt-üþ Þebab aþairinde isyan vardý. Ben gittim, sordum: “Sebeb nedir?” Dediler ki: “Kaymakamýmýz namaz kýlmýyordu, raký içiyordu. Öyle dinsizlere nasýl itaat edeceðiz?” Bu sözü söyleyenler de namazsýz, hem de eþkýya idiler.

 

sh: » (Ms: 91)

 

Hâmisen: Enbiya'nýn ekseri þarkta ve hükemanýn aðlebi garbda gelmesi kader-i ezelînin bir remzidir ki, þarký ayaða kaldýracak din ve kalbdir, akýl ve felsefe deðil. Þarký intibaha getirdiniz, fýtratýna muvafýk bir cereyan veriniz. Yoksa, sa'yiniz ya hebaen gider veya muvakkat, sathî kalýr...

 

Sâdisen: Hasmýnýz ve Ýslâmiyet düþmaný olan firenkler dindeki lâkaydlýðýnýzdan pek fazla istifade ettiler ve ediyorlar. Hattâ diyebilirim ki, hasmýnýz kadar Ýslâma zarar veren, dinde ihmalinizden istifade eden insanlardýr. Maslahat-ý Ýslâmiye ve selâmet-i millet namýna, bu ihmali a'male tebdil etmeniz gerektir. Görülmüyor mu ki, Ýttihadcýlar o kadar hârika azm ü sebat ve fedakârlýklarýyla, hattâ Ýslâm'ýn þu intibahýna da bir sebeb olduklarý halde, bir derece dinde lâübalilik tavrýný gösterdikleri için, dâhildeki milletten nefret ve tezyif gördüler. Hariçteki Ýslâmlar dindeki ihmallerini görmedikleri için hürmeti verdiler.

 

Sâbian: Âlem-i küfür, bütün vesaitiyle, medeniyetiyle, felsefesiyle, fünunuyla, misyonerleriyle âlem-i Ýslâma hücum ve maddeten uzun zamandan beri galebe ettiði halde, -âlem-i Ýslâma- dinen galebe edemedi. Ve dâhilî bütün fýrak-ý dâlle-i Ýslâmiye de, birer kemmiye-i kalile-i muzýrra suretinde mahkûm kaldýðý; ve Ýslâmiyet metanetini ve salabetini sünnet ve cemaatle muhafaza eylediði bir zamanda, lâübaliyane, Avrupa medeniyet-i habise kýsmýndan süzülen bir cereyan-ý bid'atkârane, sinesinde yer tutamaz. Demek âlem-i Ýslâm içinde mühim ve inkýlabvari bir iþ görmek, Ýslâmiyetin desatirine inkýyad ile olabilir, baþka olamaz. Hem olmamýþ, olmuþ ise de çabuk ölüp, sönmüþ...

 

Sâminen: Za'f-ý dine sebeb olan Avrupa medeniyet-i sefihanesi yýrtýlmaða yüz tuttuðu bir zamanda ve medeniyet-i Kur'anýn zuhura yakýn geldiði bir anda, lâkaydane ve ihmalkârane müsbet bir iþ görülmez. Menfîce, tahribkârane iþ ise, bu kadar rahnelere maruz kalan Ýslâm zâten muhtaç deðildir.

 

Tâsian: Sizin bu “Ýstiklal Harbi”ndeki muzafferiyetinizi ve âlî hizmetinizi takdir eden ve sizi can u dilden seven, cumhur-u mü'minîndir. Ve bilhassa tabaka-i avamdýr ki saðlam müslümanlardýr. Sizi ciddî sever ve sizi tutar ve size minnettardýr ve fedakârlýðýnýzý takdir ederler. Ve, intibaha gelmiþ en cesîm ve müdhiþ bir kuvveti size takdim ederler. Siz dahi, evamir-i Kur'aniyeyi imtisal ile onlara ittisal ve istinad etmeniz maslahat-ý Ýslâm namýna zarurîdir. Yoksa, Ýslâmiyetten tecerrüd eden bedbaht, milliyetsiz Avrupa meftunu firenk mukallidleri,

 

sh: » (Ms: 92)

 

avam-ý müslimîne tercih etmek, maslahat-ý Ýslâma münafî olduðundan, âlem-i Ýslâm nazarýný baþka tarafa çevirecek ve baþkasýndan istimdad edecek...

 

Âþiren: Bir yolda dokuz ihtimal-i helâket, tek bir ihtimal-i necat varsa; hayatýndan vazgeçmiþ, mecnun bir cesur lâzým ki o yola sülûk etsin. Þimdi, yirmidört saatten bir saati iþgal eden farz namaz gibi zaruriyat-ý diniyede, yüzde doksandokuz ihtimal-i necat var. Yalnýz, gaflet ve tenbellik haysiyetiyle, bir ihtimal zarar-ý dünyevî olabilir. Halbuki feraizin terkinde, doksandokuz ihtimal-i zarar var. Yalnýz gaflet ve dalalete istinad, tek bir ihtimal-i necat olabilir. Acaba dine ve dünyaya zarar olan ihmal ve feraizin terkine ne bahane bulunabilir? Hamiyet nasýl müsaade eder?

 

Bahusus bu güruh-u mücahidîn ve bu yüksek meclisin ef'ali taklid edilir. Kusurlarýný millet ya taklid veya tenkid edecek; ikisi de zarardýr. Demek onlarda hukukullah, hukuk-u ibadý da tazammun ediyor. Sýrr-ý tevatür ve icmaý tazammun eden hadsiz ihbaratý ve delaili dinlemeyen ve safsata-i nefis ve vesvese-i þeytandan gelen bir vehmi kabul eden adamlarla, hakikî ve ciddî iþ görülmez.

 

Þu inkýlab-ý azîmin temel taþlarý saðlam gerek. Þu meclis-i âlînin þahsiyet-i maneviyesi, sahib olduðu kuvvet cihetiyle mana-yý saltanatý deruhde etmiþtir. Eðer þeair-i Ýslâmiyeyi bizzât imtisal etmek ve ettirmekle mana-yý hilafeti dahi vekaleten deruhde etmezse, hayat için dört þeye muhtaç fakat an'ane-i müstemirre ile günde lâakal beþ defa dine muhtaç olan þu fýtratý bozulmayan ve lehviyat-ý medeniye ile ihtiyacat-ý ruhiyesini unutmayan bu milletin hacat-ý diniyesini Meclis tatmin etmezse, bilmecburiye mana-yý hilafeti, tamamen kabul ettiðiniz isme ve lafza verecek. O manayý idame etmek için kuvveti dahi verecek. Halbuki meclis elinde bulunmayan ve meclis tarîkýyla olmayan böyle bir kuvvet, inþikak-ý asâya sebebiyet verecektir. Ýnþikak-ý asâ ise, وَ اعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّهِ جَمِيعًا âyetine zýddýr. Zaman cemaat zamanýdýr. Cemaatýn ruhu olan þahs-ý manevî daha metindir ve tenfiz-i ahkâm-ý þer'iyeye daha ziyade muktedirdir. Halife-i þahsî, ancak ona istinad ile vezaifi deruhde edebilir. Cemaatýn ruhu olan þahs-ý manevî eðer müstakim olsa, ziyade parlak ve kâmil olur. Eðer fena olsa, pek çok fena olur. Ferdin, iyiliði de fenalýðý da mahduddur. Cemaatin ise gayr-ý mahduddur. Harice karþý kazandýðýnýz iyiliði, dâhildeki fenalýkla bozmayýnýz. Bilirsiniz ki ebedî düþmanlarýnýz ve zýdlarýnýz ve hasýmlarýnýz, Ýslâmýn þeai

 

sh: » (Ms:93)

 

rini tahrib ediyorlar. Öyle ise zarurî vazifeniz, þeairi ihya ve muhafaza etmektir. Yoksa þuursuz olarak þuurlu düþmana yardýmdýr. Þeairde tehavün, za'f-ý milliyeti gösterir. Za'f ise düþmaný tevkif etmez, teþci' eder...

 

حَسْبُنَا اللّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ * نِعْمَ اْلمُوْلَى وَنِعْمَ النَّصِيرُ

 

* * *

 

Ý’lem eyyühel-aziz!

 

(Ey aziz kardeþim bil ki!)

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Hakaik-i imaniyeyi isbat için îrad edilen bürhan ve delilleri tedkik ederken, þu kocaman neticeyi bu zaîf, nahif delil intac edemez diye tenkidatta bulunma. Zira za'fiyetiyle ittiham ettiðin o delilin saðýnda ve solunda bulunan takviye kuvvetleri ve kýt'alarý pek çoktur. Evet Ýslâmiyet'in sýdkýna delalet eden þahidlerden, þehîdlerden, bürhanlardan, delillerden, emarelerden her birisi, o müdafaa meydanýnda arkadaþýný himaye etmekle sýhhat raporunu imzalayarak saðlam olduðunu tasdik eder. O da, onun ilim ve haberine ehl-i vukuf olur. Çünki hakaik-i imaniyede hedef sübuttur, nefy deðildir. Sabit olan bir þeyi gösterenlerin biri, bin gibidir. Zira sübutta gösterenlerin gösterme tarzlarý birbirine uygun ve muvafýk olduðundan, her birisi ötekileri tezkiye ve tasdik etmiþ olur. Nefy cihetinde, nefyedenlerin þehadetlerinde tevafuk yoktur. Nefylerine mütehalif esbab gösterirler. Bunun için, þehadetleri birbirinin sýhhatine delil olamaz. Çünki tevafuk yok.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Bazan bir þeye þiddetli muhabbet, o þeyin inkârýna sebeb olur. Ve keza þiddet-i havf ve gayet azamet ve aklýn ihatasýzlýðý da inkâra sebeb olur.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Hanzalenin çekirdeðinde hanzale aðacý mündemiç ve dâhil olduðu gibi, Cehennem'in de küfür ve dalalet tohumunda müstetir bulunduðunu, þuhudî bir yakîn ile müþahede ettim. Ve keza nasýlki hurmanýn çekirdeði, hurma aðacýna hâmiledir. Aynen öyle de, iman habbesinde de Cennet'in mevcud olduðunu hads-i kat'î ile gördüm. Çünki o çekirdeklerin aðaçlara tahavvül ve inkýlablarý garib olmadýðý

 

sh: » (Ms:94)

 

gibi, küfür ve dalalet manasý da tazib edici bir Cehennem'i, iman ve hidayet de bir Cennet'i intac edeceðinde istib'ad yoktur.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Tohum olacak bir habbenin kalbi, yani içi delindiði zaman, elbette sünbüllenip neþv ü nema bulamaz; ölür gider. Kezalik ene ile tabir edilen enaniyetin kalbi, Allah Allah zikrinin þua ve hararetiyle yanýp delinirse, büyüyüp gafletle firavunlaþamaz. Ve Hâlýk-ý Semavat ve Arz'a isyan edemez. O zikr-i Ýlahî sayesinde, ene mahvolur.

 

Ýþte Nakþibendîler, zikir hususunda ittihaz ettikleri zikr-i hafî sayesinde kalbin fethiyle, ene ve enaniyet mikrobunu öldürmeðe ve þeytanýn emirberi olan nefs-i emmarenin baþýný kýrmaða muvaffak olmuþlardýr. Kezalik Kadirîler de zikr-i cehrî sayesinde tabiat tagutlarýný tar ü mar etmiþlerdir.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Âlemde her þeyin yüzünde hikmet eserleri göründüðü gibi en uzak, en geniþ, en ince kesretin tabakalarý üstünde de hikmet, ihtimam eserleri görülmektedir. Evet kesret ve tekessürün müntehasý ve neticesi olan insanýn sahife-i vechinde, cebhesinde, cildinde, ellerinin içlerinde kalem-i kader ile pek çok çizgiler, hatlar, nakýþlar, niþanlar yazýlmýþtýr. Malûmdur ki, insanýn þu sahifelerinde yazýlan o kelimeler, harfler, noktalar, harekeler, ruh-u insanîde bulunan manalara, maneviyatlara delalet ettikleri gibi, fýtratýnda kader tarafýndan yazýlan mektublara da iþaretleri vardýr. Arkadaþ, insanýn geçen sahifelerine kaderin yazdýðý haþiye, tesadüf ve ittifakýn dühûlüne bir menfez býrakmamýþtýr.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Þu dünya hayatýna muhabbetle mübtela olan bazý insanlar, o hayatýn vücuda gelmesinden maksad ve gaye, yalnýz o hayata hizmet ve o hayatýn bekasý olup, baþka bir faidesi olmadýðýný, yani Fâtýr-ý Hakîm'in zevilhayatta ve cevher-i insaniyette vedia olarak koyduðu bütün cihazat-ý acibe ve techizat-ý hârikanýn, seri-üz zeval olan þu hayatýn hýfzý ile bekasý için verildiðini zannediyorlar. Halbuki kaziye öyle olduðu takdirde, kâinattaki gayr-ý mütenahî nizamlarýn þehadetleriyle, sath-ý âlemde görünen hikmet, inayet, intizam, adem-i abesiyete olan delil ve bürhanlarýn, makûse olarak abesiyete, israfa, intizamsýzlýða, adem-i hikmete delil ve bürhan olmalarý lâzým gelecektir.

 

Arkadaþ! Þu dünyevî hayatýn faideleri pek çoktur. O faidelerden, hayat sahibine -tasarruf ve hizmeti nisbetinde- bir hisse ayrýldýktan sonra bâki kalan gayeler, semereler Fâtýr-ý Hakîm'e raci'dir. Evet insan ve insanýn hayatý esma-i Ýlahiyenin tecelliyatýna bir tarladýr. Ve

 

sh: » (Ms:95)

 

Cennet'te rahmet-i Ýlahiyenin enva'ýnýn cilvelerine mazhardýr. Ve hayat-ý uhreviyenin hârika ve gayr-ý mütenahî semereleri için bir fidanlýk veya bir çekirdektir. Demek insan bir sefine kaptaný gibidir. Sefinenin gayr-ý mahdud faidelerinden, kaptanýn alâka ve hizmeti nisbetinde kendisine verilir. Bâki kalan kýsmý sultana raci'dir. Ýnsan da, sefine-i vücuduyla alâkasý derecesinde o vücudun hayatdar semeratýndan hissesini alýr. Mütebâkisi, Sultan-ý Ezelî'ye aittir...

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Dünyanýn lezzetleri, zevkleri ve zînetleri, Hâlýkýmýzý, Mâlikimizi ve Mevlâmýzý bilmediðimiz takdirde cennet olsa bile cehennemdir. Evet öyle gördüm ve öyle de zevkettim. Bilhassa þefkatin ateþini söndürecek, marifetullahtan baþka bir þey var mýdýr? Evet marifetullah olduktan sonra, dünya lezzetlerine iþtiha olmadýðý gibi Cennet'e bile iþtiyak geri kalýr.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Dünyada cereyan eden ve husule gelen her bir þeyin iki vechi vardýr. Biri âhirete bakar ki, nefs-ül emirde en sabit, en aðýr bu vecihdir. Ýkincisi dünyaya, nefsine ve hevaya bakar. Bu vecih, hakaret, hiffet ve zevalden öyle bir mevkidedir ki, kalbin teessürüne, teellümüne, ýzdýrabýna, düþüncelerine bâis olacak bir kýymette deðildir.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Ýnsanlarýn öyle eblehleri vardýr ki, þeffaf bir zerrede þemsin timsalini veya bir çiçeðin renginde þemsin tecellisini görse; þemsin o timsal ve tecellisinden, hakikî þemsin bütün levazýmatýný, hattâ âleme merkez olmasýný ve seyyarata olan cezbini taleb edip isterler. Maahaza, o zerrede veya o çiçekte gördüðü timsal ve tecellinin bir ârýzadan dolayý kaybolduklarý zaman, basar ve basiretinin körlüðü dolayýsýyla hakikî þemsin inkârýna zehab ederler. Ve keza o eblehler tecelli ile husule gelen vücud-u zýllîyi, vücud-u hakikî ve aslîden fark edemezler, birbiriyle iltibas ederler. Bunun için, bir þeyde þemsin timsalini, gölgesini gördükleri zaman, þemsin hararetini, ziyasýný ve sair hususiyatýný da istemeye baþlarlar.

 

Ve keza o eblehler sinek, böcek ve sair küçük ve hasis þeylere bakarken, onlarda pek yüksek bir eser-i san'at ve hikmet görmekle, derler: “Sâni' bunlara pek fazla ehemmiyet vermiþtir. Bir sineðin ne kýymeti olabilir ki bu kadar masraflara, külfetlere mahal olsun?”

 

Arkadaþ! Bu gibi eblehleri ikna' ve iþkallerini def' için, dört þeyin bilinmesi lâzýmdýr.

 

sh: » (Ms: 96)

 

Birincisi: Cenab-ý Hakk'ýn rububiyetinin kemaliyle alâkadar olan her þey Onu tavsif eder. Fakat o þeyin, rububiyetine mazhar olduðu münasebetiyle, kemalinin de mahall-i tecellisi olur. Fakat, o kemal ile muttasýf olamaz.

 

Ýkincisi: Her þeyden Cenab-ý Hakk'ýn nuruna bir kapý açýlýr. Bu kapýlardan birisinin kapanmasý, gayr-ý mütenahî sair kapýlarýn da kapanmasýný istilzam etmez. Fakat, hepsinin bir miftah ile açýlmasý mümkündür.

 

Üçüncüsü: Ýlm-i muhitten in'ikas eden kader, her þeyde esma-i nuriyeden bir hisse tersim etmiþtir.

 

Dördüncüsü:

 

اِنمَّاَ اَمْرُهُ اِذَا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ * مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ

 

Bu âyetlerin sarahatine göre, her þeyin vücudu “Kün” emriyle baðlý olduðu gibi; bütün eþyanýn icad ve sonradan ihyalarý, bir nefs-i vâhidenin icad ve ihyasý gibidir. Demek icad Cenab-ý Hakk'a isnad edilirse, bu kadar rahat ve kolay olur. Amma esbaba veya eþyanýn kendilerine isnad edildiði zaman, bütün ukalânýn ve eblehlerin hükümlerinden neþ'et eden muhalâtý kabul etmeleri lâzým gelir...

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan, hakikatlarý durub-u emsal ile beyan ediyor. Çünki daire-i uluhiyete ait hakaik-i mücerrede, daire-i mümkinatta ancak misaller ile temessül ve tavazzuh eder. Mümkin ve miskin olan insan da, daire-i imkânda misallere bakarak, fevkinde bulunan daire-i vücubun þuunatýný, ahvalini düþünür.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Her þeyin içine melekût, dýþýna da mülk denir. Bu itibarla insan ile kalb, birbirine hem zarf, hem mazruf olur. Çünki insan mülk cihetiyle kalbe zarf olur. Melekût cihetiyle de mazruf olur.

 

Bu kaide arþ ile kevn hakkýnda da tatbik edilir. Þöyle ki: Arþ; Zâhir, Bâtýn, Evvel, Âhir isimlerinin halita ve karýþýðýdýr. Bu halitada dâhil olan Ýsm-i Zâhir itibariyle arþ, mülk; kevn, melekût olur. Ýsm-i Bâtýn itibariyle arþ, melekût; kevn, mülk olur. Demek arþa ism-i Zâhir nazarý ile bakýlýrsa; kendisi zarf, kevn de mazruf olur. Ýsm-i Bâtýn gözü

 

sh: » (Ms: 97)

 

ile bakýlýrsa; kendisi mazruf, kevn zarf olur. Ve keza ism-i Evvel itibariyle وَكَانَ عَرْشُهُ عَلَى الْمَاءِ âyetinin iþaret ettiði kevnin bidayetini içine alýyor. Ve ism-i Âhir itibariyle سَقْفُ الْجَنَّةِ عَرْشُ الرَّحْمَنِ hadîs-i þerifinin ima ettiði kevnin nihayetini içine alýyor.

 

Demek Arþ öyle bir halitadýr ki, þu dört isimden aldýðý hisseler ile kevn ve vücudun saðýný, solunu, üstünü ve altýný ihata etmiþ olur.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Acz, nidanýn madenidir. Ýhtiyaç duanýn menbaýdýr.

 

Feya Rabbî, ya Hâlýkî, ya Mâlikî! Seni çaðýrmakta hüccetim hacetimdir. Sana yaptýðým dualarda uddetim fâkatimdir. Vesilem fýkdan-ý hile ve fakrimdir. Hazinem aczimdir. Re's-ül malým, emellerimdir. Þefiim, Habibin (Aleyhissalâtü Vesselâm) ve rahmetindir. Afveyle, maðfiret eyle ve merhamet eyle yâ Allah yâ Rahman yâ Rahîm! Âmîn!

 

sh: » (Ms: 98)

 

Zeyl-ül Hubab

 

بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

 

Öyle bir Allah'a hamd, medh ü senalar ederiz ki, þu âlem-i kebir onun icadýdýr. Ve insan denilen þu küçük âlem de onun ibdaýdýr. Biri inþâsý, diðeri binasýdýr. Biri san'atý, diðeri sýbgasýdýr. Biri nakþý, diðeri zînetidir. Biri rahmeti, diðeri nimetidir. Biri kudreti, diðeri hikmetidir. Biri azameti, diðeri rububiyetidir. Biri mahluku, diðeri masnuudur. Biri mülkü, diðeri memlûküdür. Biri mescidi, diðeri abdidir. Evet bütün bu þeyler, eczasýyla beraber Allah'ýn mülkü ve malý olduðu, i'câzvari sikke ve mühürleriyle sabittir...

 

اَللّهُمَّ يَا قَيُّومَ اْلاَرْضِ وَ السَّمَاءِ اِنَّا نُشْهِدُكَ وَ جَمِيعَ مَصْنُوعَاتِكَ وَ جَمِيعَ خَلْقِكَ بِاَنَّكَ اَنْتَ اللّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ اَنْتَ وَحْدَكَ لاَ شَرِيكَ لَكَ وَ نَسْتَغْفِرُكَ وَ نَتُوبُ اِلَيْكَ وَ نَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُكَ وَ رَسُولُكَ اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ اَللّهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَيْهِ كَمَا يُنَاسِبُ حُرْمَتَهُ وَ كَمَا يَلِيقُ بِرَحْمَتِكَ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Her kim kendisini Allah'a mal ederse, bütün eþya onun lehinde olur. Ve kim Allah'a mal olmasa, bütün eþya onun aleyhinde olur. Allah'a mal olmak ise, bütün eþyayý terk ve her þeyin ondan olduðunu ve ona rücu ettiðini bilmekle olur.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Cenab-ý Hakk'ýn sana in'am ettiði vücud ile vücuda lâzým olan þeyler, temlik suretiyle deðildir. Yani, senin mülkün ve malýn olup istediðin gibi tasarruf etmek için verilmemiþtir. Ancak o gibi nimetlerde, Allah'ýn rýzasýna muvafýk tasarruf edilebilir.

 

Evet bir misafir, ev sahibinin iznine ve rýzasýna muvafýk olmayacak derecede, yemeklerde ve sair þeylerde israf edemez.

 

sh: » (Ms: 99)

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Gözleri küsuf tutmuþ bazý adamlar, gözleri önünde vukua gelen gayr-ý mahdud hususî haþr ü neþirleri kör gözleriyle gördükleri halde, kýyamet-i kübrayý ve haþr-i umumiyeyi nasýl istiðrab ediyorlar? Acaba çiçek açýp, semere veren aðaçlarda her sene icad edilen meyvelerin haþr ü neþirlerini gördükten sonra haþr-i umumîyi istib'ad eden sýkýlmaz mý? Eðer onlar þuhudî bir yakîn ile haþr-i umumîyi görmek isterlerse, -akýllarýný da beraber bulundurmak þartýyla- yaz mevsiminde küre-i arz bahçesine girsinler. Acaba aðaç dallarýndan sallanan o tatlý, ballý, nazif, latif kudret mu'cizeleri o mahlukat-ý latife, evvelkisinin yani ölüp giden semeratýn ayný veya misli deðil midir?

 

Eðer insanlarda olduðu gibi o meyvelerde de vahdet-i ruhiye olmuþ olsa idi, geçmiþ ve gelen yeni meyveler birbirinin ayný olmaz mýydý? Fakat ruhlarý olmadýðý için aralarýnda ayniyete yakýn öyle bir misliyet vardýr ki, ne aynýdýr ve ne de gayr keyfiyeti gösterir. Acaba semerattaki bu vaziyeti gören haþri istib'ad edebilir mi?

 

Ve keza manevî asansörler ile lâzým olan erzak ve gýdalarýný aðacýn yüksek dallarýna çýkartmakla, tebessümleriyle arz-ý dîdar eden dut ve kayýsý gibi meyveleri kuru ve camid bir aðaçtan ihraç ve icad etmekle o kuru aðacý acib bir vaziyete ve hayatdar antika bir þekle koyan kudret-i ezeliyeye haþr-i umumî aðýr gelir mi? Hâþâ! Bu latif, nâzik masnuatý o kuru aðaçlardan ihraç eden kudrete hiç bir þey aðýr gelmez. Bu bedihî bir mes'eledir. Fakat gözleri kör olanlar göremiyorlar.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan'ýn her bir suresi, bütün Kur'anýn münderecatýný icmâlen ihtiva ettiði gibi, sair surelerde zikredilen makasýd ve mühim kýssalarý da tazammun etmiþtir. Bundaki hikmet, Kur'an'ý tamamen okumaya vakti müsaid olmayan veya ancak bir kýsmýný veya bir sûresini okuyabilen insanlar, Kur'anýn hepsini okumaktan hasýl olan sevabdan mahrum kalmamasýdýr.

 

Evet mükellefîn arasýnda bulunan ümmîler ancak bir sureyi okuyabilirler. Ý’caz-ý Kur'an onlarý da tam sevab kazanmaktan mahrum etmemek için, bu nükte-i i'caziyeyi tâkib ederek bir sureyi tam Kur'an hükmünde kýlmýþtýr.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Maddiyattan olmayan, bilhassa mahiyetleri mütebâyin olan bir çoklukta tasarruf eden bir zâtýn, o çokluðun her birisiyle bizzât mübaþeret ve mualecesi lâzým deðildir.

 

Evet asker neferatý arasýnda bir kumandanýn tasarrufâtý, tanzimâtý, ancak emir ve iradesiyle husule gelir. Eðer o kumandanlýk vazifeleri

 

sh: » (Ms:100)

 

ve iþleri neferata havale edilirse, her bir neferin bizzât mübaþeret ve hizmetiyle veya her bir neferin bir kumandan kesilmesiyle vücud bulacaktýr.

 

Binaenaleyh Cenab-ý Hakk'ýn mahlukatýndaki tasarrufu, yalnýz bir emir ve irade ile olur. Bizzât mübaþereti yoktur. Þemsin kâinatý tenvir ettiði gibi.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! (*) Ýnsan, yaþayýþ vaziyetince, bir daðdan kopup sel içine düþen veya yüksek bir apartmandan düþüp yuvarlanan bir þahýs gibidir.

 

(*)Ehemmiyetli.

 

Evet hayat apartmaný yýkýlýyor. Ömür tayyaresi þimþek gibi geçiyor. Zaman da sel dolaplarýný sür'atle çalýþtýrýyor. Arz sefinesi de, sür'atle giderken تَمُرُّ مَرَّ السَّحَابِ âyetini okuyor. Sefine-i arz sür'atle yürürken, dünyanýn gayr-ý meþru lezzetlerine uzatýlan ellere zehirli dikenlerin batacaðý düþünülsün. Binaenaleyh o zehirli dünya oklarýna bakýp el uzatma. Firakýn elemi, telaki lezzetinden aðýrdýr.

 

Ey nefs-i emmarem! Sana tabi deðilim. Sen istediðin þeye ibadet et ve istediðin þeyin peþine düþ; ben ancak ve ancak beni yaratýp, þems ve kamer ve arzý bana müsahhar eden Fâtýr-ý Hakîm-i Zülcelal'e abd olurum.

 

Ve keza kader muhitinde uçan tayyare-i ömre veya hayat daðlarý arasýnda açýlan uhdud ve tünellerinden þimþekvâri geçen zamanýn þimendiferine bindirerek, ebed-ül âbâd memleketinin iskelesi hükmünde olan kabir tünelinin kapýsýna sevkeden Hâlýk-ý Rahman-ür Rahîm'den meded istiyorum.

 

Ve keza hiç bir þeyi dualarýma, istigaselerime ve niyazlarýma hedef ittihaz etmem. Ancak küre-i arzý harekete getiren felek çarklarýný durdurmaða ve þems ve kamerin birleþtirilmesiyle zamanýn hareketini teskin ettirmeðe ve vücudun þahikalarýndan yuvarlanýp gelen þu dünyayý sâkin kýlmaða kadir olan kudreti nihayetsiz Rabb-i Zülcelal'e dualarýmý, niyazlarýmý arz ve takdim ediyorum. Çünki her þeyle alâkadar âmâl ve makasýdým vardýr.

 

Ve keza kalbime vâki olan en ince, en gizli hatýralarý iþittiði ve kalbimin müyul ve emellerini tatmin ettiði gibi; akýl ve hayalimin de temenni ettikleri saadet-i ebediyeyi vermeðe kadir olan Zât-ý Akdes'ten maada kimseye ibadet etmiyorum. Evet dünyayý âhirete kalbetmekle kýyameti koparan kudret muktedirdir, âciz deðildir. Bir zerre o kudretin nazarýnda gizlenemez. Þems, büyüklüðüne güvenerek o kudretin elinden kurtulamaz. Evet onun marifetiyle elemler lezzetlere inkýlab eder.

 

sh: » (Ms: 101)

 

Evet Onun mârifeti olmazsa, ulûm evhama tahavvül eder. Hikmetler illet ve belalara tebeddül eder. Vücud ademe inkýlab eder. Hayat ölüme ve nurlar zulmetlere ve lezaiz günahlara tahavvül eder. Evet Onun mârifeti olmazsa, insanýn ahbabý ve mal ve mülkü insana a'da ve düþman olurlar. Beka bela olur, kemal heba olur, ömür heva olur. Hayat azab olur, akýl ikab olur. Âmâl, âlâma inkýlab eder.

 

Evet Allah'a abd ve hizmetkâr olana her þey hizmetkâr olur. Bu da, her þey Allah'ýn mülk ve malý olduðuna iman ve iz'an ile olur.

 

Evet kudret, insaný çok dairelerle alâkadar bir vaziyette yaratmýþtýr. En küçük ve en hakir bir dairede, insanýn eli yetiþebilecek kadar insana bir ihtiyar, bir iktidar vermiþtir. Ferþten arþa, ezelden ebede kadar en geniþ dairelerde insanýn vazifesi, yalnýz duadýr.

 

Evet قُلْ مَا يَعْبَؤُا بِكُمْ رَبِّى لَوْلاَ دُعَاؤُكُمْ âyet-i kerimesi, bu hakikatý tenvir ve isbata kâfidir. Öyle ise, çocuðun eli yetiþemediði bir þeyi peder ve vâlidesinden istediði gibi; abd de, acz ve fakrýyla Rabbýna iltica eder ve Hâlýkýndan ister.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Eþyada görünen nev'î ve ferdî vahdetler, Sâni'deki sýrr-ý vahdetten neþ'et etmiþtir. Çünki kuvvet daðýlmýyor. Bir kýsmýna çok, bir kýsmýna az sarfedilmekle kudrette, kuvvetin tecezzi ve inkýsamý olmuyor. Eðer vahdet olmasa idi, kudretin yaptýðý sarfiyatta tefâvüt olsa idi, masnûatta da tefavüt ve intizamsýzlýk olurdu. Demek kudretin vahdetle beraber masnûata yaptýðý tasarrufu, þemsin tenviri gibidir ki, bir þems-i vâhid, cüz' ve küllü bilâ-tefâvüt her þeyi ziyalandýrdýðý gibi, tecellisiyle de her þeyin yanýnda mevcuddur. Binaenaleyh mümkinat dairesi efradýndan tavzif edilen miskin, camid, meyyit ve ism-i Nur'a mazhar Þems'te sýrr-ý vahdet sayesinde bu kadar intizamlý tasarruf olursa; Þems-i Ezelî, Sultan-ý Ebedî, Kayyum-u Sermedî, Vâcib-ül Vücud, Vâhid-i Ehad'in masnûata tasarrufu nasýl olacaktýr?

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Sâni'in vahdetine en sadýk þahidlerden birincisi: Cüz'î ve küllî eþyalarda görünen vahdetlerdir. Çünki herhangi bir þey zerreden âleme kadar vahdet ile muttasýf ve alâkadardýr. Öyle ise, Sâni'de de vahdet var. Öyle ise, Sâni' ehaddir.

 

Ýkincisi: Her þeyde kabiliyetinin liyakatýna göre bir kemal-i ittikan vardýr. En âdi, küçük nebatî ve hayvanî bir þeyde kör gözler bile gördükleri öyle bir antika eser-i san'at vardýr ki, insanlarý hayrette býrakýr.

 

sh: » (Ms: 102)

 

Üçüncüsü: Herþeyin icad ve inþasýndaki sühulettir. Gözle görünen san'attaki sühulet isbata, delile muhtaç deðildir.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Küre-i arz maðazasýndan me'kulât ve meþrubat ve libas ve sâir ihtiyaçlarýnýzý temin ediyorsunuz. Parasýz aldýðýnýz bu mallarý Ýlahî hazineden almayýp birer birer esbaba yaptýracak olursanýz, acaba bir nar tanesini ne kadar zamanlarda elde edip, ne kadar pahalý alacaksýnýz? Çünki o nar, bütün eþya ile alâkadardýr. Az bir zamanda, az bir kýymetle husule gelmesi imkân haricidir. Ve ayný zamanda ondaki zînet, intizam, san'at, râyiha, tat ve koku gibi latif þeylerden anlaþýlýyor ki, o nar tanesi öyle bir Sâni'in masnuudur ki, icadýnda külfet ve mübâþeret yoktur.

 

Mes'ele böyle olduðu halde, haþeratýn zevk ve heveslerini tatmin için her bir noktasýnda bin türlü i'caz nükteleri bulunan o küre-i arz maðazasýndaki eþyanýn Sâni'i ya þuursuz, hissiz, iradesiz, ilimsiz, ihtiyarsýz, kemalsizdir ki, bu kadar bol zîkýymet antika eþyayý parasýz daðýtýyor. Bu bâtýl ihtimal, isbata muhtaç olmayan bedihî bir hakikattir. Veya o hazine sahibi o hazineyi âhirete gitmek üzere gelip muvakkaten kalan insanlara Ýlahî ve Rahmanî bir sofra olarak yaratmýþtýr. O hazine-i gaybda eþyanýn icadý “Kün” emri ile baðlýdýr.

 

Ve bütün eþyanýn melekûtiyetleri santral gibi Hakîm, Kadîr, Mürîd, Alîm bir Vâcib-ül Vücud'un yed-i kudretindedir.

 

Maahaza o Ýlahî sofradaki eþya yalnýz insan ve hayvanlarýn lezzet ve zevklerinin tatmini için deðildir. Her bir ferd-i müstehlikte zevilhayata ait cüz'î faidelerden baþka esma-i Ýlahiyenin tecelliyatýna ve faaliyetteki esrar ve þuûnatýna ait gayr-ý mütenâhî hikmetler, gayeler vardýr. Öyle ise, bu ziyafet-i âmme ve bu feyz-i âmmýn bir kör kuvvetten neþ'et etmesi ve bu eþyanýn semerâtý sel gibi akýp ittifaký ve tesâdüfün eline havâlesi muhaldir. Çünki o eþyanýn intizamlý hakîmane teþahhusatý ve þuurkârane muhkem hususiyatý kör tesadüf ve ittifaký reddediyor. Öyle de: O sofra-i rahmetteki ucuzluk ve kolaylýk ve çokluk o eþyanýn bir Cevvad-ý Mutlak'tan, bir Hakîm-i Mutlak'tan, bir Kadîr-i Mutlak'tan geldiðini gösteren þahidlerdir.

 

Ý’lem ey esbaba mübtela insan! Bil ki, sebebin halký ve sebebiyetinin takdiri ve müsebbebin vücuduna lâzým olan þeylerle techizi, kudretine nisbetle zerreler ve þemsler müsavi olan Zât'ýn “Kün” emriyle müsebbebi halketmesinden daha kolay, daha ekmel, daha a'lâ deðildir.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Dünyada görülen bilhassa nebatî ve hayvanî hayatlarda müþahede edilen ademler, idamlar, tebeddül ve teceddüd-ü

 

sh: » (Ms: 103)

 

emsalden ibarettir. Ýmanlý olan kimselere göre zeval ve firakýn acýsý deðil, yerlerine gelen emsalleriyle visalin lezzeti hasýl oluyor. Öyle ise, imana gel ki, elemden emin olasýn. Kadere teslim ol ki, selâmette kalasýn.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Asabiyet-i cahiliye, birbirine tesanüd edip yardým eden gaflet, dalalet, riya ve zulmetten mürekkeb bir macundur. Bunun için milliyetçiler, milliyeti mabud ittihaz ediyorlar. Hamiyet-i Ýslâmiye ise, nur-u imandan in'ikas edip dalgalanan bir ziyadýr.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Ehl-i ilhad ile ve bilhassa Avrupa mukallidleriyle münazara ile iþtigal edenler büyük bir tehlikeye maruzdurlar. Çünki nefisleri tezkiyesiz ve emniyetsiz olmasý ihtimaliyle tedricen hasýmlarýna maðlub olur ki, bîtarafane muhakeme denilen münsifane münazarada nefs-i emmareye emniyet edilemez. Çünki insaflý bir münazýr, hayalî bir münazara sahasýnda, arasýra hasmýnýn libasýný giyer, ona bir dâva vekili olarak onun lehinde müdafaada bulunur. Bu vaziyetin tekrarýyla, dimaðýnda bir tenkid lekesinin husule geleceðinden, zarar verir. Lâkin niyeti hâlis olur ve kuvvetine güvenirse, zararý yoktur. Böyle vaziyete düþen bir adamýn çare-i necatý, tazarru' ve istiðfardýr. Bu suretle o lekeyi izale edebilir.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Bu küre-i arz misafirhanesi, insanlarýn mülk ve malý deðildir. Ancak insanlar, amele gibi o misafirhanenin çeþit çeþit iþlerinde ve tezyinatýnda çalýþýrlar. Eðer küre-i arzýn haricinden yabancý birisi gelip misafirhanenin bir mu'cize ve hârika olduðuna ve insanlarýn da âciz, fakir, muhtaç olduklarýna dikkat ederse, bu insanlar bu binaya sahib ve sâni' olacak bir iktidarda deðildir, ancak böyle hârika bir masnuun sânii de mu'ciznüma olduðuna kat'iyetle hükmedecektir. Ve bu insanlar, o Sultan-ý Ezelî'nin makasýdýna çalýþan amelelerdir. Bu ameleler, aldýklarý ücretlerinden maada bu binadan bir þeye mâlik ve sahib olmadýklarýna tekraren hükmedecektir. Ve keza o çiçeklerin zevilhayata karþý gösterdiði teveddüdlerine ve tahabbüblerine ve tebessümlerine dikkat eden anlar ki: Bir Hakîm-i Kerim tarafýndan misafirlerine hizmetle muvazzaf bir takým hedaya ve behayadýr ki, Sâni' ile masnu arasýnda bir vesile-i tearüf ve tahabbüb olsun.

 

Eyyühen-nefs! Sen her bir eserde müessirin azametini görmek istiyorsun; fakat, haricî olan manalarý zihnî manalarda arýyorsun. Esma-i hüsnanýn her birisinde bütün esmanýn þuaatýný görmek istiyorsun. Her bir latifenin zevkiyle bütün letaifin zevklerini zevketmek istiyorsun. Her bir hisse tâbi olan iþleri ve hacetleri îfa ederken, bütün hislerinin iþle

 

sh: » (Ms: 104)

 

rini beraber görmek istiyorsun. Bundan dolayý evhama maruz kalýyorsun.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Bir nimetin umumî ve herkese þamil olmasý, kýymetinin azlýðýna ve ehemmiyetsizliðine delalet etmez. Ve o nimetin bir kasd ve iradeden gelmemesine emare olamaz. Meselâ: Göz nimetinin bütün hayvanlarda bulunmasý, senin göze olan þiddet-i ihtiyacýný tahfif etmediði gibi, gözün kýymetini tenkis etmeye de sebeb olamaz. Ve keza hususî ve tek bir nimetin tesadüfü mümkün olsa bile, umumî bir nimet behemehal bir mün'imin eser-i kasd ve iradesidir.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Her bir zîhayatýn hayatýnda gayr-ý mütenahî gayeler vardýr. Bu gayelerden zîhayata ait ancak binde birdir. Bâki kalan gayeler, gayr-ý mütenahî olan mâlikiyeti nisbetinde hayatý icad eden zâta aittir. Öyle ise, büyük bir mahlukun küçük bir mahluka tekebbür etmeye hakký yoktur. Ve hakikate nazaran abesiyet de yoktur. Çünki bir hayatýn bütün faideleri, bir zîhayata ait deðildir ki, abes olsun. Evet sath-ý arzda her sene yapýlan ziyafet-i âmme-i Ýlahiye nev'-i beþere halife olduðu münasebetiyle bir ikramdýr. Yoksa hepsi onun istifadesi için deðildir.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Ýnsanýn zihnine bazan þöyle bir vesvese gelir, der: “Sen de âdi ve böcek gibi bir hayvansýn. Hayvanlardan fazla ne kýymetin var? Hem de semavat ve arzý yed-i kudretine alan Hâlýk-ý Zülcelal'e karþý ne meziyetin ve ne gibi bir hizmetin var ki, seninle meþgul olsun? Bu vesveseye karþý þöyle bir hakikatý düþünmek lâzým:

 

1- Ýnsan gayr-ý mütenahî acz ve fakrýyla beraber Cenab-ý Hakk'a imanýyla, kudret ve gýna ve izzetine mazhar olmuþtur. Ýþte bu mazhariyetten dolayý insan, hayvaniyetten terakki edip halife-i zemin olmuþtur.

 

2- Cenab-ý Hak ihata-i kudret ve azemetiyle insanýn duasýný iþitir, hacatýný görür. Ve semavat ve arzýn tedbiri o insaný da düþünmeye mani deðildir.

 

Sual: Cenab-ý Hakk'ýn cüz'iyat ve hasis emirler ile iþtigali azametine münafîdir?

 

Elcevab: O iþtigal, azametine münafî deðildir. Bilakis, adem-i iþtigali azamet-i rububiyetine bir nakîsedir. Meselâ: Þemsin ziyasýndan bazý þeylerin mahrum ve hariç kalmasý, þemse bir nakîse olur. Maahaza bütün þeffaf þeylerde görünen þemsin timsallerinin her birisi, “Þems benimdir. Þems yanýmdadýr. Þems bendedir.” diyebilir. Ve zerreler ile þems arasýnda müzahame yoktur. Bütün mahlukat -bilhassa insanlarda ferdî olsun, nev'î olsun, þerif olsun hasis olsun- ilim, irade, kudret itibariyle Cenab-ý Hakk'ýn tecellisine mazhardýr. Herbir þey, herbir in

 

sh: » (Ms: 105)

 

san, “Allah yanýmdadýr” diyebilir. Bilhassa insanýn za'fý, fakrý, aczi nisbetinde Cenab-ý Hakk'ýn kurbiyeti ve her bir þeyin Cenab-ý Hak'la münasebeti olmakla beraber, o da münasebetdardýr. Ve gayr-ý mütenahî acz ve fakrý olan insan, gayr-ý mütenahî kudret ve gýna ve azameti olan Cenab-ý Hak'la münasebeti ne kadar latiftir.

 

Takdis ederiz o zâtý ki, en büyük lütfu en büyük azamete, en yüksek þefkati en yüksek ceberuta idhal ettiði gibi, nihayetsiz kurbu nihayetsiz bu'd ile cem'edip, zerreler ile þemsler arasýnda uhuvveti tesis etmiþtir. Birbirine zýd olan bu þeyleri cem'etmekle derece-i azametini bir derece göstermiþtir.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Ýmana ait bilgilerden sonra en lâzým ve en mühim a'mal-i sâlihadýr. Sâlih amel ise, maddî ve manevî hukuk-u ibada tecavüz etmemekle, hukukullahý da bihakkýn îfa etmekten ibarettir. Ecnebilerden alýnan maddî bilgiler, san'at ve terakkiyata ait ise, lâzýmdýr. Sefahete dair ise muzýrdýr.

 

اَللّهُمَّ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ وَ ارْحَمْ اُمَّةَ مُحَمَّدٍ عَلَيْهِ الصَّلاَتُ وَ السَّلاَمُ وَ نَوِّرْ قُلُوبَ اُمَّةِ مُحَمَّدٍ عَلَيْهِ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ بِنُورِ اْلاِيمَانِ وَ الْقُرْآنِ وَ نَوِّرْ بُرْهَانَ الْقُرْآنِ وَ عَظِّمْ شَرِيعَةَ اْلاِسْلاَمِ آمِينَ

 

sh: » (Ms: 106)

 

Habbe

 

(Cennet-i Kur'aniyenin semeratýndan bir semerenin ihtiva ettiði)

 

حَبَّ مِى ُويَدْ

 

مَنْ شَاخِ دِرَخْتَمْ ُرْ اَزْ مَيْوَهءِ تَوْحِيدْ يَكْ شَبْنَمَمْ اَزْ يَمْ ُرْ اَزْ لُؤْلُؤِ تَمْجِيدْ

 

بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

 

اَلْحَمْدُ ِللّهِ عَلَى دِينِ اْلاِسْلاَمِ وَ كَمَالِ اْلاِيمَانِ وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلَى مُحَمَّدٍ الَّذِى هُوَ مَرْكَزُ دَائِرَةِ اْلاِسْلاَمِ وَ مَنْبَعُ اَنْوَارِ اْلاِيمَانِ وَعَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ مَا دَامَ الْمَلَوَانِ وَمَا دَارَ الْقَمَرَانِ

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Þu gördüðün büyük âleme büyük bir kitab nazarýyla bakýlýrsa, Nur-u Muhammedî (A.S.M.) o kitabýn kâtibinin kaleminin mürekkebidir. Eðer o âlem-i kebir, bir þecere tahayyül edilirse, Nur-u Muhammedî hem çekirdeði, hem semeresi olur. Eðer dünya mücessem bir zîhayat farzedilirse, o nur onun ruhu olur. Eðer büyük bir insan tasavvur edilirse, o nur onun aklý olur. Eðer pek güzel þaþaalý bir cennet bahçesi tahayyül edilirse, Nur-u Muhammedî onun andelibi olur. Eðer pek büyük bir saray farzedilirse, Nur-u Muhammedî o Sultan-ý Ezelîn makarr-ý saltanat ve haþmeti ve tecelliyat-ý cemaliyesiyle âsâr-ý san'atýný hâvi olan o yüksek saraya nâzýr ve münadi ve teþrifatçý olur. Bütün insanlarý davet ediyor. O sarayda bulunan bütün antika san'atlarý, hârikalarý ve mu'cizeleri tarif ediyor. Halký o saray sahibine, sâniine îmân etmek üzere cazibedar, hayret-efza davet ediyor.

 

sh: » (Ms: 107)

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Hilkat þeceresinin semeresi insandýr. Malûmdur ki, semere bütün eczanýn en ekmeli ve kökten en uzaðý olduðu için bütün eczanýn hâsiyetlerini, meziyetlerini hâvidir. Ve keza hilkat-i âlemin ille-i gaiye hükmünde olan çekirdeði yine insandýr.

 

Sonra, o þecerenin semeresi olan insandan bir tanesini þecere-i Ýslâmiyete çekirdek ittihaz etmiþtir. Demek o çekirdek, âlem-i Ýslâmiyetin hem bânisidir, hem esasýdýr, hem güneþidir. Fakat o çekirdeðin çekirdeði kalbdir. Kalbin ihtiyacat saikasýyla âlemin enva'ýyla, eczasýyla pek çok alâkalarý vardýr. Esma-i hüsnanýn bütün nurlarýna ihtiyaçlarý vardýr. Dünyayý dolduracak kadar o kalbin hem emelleri, hem de düþmanlarý vardýr. Ancak, Ganiyy-i Mutlak ve Hâfýz-ý Hakikî ile itmi'nan edebilir.

 

Ve keza o kalbin öyle bir kabiliyeti vardýr ki, bir harita veya bir fihriste gibi bütün âlemi temsil eder. Ve Vâhid-i Ehad'den baþka merkezinde bir þeyi kabul etmiyor. Ebedî, sermedî bir bekadan maada bir þeye razý olmuyor.

 

Ýnsanýn çekirdeði olan kalb, ubudiyet ve ihlas altýnda Ýslâmiyet ile iska edilmekle imanla intibaha gelirse, nuranî, misalî âlem-i emirden gelen emr ile öyle bir þecere-i nuranî olarak yeþillenir ki; onun cismanî âlemine ruh olur. Eðer o kalb çekirdeði böyle bir terbiye görmezse, kuru bir çekirdek kalarak nura inkýlab edinceye kadar ateþ ile yanmasý lâzýmdýr.

 

Ve keza o habbe-i kalb için, pek çok hizmetçi vardýr ki, o hâdimler kalbin hayatýyla hayat bulup inbisat ederlerse, kocaman kâinat onlara tenezzüh ve seyrangâh olur. Hattâ kalbin hâdimlerinden bulunan hayal -meselâ- en zaîf, en kýymetsiz iken, hapiste ve zindanda kayýdlý olan sahibini bütün dünyada gezdirir, ferahlandýrýr. Ve þarkta namaz kýlanýn baþýný Hacer-ül Esved'in altýna koydurur. Ve þehadetlerini Hacer-ül Esved'e muhafaza için tevdi ettirir.

 

Madem benî-Âdem kâinatýn semeresidir. Nasýlki, bir harmanda baþaklar döðülür; tasfiye neticesinde semereler istibka ve iddihar edilir. Binaenaleyh haþir meydaný da bir harmandýr. Kâinatýn baþak ve semeresi olan benî Âdemi intizar etmektedir.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Þu görünen umumî âlemde her insanýn hususî bir âlemi vardýr. Bu hususî âlemler, umumî âlemin aynýdýr. Yalnýz umumî âlemin merkezi þemstir. Hususî âlemlerin merkezi ise þahýstýr. Her hususî âlemin anahtarlarý o âlemin sahibinde olup letaifiyle baðlýdýr. O þahsî âlemlerin safveti, hüsnü ve kubhu, ziyasý ve zulmeti, merkezleri olan eþhasa tâbidir. Evet âyinede irtisam eden bir bahçe hare

 

sh: » (Ms: 108)

 

ket, tegayyür ve sair ahvalinde âyineye tâbi olduðu gibi, her þahsýn âlemi de merkezi olan o þahsa tâbidir. Gölge ve misal gibi.

 

Binaenaleyh cisminin küçüklüðüne bakýp da günahlarýný küçük zannetme. Çünki kalbin kasavetinden bir zerre, senin þahsî âleminin bütün yýldýzlarýný küsufa tutturur.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Otuz seneden beri iki tagut ile mücadelem vardýr. Biri insandadýr, diðeri âlemdedir. Biri “Ene”dir, diðeri “Tabiat”týr. Birinci taðutu gayr-ý kasdî, gölgevari bir âyine gibi gördüm. Fakat o tagutu kasden veya bizzât nazar-ý ehemmiyete alanlar, Nemrud ve Firâvun olurlar.

 

Ýkinci taðut ise, onu Ýlahî bir san'at, Rahmanî bir sýbgat, yani nakýþlý bir boya þeklinde gördüm. Fakat gaflet nazarýyla bakýlýrsa, tabiat zannedilir ve maddiyyunlarca bir ilah olur. Maahaza o tabiat zannedilen þey, Ýlahî bir san'attýr. Cenab-ý Hakk'a hamd ve þükürler olsun ki, Kur'anýn feyziyle, mezkûr mücadelem her iki tagutun ölümüyle ve her iki sanemin kýrýlmasýyla neticelendi.

 

Evet Nokta, Katre, Zerre, Þemme, Habbe, Hubab Risalelerimde isbat ve izah edildiði gibi; mevhum olan tabiat perdesi parçalanarak altýnda þeriat-ý fýtriye-i Ýlahiye ve san'at-ý þuuriye-i Rahmaniye güneþ gibi ortaya çýkmýþtýr. Ve keza firâvunluða delalet eden “Ene”den Sâni'-i Zülcelal'e raci' olan “Hüve” tebarüz etti.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Dünyada sana ait çok emirler vardýr. Amma ne mahiyetlerinden ve ne akibetlerinden haberin olmuyor. Biri, ceseddir. Evet cesedin genç iken latif, zarif ve güzel gül çiçeðine benzerse de, ihtiyarlýðýnda kuru ve uyuþmuþ kýþ çiçeðine benzer ve tahavvül eder.

 

Biri de, hayat ve hayvaniyettir. Bunun da sonu ölüm ve zevaldir.

 

Biri de insaniyettir. Bu ise, zeval ve beka arasýnda mütereddittir. Daim-i Bâki'nin zikri ile muhafazasý lâzýmdýr.

 

Biri de ömür ve yaþayýþtýr. Bunun da hududu tayin edilmiþtir. Ne ileri ve ne de geri bir adým atýlamaz. Bunun için elem çekme, mahzun olma. Tahammülünden âciz, takatinden hariç olduðun tûl-i emel yükünü yüklenme!

 

Biri de, vücuddur. Vücud zâten senin mülkün deðildir. Onun mâliki ancak Mâlik-ül Mülk'tür. Ve senden daha ziyade senin vücuduna þefkatlidir. Binaenaleyh Mâlik-i Hakikî'nin daire-i emrinden hariç o vücuda karýþtýðýn zaman zarar vermiþ olursun. (Ümidsizliði intaç eden hýrs gibi.)

 

Biri de bela ve musibetlerdir. Bunlar zâildir, devamlarý yoktur. Zevalleri düþünülürse, zýdlarý zihne gelir, lezzet verir.

 

sh: » (Ms: 109)

 

Biri de, sen burada misafirsin ve buradan da diðer bir yere gideceksin. Misafir olan kimse, beraberce getiremediði bir þeye kalbini baðlamaz. Bu menzilden ayrýldýðýn gibi, bu þehirden de çýkacaksýn. Ve keza bu fâni dünyadan da çýkacaksýn. Öyle ise, aziz olarak çýkmaya çalýþ. Vücudunu Mûcidine feda et. Mukabilinde büyük bir fiat alacaksýn. Çünki feda etmediðin takdirde, ya bâd-i heva zâil olur, gider; veya Onun malý olduðundan yine Ona rücu eder.

 

Eðer vücuduna itimad edersen, ademe düþersin. Çünki ancak vücudun terkiyle vücud bulunabilir. Ve keza vücuduna kýymet vermek fikrinde isen, o vücuddan senin elinde ancak bir nokta kalabilir. Bütün vücudun cihat-ý erbaasýyla ademler içerisinde kalýr. Amma, o noktayý da elinden atarsan vücudun tam manasýyla nurlar içinde kalýr.

 

Biri de dünyanýn lezzetleridir. Bu ise, kýsmete baðlýdýr. Talebinde kalâka düþer. Ve sür'at-i zevali itibariyle aklý baþýnda olan onlarý kalbine alýp kýymet vermez.

 

Dünyanýn akibeti ne olursa olsun, lezaizi terketmek evlâdýr. Çünki akibetin ya saadettir, saadet ise þu fâni lezaizin terkiyle olur. Veya þekavettir. Ölüm ve idam intizarýnda bulunan bir adam, sehpanýn tezyin ve süslendirilmesinden zevk ve lezzet alabilir mi? Dünyasýnýn akibetini küfür saikasýyla adem-i mutlak olduðunu tevehhüm eden adam için de, terk-i lezaiz evlâdýr. Çünki o lezaizin zevaliyle vukua gelen hususî ve mukayyed ademlerden adem-i mutlakýn elîm elemleri her dakikada hissediliyor. Bu gibi lezzetler, o elemlere galebe edemez.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Merayý tecavüz eden koyun sürüsünü çevirtmek için çobanýn attýðý taþlara musab olan bir koyun, lisan-ý haliyle: “Biz çobanýn emri altýndayýz. O bizden daha ziyade faidemizi düþünür. Madem onun rýzasý yoktur, dönelim.” diye kendisi döner, sürü de döner.

 

Ey nefis! Sen o koyundan fazla âsi ve dâll deðilsin. Kaderden sana atýlan bir musibet taþýna maruz kaldýðýn zaman, اِنَّا لِلّهِ وَ اِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ söyle ve Merci-i Hakikî'ye dön, imana gel, mükedder olma. O seni senden daha ziyade düþünür.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Kalbin umûr-u dünyeviye ile kasden iþtigal etmek için yaratýlmýþ olmadýðý þöylece izah edilebilir:

 

Görüyoruz ki, kalb hangi bir þeye el atarsa, bütün kuvvetiyle, þiddetiyle o þeye baðlanýr. Büyük bir ihtimam ile eline alýr, kucaklar. Ve ebedî bir devamla onun ile beraber kalmak istiyor. Ve onun hakkýnda tam manasýyla fena olur. Ve en büyük ve en devamlý þeylerin pe

 

sh: » (Ms: 110)

 

þindedir, talebindedir. Halbuki umûr-u dünyeviyeden herhangi bir emir olursa, kalbin istek ve âmâline nazaran bir kýl kadardýr. Demek kalb, ebed-ül âbâda müteveccih açýlmýþ bir penceredir. Bu fâni dünyaya razý deðildir.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Kur'an, semadan nâzil olmuþtur. Ve Onun nüzuluyla semavî bir maide ve bir sofra-i Ýlahiye de nâzil olmuþtur. Bu maide, tabakat-ý beþerin iþtiha ve istifadelerine göre ayrýlmýþ safhalarý hâvidir. O maidenin sathýnda, yüzünde bulunan ilk safha tabaka-i avama aittir. Meselâ: اَنَّ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضَ كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَا âyet-i kerimesi, beþerin birinci tabakasýna þu manayý ifham ve ifade ediyor:

 

Semavat, ayaz, bulutsuz, yaðmuru yaðdýracak bir kabiliyette olmadýðý gibi, arz da kupkuru, nebatatý yetiþtirecek bir þekilde deðildir. Sonra ikisinin de yapýþýklýklarýný izale ve fetk ettik. Birisinden sular inmeðe, ötekisinden nebatat çýkmaða baþladý. Mezkûr âyetin ifade ettiði þu manaya delalet eden وَ جَعَلْنَاَ مِنَ الْمَاءِ كُلَّ شَيْءٍ حَىٍّ âyet-i kerimesidir. Çünki hayvanî ve nebatî olan hayatlarý koruyan gýdalar ancak arz ve semanýn izdivacýndan tevellüd edebilir.

 

Mezkûr âyetin tabaka-i avama ait safhasýnýn arkasýnda þöyle bir safha da vardýr ki: Nur-u Muhammediye'den (A.S.M.) yaratýlan madde-i aciniyeden, seyyarat ile þemsin o nurun macun ve hamurundan infisal ettirilmesine iþarettir. Bu safhayý delaletiyle teyid eden اَوَّلُ مَا خَلَقَ اللّهُ نُورِى olan hadîs-i þerifidir.

 

Ýkinci misal: اَفَعَيِينَا بِالْخَلْقِ اْلاَوَّلِ بَلْ هُمْ فِى لَبْسٍ مِنْ خَلْقٍ جَدِيدٍ olan âyet-i kerimenin tabaka-i avama ait safhasýnda þu mana vardýr.

 

“Onlar, daha acib olan birinci yaratýlýþlarýný þehadetle ikrar ettikleri halde, daha ehven, daha kolay ikinci yaratýlýþlarýný uzak görüyorlar.” Þu safhanýn arkasýnda haþir ve neþrin pek kolay olduðunu tenvir eden büyük bir bürhan vardýr.

 

Ey haþir ve neþri inkâr eden kafasýz! Ömründe kaç defa cismini tebdil ediyorsun. Sabah ve akþam elbiseni deðiþtirdiðin gibi her senede bir defa tamamýyla cismini tebdil ve tecdid ediyorsun, haberin var mýdýr? Belki her senede, her günde cisminden bir kýsým þeyler ölür, yeri

 

sh: » (Ms: 111)

 

ne emsali gelir. Bunu hiç düþünemiyorsun. Çünki kafan boþtur. Eðer düþünebilseydin, her vakit âlemde binlerce nümuneleri vukua gelen haþir ve neþri inkâr etmezdin. Doktora git, kafaný tedavi ettir.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Nefsin belahet ve hamakatine bak ki, bir Rabb-i Muhtar-ý Hakîm tarafýndan terbiye edildiðini ve o Rabb-i Hakîm'in memlûk ve masnuu olduðunu bildiðine ve bu temellük ve terbiyenin bütün efrad, enva', ecnasta câri olmakla mes'elenin bir kaide-i külliye þeklini aldýðýna ve bu feyzin þümullü olmakla bir nevi icma ve fiilî bir tasdika mazhar olduðuna nazaran kanun ve düstur þeklinde olan hâdiseye ve kesb-i külliyet eden kaideye bakarak kanaat ve itmi'nan etmesi lâzým iken, bütün âfâký cilvelendiren tecelliyat-ý esmayý -kendisi de o cilvelerde hissedar olduðu halde- vasýta-i tesettür ve alâmet-i ihmal sanýyor. Güya o nefsin fevkinde onun bütün ahvalini kontrol eden kimse yoktur. Ve kendisini, yaptýðý fiillerinde fiil içinde müstetir “Hu” gibi görüyor. Tecelliyatýn geniþliðini imtinaa, büyüklüðünü ademe hamletmekle þeytaný bile yaptýðý mugalatadan utandýrýyor.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Nefis daima ýzdýrablar, kalâklar içinde evhamdan kurtulup tevekküle yanaþmýyor. Hükm-ü Kadere razý olmuyor. Halbuki þemsin tulû' ve gurubu mukadder olduðu gibi, insanýn da bu dünyada tulû' ve gurubu ve sair mukadderatý, kalem-i kader ile cephesinde yazýlýdýr. Ýsterse baþýný taþa vursun ki, o yazýlarý silsin; fakat baþý kýrýlýr, yazýlara bir þey olmaz ha!

 

Ve illâ muhakkak bilsin ki: Semavat ve Arz'ýn haricine kaçýp kurtulamayan insan, Hâlýk-ý Külli Þey'in rububiyetine muhabbetle rýza-dâde olmalýdýr.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Bir þeyin sânii, o þeyin içinde olursa, aralarýnda tam bir münasebet lâzýmdýr. Ve masnuatýn adedince sânilerin çoðalmasý lâzýmdýr. Bu ise muhaldir. Öyle ise sâni', masnu içinde olamaz. Meselâ: Matbaa ile teksir edilen bir kitab, yine bir adamýn kalemiyle yazýlýyor. O kitabýn nakýþlarý, harfleri; kendisinden sünbüllenmez. Kâtib de o kitabet san'atý içinde deðildir. Ve illâ, intizamdan çýkar. Öyle ise, masnuun nakýþlarý kendisinden deðildir. Ancak, kudret kalemiyle kaderin takdiri üzerine yazýlýyor.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Aklýn pek garib bir hali vardýr. Öyle bir yed-i tûlâ sahibidir ki, bazan kâinatý ihata etmekle kucaðýna alýyor. Bazan daire-i imkândan çýkar, en yüksek dairelere müdahaleye çalýþýr. Bazan da bir katre suda boðulur, bir zerre içinde yok olur, bir kýlda kaybolur. Maahaza hangi þeyde fena ve kaybolursa, bütün varlýðý o

 

sh: » (Ms: 112)

 

þeye münhasýr olduðunu bilir. Ve hangi bir noktaya girse, bütün âlemi beraberce gِtürmek isteðindedir.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Eðer dünyanýn veya vücudun mülkiyeti, zýlliyeti sende ise taahhüd, tahaffuz, korku külfetleriyle nimetlerden lezzet alamazsýn, daima rahatsýz olursun. Çünki noksanlarý tedarik, mevcudlarý telef olmaktan muhafaza ile daima evham, korkular, meþakkatlere mahal olursun. Halbuki o nimetler, Mün'im-i Kerim'in taahhüdü altýndadýr. Senin iþin onun sofra-i ihsanýndan yeyip içmekle þükretmektir. Þükürde bir zahmet yoktur. Bilakis nimetin lezzetini arttýrýr. Çünki þükür, nimette in'amý görmek demektir. Ýn'amý görmek, nimetin zevalinden hasýl olan elemi def'eder. Zira nimet zâil olduðundan, Mün'im-i Hakikî onun yerini boþ býrakmaz, misliyle doldurur ve teceddüdünden lezzet alýrsýn.

 

Evet وَ آخِرُ دَعْوَيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ olan âyet-i kerime, hamdin ayn-ý lezzet olduðuna delalet eder. Çünki hamd, in'am þeceresini, nimet semeresinde gösterir. Ve bu vesile ile zeval-i nimetin tasavvurundan hasýl olan elem zâil olur. Çünki þecerede çok semere vardýr, biri giderse ötekisi yerine gelir. Demek hamd, ayn-ý lezzettir.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Âfâkî malûmat, yani hariçten, uzaklardan alýnan malûmat, evham ve vesveselerden hâlî olamýyor. Amma bizzât vicdanî bir þuura mahal olan enfüsî ve dâhilî malûmat ise, evham ve ihtimallerden temizdir. Binaenaleyh merkezden muhite, dâhilden harice bakmak lâzýmdýr.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Küre-i Arzý bir köy þekline sokan þu medeniyet-i sefihe ile gaflet perdesi pek kalýnlaþmýþtýr. Ta'dili, büyük bir himmete muhtaçtýr. Ve keza beþeriyet ruhundan dünyaya nâzýr pek çok menfezler açmýþtýr. Bunlarýn kapatýlmasý ancak Allah'ýn lütfuna mazhar olanlara müyesser olur.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Bir zerre, kocaman þemsi tecelli ile, yani in'ikas itibariyle istiab eder, içine alýr. Fakat küçücük iki zerreyi bizzât yani hacimleri itibariyle içine alamaz. Binaenaleyh yaðmurun þemsin timsaline ma'kes olan katreleri gibi, kâinatýn zerrat ve mürekkebatý, ilim ve iradeye müstenid kudret-i nuraniye-i ezeliyenin -tecelli ve in'ikas itibariyle- lem'alarýna mazhar olabilirler. Fakat gözün içindeki bir hüceyre zerresi, “asab, evride, þerayin”de tesirleri görünen bir kudret, þuur ve iradeye menba olamaz. Bu acib san'at, muntazam nakýþ, ince

 

sh: » (Ms: 113)

 

hikmetin iktizasýna göre kâinatýn her bir zerresi, herbir mürekkebatý, uluhiyete mahsus muhit ve mutlak sýfatlara menba ve masdar olmasý lâzým gelir. Veya o sýfatlar ile muttasýf Þems-i Ezelî'nin tecelliyat lem'alarýna ma'kes olmalarý lâzýmdýr.

 

Birinci þýkta kâinatýn zerratý adedince muhalât vardýr. Binaenaleyh her bir zerre o büyük yükün tahammülünden âciz olduðunu ikrar ile “Mûcid, Hâlýk, Rab, Mâlik, Kayyum ancak Allah'týr” diye þehadetini ilân eder. Ve keza her bir zerre, her bir mürekkebat, muhtelif lisan ve delaletleriyle þu beyti terennüm ediyorlar:

 

عِبَارَاتُنَا شَتَّى وَ حُسْنُكَ وَاحِدٌ وَ كُلٌّ اِلَى ذَاكَ الْجَمَالِ يُشِيرُ

 

Evet her bir harf kendi vücuduna bir vecihle delalet eder. Amma kâtibinin, sâniinin vücuduna çok vecihlerle delalet eder. Evet...

 

مِنَ اْلمَلأِ اْلاَعْلَى اِلَيْكَ رَسَائِلُ * تَأَمَّلْ سُطُورَ الْكَائِنَاتِ فَاِنَّهَا

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Cam, su, hava, âlem-i misal, ruh, akýl, hayal, zaman vesaire gibi, tecelli-i timsal akislere mahal ve mazhar olan çok þeyler vardýr. Maddiyat-ý kesifenin timsalleri hem münfasýl, hem ölü hükmündedirler. Çünki asýllarýna gayr olduklarý gibi, asýllarýnýn hâsiyetlerinden de mahrumdurlar. Nuranîlerin timsalleri ise, asýllarýyla muttasýl ve asýllarýnýn hâsiyetlerine mâlik ve asýllarýna gayr deðillerdir. Binaenaleyh Cenab-ý Hak þemsin hararetini hayat, ziyasýný þuur, ziyadaki renkleri duygu gibi yapmýþ olsa idi, senin elindeki âyinede temessül eden þemsin timsali seninle konuþacaktý. Çünki o, timsalinde oldukça harareti, ziyasý, renkleri olurdu. Hararetiyle hayat bulurdu. Ziyasýyla þuurlu olurdu. Renkleri ile de duygulu olurdu. Böyle olduktan sonra, seninle konuþabilirdi. Bu sýrra binaendir ki, Resul-i Ekrem (A.S.M.) kendisine okunan bütün salavat-ý þerifeye bir anda vâkýf olur.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Sübhanallah ve Elhamdülillah cümleleri, Cenab-ý Hakk'ý Celal ve Cemal sýfatlarýyla zýmnen tavsif ediyorlar. “Celal” sýfatýný tazammun eden “Sübhanallah”, abdin ve mahlukun Allah'tan baid olduklarýna nâzýrdýr.

 

Cemal sýfatýný içine alan “Elhamdülillah”, Cenab-ý Hakk'ýn rahmetiyle abde ve mahlukata karib olduðuna iþarettir. Meselâ biri kurb, diðeri bu'd olmak üzere bize nâzýr þemsin iki ciheti vardýr. Kurb cihetiyle hararet ve ziyayý veriyor. Bu'd cihetiyle insanlarýn mazarrat

 

sh: » (Ms: 114)

 

larýndan tahir ve safi kalýyor. Bu itibarla insan þemse karþý yalnýz kabil olabilir, fâil ve müessir olamaz.

 

Kezalik -bilâ teþbih- Cenab-ý Hak rahmetiyle bize karib olduðu cihetle ona hamdediyoruz. Biz ondan uzak olduðumuz cihetle O'nu tesbih ediyoruz. Binaenaleyh rahmetiyle kurbüne bakarken hamdet. Ondan baid olduðuna bakarken, tesbih et. Fakat her iki makamý karýþtýrma ve her iki nazarý birleþtirme ki, hak ve istikamet mültebis olmasýn. Lâkin iltibas ve mezc olmadýðý takdirde, her iki makamý ve her iki nazarý hem tebdil, hem cem'edebilirsin. Evet “Sübhanallahi ve bihamdihi” her iki makamý cem'eden bir cümledir.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Dört þey için dünyayý kesben deðil, kalben terketmek lâzýmdýr:

 

1- Dünyanýn ömrü kýsa olup, sür'atle zeval ve guruba gider. Zevalin elemiyle, visalin lezzeti zeval buluyor.

 

2- Dünyanýn lezaizi zehirli bala benzer. Lezzeti nisbetinde elemi de vardýr.

 

3- Seni intizar etmekte ve senin de sür'atle ona doðru gitmekte olduðun “kabir”, dünyanýn zînetli, lezzetli þeylerini hediye olarak kabul etmez. Çünki dünya ehlince güzel addedilen þey, orada çirkindir.

 

4- Düþmanlar ve haþerat-ý muzýrra arasýnda bir saat durmakla dost ve büyükler meclisinde senelerce durmak arasýndaki müvazene, kabir ile dünya arasýndaki ayný müvazenedir. Maahaza, Cenab-ý Hak da bir saatlik lezzeti terketmeye davet ediyor ki, senelerce dostlarýnla beraber rahat edesin. Öyle ise, kayýdlý ve kelepçeli olarak sevkedilmezden evvel, Allah'ýn davetine icabet et.

 

Fesübhanallah, Cenab-ý Hakk'ýn insanlara fazl u keremi o kadar büyüktür ki, insana vedia olarak verdiði malý, büyük bir semeni ile insandan satýn alýr, ibka ve himaye eder. Eðer insan o malý temellük edip Allah'a satmazsa, büyük bir belaya düþer. Çünki o malý uhdesine almýþ oluyor. Halbuki, kudreti taahhüde kâfi gelmiyor. Çünki arkasýna alýrsa, beli kýrýlýr; eli ile tutarsa, kaçar, tutulmaz. En nihayet meccanen fena olur gider, yalnýz günahlarý miras kalýr.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Geceye benzeyen gençliðim zamanýnda gözlerim uyumuþ idi, ancak ihtiyarlýk sabahýyla uyandým, mealinde olan:

 

وَ لَمْ تَنْتَبِهْ اِلاَّ بِصُبْحِ مَشِيبٍ وَ عَيْنِى قَدْ نَامَتْ بِلَيْلِ شَبِيبَتِى *

 

þiirin þümulüne dâhilim. Çünki gençliðimde en yüksek bir intibah þa

 

sh: » (Ms: 115)

 

hikasýna çýktýðýmý sanýyordum. Þimdi anlýyorum ki, o intibah intibah deðilmiþ. Ancak uykunun en derin kuyusunda bulunmaktan ibaret imiþ. Binaenaleyh medenîlerin iftihar ile dem vurduklarý tenevvür-ü intibahlarý, benim gençlik zamanýmdaki intibah kabilesinden olsa gerektir.

 

Onlarýn misali, rü'yasýnda güya uyanýp, rü'yasýný halka hikâye eden naim meselidir. Halbuki rü'yasýnda onun o intibahý, uykunun hafif perdesinden derin ve kalýn bir perdeye intikal ettiðine iþarettir. Böyle bir naim ölü gibidir. Yarýbuçuk uykuda bulunan insanlarý nasýl ikaz edebilir?

 

Ey uykuda iken kendilerini ayýk zannedenler! Umûr-u diniyede müsamaha veya teþebbühle medenîlere yanaþmayýn. Çünki aramýzdaki dere pek derindir. Doldurup hatt-ý muvasalayý temin edemezsiniz. Ya siz de onlara iltihak edersiniz veya dalalete düþer boðulursunuz.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Masiyetin mahiyetinde, bilhassa devam ederse, küfür tohumu vardýr. Çünki o masiyete devam eden, ülfet peyda eder. Sonra ona âþýk ve mübtela olur. Terkine imkân bulamayacak dereceye gelir. Sonra o masiyetinin ikaba mûcib olmadýðýný temenniye baþlar. Bu hal böylece devam ettikçe, küfür tohumu yeþillenmeye baþlar. En nihayet, gerek ikabý ve gerek dâr-ül ikabý inkâra sebeb olur.

 

Ve keza masiyete terettüb eden hacaletten dolayý, o masiyetin masiyet olmadýðýný iddia etmekle, o masiyete muttali olan melekleri bile inkâr eder. Hattâ þiddet-i hacaletten yevm-i hesabýn gelmeyeceðini temenni eder.

 

Þâyet yevm-i hesabý nefyeden edna bir vehmi bulursa, o vehmi kocaman bir bürhan addeder. En nihayet nedamet edip terketmeyenlerin kalbi küsufa tutulur, mahvolur gider. -El'iyazübillah-

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan'ýn i'caz ve belâgatýna dair Lemaat namýndaki eserimde izah edilen bazý lem'alarý dinleyeceksin:

 

1- Kur'anýn okunuþunda yüksek bir selaset vardýr ki, lisanlara aðýr gelmez.

 

2- Büyük bir selâmet vardýr ki, lafzan ve manen hatadan sâlimdir.

 

3- Âyetler arasýnda büyük bir tesanüd vardýr ki, kârgir binalar gibi, âyetleri birbirine dayanarak bünye-i Kur'aniyeyi sarsýlmaktan vikaye ediyor.

 

4- Büyük bir tenasüb, tecavüb, teavün vardýr ki; âyetleri birbirine ecnebi olmadýðý gibi, birbirinin vuzuhuna yardým, istizahýna cevab veriyor.

 

sh: » (Ms: 116)

 

5- Parça, parça, ayrý ayrý zamanlarda nâzil olduðu halde þiddet-i tenâsübden sanki bir defada nâzil olmuþtur.

 

6- Esbab-ý nüzul ayrý ayrý ve mütebayin olduðu halde, þiddet-i tesanüdden sanki sebeb birdir.

 

7- Mükerrer mütefavit suallere cevab olduðu halde, þiddet-i imtizac ve ittihaddan sanki sual birdir.

 

8- Müteaddid, mütegayir hâdisata beyan olduðu halde, kemal-i intizamdan sanki hâdise birdir ve bir hâdiseye cevabdýr.

 

9- “Tenezzülât-ý Ýlahiye” ile tabir edilen muhatablarýn fehimlerine yakýn ve münasib üslûblar üzerine nâzil olmuþtur.

 

10- Bütün zaman ve mekânlarda gelip geçen insanlara tevcih-i kelâm ettiði halde, sühulet-i beyandan dolayý sanki muhatab birdir.

 

11- Ýrþadýn gayelerine îsal için tekrarlarý tahkik ve takriri ifade eder. Maahaza, tekrarlarý halel vermez. Ýadesi, zevki izale etmez. Tekerrür ettikçe misk gibi kokar.

 

12- Kur'an kalblere kuvvet ve gýdadýr. Ruhlara þifadýr. Gýdanýn tekrarý kuvveti artýrýr. Tekrar etmekle daha me'luf ve me'nus olduðundan lezzeti artar.

 

13- Ýnsan maddî hayatýnda; her anda havaya, her vakit suya, her zaman ve her gün gýdaya, her hafta ziyaya muhtaçtýr. Bunlarýn tekerrürü haddizâtýnda tekerrür olmayýp, ihtiyaçlarýn tekerrürü içindir. Kezalik insan hayat-ý ruhiyesi cihetiyle Kur'anda zikredilen bütün nevilere muhtaçtýr. Bazý nevilere her anda muhtaçtýr. “Hüvallah” gibi. Çünki ruh bunun ile nefes alýyor. Bazý nevilere her vakit, bazýlarýna her zaman muhtaçtýr. Ýþte hayat-ý kalbiyenin ihtiyaçlarýna binaen Kur'an tekrarlar yapýyor. Meselâ: “Bismillah”, hava-i nesîmî gibi kalbi ve ruhu tatmin ettiðinden kesret-i ihtiyaca binaen Kur'anda çok tekrar edilmiþtir.

 

14- Kýssa-i Musa gibi bazý hâdisat-ý cüz'iyenin tekrarý, o hâdisenin büyük bir düsturu tazammun ettiðine iþarettir.

 

Hülâsa: Kur'an hem zikirdir, hem fikirdir, hem hikmettir, hem ilimdir, hem hakikattir, hem þeriattýr, hem sadýrlara þifa, mü'minlere hüda ve rahmettir.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Fýtrat-ý insaniyenin garib bir hali, gaflet zamanýnda letaif ile havassýn hükümlerini, iltibas ile birbirine benzetir, tefrik edemez. Meselâ: El ile gözü birbirine benzetip hizmetlerini ve vazifelerini tefrik edemeyen bir mecnun, yüksekte gözüyle gördüðü bir þeyi almak için elini uzatýyor. El gözün komþusu olduðu münasebetle, onun yaptýðý iþi, el de yapabilir zanneder.

 

sh: » (Ms: 117)

 

Kezalik insan-ý gafil, kendi þahsýna ait edna, cüz'î bir tanzimden âciz olduðu halde gururuyla, hayaliyle Cenab-ý Hakk'ýn ef'aline tahakküm ile el uzatýyor.

 

Yine insanýn fýtratýnda acib bir hal: Ýnsanýn efradý arasýnda cismen ve sureten ayrýlýk varsa da pek azdýr. Amma manen ve ruhen, aralarýnda zerre ile þems arasýndaki ayrýlýk kadar bir ayrýlýk vardýr. Fakat sair hayvanat öyle deðildir. Meselâ balýk ile kuþ, kýymet-i ruhiyece birbirine pek yakýndýrlar. En küçüðü en büyüðü gibidir. Çünki insanýn kuvve-i ruhiyesi tahdid edilmemiþtir. Enaniyet ile o kadar aþaðý düþerler ki, zerreye müsavi olur. Ubudiyet ile de o kadar yükseðe çýkýyor ki, iki cihanýn güneþi olur. -Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm gibi.-

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Eþyada esas bekadýr, adem deðildir. Hattâ ademe gittiklerini zannettiðimiz kelimat, elfaz, tasavvurat gibi seri-üz zeval olan bazý þeyler de ademe gitmiyorlar. Ancak suretlerini ve vaziyetlerini deðiþerek zevalden masun kalýp bazý yerlerde tahassunla adem-i mutlaka gitmezler. Fen dedikleri hikmet-i cedide, bu sýrra vâkýf olmuþ ise de, vuzuhuyla vâkýf olamamýþtýr. Ve ayný zamanda “Âlemde adem-i mutlak yoktur. Ancak terekküb ve inhilal vardýr” diye ifrat ve hata etmiþtir. Çünki âlemde Cenab-ý Hakk'ýn sun'uyla terkib vardýr. Allah'ýn izniyle tahlil vardýr. Allah'ýn emriyle icad ve idam vardýr.

 

يَفْعَلُ اللَّهُ مَا يَشَاءُ وَ يَحْكُمُ مَا يُرِيدُ

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Kabir, âlem-i âhirete açýlmýþ bir kapýdýr. Arka ciheti rahmettir, ön ciheti ise azabdýr. Bütün dost ve sevgililer o kapýnýn arka cihetinde duruyorlar. Senin de onlara iltihak zamanýn gelmedi mi? Ve onlara gidip onlarý ziyaret etmeðe iþtiyakýn yok mudur? Evet vakit yaklaþtý. Dünya kazuratýndan temizlenmek üzere bir gusül lâzýmdýr. Yoksa onlar istikzar ile ikrah edeceklerdir.

 

Eðer Ýmam-ý Rabbanî Ahmed-i Farukî bugün Hindistan'da hayattadýr diye ziyaretine bir davet vuku' bulsa, bütün zahmetlere ve tehlikelere katlanarak ziyaretine gideceðim. Binaenaleyh Ýncil'de “Ahmed”, Tevrat'ta “Ahyed” Kur'anda “Muhammed” ismiyle müsemma, iki cihanýn güneþi, kabrin arka tarafýnda milyonlarca Farukî Ahmedler ile muhat olarak sâkindir. Onlarýn ziyaretlerine gitmek için niye acele etmiyoruz? Geri kalmak hatadýr.

 

sh: » (Ms: 118)

 

Þu esasata dikkat lâzýmdýr:

 

1- Allah'a abd olana her þey müsahhardýr. Olmayana her þey düþmandýr.

 

2- Her þey kader ile takdir edilmiþtir. Kýsmetine razý ol ki, rahat edesin.

 

3- Mülk Allah'ýndýr. Sende emaneten duruyor. O emaneti ibka edip senin için muhafaza edecek. Sende kalýrsa, meccanen zâil olur gider.

 

4- Devam olmayan bir þeyde lezzet yoktur. Sen zâilsin. Dünya da zâildir. Halkýn dünyasý da zâildir. Kâinatýn þu þekl-i hazýrý da zâildir. Bunlar saniye ve dakika ve saat ve gün gibi birbirini takiben zevale gidiyorlar.

 

5- Âhirette seni kurtaracak bir eserin olmadýðý takdirde, fâni dünyada býraktýðýn eserlere de kýymet verme.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! “Sübhanallah”, “Elhamdülillah”, “Allahü Ekber” bu üç mukaddes cümlenin faidelerini ve mahall-i istimallerini dinle:

 

1- Kalbinde hayat bulunan bir insan kâinata, âleme bakarken idrakinden âciz bilhassa þu boþlukta yapýlan Ýlahî manevralarý görmekle hayretler içinde kalýr. Ýþte bu gibi hayret ve dehþetengiz vaziyetleri ancak “Sübhanallah” cümlesinden nebean eden mâ-i zülal içmekle o hayret ateþi söner.

 

2- Ayný o insan, gördüðü leziz nimetlerden duyduðu zevkleri izhar etmekle, “Hamd” ünvaný altýnda in'amý nimette ve mün'imi in'amda görmekle idame-i nimet ve tezyid-i lezzet talebinde bulunarak “Elhamdülillah” cümlesiyle nimetler definesini bulan adam gibi nefes alýyor.

 

3- Ayný o insan, mahlukat-ý acibe ve harekât-ý garibeden aklýnýn tartamadýðý ve zihninin içine alamadýðý þeyleri gördüðü zaman, “Allahü Ekber” demekle rahat bulur. Yani, Hâlýký daha azîm ve daha büyüktür. Onlarýn halk ve tedbirleri kendisine aðýr deðildir.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Ýnsan seyyiatýyla, Allah'a zarar vermiþ olmuyor. Ancak nefsine zarar eder. Meselâ: Hariçte, vâkide ve hakikatte Allah'ýn þeriki yoktur ki, onun hizbine girmekle Cenab-ý Hakk'ýn mülküne ve âsârýna müdahale edebilsin. Ancak, þeriki zihninde düþünür, boþ kafasýnda yerleþtirir. Çünki hariçte þerikin yeri yoktur. O halde o kafasýz, kendi eliyle kendi evini yýkýyor.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Allah'a tevekkül edene Allah kâfidir. Allah, kâmil-i mutlak olduðundan lizâtihi mahbubdur. Allah mûcid, vâcib-ül vücud olduðundan kurbiyetinde vücud nurlarý, bu'diyetinde adem zul

 

sh: » (Ms: 119)

 

metleri vardýr. Allah melce ve mencedir. Kâinattan küsmüþ, dünya zînetinden iðrenmiþ, vücudundan býkmýþ ruhlara melce ve mence odur. Allah bâkidir, âlemin bekasý ancak onun bekasýyladýr. Allah mâliktir, sendeki mülkünü senin için saklamak üzere alýyor. Allah ganiyy-i mugnidir, her þeyin anahtarý ondadýr. Bir insan Allah'a hâlis bir abd olursa, Allah'ýn mülkü olan kâinat, onun mülkü gibi olur.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Aklý baþýnda olan insan, ne dünya umûrundan kazandýðýna mesrur ve ne de kaybettiði þeye mahzun olmaz. Zira dünya durmuyor, gidiyor. Ýnsan da beraber gidiyor. Sen de yolcusun. Bak, ihtiyarlýk þafaðý, kulaklarýn üstünde tulû' etmiþtir. Baþýnýn yarýsýndan fazlasý beyaz kefene sarýlmýþ. Vücudunda tavattun etmeye niyet eden hastalýklar, ölümün keþif kollarýdýr. Maahaza, ebedî ömrün önündedir. O ömr-ü bâkide göreceðin rahat ve lezzet, ancak bu fâni ömürde sa'y ve çalýþmalarýna baðlýdýr. Senin o ömr-ü bâkiden hiç haberin yok. Ölüm sekeratý uyandýrmadan evvel uyan!

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Cenab-ý Hakk'a malûm ve maruf ünvanýyla bakacak olursan, meçhul ve menkûr olur. Çünki bu malûmiyet, örfî bir ülfet, taklidî bir sema'dýr. Hakikatý i'lam edecek bir ifade de deðildir. Maahaza, o ünvan ile fehme gelen mana, sýfât-ý mutlakayý beraberce alýp zihne ilka edemez. Ancak Zât-ý Akdes'i mülahaza için bir nevi ünvandýr. Amma Cenab-ý Hakk'a mevcud-u meçhul ünvanýyla bakýlýrsa, marufiyet þualarý bir derece tebarüz eder. Ve kâinatta tecelli eden sýfat-ý mutlaka-i muhita ile, bu mevsufun o ünvandan tulû' etmesi aðýr gelmez.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Esma-i hüsnanýn her birisi, ötekileri icmalen tazammun eder. (Ziyanýn elvan-ý seb'ayý tazammun ettiði gibi). Ve keza her birisi ötekilere delil olduðu gibi, onlarýn her birisine de netice olur. Demek esma-i hüsna mir'at ve âyine gibi birbirini gösteriyor. Binaenaleyh neticeleri beraber mezkûr kýyaslar gibi veya delilleri beraber neticeler gibi okumasý mümkündür.

 

***

 

sh: » (Ms: 120)

 

TAZARRU' VE NÝYAZ

 

اِلَهِى لاَزِمٌ عَلَىَّ اَنْ لاَاُبَالِىَ وَ لَوْ فَاتَ مِنِّى حَيَاتُ الدَّارَيْنِ وَ عَادَتْنِى الْكَائِنَاتُ بِتَمَامِهَا اِذْ اَنْتَ رَبِّى وَ خَالِقِى وَ اِلَهِى اِذْ اَنَا مَخْلُوقُكَ وَ مَصْنُوعُكَ لِى جِهَةُ تَعَلُّقٍ وَ اِنْتِسَابٍ مَعَ قَطْعِ نِهَايَةِ عِصْيَانِى وَ غَايَةِ بُعْدِى لِسَائِرِ رَوَابِطِ الْكَرَامَةِ فَاَتَضَرَّعُ بِلِسَانِ مَخْلُوقِيَّتِى يَا خَالِقِى * يَا رَبِّى يَا رَازِقِى يَا مَالِكِى يَا مُصَوِّرِى * يَا اِلهِى اَسْئَلُكَ بِاَسْمَائِكَ الْحُسْنَى وَ بِاِسْمِكَ اْلاَعْظَمِ وَ بِفُرْقَانِكَ الْحَكِيمِ وَ بِحَبِيبِكَ اْلاَكْرَمِ وَ بِكَلاَمِكَ الْقَدِيمِ وَ بِعَرْشِكَ اْلاَعْظَمِ وَ بِاَلْفِ اَلْفِ قُلْ هُوَ اللّهُ اَحَدٌ اِرْحَمْنِى يَا اَللّهُ يَا رَحْمنُ يَا حَنَّانُ يَا مَنَّانُ يَا دَيَّانُ اِغْفِرْلِى يَا غَفَّارُ يَا سَتَّارُ يَا تَوَّابُ يَا وَهَّابُ اِعْفُ عَنِّى يَا وَدُودُ يَا رَؤُفُ يَا عَفُوُّ يَا غَفُورُ.. اُلْطُفْ بِى يَا لَطِيفُ يَا خَبِيرُ يَا سَمِيعُ يَا بَصِيرُ وَ تَجَاوَزْ عَنِّى يَا حَلِيمُ يَا عَلِيمُ يَا كَرِيمُ يَا رَحِيمُ اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ يَا رَبِّ يَا صَمَدُ يَا هَادِى جُدْ عَلَىَّ بِفَضْلِكَ يَا بَدِيعُ يَا بَاقِى يَا عَدْلُ يَا هُوَ اَحْىِ قَلْبِى وَ قَبْرِى بِنُورِ اْلاِيمَانِ وَ الْقُرْآنِ يَا نُورُ يَا حَقُّ يَا حَىُّ يَا قَيُّومُ يَا مَالِكَ الْمُلْكِ يَا ذَا الْجَلاَلِ وَ اْلاِكْرَامِ يَا اَوَّلُ يَا آخِرُ يَا ظَاهِرُ يَا بَاطِنُ يَا

 

sh: » (Ms: 121)

 

قَوِىُّ يَا قَادِرُ يَا مَوْلاَىَ يَا غَافِرُ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ اَسْئَلُكَ بِاِسْمِكَ اْلاَعْظَمِ فِى الْقُرْآنِ وَ بِمُحَمَّدٍ عَلَيْهِ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ اَلَّذِى هُوَ سِرُّكَ اْلاَعْظَمُ فِى كِتَابِ الْعَالَمِ اَنْ تَفْتَحَ مِنْ هَذِهِ اْلاَسْمَاءِ الْحُسْنَى كُوَاةً مُفِيضَةً اَنْوَارَ اْلاِسْمِ اْلاَعْظَمِ اِلَى قَلْبِى فِى قَالِبِى وَ اِلَى رُوحِى فِى قَبْرِى فَتَصِيرَ هَذِهِ الصَّحِيفَةُ كَسَقْفِ قَبْرِى وَ هَذِهِ اْلاَسْمَاءُ كَكُوَاتٍ تُفِيضُ اَشِعَّةَ شَمْسِ الْحَقِيقَةِ اِلَى رُوحِى اِلَهِى اَتَمَنَّى اَنْ يَكُونَ لِى لِسَانٌ اَبَدِىٌّ يُنَادِى بِهذِهِ اْلاَسْمَاءِ اِلَى قِيَامِ السَّاعَةِ فَاَقْبَلْ هذِهِ النُّقُوشَ الْبَاقِيَةَ بَعْدِى نَائِبًا عَنْ لِسَانِىَ الزَّائِلِ {

 

اَللّهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ صَلاَةً تُنْجِينَا بِهَا مِنْ جَمِيعِ اْلاَهْوَالِ وَ اْلافَاتِ وَ تَقْضِى لَنَا بِهَا جَمِيعَ الْحَاجَاتِ وَ تُطَهِّرُ نَا بِهَا مِنْ جَمِيعِ السَّيِّئَاتِ وَ تَغْفِرَ لَنَا بِهَا جَمِيعَ الذُّنُوبِ وَ الْخَطِيئَاتِ يَا اَللّهُ يَا مُجِيبَ الدّعَوَاتِ اِجْعَلْ لِى فِى مُدَّةِ حَيَاتِى وَ بَعْدَ مَمَاتِى فِى كُلِّ آنٍ اَضْعَافَ اَضْعَافِ ذلِكَ اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَ سَلاَمٍ مَضْرُبِينَ فِى مِثْلِ ذلِكَ وَ اَمْثَالِ اَمْثَالِ ذلِكَ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ اَصْحَابِهِ وَ اَنْصَارِهِ وَ اَتْبَاعِهِ وَاجْعَلْ كُلَّ صَلاَةٍ مِنْ كُلِّ ذلِكَ تَزِيدُ عَلَى اَنْفَاسِىَ الْعَاصِيَةِ فِى مُدَّةِ عُمْرِى وَ اغْفِرْلِى وَ ارْحَمْنِى بِكُلِّ صَلاَةٍ مِنْهَا بِرَحْمَتِكَ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ آمِينَ

 

sh: » (Ms: 122)

 

ZEYL-ÜL HABBE

 

Arkadaþ! Þu müþevveþ eserlerim ile büyük bir þeyin etrafýný kazýyorum. Amma bilmiyorum keþfedebildim mi? Veyahut sonra inkiþaf edecektir. Veyahut bilâhare zuhur edecek. Keþfine yol açýp gösteriyorum.

 

لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ اِلاَّ بِاللّهِ * حَسْبُنَا اللّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ * نِعْمَ الْمَوْلَى وَ نِعْمَ النّصِيرُ

 

بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

 

اَلْحَمْدُ لِلّهِ عَلَى نِعْمَةِ اْلاِيمَانِ وَاْلاِسْلاَمِ بِعَدَدِ قَطَرَاتِ اْلاَمْطَارِ وَاَمْوَاجِ الْبِحَارِ وَثَمَرَاتِ اْلاَشْجَارِ وَنُقُوشِ اْلاَزْهَارِ وَنَغَمَاتِ اْلاَطْيَارِ وَلَمَعَاتِ اْلاَنْوَارِ وَالشُّكْرُ لَهُ عَلَى كُلِّ مِنْ نِعَمِهِ فِى اْلاَطْوَارِ بِعَدَدِ كُلِّ نِعَمِهِ فِى اْلاَدْوَارِ وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَم عَلَى سَيِّدِ اْلاَبْرَارِ وَاْلاَخْيَارِ مُحَمَّدٍ الْم خْتَارِ وَعَلَى آلِهِ اْلاَطْهَارِ وَاَصْحَابِهِ نُجُومِ الْهِدَايَةِ ذَوِى اْلاَنْوَارِ مَادَامَ الَّيْل وَالنَّهَار

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Misafir olan bir kimse seferinde çok yerlere, menzillere uðrar, Uðradýðý her yerin âdetleri ve þartlarý ayrý ayrý olur.

 

Kezalik Allah'ýn yolunda sülûk eden zât çok makamlara, mertebelere, hallere, perdelere rastgelir ki, bunlarýn da her birisi için kendine mahsus þartlar ve vaziyetler vardýr. Bu þartlarý ve perdeleri,birbirine haltedip karýþtýran, galat ve yanlýþ hareket eder. Meselâ: Bir ahýrda atýn kiþnemesini iþiten bir adam, yüksek bir sarayda andelibin teren

 

sh: » (Ms: 123)

 

nümünü, güzel sadasýný iþitir. Eðer o terennüm ile atýn kiþnemesini farketmeyip andelibden kiþnemeyi taleb ederse, kendi nefsiyle mugalata etmiþ olur.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Dünya hayatýný güzelleþtiren esbabdan biri, dünya âyinesinde temessül ile parlayan hidayet nurlarý ve büyük insanlarýn sevgili ve sevimli timsalleridir. Evet müstakbel mazinin âyinesidir. Mazi berzaha, yani öteki âleme intikal ve inkýlab ettiðinde suretini ve þeklini ve dünyasýný istikbal âyinesine, tarihe, insanlarýn zihinlerine vedia ediyor. Onlara olan manevî ve hayalî muhabbetleriyle dünya muhabbeti tatlý olur. Meselâ: Arkadaþlarýnýn ve akrabasýnýn timsallerini ve fotoðraflarýný hâvi büyük bir âyineyi yolunda bulan bir adam, þark cihetine giden adamlarýn memleketlerine gidip onlara iltihak etmek için çalýþmayýp da, o âyinenin içindeki timsaller ile uðraþýr, muhabbet eder. Ýþte bu adam gafletten ayýldýðý zaman: “Eyvah, ne ediyorum! Bunlar þarab deðil serabdýr. Bunlar ile uðraþmak azb deðil azabdýr.” der, arkadaþlarýna yetiþmek üzere þark seferine tedarikatta bulunmaya baþlar.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan'ýn hak ve hakikat olduðuna en sadýk deliller:

 

1- Tevhidin bütün iktizalarýný ve lâzýmlarýný mertebeleriyle muhafaza etmesidir.

 

2- Esma-i hüsnanýn tenasüb ve iktizasý üzerine hakaik-i âliye-i Ýlahiyedeki müvazeneyi müraat etmesidir.

 

3- Rububiyet ve uluhiyete ait þuunatý kemal-i müvazene ile cem'etmesidir.

 

Kur'anýn bu hâsiyeti beþerin eserlerinde bulunmadýðý gibi, melekût cihetine geçen evliya ve sair büyüklerin netaic-i fikirlerinde de bulunamamýþtýr. Ve eþyanýn bâtýnýnda dalmýþ olan Ýþrakiyyun ve âlem-i gayba nüfuz eden Ruhaniyyun dahi, Kur'anýn bu hâsiyetini bulamamýþlardýr. Zira onlarýn nazarlarý mukayyed olduðundan hakikat-ý mutlakayý ihata edemez. Bunlar ancak hakikatýn bir tarafýný bulur ve ifrat-tefrit ile tasarrufa baþlarlar. Bunun için tenasübü bozup, müvazeneyi ihlâl ediyorlar.

 

Meselâ: Enva'-ý cevahiri hâvi zînetli ve kýymetli bir defineyi keþfetmek için birkaç adam denizin dibine dalarlar. Denizin dibinde araþtýrma yaparken birisinin eline uzunca bir parça elmas geçer. Definenin müþtemilâtýný tamamen bu gibi elmaslardan ibaret olduðunu hükmeder. Sonra arkadaþlarýndan baþka çeþit cevherin bahsini iþittiðinde onlarýn

 

sh: » (Ms: 124)

 

bulduklarý cevahirin kendi bulduðu elmasýn nakýþlarý olduklarýný tahayyül eder. Diðeri kürevî bir yakutu bulur. Öteki arkadaþý da baþka bir çeþidini buluyor. Ve hâkeza her birisi definenin esas müþtemilâtý kendi bulduðu çeþitten ibaret olduðunu ve arkadaþlarýnýn bulduklarý çeþitler de definenin zevaid ve teferruatýndan olduðunu itikad eder. Mes'ele bu þekle girmekle müvazene kayýp ve tenasüb zâil olur. Sonra mes'elenin hakikatýný keþf ve izah için te'vilat ve tekellüfata baþlarlar. Hattâ definenin inkârýna bile zehab eden olur.

 

Evet sünnet-i seniye ile müvazene yapýlmazdan evvel, hemen meþhudatýna itimad eden Ýþrakiyyun ile mutasavvifenin eserlerini teemmül eden zâtlar, þu söylediðime hak verir. Bilâtereddüd kabul ederler.

 

Arkadaþ! Kur'an da o defineyi keþfetmek için o denize dalmýþtýr. Fakat Kur'anýn gözü açýk olduðundan, defineyi tamamýyla ihata ile görmüþtür. Ve hakikata uygun bir tarzda tenasüb ve müvazeneye riayet ederek kemal-i intizam ve ýttýrad ile hakikatý izhar etmiþtir.

 

Arkadaþ! Nev'-i beþerde envaen dalalete düþen fýrkalarýn sebeb-i dalaletleri, imamlarýnýn kusurudur. Evet imamlarý bâtýndan bahsetmiþlerse de, meþhudatlarýna itimad ve iktifa ederek esnâ-i tarîkten dönmüþlerdir. Ve حَفَظْتَ شَيْئًا وَ غَابَتْ عَنْكَ اَشْيَاء kavline mâsadak olmuþlardýr.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Cenab-ý Hak seni ademden vücuda ve vücudun pek çok eþkal ve vaziyetlerinden en yükseði müslim sýfatýyla insan suretine getirmiþtir. Mebde-i hareketin ile son aldýðýn suret arasýnda müteaddid vaziyetlerin, menzillerin ve etvar ve ahvalin herbirisi sana ait nimetler defterine kaydedilmiþtir. Bu itibarla, senin geçirmiþ olduðun zaman þeridine elmas gibi nimetler dizilmiþ, tam bir gerdanlýk veya nimetlerin enva'ýna bir fihriste þeklini veriyor.

 

Binaenaleyh geçirmiþ olduðun vücudun her menzilinde ve vaziyetinde, etvarýnda, ahvalinde: “Nasýl bu nimete vâsýl oldun? Ne ile müstehak oldun? Ve þükründe bulundun mu?” diye suale çekileceksin. Çünki vukua gelen haller suale tâbidir. Amma imkânda kalýp vukua gelmeyen þeyler suale tâbi deðildir. Geçirmiþ olduðun ahval, vukuattýr. Gelecek ahvalin ademdir. Vücud mes'uldür, adem ise mes'ul deðildir. Öyle ise, mazide þükrünü eda etmediðin nimetlerin þükrünü kaza etmek lâzýmdýr.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Ýnsaný havalandýrýp baþaþaðý felâkete atan þöyle bir hal var:

 

Ýstihkak nazara alýnmayarak, Hakk'ýn takdiri hakkýnda tefrit veya

 

sh: » (Ms: 125)

 

ifrat yapýlýr. Ve kuvvetine, kýymetine bakýlmayarak küçük veya büyük bir yük altýna alýnýr gibi gayr-ý insanî haller insaný insaniyetten düþürür, ya zulme veya kizbe sevkeder.

 

Meselâ: Bir fýrka askerin mümessili bir nefer, bütün askerlik umûrunu bilmek veya bir katre sudaki timsalinden, þemsin azametini göstermek talebinde bulunmak, en yüksek bir insafsýzlýktýr. Çünki vasýf ile ittisaf arasýnda fark vardýr. Meselâ: Katredeki timsal, þemsin evsafýný gösterir. Amma o evsaf ile muttasýf olamaz.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Vücud nev'inde tezahüm yoktur. Yani, pek çok âlemler, haller, vücud sahnesinde içtima eder, birleþirler. Meselâ: Gece zamaný duvarlarý camdan olan ve elektrik yanan bir odaya girdiðin vakit, âlem-i misale bir pencere hükmünde olan camlarda pek çok menzilleri, odalarý göreceksin.

 

Sâniyen: Odada otururken, kemal-i sühuletle o misalî odalarda her çeþit tebdil, taðrir, tasarruf edebilirsin.

 

Sâlisen: Odadaki elektrik, elektrik misallerinin en uzaðýna en yakýndýr. Çünki o misalî misallerin kayyumu odur.

 

Râbian: Bu maddî vücudun bir habbesi, bir parçasý, o misalî vücudun bir âlemini içine alabilir. Bu dört hüküm, Vâcib ile âlem-i mümkinat arasýnda da câridir. Çünki mümkinatýn vücudu, Vâcib'in nurundan bir gölge olduðu cihetle vehmî bir mertebededir. Vâcib'in emriyle vücud-u hariciyeye girer. Sabit ve müstekar kalýr. Demek mümkinatýn vücudu bizzât hakikî bir vücud-u haricî olmadýðý gibi, vehmî veya zâil bir zýll de deðildir. Ancak, Vâcib-ül Vücud'un icadýyla bir vücuddur.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Bu güzel âlemin bir mâliki bulunmamasý muhal olduðu gibi, kendisini insanlara bildirip tarif etmemesi de muhaldir. Çünki insan mâlikin kemalâtýna delalet eden âlemin hüsnünü görüyor; ve kendisine beþik olarak yaratýlan Küre-i Arzda istediði gibi tasarruf eden bir halifedir. Hattâ sema-i dünyada dahi aklýyla çalýþýyor ve küçüklüðüyle, za'fiyetiyle beraber hârika tasarrufat-ý acibesiyle eþref-i mahlukat ünvanýný almýþtýr. Ve elinde cüz-ü ihtiyarî bulunduðundan bütün esbab içerisinde en geniþ bir salahiyet sahibidir. Binaenaleyh Mâlik-i Hakikî'nin rusül vasýtasýyla böyle yüksek fakat gafil abdlerine kendisini bildirip tarif etmesi zarurîdir ki, o Mâlikin evamirine ve marziyatýna vâkýf olsunlar.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Ýnsanýn vehim, farz, hayal duygularýna varýncaya kadar bütün hâssalarý bilâhare rücu edip bil-ittifak Hakk'a iltica

 

sh: » (Ms: 126)

 

ettiklerini ve bâtýla hiç bir ihtimal ve imkânýn kalmadýðýný ve kâinatýn ancak ve ancak Kur'anýn izah ettiði þekilde bulunduðunu gördüm.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Âlem-i ziya, âlem-i hararet, âlem-i hava, âlem-i kehrüba, âlem-i elektrik, âlem-i cezb, âlem-i esîr, âlem-i misal, âlem-i berzah gibi âlemler arasýnda müzahame ve yer darlýðý yoktur. Bu âlemler, hepsi de ihtilâlsiz, müsademesiz küçük bir yerde içtima ederler.

 

Kezalik pek geniþ gaybî âlemlerin de bu küçük arzda içtimalarý, mümkündür. Evet hava, su, insanýn yürüyüþüne, cam ziyanýn geçmesine, þuaýn röntgen vasýtasýyla kesif cisimlere bile nüfuzuna ve akýl nuruna, melek ruhuna, demirin içine hararetin akmasýna, elektriðin cereyanýna bir mani yoktur.

 

Kezalik bu kesif âlemde ruhanîleri deverandan, cinnîleri cevelandan, þeytanlarý cereyandan, melekleri seyerandan men'edecek bir mani yoktur.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Göz, lâmba, þems gibi nur ve nuranî þeylerde cüz'î küllî, cüz küll, bir bin müsavidir. Evet þemse bak! Onun timsalleriyle seyyarat, denizler ve havuzlar, katre, kabarcýklar gibi bütün þeffaf þeyler, kemal-i sühuletle temessül ediyorlar. Kezalik Þems-i Ezelî þu kâinat kitabýnda bütün bablarý, fasýllarý, satýrlarý, cümleleri, harfleri def'aten bilâ-külfet yazýyor. Ve ba'sü ba'delmevtte dahi ayný bu sühulet vardýr. “Hilkatiniz ve ba'siniz, bir nefsin hilkat ve ba'si gibidir.” diye Kur'an-ý Kerim emrediyor.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Her þeyi tahrik eden zerrat-ý müteharrikenin, muayyen hadlerine kadar hareket ettikten sonra tevakkuf ve durmalarýna dikkat eden adam anlar ki: Her þeyin hududunda daima harekette bulunan zerratý durdurup geri çeviren bir hudud bekçisi vardýr. O zerratý taþmaktan men'ediyor. o bekçi ise, muhit bir ilmin tecellisidir ki, o tecelli kadere, kader de mikdara, mikdar da kalýba tahavvül eder. Demek, her þey içerisindeki zerrata bir kalýbtýr.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Kur'anýn âyetleri birbirini tefsir ettiði gibi, bu kitab-ý âlemin de bir kýsmý, diðer bir kýsmýný izah ediyor. Meselâ: Maddiyat âlemi Cenab-ý Hakk'ýn envar-ý nimetini cezbetmek için hakikî bir ihtiyaç ile þemse muhtaç olduðu gibi, âlem-i maneviyat dahi rahmet-i Ýlahiyenin ziyalarýný almak için þems-i nübüvvete muhtaçtýr. Binaenaleyh Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) nübüvveti, þemsin kat'iyet ve vuzuhu derecesinde kat'î ve vâzýhtýr.

 

sh: » (Ms: 127)

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Zîhayatýn vücuduna terettüb eden semereler, yalnýz kendisine, menfaatýna, bekasýna, kemaline mahsus deðildir. Ancak o semerelerden bir hisse kendisine aittir. Bâki kalan kýsm-ý azamý Hâlýka raci'dir. Zîhayata ait uzun bir zaman sonra husule gelir. Hâlýk'a raci' kýsým ise, bir anda husule gelir. Meselâ: O zîhayat, esma-i hüsnanýn tecelliyatýna mazhariyetle Hâlýký, evsaf-ý kemaliye ile tavsif ve lisan-ý haliyle hamdetmiþ oluyor.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Ýnsanýn bir ferdi, ihata-i fikriyesiyle, aklýyla, kalbinin vüs'atiyle bir nevi külliyet kesbeder. Ve keza insanýn bir ferdi, hilafet hususunda âlemin eczasýyla þuurca alâkadar olduðundan nebatî olsun hayvanî olsun pek çok nevilerde tasarruf sahibi bulunduðundan, nev'i gibidir. Ve bu itibarla insanýn bir ferdi nevi'ler sýrasýna geçer. Binaenaleyh gerek hayvanatýn, gerek semeratýn nevi'lerinde vukua gelen mükerrer kýyametler, hevam ve haþeratta vücuda gelen senevî haþir ve neþirler, insanýn da her bir ferdinde câridir.

 

Hülâsa: Kur'anýn âyetleriyle ebna-yý beþer için büyük kýyametin geleceðine kat'î delaletler olduðu gibi, kitab-ý âlemin âyât-ý tekviniyesiyle, de kýyamet-i kübraya pek kat'î delaletler ve iþaretler vardýr.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Kur'an-ý Kerim okunurken istimaýnda bulunduðun zaman muhtelif þekillerde dinleyebilirsin:

 

1- Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, nübüvvet kürsüsüne çýkýp nev'-i beþere hitaben Kur'anýn âyetlerini teblið ederken, kýraatini kalben ve hayalen dinlemek için kulaðýný o zamana gönder. O fem-i mübarekinden çýkar gibi dinlemiþ olursun.

 

2- Veya Cebrail (A.S.) Hazret-i Muhammed'e (A.S.M.) teblið ederken her iki Hazretin arasýnda yapýlan teblið-tebellüð vaziyetini dinler gibi ol.

 

3- Veya Kab-ý Kavseyn makamýnda, yetmiþ bin perde arkasýnda Mütekellim-i Ezelî'nin Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a olan tekellümünü dinler gibi hayalî bir vaziyete gir.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Senin þuur ve ilminin sana taalluku, ahval ve levazýmat-ý ihtiyacatýn nisbetindedir. Çünki sebeb ile müsebbeb, kuvvet ile amel arasýnda münasebet lâzýmdýr. Fazla noksan olmamalýdýr. Senin sana olan þuur ve ilminin nisbeti, Hâlýkýn sana olan nazar ve ilmine nisbetle bir kýl gibidir. Binaenaleyh pek cüz'î olan ilim ve þuurunla, Þems-i Ezelî'nin ilim ve nazarýna mukabele etmekle gündüz ortasýn

 

sh: » (Ms: 128)

 

da güneþin altýnda, güneþin ziyasýyla mübarezeye çýkan ateþ böceði gibi olma!

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Cenab-ý Hakk'ýn ef'ali birbirine münasib, âsarý birbirine müþabih, esmasý birbirine âyine ve ma'kes, sýfatý birbirine mütedâhil, þuunatý memzuc ise de, herbirisi için hususî bir tavýr, bir hal vardýr ki, maksud-u bizzât o hususî tavýrdýr. Sair tavýrlar ise, tebeîdirler. Binaenaleyh meselâ Hâlýk'ýn âsârýndan cemadata baktýðýn zaman azamet ve kudreti, kasdýna hedef yap. Baþka isimlerin tecelliyatýný teb'an düþün. Hayvanata bakarken merhamet kasdýyla bak. Sair tecelliyata tebeî bir nazar ile bak.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Kur'an-ý Kerim bütün insanlara rahmettir. Çünki herbir insanýn þu hakikî âlemden kendisine mahsus hayalî bir âlemi olduðu gibi, herkes kendi meþrebine göre Kur'andan fehm ve iktibas ettiði (hâfýzasýnda) kendisine has bir Kur'an vardýr ki, onun ruhunu terbiye, kalbini tedavi eder.

 

Ve keza Kur'an-ý Kerim'in bir meziyeti þudur ki: Bütün ülema ve ehl-i meþreb gibi herkes hidayeti için, þifasý için müteaddid surelerden ayrý ayrý âyetleri ahzedebilir. Çünki bir âyetin sair âyât-ý Kur'aniye ile pek ince münasebetleri, ittisal cihetleri vardýr. Aralarýndan vahþet yoktur. Bu itibar ile müteaddid surelerden alýnan âyetler küçük bir Kur'an hükmünde olur.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ اِلاَّ بِاللّهِ cümle-i mukaddesesi, insanýn zerre vaziyetinden, insan-ý mü'min suretine gelinceye kadar camidiyet, nebatiyet, hayvaniyet, insaniyet gibi geçirdiði etvar ve ahvaline nâzýrdýr. Þu menzillerde insanýn letaifi pek çok elem ve emellere maruzdur. Maahaza havl ve kuvvetin müteallikleri zikredilmeyerek mutlak býrakýlmýþtýr. Binaenaleyh bu cümle, teselli-bahþ olup þümulü dâhilinde olan makamlara göre tefsir edilir. Meselâ:

 

1- لاَ حَوْلَ عَنِ الْعَدَمِ وَ لاَ قُوَّةَ عَلَى الْوُجُودِ Ademden çýkýp vücuda gelmek.

 

2- لاَ حَوْلَ عَنِ الزَّوَالِ وَ لاَ قُوَّةَ عَلَى الْبَقَاءِ Zevale gitmeyip bekada kalmak.

 

sh: » (Ms: 129)

 

3- لاَ حَوْلَ عَنِ الْمَضَرَّةِ وَ لاَ قُوَّةَ عَلَى النَّفْعِ Mazarratý def', menfaati celb.

 

4- لاَ حَوْلَ عَنِ الْمَصَائِبِ وَ لاَ قُوَّةَ عَلَى الْمَطَالِبِ Musibetten uzak olup, matluba nâil olmak.

 

5- لاَ حَوْلَ عَنِ الْمَعَاصِى وَ لاَ قُوَّةَ عَلَى الْعِبَادَةِ Maâsiye düþmemek, ibadete devam etmek.

 

6- لاَ حَوْلَ عَنِ النِّقَمِ وَ لاَ قُوَّةَ عَلَى النِّعْمَةِ Azaba maruz kalmamak,

 

nimete mazhar olmak.

 

7- لاَ حَوْلَ عَنِ الظّ لْمَةِ وَ لاَ قُوَّةَ عَلَى النُّورِ Zulmete düþmemek, nur ile tenevvür etmek.

 

Ve hâkeza her bir makamda insanýn letaifine göre takyid ve tefsir edilebilir.

 

***

 

sh: » (Ms: 130)

 

ZEYL-ÜZ ZEYL

 

بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Bazý insanlarýn aðzýndan kemmiyeten az, keyfiyeten pek büyük üç kelime dolaþmaktadýr:

 

Birincisi: Her þey kendi kendine teþekkül etmiþtir.

 

Ýkincisi: Mûcid ve müessir esbabdýr.

 

Üçüncüsü: Tabiat iktiza etti.

 

Bu üç kelimatýn pek çok muhalâta zarf olduklarý hakkýnda yapýlan beyanatý dinle:

 

Ýnsan mevcuddur. Bu mevcud insan, birinci kelimeye nazaran hem sâni'dir, hem masnû.

 

Ýkinci kelimeye göre, esbabýn te'siriyle vücuda gelmiþtir.

 

Üçüncü kelimeye nazaran, mevhum tabiatýn eseridir.

 

Dördüncü cihet ise, hak ve hakikatýn istilzam ettiði gibi Allah'ýn masnûudur.

 

Evvelki kelimenin gayr-ý mahsur muhalâtý:

 

1- O kelimenin iktizasýna göre insaný teþkil eden zerrelerin her birisinde hem insanýn içini, hem kâinatý görecek, bilecek bir göz, bir ilim ve sair sýfat-ý lâzimenin bulunmasý lâzýmdýr.

 

2- Ýnsanýn bedeninde zerrattan teþekkül eden mütehalif mürekkebat adedince -matbaalarda hurufatý tertib etmek için kullanýlan kalýblar gibi- kalýblar lâzýmdýr.

 

3- Kârgir kemerlerin taþlarý gibi, herbir zerrenin arkadaþlarýna hem hâkim, hem mahkûm olmasý lâzým gelir. Ve keza her birisi, ötekilere hem zýd, hem misil, hem mutlak, hem mukayyed olmasý lâzýmdýr.

 

sh: » (Ms: 131)

 

Ýkinci Kelimenin muhalâtý:

 

1- Ýnsanýn me'hazi, yani insaný teþkil eden maddeler eczahanelerde bulunan aðýzlarý mühürlü, ayrý ayrý, çeþit çeþit mütebayin ilâçlar gibi maddelerdir. Hiç kimsenin eli dokunmaksýzýn ihtiyaç nisbetinde kemal-i intizam ve müvazene ile o ilâçlarýn þiþelerden kendi kendine çýkýp hayatî bir macun vaziyetine gelmesi mümkün ise, insanýn da sâni'siz esbab ve mevadd-ý camideden sudûru mümkündür diyebilir.

 

2- Bir þeyin kemal-i intizam ile gayr-ý mahdud, kör, saðýr, camid, þuursuz esbabdan sudûrunun muhaliyeti nisbetinde sâni'siz insanýn da o maddelerden yapýlmasý muhaldir. Maahaza, maddî esbabýn yalnýz zâhire taalluku vardýr. Bâtýndaki latif, ince, garib nakýþlara, san'atlara nüfuzu yoktur.

 

3- O kelimenin iktizasýna göre kemal-i ittifak ve intizam ile ihtiyacat nisbetinde gayr-ý mahsur esbabýn bir cüzde, bir hüceyrede içtimalarý lâzým gelir. Bu içtima, âlemin ecza ve erkânýnýn azametiyle beraber senin elinin içine girip içtima etmeleri demektir.

 

Çünki insanýn ustasý esbab olduðu takdirde, âlemin bütün ecza ve erkâný insanla alâkadar olduðuna nazaran, insanýn yapýlýþýnda âmil ve usta olmalarý lâzým gelir. Bir usta yaptýðý þeyin içerisinde bulunduktan sonra yapar. o halde, insanýn bir hüceyresinde âlemin eczasý ictima edebilir. Bu öyle bir muhaldir ki, muhallerin en mümteniidir.

 

Üçüncü kelimenin muhal ve butlaný ise:

 

Evet tabiatýn iki ciheti vardýr. Biri zâhiridir ki, ehl-i gaflet ve dalaletçe hakikat zannedilmiþtir. Diðeri bâtýnýdýr ki, san'at-ý Ýlahiye ve sýbga-i Rahmaniyedir. Tabiata ilâveten iddia edilen kuvvet ise, Hâlýk-ý Hakîm-i Alîm'in cilve-i kudretidir. Ehl-i gafletin sâni' olarak telakki ettikleri tabiata, cenah olarak yapýþtýrdýklarý kör tesadüf ve ittifak ise, dalaletten neþ'et eden ýzdýrar neticesinde þeytanlarýn ihtira ettikleri hezeyanlardýr. Çünki müteaddid eserlerimde kat'î bir surette isbat edildiði gibi, hârikalarýn hârikasý olan þu san'at, ancak ve ancak bütün evsaf-ý kemaliye ile muttasýf bir Habîr-i Basîrin yed-i kudretinden çýkmamýþ ise, þu kesif, camid, mukayyed, miskin, mümkinin eliyle mi þu kâinata giydirilen gömlek yapýlmýþtýr? Yoksa âlemlere giydirilen þu güzel teþekkülleri, nakýþlarý baûda veya kaplumbaða mý yapmýþtýr? Hâþâ, sümme hâþâ!...

 

Evet insanda, her þeyde Sâni'-i Ezelî'nin masnuu olduklarýna mevcudatýn adedince þahidler vardýr. Meselâ:

 

sh: » (Ms: 132)

 

1- Kâinattýr. Evet kâinatýn ihtiva ettiði bütün zerrat ve mürekkebatýn her birisi elli beþ lisan ile þehadet etmektedir.

 

2- Kur'andýr. Evet Kur'an, bütün enbiya, evliya ve muvahhidînin kitablarýyla, sahife-i kevn ve vücudda yaratýlan icadî ve tekvinî âyetler Hâlýkýn hallakýyetine âdil þahidlerdir.

 

3- Mahlukatýn reisi ve resulü, bütün enbiya, evliya, melaike ile birlikte her þeyin sânii Allah olduðuna ilân-ý þehadet ediyorlar.

 

4- Ýns ve cin taifeleri envaen ihtiyacat-ý fýtriyesiyle þahiddirler.

 

5- Uluhiyet ve Hallakýyetin Allah'a mahsus ve münhasýr olduðuna Allah da þehadet ediyor.

 

Arkadaþ! San'atýn, vücuh-u selâse-i mezkûre üzerine mümkine veya hakkýn istilzam ettiðine nazaran Vâcib'e olan isnadý mes'elesi; semeredar bir aðaç mes'elesi gibidir. Þöyle ki: Aðacýn o semereleri, ya vahdete isnad edilir. Yani neþv ü nema kanunuyla aðacýn kökünden, kök de çekirdekten, çekirdek de evamir-i tekviniyeyi temessülden, evamir-i tekviniye de “Kün” emrinden, “Kün” emri dahi Vâhid-i Vâcib'den sâdýr olmuþtur.

 

O vakit, o aðaç bütün eczasýyla, yapraklarýyla, dallarýyla, semereleriyle yaratýlýþ kolaylýðýnda bir semere-i vâhide hükmünde olur. Çünki vahdete nisbeten küçük bir semere aðacýyla pek büyük ve çok semereli bir aðaç arasýnda fark yoktur. Bu adem-i fark, vahdette sühuletle yüsr, kesrette suubetle usrün bulunduðundan neþ'et etmiþtir.

 

Eðer kesrete isnad edilirse, her bir semere, her bir çiçek, herbir yaprak, herbir dal; tam aðacýnýn vücuda gelmesine lâzým olan bütün âlât, cihazat, esbab vesaireye ihtiyaç gösterecektir. Çünki küll cüz'de dâhildir. Ona ne lâzýmsa buna da lâzýmdýr. Mes'ele bu iki þýktan hariç deðildir. Biri vâcib, diðeri mümteni'dir.

 

Hülâsa: Bir hüceyrenin vücuda gelmesi kendisine isnad edilirse, kâinata muhit olan sýfatlar kendisinde lâzýmdýr. Esbaba isnad edilirse, âlemdeki bütün esbabýn o hüceyrede içtimalarý lâzým gelir. Halbuki sineðin iki eli sýðmayan bir hüceyre, iki ilahýn tasarrufuna mahal olabilir mi? Hâþâ!..

 

Maahaza hüceyreden tut, âleme kadar her bir þeyin bir nevi vahdeti vardýr. Öyle ise, Sâni' de vâhid olacaktýr. Çünki vâhid ancak vâhidden sudûr eder. Ve keza bir habbe þemsi ziyasýyla, rengiyle (tecelli suretiyle) içine alabilir. Fakat masdariyet itibariyle, bir habbe, iki habbeyi içine alýp onlara masdar olamaz. Ve keza vücud-u haricî, vücud-u misalîden daha sabit, daha muhkemdir. Vücud-u haricîden bir nokta, vücud-u misalîden bir daðý içine alabilir. Kezalik vücud-u vücubî; daha

 

sh: » (Ms: 133)

 

kavî, daha rasih, daha sabittir. Belki de vücud-u hakikî, vücud-u haricî ondan ibarettir.

 

Binaenaleyh ilm-i muhit-i ezelîde temessül eden imkânî vücudlar, vücud-u vücubînin tecelliyat-ý nuriyelerine âyine ve ma'kestirler. Öyle ise ilm-i ezelî, imkânî vücudlara âyine olduðu gibi, imkânî vücudlar da vücud-u vücubîye âyinedir. Sonra o imkânî vücudlar, ilm-i ezelîden vücud-u haricîye intikal etmiþlerse de, vücud-u hakikî mertebesine vâsýl olmamýþlardýr.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Kevn ve vücud sahasýnda durup, ahval-i âleme dikkat eden adam, hadsî bir sür'atle anlar ki: Tesir ve fâiliyet; latif, nuranî, mücerred olan þeylerin þe'ni olduðu gibi; infial, kabiliyet, teessür de maddî, kesif, cismanî þeylerin hassasýdýr. Evet misal olarak semadaki nur ile yerdeki þu kocaman daða bak. O nur semada iken ziyasýyla yerde iþ görür, faaliyettedir. O dað ise, azametiyle beraber faaliyetsiz yerinde oturuyor. Ne bir tesiri var ve ne de bir fiili var.

 

Ve keza eþya arasýnda vukua gelen fiillerden anlaþýlýyor ki, hangi bir þey latif, nuranî ise, sebeb ve fâil olmaya kesb-i liyakat eder. Kesafeti nisbetinde de infial ve müsebbebiyet mertebesine yaklaþýyor. Bundan anlaþýlýyor ki, esbab-ý zâhiriyenin Hâlýkýyla, müsebbebatýn mûcidi, ancak ve ancak Nur-ul Envar, Sâni'-i Ezelî'dir.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Tefekkür, gafleti izale eder. Dikkat, teemmül; evham zulümatýný daðýtýyor. Lâkin nefsinde, bâtýnýnda, hususî ahvalinde tefekkür ettiðin zaman derinden derine tafsilât ile tedkikat yap. Fakat âfâkî, haricî, umumî ahvalâta teemmül ettiðin vakit sathî, icmalî düþün, tafsilâta geçme. Çünki icmalde, fezlekede olan kýymet ve güzellik, tafsilâtýnda yoktur. Hem de âfâkî tefekkür, dipsiz denize benziyor, sahili yoktur. Ýçine dalma boðulursun.

 

Arkadaþ! Nefsî tefekkürde tafsilâtlý, âfâkî tefekkürde ise icmalî yaparsan, vahdete takarrüb edersin. Aksini yaptýðýn takdirde kesret fikrini daðýtýr, evham seni havalandýrýr. Enaniyetin kalýnlaþýr, gafletin kuvvet bulur, tabiata kalbeder. Ýþte dalalete îsal eden kesret yolu budur.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Ýnsan ne kadar cahil ve gafildir. Ne kadar yolunu þaþýrmýþ, nefsine zarar veriyor. Dokuz vecihle menfaatý muhakkak, yalnýz bir vecihle zararý mevhum olan büyük bir hayr-ý azîmi terk, dalaleti irtikâb eder. Evet sofestaînin bir þübhesi için, binlerce menfaat delilleri olan hidayeti terkediyor.

 

Halbuki insan çok vehham, ihtiyatlý olduðuna nazaran, dünyevî bir

 

sh: » (Ms: 134)

 

iþde onda bir zarar ihtimali varsa içtinab eder. Âhiret iþi olursa onda dokuz zarar ihtimali olduðu halde, içtinab etmez. Ýþte cehalet bu kadar olur.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Ruh-u insanî gayr-ý mütenahî ihtiyaçlara giriftar, gayr-ý mütenahî elemlere mahaldir. Gayr-ý mahsur lezzetlere iþtihalýdýr. Gayr-ý mahdud âmâli beslemektedir. Hattâ kalbin dalaletiyle beraber ruhtan fýþkýran þefkat, gayr-ý mütenahî elemleri tazammun ediyor. Binaenaleyh “Ben neyim? Ne kýymetim var ki, benim için kýyamet kopsun, mizan vaz'edilsin, hesab görülsün?” demeye hakkýn yoktur.

 

Ey kemal-i gurur ile dalalet kürsüsünde oturan! Hayatýna maðrur olma. Zira o hayat, bir mugalata ile kaimdir. Þöyle ki: O kürsüde oturan dâll, zeval ve fenanýn dehþetini düþünüp korktuðu zaman saadet-i ebediye ihtimaline kaçar, tekâlif-i diniyenin terkinde de âhiretin olmayacaðý ihtimaline kaçar. Bu maðlata ile her iki elemden kurtuluyor. Lâkin, kýsa bir zamanda düðüm açýlýr, hakikat ortaya çýkar. Ne birinci ihtimal elemini izale eder ve ne de ikinci ihtimal yükünü tahfif eder.

 

Ve keza “Musibet taammüm ettiðinde, elem hafif olur. Ben de emsalim gibiyim.” diye yine yük altýndan kaçar. Fakat, musibet âmm olduðundan, elemi muzaaf olur, kat kat ziyade olur. Çünki kendisi gibi akrabasý, ahbabý da o musibete dâhildir. Çünki insanýn ruhu, ebna-yý cinsiyle alâkadardýr. Ne kadar umumî olursa, o kadar da elemi fazla olur.

 

Ey þek cephesinde, gaflet gölgesinde istirahata çekilen bîçare! Gaflet serinliðinde, þek içinde zevkettiðin lezzeti lezzet sanma! O zehirli baldýr. Az bir zaman sonra cehennemî bir azaba inkýlab edecektir. Eðer âlâmýn lezaize, nârýn nura inkýlab etmesi emelinde isen, evkat-ý hamsede rüku ve sücud kancasýyla gururun hortumunu bük, sýk, baþýný kýr, imaný doldur. Sonra âyâta tefekkür ile taate devam eyle ki, þek ve gaflet perdeleri yýrtýlsýn. Bu dalalât acýlýðýndan, necatýn halâveti tavazzuh ile münacat lezzeti ortaya çýksýn.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Ubudiyette ancak teslimiyet vardýr. Tecrübe, imtihan yoktur. Çünki seyyid, efendi; abdini, hizmetkârýný tecrübe ve imtihan edebilir. Fakat, abd seyyidini imtihan etmek salahiyetinde deðildir. Ve keza insan Rabbini, Hâlýkýný tecrübe edemez.

 

Sh: » (Ms: 135)

 

Zühre (*)

 

بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

 

Mukaddime

 

Bu risalenin te'lifinden oniki sene evvel (Hâþiye) inayet-i Rabbaniye ile, marifet-i Ýlahiyede bir hareket-i fikriye ve bir seyahat-ý kalbiye ve bir inkiþafat-ý ruhiyede tezahür eden bazý lemaat-ý tevhidiyeyi Arabî olarak Notalar suretinde Zühre, Þu'le, Habbe, Þemme, Zerre, Katre gibi risalelerde kaydetmiþtim. Uzun bir hakikatýn yalnýz bir ucunu göstermek ve parlak bir nurun yalnýz bir þuaýný irae etmek tarzýnda yazýldýðýndan, yalnýz kendi kendime birer hatýra ve birer ihtar þeklinde olduðundan, baþkalarýnýn istifadesi mahdud kalmýþtý. Hususan en mümtaz ve en has kardeþlerimin kýsm-ý azamý Arabî okumamýþlar. Bunlarýn ýsrarý ve ilhahýyla o Notalarýn, o Lem'alarýn kýsmen izahlý ve kýsmen kýsa bir mealini Türkçe olarak yazmaða mecbur oldum. Þu Notalar ve Arabî risaleler, Yeni Said'in en evvel hakikat ilminden bir derece þuhud suretinde gördüðü için taðrir edilmeden mealleri yazýldý. Onun için bazý cümleler sair Sözlerde de zikredilmekle beraber burada da zikrediliyor; ve bir kýsmý gayet mücmel olmakla beraber izah edilmiyor, tâ letafet-i asliyesini kaybetmesin.

 

_____________

 

(*) (Bu Zühre Risalesi Mesnevî-yi Arabî'nin çok mühim bir risalesidir. Her ne kadar tercüme etmeye çalýþmýþ isem de, müellifinin vaktiyle Nur Þakirdlerinin ricakârane ýsrarlarý üzerine yaptýðý tercümeyi aynen dercetmeyi daha münasib gördüm. Risale-i Nur'un Onyedinci Lem'asý namýný alan bu risale ile Arabî Zühre arasýnda, bir icmal tafsil ve takdim te'hir farký vardýr.)

 

(Hâþiye) Þimdi kýrk sene oldu.

 

Mütercim

 

ABDÜLMECÝD

 

sh: » (Ms: 136)

 

BÝRÝNCÝ NOTA: Kendi nefsime hitaben demiþtim: Ey gafil Said! Bil ki: Þu âlemin fenasýndan sonra sana refakat etmeyen ve dünyanýn harabýyla senden müfarakat eden bir þeye kalbini baðlamak sana lâyýk deðildir. Hususan senin asrýnýn inkýrazýyla seni terkedip arka çeviren ve bahusus berzah seferinde arkadaþlýk etmeyen ve hususan seni kabir kapýsýna kadar teþyi' etmeyen, hususan bir iki sene zarfýnda ebedî bir firak ile senden ayrýlýp günahýný senin boynuna takan, hususan senin raðmýna olarak husulü anýnda seni terkeden fâni þeylerle kalbini baðlamak, kâr-ý akýl deðildir. Eðer aklýn varsa; uhrevî inkýlabatýnda, berzahî etvarýnda ve dünyevî inkýlabatýnýn müsadematý altýnda ezilen, bozulan ve ebedî seferde sana arkadaþlýða muktedir olmayan iþleri býrak, ehemmiyet verme, onlarýn zevalinden kederlenme. Sen kendi mahiyetine bak ki: Senin latifelerin içinde öyle bir latife var ki, ebedden ve ebedî zâttan baþkasýna razý olamaz. Ondan baþkasýna teveccüh edemiyor, masivasýna tenezzül etmez. Bütün dünyayý ona versen, o fýtrî ihtiyacý tatmin edemez. O þey ise, senin duygularýnýn ve latifelerinin sultanýdýr. Fâtýr-ý Hakîm'in emrine muti' olan o sultanýna itaat et, kurtul!..

 

ÝKÝNCÝ NOTA: Hakikatdar bir rü'yada gördüm ki, insanlara diyordum: “Ey insan! Kur'anýn desatirindendir ki, Cenab-ý Hakk'ýn masivasýndan hiçbir þeyi ona taabbüd edecek bir derecede kendinden büyük zannetme. Hem sen kendini hiçbir þeyden tekebbür edecek derecede büyük tutma. Çünki mahlukat, mabudiyetten uzaklýk noktasýnda müsavi olduklarý gibi, mahlukiyet nisbetinde de birdirler.”

 

ÜÇÜNCÜ NOTA: Ey gafil Said! Bil ki: Galat-ý his nev'inden gayet muvakkat dünyayý lâyemut ve daimî görüyorsun. Etrafýna ve dünyaya baktýðýn zaman bir derece sabit ve müstemir gördüðünden, fâni nefsini de o nazar ile sabit telakki ettiðinden, yalnýz kýyametin kopacaðýndan dehþet alýyorsun. Güya kýyametin kopmasýna kadar yaþayacaksýn gibi, yalnýz ondan korkuyorsun. Aklýný baþýna al. Sen ve hususî dünyan, daimî zeval ve fena darbesine maruzsunuz. Senin bu galat-ý hissin ve maðlatan þu misale benzer ki:

 

Bir adam elinde olan âyinesini bir hane veya bir þehre veya bir bahçeye karþý tutsa; misalî bir hane, bir þehir, bir bahçe o âyinede görünür. Edna bir hareket ve küçük bir tegayyür âyinenin baþýna gelse, o hâyalî hâne ve þehir ve bahçede herc ü merc ve karýþýklýk düþer. Hariçteki hakikî hâne, þehir ve bahçenin devam ve bekasý sana faide vermez.

 

sh: » (Ms: 137)

 

Çünki senin elindeki âyinedeki hâne ve sana ait þehir ve bahçe, yalnýz âyinenin sana verdiði mikyas ve mizân iledir. Senin hayatýn ve ömrün, âyinedir. Senin dünyanýn direði ve âyinesi ve merkezi, senin ömrün ve hayatýndýr. Her dakikada o hâne ve þehir ve bahçenin ölmesi mümkün ve harab olmasý muhtemel olduðundan, her dakika senin baþýna yýkýlacak ve senin kýyametin kopacak bir vaziyettedir. Madem öyledir; sen, bu hayatýna ve dünyana, çekemedikleri ve kaldýramadýklarý yükleri yükletme!..

 

DÖRDÜNCÜ NOTA: Bil ki: Ekseriyetle Fâtýr-ý Hakîm'in âdetidir, ehemmiyetli ve kýymetdar þeyleri aynýyla iâde ediyor. Yâni, ekser eþyanýn misliyle tazelenmesi, mevsimlerin tebeddülünde, asýrlarýn deðiþmesinde o kýymetdar ehemmiyetli þeyleri aynýyla iâde ediyor. Yevmî ve senevî ve asrî haþirlerin umumunda, þu kaide-i âdetullah ekseriyetle muttarid görünüyor. Ýþte bu sâbit kaideye binaen deriz: Madem fünunun ittifakýyla ve ulûmun þehadetiyle, hilkat þeceresinin en mükemmel meyvesi insandýr. Ve mahlukat içinde en ehemmiyetli insandýr. Ve mevcudat içinde en kýymetdar insandýr. Ve insanýn bir ferdi, sair hayvanatýn bir nev'i hükmündedir. Elbette kat'î bir hads ile hükmedilir ki, haþir ve neþr-i ekberde beþerin herbir ferdi aynýyla, cismiyle, ismiyle, resmiyle iâde edilecektir.

 

BEÞÝNCÝ NOTA: Þu notada Avrupa fünûnu ve medeniyeti, Eski Said'in fikrinde bir derece yerleþtiði için, Yeni Said harekât-ý fikriyede seyrettiði zaman, Avrupa'nýn fünûn ve medeniyeti, o seyahat-ý kalbiyede emraz-ý kalbiyeye inkýlâb ederek ziyade müþkilâta medar olduðundan, bilmecburiye Yeni Said zihnini silkeleyip, müzahraf felsefeyi ve sefih medeniyeti atmak isterken, kendi ruhunda Avrupa'nýn lehinde þehadet eden hissiyat-ý nefsaniyeyi susturmak için, Avrupa'nýn þahs-ý manevîsi ile bir cihette gayet kýsa, bir cihette uzun, gelecek muhavereye mecbur olmuþtur.

 

Yanlýþ anlaþýlmasýn, Avrupa ikidir:

 

Birisi: Ýsevînin din-i hakikinden ve Ýslâmyetten aldýðý feyz ile hayat-ý içtimaiye-i beþeriyeye nâfi' san'atlarý ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunlarý takib eden Avrupa'ya hitab etmiyorum. Belki felsefe-i tabiiyenin zulmetiyle, medeniyetin seyyiatýný mehasin zannederek, beþeri sefahete ve dalalete sevkeden bozulmuþ ikinci Avrupa'ya hitab ediyorum. Þöyle ki:

 

sh: » (Ms: 138)

 

O zaman, o seyahat-ý ruhiyede, mehasin-i medeniyet ve fünun-u nâfiadan baþka olan malayani ve muzýr felsefeyi ve muzýr ve sefih medeniyeti elinde tutan Avrupa'nýn þahs-ý manevîsine karþý demiþtim:

 

Bil ey ikinci Avrupa! Sen sað elinle sakîm ve dalaletli bir felsefeyi ve sol elinle sefih ve muzýr bir medeniyeti tutup dava edersin ki, beþerin saadeti bu ikisi iledir. Senin bu iki elin kýrýlsýn ve þu iki pis hediyen senin baþýný yesin.

 

Ey küfür ve küfraný daðýtýp neþreden bedbaht ruh! Acaba hem ruhunda, hem vicdanýnda, hem aklýnda, hem kalbinde dehþetli musibetlerle musibet-zede olmuþ ve azaba düþmüþ bir adamýn cismiyle, zâhirî bir surette aldatýcý bir zînet ve servet içinde bulunmasýyla saadeti mümkün olabilir mi? Ona mes'ud denilebilir mi? Âyâ görmüyor musun ki, bir adamýn cüz'î bir emirden me'yus olmasý ve vehmî bir emelden ümidi kesilmesi ve ehemmiyetsiz bir iþten inkisar-ý hayale uðramasý sebebiyle tatlý hayaller ona acýlaþýyor, þirin vaziyetler onu tazib ediyor, dünya ona dar geliyor, zindan oluyor. Halbuki senin þeametinle, kalbinin en derin kِþelerinde ve ruhunun tâ esasýnda dalalet darbesini yiyen ve o dalalet cihetiyle bütün emelleri inkýtaa uðrayan ve bütün elemleri ondan neþ'et eden bir bîçare insana hangi saadeti temin ediyorsun? Acaba zâil, yalancý bir cennette cismi bulunan ve kalbi, ruhu cehennemde azab çeken bir insana mes'ud denilebilir mi? Ýþte sen bîçare beþeri böyle baþtan çýkardýn, yalancý bir cennet içinde cehennemî bir azab çektiriyorsun.

 

Ey nev'-i beþerin nefs-i emmaresi! Bu temsile bak, beþeri nereye sevkettiðini bil. Meselâ bizim önümüzde iki yol var. Birisinden gidiyoruz. Görüyoruz ki, her adým baþýnda bîçare âciz bir adam bulunur. Zalimler hücum edip malýný, eþyasýný gasbederek kulübeciðini harab ediyorlar, bazan da yaralýyorlar. Öyle bir tarzda ki, acýnacak haline sema aðlýyor. Nereye bakýlsa hal bu minval üzere gidiyor. O yolda iþitilen sesler, zalimlerin gürültüleri, mazlumlarýn aðlayýþlarý olduðundan umumî bir matem, o yolu kaplýyor. Ýnsan, insaniyet cihetiyle gayrýn elemiyle müteellim olduðundan, hadsiz bir eleme giriftar oluyor. Halbuki vicdan bu derece teellüme tahammül edemediðinden; o yolda giden, iki þeyden birisine mecbur olur. Ya insaniyetten tecerrüd edip nihayetsiz vahþeti iltizam ederek öyle bir kalbi taþýyacak ki, kendi selâmetiyle beraber umumun helâketi onu müteessir etmesin veyahud kalb ve aklýn muktezasýný ibtal etsin.

 

Ey sefahet ve dalalette bozulmuþ ve Ýsevî dininden uzaklaþmýþ

 

sh: » (Ms: 139)

 

Avrupa! Deccal gibi birtek gözü taþýyan kör dehan ile ruh-u beþere bu cehennemî haleti hediye ettin! Sonra anladýn ki: Bu öyle ilâçsýz bir illettir ki, insaný a'lâ-yý illiyyînden, esfel-i safilîne atar. Hayvanatýn en bedbaht derecesine indirir. Bu illete karþý bulduðun ilâç, muvakkaten ibtal-i his hizmeti gören cazibedar oyuncaklarýn ve uyutucu hevesat ve fantaziyelerindir. Senin bu ilâcýn, senin baþýný yesin ve yiyecek! Ýþte beþere açtýðýn yol ve verdiðin saadet, bu misale benzer.

 

Ýkinci yol ki: Kur'an-ý Hakîm, hidayetiyle beþere hediye etmiþtir. Þöyledir:

 

Görüyoruz ki o yolun her menzilinde, her mekânýnda, her þehrinde bir Sultan-ý Âdil'in müstakim askerleri her tarafta bulunuyor, geziyorlar. Arasýra o Sultan'ýn emriyle o askerlerin bir kýsmýný terhis ediyorlar. Silâhlarýný, atlarýný ve mîrî levazýmatlarýný alýyorlar, onlara izin tezkeresini veriyorlar. O terhis olunan neferler, çendan ünsiyet ettikleri at ve silâhlarýn teslim alýnmasýndan zâhiren mahzun oluyorlar. Fakat hakikat noktasýnda terhisle müferrah olup, Sultan'ýn ziyaretine ve padiþahýn payitahtýna dönmesi ve padiþahý ziyaret etmesi cihetinde gayet memnun oluyorlar. Bazan terhis memurlarý acemi bir nefere rastgeliyorlar. Nefer onlarý tanýmýyor. “Silâhýný teslim et!” diyorlar. Nefer diyor: “Ben padiþahýn askeriyim, onun hizmetindeyim; sonra onun yanýna gideceðim. Siz neci oluyorsunuz? Eðer onun izin ve rýzasýyla gelmiþ iseniz, göz ve baþ üstüne geldiniz, emrini gösteriniz; yoksa çekiliniz, benden uzak olunuz. Ben tek baþýmla kalsam, sizler binler dahi olsanýz, yine sizinle döðüþeceðim. Kendi nefsim için deðil, çünki nefsim benim deðil, benim sultanýmýndýr. Belki bendeki nefsim ve silâhým, mâlikimin emanetidir. Emaneti muhafaza ve Sultanýmýn haysiyetini himaye ve izzetini vikaye için size baþ eðmeyeceðim!

 

Ýþte o ikinci yoldaki medar-ý sürur ve saadet olan binler ahvalden bu hal bir nümunedir. Sair ahvali sen kýyas et. Bütün o ikinci yolun seferinde, tevellüdat namýnda sevinç ve þenlikle bir tahþidat ve sevkiyat-ý askeriye var ve vefiyat namýnda sürur ve muzýka ile terhisat-ý askeriye görünüyor. Ýþte Kur'an-ý Hakîm beþere bu yolu hediye etmiþtir. Bu hediyeyi kim tam kabul etse, böyle iki cihanýn saadetine giden bu ikinci yoldan gider. Ne geçmiþ þeyden mahzun ve ne de gelecek þeyden havf eder.

 

Ey ikinci bozuk Avrupa! Senin çürük ve esassýz esaslarýnýn bir kýsmý þunlardýr ki: “En büyük melekten en küçük semeðe kadar her bir zîhayat kendi nefsine mâliktir ve kendi zâtý için çalýþýr ve kendi lezzeti

 

sh: » (Ms: 140)

 

için çabalar. Onun bir hakk-ý hayatý var. Gaye-i himmeti ve hedef-i maksadý, yaþamak ve bekasýný temin etmektir.” diyorsun. Ve Hâlýk-ý Kerim'in kerem düsturlarýndan ve erkân-ý kâinatta kemal-i itaatla imtisal edilen düstur-u teavünle, nebatat hayvanatýn imdadýna ve hayvanat insanlarýn yardýmýna koþmasýndan tezahür eden o umumî kanunun rahîmane, kerimane cilvelerini cidal zannedip, “Hayat bir cidaldir” diye ahmakane hükmetmiþsin. Acaba o düstur-u teavünün cilvesinden olan zerrat-ý taamiyenin, kemal-i þevk ile beden hüceyrelerinin gýdalandýrýlmasý için koþmalarý nasýl cidaldir? Nasýl bir çarpýþmaktýr? Belki o imdad ve o koþmak, Kerim bir Rabb'in emriyle bir teavündür. Hem çürük bir esasýn: “Herþey kendi nefsine mâliktir” diyorsun. Hiçbir þey kendi nefsine mâlik olmadýðýna kat'î bir delil þudur ki: Esbabýn içinde en eþrefi ve ihtiyar noktasýnda en geniþ iradelisi, insandýr. Halbuki bu insanýn düþünmek, söylemek ve yemek gibi en zâhir ef'al-i ihtiyariyesinden yüz cüz'ünden onun dest-i ihtiyarýna verilen ve daire-i iktidarýna giren yalnýz meþkuk tek bir cüz'dür. Böyle en zâhir fiilin yüz cüz'ünden bir cüz'üne mâlik olmayan, nasýl kendine mâliktir denilir? Böyle en eþref ve ihtiyarý en geniþ, bu derece hakikî tasarruftan ve temellükten eli baðlanmýþ bulunsa; “Sair hayvanat ve cemadat kendine mâliktir” diyen, hayvandan daha ziyade hayvan ve cemadattan daha ziyade camid ve þuursuz olduðunu isbat eder.

 

Seni bu hataya atýp bu vartaya düþüren, bir gözlü dehandýr. Yani hârika, menhus zekândýr. O kör dehan ile, herþeyin Hâlýký olan Rabbini unuttun, mevhum bir tabiata isnad ettin, âsârýný esbaba verdin, o Hâlýkýn malýný bâtýl mabud olan tagutlara taksim ettin. Þu noktada ve o dehan nazarýnda her zîhayat, herbir insan, tek baþýyla hadsiz a'daya karþý mukavemet etmek ve nihayetsiz hacatýn tahsiline çabalamak lâzým geliyor. Ve zerre gibi bir iktidar, ince tel gibi bir ihtiyar, zâil lem'a gibi bir þuur, çabuk söner þu'le gibi bir hayat, çabuk geçer dakika gibi bir ömür ile, o hadsiz a'daya ve hacata karþý dayanmaya mecbur oluyor. Halbuki o bîçare zîhayatýn sermayesi, binler matlublarýndan birisine kâfi gelmiyor. Musibete giriftar olduðu zaman; saðýr, kör esbabdan baþka derdine derman beklemiyor, وَمَا دُعَاءُ الْكَافِرِينَ اِلاَّ فِى ضَلاَلٍ sýrrýna mazhar oluyor.

 

Senin karanlýklý dehan, nev-i beþerin gündüzünü geceye kalbetmiþ. Yalnýz o sýkýntýlý, zulümlü ve zulmetli geceye ýsýndýrmak için; yalancý,

 

sh: » (Ms: 141)

 

muvakkat lâmbalarla tenvir ettin. O lâmbalar sürur ile beþerin yüzüne tebessüm etmiyor. Belki beþerin aðlanacak acý hallerindeki eblehane gülmesine, o ýþýklar müstehziyane gülüp eðleniyor. Herbir zîhayat senin þakirdlerin nazarýnda zalimlerin hücumuna maruz, miskin birer musibetzededirler. Dünya bir matemhane-i umumiyedir. Dünyadaki sadalar ölümlerden, elemlerden gelen vaveylâlardýr. Senden tam ders alan þakirdin, bir firavun olur. Fakat en hasis þeye ibadet eden ve menfaat gördüðü her þeyi, kendine rab telakki eden bir firavun-u zelildir. Hem senin þakirdin mütemerriddir. Fakat bir lezzeti için nihayet zilleti kabul eden miskin bir mütemerriddir. Hasis bir menfaat için þeytanýn ayaðýný öper derecede alçaklýk gösterir. Hem cebbardýr fakat kalbinde bir nokta-i istinad bulamadýðý için, zâtýnda gayet âciz bir cebbar-ý hodfüruþtur. O þakirdin gaye-i himmeti, hevesat-ý nefsaniyeyi tatmin ve hamiyet ve fedakârlýk perdesi altýnda kendi menfaat-ý nefsini arayan ve hýrs ve gururunu teskin etmeye çalýþan bir dessastýr. Nefsinden baþka ciddî olarak hiçbir þeyi sevmiyor. Herþeyi nefsine feda ediyor. Amma Kur'anýn hâlis ve tam þakirdi ise, bir abddir. Fakat azam-ý mahlukata karþý da ubudiyete tenezzül etmez ve Cennet gibi en büyük ve azam bir menfaati gaye-i ubudiyet yapmaz bir abd-i azizdir. Hem halim selimdir. Fakat Fâtýr-ý Zülcelalinden baþkasýna, izni ve emri olmadan tezellüle tenezzül etmez bir halim-i âlîhimmettir. Hem fakirdir fakat onun Mâlik-i Kerim'i ona ileride iddihar ettiði mükâfat ile bir fakir-i müstaðnidir. Hem zaîftir fakat kudreti nihayetsiz olan Seyyidinin kuvvetine istinad eden bir zaîf-i kavîdir ki, Kur'an hakikî bir þakirdine cennet-i ebediyeyi dahi gaye-i maksad yaptýrmadýðý halde; bu zâil fâni dünyayý ona gaye-i maksad hiç yapar mý? Ýþte iki þakirdin himmetlerinin ne derece birbirinden farklý olduðunu anla!

 

Hem felsefe-i sakîmenin þakirdleriyle Kur'an-ý Hakîm'in tilmizlerinin hamiyetkârlýk ve fedakârlýklarýný bununla müvazene edebilirsiniz. Þöyle ki:

 

Felsefenin þakirdi, kendi nefsi için kardeþinden kaçar, onun aleyhinde dava açar. Kur'anýn þakirdi ise, semavat ve arzdaki umum sâlih ibadý kendine kardeþ telakki ederek, gayet samimî bir surette onlara dua eder ve saadetleriyle mes'ud oluyor ve ruhunda þedid bir alâkayý onlara karþý

 

sh: » (Ms : 142)

 

hisseder. Hem en büyük þey olan Arþ ve Þems'i, müsahhar birer memur ve kendi gibi bir abd, bir mahluk telakki eder.

 

Hem iki þakirdin ulviyet ve inbisat-ý ruhlarýný bundan kýyas et ki: Kur'an, kendi þakirdlerinin ruhuna öyle bir inbisat ve ulviyet verir ki; doksan dokuz taneli tesbihe bedel, doksan dokuz Esma-i Ýlahiyenin cilvelerini gösteren doksan dokuz âlemlerin zerratýný, birer tesbih taneleri olarak þakirdlerinin ellerine verir. “Evradlarýnýzý bununla okuyunuz.” der. Ýþte Kur'anýn tilmizlerinden Þah-ý Geylanî, Rufaî, Þazelî (R.A.) gibi þakirdleri, virdlerini okuduklarý vakit dinle, bak! Ellerinde silsile-i zerratý, katarat adedlerini, mahlukatýn aded-i enfasýný tutmuþlar, onunla evradlarýný okuyorlar. Cenab-ý Hakk'ý zikir ve tesbih ediyorlar. Ýþte Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan'ýn mu'cizane terbiyesine bak ki: Nasýl edna bir kederle ve küçük bir gam ile baþý dönüp sersemleþen ve küçük bir mikroba maðlub olan bu küçük insan, terbiye-i Kur'aniye ile ne kadar teâli ediyor. Ve ne derece letaifi inbisat eder ki: Koca dünya mevcudatýný, virdine tesbih olmakta kýsa görüyor. Ve Cennet'i zikir ve virdine gaye olmakta az gördüðü halde, kendi nefsini Cenab-ý Hakk'ýn edna bir mahlukunun üstünde büyük tutmuyor. Nihayet izzet içinde, nihayet tevazuu cem'ediyor. Felsefe þakirdlerinin buna nisbeten ne derece pest ve aþaðý olduðunu kýyas edebilirsin.

 

Ýþte felsefe-i sakîme-i Avrupaiyeden yek-çeþm olan dehasýnýn yanlýþ gördüðü hakikatlarý; iki cihana bakan, gayb-aþina parlak iki gözü ile iki âleme nazar eden, beþer için iki saadete iki eliyle iþaret eden hüda-yý Kur'anî der ki: “Ey insan! Senin elinde bulunan nefis ve malýn senin mülkün deðil, belki sana emanettir. O emanetin mâliki, herþeye kadîr, herþeyi bilir bir Rahîm-i Kerim'dir. O senin yanýndaki mülkünü senden satýn almak istiyor. Tâ senin için muhafaza etsin, zayi' olmasýn. Ýleride mühim bir fiat sana verecek. Sen muvazzaf ve memur bir askersin. Onun namýyla çalýþ ve hesabýyla amel et. Odur ki, muhtaç olduðun þeyleri sana rýzk olarak gönderiyor ve senin takatýn yetmediði þeylerden seni muhafaza eder. Senin þu hayatýnýn gayesi, neticesi; o Mâlik'in esmasýna ve þuunatýna bir mazhariyettir. Sana bir musibet geldiði vakit, de: اِنَّا لِلّهِ وَاِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ Yani: Ben mâlikimin hizmetindeyim. Ey

 

sh: » (Ms: 143)

 

musibet! Eðer onun izin ve rýzasýyla geldin ise, merhaba, safa geldin! Çünki elbette bir vakit ona döneceðiz ve onun huzuruna gideceðiz ve ona müþtakýz. Madem herhalde bir zaman bizi hayatýn tekâlifinden âzad edecektir. Haydi ey musibet! O terhis ve o âzad etmek, senin elinle olsun, razýyým. Eðer benim emanet muhafazasýnda ve vazifeperverliðimi tecrübe suretinde sana emir ve irade etmiþ, fakat sana teslim olmaklýðýma izin ve rýzasý olmazsa; benim takâtým yettikçe, emin olmayana Mâlikimin emanetini teslim etmem!” der.

 

Ýþte binden bir nümune olarak, deha-yý felsefînin ve hüda-yý Kur'anînin verdikleri derslerin derecelerine bak. Evet iki tarafýn hakikat-ý hali sâbýkan beyan edilen tarz ile gidiyor. Fakat hidayet ve dalalette insanlarýn dereceleri mütefavittir. Gafletin mertebeleri muhteliftir. Herkes her mertebede bu hakikatý tamamýyla hissedemez. Çünki gaflet, hissi ibtal ediyor. Ve bu zamanda öyle bir derecede ibtal-i his etmiþ ki, bu elîm elemin acýsýný ehl-i medeniyet hissetmiyorlar. Fakat hassasiyet-i ilmiyenin tezayüdüyle ve her günde otuzbin cenazeyi gösteren mevtin ikazatýyla o gaflet perdesi parçalanýyor. Ecnebilerin tagutlarýyla ve fünun-u tabiiyeleriyle dalalete gidenlere ve onlarý körükörüne taklid edip ittiba edenlere binler nefrin ve teessüfler!

 

Ey bu vatan gençleri! Firenkleri taklide çalýþmayýnýz! Âyâ, Avrupa'nýn size ettikleri hadsiz zulüm ve adavetten sonra, hangi akýl ile onlarýn sefahet ve bâtýl efkârlarýna ittiba edip emniyet ediyorsunuz? Yok! Yok! Sefihane taklid edenler, ittiba deðil, belki þuursuz olarak onlarýn safýna iltihak edip kendi kendinizi ve kardeþlerinizi idam ediyorsunuz. آgâh olunuz ki, siz ahlâksýzcasýna ittiba ettikçe, hamiyet davasýnda yalancýlýk ediyorsunuz!.. Çünki þu surette ittibaýnýz, milliyetinize karþý bir istihfaftýr ve millete bir istihzadýr!..

 

هَدَينَا اللّهُ وَ اِيَّاكُمْ اِلَى الصِّرَاطِ الْمُسْتَقِيمِ

 

ALTINCI NOTA: Ey kâfirlerin çokluklarýndan ve onlarýn bazý hakaik-i imaniyenin inkârýndaki ittifaklarýndan telaþa düþen ve itikadýný bozan bîçare insan! Bil ki: Kýymet ve ehemmiyet, kemmiyette ve aded çokluðunda deðil. Çünki insan eðer insan olmazsa, þeytan bir hayvana inkýlab eder. Ýnsan, bazý firenkler ve firenk-meþrebler gibi ihtirasat-ý hayvaniyede terakki ettikçe, daha þiddetli bir hayvaniyet mertebesini alýr. Sen görüyorsun ki; hayvanatýn kemmiyet ve aded itibariyle hadsiz bir çokluðu varken, ona nisbeten insan gayet az iken, umum enva'-ý

 

sh: » (Ms: 144)

 

hayvanat üstünde sultan ve halife ve hâkim olmuþtur. Ýþte muzýr kâfirler ve kâfirlerin yolunda giden sefihler, Cenab-ý Hakk'ýn hayvanatýndan bir nevi habislerdir ki, Fâtýr-ý Hakîm onlarý dünyanýn imareti için halketmiþtir. Mü'min ibadýna ettiði nimetlerin derecelerini bildirmek için, onlarý bir vâhid-i kýyasî yapýp, âkibette müstehak olduklarý Cehennem'e teslim eder.

 

Ýþte küffarýn ve ehl-i dalaletin bir hakikat-ý imaniyeyi inkâr ve nefyetmelerinde kuvvet yoktur. Çünki nefiy sýrrýyla ittifaklarý kuvvetsizdir. Bin nefyediciler, birtek hükmündedir. Meselâ: Bütün Ýstanbul ahalisi, Ramazanýn baþýnda ay'ý görmediðinden nefyetse, iki þahidin isbatýyla o cemm-i gafîrin nefiy ve ittifaký sukut eder. Madem küfrün ve dalaletin mahiyeti nefiydir ve inkârdýr, cehildir ve ademdir, küffarýn kesret ile ittifaký ehemmiyetsizdir. Ehl-i hakkýn, hak ve sabit ve sübutu isbat olunan mesail-i imaniyede þuhuda istinad eden iki mü'minin hükmü, hadsiz ehl-i dalaletin ittifakýna racih olur, galebe eder. Bu hakikatýn sýrrý þudur ki: Nefyedenlerin davalarý sureten bir iken, müteaddiddir; birbiriyle ittihad edemez ki kuvvetlensin. Ýsbat edicilerin davalarý ittihad ediyor, birbirinden kuvvet alýr. Çünki gökteki hilâl-i Ramazaný görmeyen der ki: “Benim nazarýmda ay yoktur; benim yanýmda görünmüyor.” Baþkasý da, “Nazarýmda yoktur” der. Daha baþkasý da öyle der. Herbiri kendi nazarýnda “yoktur” der. Herbirinin nazarlarý ayrý ayrý ve nazara perde olan esbab dahi ayrý ayrý olabildiði için, davalarý da ayrý ayrý olur; birbirine kuvvet veremez. Fakat isbat edenler demiyor ki: “Benim nazarýmda ve gözümde hilâl var.” Belki “Nefs-ül emirde, göðün yüzünde hilâl vardýr, görünür” der. Görenler bütün ayný davayý ve “nefs-ül emirde vardýr” der. Demek bütün davalar birdir. Nefyedenlerin nazarlarý ayrý ayrý olduðundan, davalarý da ayrý ayrý olur. Nefs-ül emre hükmedemiyorlar. Çünki nefs-ül emirde nefiy isbat edilmez. Çünki ihata lâzýmdýr. وَ الْعَدَمُ الْمُطْلَقُ لاَ يُثْبِتُ اِلاَّ بِمُشْكِلاتٍ عَظِيمَةٍ bir kaide-i usûldür. Evet birþeyi dünyada var desen, yalnýz o þeyi göstermek kâfi gelir. Eðer yok deyip nefyetsen, bütün dünyayý eleyip göstermek lâzým gelir ki, tâ o nefiy isbat edilsin.

 

Ýþte bu sýrra binaen; ehl-i küfrün bir hakikatý nefyetmesi ise, bir mes'eleyi halletmek veyahud dar bir delikten geçmek veyahud bir hendekten atlamak misalindedir ki; bin de, bir de, birdir. Çünki birbirine yardýmcý olamaz. Fakat isbat edenler nefs-ül emirde hakikat-ý hale baktýklarý

 

sh: » (Ms: 145)

 

için, müddealarý ittihad ediyor. Kuvvetleri birbirine yardým eder. Büyük bir taþýn kaldýrmasýna benzer ki, ne kadar eller yapýþsa daha ziyade kaldýrmasý kolay olur ve birbirinden kuvvet alýr.

 

YEDÝNCÝ NOTA: Ey müslümanlarý dünyaya þiddetle teþvik eden ve san'at ve terakkiyat-ý ecnebiyeye cebr ile sevkeden bedbaht hamiyet-füruþ! Dikkat et, bu milletin bazýlarýnýn din ile baðlandýklarý rabýtalar kopmasýn! Eðer böyle ahmakane körükörüne topuzlarýn altýnda bazýlarýn dinden rabýtalarý kopsa, o vakit hayat-ý içtimaiyede bir semm-i katil hükmünde o dinsizler zarar verecekler. Çünki mürtedin vicdaný tamam bozulduðundan, hayat-ý içtimaiyeye zehir olur. Ondandýr ki, ilm-i usûlde “Mürtedin hakk-ý hayatý yoktur. Kâfir eðer zimmî olsa veya musalaha etse, hakk-ý hayatý var” diye usûl-i Þeriatýn bir düsturudur. Hem mezheb-i Hanefiyede, ehl-i zimmeden olan bir kâfirin þehadeti makbuldür. Fakat fâsýk merdud-üþ þehadettir, çünki haindir.

 

Ey bedbaht fâsýk adam! Fâsýklarýn kesretine bakýp aldanma ve “Ekseriyetin efkârý benimle beraberdir” deme! Çünki fâsýk adam, fýský isteyerek ve bizzât taleb edip girmemiþ; belki içine düþmüþ çýkamýyor. Hiçbir fâsýk yoktur ki, sâlih olmasýný temenni etmesin ve âmirini ve reisini mütedeyyin görmek istemesin. Ýllâ ki, el'iyazübillah irtidad ile vicdaný tefessüh edip, yýlan gibi zehirlemekten lezzet alsýn.

 

Ey divane baþ ve bozuk kalb! Zanneder misin ki, “Müslümanlar dünyayý sevmiyorlar veyahud düþünmüyorlar ki, fakr-ý hale düþmüþler ve ikaza muhtaçtýrlar; tâ ki dünyadan hissesini unutmasýnlar.” Zannýn yanlýþtýr, tahminin hatadýr. Belki hýrs þiddetlenmiþ, onun için fakr-ý hale düþüyorlar. Çünki mü'minde hýrs, sebeb-i hasarettir ve sefalettir. اَلْحَرِيصُ خَائِبٌ خَاسِرٌ durub-u emsal hükmüne geçmiþtir. Evet insaný dünyaya çaðýran ve sevkeden esbab çoktur. Baþta nefis ve hevasý ve ihtiyaç ve havassý ve duygularý ve þeytaný ve dünyanýn surî tatlýlýðý ve senin gibi kötü arkadaþlarý gibi çok dâîleri var. Halbuki bâki olan âhirete ve uzun hayat-ý ebediyeye davet eden azdýr. Eðer sende zerre mikdar bu bîçare millete karþý hamiyet varsa ve ulüvv-ü himmetten dem vurduðun yalan olmazsa, hayat-ý bâkiyeye yardým eden azlara imdad etmek lâzým gelir. Yoksa o az dâîleri susturup, çoklara yardým etsen þeytana arkadaþ olursun.

 

Âyâ zanneder misin ki; bu milletin fakr-ý hali, dinden gelen bir

 

sh: » (Ms: 146)

 

zühd ve terk-i dünyadan gelen bir tenbellikten neþ'et ediyor. Bu zanda hata ediyorsun. Acaba görmüyor musun ki, Çin ve Hind'deki Mecusî ve Berahime ve Afrika'daki zenciler gibi, Avrupa'nýn tasallutu altýna giren milletler bizden daha fakirdirler. Hem görmüyor musun ki, zarurî kuttan ziyade müslümanlarýn elinde býrakýlmýyor. Ya Avrupa kâfir zalimleri veya Asya münafýklarý, desiseleriyle ya çalar veya gasbediyor.

 

Sizin cebren böyle ehl-i imaný mimsiz medeniyete sevketmekteki maksadýnýz, eðer memlekette asayiþ ve emniyeti te'min ve kolayca idare etmek ise, kat'iyen biliniz ki; hata ediyorsunuz, yanlýþ yola sevkediyorsunuz. Çünki itikadý sarsýlmýþ, ahlâký bozulmuþ yüz fâsýkýn idaresi ve onlar içinde asayiþ temini, binler ehl-i salahatýn idaresinden daha müþkildir.

 

Ýþte bu esaslara binaen ehl-i Ýslâm, dünyaya ve hýrsa sevk olunmaya ve teþvik edilmeye muhtaç deðildirler. Terakkiyat ve asayiþler, bununla temin edilmez. Belki mesaîlerinin tanzimine ve mabeynlerindeki emniyetin tesisine ve teavün düsturunun teshiline muhtaçtýrlar. Bu ihtiyaç da, dinin evamir-i kudsiyesiyle ve takva ve salabet-i diniye ile olur.

 

SEKÝZÝNCÝ NOTA: Ey sa'y ve ameldeki lezzet ve saadeti bilmeyen tenbel insan! Bil ki:

 

Cenab-ý Hak, kemal-i kereminden, hizmetin mükâfatýný, hizmet içinde dercetmiþtir. Amelin ücretini, nefs-i amel içine koymuþtur. Ýþte bu sýr içindir ki, mevcudat hattâ bir nokta-i nazarda camidat dahi, evamir-i tekviniye tabir edilen hususî vazifelerinde, kemal-i þevk ile ve bir çeþit lezzet ile evamir-i Rabbaniyeyi imtisal ederler. Arýdan, sinekten, tavuktan tut; tâ Þems ve Kamer'e kadar her þey kemal-i lezzetle vazifesine çalýþýyorlar. Demek hizmetlerinde bir lezzet var ki, akýllarý olmadýðýndan akibeti ve neticeleri düþünmeden, mükemmel vazifelerini îfa ediyorlar.

 

Eðer desen: Zîhayatta lezzet kabildir, cemadatta nasýl þevk ve lezzet olabilir?

 

Elcevab: Cemadat kendi hesablarýna deðil, onlarda tecelli eden esma-i Ýlahiye hesabýna bir þeref, bir makam, bir kemal, bir güzellik, bir intizam isterler, arýyorlar. O vazife-i fýtriyelerinin imtisalinde, Nur-ul Envar'ýn isimlerine birer ma'kes, birer âyine hükmüne geçtiðinden tenevvür eder, terakki eder. Meselâ: Nasýlki bir katre su, bir zerrecik cam parçasý zâtýnda ziyasýz,

 

sh: » (L: 147)

 

ehemmiyetsiz iken, sâfi kalbiyle Güneþ'e yüzünü çevirse, o vakit o ehemmiyetsiz, ziyasýz katre ve cam parçasý, Güneþ'in bir nevi arþý olup senin yüzüne de tebessüm eder.

 

Ýþte bu misal gibi, zerrat ve mevcudat, cemal-i mutlak ve kemal-i mutlak sahibi olan Zât-ý Zülcelal'in isimlerine vazifeperverlik cihetinde âyine olmalarýyla, o katre ve zerrecik þiþe gibi gayet aþaðý bir dereceden gayet yüksek bir derece-i zuhura ve tenevvüre çýkýyorlar. Madem vazife cihetinde gayet nuranî ve yüksek bir makam alýyorlar; lezzet mümkün ve kabil ise, yani hayat-ý âmmeden hissedar iseler, gayet lezzet ile o vazifeleri görüyorlar, denilebilir.

 

Vazifede lezzet bulunduðuna en zâhir bir delil, sen kendi âza ve duygularýnýn hizmetlerine bak. Herbiri beka-i þahsî ve beka-i nev'î için ettikleri hizmetlerinde ayrý ayrý lezzetleri var. Nefs-i hizmet, onlara bir telezzüz hükmüne geçiyor. Hattâ hizmeti terketmek, o uzvun bir nevi azabýdýr.

 

Hem en zâhir bir delil dahi, horoz veya yavrulu tavuk gibi hayvanatýn vazifelerinde gösterdikleri fedakârane ve merdane vaziyetleridir ki, horoz aç olduðu halde tavuklarý nefsine tercih edip bulduðu rýzka onlarý çaðýrýr; yemez, onlara yedirir. Ve bir þevk ve iftihar ve telezzüz ile o vazifeyi gördüðü, görünür. Demek o hizmette, yemekten fazla bir lezzet alýr.

 

Hem küçük yavrularýna çobanlýk eden tavuk dahi, yavrularýnýn hatýrý için ruhunu feda eder, ite atýlýr. Kendini aç býrakýp onlarý doyurur. Demek o hizmette öyle bir lezzet alýr ki; açlýk acýsýna ve ölmek elemine tereccuh eder, ziyade gelir. Hayvanî valideler yavrularýný, küçük iken vazifeleri bulunduðundan lezzetle himayeye çalýþýr. Büyük olduktan sonra vazife kalkar, lezzet de gider. Yavrusunu döver, elinden taneyi alýr. Yalnýz, insan nev'indeki validelerin vazifeleri bir derece devam eder. Çünki insanlarda za'f u acz itibariyle daima bir nevi çocukluk var, her vakit de þefkate muhtaçtýr. Ýþte umum hayvanatýn horoz gibi çobanlýk eden erkeklerine ve tavuk gibi validelerine bak, anla ki; bunlar kendi hesabýna ve kendileri namýna, kendi kemalleri için o vazifeyi görmüyorlar. Çünki hayatýný, vazifede lâzým gelse feda ediyorlar. Belki vazifeleri, onlarý o vazife ile tavzif eden ve o vazife içinde rahmetiyle bir lezzet derceden Mün'im-i Kerim'in hesabýna ve Fâtýr-ý Zülcelal'in namýna görüyorlar.

 

Hem nefs-i hizmette ücret bulunduðuna bir delil de þudur ki: Nebatat ve eþcar, bir þevk u lezzeti ihsas eden bir tavýr ile Fâtýr-ý Zülcelal'in

 

sh: » (L: 148)

 

emirlerini imtisal ediyorlar. Çünki daðýttýðý güzel kokular ve müþterilerin nazarýný celbedecek zînetlerle süslenmeleri ve sünbülleri ve meyveleri için çürüyünceye kadar kendilerini feda etmeleri, ehl-i dikkate gösterir ki: Onlarýn, emr-i Ýlahînin imtisalinden öyle bir lezzetleri var ki; nefsini mahvedip çürütüyor.

 

Bak, baþýnda çok süt konserveleri taþýyan Hindistan cevizi ve incir gibi meyvedar aðaçlar, rahmet hazinesinden lisan-ý hal ile süt gibi en güzel bir gýdayý ister, alýr, meyvelerine yedirir; kendi bir çamur yer. Nar aðacý sâfi bir þarabý, hazine-i rahmetten alýp meyvesine yedirir; kendisi çamurlu ve bulanýk bir suya kanaat eder.

 

Hattâ hububatta dahi sünbüllenmek vazifesinde zâhir bir iþtiyak görünür. Nasýlki dar bir yerde hapsedilen bir zât, bir bostana, geniþ bir yere çýkmayý müþtakane ister. Öyle de: Hububatta, sünbüllenmek vazifesinde öyle sürurlu bir vaziyet, bir iþtiyak görünüyor. Ýþte “Sünnetullah” tabir edilen, kâinatta cereyan eden bu sýrlý uzun düsturdandýr ki: Ýþsiz, tenbel, istirahatla yaþayan ve rahat döþeðinde uzananlar, ekseriyetle sa'yeden, çalýþanlardan daha ziyade zahmet ve sýkýntý çeker. Çünki daima iþsizler ömründen þikayet eder; eðlence ile çabuk geçmesini ister. Sa'yeden ve çalýþan ise; þâkirdir, hamdeder, ömrün geçmesini istemez. اَلْمُسْتَرِيحُ الْعَاطِلُ شَاكٍ مِنْ عُمْرِهِ وَ السَّاعِىُ الْعَامِلُ شَاكِرٌ küllî düsturdur. Hem o sýr iledir ki: “Rahat, zahmette; zahmet, rahattadýr” cümlesi darb-ý mesel olmuþtur. Evet cemadata dikkatle nazar edilse: Bilkuvve yalnýz istidad ve kabiliyet cihetinde nâkýs kalýp inkiþaf etmeyenlerin, gayet bir içtihad ve sa'y ile inbisat edip bilkuvveden bilfiil suretine geçmesinde, mezkûr sünnet-i Ýlahiye düsturuyla bir tavýr görünüyor. Ve o tavýr iþaret eder ki: O vazife-i fýtriyede bir þevk ve o mes'elede bir lezzet vardýr. Eðer o camidin umumî hayattan hissesi varsa, þevk kendisinin olur; yoksa, o camidi temsil eden, nezaret eden þeye aittir. Hattâ bu sýrra binaen denilebilir:

 

Latif, nazik su incimad emrini aldýðý vakit, öyle þiddetli bir þevk ile o emre imtisal eder ki, demiri þakk eder, parçalar. Demek bürudet ve taht-es sýfýr soðuðun lisanýyla aðzý kapalý demir kaptaki suya “Geniþlen!” emr-i Rabbanîsini tebliðinde, þiddet-i þevk ile kabýný parçalar, demiri bozar, kendisi buz olur. Ve hâkeza.. herþeyi buna kýyas et ki, güneþlerin deveranýndan ve seyr ü seyahatlarýndan tut, tâ zerrelerin

 

sh: » (L: 149)

 

mevlevî gibi devretmelerine ve dönmelerine ve ihtizazlarýna kadar kâinattaki bütün sa'y ü hareket, kanun-u kader-i Ýlahî üzerine cereyan ediyor. Ve dest-i kudret-i Ýlahîden sudûr eden ve irade ve emir ve ilmi tazammun eden emr-i tekvinî ile zuhur eder. Hattâ herbir zerre, herbir mevcud, herbir zîhayat, bir nefer askere benzer ki; orduda muhtelif dairelerde, o neferin ayrý ayrý nisbetleri, vazifeleri olduðu gibi; herbir zerre, herbir zîhayatýn dahi öyledir.

 

Meselâ: Senin gözünde bir zerre, gözün hüceyresinde ve gözde ve asab-ý vechiyede ve bedenin þerayin tabir edilen damarlarýnda, birer nisbeti ve o nisbete göre birer vazifesi ve o vazifeye göre birer faidesi vardýr. Ve hâkeza herþeyi ona kýyas et. Buna binaen herbir þey, bir Kadîr-i Ezelî'nin vücub-u vücuduna iki cihetle þehadet eder:

 

Biri: Tâkatýnýn binler derece fevkinde vazifeleri görmekteki acz-i mutlak lisanýyla o Kadîr'in vücuduna þehadet eder.

 

Ýkincisi: Herbir þey, nizam-ý âlemi teþkil eden düsturlara ve müvazene-i mevcudatý idame eden kanunlara tatbik-i hareket etmekle, o Alîm-i Kadîr'e þehadet eder.

 

Çünki zerre gibi bir camid, arý gibi küçük bir hayvan, Kitab-ý Mübin'in mühim ve ince mes'eleleri olan nizam ve mizaný bilmez. Camid bir zerre, arý gibi küçük bir hayvan nerede? Semavat tabakalarýný bir defter sahifesi gibi açýp, kapayýp toplayan Zât-ý Zülcelal'in elindeki Kitab-ý Mübin'in mühim ince mes'elelerini okumak nerede? Eðer sen divanelik edip; zerrede, o kitabýn ince hurufatýný okuyacak kadar bir göz bulunduðunu tevehhüm etsen; o vakit o zerrenin þehadetini redde çalýþabilirsin. Evet Fâtýr-ý Hakîm, Kitab-ý Mübin'in düsturlarýný gayet güzel bir surette ve muhtasar bir tarzda ve has bir lezzette ve mahsus bir ihtiyaçta icmal edip derceder. Herþey öyle has bir lezzet ve mahsus bir ihtiyaç ile amel etse, o Kitab-ý Mübin'in düsturlarýný bilmeyerek imtisal eder.

 

Meselâ: Hortumlu sivrisinek dünyaya geldiði dakikada hanesinden çýkar; durmayarak insanýn yüzüne hücum eder, uzun asâsýyla vurur, âb-ý hayat fýþkýrtýr, içer. Hücumdan kaçmakta, erkân-ý harb gibi meharet gösterir. Acaba bu küçük, tecrübesiz, yeni dünyaya gelen mahluka bu san'atý ve bu fenn-i harbi ve su çýkarmak san'atýný kim öðretmiþ ve nerede öðrenmiþ? Ben, yani bu bîçare Said itiraf ediyorum ki: Eðer ben o hortumlu sineðin yerinde olsaydým; bu san'atý, bu kerr u fer harbini ve su çýkarmak

 

sh: » (L: 150)

 

hizmetini çok uzun dersler ve çok müteaddid tecrübelerle ancak öðrenebilirdim.

 

Ýþte ilhama mazhar olan arý, örümcek ve yuvasýný çorap gibi yapan bülbül gibi hayvanatý bu sineðe kýyas et. Hattâ nebatatý da aynen hayvanata kýyas edebilirsin. Evet Cevvad-ý Mutlak (Celle Celaluhu), her ferd-i zîhayatýn eline lezzet midadýyla ve ihtiyaç mürekkebiyle yazýlmýþ bir tezkereyi vermiþ. Onunla evamir-i tekviniyenin proðramýný ve hizmetlerinin fihristesini tevdi' etmiþtir. Bak o Hakîm-i Zülcelal'e; nasýl Kitab-ý Mübin'in düsturlarýndan arý vazifesine ait mikdarýný bir tezkerede yazmýþ, arýnýn baþýndaki sandukçaya koymuþtur. O sandukçanýn anahtarý da, vazifeperver arýya has bir lezzettir. Onunla sandukçayý açar, proðramýný okur, emri anlar, hareket eder. وَ اَوْحَى رَبُّكَ اِلَى النَّحْلِ âyetinin sýrrýný izhar eder. Ýþte eðer bu Sekizinci Nota'yý tamam iþittin ve tam anladýnsa, bir hads-i imanî ile وَسِعَتْ رَحْمَتُهُ كُلَّ شَيْءٍ nin bir sýrrýný, وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ nin bir hakikatýný, اِنمَّاَ اَمْرُهُ اِذَا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ nun bir düsturunu, فَسُبْحَانَ الَّذِى بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ nun bir nüktesini anlarsýn.

 

DOKUZUNCU NOTA: Bil ki: Nev'-i beþerde nübüvvet, beþerdeki hayýr ve kemalâtýn fezlekesi ve esasýdýr. Din-i Hak, saadetin fihristesidir. Ýman, bir hüsn-ü münezzeh ve mücerreddir. Madem þu âlemde parlak bir hüsün, geniþ ve yüksek bir feyiz, zâhir bir hak, faik bir kemal görünüyor. Bilbedahe hak ve hakikat, nübüvvet içindedir ve Nebiler elindedir. Dalalet, þerr ve hasaret; onun muhalifindedir.

 

Mehasin-i ubudiyetin binlerinden yalnýz buna bak ki: Nebi Aleyhisselâm, ubudiyet cihetiyle muvahhidînin kalblerini îd ve cuma ve cemaat namazlarýnda ittihad ettiriyor ve dillerini bir kelimede cem' ediyor. Öyle bir surette ki: Þu insan, Mabud-u Ezelî'nin azamet-i hitabýna, hadsiz kalblerden ve dillerden çýkan sesler, dualar, zikirler ile mukabele ediyor. O sesler, dualar, zikirler birbirine tesanüd ederek ve birbirine

 

sh: » (L: 151)

 

yardým edip ittifak ederek öyle geniþ bir surette Mabud-u Ezelî'nin uluhiyetine karþý bir ubudiyet gösteriyor ki; güya Küre-i Arz kendisi o zikri söylüyor, o duayý ediyor ve aktarýyla namaz kýlýyor ve etrafýyla semavatýn fevkinde izzet ve azametle nâzil olan اَقِيمُوا الصَّلوَةَ emrini, Küre-i Arz imtisal ediyor. Bu sýrr-ý ittihad ile, kâinat içinde bir zerre gibi zaîf, küçük bir mahluk olan þu insan, ubudiyetin azameti cihetiyle Hâlýk-ý Arz ve Semavat'ýn mahbub bir abdi ve Arz'ýn halifesi, sultaný ve hayvanatýn reisi ve hilkat-ý kâinatýn neticesi ve gayesi oluyor. Evet eðer namazlarýn arkasýnda hususan bayram namazlarýnda bir anda Allahü Ekber diyen yüzer milyon insanlarýn sesleri, âlem-i gaybda ittihad ettikleri gibi, âlem-i þehadette dahi birbiriyle ittihad edip içtima etse, Küre-i Arz tamamýyla büyük bir insan olup, azametine nisbeten büyük bir sada ile söylediði Allahü Ekber'e müsavi geldiðinden, o muvahhidînin ittihadý ile bir anda Allahü Ekber demeleri, Küre-i Arz'ýn büyük bir Allahü Ekber'i hükmüne geçiyor. Âdeta bayram namazlarýnda âlem-i Ýslâmýn zikr ü tesbihiyle zemin zelzele-i kübraya mazhar olup, aktar u etrafýyla Allahü Ekber deyip, kýblesi olan Kâ'be-i Mükerreme'nin samimî kalbiyle niyet edip, Mekke aðzýyla, Cebel-i Arefe diliyle Allahü Ekber diyerek, o tek kelime etraf-ý Arz'daki umum mü'minlerin maðara-misal aðýzlarýndaki havada temessül ediyor. Birtek Allahü Ekber kelimesinin aks-i sadasýyla hadsiz Allahü Ekber vuku bulduðu gibi, o makbul zikir ve tekbir, semavatý dahi çýnlatýp berzah âlemlerine de temevvüc ederek sada veriyor. Ýþte bu Arz'ý böyle kendine sâcid ve âbid ve ibadýna mescid ve mahluklarýna beþik ve kendine müsebbih ve mükebbir eden Zât-ý Zülcelal'e, yerin zerratý adedince hamd ve tesbih ve tekbir edip ve mevcudatý adedince hamd ediyoruz ki; bize bu nevi ubudiyeti ders veren Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýna ümmet eylemiþ.

 

ONUNCU NOTA: Bil ey gafil, müþevveþ Said! Cenab-ý Hakk'ýn nur-u marifetine yetiþmek ve bakmak ve âyât ve þahidlerin âyinelerinde cilvelerini görmek ve berahin ve deliller mesamatýyla temaþa etmek iktiza ediyor ki; senin üstünden geçen, kalbine gelen ve aklýna görünen herbir nuru tenkid parmaklarýyla yoklama ve tereddüd eliyle tenkid etme! Sana ýþýklanan bir nuru tutmak için elini uzatma; belki gaflet esbabýndan tecerrüd et, onlara müteveccih ol, dur. Çünki ben müþahede ettim ki: Marifetullahýn þahidleri, bürhanlarý üç çeþittir.

 

Bir kýsmý: Su gibidir; görünür, hissedilir, lâkin parmaklarla tutulmaz.

 

sh: » (L: 152)

 

Bu kýsýmda hayalâttan tecerrüd etmek, külliyetle ona dalmak gerektir. Tenkid parmaklarýyla tecessüs edilmez; edilse akar, kaçar. O âb-ý hayat, parmaðý mekân ittihaz etmez.

 

Ýkinci kýsým: Hava gibidir; hissedilir, fakat ne görünür, ne de tutulur. Ona karþý sen yüzün, aðzýn, ruhunla o rahmet nesimine karþý teveccüh et, kendini mukabil tut, tenkid elini uzatma, tutamazsýn. Ruhunla teneffüs et. Tereddüd eliyle baksan, tenkid ile el atsan, o yürür gider; senin elini mesken ittihaz etmez, ona razý olmaz.

 

Üçüncü kýsým ise: Nur gibidir; görünür, fakat ne hissedilir, ne de tutulur. Öyle ise kalbinin gözüyle, ruhunun nazarýyla kendini ona mukabil tut ve gözünü ona tevcih et, bekle; belki kendi kendine gelir. Çünki nur; el ile tutulmaz, parmaklar ile avlanmaz, belki o nur ancak basiret nuruyla avlanýr. Eðer harîs ve maddî elini uzatsan ve maddî mizanlarla tartsan, sönmese de gizlenir. Çünki öyle nur, maddîde hapse razý olmadýðý gibi, kayda da giremez, kesifi kendine mâlik ve seyyid kabul etmez.

 

ONBÝRÝNCÝ NOTA: Bil ki: Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan'ýn ifadesinde çok þefkat ve merhamet var. Çünki muhatablarýn ekserisi, cumhur-u avamdýr. Onlarýn zihinleri basittir. Nazarlarý dahi dakik þeyleri görmediðinden, onlarýn besatet-i efkârýný okþamak için tekrar ile, semavat ve arzýn yüzlerine yazýlan âyetleri tekrar ediyor. O büyük harfleri kolaylýkla okutturuyor. Meselâ: Semavat ve arzýn hilkati ve semadan yaðmurun yaðdýrýlmasý ve arzýn dirilmesi gibi bilbedahe okunan ve görünen âyetleri ders veriyor. O huruf-u kebire içinde küçük harflerle yazýlan ince âyâta nazarý nâdiren çevirir, tâ zahmet çekmesinler. Hem üslûb-u Kur'anîde öyle bir cezalet ve selaset ve fýtrîlik var ki: Güya Kur'an bir hâfýzdýr; kudret kalemiyle kâinat sahifelerinde yazýlan âyâtý okuyor. Güya Kur'an, kâinat kitabýnýn kýraatýdýr ve nizamatýnýn tilavetidir ve Nakkaþ-ý Ezelîsinin þuunatýný okuyor ve fiillerini yazýyor. Bu cezalet-i beyaniyeyi görmek istersen, hüþyar ve müdakkik bir kalb ile, Sure-i Amme ve قُلِ اللّهُمَّ مَالِكَ اْلمُلْكِ âyetleri gibi fermanlarý dinle!..

 

ONÝKÝNCÝ NOTA: Ey bu Notalarý dinleyen dostlarým! Biliniz ki; ben hilaf-ý âdet olarak, gizlemesi lâzým gelen Rabbime karþý kalbimin tazarru' ve niyaz ve münacatýný bazan yazdýðýmýn sebebi; ölüm, dilimi susturduðu

 

sh: » (L: 153)

 

zamanlarda, dilime bedel kitabýmýn söylemesinin kabulünü rahmet-i Ýlahiyeden rica etmektir. Evet kýsa bir ömürde, hadsiz günahlarýma keffaret olacak, muvakkat lisanýmýn tövbe ve nedametleri kâfi gelmiyor. Sabit ve bir derece daim olan kitabýn lisaný daha ziyade o iþe yarar. Ýþte onüç sene (Haþiye) evvel, daðdaðalý bir fýrtýna-i ruhiye neticesinde, Eski Said'in gülmeleri, Yeni Said'in aðlamalarýna inkýlab edeceði hengâmda; gençliðin gaflet uykusundan ihtiyarlýk sabahýyla uyandýðým bir anda, þu münacat ve niyaz Arabî yazýlmýþtýr. Bir kýsmýnýn Türkçe meali þudur ki:

 

(Haþiye): Bu risalenin te'lifinden onüç sene evvel.

 

Ey Rabb-i Rahîmim ve ey Hâlýk-ý Kerimim! Benim sû-i ihtiyarýmla ömrüm ve gençliðim zayi' olup gitti. Ve o ömür ve gençliðin meyvelerinden elimde kalan, elem verici günahlar, zillet verici elemler, dalalet verici vesveseler kalmýþtýr. Ve bu aðýr yük ve hastalýklý kalb ve hacaletli yüzümle kabre yakýnlaþýyorum. Bilmüþahede göre göre gayet sür'atle, saða ve sola inhiraf etmeyerek, ihtiyarsýz bir tarzda, vefat eden ahbab ve akran ve akaribim gibi kabir kapýsýna yanaþýyorum. O kabir, bu dâr-ý fâniden firak-ý ebedî ile ebed-ül âbâd yolunda kurulmuþ, açýlmýþ evvelki menzil ve birinci kapýdýr. Ve bu baðlandýðým ve meftun olduðum þu dâr-ý dünya da, kat'î bir yakîn ile anladým ki; hêliktir gider ve fânidir ölür. Ve bilmüþahede içindeki mevcudat dahi, birbiri arkasýndan kafile kafile gِçüp gider, kaybolur. Hususan benim gibi nefs-i emmareyi taþýyanlara þu dünya çok gaddardýr, mekkârdýr. Bir lezzet verse, bin elem takar çektirir. Bir üzüm yedirse, yüz tokat vurur.

 

Ey Rabb-i Rahîmim ve ey Hâlýk-ý Kerimim! كُلُّ آتٍ قَرِيبٌ sýrrýyla ben þimdiden görüyorum ki: Yakýn bir zamanda ben kefenimi giydim, tabutuma bindim, dostlarýmla veda eyledim. Kabrime teveccüh edip giderken, senin dergâh-ý rahmetinde, cenazemin lisan-ý haliyle, ruhumun lisan-ý kaliyle baðýrarak derim: El-Aman el-Aman! Yâ Hannan! Yâ Mennan! Beni günahlarýmýn hacaletinden kurtar! Ýþte kabrimin baþýna ulaþtým, boynuma kefenimi takýp kabrimin baþýnda uzanan cismimin üzerine durdum. Baþýmý dergâh-ý rahmetine kaldýrýp bütün kuvvetimle feryad edip nida ediyorum:

 

El-Aman el-Aman! Yâ Hannan! Yâ Mennan! Beni günahlarýmýn aðýr yüklerinden halas eyle!

 

sh: » (L: 154)

 

Ýþte kabrime girdim, kefenime sarýldým. Teþyi'ciler beni býrakýp gittiler. Senin afv ü rahmetini intizar ediyorum. Ve bilmüþahede gördüm ki: Senden baþka melce' ve mence' yok. Günahlarýn çirkin yüzünden ve masiyetin vahþi þeklinden ve o mekânýn darlýðýndan bütün kuvvetimle nida edip diyorum:

 

El-Aman, el-Aman! Yâ Rahman! Yâ Hannan! Yâ Mennan! Yâ Deyyan! Beni çirkin günahlarýmýn arkadaþlýklarýndan kurtar, yerimi geniþlettir. Ýlahî! Senin rahmetin melceimdir ve Rahmeten lil-Âlemîn olan Habib'in senin rahmetine yetiþmek için vesilemdir. Senden þekva deðil, belki nefsimi ve halimi sana þekva ediyorum. Ey Hâlýk-ý Kerimim ve ey Rabb-ý Rahîmim! Senin Said ismindeki mahlukun ve masnuun ve abdin hem âsî, hem âciz, hem gafil, hem cahil, hem alîl, hem zelil, hem müsi', hem müsinn, hem þakî, hem seyyidinden kaçmýþ bir köle olduðu halde, kýrk sene sonra nedamet edip senin dergâhýna avdet etmek istiyor. Senin rahmetine iltica ediyor. Hadsiz günah ve hatiatlarýný itiraf ediyor. Evham ve türlü türlü illetlerle mübtela olmuþ. Sana tazarru' ve niyaz eder. Eðer kemal-i rahmetinle onu kabul etsen, maðfiret edip rahmet etsen; zâten o senin þânýndýr. Çünki Erhamürrâhimînsin. Eðer kabul etmezsen, senin kapýndan baþka hangi kapýya gideyim? Hangi kapý var? Senden baþka Rab yok ki, dergâhýna gidilsin. Senden baþka hak Mabud yoktur ki, ona iltica edilsin!..”

 

الْكَلاَمِ فِى الدُّنْيَا وَ اَوَّلُ الْكَلاَمِ فِى اْلآخِرَةِ لاَ شَرِيكَ لَكَ آخِرُ لاَاِلهَ اِلاَّ اَنْتَ وَحْدَكَ

 

وَفِى الْقَبْرِ اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ وَ اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّهِ صَلَّى اللّهُ تَعَالَى عَلَيْهِ وَ سَلَّمَ

 

ONÜÇÜNCÜ NOTA: Medar-ý iltibas olmuþ olan beþ mes'eledir.

 

Birincisi: Tarîk-ý hakta çalýþan ve mücahede edenler, yalnýz kendi vazifelerini düþünmek lâzým gelirken, Cenab-ý Hakk'a ait vazifeyi düþünüp, harekâtýný ona bina ederek hataya düþerler. Edeb-üd Din Ve-d Dünya Risalesi'nde vardýr ki: Bir zaman þeytan, Hazret-i Ýsa Aleyhisselâm'a itiraz edip demiþ ki: “Madem ecel ve herþey kader-i Ýlahî iledir; sen kendini bu yüksek yerden at, bak nasýl öleceksin.” Hazret-i Ýsa Aleyhisselâm demiþ ki:

 

sh: » (L: 155)

 

اِنَّ لِلّهَ اَنْ يَخْتَبِرَ عَبْدَهُ وَ لَيْسَ لِلْعَبْدِ اَنْ يَخْتَبِرَ رَبَّهُ Yani: “Cenab-ý Hak abdini tecrübe eder ve der ki: Sen böyle yapsan sana böyle yaparým, göreyim seni yapabilir misin? diye tecrübe eder. Fakat abdin hakký yok ve haddi deðil ki, Cenab-ý Hakk'ý tecrübe etsin ve desin: Ben böyle iþlesem, sen böyle iþler misin? diye tecrübevari bir surette Cenab-ý Hakk'ýn rububiyetine karþý imtihan tarzý sû-i edebdir, ubudiyete münafîdir.”

 

Madem hakikat budur, insan kendi vazifesini yapýp Cenab-ý Hakk'ýn vazifesine karýþmamalý.

 

Meþhurdur ki: Bir zaman Ýslâm kahramanlarýndan ve Cengiz'in ordusunu müteaddid defa maðlub eden Celaleddin-i Harzemþah harbe giderken, vüzerasý ve etbaý ona demiþler: “Sen muzaffer olacaksýn, Cenab-ý Hak seni galib edecek.” O demiþ: “Ben Allah'ýn emriyle, cihad yolunda hareket etmeye vazifedarým, Cenab-ý Hakk'ýn vazifesine karýþmam; muzaffer etmek veya maðlub etmek onun vazifesidir.” Ýþte o zât bu sýrr-ý teslimiyeti anlamasýyla, hârika bir surette çok defa muzaffer olmuþtur.

 

Evet insanýn elindeki cüz'-i ihtiyarî ile iþledikleri ef'allerinde, Cenab-ý Hakk'a ait netaici düþünmemek gerektir. Meselâ: Kardeþlerimizden bir kýsým zâtlar, halklarýn Risale-i Nur'a iltihaklarý þevklerini ziyadeleþtiriyor, gayrete getiriyor. Dinlemedikleri vakit zaîflerin kuvve-i maneviyeleri kýrýlýyor, þevkleri bir derece sönüyor. Halbuki Üstad-ý Mutlak, Mukteda-yý Küll, Rehber-i Ekmel olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, وَمَا عَلَى الرَّسُولِ اِلاَّ الْبَلاَغُ olan ferman-ý Ýlahîyi kendine rehber-i mutlak ederek, insanlarýn çekilmesiyle ve dinlememesiyle daha ziyade sa'y ü gayret ve ciddiyetle teblið etmiþ. Çünki اِنَّكَ لاَ تَهْدِى مَنْ اَحْبَبْتَ وَلكِنَّ اللّهَ يَهْدِى مَنْ يَشَاءُ sýrrýyla anlamýþ ki: Ýnsanlara dinlettirmek ve hidayet vermek, Cenab-ý Hakk'ýn vazifesidir. Cenab-ý Hakk'ýn vazifesine karýþmazdý.

 

Öyle ise; iþte ey kardeþlerim! Siz de, size ait olmayan vazifeye harekâtýnýzý bina etmekle karýþmayýnýz ve Hâlýkýnýza karþý tecrübe vaziyetini almayýnýz!

 

sh: » (L: 156)

 

Ýkinci Mes'ele: Ubudiyet, emr-i Ýlahîye ve rýza-yý Ýlahîye bakar. Ubudiyetin dâîsi emr-i Ýlahî ve neticesi rýza-yý Hak'týr. Semeratý ve fevaidi, uhreviyedir. Fakat ille-i gaiye olmamak, hem kasden istenilmemek þartýyla, dünyaya ait faideler ve kendi kendine terettüb eden ve istenilmeyerek verilen semereler, ubudiyete münafî olmaz. Belki zaîfler için müþevvik ve müreccih hükmüne geçerler. Eðer o dünyaya ait faideler ve menfaatlar; o ubudiyete, o virde veya o zikre illet veya illetin bir cüz'ü olsa; o ubudiyeti kýsmen ibtal eder. Belki o hasiyetli virdi akîm býrakýr, netice vermez. Ýþte bu sýrrý anlamayanlar, meselâ yüz hasiyeti ve faidesi bulunan Evrad-ý Kudsiye-i Þah-ý Nakþibendî'yi veya bin hasiyeti bulunan Cevþen-ül Kebir'i, o faidelerin bazýlarýný maksud-u bizzât niyet ederek okuyorlar. O faideleri göremiyorlar ve göremeyecekler ve görmeye de haklarý yoktur. Çünki o faideler, o evradlarýn illeti olamaz ve ondan, onlar kasden ve bizzât istenilmeyecek. Çünki onlar fazlî bir surette, o hâlis virde talebsiz terettüb eder. Onlarý niyet etse, ihlasý bir derece bozulur. Belki ubudiyetten çýkar ve kýymetten düþer. Yalnýz bu kadar var ki; böyle hasiyetli evradý okumak için zaîf insanlar bir müþevvik ve müreccihe muhtaçtýrlar. O faideleri düþünüp, þevke gelip; evradý sýrf rýza-yý Ýlahî için, âhiret için okusa zarar vermez. Hem de makbuldür. Bu hikmet anlaþýlmadýðýndan; çoklar, aktabdan ve selef-i sâlihînden mervî olan faideleri görmediklerinden þübheye düþer, hattâ inkâr da eder.

 

Üçüncü Mes'ele: طُوبَى لِمَنْ عَرَفَ حَدَّهُ وَلَمْ يَتَجَاوَزْ طَوْرَهُ Yani: “Ne mutlu o adama ki, kendini bilip haddinden tecavüz etmez.” Nasýl bir zerre camdan, bir katre sudan, bir havuzdan, denizden, kamerden seyyarelere kadar güneþin cilveleri var. Herbirisi kabiliyetine göre güneþin aksini, misalini tutuyor ve haddini biliyor. Bir katre su, kendi kabiliyetine göre “Güneþ'in bir aksi bende vardýr” der. Fakat “Ben de deniz gibi bir âyineyim” diyemez. Öyle de: Esma-i Ýlahiyenin cilvesinin tenevvüüne göre, makamat-ý evliyada öyle meratib var. Esma-i Ýlahiyenin herbirisinin bir güneþ gibi kalbden Arþ'a kadar cilveleri var. Kalb de bir Arþ'týr, fakat “Ben de Arþ gibiyim” diyemez. Ýþte ubudiyetin esasý olan, acz ve fakr ve kusur ve naksýný bilmek ve niyaz ile dergâh-ý uluhiyete karþý secde etmeye bedel, naz ve fahr suretinde gidenler; zerrecik kalbini Arþ'a müsavi tutar. Katre gibi makamýný, deniz gibi evliyanýn makamatýyla iltibas eder. Kendini o büyük makamata

 

sh: » (L: 157)

 

yakýþtýrmak ve o makamda kendini muhafaza etmek için tasannuata, tekellüfata, manasýz hodfüruþluða ve birçok müþkilâta düþer.

 

Elhasýl: Hadîste vardýr ki:

 

هَلَكَ النَّاسُ اِلاَّ الْعَالِمُونَ وَهَلَكَ الْعَالِمُونَ اِلاَّ الْعَامِلُونَ وَهَلَكَ الْعَامِلُونَ اِلاَّ الْمُخْلِصُونَ وَالْمُخْلِصُونَ عَلَى خَطَرٍ عَظِيمٍ.

 

Yani: Medar-ý necat ve halas, yalnýz ihlastýr. Ýhlasý kazanmak çok mühimdir. Bir zerre ihlaslý amel, batmanlarla hâlis olmayana müreccahtýr. Ýhlasý kazandýran harekâtýndaki sebebi, sýrf bir emr-i Ýlahî ve neticesi rýza-yý Ýlahî olduðunu düþünmeli ve vazife-i Ýlahiyeye karýþmamalý. Herþeyde bir ihlas var. Hattâ muhabbetin de ihlas ile bir zerresi, batmanlarla resmî ve ücretli muhabbete tereccuh eder. Ýþte bir zât bu ihlaslý muhabbeti böyle tabir etmiþ:

 

وَ مَا اَنَا بِالْبَاغِى عَلَى الْحُبِّ رِشْوَةً * ضَعِيفٌ هَوًى يُبْغَى عَلَيْهِ ثَوَابٌ

 

Yani: “Ben muhabbet üzerine bir rüþvet, bir ücret, bir mukabele, bir mükâfat istemiyorum. Çünki mukabilinde bir mükâfat, bir sevab istenilen muhabbet zaîftir, devamsýzdýr.” Hattâ hâlis muhabbet, fýtrat-ý insaniyede ve umum validelerde dercedilmiþtir. Ýþte bu hâlis muhabbete tam manasýyla validelerin þefkatleri mazhardýr. Valideler o sýrr-ý þefkat ile, evlâdlarýna karþý muhabbetlerine bir mükâfat, bir rüþvet istemediklerine ve taleb etmediklerine delil; ruhunu, belki saadet-i uhreviyesini de onlar için feda etmeleridir. Tavuðun bütün sermayesi kendi hayatý iken, yavrusunu itin aðzýndan kurtarmak için -Hüsrev'in müþahedesiyle- kafasýný ite kaptýrýr.

 

Dördüncü Mes'ele: Esbab-ý zâhiriye eliyle gelen nimetleri, o esbab hesabýna almamak gerektir. Eðer o sebeb ihtiyar sahibi deðilse -meselâ hayvan ve aðaç gibi- doðrudan doðruya o nimeti Cenab-ý Hak hesabýna verir. Madem o, lisan-ý hal ile Bismillah der, sana verir. Sen de Allah hesabýna olarak Bismillah de, al. Eðer o sebeb ihtiyar sahibi ise; o Bismillah demeli, sonra ondan al, yoksa alma. Çünki وَلاَ تَاْكُلُوا ِممَّا لَمْ يُذْكَرِ اسْمُ اللّهِ عَلَيْهِ âyetinin mana-yý

 

sh: » (L: 158)

 

sarihinden baþka bir mana-yý iþarîsi þudur ki: “Mün'im-i Hakikî'yi hatýra getirmeyen ve onun namýyla verilmeyen nimeti yemeyiniz!” demektir. O halde hem veren Bismillah demeli, hem alan Bismillah demeli. Eðer o Bismillah demiyor fakat sen de almaya muhtaç isen; sen Bismillah de, onun baþý üstünde rahmet-i Ýlahiyenin elini gör, þükür ile öp, ondan al. Yani nimetten in'ama bak, in'amdan Mün'im-i Hakikî'yi düþün. Bu düþünmek bir þükürdür. Sonra o zâhirî vasýtaya istersen dua et. Çünki o nimet onun eliyle size gönderildi.

 

Esbab-ý zâhiriyeyi perestiþ edenleri aldatan; iki þeyin beraber gelmesi veya bulunmasýdýr ki, “iktiran” tabir edilir, birbirine illet zannetmeleridir. Hem bir þeyin ademi, bir nimetin madum olmasýna illet olduðundan, tevehhüm eder ki: O þeyin vücudu dahi, o nimetin vücuduna illettir. Þükrünü, minnetdarlýðýný o þeye verir, hataya düþer. Çünki bir nimetin vücudu, o nimetin umum mukaddematýna ve þeraitine terettüb eder. Halbuki o nimetin ademi, birtek þartýn ademiyle oluyor. Meselâ: Bir bahçeyi sulayan cetvelin deliðini açmayan adam, o bahçenin kurumasýna ve o nimetlerin ademine sebeb ve illet oluyor. Fakat o bahçenin nimetlerinin vücudu, o adamýn hizmetinden baþka, yüzer þeraitin vücuduna tevakkufla beraber, illet-i hakikî olan kudret ve irade-i Rabbaniye ile vücuda gelir. Ýþte bu maðlatanýn ne kadar hatasý zâhir olduðunu anla ve esbab-perestlerin ne kadar hata ettiklerini bil!

 

Evet iktiran ayrýdýr, illet ayrýdýr. Bir nimet sana geliyor; fakat bir insanýn sana karþý ihsan niyeti, o nimete mukarin olmuþ; fakat illet olmamýþ. Ýllet, rahmet-i Ýlahiyedir. Evet o adam ihsan etmeyi niyet etmeseydi, o nimet sana gelmezdi. Nimetin ademine illet olurdu. Fakat mezkûr kaideye binaen; o meyl-i ihsan, o nimete illet olamaz. Ancak yüzer þeraitin bir þartý olabilir. Meselâ: Risale-i Nur'un þakirdleri içinde Cenab-ý Hakk'ýn nimetlerine mazhar bazý zâtlar (Hüsrev, Re'fet gibi), iktiraný illetle iltibas etmiþler; Üstadýna fazla minnetdarlýk gösteriyorlardý. Halbuki Cenab-ý Hak onlara ders-i Kur'anîde verdiði nimet-i istifade ile, Üstadlarýna ihsan ettiði nimet-i ifadeyi beraber kýlmýþ, mukarenet vermiþ. Onlar derler ki:

 

“Eðer Üstadýmýz buraya gelmeseydi, biz bu dersi alamazdýk. Öyle ise onun ifadesi, istifademize illettir.” Ben de derim:

 

“Ey kardeþlerim! Cenab-ý Hakk'ýn bana da sizlere de ettiði nimet beraber gelmiþ, iki nimetin illeti de rahmet-i Ýlahiyedir. Ben de sizin gibi iktiraný illetle iltibas ederek, bir vakit Risale-i Nur'un sizler gibi

 

sh: » (L: 159)

 

elmas kalemli yüzer þakirdlerine çok minnetdarlýk hissediyordum. Ve diyordum ki: Bunlar olmasaydý, benim gibi yarým ümmî bir bîçare nasýl hizmet edecekti? Sonra anladým ki, sizlere kalem vasýtasýyla olan kudsi nimetten sonra, bana da bu hizmete muvaffakýyet ihsan etmiþ. Birbirine iktiran etmiþ, birbirinin illeti olamaz. Ben size teþekkür deðil, belki sizi tebrik ediyorum. Siz de bana minnetdarlýða bedel, dua ve tebrik ediniz.”

 

Bu dördüncü mes'elede, gafletin ne kadar dereceleri bulunduðu anlaþýlýr.

 

Beþinci Mes'ele: Nasýlki bir cemaatýn malý bir adama verilse zulüm olur. Veya cemaata ait vakýflarý bir adam zabtetse zulmeder. Öyle de: Cemaatýn sa'yleriyle hasýl olan bir neticeyi veya cemaatýn haseneleriyle terettüb eden bir þerefi, bir fazileti, o cemaatýn reisine veya üstadýna vermek; hem cemaata, hem de o üstad veya reise zulümdür. Çünki enaniyeti okþar, gurura sevkeder. Kendini kapýcý iken, padiþah zannettirir. Hem kendi nefsine de zulmeder. Belki bir nevi þirk-i hafîye yol açar. Evet bir kal'ayý fetheden bir taburun ganîmetini ve muzafferiyet ve þerefini, binbaþýsý alamaz. Evet üstad ve mürþid, masdar ve menba telakki edilmemek gerektir. Belki mazhar ve ma'kes olduklarýný bilmek lâzýmdýr. Meselâ: Hararet ve ziya, sana bir âyine vasýtasýyla gelir. Senden Güneþ'e karþý minnetdar olmaya bedel, âyineyi masdar telakki edip, Güneþ'i unutup, ona minnetdar olmak, divaneliktir. Evet âyine muhafaza edilmeli, çünki mazhardýr. Ýþte mürþidin ruhu ve kalbi bir âyinedir. Cenab-ý Hak'tan gelen feyze ma'kes olur, müridine aksedilmesine de vesile olur. Vesilelikten fazla feyiz noktasýnda makam verilmemek lâzýmdýr. Hattâ bazý olur ki, masdar telakki edilen bir üstad, ne mazhardýr, ne masdardýr. Belki müridinin safvet-i ihlasýyla ve kuvvet-i irtibatýyla ve ona hasr-ý nazar ile o mürid baþka yolda aldýðý füyuzatý, üstadýnýn mir'at-ý ruhundan gelmiþ görüyor.

 

Nasýlki bazý adam, manyetizma vasýtasýyla bir cama dikkat ede ede âlem-i misale karþý hayalinde bir pencere açýlýr. O âyinede çok garaibi müþahede eder. Halbuki âyinede deðil, belki âyineye olan dikkat-i nazar vasýtasýyla âyinenin haricinde hayaline bir pencere açýlmýþ görüyor. Onun içindir ki, bazan nâkýs bir þeyhin hâlis müridi, þeyhinden daha ziyade kâmil olabilir ve döner þeyhini irþad eder ve þeyhinin þeyhi olur.

 

sh: » (L: 160)

 

ONDÖRDÜNCÜ NOTA: Tevhide dair dört küçük remizdir.

 

Birinci Remiz: Ey esbabperest insan! Acaba garib cevherlerden yapýlmýþ bir acib kasrý görsen ki, yapýlýyor. Onun binasýnda sarfedilen cevherlerin bir kýsmý yalnýz Çin'de bulunuyor. Diðer kýsmý Endülüs'te, bir kýsmý Yemen'de, bir kýsmý Sibirya'dan baþka yerde bulunmuyor. Binanýn yapýlmasý zamanýnda ayný günde þark, þimal, garb, cenubdan o cevherli taþlar kolaylýkla celbolup yapýldýðýný görsen; hiç þübhen kalýr mý ki; o kasrý yapan usta, bütün Küre-i Arz'a hükmeden bir hâkim-i mu'cizekârdýr.

 

Ýþte herbir hayvan, öyle bir kasr-ý Ýlahîdir. Hususan insan, o kasýrlarýn en güzeli ve o saraylarýn en acibidir. Ve bu insan denilen sarayýn cevherleri; bir kýsmý âlem-i ervahtan, bir kýsmý âlem-i misalden ve Levh-i Mahfuz'dan ve diðer bir kýsmý da hava âleminden, nur âleminden, anasýr âleminden geldiði gibi; hacatý ebede uzanmýþ, emelleri semavat ve arzýn aktarýnda intiþar etmiþ, rabýtalarý, alâkalarý dünya ve âhiret edvarýnda daðýlmýþ bir saray-ý acib ve bir kasr-ý garibdir.

 

Ýþte ey kendini insan zanneden insan! Madem mahiyetin böyledir; seni yapan ancak o zât olabilir ki: Dünya ve âhiret birer menzil, arz ve sema birer sahife, ezel ve ebed dün ve yarýn hükmünde olarak tasarruf eden bir zât olabilir. Öyle ise insanýn mabudu ve melcei ve halaskârý o olabilir ki; arz ve semaya hükmeder, dünya ve ukba dizginlerine mâliktir.

 

Ýkinci Remiz: Bazý eblehler var ki, güneþi tanýmadýklarý için, bir âyinede güneþi görse, âyineyi sevmeye baþlar. Þedid bir his ile onun muhafazasýna çalýþýr. Tâ ki içindeki güneþi kaybolmasýn. Ne vakit o ebleh; güneþ, âyinenin ölmesiyle ölmediðini ve kýrýlmasýyla fena bulmadýðýný derketse, bütün muhabbetini gökteki güneþe çevirir. O vakit anlar ki, âyinede görülen güneþ; âyineye tâbi deðil, bekasý ona mütevakkýf deðil.. belki güneþtir ki, o âyineyi o tarzda tutuyor ve onun parlamasýna ve nuruna meded veriyor. Güneþin bekasý onunla deðil; belki âyinenin hayatdar parlamasýnýn bekasý, güneþin cilvesine tâbidir.

 

Ey insan! Senin kalbin ve hüviyet ve mahiyetin, bir âyinedir. Senin fýtratýnda ve kalbinde bulunan þedid bir muhabbet-i beka, o âyine için deðil ve o kalbin ve mahiyetin için deðil.. belki o âyinede istidada göre cilvesi bulunan Bâki-i Zülcelal'in cilvesine karþý muhabbetindir ki, belahet yüzünden o muhabbetin yüzü baþka yere dönmüþ. Madem öyledir. “Ya Bâki Ente-l Bâki” de. Yani madem sen varsýn ve bâkisin; fena ve adem ne isterse bize yapsýn, ehemmiyeti yok!..

 

sh: » (L: 161)

 

Üçüncü Remiz: Ey insan! Fâtýr-ý Hakîm'in senin mahiyetine koyduðu en garib bir halet þudur ki: Bazan dünyaya yerleþemiyorsun. Zindanda boðazý sýkýlmýþ adam gibi “of, of” deyip dünyadan daha geniþ bir yer istediðin halde, bir zerrecik bir iþ, bir hatýra, bir dakika içine girip yerleþiyorsun. Koca dünyaya yerleþemeyen kalb ve fikrin, o zerrecikte yerleþir. En þiddetli hissiyatýnla o dakikacýk, o hatýracýkta dolaþýyorsun.

 

Hem senin mahiyetine öyle manevî cihazat ve latifeler vermiþ ki; bazýlarý dünyayý yutsa tok olmaz. Bazýlarý bir zerreyi kendinde yerleþtiremiyor. Baþ, bir batman taþý kaldýrdýðý halde; göz, bir saçý kaldýramadýðý gibi; o latife, bir saç kadar bir sýkleti, yani gaflet ve dalaletten gelen küçük bir halete dayanamýyor. Hattâ bazan söner ve ölür. Madem öyledir; hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem'a, bir iþarette, bir öpmekte batma! Dünyayý yutan bütün letaiflerini onda batýrma. Çünki çok küçük þeyler var, çok büyükleri bir cihette yutar. Nasýl küçük bir cam parçasýnda; gök, yýldýzlarýyla beraber içine girip garkoluyor. Hardal gibi küçük kuvve-i hâfýzanda, senin sahife-i a'malin ekseri ve sahaif-i ömrün aðlebi içine girdiði gibi; çok cüz'î küçük þeyler var, öyle büyük eþyayý bir cihette yutar, istiab eder.

 

Dördüncü Remiz: Ey dünyaperest insan! Çok geniþ tasavvur ettiðin senin dünyan, dar bir kabir hükmündedir. Fakat, o dar kabir gibi menzilin duvarlarý þiþeden olduðu için birbiri içinde in'ikas edip göz görünceye kadar geniþliyor. Kabir gibi dar iken, bir þehir kadar geniþ görünür.

 

Çünki o dünyanýn sað duvarý olan geçmiþ zaman ve sol duvarý olan gelecek zaman, ikisi madum ve gayr-ý mevcud olduklarý halde, birbiri içinde in'ikas edip gayet kýsa ve dar olan hazýr zamanýn kanadlarýný açarlar. Hakikat hayale karýþýr, madum bir dünyayý mevcud zannedersin. Nasýl bir hat, sür'at-i hareketle bir satýh gibi geniþ görünürken, hakikat-ý vücudu ince bir hat olduðu gibi; senin de dünyan hakikatça dar, fakat senin gaflet ve vehm ü hayalinle duvarlarý çok geniþlemiþ. O dar dünyada, bir musibetin tahrikiyle kýmýldansan, baþýný çok uzak zannettiðin duvara çarparsýn. Baþýndaki hayali uçurur, uykunu kaçýrýr. O vakit görürsün ki: O geniþ dünyan; kabirden daha dar, köprüden daha müsaadesiz. Senin zamanýn ve ömrün, berkten daha çabuk geçer; hayatýn, çaydan daha sür'atli akar.

 

Madem dünya hayatý ve cismanî yaþayýþ ve hayvanî hayat böyledir;

 

sh: » (Ms: 162)

 

hayvaniyetten çýk, cismaniyeti býrak, kalb ve ruhun derece-i hayatýna gir. Tevehhüm ettiðin geniþ dünyadan daha geniþ bir daire-i hayat, bir âlem-i nur bulursun. Ýþte o âlemin anahtarý, marifetullah ve vahdaniyet sýrlarýný ifade eden “Lâ Ýlahe Ýllallah” kelime-i kudsiyesiyle kalbi söylettirmek, ruhu iþlettirmektir.

 

ONBEÞÝNCÝ NOTA: Üç mes'eledir.

 

Birinci Mes'ele: Ýsm-i Hafîz'in tecelli-i etemmine iþaret eden فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرّةٍ خَيْرًا يَرَهُ وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ âyetidir. Kur'an-ý Hakîm'in bu hakikatýna delil istersen, Kitab-ý Mübin'in mistarý üstünde yazýlan þu kâinat kitabýnýn sahifelerine baksan, ism-i Hafîz'in cilve-i azamýný ve bu âyet-i kerimenin bir hakikat-ý kübrasýnýn nazîresini çok cihetlerle görebilirsin. Ezcümle: Aðaç, çiçek ve otlarýn muhtelif tohumlarýndan bir kabza al. O muhtelif ve birbirine muhalif tohumlarýn cinsleri birbirinden ayrý, nevileri birbirinden baþka olan çiçek ve aðaç ve otlarýn sandukçalarý hükmünde olan o kabzayý karanlýkta ve karanlýk ve basit ve camid bir toprak içinde defnet, serp. Sonra mizansýz ve eþyayý farketmeyen ve nereye yüzünü çevirsen oraya giden basit su ile sula. Sonra senevî haþrin meydaný olan bahar mevsiminde gel, bak! Ýsrafil-vari melek-i ra'd; baharda nefh-i sur nev'inden yaðmura baðýrmasý, yer altýnda defnedilen çekirdeklere nefh-i ruhla müjdelemesi zamanýna dikkat et ki, o nihayet derece karýþýk ve karýþmýþ ve birbirine benzeyen o tohumcuklar, ism-i Hafîz'in tecellisi altýnda kemal-i imtisal ile hatasýz olarak Fâtýr-ý Hakîm'den gelen evamir-i tekviniyeyi imtisal ediyorlar. Ve öyle tevfik-i hareket ediyorlar ki; onlarýn o hareketlerinde bir þuur, bir basiret, bir kasd, bir irade, bir ilim, bir kemal, bir hikmet parladýðý görünüyor. Çünki görüyorsun ki; o birbirine benzeyen tohumcuklar, birbirinden temayüz ediyor, ayrýlýyor. Meselâ bu tohumcuk, bir incir aðacý oldu. Fâtýr-ý Hakîm'in nimetlerini baþlarýmýz üstünde neþre baþladý. Serpiyor, dallarýnýn elleri ile bizlere uzatýyor. Ýþte, ona sureten benzeyen bu iki tohumcuk ise, gün âþýký namýndaki çiçek ile, hercaî menekþe gibi çiçekler verdi. Bizler için süslendi. Yüzümüze gülüyorlar, kendilerini bizlere sevdiriyorlar. Daha buradaki bir kýsým tohumcuklar, bu güzel meyveleri verdi ve sünbül ve aðaç oldular. Güzel tad ve koku ve þekilleri ile iþtihamýzý açýp, kendi nefislerine bizim nefislerimizi davet ediyorlar.

 

sh: » (Ms: 163)

 

Ve kendilerini müþterilerine feda ediyorlar. Tâ nebatî hayat mertebesinden, hayvanî hayat mertebesine terakki etsinler. Ve hâkeza.. kýyas et. Öyle bir surette o tohumcuklar inkiþaf ettiler ki, o tek kabza, muhtelif aðaçlar ve mütenevvi çiçeklerle dolu bir bahçe hükmüne geçti. Ýçinde hiçbir galat, kusur yok. فَارْجِعِ الْبَصَرَ هَلْ تَرَى مِنْ فُطُورٍ sýrrýný gösterir. Herbir tohum, ism-i Hafîz'in cilvesiyle ve ihsanýyla ona pederinin ve aslýnýn malýndan verdiði irsiyeti; iltibassýz, noksansýz muhafaza edip gösteriyor. Ýþte bu hadsiz hârika muhafazayý yapan Zât-ý Hafîz, kýyamet ve haþirde hafîziyetin tecelli-i ekberini göstereceðine kat'î bir iþarettir. Evet bu ehemmiyetsiz, zâil, fâni tavýrlarda bu derece kusursuz, galatsýz hafîziyet cilvesi bir hüccet-i katýadýr ki; ebedî tesiri ve azîm ehemmiyeti bulunan emanet-i kübra hamelesi ve arzýn halifesi olan insanlarýn ef'al, âsâr ve akvalleri ve hasenat ve seyyiatlarý, kemal-i dikkatle muhafaza edilir, muhasebesi görülecek. Âyâ bu insan zanneder mi ki, baþý boþ kalacak? Hâþâ!.. Belki insan, ebede meb'ustur ve saadet-i ebediyeye ve þekavet-i daimeye namzeddir. Küçük-büyük, az-çok her amelinden muhasebe görecek. Ya taltif veya tokat yiyecek. Ýþte hafîziyetin cilve-i kübrasýna ve mezkûr âyetin hakikatýna þahidler hadd ve hesaba gelmez. Bu mes'eledeki gösterdiðimiz þahid; denizden bir katre, daðdan bir zerredir.

 

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

 

* * *

 

sh: » (Ms: 164)

 

Zerre

 

(Hidâyet-i Kur'aniyenin Þuâýndan)

 

بِسْمِ اللَّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Cenab-ý Hakk'a nâzýr ve ona vâsýl olan yollar, kapýlar; âlemin tabakalarý, sahifeleri, mürekkebatý nisbetinde bir yekûn teþkil etmektedir. Âdi bir yol kapandýðý zaman, bütün yollarýn kapanmýþ olduðunu tevehhüm etmek, cehaletin en büyük bir þahididir. Bu adamýn meseli, gayet büyük askerî bir karargâhý hâvi büyük bir þehirde, karargâhýn bayraðýný görmediðinden, sultanýn ve askeriyeye ait bütün þeylerin inkârýna veya teviline baþlayan adamýn meseli gibidir.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Herþeyin bâtýný zâhirinden daha âlî, daha kâmil, daha latif, daha güzel, daha müzeyyen olduðu gibi; hayatça daha kavî, þuurca daha tamdýr. Ve zâhirde görünen hayat, þuur, kemal ve saire ancak bâtýndan zâhire süzülen zaîf bir tereþþuhtur. Yoksa bâtýn camid, meyyit olup da ilim ve hayatý dýþarýya vermiþ olduðuna zehaba ihtimal yoktur.

 

Evet karnýn (miden) evinden; cildin, gömleðinden ve kuvve-i hâfýzan, senin kitabýndan nakþ ve intizamca daha yüksek ve daha garibdir. Binaenaleyh âlem-i melekût, âlem-i þehadetten; âlem-i gayb, dünya ve âhiretten daha âli ve daha yüksektir. Maalesef nefs-i emmare, heva-i nefs ile baktýðý için zâhirî hayatlý, ünsiyetli bir perde gibi, meyyit ve zulmetli ve vahþetli zannettiði bâtýn üstüne serilmiþ olduðunu görüyor.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Senin yüzün, vechin o kadar küçüklüðü ile beraber geçmiþ ve gelecek bütün insanlarýn adedince kendisini onlardan ayýran ve tarif eden niþan ve alâmetleri hâvi olduðu gibi, yüzünü teþkil eden esas ve erkânýnda da bütün insanlar ittifaktadýr. Bütün insanlarda biri tevafuk, diðeri tehalüf olmak üzere iki cihet vardýr. Tehalüf

 

sh: » (Ms: 165)

 

ciheti Sâniin muhtar olduðuna, tevafuk ciheti ise Sâniin Vâhid-i Ehad olduðuna delalet ederler. Bu iki cihetin bir Kasýd'ýn kasdýyla, bir Muhtar'ýn ihtiyarýyla, bir Mürîd'in iradesi ile, bir Alîm'in ilmiyle olmadýðýný tevehhüm etmek, muhalâtýn en acibidir. Fesübhanallah! Yüzün o küçük sahifesinde nasýl gayr-ý mütenahî niþanlar dercedilmiþtir ki, göz ile okunur da nazar ile, yani akýl ile görünmez.

 

Ýnsan nev'inde þu tehalüf ile beraber buðday, üzüm, arý, karýnca nevilerindeki tevafuk, kör tesadüfün iþi olmadýðý güneþ gibi aþikârdýr. Mademki kesretin böyle uzak, ince, geniþ ahval ve etvarýnda da tesadüfün müdahalesine imkân yoktur. Ve tesadüfün elinden mahfuzdur. Ve ancak bir Hakîm'in kasdý ve bir Muhtar'ýn ihtiyarý ve Semi', Basîr bir Mürîd'in iradesinin daire-i tasarrufundadýr.

 

“Tesadüf, þirk ve tabiat”tan teþekkül eden fesad þebekesinin âlem-i Ýslâmdan nefiy ve ihracýna, Risale-i Nur'ca verilen karar infaz edilmiþtir.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Þeytanýn ilka etmekte olduðu vesveselerden biri:

 

“Yahu, þu koyun veya inek, eðer Kadîr ve Alîm-i Ezelî'nin nakþý, mülkü olmuþ olsa idi; bu kadar miskin bîçare olmazlardý. Eðer bâtýnlarýnda, içlerinde Alîm, Kadîr, Mürîd bir Sâniin kalemi çalýþmýþ olsaydý, bu kadar cahil, yetim, miskin olmazlardý.” diyen ve cinnî þeytanlara üstad olan ey þeytan-ý insî! Cenab-ý Hak, her þeye lâyýkýný veriyor ve maslahata göre veriyor. Eðer atâsý, in'amý bu kaideden hariç olsa idi, senin eþeðinin kulaðý senden ve senin üstadlarýndan daha akýllý, daha âlim olmasý lâzýmdý. Ve senin parmaðýn içinde senin þuur ve iktidarýndan daha çok bir þuur, bir iktidar yaratýrdý. Demek her þeyin bir haddi var. O þey, o had ile mukayyeddir.

 

Kader, her þeye bir mikdar ve o mikdara göre bir kalýb vermiþtir. Feyyaz-ý Mutlak'tan aldýðý feyze olan kabiliyeti o kalýba göredir. Malûmdur ki, dâhilden harice süzülen cüz-ü ihtiyarî mizanýyla, ihtiyaç derecesiyle, kabiliyetin müsaadesi ile hâkimiyet-i esmanýn nizam

 

ve tekabülüyle feyz alýnabilir. Maahaza, þemsin azametini bir kabarcýkta aramak, akýllý olanýn iþi deðildir.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Ýnsan, hikmet ile yapýlmýþ bir masnudur. Ve Sâniin gayet hakîm olduðuna, yaptýðý vuzuh-u delalet ile sanki mücessem bir hikmet-i nakkaþedir. Tecessüd etmiþ bir ilm-i muhtardýr. Ýncimad etmiþ bir kudret-i basîre olduðu gibi öyle bir fiilin mahsülüdür ki, istidadý irade ettiði þeyi kendisine veriyor. Öyle bir in'am ve ihsanýn ke

 

sh: » (Ms: 166)

 

sifidir ki, bütün hacatýna vâkýftýr. Öyle bir kaderin tersim ettiði bir surettir ki, bünyesine lâzým ve münasib þeyleri bilir. Bu malûmat ile her þeyin mâliki olan Mâlik'inden nasýl tegafül eder; ve bütün cinayetlerini bilen, hacatýný gören, vaveylâlarýný iþiten Semi', Basîr, Alîm, Mucîb olarak üstünde bir Rakib'in bulunmamasýný nasýl tevehhüm edebilir?

 

Ey nefs-i emmare! Ne için kendini hariç tevehhüm ediyorsun? Eðer evamire imtisal dairesinden çýkarsan, ya herkesin ayaðýný öpercesine müraat ve ihtiram etmeðe mecbur olursun. Veya ehemmiyet vermeyerek “Zalim-i Alelküll” olacaksýn. Bu yük aðýrdýr, taþýyamýyacaksýn. En iyisi, ecnebi olan þirki terk ile mülküllahýn dairesine gir ki, rahat edesin. Ve illâ, sefineye binip yükünü arkasýna alan ebleh adam gibi olacaksýn.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Bir insaný yaratan Hâlýk'ýn, âlemi müþtemilâtýyla beraber yaratmasýnda bir bu'd, bir garabet yoktur. Zira bir insanýn yaratýlýþý, içerisinde bulunan eþyanýn yaratýlmasýndan ibaret olduðu gibi, âlemin de yaratýlýþý müþtemilâtýnýn yaratýlýþýndan ibarettir. Ve keza insan, âleme bir enmuzec ve küçük bir fihristedir. Çünki kavunun hâlýký, çekirdeðinin hâlýkýndan baþkasý olmasý mümteni'dir.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Senin iktidarýn kýsa, bekan az, hayatýn mahdud, ömrünün günleri ma'dud ve her þeyin fânidir. Öyle ise, þu kýsa, fâni ömrünü fâni þeylere sarfetme ki, fâni olmasýn. Bâki þeylere sarfet ki, bâki kalsýn.

 

Evet yaþadýðýn ömürden dünyada göreceðin istifade ancak yüz sene olur. Bu yüz sene ömrünü yüz tane hurma çekirdeði farzedelim. Bu çekirdekler iska edilip muhafaza edilirse, ilâ-mâþâallah semere verecek yüz tane aðaç olur. Aksi takdirde ateþe atýp yakmaktan baþka bir istifadeyi te'min etmez. Kezalik senin o yüz senelik ömrün de, þeriat suyu ile iska ve âhirete sarfedilirse, âlem-i bekada ilelebed semerelerinden istifade edeceksin. Binaenaleyh semeredar yüz tane hurma aðacýný terk ve yüz tane çekirdeklerine kanaat ile aldanýrsa, o adam, Hutame'ye (cehenneme) hatab olmaya lâyýktýr.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Evham, þübehat, dalâletin menþe' ve mahzenlerinden biri: Nefis, kendisini kader ve sýfât-ý Ýlahiyenin tecelliyat dairesinden hariç addeder. Sonra tecelliyata mazhar olanlardan birisinin mevkiinde kendisini farzeder. Onda fena olur. Sonra baþlar bazý teviller ile o þeyi de Allah'ýn mülkünden, tasarrufundan çýkartýr. Kendisinin girmiþ olduðu þirk-i hafîye girdirir. Ve þirk-i hafîden aldýðý bazý halleri o mâsuma da aksettirir.

 

sh: » (Ms: 167)

 

Hülâsa: Nefs-i emmare, devekuþu gibi aleyhine olan þeyi lehine zanneder. Veya sofestaî gibi münakaþa edenleridir ki, vekilleri birbirini reddeder. Taâruzan, tesakutan kabilinden: “Hiç birisi de hak deðildir” diye hükmeder.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Gâfil nefis, âhireti dünyanýn bitiþiðinde ve dünya ile baðlý bir menzil zannediyor. Bu itibarla nefsin elinde iki silâh vardýr. Dünyanýn zeval ve fenasýnýn eleminden kurtulmak için âhireti düþünmekle ümidvar olur. Âhiret için lâzým olan a'mal külfetine gelince, gaflet veya tegafül ile ondan da kendisini kurtarýr. Ölmüþ olanlarýn hayatta olmadýklarýný düþünmüyor. Ancak sefere gidenler gibi, görünmüyorlarsa da hayattadýrlar, diye zanneder. Ve ölüme o kadar ehemmiyet vermiyor. Bazý dünyevî iþlerini ebedîleþtirmek için þöyle bir desisesi de vardýr ki: “Matlublarýmýn dünyada semereleri olmasa da, esaslarý âhiret ile muttasýl ve âhirette faideleri vardýr” diye müteselli oluyor. Meselâ: Ýlim gibi, “Dünyada menfaati olmasa bile âhirette faidesi vardýr” diye iyi ciheti göstermekle, kötü ciheti altýnda yutturur.

 

Hülâsa: Nefis, devekuþu gibidir. Þeytan sofestaî, heva da bektaþîdir.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Halk-ý eþya hakkýnda “mûcibe-i külliye” sâdýk olmadýðý takdirde “sâlibe-i külliye” sâdýk olur. Yani ya bütün eþyanýn hâlýký Allah'týr veya Allah hiç bir þeyin hâlýký deðildir. Çünki eþyanýn arasýnda muntazam tesanüd ile halk ve yaratmak, tecezziyi kabul etmez bir külldür, bâziyet yoktur. Ya mûcibe-i külliye olacaktýr veya sâlibe-i külliye olacaktýr. Baþka ihtimal yok. Her þeyde illetin ademini tevehhüm eden vehmin vâhi hükmünde bir kýymet yok. Binaenaleyh edna bir þeyde Hâlýkýyet eseri göründüðü zaman, bütün eþyada tahakkuk eder.

 

Ve keza Hâlýk ya birdir veya gayr-ý mütenahîdir, evsat yoktur. Zira Sâni' vâhid-i hakikî olmazsa, kesîr-i hakikî olacaktýr. Kesîr-i hakikî ise gayr-ý mütenâhîdir.

 

Maahaza nuru neþredenin nursuz, icad edenin vücudsuz, îcab ettirenin vücubsuz olmasý muhaldir.

 

Ve keza ilim sýfatýný ihsan edenin ilimsiz, þuuru ihsan edenin þuursuz, ihtiyarý verenin ihtiyarsýz, iradeyi verenin iradesiz, kâmil þeylerin sânii gayr-ý kâmil olduðunu telakki etmek muhaldir.

 

Ve keza ayný tersim, basarý tasvir ve nazarý tenvir edenin basarsýz olduðunu düþünmek, ancâk basar ve basiretten mahrum olan adamýn

 

sh: » (Ms: 168)

 

iþidir. Maahâza masnâdaki kemalât, tamamen Sâni'deki kemalden akan bir feyizdir. Fakat kuþlardan yalnýz sineði gören, tanýyan bir mikrop, kartalý gördüðü zaman “Bu kuþ deðildir.” der. Çünki sinekteki þeyler onda yoktur.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Nefs-i nâtýkanýn en yüksek matlubu devam ve bekadýr. Hattâ vehmî bir devam ile kendisini aldatmazsa hiçbir lezzet alamaz. Öyle ise ey devamý isteyen nefis! Daimî olan bir Zât'ýn zikrine devam eyle ki, devam bulasýn. Ondan nur al ki sönmeyesin. Onun cevherine sadef ve zarf ol ki kýymetli olasýn. Onun nesim-i zikrine beden ol ki, hayatdar olasýn. Esma-i Ýlahiyeden birisinin hayt-ý þuaýyla temessük et ki, adem deryasýna düþmeyesin.

 

Ey nefis! Seni tutup düþmekten muhafaza eden Zât-ý Kayyum'a dayan. Senin mevcudiyetinden dokuz yüz doksan dokuz parça Onun uhdesindedir. Senin elinde yalnýz bir parça kalýr. En iyisi o parçayý da Onun hazinesine at ki rahat olasýn.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Sen kendi vücudunu yapmaya kadir deðilsin. Ve elin onu icad etmekten kasýrdýr. Baþkalarý dahi o iþten âciz ve kasýrdýrlar. Ýstersen tecrübe et bakalým. Þecere-i kelimat denilen bir lisaný veya muhaberat ve ezvak santralý olarak bir aðýzý yap. Elbette yapamayacaksýn.

 

Öyle ise Allah'a þirk yapma! اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظِيمٌ

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Þu görünen âlem, Ýlahî bir dükkân ve bir mahzendir. Ýçerisinde envaen türlü türlü mensucat kumaþlar, me'kulât yemekler, meþrubat þerbetler vardýr. Bir kýsmý kesif bir kýsmý latif, bir kýsmý zâil, bir kýsmý daimî, bir kýsmý katý bir lüb, bir kýsmý mâyi ve hâkeza her çeþit bulunur. Lâkin bir kýsmý icadî bir nescdir. Bir kýsmý da tecelliyata bir nakýþtýr. Felasifenin dalaletince, icad ile nakýþ birdir. Ve o dükkân sahibi de mûcib-i bizzâttýr.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Enaniyetten neþ'et eden þirk-i hafî katýlaþtýðý zaman, esbab þirkine inkýlab eder. Bu da devam ederse, küfre tahavvül eder. Bu dahi devam ederse, ta'tile yani hâlýksýzlýða incirar eder. El'iyazübillah!..

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Ýnsanýn hilkatinden maksad, mahfî hazine-i

 

sh: » (Ms: 169)

 

Ýlahiyeyi keþif ile göstermek ve Kadîr-i Ezelî'ye bir bürhan, bir delil, bir ma'kes-i nuranî olmakla cemal-i ezelînin tecellisi için þeffaf bir mir'at, bir âyine olmaktýr. Hakikaten semavat, arz ve cibalin hamlinden âciz kaldýklarý emaneti insan hamlettiði cihetle cilâlanmýþ, cilvelenmiþ bir þekle girmiþtir. Çünki o emanetin mazmunlarýndan biri de insanýn sýfât-ý Ýlahiyeyi fehmetmek için bir vâhid-i kýyasî vazifesini görmektir. Ýnsanýn hilkatinden maksad bu gibi þeyler olduðu halde, kýsm-ý ekserîsi perde olurlar, sed olurlar. Vazifesi feth ve açmak iken kapatýyor, baðlýyor. Ziya ve ýþýðý neþr iken söndürüyor. Allah'ý tevhid etmek yerine þirk yapýyor. Ve keza nur-u imanla Allah'a bakýp mülkü ona teslim etmekle -itikaden- mükellef iken, “Ene” rasadýyla halka bakarak Allah'ýn mülkünü onlara taksim ediyor. Hakikaten اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَظَلُومٌ جَهُولٌ

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Ey nefis! Eðer takva ve amel-i sâlih ile Hâlýkýný razý etti isen, halkýn rýzasýný tahsile lüzum yoktur; o kâfidir. Eðer halk da Allah'ýn hesabýna rýza ve muhabbet gösterirlerse, iyidir. Þâ yet onlarýnki dünya hesabýna olursa kýymeti yoktur. Çünki onlar da senin gibi âciz kullardýr. Maahâza ikinci þýkký takib etmekte þirk-i hafî olduðu gibi, tahsili de mümkün deðildir. Evet bir maslahat için sultana müracaat eden adam, sultaný irza etmiþ ise, o iþ görülür. Etmemiþ ise halkýn iltimasýyla çok zahmet olur. Maamafih yine sultanýn izni lâzýmdýr. Ýzni de rýzasýna mütevakkýftýr.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Vâcib-ül Vücud zâtýnda, mahiyetinde mümkine benzemediði gibi, ef'alinde de benzemiyor. Çünki Vâcib-ül Vücud'un kudretine nisbeten yakýn-uzak, az-çok, küçük-büyük, ferd-nev', cüz'-küll aralarýnda fark yoktur. Ve keza onun fiilinde bizzât mübaþeret yoktur. Fakat mümkinin kudreti bu derece deðildir. Bunun için nefis, Vâcib-ül Vücud'un ef'alini fiillerine benzetemiyor. Hakikatýný fehmetmekte akýl mütehayyir kalýyor. Fiili fâilsiz zannediyor.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Arslan gibi hayvanlarýn diþ ve pençelerine bakýlýrsa, iftiras ve parçalamak için yaratýlmýþ olduklarý anlaþýlýr. Ve kavunun, meselâ, letafetine dikkat edilirse, yemek için yaratýlmýþ olduðu hissedilir. Kezalik insanýn da istidadýna bakýlýrsa, vazife-i fýtriyesinin ubudiyet olduðu anlaþýldýðý gibi; ruhanî ulviyetine ve ebediyete olan derece-i iþtiyakýna da dikkat edilirse, en evvel insan bu âlemden daha

 

sh: » (Ms: 170)

 

latif bir âlemde ruhen yaratýlmýþ da, teçhizat almak üzere muvakkaten bu âleme gönderilmiþ olduðu anlaþýlýr.

 

Ve keza insan, hilkat semeresi olduðundan anlaþýlýr ki: Ýnsanlardan bir çekirdek var ki, Cenab-ý Hak þecere-i hilkati o çekirdekten inbat etmiþtir. O çekirdek de ancak ve ancak bütün ehl-i kemalin ve belki nev'-i beþerin nýsfýnýn ittifakýyla efdal-ül halk, seyyid-ül enam Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'dýr.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Siyah ve beyaz nakýþlar ile nakýþlý bir imame ile küre-i arzýn kafasýný saran semavat ve arzýn nâzým ve hâlýký olan Allah'ýn Uluhiyetine lâyýk mýdýr ki, âlemin bazý safahatýný miskin bir mümkine tevdi' ve tefviz etsin. Arþýn sahibinden maada, arþýn altýndaki þeylere bizzât tasarruf eden imkân dairesinde kimse var mýdýr! Kellâ. Çünki o kudret kýsa ve kasýr olmayýp muhit bir kudret olduðundan, açýk bir yer, bir delik kalmýyor ki, gayr müdahale etsin. Maahaza ceberutiyet ve istiklaliyetin izzeti ve kendini sevdirmek ve tanýttýrmak muhabbeti, gayre müsaade etmiyor ki, arada ibadullahýn enzarýný kendine celbeden ismî bir vasýta bulunsun. Maahaza küll ile cüz'de, nev' ile ferdde yapýlan tasarrufat, birbirinin içinde mütedâhil ve yekdiðerine mütesanid olduðundan, o tasarruflarý ayrý ayrý fâillere vermek mümkün deðildir. Meselâ: Âlemin nizam, intizam ve tasarrufunda arzýn tedbiri dâhildir. Arzýn tedbirinde insanýn da tedbiri dâhildir. Ve ayný zamanda bu tasarrufat yapýlýrken, baþka nevilerin de þuunatýna bakýlýr. Ve hüceyrat-ý bedeniye ile zerrat dahi yaratýlýyor. Ve hâkeza bütün bu tasarrufat bütün safahata ayný kudretle yapýlýr. Nasýlki þemsin nurundan, katre ve kabarcýklara varýncaya kadar hiç bir þey hariç kalmýyor. Bütün eþya o nur ile tenevvür ediyor.

 

Kezalik bütün tasarrufat, kudret-i ezeliyeye aittir. Baþka bir þeyin müdahalesi yoktur. Küreden zerreye varýncaya kadar o kudretin tasarrufundan hariç deðildir.

 

Hülâsa: Arýnýn dimaðýný, mikrobun gözünü tanzim eden zât, senin ef'al ve a'malini mühmel, baþýboþ, hesabsýz, kitabsýz býrakmayarak “Ýmam-ý Mübin”de yazar. Ona göre muhaseben olacaktýr.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Her bir masnuda, her bir zerrede görünen tasarruf-u mutlak, kudret-i muhita ve hikmet-i basîrenin delalet ve þehadetleriyle sabittir ki, bütün eþyanýn Sânii, vâhiddir, þeriki yoktur. Ne kudretinde inkýsam var, ne iktidar ve ihtiyarýnda tecezzi vardýr. Binaenaleyh Sâni' ancak Vâcib-ül Vücud olacaktýr ki, kaderin mizanýyla yürüyen kudretine bir nihayet yoktur.

 

sh: » (Ms: 171)

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Sinek, örümcek, pire gibi küçük hayvanlar, fil, camus, deve gibi büyük hayvanlardan daha zeki, hilkatçe daha güzel, san'atça daha tam olduklarý halde, bunlarýn ömrü kýsa onlarýnki uzun, bunlarýn zâhiren menfaatleri yok, onlarýnki var. Ýþte bu hal, hilkat-i eþyada Sâniin külfeti olmadýðýna ve her þeyin vücuda gelmesi ancak “Kün” emriyle olduðuna bâhir bir bürhandýr. يَفْعَل اللّه مَا يَشَاء لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! وَ اللّه مِنْ وَرَائِهِمْ مُحِيطٌ Evet Allah ilmi, iradesi, kudreti ve sair sýfatýyla muhittir. Daire-i ihatasýndan hariç bir þey yoktur. Fakat insan cüz'î ve kýsa zihniyle Allah'ýn azametine ve þemsin etrafýnda seyyaratý tedvir ettiðine bakarken, meselâ arý gibi, küçük hayvanlar ile iþtigal etmesini uzak görüyor. Çünki Vâcib-ül Vücud'u, mümkine kýyas ediyor. Halbuki bu kýyasa göre küçük hayvanlara büyük bir zulüm olur. Çünki onlar da وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ kaziyesince Hâlýklarýný tesbih etmekle, Allah'tan maada kimseyi Rab tanýmýyorlar. Binaenaleyh büyüðün küçüðe tekebbür etmeye hakký yoktur.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Umumî olan bir in'am ile inayet-i þahsiye arasýnda münafat yok. Meselâ: Bir ziyafete yapýlan umumî bir davet altýnda þahýslar da davet edilmiþ olur. Yani, bu ziyafet umumî olduðundan davet umumiyette kalýr, þahýslar nazara alýnmýyor, denilemez. Binaenaleyh Allah'ýn nimetleri vakýf malý veya nehir suyu gibi umumî olup, in'amýnda þahýslar kasdedilmemiþ deðildir. Ancak o umumiyette hususiyet de maksuddur. Binaenaleyh eþhas o umumî in'amda kasdedilmediklerinden o nimetlere karþý þükretmeye mükellef olmadýklarýna zehab etmek hatadýr.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Yarýn seni zillet ve rezaletlere maruz býrakmakla terkedecek olan dünyanýn sefahetini bugün kemal-i izzet ve þerefle terkedersen pek aziz ve yüksek olursun. Çünki o seni terketmeden evvel sen onu terkedersen, hayrýný alýr, þerrinden kurtulursun. Fakat vaziyet ma'kuse olursa, kaziye de ma'kuse olur.

 

sh: » (Ms: 172)

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Fýsk çamuruyla mülevves olan medeniyet, insanlarý da o çamur ile telvis ediyor. Ezcümle: Riyayý þan ve þeref ile iltibas etmiþ. Ýnsanlarý da o pis ahlâka sevkediyor. Hakikaten insanlar o riyaya öyle alýþmýþlar ki, þahýslara yaptýklarý gibi milletlere hattâ unsurlara bile yapýyorlar. Gazeteleri o riyaya dellâl, tarihleri de alkýþçý yapmýþlardýr. Bu yüzden þahsî hayatlar “Hamiyet-i cahiliye” ünvaný altýnda unsurî hayatlara feda edilmektedir.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Nübüvvet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) isbat eden delillerden biri de tevhiddir. Evet meratibiyle tevhid bayraðýný kâinatýn en üst tepesi üstünde dikmiþ olan ve enzar-ý âleme karþý makamlarýyla beraber tevhide dellâllýk eden ve enbiyanýn mücmel býraktýklarý hakaiký tafsilâtýyla beyan eden ve açýklayan ancak ve ancak Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'dýr. Binaenaleyh tevhidin hakikat ve kuvveti nisbetinde nübüvvet-i Ahmediye (A.S.M.) hak ve hakikattýr.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Sath-ý âlemde kurulan þu sergi-yi Ýlahîde teþhir edilen tezyinata, kemalâta, güzel manzaralara ve rububiyetin haþmetiyle uluhiyetin azametine bir müþahid, bir mütenezzih, bir mütehayyir, bir mütefekkir lâzýmdýr ki, o güzellikleri görsün; o manzaralar arasýnda tenezzüh etsin; o hârika nakýþlara, zînetlere tefekkür ile hayran olsun. Sonra o sergiden Sâni'in celaline, Mâlikinin iktidar ve kemalâtýna intikal ile Onun azametine secde-i hayret etsin. Bu vazifeyi îfa edecek insandýr. Çünki insan gerçi cahil, zulmetli bir þeydir amma, öyle bir istidadý vardýr ki, âleme bir enmuzec ve bir nümune olmaya liyakatý vardýr. Hem o insanda öyle bir emanet vedia býrakýlmýþtýr ki, onun ile gizli defineyi bulur, açar. Hem o insandaki kuvvetler tahdid edilmeyerek mutlak býrakýlmýþtýr. Buna binaen küllî bir nevi þuur sahibi olur ki, Sultan-ý Ezel'in azamet ve haþmetinin þaþaasýný idrak ediyor.

 

Evet maþukun hüsnü, âþýkýn nazarýný istilzam ettiði gibi, Nakkaþ-ý Ezelî'nin rububiyeti de insanýn nazarýný iktiza eder ki, hayret ve tefekkür ile takdir ve tahsinlerde bulunsun.

 

Evet gül ve çiçeklerin yüzlerini güzelleþtiren zât, nasýl o güzel yüzlere arýlardan, bülbüllerden istihsan âþýklarý icad etmesin. Ve güzellerin güzel yüzlerinde güzelliði yaratan, elbette o güzelliðe müþtaklarý da yaratýr.

 

Kezalik bu âlemi þu kadar zînetler ile, nakýþlar ile tezyin eden Mâlik-ül Mülk, elbette ve elbette o hârika, antika, mu'cize manzaralarý, zînetleri, seyircilerden, müþahidlerden, âþýk ve müþtaklardan, ârif dellâllardan hâlî býrakmayacaktýr. Ýþte câmiiyeti dolayýsýyla insan-ý kâmil,

 

sh: » (Ms: 173)

 

halk-ý eflâke ille-i gaiye olduðu gibi, halk-ý kâinata da semere ve netice olmuþtur.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Eþya arasýndaki tevafuk, Sâniin Vâhid, Ehad olduðuna delâlet ettiði gibi, aralarýnda bulunan muntazam tehalüf de, Sâniin Muhtar ve Hakîm olduðuna þehadet eder. Meselâ: Hayvanlarýn bilhassa insanlarýn esas a'zalarýndaki tevafuk, bilhassa çift a'zalardaki temasül, Hâlýkýn vahdetine bürhan olduðu gibi, keyfiyetler ve þekillerdeki tehalüf de Hâlýkýn ihtiyar ve hikmetine delâlet eder.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Mahlukatýn en zalimi insandýr. Ýnsan, kendi nefsine olan þiddet-i muhabbetten dolayý kendisine hizmeti ve menfaati olan þeyleri hem sever, hem kýymet verir. Semeresinden istifade gördüðü þeylere abd ve köle olur. Aksi halde ne sever ve ne kýymet verir. Ve keza hayatýn icadýnda ille-i gaiyenin yalnýz hayat olduðunu bilir. Cenab-ý Hakk'ýn icad ettiði “Hayy”larda hedef ittihaz ettiði binlerce hikmetlerinden haberi yok. Acaba imkân ve ihtimalden hariç midir ki, âlemde görünen þu eþya-yý hârika daha garib, daha hârika ve daha mu'cize melekûtî, berzahî, misalî þeylere bazý nümune ve bazý esaslar olmasýn?

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Cenab-ý Hak kâinatý teþkil eden zerratý, þeriat-ý fýtriyesine müsahhar ve muti' ve evamir-i tekviniyesine de münkad ve mümessil kýlmýþtýr. Bir arý, “Kün” emrine imtisalen matlub bir þekle girdiði gibi, herhangi bir hayvan da ayný emre imtisalen irade edilen vaziyetlere girer.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Þems, kamer, yýldýz, arz gibi ecramý kabzasýnda tutan kudret, o ecramý öyle bir sühuletle tanzim etmiþtir ki, daðýlan tesbih tanelerini ipe dizen adam gibi, ne bir acz görmüþtür ve ne baþkasýnýn yardýmýna ihtiyaç olmuþtur.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Bir katre su, bir deniz suyu ile müttehiddir. Çünki ikisi de sudur. Nehir suyu ile de müttehiddir. Çünki ikisinin de menþe'leri semadýr. Ve keza bir küçük balýk balina balýðý ile müttehiddir. Çünki ünvanlarý birdir. Kezalik esma-i Ýlahiyeden bir hüceyreye veya bir mikroba tecelli eden bir isim, kâinatý ihata eden isim ile müttehiddir. Çünki müsemmalarý birdir. Meselâ: Bütün kâinata taalluk ve tecelli eden Alîm ismiyle bir zerreye taalluk eden Hâlýk ismi, müsemmada müttehiddirler. Hurma aðacýna taalluk eden Musavvir ismiyle de, semeresine taalluk ve tecelli eden Münþi ismi, müsemma

 

sh: » (Ms: 174)

 

da müttehiddirler. Zâten en büyük þeye tecelli eden isim ile en küçük bir þeye tecelli etmemesi muhaldir.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Mümkin ünvaný altýndaki eþyanýn vücudunda tegayyür var. Yani keyfiyetleri, halleri deðiþir. Binaenaleyh mümkin olan bir þeyin daima bir halde tevakkuf ve sükût etmekle atalette kalmasý, o þeyin ahval ve keyfiyetleri için bir nevi ademdir. Çünki o þeyin istikbal halleri ademde kalýr, yol bulup vücuda gelemez. Adem ise büyük bir elem ve bir þerr-i mahzdýr. Binaenaleyh faaliyette lezzet olduðu gibi, ahval ve þuunatta da bir tebeddül olup, bu tahavvül ve tebeddülden neþ'et eden teessürat, teellümat, bir cihetten çirkin ise de birkaç cihetten de güzeldir. Evet bir þeyin þekillerinde vukua gelen devir ve teslim sýrasýnda gidenler müteessir, gelenler de memnun olurlar. Ve bu sayede hayat tasaffi eder, temizlenir. Vücud da teceddüd eder.

 

sh: » (Ms: 175)

 

Þemme

 

(Hidayet-i Kur'aniyenin Nesîminden)

 

بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

 

اَلْحَمْد لِلّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ عَلَى رَحْمَتِهِ عَلَى الْعَالَمِينَ بِرِسَالَةِ سَيِّدِ الْمُرْسَلِينَ مُحَمَّدٍ صَلَّى اللّه عَلَيْهِ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Þu âlem, görünen ve görünmeyen bütün tabakat ve enva'ýyla “Lâ Ýlahe Ýllâ Hu” diye tevhidi ilân ediyor. Çünki aralarýndaki tesanüd böyle iktiza ediyor. Ve o tabakatla enva', bütün erkânýyla “Lâ Rabbe Ýllâ Hu” diye ilân-ý þehadet ediyor. Çünki aralarýndaki müþabehet böyle istiyor. Ve o erkân bütün a'zasýyla “Lâ Mâlike Ýllâ Hu” diye þehadetlerini ilân ediyorlar. Çünki aralarýndaki temasül böyle iktiza eder. Ve o a'za bütün eczasýyla “Lâ Müdebbire Ýllâ Hu” diye þehadet eder. Çünki aralarýnda teavün ve tedahül vardýr. Ve o ecza bütün cüz'iyatýyla “Lâ Mürebbiye Ýllâ Hu” diye olan þehadetini ilân eder. Çünki aralarýndaki tevafuk, kalemin bir olduðuna delalet ediyor. O cüz'iyat bütün hüceyratýyla “Lâ Mutasarrýfe Fil-Hakikati Ýllâ Hu” diye þehadet eder. Ve o hüceyrat bütün zerratýyla “Lâ Nâzýme Ýllâ Hu” diye ilân-ý þehadet eder. Çünki cevahir-i ferd arasýndaki haytýn bir olduðu böyle iktiza eder. Ve o zerrat bütün esîriyle “Lâ Ýlahe Ýllâ Hu” cevheresiyle ilân-ý tevhid eder. Çünki esîrin besateti, sükûnu, intizamla emr-i Hâlýka sür'at-i imtisali, böyle iktiza eder.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Hiç bir insanýn Cenab-ý Hakk'a karþý hakk-ý itirazý yoktur ve þekva ve þikayete de haddi yoktur. Çünki þikayet eden ferdin hilaf-ý hevesini iktiza eden nizam-ý âlemde binlerce hikmet

 

sh: » (Ms: 176)

 

vardýr. O ferdi irza etmekte, o bin hikmetin iðdabý vardýr. Bir ferdi razý etmek için, bin hikmet feda edilemez.

 

وَ لَوِ اتَّبَعَ الْحَقّ اَهْوَاءَهُمْ لَفَسَدَتِ السَّموَات وَ اْلاَرْض

 

Eðer her ferdin keyfine göre hareket edilirse, dünyanýn nizam ve intizamý fesada gider.

 

Ey müteþekki! Sen nesin? Neye binaen itiraz ediyorsun? Cüz'î hevesini külliyat-ý kâinata mühendis mi yapýyorsun? Kokmuþ olan zevkini nimetlerin derecelerine mikyas ve mizan mý yapýyorsun? Ne biliyorsun ki, zannettiðin nimet nýkmet olmasýn. Senin ne kýymetin var ki, sineðin kanadýna müvazi olmayan hevesini tatmin ve teskin için, felek çarklarýyla hareketten teskin edilsin!..

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Cesedin bir uzvundaki bir hüceyrede yapýlan tasarruf, en evvel cesedi tasavvur etmeye mütevakkýftýr. Çünki küllün nakýþlarýyla, ahvaliyle cüz'ün çok alâka ve münasebetleri vardýr. Öyle ise, cüzde tasarruf, Hâlýk-ý Küll'ün emri altýndadýr.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Hevam, balýk gibi küçük hayvanlarýn yumurtalarýný, haþerat ve nebatatýn tohumlarýný, pek büyük bir rahmetle, bir lütuf ile, bir hikmetle hýfzeden Sâni'-i Hakîm'in hâfiziyetine lâyýk mýdýr ki, âhirette semere veren aðaçlara çekirdek olacak a'malinizi hýfzetmesin, ihmal etsin? Halbuki sen hâmil-i emanet, halife-i arzsýn.

 

Evet her bir zîhayatta bulunan hýfz-ul hayat hissi, vücudun ebedî bir bekaya Ýsm-i Hayy, Hafîz, Bâki'nin tecellisiyle incirar edeceðine delalet eder.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Bir incir tohumunu tavýrdan tavýra hýfzeden, devirden devire himaye eden, inhilâlden vikaye eden ve o tohumda incir aðacýnýn teþkilâtýna lâzým olan esaslarý kemal-i ihtimam ile muhafaza eden, elbette ve elbette, halife-i arz ünvanýný alan nev'-i beþerin a'malini ihmal etmez, hýfzeder.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Lafýzlarýn tebeddülüyle mana tebeddül etmez, bâki kalýr. Kabuk parçalanýr, lüb bâki ve saðlam kalýr. Libasý yýrtýlýr, cesedi saðlam, bâki kalýr. Cesed ölüp daðýlýrsa da ruh bâki kalýr. Cisim ihtiyarlanýrsa, enaniyet genç kalýr. Çokluk, cemaat daðýlýr amma, vâhid-i ferd bâki kalýr. Kesret bozulur, vahdet bâkidir. Madde kýrýlýr, nur bâkidir. Binaenaleyh ömrün b idayetinden sonuna kadar devam eden mana, çok cesedleri tebeddül ve tavýrdan tavýra intikal ve devir

 

sh: » (Ms: 177)

 

den devire yuvarlandýðý halde vahdetini, bekasýný muhafaza ettiði gibi, ölüm hendeðini de atlayarak sâlimen ebed yoluna devam edecektir.

 

Maahaza her vakit “Fenaya hazýr ol” emrini intizar eden zâil ve bekasýz maddiyatta, þu hýfz ve muhafaza düsturu beka ile çok münasebetdar olan ruh ve manada da câridir.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Uluhiyetin azameti, izzeti, istiklaliyeti, her þeyin, -küçük olsun büyük olsun, yüksek olsun alçak olsun- taht-ý tasarrufunda bulunduðunu istiyor. Senin hýssetin veya hakaretin, onun tasarrufundan hariç kalmasýna sebeb olamaz. Çünki senin ondan bu'dun varsa da onun senden bu'du yoktur. Veya senin bir sýfatýnýn hakareti vücudunun hakaretini istilzam etmez. Veya mülk cihetinin mülevves olmasý, melekût cihetinin de mülevves olmasýný iktiza etmez. Ve keza Hâlýk'ýn azameti, çirkin þeylerin tasarrufundan çýkmasýný istilzam etmez. Bilakis azamet-i hakikiye, icad hususunda infiradý, tasarruf cihetiyle de ihatayý iktiza eder.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Maddî olan bir þey, kesafeti ne kadar fazla olursa nisbette ince ve gizli þeyleri göremez ve onlarý idraktan kasýrdýr. Fakat nur ve nuranî þeyler, ne kadar nuraniyette terakki ederse, o nisbette ince ve gizli þeylere nüfuzu tam ve keskin olur. Ve keza ne kadar latif olursa, o derecede maddiyatýn içlerini keþfeder (Rِntgen þuaý gibi). Mümkinatta mes'ele bu Merkezde ise; Vâcib, Vâhid olan Nur-ul Envar ne derece نَافِذ الّخَفَايَا عَالِمٌ بِاّلاَسْرَارِ olacaðý, bir derece anlaþýldý. Öyle ise azameti, tam manasýyla ihata, nüfuz, þümulü iktiza ve istilzam eder.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Ekseriyet-i mutlakayý teþkil eden avam-ý nâsýn fehimleri Kur'anca o kadar müraat edilmiþtir ki, birkaç dereceyi, birkaç ciheti ihtiva eden bir mes'elede avamýn fehimlerine en me'nus en karib ciheti ve nazarlarýna en vâzýh, en zâhir dereceyi söylüyor. Çünki öyle olmasa, delilin neticeden hafî olmasý lâzýmgelir. Kur'an'ýn kâinattan yaptýðý bahis, Hâlýk'ýn sýfatlarýný isbat ve izah içindir. Binaenaleyh ne kadar cumhurun fehmine yakýn olursa, irþada daha lâyýk ve daha muvafýk olur. Meselâ: Hâlýk'ýn tasarrufatýna delalet eden âyetlerden en zâhir, en aþikâr olan tabakayý

 

sh: » (Ms: 178)

 

وَمِنْ آيَاتِهِ خَلْقُ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفُ اَلْسِنَتِكُمْ وَ اَلْوَانِكُمْ âyetiyle zikretmiþtir. Halbuki bu tabakanýn arkasýnda vücuhun taayyünat, teþahhusat tabakasý vardýr. Evvelki tabakanýn fehmi, ikinci tabakanýn fehminden daha yakýndýr. Ve keza en aþikâr dereceyi اِنَّ فِى خَلْقِ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ âyetiyle zikretmiþtir. Bu derecenin arkasýnda, arzýn þems etrafýnda emir ve irade-i Ýlahî kanunuyla tahrik ve tedviri derecesi de vardýr. Lâkin bu derece, evvelki dereceden bir derece mahfî olduðundan terkedilmiþtir.

 

Ve keza وَ جَعَلْنَا الْجِبَالَ اَوْتَادًا cümlesiyle en okunaklý sahifeyi göstermiþtir. Halbuki bu sahifenin arkasýnda “Direk ve kazýklar ile tehlikeden muhafaza edilen bir sefine gibi, arz da içerisinde vukua gelen herc ü mercden dolayý parçalanmak tehlikesinden korumak için daðlar ile kazýklanmýþtýr” sahifesi de vardýr. Fakat bu sahife, avam-ý nâsça o kadar okunaklý olmadýðýndan terkedilmiþtir. Ve bu sahifenin altýnda da þöyle bir haþiye vardýr:

 

Hayatý besleyip saðlamak üzere daðlar arza direk yapýlmýþtýr. Çünki daðlar sularýn mahzenidir. Havanýn taraðýdýr, tasfiye ediyor. Topraðýn hâmisidir, denizin istilâsýndan vikaye ediyor. Zâten hayatýn direkleri bu unsurlardýr.

 

Bu sýrra binaendir ki, þeriatça hilâlin tulû' ve gurubu nazara alýnmýþtýr. Çünki bu ise, aylarý günleri hesab etmekten avamca daha kolaydýr. Ve yine o sýrra binaendir ki, ezhan-ý avamda tesbit ve takrir için Kur'anda tekrarlar vukua gelmiþtir.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Âyetlerin bahsettikleri hakikatler, þiirlerin bahsettikleri hayalattan pek vâsi ve pek yüksektir. Bu itibar ile þiirden addedilmemiþtir. Hem de, âyetler, sahibinin þuunat ve ef'alinden bahseder. Þiir ise, fuzulî olarak gayrdan bahseder. Hem de filcümle âdi þeylerden bahsi hârikulâdedir. Þiirin hârikulâdelerden bahsi, alelekser âdidir.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Hâlýkýn vahdetini gösteren âyineler ve delillerini okutan sahifelerin pek çok çeþitleri olduðu gibi merkezleri bir ve birbirinin içine dâhil olmuþlardýr. Binaenaleyh bir âyinede göründü veya bir sahifede okundu mu, hepsinde de görünür ve okunur. Fakat birisinde görünmemesi, hepsinde görünmemesini istilzam etmez.

 

sh: » (Ms: 179)

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Bir kelimeyi yazan harfini yazanýn gayrýsý, bir sahifeyi yazan satýrý yazanýn gayrýsý, kitabý yazan sahifeyi yazanýn gayrýsý olmasý mümkün olmadýðý gibi; karýncayý halk eden cins-i hayvaný halkedenin gayrýsý, hayvaný yaratan arzý yaratanýn gayrýsý, arzý halkeden, Rabb-ül Âlemîn'in gayrýsý olmasý muhaldir.

 

Rububiyet-i âmmenin iþaretlerindendir ki, kâinat kitabýnda öyle büyük harfler vardýr ki, o harflerin bir kýsmýnda bir kelime yazýlýdýr. Bir kýsmýnda bir kelâm, bir kýsmýnda bir kitab yazýlýdýr. Meselâ: O kitabda bahr, þecer, arz birer harf makamýndadýrlar. Birinci harfte semek kelimesi, ikincisinde þecer kelâmý, üçüncüsünde hayvan kitabý yazýlmýþtýr. Hattâ, Yâsin suretinde tam Yâsin Suresi yazýldýðý gibi, bazý masnuatta, bir kelime olan isminde, çekirdeðinde o masnuun suresi ve kitabý yazýlmýþtýr.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Yýldýzlar, þemsler arasýnda mümaselet olduðu gibi filcümle müsavat da vardýr. Binaenaleyh onlardan biri ötekilere Rab olamaz. Ve onlardan birine Rab olan, hepsine de Rab olur. Ve keza her þeye de Rab olur.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Ýnsanýn bir ferdinde bir cemaat-ý mükellefîn bulunur. Evet her bir uzuv, bir þey için yaratýlmýþtýr. O uzvu, o þeyde kullanmakla mükelleftir. Meselâ, her bir hasse için bir ibadet vardýr. Onun hilafýnda kullanýlmasý dalalettir. Meselâ, baþ ile yapýlan secde Allah için olursa ibadettir, gayrýsý için dalalettir. Kezalik þuaranýn hayalen yaptýklarý hayret ve muhabbet secdeleri dalalettir. Hayal, onun ile fâsýk olur.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Ýnsanlarý fikren dalalete atan sebeblerden biri; ülfeti, ilim telakki etmeleridir. Yani meluflarý olan þeyleri kendilerince malûm bilirler. Hattâ ülfet dolayýsýyla âdiyata teemmül edip ehemmiyet vermezler. Halbuki ülfetlerinden dolayý malûm zannettikleri o âdi þeyler, birer hârika ve birer mu'cize-i kudret olduklarý halde, ülfet saikasýyla onlarý teemmüle, dikkate almýyorlar; tâ onlarýn fevkinde olan tecelliyat-ý seyyaleye im'an-ý nazar edebilsinler. Bunlarýn meseli deniz kenarýnda durup, denizin içerisindeki hayvanata ve sair garib hâlâtýna bakmayarak, yalnýz rüzgâr ile husule gelen dalgalara ve þemsin þuaatýndan peyda olan parýltýsýna dikkat etmekle Mâlik-ül Bihar olan Allah'ýn azametine delil getiren adamýn meseli gibidir.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Ýnsanlarýn arza ait malûmat ve müsellemat-ý bedihiyatlarý ülfete mebnîdir. Ülfet ise, cehl-i mürekkeb üstüne seril

 

sh: » (Ms: 180)

 

miþ bir perdedir. Hakikate bakýlýrsa zannettikleri ilim, cehildir. Bu sýrra binaendir ki, Kur'an âyetleriyle insanlarýn nazarýný melufatlarý olan þeylere çeviriyor. Âyetler, necimler gibi ülfet perdesini deler atar. Ýnsanýn kulaðýndan tutar, baþýný eðdirir. O ülfetin altýndaki havarik-ul âdât mu'cizeleri o âdiyat içerisinde gösterir.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Aralarýnda münasebet, muamele, hattâ mükâleme bulunan iki þeyin, birbirine müþabih veya müsavi olmasýný istilzam etmez. Meselâ: Yaðmurun bir katresi veya semerenin bir çiçeðinin, -küçüklüðüyle beraber- þems ile münasebeti ve muamelesi vardýr.

 

Binaenaleyh ey insan! Senin hakaretin, seni Hallak-ý Âlem'in nazar-ý inayetinden setredecek bir sebeb olamaz.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Denizlerde vukua gelen medd ü cezir gibi, evliya arasýnda da bast-ý zaman, (Haþiye) tayy-ý mekân mes'elesi þöhret bulmuþtur. Ezcümle Kitab-ý Yevakit'in rivayetine göre, Ýmam-ý Þa'ranî bir günde iki buçuk defa kocaman Fütuhat-ý Mekkiye namýndaki büyük mecmuayý mütalaa etmiþtir. Bu gibi vukuat, istiðrab ile inkâr edilmesin. Zira bu gibi garib mes'eleleri tasdike yaklaþtýran misaller pek çoktur. Meselâ rü'yada bir saat zarfýnda bir senenin geçtiðini ve pek çok iþler görüldüðünü görüyorsun. Eðer o saatte o iþlere bedel Kur'an okumuþ olsa idin, birkaç hatim okumuþ olurdun. Bu halet evliya için halet-i yakazada inkiþaf eder. Zaman inbisat eder. Mes'ele ruhun daire-

 

______________________________

 

(Haþiye): Bast-ý zaman sýrrýyla çok seneler hükmünde olan birkaç dakikalýk zaman-ý Mi'rac, bu hakikatýn vücudunu isbat eder ve bilfiil vukuunu gösteriyor. Mi'racýn birkaç saat müddeti, binler seneler hükmünde vüs'ati ve ihatasý ve uzunluðu vardýr. Çünki Mi'rac yoluyla beka âlemine girdi. Beka âleminin birkaç dakikasý, bu dünyanýn binler senesini tazammun etmiþtir. Hem bu hakikata binaen bazý evliya bir dakikada bir günlük iþi görmüþ. Bazýlarý, bir saatte bir senelik vazifesini yapmýþ. Bazýlarý, bir dakikada bir hatme-i Kur'aniyeyi okumuþ olduklarý gibi, Risale-i Nur'un te'lifinde de bu bast-ý zaman hakikatý çok defa vukua gelmiþ. Ezcümle:

 

Ondokuzuncu Mektub yüzelli sahifedir. Üçyüzden fazla mu'cizatý, kitablara müracaat edilmeden ezber olarak daً, bað kِþelerinde dört gün zarfýnda her gün üçer saat meþgul olmakla mecmuu oniki saatte telif edilmesi.. Ramazan Risalesi, kýrk dakikada telif edilmesi.. Yirmisekizinci Söz, yirmi dakikada telif edilmesi.. bast-ý zamanýn vukuunu isbat etmiþtir.

 

قَالَ قَآئِلٌ مِنْكُمْ كَمْ لَبِثْتُمْ قَالُوالَبِثْنَايَوْمًا اَوْبَعْضَ يَوْمٍ ayeti tayy-ý zaman gösterdiði gibi, وَاِنَّ يَوْمًا عِنْدَ رَبِّكَ كَاَلْفِ سَنَةٍ مِمَّا تَعُدُّونَ âyeti de bast-ý zamaný gösterir.

 

sh: » (Ms: 181)

 

sine yaklaþýr. Ruh zâten zaman ile mukayyed deðildir. Ruhu cismaniyetine galib olan evliyanýn iþleri, fiilleri sür'at-ý ruh mizanýyla cereyan eder.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Bir bürhan ile elde edilen netice-i tevhidi bazý insanlar isti'zam ile dar zihinlerine sýkýþtýramazlar veya bozuk hayalleri tahammül edemez. Bu hale karþý o kat'î, sahih bürhaný reddetmek üzere “Bu neticeyi, bu kadar azametiyle þu bürhan (onu) intac edemez.” diye bahaneler ile kabul etmez. O miskin bilmez mi ki, neticenin kayyumu Ýmandýr. Bürhan, ancak onu görmek için bir menfezdir veya bir süpürge gibi o neticeye konan vehimleri süpürür. Maahaza bürhan bir deðildir, bin deðildir. Zerrat-ý âlem adedince bürhanlar vardýr.

 

Fesübhanallah! Mülk ile melekût arasýndaki hicab ne kadar incedir, aralarýndaki mesafe ne kadar büyüktür. Dünya ile âhiret arasýndaki yol ne kadar kýsa ve ne kadar uzundur. Ýlim ile cehil arasýndaki hicab ne kadar latif ve ne kadar kalýndýr. Ýman ile küfür arasýndaki berzah ne kadar þeffaf ve ne kadar kesiftir. Ýbadetle masiyet arasýndaki mesafe ne kadar kýsadýr. Halbuki aralarý Cennet ile Nâr'ýn aralarý kadardýr. Hayat ne kadar kýsa, emel ne kadar uzundur. Evet hal ile mazi arasýnda öyle ince bir perde vardýr ki, ruhun mazi cihetine geçmesine mani deðildir. Cesede nisbeten bitmez bir mesafedir.

 

Kezalik mülk ile melekût, dünya ile âhiret arasýnda ehl-i kalb için þeffaf, ehl-i heva için kesif ince bir perde vardýr. Kezalik gece ile gündüz arasýnda latif bir perde var ki, gözün kapanmasýyla gece olup, açýlmasýyla gündüz olduðu gibi; nefsin âlem-i maneviyata gözü kapanýrsa ebedî bir gece içinde kalýr; gözü maneviyata açýlýrsa neharý inkiþaf eder.

 

Kezalik Allah'ýn hesabýna kâinata bakan adam her ne müþahede ederse ilimdir. Eðer gafletle esbab hesabýna bakarsa, ilim zannettiði þey de cehl olur.

 

Kezalik Ýman ve tevhid ile bakan, âlemi nurlu görür ve illâ âlemi zulümat içerisinde görecektir.

 

Kezalik ef'al-i beþer için iki cihet vardýr. Eðer niyet ile Allah'ýn hesabýna olursa, tecelliyata ma'kes, þeffaf, parlak olur. Eðer Allah hesabýna olmasa, zulmetli bir manzarayý göstermiþ olur.

 

Kezalik hayatýn da iki vechi vardýr. Biri siyah, dünyaya bakar. Diðeri þeffaf, âhirete nâzýrdýr. Nefis, siyah vechin altýna girer. Þeffaf veche terettüb eden saadet-i ebediyeyi ister.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Kâinatýn miftahý, anahtarý insanýn elindedir. Âlemin kapýlarý açýk ise de manen kapalýdýr. Cenab-ý Hak bütün o kapýlarý ve kenz-i mahfîyi açan “Ene” namýnda bir miftahý insanýn eline

 

sh: » (Ms: 182)

 

vermiþtir. Fakat, ene de kapýsý kapalý bir bilmecedir. Bunun kapýsý açýlýyorsa kâinatýn da kapýlarý açýlýyor.

 

Evet Cenab-ý Hak insana bir benlik, bir nevi hürriyet vermiþtir ki, Cenab-ý Hakk'ýn rububiyetine ait evsafý bilmek için mevhum, farazî bir vâhid-i kýyasî yapsýn.

 

Mahiyet-i beþerde pek ince bir ip, insanýn vücudunda þuurlu bir kýl, þahsýn kitabýnda bir elif kýymetinde ve miktarýnda olan “Ene”nin iki vechi vardýr. Biri hayra bakar. Bu vecihle yalnýz kabil-i feyizdir, fâil deðildir. Diðer vechi ise þerre bakar. Bu vecihle kendisini fâil bilir.

 

Ene'nin mahiyeti mevhumedir, rububiyeti hayalîdir. Vücudu bir þeye hâmil olamaz. Ancak mizan-ül hararet gibi, Vâcib-ül Vücud'un rububiyetine ait sýfât-ý mutlaka-i muhitayý bilmek için bir mizan vazifesini görüyor.

 

Eðer insan benliðine mizan nazarýyla bakarsa, kâinattan zihnine akýp gelen âfâkî malûmatý kendi malûmatý ile, tasarrufat ve sýfât-ý Ýlahiyeyi de kendi sýfâtýyla tasdik eder. Yine merciine iade eder. Ve bu sayede قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّيَهَا daki( مَنْ) þümulüne dâhil olarak bihakkýn emaneti îfa etmiþ olur. Fakat kendisine müstakil nazarýyla bakmakla kendisini mâlik itikad ederse قَدْ خَابَ مَنْ دَسّيَهَا nýn þümulüne dâhil olmakla emanette hýyanet etmiþ olur. Zira semavat ve arzýn, hamlinden korkarak imtina' ettikleri cihet “Ene”nin bu cihetidir. Çünki dalaletler, þirkler, þerler bu cihetten doðarlar. Eðer vaktiyle o “Ene”nin þiddetli bir terbiye ile baþý kýrýlmaz ise büyür, insanýn vücudunu yutar.

 

Eðer milletin de enaniyeti inzimam ederse, Sâniin emrine karþý mübarezeye çýkar. Tam manasýyla bir þeytan olur. Sonra halký da kendisine kýyas eder, esbabý da o kýyasa dâhil eder, büyük bir þirke düþer. -El'iyazübillah...-

 

Mühim bir Mes'ele: “Ene”nin iki vechi vardýr. Bir vechini nübüvvet almýþtýr. Bir vechini de felsefe almýþtýr.

 

Birinci vecih ubudiyet-i mahzaya menþe'dir. Mahiyeti harfiye olup müstakil deðildir. Vücudu tebeî olup aslî deðildir. Mâlikiyeti vehmî olup hakikî deðildir. Vazifesi Hâlýk'ýn sýfatýný fehmetmek için bir mizan ve bir mikyas olmaktýr. Enbiya (Aleyhimüsselâm) enaniyetin bu vechine bakmakla, mülkü tamamen Allah'a teslim ederek ne mülkünde, ne rububiyetinde, ne uluhiyetinde þeriki olmadýðýna hükmetmiþlerdir. Ene'nin bu vechinden Cenab-ý Hak þecere-i tuba-i ubudiyeti inbat

 

sh: » (Ms: 183)

 

edip dal ve budaklarý kâinat bahçesinde enbiya, evliya, sýddýkîn gibi mübarek semereleri vermiþtir.

 

Ýkinci vechi alan felsefe, ene'nin vücudunu aslî ve kendisini müstakil ve mâlik-i hakikî olduðunu zu'metmiþlerdir. Vazifesi de yalnýz hubb-u zâtýyla tekemmül-ü hayattýr. Ene'nin bu siyah yüzünden envaen þirkler, dalaletler çýkmýþtýr. Ezcümle: Kuvve-i behimiye dalýnda sanemler doðmuþlardýr. Kuvve-i gazabiye gusnundan firavunlar, nemrudlar çýkmýþtýr. Kuvve-i akliyeden dehriyyun, maddiyyun, felasife çýkmýþlardýr ki, Vâcib-ül Vücud'a bir mahluk-u vâhidi verir. Bâki kalan mülkünü gayra taksim ederler.

 

Hülâsa: Ene, haddizâtýnda bir hava, bir buhar gibi iken, verilen ehemmiyete göre mâyi haline gelir. Sonra ülfetle kalýnlaþýr. Sonra gaflet ve isyan ile öyle kalýnlaþýr ki, sahibini yutar. Halký, esbabý da kendisine kýyas ederek Hâlýk'ýn evamirine mübarezeye baþlar. Küçük âlemde yani insanda ene, büyük insanda yani kâinatta tabiata benziyor. Ýkisi de tagutlardandýr.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Hayrat ve hasenatýn hayatý niyet iledir. Fesadý da ucb, riya ve gösteriþ iledir. Ve fýtrî olarak vicdanda þuur ile bizzât hissedilen vicdaniyatýn esasý, ikinci bir þuur ve niyet ile inkýta' bulur.

 

Nasýlki amellerin hayatý niyet iledir. Onun gibi, niyet bir cihetle fýtrî ahvalin ölümüdür. Meselâ: Tevazua niyet onu ifsad eder, tekebbüre niyet onu izale eder, feraha niyet onu uçurur, gam ve kedere niyet onu tahfif eder. Ve hâkeza kýyas et.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Kâinat bir þeceredir. Anasýr onun dallarýdýr. Nebatat yapraklarýdýr. Hayvanat onun çiçekleridir. Ýnsanlar onun semereleridir. Bu semerelerden en ziyadar, nurlu, ahsen, ekrem, eþref, eltaf Seyyid-ül Enbiya Ve-l Mürselîn, Ýmam-ül Müttakin, Habib-i Rabb-ül Âlemîn Hazret-i Muhammed'dir.

 

عَلَيْهِ اَفْضَلُ الصَّلَوَاتِ مَادَامَتِ اْلاَرْضُ وَ السَّمَوَاتُ

 

***

 

sh: » (Ms: 184)

 

اِلهِي الذُّنُوبِ اَخْرَسَتْنِي وَ كَثْرَة الْمَعَاصِى اَخْجَلَتْنِي وَ شِدَّة الْغَفْلَةِ اَخْفَتَتْ صَوْتِي فَاَدُقَّ بَابَ رَحْمَتِكَ وَاُنَادِى فِى بَابِ مَغْفِرَتِكَ بِصَوْتِ سَيِّدِى وَ سَنَدِى الشَّيْخِ عَبْدِ الْقَادِرِ الْكَيْلاَنِى وَ نِدَائِهِ الْمَقْبُولِ الْمَاْنُوسِ عِنْدَ الْبَوَّابِ بِيَا مَنْ وَسِعَتْ رَحْمَتُهُ كُلَّ شَيْءٍ وَ يَا مَنْ بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ وَ يَا مَنْ لاَ يَضُرُّ هُ شَيْءٌ وَ لاَ يَنْفَعُهُ شَيْءٌ وَ لاَيَغْلِبُهُ شَيْءٌ وَ لاَ يَعْزُبُ عَنْهُ شَيْءٌ وَ لاَ يَؤُدُهُ شَيْءٌ وَ لايَسْتَعِينُ بِشَيْءٍ وَ لاَيُشْغِلُهُ شَيْءٌ عَنْ شَيْءٍ وَ لاَ يُشْبِهُهُ شَيْءٌ وَ لاَ يُعْجِزُهُ شَيْءٌ اِغْفِرْلِى كُلَّ شَيْءٍ حَتّى لاَتَسْئَلَنِى مِنْ شَيْءٍ

 

يَا مَنْ هُوَ آخِذٌ بِنَاصِيَةِ كُلِّ شَيْءٍ وَ بِيَدِهِ مَقَالِيدُ كُلِّ شَيْءٍ وَ يَا مَنْ هُوَ اْلاَوَّلُ قَبْلَ كُلِّ شَيْءٍ

 

وَاْلآخِرُ بَعْدَ كُلِّ شَيْءٍ وَ الظَّاهِرُ فَوْقَ كُلِّ شَيْءٍ وَ الْبَاطِنُ دُونَ كُلِّ شَيْءٍ

 

وَ الْقَاهِرُ فَوْقَ كُلِّ شَيْءٍ اِغْفِرْلِى كُلَّ شَيْءٍ اِنَّكَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ وَ يَا عَلِيمًابِكُلِّ شَيْءٍ وَ مُحِيطًا بِكُلِّ شَيْءٍ وَ بَصِيرًا بِكُلِّ شَيْءٍ وَ يَا شَهِيدًا عَلَى كُلِّ شَيْءٍ وَ رَقِيبًا عَلَى كُلِّ شَيْءٍ وَ لَطِيفًا بِكُلِّ شَيْءٍ وَ خَبِيرًا بِكُلِّ شَيْءٍ اِغْفِرْلِى كُلَّ شَيْءٍ مِنَ الذُّنُوبِ وَ الْخَطِيئَاتِ حَتّى لاَ تَسْئَلَنِى عَنْ شَيْءٍ اِنَّكَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ

 

اَللّهُمَّ اِنِّى اَعُوذُ بِعِزَّةِ جَلاَلِكَ وَ بِجَلاَلِ عِزَّتِكَ وَ بِقُدْرَةِ سُلْطَانِكَ وَ بِسُلْطَانِ قُدْرَتِكَ مِنَ الْقَطِيعَةِ وَ اْلاَهْوَاءِ الرَّدِّيَّةِ يَا جَارَ الْمُسْتَجِرِينَ اَجِرْنِى مِنَ الشَّهَوَاتِ الشَّيْطَانِيَّةِ وَطَهِّرْنِى مِنَ الْقَاذُورَاتِ الْبَشَرِيَّةِ وَ صَفِّنِى بِحُبِّ نَبِيِّكَ مُحَمَّدٍ صَلَّى اللّه عَلَيْهِ

 

sh: » (Ms: 185)

 

وَ سَلَّمَ بِالْمُحَبَّةِ الصِّدِّقِيَّةِ مِنْ صَدَاءِ الْغَفْلَةِ وَ اَوْهَامِ الْجَهْلِ حَتّى تَفْنَى اْلاَنَانِيَّةُ

 

وَ يَبْقَى الْكُلِّ ِللّهِ وَ بِاللّهِ وَ اِلَى اللّهِ وَ مِنَ اللّهِ غَرْقًا بِنِعْمَةِ اللّهِ فِى بَحْرِ مِنَّةِ اللّهِ مَنْصُورِينَ بِسَيْفِ اللّهِ مَحْظُ وظِينَ بِعِنَايَةِ اللّهِ مَحْفُ وظِينَ بِحِمَايَةِ اللّهِ عَنْ كُلِّ شَاغِلٍ يَشْغِلُ عَنِ اللّهِ فَيَا نُورَ اْلاَنْوَارِ وَ يَا عَالِمَ

 

اْلاَسْرَارِ وَ يَا مُدَبِّرَ الَّيْلِ وَ النَّهَارِ يَا مَلِكُ يَا عَزِيزُ يَا قَهَّارُ يَا رَحِيمُ

يَا وَدُودُ يَا غَفَّارُ يَا عَلاَّمَ الْغُيُوبِ يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ وَ اْلاَبْصَارِ يَا سَتَّارَ الْغُيُوبِ يَا غَفَّارَ الذُّ نُوبِ اِغْفِرْلِى ذُنُوبِي وَارْحَمْ مَنْ ضَاقَتْ عَلَيْهِ اْلاَسْبَابُ وَ غُلِّقَتْ دُونَهُ اْلاَبْوَابُ وَ تَعَسَّرَ عَلَيْهِ سُلُوكُ طَرِيقِ اَهْلِ الصَّوَابِ وَاِنْصَرَمَتْ اَيَّامُهُ وَ نَفْسُهُ رَاتِعَةٌ فِى مَيَادِينِ الْغَفْلَةِ وَ الْمَعْصِيَّةِ وَ دَنِىِّ اْلاِكْتِسَابِ فَيَا

 

مَنْ اِذَا دُعِىَ اَجَابَ وَ يَا سَرِيعَ الْحِسَابِ وَ يَا كَرِيمُ يَا وَهَّابُ اِرْحَمْ مَنْ عَظُمَ مَرَضُهُ وَ عَزَّ شِفَائُهَ وَ ضَعُفَتْ حِيلَتُهُ وَ قَوِىَ بَلاَئُهُ وَ اَنْتَ مَلْجَئُهُ وَ رَجَائُهُ

 

اِلهِى اِلَيْكَ اَرْفَعُ بَثِّ وَ حُزْنِى وَ شِكَايَتِي اِلهِى حُجَّتِى حَاجَتِى وَ عُدَّتِى فَاقَتِى وَ انْقِطَاعُ حِيلَتِي اِلهِى قَطْرَةٌ مِنْ بِحَارِ جُودِكَ تُغْنِينِى وَ ذَرَّةٌ مِنْ تَيَّارِ عَفْوِكَ تَكْفِينِى يَا وَدُودُ يَا وَدُودُ يَا وَدُودُ يَا ذَ ا الْعَرْشِ الْمَجِيدُ يَا مُبْدِئُ يَا مُعِيدُ يَا فَعَّالاً لِمَا يُرِيدُ اَسْئَلُكَ بِنُورِ وَجْهِكَ الَّذِى َمَلأَ اَرْكَانَ عَرْشِكَ وَ اَسْئَلُكَ بِقُدْرَتِكَ الَّتِى قَدَرْتَ بِهَا عَلَى جَمِيعِ خَلْقِكَ وَ بِرَحْمَتِكَ الَّتِى وَسِعَتْ كُلَّ شَيْئٍ لاَ اِلهَ اِلاَّ اَنْتَ يَا مُغِيثُ اَغِثْنَا وَا غْفِرْ جَمِيعَ ذُنُوبِى وَ سَقَطَاتِ لِسَانِى فِى جَمِيعِ عُمْرِى بِرَحْمَتِكَ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ آمِينَ آمِينَ آمِينَ وَ الْحَمدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

 

sh: » (Ms: 186)

 

Onuncu Risale

 

بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

 

وَجَعَلْنَاهَا رُِجُومًا لِلشّيَاطِينِ

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Þu âyet-i kerimenin yüksek semasýna çýkýp sýrrýný fehmetmek için yedi basamaklý bir merdiven kuruyoruz.

 

Birinci basamak: Semavatýn, melaike ile tesmiye edilen münasib sâkinleri vardýr. Çünki küre-i arzýn semaya nisbeten küçüklüðü ve hakaretiyle beraber zevilhayat ile dolu olmasý, semavatýn o müzeyyen burçlarý zevil-idrak ile dolu olmasýný tasrih ediyor. Ve keza semavatýn bu kadar zînetlerle tezyin edilmesi, behemehal zevil-idrakin takdir ve istihsan ile nazar-ý hayretlerini celbetmek içindir. Çünki hüsn-ü zînet, âþýklarýn celbi içindir. Yemek ve taam da aç olanlara yapýlýr. Maahaza ins ve cin o vazifeyi îfaya kâfi deðillerdir. Ancak gayr-ý mahdud oraya münasib melaike ve ruhanîler o vazifeyi îfa edebilir.

 

Ýkinci basamak: Arzýn semavatla alâkasý, muamelesi olup aralarýnda çok büyük irtibat vardýr. Evet arza gelen ziya, hararet, bereket vesaire, semavattan geliyor. Arzdan da semaya dualar, ibadetler, ruhlar gidiyor. Demek aralarýnda cereyan eden ticarî muameleden anlaþýlýyor ki; arzýn sâkinleri için semaya çýkmaya bir yol vardýr ki, enbiya, evliya, ervah cesedlerinden tecerrüd ile semavata uruc ederler.

 

Üçüncü basamak: Semavatta devam ile cereyan eden sükûn, sükût, nizam, intizam, ýttýraddan hissedildiðine nazaran, semavat ehli, arz sâkinleri gibi deðildirler. Evet arzda bulunan nifak, þikak, ihtilaf, ezdadýn içtimaý, hayýr ve þerrin ihtilatý gibi þeyler, semavatta yoktur. Bu sayede semavatta nizam ve intizamý bozacak bir hal yoktur. Sâkinleri verilen emirlere kemal-i itaatle imtisal ediyorlar.

 

sh: » (Ms: 187)

 

Dördüncü basamak: Cenab-ý Hakk'ýn iktizalarý, hükümleri mütegayir bazý esmalarý vardýr. Meselâ: Bedir gibi bazý gazalarda Ashab-ý Kiram'a yardým etmek üzere küffar ile muharebe etmek için melaikenin semadan inzâlini iktiza eden ismi, melaike ile þeyatîn -yani semavî olan ahyar ile arzî eþrar- arasýnda muharebenin vukuunu istib'ad deðil, iktiza eder. Evet Cenab-ý Hak melaikeye bildirmeksizin þeytanlarý def' veya ihlâk edebilir. Fakat satvet ve haþmetinin iktizasý üzerine bu kabil mücazatýn müstehaklarýna ilân ve teþhiri, azametine lâyýktýr.

 

Beþinci basamak: Ruhanîlerin ahyarý, semada bulunduklarýndan, eþrarý da letafetlerine güvenerek onlarý takliden iltihak etmek istediklerinde, ehl-i sema, onlarý þeraretleri için kabul etmeyerek def'ediyorlar. Maahaza, bu gibi manevî mübarezeleri âlem-i þehadete, bilhassa vazifesi þehadet ve müþahede olan insana ilân ve teþhirine recm-i nücum alâmet ve niþan kýlýnmýþtýr.

 

Altýncý basamak: Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan, nev'-i beþeri itaate irþad, isyandan zecr ve men'etmek üzere kullandýðý üslûb-u âlîsine bak:

 

يَا مَعْشَرَ اْلجِنِّ وَاْلاِنْسِ اِنِ اسْتَطَعْتُمْ اَنْ تَنْفُذوا مِنْ اَقْطَارِ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ فَانْفُذُوا لاَ تَنْفُذُونَ اِلاَّ بِسُلْطَانٍ

 

Yani: “Ey ins ve cin cemaati! Mülkümden hariç bir memlekete çýkýp kurtulmak için semavat ve arzýn aktarýndan çýkmaya kuvvetiniz varsa çýkýnýz. Amma ancak bir sultanla çýkarsýnýz.”

 

Kur'an-ý Kerim bu âyet ile pek geniþ saltanat-ý rububiyete karþý ins ve cinnin aczlerini ilân zýmnýnda nida ediyor: “Ey insan-ý hakir, sagir, âciz! Ne suretle, þeytanlarý recmeden melaike ile necimlerin, þemslerin, kamerlerin itaat ettikleri Sultan-ý Ezel'e isyan ediyorsun! Nasýl kocaman yýldýzlarý mermi, kurþun yerinde kullanabilen bir askere sahib olan bir sultana karþý isyan etmeye cesaret ediyorsun!”

 

Yedinci basamak: Yýldýzlarýn pek küçük efradý olduðu gibi, pek büyükleri de vardýr. Semanýn vechini, yüzünü ziyalandýran her þey yýldýzdýr. Bu neviden bir kýsmý, semaya zînet olmuþtur. Bir kýsmý da þeytanlarý recmetmek için semavî mancýnýklardýr. Semada yapýlan bu recm, sema gibi en vâsi dairelerde bile vukua gelen mübareze hâdisesini insanlara göstermekle insanlarýn mutîlerini âsilerle mübarezeye teþvik ile alýþtýrmaktýr.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Ýnsaný hayvandan ayýran þeylerden:

 

sh: » (Ms: 188)

 

Biri, mazi ve müstakbel ile alâkadar olmasýdýr. Hayvan bu iki zamaný bihakkýn düþünecek bir idrake mâlik deðildir.

 

Ýkincisi, gerek enfüsî, gerek âfâkî, yani dâhilî ve haricî þeylere taalluk eden idrâki, küllî ve umumîdir.

 

Üçüncüsü, inþaata lâzým olan mukaddemeleri keþf ve tertib etmektir. Meselâ: Bir evin yapýlmasý için lâzým olan taþ, aðaç, çimento misillü lüzumlu mukaddemeleri ihzar ve tertib etmek gibi.

 

Binaenaleyh insanýn en evvel ve en büyük vazifesi, tesbih ve tahmiddir. Evvelâ mazi, hal ve istikbal zamanlarýnda görmüþ veya görecek nimetler lisanýyla, sonra nefsinde veya haricinde görmekte olduðu in'amlar lisanýyla, sonra mahlukatýn yapmakta olduklarý tesbihatý þehadet ve müþahede lisanýyla Sânii hamd ü sena etmektir.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Cenab-ý Hakk'ýn atâ, kaza ve kader namýnda üç kanunu vardýr. Atâ, kaza kanununu, kaza da kaderi bozar.

 

Meselâ: Bir þey hakkýnda verilen karar, kader demektir. O kararýn infazý, kazâ demektir. O kararýn ibtaliyle hükmü kazadan afvetmek, atâ demektir. Evet yumuþak bir otun damarlarý katý taþý deldiði gibi, atâ da kaza kanununun kat'iyetini deler. Kazâ da ok gibi kader kararlarýný deler. Demek atânýn kazâya nisbeti, kazânýn kadere nisbeti gibidir. Atâ, kazâ kanununun þümulünden ihraçtýr. Kazâ da kader kanununun külliyetinden ihrâcýdýr. Bu hakikate vâkýf olan ârif:

 

“Ya Ýlahî! Hasenatým senin atândandýr. Seyyiatým da senin kazandandýr. Eðer atân olmasa idi, helâk olurdum” der.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Esma-i hüsnayý tazammun eden bazý fezlekeler ile âyetlere hâtime verilmekte ne gibi bir sýr vardýr?

 

Evet Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan, bazan âyât-ý kudreti âyetlerde basteder. Sonra içerisinden esmayý çýkarýr. Bazan mensucat toplar gibi açar daðýtýr. Sonra toplar, esmada tayyeder. Bâzan da ef'alini tafsil ettikten sonra isimler ile icmal eder. Bazan da halkýn a'malini tehdidane söyler. Sonra rahmete iþaret eden isimler ile teselli eder. Bazan da bazý makasýd-ý cüz'iyeyi zikrettikten sonra o makasýdý takdir ve isbat için bürhan olarak kavaid-i külliye hükmünde olan isimleri zikrediyor. Bazan da maddî cüz'iyatý zikreder. Sonra esma-i külliye ile icmal eder ve hâkeza...

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Acz de aþk gibi Allah'a îsal eden yollardan biridir. Amma acz yolu, aþktan daha kýsa ve daha selâmettir.

 

Ehl-i sülûk, tarîk-ý hafada letaif-i aþere üzerine, tarîk-i cehrde nüfus-u seb'a üzerine sülûk etmiþlerdir. Bu fakir, âciz ise dört hatveden

 

sh: » (Ms: 189)

 

ibaret; hem kýsa, hem sehl bir tarîký, Kur'anýn feyzinden istifade etmiþtir.

 

Birinci hatve: فَلاَ تُزََكُّوا اَنْفُسَكُمْ âyetinden,

 

Ýkinci hatveyi: وَلاَ تَكُونُوا كَالَّذِينَ نَسُوا اللّهَ فَاََنْسَيهُمْ اَنْفُسَهُمْ âyetinden;

 

Üçüncü hatveyi: مَا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّهِ وَمَا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ âyetinden;

 

Dördüncü hatveyi كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ âyetinden ahzetmiþtir. Bunlarýn izahý:

 

Birinci Hatve: Evet insan yaratýlýþýnda kendi nefsine muhib olarak yaratýlmýþtýr. Hattâ bizzât nefsi kadar bir þeye sevgisi yoktur. Kendisini, ancak Mabuda lâyýk senalar ile medhediyor. Nefsini bütün ayýblardan, kusurlardan tenzih etmekle, -haklý olsun haksýz olsun- kemal-i þiddetle müdafaa ediyor. Hattâ Cenab-ý Hakk'ý hamd ve sena için kendisinde yaratýlan cihazatý, kendi nefsine hamd ü sena için sarfediyor ve مَنِ اتَّخَذَ اِلهَهُ هَوَيهُ deki( مَنْ) þümulüne dâhil oluyor. Bu mertebede nefsin tezkiyesi, ancak adem-i tezkiyesiyle olur.

 

Ýkinci Hatve: Nefis hizmet zamanýnda geri kaçar. Ücret vaktinde ileri safa hücum ediyor. Bu mertebede onun tezkiyesi, yaptýðý fiili aksetmekle olur. Yani iþe, hizmete ileriye sevkedilmeli, ücret tevziinde geriye býrakýlmalýdýr.

 

Üçüncü Hatve: Kendi nefsinde, tobasýnda, kusur, naks, acz, fakr'dan maada bir þeyi býrakmamalýdýr. Bütün mehasin, iyilikler, Fâtýr-ý Hakîm tarafýndan in'am edilen nimetler olup hamdi iktiza eder. Fahrý istilzam etmediklerini itikad ve telakki edilmelidir. Bu mertebede onun tezkiyesi; kemalinin adem-i kemalinde, kudretinin aczinde, gýnasýnýn fakrýnda olduðunu bilmekten ibarettir.

 

sh: » (Ms: 190)

 

Dördüncü Hatve: Kendisi istiklaliyet halinde fâni, hâdis, madum olduðunu ve esma-i Ýlahiyeye âyinedarlýk ettiði halde þahid, meþhud, mevcud olduðunu bilmekten ibarettir. Bu mertebede onun tezkiyesi; vücudunda ademini, ademinde vücudunu bilmekle لَهُ االْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ yü kendisine vird ittihaz etmektir.

 

Ve keza Vahdet-ül Vücud ehli, kâinatý nefyetmekle idam ediyorlar. Vahdet-üþ Þühud halký ise, bütün mevcudatý, -kürek cezalýlarý gibi- nisyan zindanýnda ebedî hapse mahkûm ediyorlar.

 

Kur'anýn ifham ettiði tarîk, kâinatý, mevcudatý hem idamdan, hem hapisten kurtarýr. Esma-i hüsnaya mazhariyetle âyinedarlýk etmek gibi vazifelerde istihdam ediyor. Fakat kâinatý, istiklaliyetten ve kendi hesabýna çalýþmaktan azlediyor.

 

Ve keza insanýn vücudunda birkaç daire vardýr. Çünki hem nebatîdir, hem hayvanîdir, hem insanîdir, hem imanî. Tezkiye muamelesi bazan tabaka-i imaniyede olur. Sonra tabaka-i nebatiyeye iner. Bazan da yirmidört saat zarfýnda her dört tabakada muamele vâki olur. Ýnsaný hata ve galata atan, bu dört tabakadaki farký riayet etmemektir. خَلَقَ لَنَا مَا فِى اْلاَرْضِ جَمِيعًا ya istinaden insaniyetin mide-i hayvaniye ve nebatiyeye münhasýr olduðunun zannýyla galat ediyor. Sonra bütün gayelerin nefsine ait olduðunun hasrýyla galat ediyor.

 

Sonra, her þeyin kýymeti menfaatý nisbetinde olduðunun takdiriyle galat ediyor. Hattâ Zühre yýldýzýný kokulu bir zühreye mukabil almaz. Çünki kendisine menfaatý dokunmuyor.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Ubudiyet, sebkat eden nimetin neticesi ve onun fiatýdýr. Gelecek bir nimetin mükâfat mukaddemesi ve vesilesi deðildir. Meselâ: Ýnsanýn en güzel bir surette yaratýlýþý, ubudiyeti iktiza eden sâbýk bir nimet olduðu ve sonra da, Ýmanýn i'tasýyla kendisini sana tarif etmesi, ubudiyeti iktiza eden sâbýk nimetlerdir. Evet nasýlki midenin i'tasýyla bütün mat'umat i'ta edilmiþ gibi telakki ediliyor; hayatýn i'tasýyla da, âlem-i þehadet müþtemil bulunduðu nimetler ile beraber i'ta edilmiþ gibi telakki ediliyor.

 

Ve keza nefs-i insanînin i'tasýyla, bu mide için mülk ve melekût âlemleri nimetler sofrasý gibi kýlýnmýþtýr. Kezalik Ýmanýn i'tasýyla, mezkûr sofralar ile beraber, esma-i hüsnada iddihar edilen defineleri de sofra olarak verilmiþ oluyor. Bu gibi ücretleri peþin aldýktan sonra, devam ile hizmete mülâzým olmak lâzýmdýr. Hizmet ve amelden sonra verilen nimetler mahza onun fazlýndandýr.

 

sh: » (Ms: 191)

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Enva'ýn efradýnda, bilhassa haþerat ve hevam kýsmýnda görünen fevkalâde çoklukta müþahede edilen hârikulâde gayr-ý mütenahî bir cûd u sehavet vardýr. Kemal-i ittikan ve intizam ile bütün enva'da bulunan þu kesret-i efrad, tecelliyat-ý Ýlahiyenin gayr-ý mütenahî olduðuna ve Cenab-ý Hakk'ýn mahiyeti her þeye mübayin olduðuna ve bütün eþya onun kudretine nisbeten mütesavi olduðuna sarahaten delalet eder.

 

Evet bu cûd-u icad Sâniin vücubundandýr. Nevide celalîdir, ferdde cemalîdir.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Ýnsanýn yaptýðý san'atlarýn sühulet ve suubet dereceleri, onun ilim ve cehliyle ölçülür. Ne kadar san'atlarda bilhassa ince ve latif cihazatta ilmî mehareti çok olursa, o nisbette kolay olur. Cehli nisbetinde de zahmet olur. Binaenaleyh eþyanýn hilkatinde sür'at-i mutlaka ile vüs'at-i mutlaka içinde görünen sühulet-i mutlaka, Sâniin ilmine nihayet olmadýðýna hads-i kat'î ile delalet eder.

 

وَمَا اَمْرُنَا اِلاَّ وَاحِدَةٌ كَلَمْحٍ بِالْبَصَرِ

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Ýnsanýn fýtraten mâlik olduðu câmiiyetin acaibindendir ki: Sâni'-i Hâkim þu küçük cisimde gayr-ý mahdud enva'-ý rahmeti tartmak için gayr-ý ma'dud mizanlar vaz'etmiþtir. Ve esma-i hüsnanýn gayr-ý mütenahî mahfî definelerini fehmetmek için gayr-ý mahsur cihazat ve âlât yaratmýþtýr. Meselâ: Mesmuat, mubsýrat, me'kulât âlemlerini ihata eden insandaki duygular, Sâni'in sýfat-ý mutlakasýný ve geniþ þuunatýný fehmetmek içindir.

 

Ve keza hardaleden daha küçük kuvve-i hâfýzasýnda öyle bir latife-i müdrike býrakýlmýþtýr ki o hardalenin tazammun ettiði geniþ âlemde o latife daimî seyr ve cevelan etmekte ise de sahiline vâsýl olamaz. Maahaza, bazan bu büyük âlem o latifeye o kadar darlaþýr ki, âlem o latifenin karnýnda bir zerre gibi olur. Ve o latifeyi, bütün seyahat meydanlarýyla, mütalaa ettiði kitablarýyla o hardale dahi yutar, yerinde oturur, karný da aðrýmaz.

 

Ýþte, insanýn mütefavit mertebeleri bu sýrdan anlaþýlýr.

 

Evet bazý insanlar zerrede boðulurlar. Bazýsýnda da dünya boðulur. Bazýlar da, kendilerine verilen anahtarlardan birisiyle kesretin en geniþ bir âlemini açar fakat içinde boðulur. Sahil-i vahdet ve tevhide zorla vâsýl olur. Demek, insanýn seyr-i ruhanîsinde çok tabakalar vardýr. Bir tabakada, insanlara huzur u tevhid pek sühuletle nasib ve müyesser olur. Bir tabakasýna da, gaflet ve evham öyle istilâ eder ki,

 

sh: » (Ms: 192)

 

kesret içinde garkolmakla tam manasýyla tevhidi unutmuþ olur. Sukutu suud, tedenniyi terakki, cehl-i mürekkebi yakîn, uykunun son perdesini intibah zan ve tevehhüm eden bir kýsým medenîler ikinci tabakadaki insanlardandýr. Onlar, hakaik-i Ýmaniyeyi derketmekte bedevîlerin bedevîleridir.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Ýsm-i Celal, alelekser nevilerde, külliyatta tecelli eder. Ýsm-i Cemal ise mevcudatýn cüz'iyatýna tecelli eder. Bu itibarla nevilerdeki cûd-u mutlak, celalin tecellisidir. Cüz'iyatýn nakýþlarý, eþhasýn güzellikleri cemalin tecelliyatýndandýr.

 

Ve keza celal, vâhidiyetin tecellisinden, cemal dahi ehadiyetin tecellisinden zâhir olur. Bazan da cemal, celalden tecelli eder. Evet cemalin gözünde celal ne kadar cemildir, celalin gözünde dahi cemal o kadar celildir.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Basar masnuatý görüp de, basiret Sânii görmezse çok garib ve pek çirkin düþer. Çünki o halde Sâniin manen, kalben görünmemesi, ya basiretin fýkdanýndandýr veya kalb gözünün kör olmasýndandýr veya pek dar olduðundan mes'eleyi azametiyle kavramadýðýndandýr. Veya bir hýzlan'dýr. Ve illâ Sâniin inkârý, basarýn þuhudunu inkârdan daha ziyade münkerdir.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Bir tarlaya zer'edilen bir tohum, manevî bir sur ve bir duvardýr. O tarlayý tohum sahibine mal eder. Baþkasýnýn tasarrufuna mani olur. Kezalik küre-i arz tarlasýna zer'edilen nebatat, hayvanat tohumlarý manevî bir sur ve bir seddir ki, þirketi men'ediyor; gayrý, müdahaleden tardeder.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Tabiatlarý latif, ince ve latif san'atlara meftun bazý insanlar, bilhassa has bahçelerinde pek güzel hendesevari bir þekilde þekilleri, arklarý, havuzlarý, þadýrvanlarý yaptýrmakla bahçelerine pek muntazam bir manzara verirler. Ve o letafetin, o güzelliðin derecesini göstermek için bazý çirkin kaya, kaba, gayr-ý muntazam -maðara ve dað heykelleri gibi- þeyleri de ilâve ediyorlar ki, onlarýn çirkinliðiyle, adem-i intizamýyla bahçenin güzelliði, letafeti fazlaca parlasýn. Çünki اِنَّمَا اْلاَشْيَاءُ تُعْرَف بِاَضْدَادِهَا Lâkin müdakkik bir kimse, o ezdadý cem'eden bahçenin manzarasýna baktýðý zaman anlar ki, o çirkin kaba þeyler kasden yapýlmýþtýr ki; güzellik, intizam, letafet artsýn. Zira güzelin güzelliðini arttýran, çirkinin çirkinliðidir. Demek bahçenin tam intizamýný ikmal eden, o çirkinlerdir. Ve o çirkinlerin adem-i intizamý nisbetinde bahçenin intizamý artar.

 

sh: » (Ms: 193)

 

Kezalik dünya bahçesinde nizam ve intizamýn son sisteminde bulunan mahlukat ve masnuat arasýnda -hayvanlarda olsun, nebatatta olsun, cemadatta olsun- bazý çirkin, intizamdan hariç þeyler bulunur. Bunlarýn çirkinliði, intizamsýzlýklarý, dünya bahçesinin güzelliðine, intizamýna bir zînet, bir süs olmak üzere Sâni'-i Hakîm tarafýndan kasden yapýlmýþ olduðunu, pek yüksek, geniþ, þâirane bir hayal ile dünyanýn o bahçe manzarasýný nazar altýna alabilen adam görebilir.

 

Maahâza, o gibi þeyler kasdî olmasaydý, þekillerinde hikmetli tehalüf olmazdý. Evet tehalüfte kasd ve ihtiyar vardýr. Her insanýn bütün insanlara sîmaca muhalefeti buna delildir.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Ýnsaný fýtraten bütün hayvanlara tefevvuk ettiren câmiiyetinin meziyetlerinden biri, zevilhayatýn Vâhib-ül Hayat'a olan tahiyye ve tesbihlerini fehmetmektir. Yani insan kendi kelâmýný fehmettiði gibi, Ýman kulaðýyla zevilhayatýn da, belki cemadatýn da bütün tesbihlerini fehmeder. Demek her þey saðýr adam gibi yalnýz kendi kelâmýný anlar. Ýnsan ise, bütün mevcudatýn lisanlarýyla tekellüm ettikleri esma-i hüsnanýn delillerini fehmeder. Binaenaleyh herþeyin kýymeti, kendisine göre cüz'îdir. Ýnsanýn kýymeti ise küllîdir. Demek bir insan, bir ferd iken bir nevi gibi olur.

 

وَاللَّهُ اَعْلَمُ بِالصَّوَابِ

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Zâhir ile bâtýn arasýnda müþabehet varsa da, hakikate bakýlýrsa aralarýnda büyük uzaklýk vardýr.

 

Meselâ: Âmiyane olan tevhid-i zâhirî, hiçbir þeyi Allah'ýn gayrisine isnad etmemekten ibarettir. Böyle bir nefiy, sehl ve basittir. Ehl-i hakikatýn hakikî tevhidleri ise, her þeyi Cenab-ý Hakk'a isnad etmekle beraber her þeyin üstünde bulunan mührünü, sikkesini görüp okumaktan ibarettir. Bu, huzuru isbat, gafleti nefyeder.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Hayat-ý dünyeviyeye kasden ve bizzât teveccüh edip baðlanan kâfirin, imhâl-i ikabýnda ve bilakis terakkiyat-ý maddiyede muvaffakýyetindeki hikmet nedir?

 

Evet o kâfir, kendi terkibiyle, sýfatýyla Cenab-ý Hak'ça nev'-i beþere takdir edilen nimetlerin tezahürüne -þuuru olmaksýzýn- hizmet ediyor. Ve güzel masnuat-ý Ýlahiyenin mehasinini bilâ-þuur tanzim ediyor. Ve kuvveden fiile çýkartmakla garabet-i san'at-ý Ýlahiyeye nazarlarý cel

 

sh: » (Ms: 194)

 

bediyor. Ne faide ki farkýnda deðildir. Demek o kâfir, saat gibi kendi yaptýðý amelden haberi yok. Amma vakitleri bildirmek gibi nev-i beþere pek büyük bir hizmeti vardýr. Bu sýrra binaen dünyada mükâfatýný görür.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Tevfik-i Ýlahî refiki olan adam, tarîkat berzahýna girmeden zâhirden hakikate geçebilir. Evet Kur'andan, hakikat-ý tarîkatý -tarîkatsýz- feyiz suretiyle gördüm ve bir parça aldým. Ve keza maksud-u bizzât olan ilimlere ulûm-u âliyeyi okumaksýzýn îsal edici bir yol buldum.

 

Seri-üs seyr olan bu zamanýn evlâdýna, kýsa ve selâmet bir tarîký ihsan etmek, rahmet-i hâkimenin þânýndandýr.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Ýnsaný gaflete düþürtmekle Allah'a ubudiyetine mani olan, cüz'î nazarýný cüz'î þeylere hasretmektir. Evet cüz'iyat içerisine düþüp cüz'îlere hasr-ý nazar eden, o cüz'î þeylerin esbabdan sudûruna ihtimal verebilir. Amma baþýný kaldýrýp nev'e ve umuma baktýðý zaman, edna bir cüz'înin en büyük bir sebebden sudûruna cevaz veremez. Meselâ: Cüz'î rýzkýný bazý esbaba isnad edebilir. Fakat menþe-i rýzýk olan arzýn, kýþ mevsiminde kupkuru, kýraç olduðuna, bahar mevsiminde rýzk ile dolu olduðuna baktýðý vakit, arzý ihya etmekle bütün zevilhayatýn rýzýklarýný veren Allah'dan maada kendi rýzkýný verecek bir þey bulunmadýðýna kanaatý hasýl olur. Ve keza evindeki küçük bir ýþýðý veya kalbinde bulunan küçük bir nuru bazý esbaba isnad edebilirsin. Amma, o ýþýðýn, þemsin ziyasýyla, o nurun da Menbâ-ül Envarýn nuruyla muttasýl olduðuna vâkýf olduðun zaman anlarsýn ki; kalýbýný ýþýklandýran, kalbini tenvir eden ancak leyl ve neharý birbirine kalbeden Fâtýr-ý Hakîmdir.

 

Ve keza senin vücudunun zuhur ve vuzuhca Hâlýk'ýn vücuduna nisbeti, Hâlýk'ýn vücuduna delalet edenlerin nisbeti gibidir. Çünki sen bir vecihle kendi vücuduna delalet ediyorsun. Amma Hâlýkýn vücuduna, bütün mevcudat, bütün zerratýyla delalet ediyor. Öyle ise onun vücudu senin vücudundan âlemin zerratý adedince zuhur dereceleri vardýr.

 

Ve keza seni nefsini sevmeye sevkeden esbab:

 

1- Bütün lezzetlerin mahzeni nefistir;

 

2- Vücudun merkezi ve menfaatin madeni nefistir;

 

3- Ýnsana en karib -yakýn- nefistir, diyorsun. Pekâlâ. Fakat o fâni lezzetlere mukabil, lezaiz-i bâkiyeyi veren Hâlýký daha ziyade ubudiyetle sevmek lâzým deðil midir? Nefis vücuda merkez olduðundan muhabbete lâyýk ise, o vücudu icad eden ve o vücudun kayyumu olan Hâ

 

sh: » (Ms: 195)

 

lýk, daha fazla muhabbete, ubudiyete müstehak olmaz mý? Nefsin maden-i menfaat ve en yakýn olduðu, sebeb-i muhabbet olursa, bütün hayýrlar, rýzýklar elinde bulunan ve o nefsi yaratan Nâfi', Bâki ve daha karib olan, daha ziyade muhabbete lâyýk deðil midir? Binaenaleyh bütün mevcudata inkýsam eden muhabbetleri cem ve muhabbetin ile beraber mahbub-u hakikî olan Fâtýr-ý Hakîm'e ihda etmek lâzýmdýr.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Senin önünde çok korkunç büyük mes'eleler vardýr ki, insaný ihtiyata, ihtimama mecbur eder.

 

Birisi: Ölümdür ki, insaný dünyadan ve bütün sevgililerinden ayýran bir ayrýlmaktýr.

 

Ýkincisi: Dehþetli korkulu ebed memleketine yolculuktur.

 

Üçüncüsü: Ömür az, sefer uzun, yol tedariki yok, kuvvet ve kudret yok, acz-i mutlak gibi elîm elemlere maruz kalmaktýr. Öyle ise, bu gaflet ü nisyan nedir? Devekuþu gibi baþýný nisyan kumuna sokar, gözüne gaflet gözlüðünü takarsýn ki Allah seni görmesin. Veya sen Onu görmeyesin. Ne vakte kadar zâilat-ý fâniyeye ihtimam ve bâkiyat-ý daimeden tegafül edeceksin?

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Cenab-ý Hakk'a hamdler, þükürler olsun ki; mesail-i nahviyeden “isim” ile “harf” arasýndaki manevî fark ile çok mühim mes'eleleri bana öðretmiþtir. Þöyle ki:

 

Harf, gayrýn manasýný izah için bir âlet, bir hâdim olduðu gibi; þu mevcudat da, esma-i hüsnanýn tecelliyatýný izhar, ifham, izah için bir takým Ýlahî mektublardýr ki, içlerinde yazýlý delail, berahin, havarýk mu'cize-i kudrettir. Mevcudat bu vecihle nazara alýnmasý; ilim, iman, hikmettir. Þâ yet isim gibi müstakil ve maksud-u bizzât cihetiyle bakýlýrsa, küfran ve cehl-i mürekkeb olur.

 

Ve keza mesail-i mantýkiyeden “küllî” ile “küll” arasýndaki fark ile rububiyete dair çok mes'eleleri öðrenmiþ bulunuyorum. Cemal ile Ehadiyet كُ لِّىٌّ ذُو جُزْئِيَّاتٍ þümulüne dâhildir. Celal ve Vâhidiyet كُلٌّ ذُو اَجْزَاءٍ ünvanýna dâhildir.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Dünya, âlem-i âhirete bir fihriste hükmündedir. Bu fihristede âlem-i âhiretin mühim mes'elelerine olan iþaretlerden biri, cismanî olan rýzýklardaki lezzetlerdir. Bu fâni, rezil, zelil dünyada bu kadar nimetleri ihsas ve ifaza etmek için insanýn vücudunda

 

sh: » (Ms: 196)

 

yaratýlan havass, hissiyat, cihazat, a'za gibi âlât ve edevatýndan anlaþýlýr ki, âlem-i âhirette de تَجْرِى مِنْ تَحْتِهَا اْلاَنْهَار kasýrlarýn altýnda, ebediyete lâyýk cismanî ziyafetler olacaktýr.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Ýnsanýn havf ve muhabbeti halka teveccüh ettiði takdirde, havf bir bela, bir elem olur. Muhabbet bir musibet gibi olur. Zira o korktuðun adam, ya sana merhamet etmez veya senin istirhamlarýný iþitmez. Muhabbet ettiðin þahýs da, ya seni tanýmaz veya muhabbetine tenezzül etmez. Binaenaleyh havfýn ile muhabbetini dünya ve dünya insanlarýndan çevir. Fâtýr-ý Hakîme tevcih et ki, havfýn Onun merhamet kucaðýna -çocuðun anne kucaðýna kaçtýðý gibi- leziz bir tezellül olsun. Muhabbetin de saadet-i ebediyeye vesile olsun.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Sen þecere-i hilkatin ya bir semeresi veya bir çekirdeðisin. Cismin itibariyle küçük, âciz, zaîf bir cüzsün. Lâkin Sâni'-i Hakîm lütfuyla, latif san'atýyla seni cüzlükten küllüðe çýkartmýþtýr.

 

Evet cismine verilen hayat sayesinde, geniþ duygularýn ile âlem-i þehadet üzerinde cevelan etmekle filcümle cüz'iyet kaydýndan kurtulmuþsun. Ve keza insaniyet i'tasýyla bilkuvve “küll” hükmündesin. Ve keza Ýman ve Ýslâmiyet ihsanýyla bilkuvve “küllî” olmuþsun. Ve keza marifet ve muhabbetin in'amýyla muhit bir nur olmuþsun.

 

Binaenaleyh dünyaya ve cismanî lezaize meyledersen, âciz, zelil bir cüz'î olursun. Eðer cihazatýný insaniyet-i kübra denilen Ýslâmiyet hesabýna sarfedersen, bir küllî ve bir küll olursun.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Bu kadar elîm firak ve ayrýlýklara maruz kalmakla çektiðin elemlerin sebebi ve kabahati sendedir. Çünki o muhabbetleri gayr yerinde sarfediyorsun. Eðer o muhabbetleri cem' edip Vâhid-i Ehad'e tevcih ve Onun hesabýyla, izniyle sarfedersen, bütün mahbublarýn ile beraber bir anda birleþip sevinçlere, memnuniyetlere mazhar olacaksýn.

 

Evet bir sultana intisab eden bir adam, o sultanýn, her þeyle alâkadar, her mekânda herkesle muhaberesi, alâkasý zýmnýnda, o adam da bir cihette, bir derece alâkadar olabilir.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Meselâ: Kamerin ahvaline veya istikbalin hakikatine dair i'ta-i malûmat eden adama, bütün mâmelekini ona feda etmeye hazýrsýn. Amma kamer daire-i mülkünde bir arý hükmünde olan Hâlýktan haber getiren ve ezel, ebede, hayat-ý ebediyeye, Hâ-

 

sh: » (Ms: 197)

 

kaik-i esasiyeye, azîm mes'elelere dair malûmat i'ta eden ve seni manevî periþaniyetlerden, dalaletlerden kurtarýp kesretten vahdete doðru yol gösteren ve hayat-ý ebediyeye îmanla mâ-ül hayatý sana içirtmekle firak ve ayrýlmak ateþlerinden kurtaran; ve Hâlýkýn marziyatýný, metalibini tarif eden ve Sultan-ý Ezel, Ebed'in muhaberesine tercümanlýk yapan Resul-i Rahman'ý dinlemeye ve o Muhbir-i Sadýk'a îman ile teslim olmaya mani olan nefsin heva ve hevesini terketmiyorsun!..

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Görüyoruz ki: Sâni'-i Hakîm, kemal-i hikmetiyle pek âdi þeylerden pek hârika mu'cize-i mensucat yapýyor. Ve keza abesiyet ve israfa mahal býrakýlmamak üzere, bir ferdi envaen vazifeler ile tavzif ediyor. Hattâ insanýn baþýnda, insanýn muvazzaf olduðu vazifeleri görmek için her vazifeye göre birer týrnak kadar maddî bir þeyin bulunmasý îcabetseydi, bir baþýn Cebel-i Tur büyüklüðünde olmasý lâzým gelirdi ki, ashab-ý vezaife yer olsun.

 

Ve keza lisan sair vezaifiyle beraber erzak hazinesine ve kudretin matbahýnda piþirilen bütün taamlara müfettiþtir. Ve bütün taamlarýn tatlarýný yakîn eden, bilen bir ehl-i vukuftur.

 

Ýþte bu faaliyet-i hakîmiyeden anlaþýlýyor ki; zamanýn seyliyle beraber gelip geçen eþya-yý seyyaleden ve geçen günlerden senelerden, asýrlardan, leyl ve neharýn takallübü ile pek çok mensucat-ý gaybiye ve uhreviye yapýlmaktadýr. Evet âlemin fihristesi hükmünde olan insan fabrikasýnda dokunan mensucat o hakikatý tanvir eder. Öyle ise, bu fâni dünyada mevt, fena, devair-i gaybiyede safi bir bekaya intikal ederek bâki kalýr. Evet rivayetlerde vardýr ki; insanýn ömür dakikalarý insana avdet ederler. Ya gafletle muzlim olarak gelirler veya hasenat-ý muzie ile avdet ederler.”

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Görüyoruz ki: Sâni'-i Hakîmin, efrad ve cüz'iyatýn tasvirinde büyük büyük tefennünleri vardýr. Evet hayvanlarýn pek büyük ve pek küçükleri olduðu gibi, kuþlarda, balýklarda, meleklerde ve sair ecramda, âlemlerde dahi pek küçük ve pek büyük ferdleri vardýr. Cenab-ý Hakk'ýn þu tefennünde takib ettiði hikmet:

 

1- Tefekkür ve irþad için bir lütuf, bir teshilattýr.

 

2- Kudret mektublarý okunup fehmetmekte bir kolaylýktýr.

 

3- Kudretin kemalini izhar etmektir.

 

4- Celalî ve cemalî her iki nevi san'atý ibraz etmektir.

 

Maahaza, pek ince yazýlarý herkes okuyamaz ve pek büyük þeyler de nazar-ý ihataya alýnamaz. Ýþte irþadý teshil ve tâmim için bir kýsmý

 

sh: » (Ms: 198)

 

ný küçük harfler ile, bir kýsmýný da büyük harflerle yazmakla irþadýn iktizasý yerine getirilmiþtir.

 

Amma þeytanýn talebesi olan nefs-i emmare, cismin küçüklüðünü san'atýn küçüklüðüne atf etmekle, esbabdan sudûrunu tecviz ediyor. Ve pek büyük cisimler dahi hikmet ile yaratýlmamýþ iddiasýnda bulunarak bir nevi abesiyete isnad ediyor.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Gerek cûdda, gerek rýzýkta ifrat derecesinde mebzuliyet vardýr. Bu ise, hikmetten uzak, abesiyete yakýn görünür. Evet eðer yaratýlan þey bir gaye için yaratýlýyorsa hakkýn var; amma gayeler pek çoktur. Binaenaleyh bir gayeye nazaran abesiyet hissedilse bile, gayelerin mecmuuna nazaran ayn-ý hikmet ve ayn-ý adalettir.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Ýnsanýn san'atýyla Hâlýkýn san'atý arasýndaki fark: Ýnsan kendi san'atýnýn arkasýnda görünebilir, amma Hâlýk'ýn masnuu arkasýnda yetmiþbin perde vardýr. Fakat, Hâlýkýn bütün masnuatý def'aten bir nazarda görünebilirse, siyah perdeler ortadan kalkar, nuranîler kalýr.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Hayvanattan olsun nebatattan olsun tevellüd ile tenasül þümulüne dâhil olan her ferd vech-i arzý istilâ ve tasallut etmek niyetindedir ki, arzý kendisine ve zürriyetine has ve hâlis bir mescid yapmakla Fâtýr-ý Hakîm'in esma-i hüsnasýný izhar ile Hâlýkýna gayr-ý mütenahî bir ibadette bulunsun.

 

Evet kuþlarýn, balýklarýn, karýncalarýn yumurtalarýnda, eþcar ve sebzevatýn semeratýnda ve o semeratýn tohumlarýndaki ifrat derecesini bulan kesret o vaziyeti tenvir eder. Lâkin âlem-i þehadetin darlýðýna ve müstakbel ibadetlerin Allâm-ül Guyub'un ilminde mevcud olduðuna binaen, niyetten fiile henüz çýkmayan onlarýn ibadetleri kabul edilmiþtir.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Kur'an-ý Kerim, bâzan bir þeyin müteaddid gayelerinden insanlara ait bir gayeyi zikre tahsis eder. Bu ihtar içindir, inhisar için deðildir. Yani, o þeyin gayeleri, zikredilen gayeye münhasýr deðildir. Ancak o þeyin nizam ve intizam ve sair faydalarýna insanýn nazar-ý dikkatini celbetmek için insanlara raci' o faideyi zikrediyor. Meselâ:

 

لِتَعْلَم وا عَدَدَ السِّنِينَ وَاْلحِسَابَ * وَالْقَمَرَ قَدَّرْنَاه مَنَازِل âyet-i kerime ile zikredilen faide, takdir-i kamerin binlerce faidelerinden biridir. Yoksa, takdir-i kamer bu faideye münhasýr deðildir. Yani, kamer yalnýz bu gaye için deðildir. Bu gaye onun gayelerinden biridir.

 

sh: » (Ms: 199)

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Cenab-ý Hakk'a mahsus taklidi mümkün olmayan en bâhir tevhid sikke ve mühürlerinden biri, gayr-ý ma'dud muhtelif eþyayý basit bir þeyden halketmektir. Evet pek basit olan þu topraktan binlerce enva', muhtelif nebatat, gayr-ý mütenahî bir kudret ile, bir ilim ile, pek büyük bir ittikan, bir sühuletle yaratýlmakta olduðu tevhidin öyle bir bürhanýdýr ki; hem taklidi, hem tenkidi imkân haricidir.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Hayat-ý insaniyenin vezaifinden biri de kendi cüz'î sýfatlarýný þuunatýný, Hâlýkýn küllî sýfatlarýný, þuunatýný fehmetmek için bir mikyas yapmaktýr. Amma, âlem-i âhirette haþirdeki þuunat-ý azîmesini ve kýyamette emvatýn ihyasýyla ahval-i umumiyesini fehmetmek için, ancak güz mevsiminin kýyametiyle baharlarýn haþri, haþir ve kýyamet-i kübrada Hâlýk'ýn þuunatýna mikyas olabilir.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Müslümanlarý lehviyat-ý nevmiye mesabesinde olan dünya hayatýna davet etmekle, Cenab-ý Hakk'ýn helâl ettiði tayyibat dairesinden, haram ettiði habisat mezbelesine teþvik eden adamýn meseli öyle bir sarhoþa benzer ki:

 

Parçalayýcý arslan ile, ünsiyetli ehlî atý birbirinden tefrik edemiyor. Sehpa aðacý ile jimnastik aðacýný birbirinden ayýramýyor. Kanlý yarayý kýrmýzý gülden temyiz edemediði halde, kendisini mürþid bilerek irþad ve nasihata çýkýyor.

 

Esna-yý irþadda bir adama rastgelir. Zavallý adamýn arka tarafýnda korkunç bir arslan duruyor. ضn tarafýnda da sehpa aðacý kurulduðu gibi, her iki yanýnda da dehþetli yaralar var. Fakat adamcaðýzýn elinde iki ilâç vardýr. Ve lisanýyla kalbinde iki týlsým vardýr. Onlarý istimal ederse þifayab olur. Ve o arslan, ata inkýlab eder; burak gibi bineði olur. O sehpa aðacý da; daima teceddüd etmekte olan ahval-i âlemi, seyyal manzaralarý seyretmeðe âlet ve vasýta olur. O sarhoþ herif, o zavallý adamcaðýza diyor: “Yahu nedir o ilâçlarý, týlsýmlarý saklýyorsun? Onlarý at keyfine bak.”

 

Adamcaðýz: “Yok baba! Bu ilâçlar ve týlsýmlarýn hýfz ve himayelerindeyim. Onlardan almakta olduðum haz, lezzet, keyif bana kâfidir. Fakat o arslan gibi parçalayýcý ölümü öldürebilirsen ve sehpayý kýrmakla kabir aðzýný kapatabilirsen ve hayatýmýn maruz kaldýðý fena ve zeval yaralarý

 

sh: » (Ms: 200)

 

ný bir hayat-ý bâkiyeye tebdil etmekle tedavi edebilirsen, pekâlâ seninle beraber dans oynayalým. Ve illâ gözümün önünden def'ol git. Sen ancak kendin gibi sarhoþlarý kandýrabilirsin. Ben sarhoþ deðilim. Dünyanýza, keyfinize ihtiyacým yok. Çünki

 

حَسْبُنَا اللّه وَنِعْمَ الْوَكِيل * نِعْمَ اْلمَوْلَى وَنِعْمَ النَّصِير bana yeter.”

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Felsefe talebesiyle medeniyet tilmizleri, müslümanlarý ecnebi âdetlerine ittiba ile þeair-i Ýslâmiyeyi terk etmeye davet ettiklerinde, Kur'an Nurcularý böylece müdafaada bulunurlar: “Eðer dünyadan zeval ve ölümü ve insandan acz ve fakrý kaldýrmaya iktidarýnýz varsa, pekâlâ, dini de terk ediniz, þeairi de kaldýrýnýz. Ve illâ dilinizi kesin, konuþmayýnýz. Bakýnýz arkamýzda pençlerini açmýþ hücuma hazýr ecel arslaný tehdid ediyor. Eðer Ýman kulaðýyla Kur'anýn sadasýný dinleyecek olursan o ecel arslaný bir burak olur. Bizleri rahmet-i Rahmana ulaþtýracaktýr. Ve illâ o ecel, yýrtýcý bir havan gibi bizleri parçalar. Bâtýl itikadýnýz gibi, ebedî bir firak ile daðýtacaktýr. Ve keza önümüzde Îdam sehbalarý kurulmuþtur. Eðer Ýman, îkanla Kur'anýn irþadýný dinlersen, o sehba aðaçlarýndan, sefine-i Nuh gibi sahil-i selâmete, yani âlem-i âhirete ulaþtýrýcý bir sefine yapýlacaktýr.

 

Ve keza sað yanýmýzda fakr yarasý, solda da acz, za'f cerihasý vardýr. Eðer Kur'anýn ilâçlarýyla tedavi edersen, fakrýmýz rahmet-i Rahmanýn ziyafetine þevk u iþtiyaka inkýlab edecektir. Acz ve za'fýmýz da Kadîr-i Mutlak'ýn dergâh-ý izzetine iltica için bir davet tezkeresi gibi olur.

 

Ve keza bizler uzun bir seferdeyiz. Buradan kabre, kabirden haþre, haþirden ebed memleketine gitmek üzereyiz. O yollarda zulümatý daðýtacak bir nur ve bir erzak lâzýmdýr. Güvendiðimiz akýl ve ilimden ümid yok. Ancak Kur'an'ýn güneþinden, Rahman'ýn hazinesinden tedarik edilebilir. Eðer bizleri bu seferden geri býrakacak bir çareniz varsa, pekâlâ. Ve illâ sükût ediniz, Kur'aný dinleyelim bakalým ne emrediyor:

 

فَلاَ تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيَوةَ الدُّ نْيَا وَلاَيَغِرَّنَّكُمْ بِاللّهِ الْغَرُورُ

 

Hülâsa: Ayýk olan sana tâbi olmaz. Ancak siyaset þarabýyla veya þöhret hýrsýyla veya rikkat-ý cinsiye ile veya felsefenin dalaleti ile veya medeniyetin sefahetiyle sarhoþ olanlar senin meþreb ve mesleði

 

sh: » (Ms: 201)

 

ne tâbi olurlar. Fakat insanýn baþýna indirilen darbeler ve yüzüne vurulan tokatlar, onun sarhoþluðunu izale ile ayýltacaktýr.

 

Ve keza insan hayvan gibi yalnýz zaman-ý hal ile mübtela ve meþgul deðildir. Belki müstakbelin korkusu ve mazinin hüzün ve kederi ile hâl elemlerine maruzdur. Fakat kendisini þakî, dâll, ahmaklardan addetmeyen adam, Kur'anýn þu beþaretini dinlesin:

 

اَلاَ اِنَّ اَوْلِيَاءَ اللّهِ لاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَهُمْ يَحْزَنُونَ اَلَّذِينَ آمَنُوا وَكَانُوا يَتَّقُونَ لَهُمْ الْبُشْرَى فِى اْلحَيَوةِ الدّ نْيَا وَفِى اْلآخِرَةِ لاَ تَبْدِيلَ لِكَلِمَاتِ اللّهِ ذلِكَهُ وَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ

 

***

 

sh: » (Ms: 202)

 

بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

 

وَ التِّينِ وَ الزَّيْتُونِ وَ طُورِ سِينِينَ

 

ilâ âhiri Sure...

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Her bir masnû'da tahakkuk eden kemal-i san'at, Sâniin her mekânda ve her masnuun yanýnda bulunmasýna delalet ettiði gibi; hiç bir mekânda ve hiç bir masnûun yanýnda bulunmamasýna da delalet eder.

 

Ve keza insan, her bir þeye muhtaç olduðu cihetle her þeyin melekûtu elinde ve her þeyin hazinesi yanýnda olan Zât-ý Akdesden maada kimseye ibadet edemez.

 

Ve keza insan vücud, icad, hayýr, ef'al cihetiyle pek küçük, nâkýs olmakla karýncadan, arýdan edna, örümcekten daha zaîftir. Fakat adem, tahrib, þer, infial cihetiyle semavat, arz, cibalden daha büyüktür. Meselâ: Hasenat yaptýðý zaman, habbe habbe yapar. Seyyiat yaparsa kubbe kubbe yapar. Evet meselâ küfür seyyiesi bütün mevcudatý tahkir eder, kýymetten düþürür.

 

Ve keza insanýn bir cihetle kýl kadar bir ihtiyarý, zerre kadar bir iktidarý, þua kadar bir hayatý, dakika kadar bir ömrü, cüz'î bir cüz kadar mevcudiyeti varsa da, diðer cihetle hadsiz bir acz ve fakrý da vardýr. Kadîr-i Mutlak ve Ganiyy-i Mutlakýn tecelliyatýna geniþ bir ma'kes olur.

 

Ve keza insan hayat-ý dünyeviye cihetiyle bir çekirdek olup, pek büyük semere ve sünbüller vermek için kendisine tevdi edilen cihazatý, bazý maddeleri elde etmek için tavuk gibi topraklarý, gübreleri, necisleri eþmeye sarfeder, faidesiz tefessüh eder. Ve hayat-ý maneviye cihetiyle emelleri ebede kadar uzanan bir þecere-i bâkiyedir.

 

Ve keza insan fiil ve sa'yi cihetiyle zaîf bir hayvan olup daire-i sa'yi pek dardýr. Ýnfial, sual, dua cihetiyle Rahman-ý Rahîm'in aziz bir misafiridir. Dairesi hayal kadar geniþtir.

 

Ve keza insanýn hayat-ý hayvaniyeden aldýðý lezzet bir serçe kuþunun lezzeti kadar deðildir. Çünki insanda hüzün, keder, korku var, on

 

sh: » (Ms: 203)

 

da yoktur. Fakat cihazat, hissiyat, duygular, istidadlar itibariyle hayvanlarýn en a'lâsýndan fazla lezzet alýr. Ýnsanýn þu vaziyetine dikkat edilirse anlaþýlýr ki: Bu kadar cihazat, bu hayat için olmayýp, ancak bir hayat-ý bâkiye için kendisine verilmiþtir.

 

Ve keza insan saltanat-ý rubûbiyetin mehasinine nâzýr ve esma-i kudsiyenin cilvelerine dellâl ve kalem-i kudretle yazýlan mektubat-ý Ýlahiyeyi mütalaa ile mütefekkir olduðu cihetle, eþref-i mahlukat ve halife-i arz olmuþtur.

 

* * *

 

يَا اَيُّهَا النَّاسُ اَنْتُمُ الْفُقَرَاءُ اِلَى اللّهِ

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Ýnsandaki kusur sonsuz olduðu gibi, acz, fakr ve ihtiyacýna da nihayet yoktur. Ýnsana tevdi edilen açlýk ile nimetlerin lezzetleri tebarüz ettiði gibi; insandaki kusur, kemalât-ý Sübhaniye derecelerine bir mirsaddýr. Ýnsandaki fakr, gýna-i rahmetin derecelerine bir mikyastýr. Ýnsandaki acz, kudret ve kibriyasýna bir mizandýr. Ýnsandaki tenevvü-ü hacat, enva'-ý niam ve ihsanatýna bir merdivendir. Öyle ise fýtratýndan gaye ubudiyettir. Ubudiyet ise, dergâh-ý izzetine kusurlarýna “Estaðfirullah” ve “Sübhanallah” ile ilân etmektir.

 

* * *

 

اِنَّ اْلاَبْرَارَ لَفِى نَعِيمٍ وَاِنَّ الْفُجَّارَ لَفِى جَحِيمٍ

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Her bir insan için hayat seferinde iki yol vardýr. Bu iki yolun uzunluðu kýsalýðý birdir. Amma birisinde ehl-i þuhud ve ehl-i vukufun þehadet ve tasdikleriyle onda dokuz menfaat ihtimali var. Ýkinci yolda mes'ele ma'kûsedir. Onda dokuz zarar ihtimali vardýr. Ýkinci yol ile gidenin ne silâhý var, ne zahîresi. Tabiî yolda pek çok korkulara maruz kalacaðý gibi ihtiyaçlarýný def' için çoklara minnet altýnda kalýr. Fakat birinci yola sülûk edenin, hem silâhý, hem erzaký beraberdir. Pek serbestane gider. Birinci yol Kur'an yoludur, ikinci yol ise dalalet yoludur.

 

Evet ehl-i þuhudun, ehl-i vukufun tasdik ve þehadetleriyle sabittir ki, iman yümnüyle yürüyen emn ü eman içindedir. Ve bilâhare merkez-i hükûmete ulaþtýðýnda onda dokuzu büyük mükâfatlara mazhar olacaklardýr. Fakat, dalalet zulümatý içinde yürüyenler esna-yý seferde korkudan, açlýktan her þeye ve herkese tezellül ettikten sonra, mahall-i hükûmete vâsýl olduðunda onda dokuzu ya idam veya ebedî hapse mah

 

sh: » (Ms: 204)

 

kûm olacaklardýr. Binaenaleyh aklý olan, zararlý bir þeyi, dünyevî, edna bir hiffet için tercih etmez.

 

Ehl-i þuhud dediðimizden maksad, evliyaullahtýr. Zira velayet sahibi, avamýn itikad ettiði þeyleri gözle müþahede ediyor. Kur'an yolu ile gidenlerin silâh ve zahîreleri ise; Kadîr-i Mutlak'a, Ganiyy-i Kerim'e olan tevekkül onlarý temin eder. Zira tevekkül, istinad ve istimdad noktalarýný tazammun ediyor. Bu noktalar da kelime-i tevhidi istilzam ediyor. Kelime-i tevhid de namazý iktiza ediyor. Namaz dahi ubudiyetin esas bir rüknüdür. Ubudiyeti emreden tekliftir. Mükellefiyetini îfa edenin, mükellefiyet müddetince, mükellefiyet-i askeriye gibi yemekleri, libaslarý ve sair hayat lâzýmeleri hazine-i Rahmandan verilir. Mükellefiyet-i askeriye iki buçuk senedir. Amma mükellefiyet-i ubudiyet, müddet-i ömürdür.

 

* * *

 

وَمَا هذِهِ الْحَيَوةُ الدُّ نْيَا اِلاَّ لَهْوٌ وَلَعِبٌ وَاِنَّ الدَّارَ اْلآخِرَةَ لَهِىَ الْحَيَوَانُ

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Ýnsan bir yolcudur. Sabavetten gençliðe, gençlikten ihtiyarlýða, ihtiyarlýktan kabre, kabirden haþre, haþirden ebede kadar yolculuðu devam eder. Her iki hayatýn levazýmatý, Mâlik-ül Mülk tarafýndan verilmiþtir. Fakat o levazýmatý, cehlinden dolayý tamamen bu hayat-ý fâniyeye sarfediyor. Halbuki, o levazýmattan lâakal onda biri dünyevî hayata, dokuzu hayat-ý bâkiyeye sarfetmek gerektir. Acaba birkaç memleketi gezmek için hükûmetten yirmidört lira harcýrah alan bir memur, ilk dâhil olduðu memlekette yirmiüç lirayý sarfederse, öteki yerlerde ne yapacaktýr? Hükûmete ne cevab verecektir? Böyle yapan kendisine akýllý diyebilir mi? Binaenaleyh Cenab-ý Hak her iki hayat levazýmatýný elde etmek için yirmidört saatlik bir vakit vermiþtir. Çoðunu aza, azýný çoða vermek suretiyle, yirmiüç saat kýsa ve fâni olan dünya hayatýna, hiç olmazsa bir saatý da beþ namaza ve bâki ve sonsuz uhrevî hayata sarfetmek lâzýmdýr ki dünyada paþa, âhirette geda olmasýn!

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Gafil olan insan, kendi vazifesini terkeder, Allah'ýn vazifesiyle meþgul olur. Evet insan, gafletten dolayý iktidarý dâhilinde kolay olan ubudiyet vazifesinin terkiyle, zaîf kalbiyle rububiyet vazife-i sakîlesinin altýna girer, altýnda ezilir. Ve ayný zamanda bütün istirahatýný kaybetmekle âsi, þakî, hâin adamlarýn partisine dâhil olur.

 

Evet insan bir askerdir. Askerlik vazifesi baþka, hükûmetin vazi

 

sh: » (Ms: 205)

 

fesi baþkadýr. Askerlik vazifesi talim, cihad gibi din ve vataný koruyacak iþlerdir. Hükûmetin vazifesi ise, erzakýný, libasýný, silâhýný vermektir. Binaenaleyh erzakýný temin için askerliðe ait vazifesini terk edip ticaretle -meselâ- iþtigal eden bir asker, þakî ve hâin olur. Bu itibarla insanýn Allah'a karþý ubudiyet, vazifesidir. Terk-i kebair takvasýdýr. Nefis ve þeytanla uðraþmasý, cihadýdýr.

 

Amma gerek nefsine, gerek evlâd ve taallukatýna hayat malzemesini tedarik etmek Allah'ýn vazifesidir. Evet madem hayatý veren odur. O hayatý koruyacak levazýmatý da o verecektir. Yalnýz, hükûmetin asker için ofislerde cem'ettiði erzaký askerlere taþýttýrdýðý, temizlettirdiði, öðüttürdüðü, piþirttirdiði gibi, Cenab-ý Hak da hayat için lâzým olan levazýmatý küre-i arz ofisinde yaratýp cem'ettikten sonra, o erzakýn toplanmasýný ve sair ahvalini insana yaptýrýr ki, insana bir meþguliyet, bir eðlence olsun ve atalet, betalet azabýndan kurtulsun.

 

Ey insan! Rahm-ý maderde iken, týfl iken, ihtiyar ve iktidardan mahrum bir vaziyette iken, seni pek leziz rýzýklar ile besleyen Allah, sen hayatta kaldýkça o rýzký verecektir. Baksana! Her bahar mevsiminde sath-ý arzda yaratýlan enva'-ý erzaký kim yaratýyor ve kimler için yaratýyor? Senin aðzýna getirip sokacak deðil ya! Yahu, eðlencelere, bahçelere gidip dallarda sallanan o güleç yüzlü leziz meyveleri koparýp yemek zahmet midir? Allah insaf versin!

 

Hülâsa: Allah'ý ittiham etmekle iþini terk edip Allah'ýn iþine karýþma ki nankör âsiler defterine kaydolmayasýn.

 

* * *

 

اُ دْعُونِى اَسْتَجِبْ لَكُمْ

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Bazý dualar icabete iktiran etmez, diye iddiada bulunma. Çünki dua bir ibadettir. Ýbâdetin semeresi âhirette görünür. Dünyevî maksadlar ise, namaz vakitleri gibi, dualar ibâdeti için birer vakittirler. Dualarýn semeresi deðillerdir. Meselâ: Þemsin tutulmasý küsuf namazýna, yaðmursuzluk yaðmur namazýna birer vakittir.

 

Ve keza zalimlerin tasallutu ve belalarýn nüzulü, bazý hususî dualara vakittir. Bu vakitler bâki kaldýkça, o namazlar, o dualar yapýlýr. Eðer bu vakitlerde dünyevî maksadlar hasýl olursa, zâten nurun alâ nur. Ve illâ, icabet duaya iktiran etmedi, diyemezsin. Ancak, henüz vakit inkýza etmemiþ, duaya devam lâzýmdýr, diyebilirsin. Çünki o maksadlar dualarýn mukaddemesidir, neticesi deðillerdir. Cenab-ý Hakk'ýn dualarýn icabetine va'detmesi ise, icabet ayn-ý kabul deðildir. Yani, ica

 

sh: » (Ms: 206)

 

bet kabulü istilzam etmez. Duaya her halde cevab verilir. Cevabsýz býrakýlmaz. Matluba olan is'af ise, Mucîbin hikmetine tâbidir. Meselâ: Doktoru çaðýrdýðýn zaman, herhalde: “Ne istersin” diye cevab verir. Fakat: “Bu yemeði veya bu ilâcý bana ver” dediðin vakit, bazan verir, bazan hastalýðýna, mizacýna mülayim olmadýðýndan vermez.

 

Adem-i kabul esbabýndan biri de, duayý ibâdet kasdýyla yapmayýp, matlubun tahsiline tahsis ettiðinden aks-ül âmel olur. O dua ibâdetinde ihlas kýrýlýr, makbul olmaz.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Ýnkýlablar neticesinde, her iki taraf arasýnda geniþ geniþ dereler husule geliyor. O dereler üstünde her iki âlemle münasebettar köprüler lâzýmdýr ki, her iki âlem arasýnda gidiþ geliþ olsun. Lâkin o köprülerin inkýlabat cinslerine göre þekilleri, mahiyetleri mütebayin; isimleri mütenevvi olur. Meselâ uyku âlemi, yakaza ile âlem-i misal arasýnda bir köprüdür. Berzah, dünya ile âhiret arasýnda ayrý bir köprüdür. Ve misal, âlem-i cismanî ile âlem-i ruhanî arasýnda bir köprüdür. Bahar, kýþ ile yaz arasýnda ayrý bir nevi köprüdür. Kýyamette ise, inkýlab bir deðildir. Pek çok ve büyük inkýlâblar olacaðýndan, köprüsü de pek garib, acib olmasý lâzým gelir.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Ýnsanýn ba'delmevt Hâlýk-ý Rahman ve Rahîm'e rücuu hakkýnda ilânat yapan þu

 

وَ اِلَيْهِ الْمَصِير * وَ اِلَيْهِ مَآبِ وَ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ * اِلَيْهِ مَرْجِعُكُمْ * gibi âyetlerde büyük bir beþaret ve teselli olduðu gibi, ehl-i isyana da büyük tehdidleri imâ vardýr.

 

Evet bu âyetlerin sarahatine göre: Ölüm; zeval, firak, adem kapýsý ve zulümat kuyusu olmayýp; ancak Sultan-ý Ezel ve Ebed'in huzuruna girmek için bir medhaldir. Bu beþaretin iþaretiyle kalb adem-i mutlak korkusundan, eleminden kurtulur. Evet küfrün tazammun ettiði cehennem-i maneviyeye bak! اَنَا عِنْدَ ظَنِّ عَبْدِى بِى Hadîs-i Kudsîsi sýrrýnca, Cenâb-ý Hak kâfirin zan ve itikadýný daimî bir azab-ý elîme kalb eder. Sonra, Ýman ve yakîn ile, Cenâb-ý Hakk'ýn likasýndan sonra, rýzasýndan sonra, rü'yetinden sonra mü'minler için hasýl olan lezzetlerin derecelerine bak! Hattâ cehennem-i cismanî, ârif olan mü'min için, âsiye kâfirin cehennem-i manevîsine nisbeten cennet gibidir.

 

Arkadaþ! Âlem-i bekaya delalet eden berahinden maada, arkasýnda saflar teþkil edip dualarýna bir aðýzdan “Amin! Amin!” söyleyen enbiyâ, evliyâ, sýddîkîn imamlarý, Mahbub-u Ezelî'nin Habib-i Ekremi Mu

 

sh: » (Ms: 207)

 

hammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn tazarruatý, duâlarý, âlem-i bekada insanýn bekasýna pek büyük bürhan ve kâfi bir vesiledir. Çünki; kâinatý serapa istilâ eden þu hüsünler, güzellikler, cemaller, kemaller; o Habib'in tazarruatýný iþitmemek veya kabul etmemek kadar çirkin, kabih, kusur, naks addedilecek bir þeye müsaade eder mi? Cenâb-ý Hak bütün nekaisten, çirkin þeylerden münezzeh, müberra deðil midir? Elbette münezzehtir.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Cenâb-ý Hakk'ýn verdiði nimetleri söyleyip ilân ve tahdis-i nimet etmek, bazan gurura ve kibre incirar eder. Tevazu kasdýyla da o nimetleri ketmetmek iyi deðildir. Binaenaleyhv ifrat ve tefritten kurtulmak için istikamet mizanýna müracaat edilmeli. Þöyle ki:

 

Her bir nimetin iki vechi vardýr. Bir vechi insana aittir ki insaný tezyin eder, medar-ý lezzeti olur. Halk içinde temayüze sebeb olur. Mucib-i fahr olur, sarhoþ olur. Mâlik-i Hakikî'yi unutur. En nihayet kibir ve gurur kuyusuna düþürtür.

 

Ýkinci vechi ise, in'am edene bakar ki, keremini izhar, derece-i rahmetini ilân, in'amýný ifþa, esmasýna þehadet eder. Binaenaleyh tevazu, ancak birinci vecihle tevazu olabilir. Ve illâ küfraný tazammun etmiþ olur. Tahdis-i nimet dahi, ikinci vecihle manevî bir þükür olmakla memduh olur. Yoksa kibir ve gururu tazammun ettiðinden mezmundur. Tevazu ile tahdis-i nimet þöylece bir içtimalarý var:

 

Bir adam hediye olarak bir palto birisine veriyor. Paltoyu giyen adama baþka bir adam “Ne kadar güzel oldun.” dediðine karþý “Güzellik paltonundur.” dediði zaman, tevazu ile tahdis-i nîmeti cem'etmiþ olur.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Ücret alýndýðý zaman veya mükâfat tevzi edildiði vakit, rekabet, kýskançlýk mikrobu oynamaya baþlar. Fakat iþ zamanýnda, hizmet vaktinde o mikrobun haberi olmuyor. Hattâ tenbel olan adam çalýþkaný sever. Zaîf olan kavîyi takdir ve tahsin eder. Fakat çalýþmasýný ister ki, iþ hafif olsun, zahmetten kurtulsun.

 

Dünya da umûr-u diniyeye ve a'mal-i âhirete iþ ve hizmet için kurulmuþ bir fabrika olduðu cihetle ve o fabrika içerisinde iþlenen ve yapýlan ibadetlerin semeresi öteki âlemde göründüðüne nazaran ibadetlerde rekabet edilmemelidir. Olduðu takdirde ihlasý kaybolur. Ve o rekabeti yapan, halkýn takdir ve tahsinleri gibi dünyevî bir mükâfatý düþünür. Zavallý düþünmüyor ki, o düþünce ile amelini adem-i ihlas ile ibtal eder. Çünki sevab i'tasýnda ve ücret aldýðýnda, nâsý Rabb-i Nâs'a þerik yapar ve halkýn nefretlerine hedef olur.

 

sh: » (Ms: 208)

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Keramet ile istidrac mânen birbirine mübayindir. Zira keramet, mu'cize gibi Allah'ýn fiilidir. Ve o keramet sahibi de kerametin Allah'tan olduðunu bilir ve Allah'ýn kendisine hâmi ve rakîb olduðunu da bilir. Tevekkül ü yakîni de fazlalaþýr. Lâkin bazan Allah'ýn izniyle kerametlerine þuuru olur, bazan olmaz. Evlâ ve eslemi de bu kýsýmdýr.

 

Ýstidrac ise, gaflet içinde iken eþya-yý gaybiyenin inkiþafýndan ve garib fiilleri izhar etmekten ibarettir. Fakat bu istidrac sahibi, nefsine istinad ve iktidarýna isnad etmekle enâniyeti, gururu öyle fazlalaþýr ki اِنَّمَا اوُتِيتُهُ عَلَى عِلْمٍ okumaya baþlar. Lâkin o inkiþaf, tasfiye-i nefs ve tenevvür-ü kalb neticesi olduðu takdirde, ehl-i istidrac ile ehl-i keramet arasýnda tabaka-i ûlâda fark yoktur. Tam manasýyla fenaya mazhar olanlar ise, onlara da Allah'ýn izniyle eþya-yý gaybiye inkiþaf eder. Ve onlar da, o eþyayý fenâ fillâh olan havaslarýyla görürler. Bunun istidracdan farký pek zâhirdir. Zira zâhire çýkan bâtýnlarýnýn nuraniyeti, mürâîlerin zulümatýyla iltibas olmaz.

 

* * *

 

وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Tesbihat, ibâdât, gayr-ý mahdud envâ'larýyla her þeyde vardýr. Fakat, her þeyin kendi tesbihat ve ibadetini bütün vecihlerini daima bilip þuur edinmesi lâzým deðildir. Çünki husul huzuru istilzam etmez. Tesbih ve ibâdet edenler, yalnýz yaptýklarý amelin mahsus bir tesbih veya sýfatý malûm bir ibâdet olduðunu bilirlerse kâfidir. Zâten Mabud-u Mutlak'ýn ilmi kâfidir. Ýnsandan mâada mahlukatta teklif olmadýðýndan, onlara niyet lâzým deðildir. Ve keza amellerinin sýfatýný bilmek de lâzým deðildir.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Ýnsan-ý mü'minin kýymeti, ihtiva ettiði san'at-ý âliye ile esmâ-i hüsnadan in'ikas eden cilvelerin nakýþlarý nisbetindedir. Ýnsan-ý kâfirin kýymeti ise, et, kemikten ibaret fâni ve sâkýt maddesinin kýymetiyle ölçülür. Kezalik bu âlem de, eðer Kur'anýn tarif ettiði gibi mana-yý harfiyle, yani Cenâb-ý Hakk'ýn azametine bir âlet nazarýyla bakýlýrsa, o nisbette kýymettar olur. Eðer felsefenin dediði gibi, mana-yý ismiyle yani hiç bir fâil, Hâlýk ile baðlý olmayýp müstakill-i bizzât nazarýyla bakýlýrsa, kýymeti camid, mütegayyir maddesinde mün

 

sh: » (Ms: 209)

 

hasýr kalýr. Kur'andan istifade edilen ilmin felsefe ilminden ne derece yüksek olduðu, þu misal ile tebarüz eder: وَجَعَلَ الشَّمْسَ سِرَاجًا Bu hükm-ü Kur'anî esma-i hüsnanýn cilvelerine bakmak için bir pencere açýyor. Þöyle ki:

 

Ey insan! Bu þems, azametiyle beraber size müsahhardýr. Meskenlerinize nur veriyor. Yemeklerinizi hararetiyle piþirtiyor. Sizin öyle Azîm, Rahîm bir Mâlikiniz var ki, bu þems onun bir lâmbasý olup misafirhanesinde sâkin misafirlerini ziyalandýrýyor.

 

Felsefenin hikmetince, þems büyük bir ateþtir, yerinde dönüyor. arz ile seyyarat, ondan uçan parçalardýr. Cazibe ile þemse merbut kalarak medarlarýnda hareket ediyorlar.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Ýnsanýn Cenâb-ý Hak'tan hiç bir hakký taleb etmeye hakký yoktur. Bilakis daima ona þükretmeye medyundur. Çünki mülk onundur. Ýnsan onun memlûküdür.

 

sh: » (Ms: 210)

 

MU'CÝZE-Ý KÜBRADAN BÝRKAÇ KATREYÝ TAZAMMUN EDEN ONDÖRDÜNCÜ REÞHA

 

BÝRÝNCÝ KATRE: Nübüvvet-i Ahmediye'yi (A.S.M.) isbat eden deliller ne ta'dad ve ne tahdid edilemez. Ehl-i tahkik ve yüksek insanlarca, beyanlarý hakkýnda yapýlan tasnifler pek çoktur. Acz ve kusurum ile “Þuaat” adlý eserimde o þemsin bazý þualarý beyan edildiði gibi, “Lemaat” adlý ikinci bir eserimde Kur'anýn i'caz dereceleri, kýrka iblað edilmiþtir. Ve o vücuh-u i'cazdan belâgat-ý nazmiyeye ait bir vecih de Ýþârât-ül Ý’caz nam eserimde beyan edilmiþtir. Ýþtihasý olanlara o üç kitabý tavsiye ediyorum.

 

ÝKÝNCÝ KATRE: Geçen derslerden anlaþýldýðý üzere Hâlýk-ý arz ve semavatýn, nev'-i beþerin ýslah ve terbiyesi için inzâl ettiði Kur'anýn pek çok vazife ve makamlarý vardýr.

 

Evet Kur'an kâinatýn bir tercüme-i ezeliyesidir. Ve kâinatýn kendi lisanlarýyla okuduklarý âyât-ý tekviniyenin tercümanýdýr. Ve þu kitab-ý âlemin tefsiri olduðu gibi; arz, semavat sahifelerinde müstetir esma-i hüsnanýn definelerini keþþaftýr. Ve þu âlem-i þehadete âlem-i gaybdan bir lisandýr. Ve âlem-i Ýslâmýn güneþi olduðu gibi, âlem-i âhiretin de haritasýdýr. Ve Cenab-ý Hakk'ýn zâtýna, sýfâtýna, esmasýna, þuunatýna bir bürhan ve bir tercümandýr. Ve keza nev'-i beþerin þeriat kitabý, hikmet kitabý, dua kitabý, davet kitabý, ibadet kitabý, emir kitabý, zikir kitabý, fikir kitabý olmakla, zâhiren bir kitab þeklinde ise de, ihtiva ettiði fünun ve ulûm cihetiyle binlerce kitab hükmündedir.

 

ÜÇÜNCÜ KATRE: Tekrarat-ý Kur'aniyedeki i'cazýn bir lem'asýný beyan zýmnýnda “Altý Nokta”dan ibarettir.

 

Birinci Nokta: Kur'an bir zikir kitabý, bir dua kitabý, bir davet kitabý olduðuna nazaran, surelerinde vukua gelen tekrar, belâgatça ayn-ý isabet ve ayn-ý hikmettir. Çünki zikir ve duadan maksad sevabdýr ve merhamet-i Ýlahiyeyi celbetmektir. Malûmdur ki, bu gibi hususlarda fazlasýyla tekrar lâzýmdýr ki, o nisbette sevab kazanýlsýn ve merhamet celbedilsin. Hem de zikrin tekrarý kalbi tenvir eder. Duanýn tekrarý bir takrirdir. Davet dahi, tekrarý nisbetinde tesiri, te'kidi vardýr.

 

Ýkinci Nokta: Kur'an bütün beþerin tabakatýna hitab ve de

 

sh: » (Ms: 211)

 

va olduðu için, zeki-gabî, takî-þakî, zâhid gayr-ý zâhid, bütün insan tabakalarý þu hitab-ý Ýlahiyeye mazhar ve bu eczahane-i Rahmaniyeden ilâç almaya haklarý vardýr. Halbuki Kur'aný tamamen ve daima okumak herkese müyesser deðildir. Bunun için, lüzumlu olan maksadlar, hüccetler bilhassa uzun surelerde tekrar edilmiþtir ki her bir sure hemen hemen bir küçük Kur'an hükmünde olsun ki herkes sühuletle istediði vakit istediði sureyi okumakla tam Kur'anýn sevabýný kazanabilsin. Evet وَلَقَدْ يَسَّرْنَا الْقُرْآنَ لِلذِّكْرِ olan âyet-i kerime bu hakikatý isbat ediyor.

 

Üçüncü Nokta: Cismanî ihtiyaçlar vakitlerin ihtilaflarýyla tebeddül eder. Noksan ve fazlalaþýr. Meselâ: Havaya olan ihtiyaç her anda var. Suya olan ihtiyaç, midenin harareti zamanlarýnda olur. Gýdaya olan hacet, her günde olur. Ziyaya olan ihtiyaç, alelekser haftada bir defa lâzýmdýr. Ve hâkeza...

 

Kezalik manevî ihtiyaçlar da vakitleri muhtelif ve mütefavittir. Her anda “Allah” kelimesine ihtiyaç vardýr. Her vakit “Besmele”ye her saatte “Lâ ilahe illallah”a ihtiyaç vardýr. Ve hâkeza...

 

Binaenaleyh; âyetlerin, kelimelerin tekrarý, ihtiyaçlarýn tekrarýndan ileri geliyor. Ve keza o gibi hükümlere olan ihtiyacýn þiddetine iþarettir.

 

Dördüncü Nokta: Bilirsiniz ki; Kur'an bu metin din-i azîmin esasatýný ve Ýslâmiyetin erkânýný tesis ettiði gibi, içtimaat-ý beþeriyeyi tebdil eden bir kitabdýr. Malûmdur ki: Müessis olan zât, vaz'ettiði esaslarý güzelce yerleþtirmek için tekrarlara çok ihtiyacý olur. Evet tekrar edilen þey sabit kalýr, takarrur eder, unutulmaz.

 

Ve keza Kur'an beþerin muhtelif tabakalarýndan kâlî veya hâlî yapýlan suallere lâzým olan cevablarý veren umumî bir mürþid-i mücibdir. Malûm ya, sual tekerrür ederse cevab da tekerrür eder.

 

Beþinci Nokta: Bilirsiniz ki, Kur'an pek büyük mes'elelerden bahseder. Ve kalbleri îman ve tasdike dâvet eder. Ve çok ince hakikatlerden bahis açar. Akýllarý; marifete, dikkate tahrik eder. Binaenaleyh o mesailin, o ince hakaikýn, kalblerde, efkârda tesbit ve takriri için suver-i muhtelifede türlü türlü üslûblarla tekrara ihtiyaç vardýr.

 

Altýncý Nokta: Bilirsiniz ki, her âyet için bir zâhir var, bir bâtýn var; bir had var, bir muttala' var. Ve her bir kýssa için çok vecihler, hükümler, faideler, maksadlar vardýr. Binaenaleyh muayyen bir âyet her yerde öbür münasib bir vecih için, bir faide için zikredilebilir. Bu itibarla, zâhiren tekrar görünse bile hakikatte tekrar deðildir.

 

sh: » (Ms: 212)

 

DÖRDÜNCÜ KATRE: Kur'anýn felsefî mesail-i kevniyenin bir kýsmýnda ihmal ile, bir kýsmýnda ibham ile, öteki kýsmýnda icmal ile iþaret ettiði derece-i i'cazý “Altý Nükte” zýmnýnda izah ediyoruz.

 

Birinci Nükte: S: Ne için Kur'an da, hikmet ve felsefe gibi kâinattan bahsetmiyor?

 

C: Felsefe hakikattan udûl etmiþ, kâinata mana-yý ismiyle bakarak, kâinatý kâinat hesabýna istihdam ediyor. Kur'an ise, Haktan hak ile nâzil olmuþ, hakikata gidiyor. Mevcudata mana-yý harfiyle bakarak Hâlýkýnýn hesabýna istihdam ediyor.

 

S: Ulvî ve süflî ecramýn mahiyetleri, þekilleri, hareketleri hakkýnda fennin verdiði beyanat gibi beyan lâzým iken, mübhem býrakýlmýþtýr?

 

C: Bu gibi mes'elelerde ibham daha mühimdir. Ve icmal daha cemil ve güzeldir. Çünki Kur'an, istitradî ve tebeî olarak Cenab-ý Hakk'ýn zâtýna, sýfatýna istidlâl için kâinattan bahsediyor. Ýstidlâlin birinci þartý, delilin neticeden daha zâhir ve malûm olmasý lâzýmdýr. Eðer fencilerin iþtihasý gibi “Þemsin sükûnuna, arzýn hareketine bakmakla Allah'ýn azametini anlayýnýz.” demiþ olsaydý, delil müddeadan daha hafî olurdu. Ve insanlarýn ekserisi, ekser zamanlarda fehmedemediklerinden inkâra zehab ederlerdi. Halbuki, irþad ve hidayet zamanlarýnda cumhurun derece-i fehimleri nazara alýnarak ona göre söz söylemek îcabeder. Maahaza ekseriyete yapýlan müraattan, ekalliyette kalanýn mahrumiyeti neþ'et etmez. Çünki onlar da istifade ediyorlar. Amma mes'ele makûse olursa, ekseriyet mahrum kalýr, istifade edemez. Çünki fehimleri kasýrdýr.

 

Ve sâniyen: Belâgat-ý irþadiyenin þe'nindendir ki, avamýn nazarýna, âmmenin hissine, cumhurun fehmine göre hareket yapýlsýn ki; nazarlarý tevahhuþ, fikirleri kabulden imtina' etmesin. Binaenaleyh cumhura olan hitabýn en belîði zâhir, basit, sehl olmasýdýr ki âciz olmasýnlar. Muhtasar olsun ki, melûl olmasýnlar. Mücmel olsun ki, lüzumlu olmayan tafsilden nefret etmesinler.

 

Ve sâlisen: Kur'an mevcudatýn ahvalinden ancak Hâlýklarý için bahseder. Mevcudatýn zâtlarýna ait deðildir. Bu itibarla Kur'anca en mühim, kâinatýn Hâlýk'a nâzýr olan ahvalidir. Fen ise, Hâlýk'ý iþe katmýyor. Kâinatýn ahvalinden bizâtiha bahsediyor. Ve keza Kur'an bütün insanlara hitab eder. Ve ekseriyetin fehmini müraat eder ki, tahkiki bir marifet sahibi olsunlar. Fen ise, yalnýz fenciler ile konuþur. Avamý nazara almýyor. Avam taklidde kalýyor. Bu itibarla fennin tafsilâtýný ihmal veya ibham, maslahat-ý âmme ve menfaat-i umumiyeye nazaran, ayn-ý isabet ve ayn-ý hikmettir.

 

sh: » (Ms: 213)

 

Ve râbian: Kur'an bütün zamanlarý tenvir ve bütün insanlarý irþad eden bir kitabdýr. Bu itibarla irþadýn belâgatý îcabýnca, ekseriyeti, nazarlarýnda bedihî olan mes'elelere karþý mükâbereye, mugalataya îka' ve icbar etmemek lâzýmdýr. Ve onlarca mahsus, meþhud, maruf olan bir þeyi lüzumsuz yerde taðrir etmemek lâzýmdýr. Ve keza vazife-i asliyece ekseriyete lâzým olmayan þeyin ihmal veya icmali lâzýmdýr. Mes'ele, þemsin zâtýndan, mahiyetinden bahsetmek deðildir. Ancak, âlemi tenvir etmekle, hilkatin nizam merkezi ve âleme mihver olmasý gibi hârika þeyleri ihtiva eden vazifesinden bahsetmekle, Hâlýkýn azamet-i kudretini efkâr-ý âmmeye ibraz etmektir.

 

Ýkinci Nükte: وَجَعَلْنَا الشَّمْسَ سِرَاجًا

 

S: Ne için þems “sirac”la tavsif edilmiþtir. Halbuki ehl-i fence, þems arza tâbi deðildir ki ona sirac olsun. Belki arz ile seyyarat kendisine tâbi olan bir merkezdir?

 

C: “Sirac” tabiri þöyle bir tasvire iþarettir ki: Âlem bir saray gibidir. Mevcudatý, o sarayýn müþtemilâtý, tezyinatý makamýnda olduðu gibi, þems de, o saray halkýný tenvir eden Ýlahî bir lüküstür. Ve keza “sirac” tabiri Cenâb-ý Hakk'ýn rubûbiyetinden doðan vüs'at-ý rahmetine ve o rahmet içinde derece-i in'am ve ihsanýna bir ihtar ve azamet-i saltanatý içinde vahdaniyetine bir ilândýr ki, müþriklerin mabud ittihaz ettikleri kocaman þems, âlem sarayýnda lüküs vazifesiyle muvazzaf müsahhar bir memur ve bir hizmetkârdýr. Malûmdur ki, lâmba hizmetini gören camid bir þeyin ibadete, yani mabud olmaya hiç liyakatý var mýdýr?

 

Üçüncü Nükte: Kur'an'ýn takib ettiði makasýd-ý esasiye ve anasýr-ý asliye: Ubudiyetle tevhid, risalet, haþir, adalet olmak üzere dörttür. Diðer bahsettiði mes'eleler ancak bu maksadlara vesilelerdir. Bu itibarla vesilelerde yapýlacak tafsilât, ol babdaki kavaide muhaliftir. Çünki malayani ile iþtigal, maksadý geri býrakýyor. Bunun içindir ki, bazý mesail-i kevniyede Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan ihmal veya ibham veya icmal yapmýþtýr. Ve keza Kur'anýn muhatablarýndan kýsm-ý ekseri avâmdýr. Avâm sýnýfýnýn hakaik-i Ýlahiyenin ince ve müþkil kýsmýna fehimleri kadir deðildir. Ancak temsil ve icmaller ile fehimlerine yakýnlaþtýrmak lâzýmdýr. Bunun içindir ki Kur'an, kesret ile temsilleri zikrediyor. Ve istikbalde keþfedilecek bazý mesailde de icmal yapýyor.

 

Dördüncü Nükte: Bu Nükte mütercim tarafýndan tayyedilmiþtir.

 

sh: » (Ms: 214)

 

Beþinci Nükte: Müellif-i muhteremi tarafýndan tayyedilmiþtir.

 

ALTINCI KATRE: Kur'an baþka kelâmlar ile mukayese edilmez. Aralarýnda münasebet yoktur. Evet kelâmýn ulviyetine, kuvvetine, hüsnüne, cemaline kuvvet veren mütekellim, muhatab, maksad, makam olmak üzere dört þeydir. Ediblerin zannettikleri gibi yalnýz makam deðildir. Demek, bir kelâmýn derece-i kuvvetini anlamak istediðin zaman; fâiline, muhatabýna, gayesine, mevzuuna bak. Bunlarýn dereceleri nisbetinde kelâmýn derecesi anlaþýlýr.

 

Evet meselâ: O kelâm emir veya nehiy olursa, irade ve kudreti tazammun ettiðinden derecesine göre tezauf ediyor. Meselâ: Kur'anýn يَا اَرْض ابْلَعِى مَاءَ كِ وَيَا سَمَاءُ اَقْلِعِى âyetiyle, sema ve arza verdiði emrin tazammun ettiði yüksek ve kat'î irade ve kudret ile derhal semaî sehab çekilir, arz da suyunu yutar. Ve keza arz ve semaya اِئْتِيَا طَوْعًا اَوْ كَرْهًا âyetiyle verilen emri itaatla kabul etmelerinden, o emirdeki irade ve kudretin derece-i kuvveti ve dolayýsýyla kelâmýn derece-i ulviyeti tebarüz eder. Fakat, insanlarýn camidata verdikleri emirler, mütekellimindeki irâde ve kudretin za'fiyeti nisbetinde ruhsuz, hayalî hezeyanlardan farklarý yoktur.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Cenâb-ý Hakk'ýn “A'lem, Ekber, Erham, Ahsen” gibi esmâ ve sýfât ve ef'alinde kullanýlan ism-i tafdil tevhide naks deðildir. Çünki maksad, bizzât ve hakikî bir mevsufu gayr-ý hakikî veya aklî bir imkânla veya vehmî bir mevsufla tafdil etmektir.

 

Ve keza izzet-i Ýlâhiyeye de münafî deðildir. Çünki maksad, sýfat ve ahval-i Ýlahiye ile mahlukatýn sýfat ve ef'ali arasýnda bir müvazene yapmak deðildir. Yani, ikisini bir seviyede tuttuktan sonra, bunu ona tafdil etmek deðildir ki, sýfat-ý Ýlâhiyeye bir naks olsun.

 

Evet masnuattaki kemalât, Cenab-ý Hakk'ýn kemalinden in'ikas eden bir gölge olduðuna nazaran, masnuat, sýfât-ý Ýlâhiye ile müvazene hakkýna mâlik deðildir.

 

sh: » (Ms: 215)

 

Þu'le

 

بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Bütün esma-i hüsnanýn ifade ettiði manalar ile bütün sýfat-ý kemaliyeye Lâfza-i Celâl olan “Allah” bil'iltizam delalet eder. Sair ism-i haslar yalnýz müsemmalarýna delalet eder. Sýfatlara delaletleri yoktur. Çünki sýfatlar, müsemmalarýna cüz olmadýðý gibi aralarýnda lüzum-u beyyin de yoktur. Bu itibarla ne tazammunen ve ne iltizamen sýfatlara delaletleri yoktur. Amma Lâfza-i Celâl bil-mutabakat Zât-ý Akdes'e delalet eder. Zât-ý Akdes ile sýfat-ý kemaliye arasýnda lüzum-u beyyin olduðundan sýfatlara da bil-iltizam delalet eder. Ve keza uluhiyet ünvaný sýfât-ý kemaliyeyi istilzam etmesi, ism-i has olan “Allah”ýn da o sýfatý istilzam ettiðini istilzam ediyor. Ve keza “Allah” kelimesi de nefiyden sonra sýfatlar ile beraber düþünülür. Binaenaleyh “Lâ ilahe illallah” kelâmý, esma-i hüsnanýn adedince kelâmlarý tazammun ediyor. Bu itibarla, þu kelime-i tevhid kelâmý, delalet ettiði sýfatlar itibariyle bir kelâm iken bin kelâm oluyor. “Lâ Hâlýka illallah”, “Lâ Fâtýra, Lâ Râzýka, Lâ Kayyume illallah” gibi... Binaenaleyh terakki etmiþ olan zâkir bir zât, bu kelâmý söylerken içindeki binlerce kelâmlarý söylemiþ oluyor.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Mademki her þeyin Allah'tan olduðunu bilirsin ve ona iz'anýn vardýr. Zararlý menfaatli her þeyi tahsin ve hüsn-ü rýza ile kabul etmek lâzýmdýr. Ve illâ, gaflete düþmeye mecbur olursun. Bunun için esbab-ý zâhiriye vaz'edilmiþ ve gözlere de gaflet perdesi örtülmüþtür. Kâinat hâdiselerinden insanýn heva ve hevesine muhalif olan kýsým, muvafýk olan kýsýmdan daha çoktur. Eðer heva sahibi, bu esbab-ý zâhiriyeyi görüp Müsebbib-ül Esbab'dan gaflet etmese, itirazlarýný tamamen Allah'a tevcih eder.

 

sh: » (Ms: 216)

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Dualar üç kýsýmdýr.

 

Birisi: Ýnsanýn lisanýyla yaptýðý kavlî dualardýr. Savt ve sadalý hayvanatýn, -meselâ- acýktýklarý zaman kendi hususî lisanlarýyla çýkardýklarý sadalar dahi kavlî dualardandýr.

 

Ýkinci Kýsým: Nebatat, eþcarýn bilhassa bahar mevsiminde lisan-ý ihtiyaçla yaptýklarý ihtiyacî dualardýr.

 

Üçüncüsü: Tahavvül, tekemmül þe'ninde olan þeylerin, lisan-ý istidad ile hissedilen istidadî dualarýdýr. Evet her þey Cenâb-ý Hakk'ý tesbih ettiði gibi lisanýyla, ihtiyacýyla, istidadýyla dahi Allah'a dua eder.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! اekirdek aðaç olmazdan evvel, yumurta kuþ olmazdan evvel, habbe baþak vermezden evvel binlerce imkân ve ihtimaller içerisinde ve binlerce suret ve þekillere girmek kabiliyetinde iken; o eðri-büðrü ihtimaller, yollar içinden çekilip doðru ve müstakim müntec bir þekle, bir vaziyete sevkedilmelerinden anlaþýlýr ki, o tohumlar, evvelce de Allâm-ül Guyub'un terbiye, tedvir, tedbiri altýnda imiþler. Sanki o tohumlarýn her birisi, kudret kitablarýndan istinsah edilmiþ küçük bir tezkeredir. Yahut bir fihristedir, ilm-i ezelîden alýnmýþtýr. Yahut Kader kitablarýndan yazýlmýþ bazý düsturlardýr.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Mü'min olan zât, mâna-yý harfiyle, yani gayre bir hâdim ve bir âlet sýfatýyla kâinata bakýyor. Kâfir ise, mâna-yý ismiyle, yâni müstakil bir “Aða” nazarýyla âleme bakýyor. Bu itibarla her bir masnuda, iki cihet vardýr. Bir ciheti, kendi zât ve sýfatýndan ibarettir. Diðer ciheti, Sânia ve esmâ-i hüsnadan kendisine olan tecelliyata bakar.

 

Ýkinci cihetin dairesi daha geniþ ve mealce daha kâmildir. Zira, bir harf kendi zâtýna bir harf miktarý -o da bir vecihle- delâlet eder. Kâtibine çok vecihler ile delâlet eder. Ve kâtibini, bakanlara tarif ve tavsif eder.

 

Kezalik Kudret-i Ezelî kitabýndan olan bir masnu, kendi nefsine kendi cirmi kadar ve bir vecihle delâlet eder. Amma Nakkaþ-ý Ezelî'ye pek çok vücuhla delâlet eder. Ve kendisine tecelli eden esmadan uzun bir kasideyi inþad eder. Kavaid-i mukarreredendir ki: “Mâna-yý harfî, kasdî hükümlere mahkûm-u aleyh olamaz. Ve o mâna-yý harfînin inceliklerine tetkikat yapýlamaz. Fakat mâna-yý ismî, sadýk, kâzib her hükme mahal olur.” Bu sýrra binaendir ki mâna-yý ismî ile kâinata bakan felasifenin kitablarýnda kâinata ait hükümler, nefs-ül emirde örümceðin nescinden zaîf ise de, zâhire göre daha muhkem görünüyor.

 

sh: » (Ms: 217)

 

Ehl-i kelâm, felsefî mes'elelerde ve ulûm-u kevniyeye mâna-yý harfiyle, istidlal için tebeî bir nazar ile bakýyor. Hattâ þemsin sirac olmasý, arzýn beþik, cibalin evtad olmasý, ehl-i kelâmýn müddealarýný isbata kâfidir. Hattâ ehl-i kelâmýn re'yleri, hiss-i umumîye ve tearüf-ü âmme mutabýk olduktan sonra, vakýa mutabýk olmasa bile onlarýn müddeasýna zarar vermez ve tekzibe de müstehak olmazlar. Bunun içindir ki, ehl-i kelâmýn re'yleri mesail-i felsefiyede edna ve zaîf görünür. Amma mesail-i Ýlahiyede demirden daha metindir.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Cenâb-ý Hakk'ýn günahkârlarý afvetmesi fazldýr, tazib etmesi adldir. Evet zehiri içen adam, âdetullaha nazaran hastalýða, ölüme kesb-i istihkak eder. Sonra hasta olursa, adldir. Çünki cezasýný çeker. Hasta olmadýðý takdirde, Allah'ýn fazlýna mazhar olur. Masiyet ile azab arasýnda kavî bir münasebet vardýr. Hattâ ehl-i i'tizâl, masiyet hakkýnda, doðru yoldan udûl ile masiyeti, þerri Allah'a isnad etmedikleri gibi, mâsiyet üzerine tazibin de vâcib olduðuna zehab etmiþlerdir. Þerrin azabý istilzam ettiði, Rahmet-i Ýlahiyeye münafî deðildir. Çünki þer, nizam-ý âlemin kanununa muhaliftir.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Ýnsan nisyandan alýndýðý için, nisyana mübteladýr. Nisyanýn en kötüsü de nefsin unutulmasýdýr. Fakat hizmet, sa'y, tefekkür zamanlarýnda nefsin unutulmasý, yani nefse bir iþ verilmemesi dalâlettir. Hizmetler görüldükten sonra neticede, mükâfat zamanlarýnda nefsin unutulmasý kemaldir. Bu itibarla ehl-i dalâl ile ehl-i kemal, nisyan ve tezekkürde müteakistirler. Evet dâll olan kimse, bir iþ ve bir ibadet teklifinde baþýný havaya kaldýrarak firavunlaþýr. Lâkin mükâfatýn, menfaatýn tevziinde bir zerreyi bile terketmez. Amma nefsini unutan ehl-i kemal sa'y, tefekkür, sülûk zamanlarýnda herþeyden evvel nefsini ileri sürüyor; fakat neticelerde, faidelerde, menfaatlerde nefsini unutmakla en geriye býrakýyor.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Mü'minler ibadetlerinde, dualarýnda birbirine dayanarak cemaatle kýldýklarý namaz ve sair ibadetlerinde büyük bir sýr vardýr ki; her bir ferd, kendi ibadetinden kazandýðý miktardan pek fazla bir sevab cemaatten kazanýyor. Ve her bir ferd ötekilere duacý olur, þefaatçi olur, tezkiyeci olur, bilhassa Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâma... Ve keza her bir ferd arkadaþlarýnýn saadetinden zevk alýr ve Hallâk-ý kâinata ubâdiyet etmeye ve saadet-i ebediyeye namzed olur.

 

Ýþte mü'minler arasýnda, cemaatler sayesinde husule gelen þu ulvî, manevî teavün ve birbirine yardýmlaþmak ile hilafete haml, emanete

 

sh: » (Ms: 218)

 

mazhar olmakla beraber mahlukat içerisinde mükerrem ünvanýný almýþtýr.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Bir þeyden uzak olan bir kimse, yakýn olan adam kadar o þeyi göremez. Ne kadar zeki olursa olsun, o þeyin ahvali hakkýnda ihtilaflarý olduðu zaman yakýn olanýn sözü muteberdir. Binaenaleyh Avrupa feylesoflarý maddiyatta þiddet-i tevaggulden dolayý îman, Ýslâm ve Kur'anýn hakaikýndan pek uzak mesafelerde kalmýþlardýr. Onlarýn en büyüðü, yakýndan hakaik-i Ýslâmiyeye vukufu olan âmi bir adam gibi de deðildir. Ben böyle gördüm, nefs-ül emir de benim gördüðümü tasdik eder. Binaenaleyh þimþek, buhar gibi fennî mes'eleleri keþfeden feylesoflar, Hakkýn esrarýný, Kur'an nurlarýný da keþfedebilirler diyemezsin. Zira onun aklý gözündedir. Göz ise, kalb ve ruhun gördüklerini göremez. Çünki kalblerinde can kalmamýþtýr. Gaflet o kalbleri tabiat bataklýðýnda çürütmüþtür.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Sem', basar, hava, su gibi umumî nî'metler daha ehemmiyetli, daha kýymetli olduklarýna nazaran, hususî þahsî nimetlerden kat kat fazla þükre istihkak ve liyakatlarý vardýr.

 

Binaenaleyh o gibi umumî nimetlere karþý nankörlük edip þükran etmemek, en büyük küfrân-ý nîmet sayýlýr. Hal bu merkezde iken, bazý insanlar þahýslarýna ait hususî nimetlere karþý Allah'a þükrederlerse de, þu umumî nimetler onlara þümulü yokmuþ gibi fikirlerine bile gelmiyor. Halbuki en büyük nîmet, âmm ve dâimî olan nîmetlerdir. Umumiyet kemâl ve ehemmiyete delil olduðu gibi, devam da ulviyet ve kýymete delâlet eder.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan'ýn bazý âyetlerinin tekrarýný iktiza eden hikmetler, bazý ezkâr ve dualarýn da tekrarýný iktiza eder. Zira Kur'an, hakikat ve þeriat, hikmet ve mârifet kitabý olduðu gibi; zikir, dua ve davetin de kitabýdýr. Duada tekrar, zikirde tezkâr, davette te'kid lâzýmdýr.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Kur'anýn yüksek meziyetlerinden biri de þudur ki: Kesrete ait bahislerden sonra vahdet tezkirelerini yazýyor. Tafsilden sonra icmal yapýyor. Cüz'iyatýn bahislerinden sonra rubûbiyet-i mutlakanýn düsturlarýný, sýfat-ý kemaliyenin namuslarýný fezlekeler ile zikrediyor. Bu gibi fezlekelerin, âyetlerin sonundaki faideleri, âyetlerin ortalarýnda zikredilen mukaddemelere neticeler hükmündedirler. Veya illet olurlar; tâ ki sâmiin zihni âyetlerde zikredilen cüz'iyat ile meþgul olup uluhiyet-i mutlaka mertebesinin azametini unutmasýn ki, ubûdiyet-i fikriyesine halel gelmesin.

 

sh: » (Ms: 219)

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Velilerin himmetleri, imdadlarý, mânevî fiilleriyle feyiz vermeleri hâlî veya fiilî bir duadýr. Hâdi, Mugis, Muîn ancak Allah'dýr. Fakat insanda öyle bir lâtife, öyle bir halet vardýr ki, o lâtife lisanýyla her ne sual edilirse, -velev ki fâsýk da olsun- Cenâb-ý Hak o lâtifeye hürmeten o matlubu yerine getirir. O lâtife pek uzaktan bana göründü ise de, teþhis edemedim.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Ýlim ve yakîn þümulüne dâhil olan ahval-i maziye ile þek perdesi altýnda kalan ahval-i istikbaliye arasýnda þöyle bir mukayese yap:

 

Silsile-i nesebin ortasýnda, bir dedenin yerinde kendini farzet, otur. Sonra mevcudat-ý maziye kafilesine dâhil olan ecdadýnla henüz istikbal rahminde kalýp da peyderpey vücuda çýkan evlâd ve ahfadýn arasýnda bir tefavüt var mýdýr? Ýyice bak! Evvelki kýsým ilim ve ittikan ile Sâni'in masnuu olduðu gibi, ikinci kýsým da aynen o Sâni'in masnuu olacaktýr. Her iki kýsým da, Sâni'in ilmi ve müþahedesi altýndadýr. Bu itibarla, ecdadýn iadeten ihyasý, evlâdýnýn icadýndan daha garib deðildir. Belki daha ehvendir. Ýþte bu mukayaseden anlaþýldý ki: Vukuat-ý maziye, Sâni'in bütün imkânat-ý istikbaliyeye kadir olduðuna þehadet eden bir takým mu'cizelerdir.

 

Evet kâinat bostanýnda görünen þu mevcudat ve ecram, Hâlýklarýnýn her þeye Kadîr ve her þeye Alîm olduðuna delâlet eden hârikalardýr.

 

Kezalik nebatat ve hayvanat, enva'ýyla, efradýyla, Sâni'lerinin her þeye kadir olduðuna þehadet eden san'at hârikalarýdýr. Evet kudretine nisbeten zerrat ile þümus mütesavi olduðu gibi, yapraklarýn neþriyle beþerin haþri de birdir. Ve keza aðaçlarýn çürümüþ daðýlmýþ yapraklarýnýn iadeten ihyasý arasýnda fark yoktur.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan büyük bir ölçüde tekrar ettiði ihya-yý arz ve toprak unsuruna nazar-ý dikkati celbettiðinden kalbime þöyle bir feyiz damlamýþtýr ki: Arz, âlemin kalbi olduðu gibi, toprak unsuru da arzýn kalbidir. Ve tevâzu, mahviyet gibi maksuda îsal eden yollarýn en yakýný da topraktýr. Belki toprak, en yüksek semavattan Hâlýk-ý Semavat'a daha yakýn bir yoldur. Zira kâinatta tecelli-i rubûbiyet ve faaliyet-i kudrete ve makarr-ý hilafete ve Hayy, Kayyûm isimlerinin cilvelerine en uygun topraktýr. Nasýlki arþ-ý rahmet su üzerindedir. Arþ-ý hayat ve ihya da toprak üstündedir. Toprak, tecelliyat ve cilvelere en yüksek bir âyinedir. Evet kesif bir þeyin âyinesi ne kadar lâtif olursa, o nisbette suretini vâzýh gösterir. Ve nuranî ve latif bir þeyin de âyinesi ne kadar kesif olursa, o nisbette esmanýn cilvelerini

 

sh: » (Ms: 220)

 

cilâlý gösterir. Meselâ hava âyinesinde yalnýz þemsin zaîf bir ziyasý görünür. Su âyinesinde þems, ziyasýyla görünürse de elvan-ý seb'asý görünmüyor. Fakat toprak âyinesi, çiçeklerinin renkleriyle þemsin ziyasýndaki yedi rengi de gösterir. اَقْرَبُ مَا يَكُونُ ا الْعَبْدُ مِنْ رَبِّهِ وَ هُوَ سَاجِدٌ olan hadîs-i þerif, bu sýrra iþareten þehadet eder. Öyle ise arkadaþ, topraktan ve topraða inkýlâb etmekten, kabirden ve kabre girip yatmaktan tevahhuþ etme!

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Aklým yürüyüþ yaparken, bâzen kalbimle arkadaþ olur. Kalb zevkiyle bulduðu þeyi akla veriyor. Akýl bervech-i mûtad bürhan þeklinde bir temsil ile ibraz ediyor. Meselâ: Fâtýr-ý Hakîm'in kâinattan sonsuz bir uzaklýðý olduðu gibi, sonsuz bir kurbiyeti de vardýr. Evet ilim ve kudretiyle bâtýnlarýn en bâtýnýnda bulunduðu gibi; fevklerin de en fevkinde bulunuyor. Hiçbir þeyde dâhil olmadýðý gibi, hiçbir þeyden de hariç deðildir. Evet âsâr-ý rahmetine mazhar olan sath-ý arzda mâmulât-ý kudrete bak ki, bir parça bu sýrra vâkýf olasýn. Meselâ: Biri arzda diðeri semada veya biri þarkta diðeri garpta iki þeyi bir anda yaratan Sâniin, o yaratýlan þeylerin arasýndaki uzaklýk kadar uzaklýðý lâzýmdýr. Ve keza her þeyin kayyûmu olduðu cihetle de, her þeyin nefsinden daha ziyade bir kurbiyeti de vardýr. Bu sýr, daire-i vücub, tecerrüd ve ýtlak hasâisindendir. Ve fâil-i aslînin mahiyetiyle, zýllî olan münfail arasýndaki mübâyenet-i lâzýmesidir. Meselâ: Þems timsallerine kayyûm olduðu için fevkalhad onlara bir kurbiyeti vardýr. Âyinedeki zýll ve gölge ile semada bulunan asýl arasýndaki mesafe kadar da bu'diyeti vardýr.

 

***

 

sh: » (Ms: 221)

 

Þu'le'nin Zeyli

 

بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Bütün kâinatý ihata eden bir nurdan hiç bir þey gizlenemez. Ve gayr-ý mütenahî bir daire-i kudretten bir þey hariç kalamaz. Ve illâ, gayr-ý mütenahînin tenahisi lâzým gelir. Ve keza hikmet-i Ýlahiye her þeye deðeri nisbetinde feyiz veriyor. Ve herkes bardaðýna göre denizden su alabilir. Ve keza mukaddir olan Kadîr-i Hakîm'in büyüðe olan teveccühü, küçüðe olan teveccühüne mani olamaz. Ve keza maddeden mücerred zâhir ve bâtýn olan muhit bir nazara, en büyük þey en küçük bir þeyi veya nev bir ferdini gizletemez. Ve keza küçük olan bir þey mazhar ve mahal olduðu san'at nisbetinde büyür. Ve küçük þeylerin nevileri büyük olurlar. Ve keza azamet-i mutlaka þirketi aslâ kabul etmez. Ve keza fevkalâde bir sühuletle, hârika bir sür'atle, mu'ciz bir ittikan ve intizamla cûd-u mutlaktan akan âsârdan anlaþýlýyor ki, mikrop gibi en küçük ve daha küçük havaî, maî, türabî hayvanlar boþ zannedilen âlemin yerlerini doldurmuþlardýr.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Nefsine olan muhabbeti îcab ettiren nefsin sana olan kurbiyeti ise, Hâlýkýna muhabbetin daha fazla olmalýdýr. Çünki nefsinden o daha karibdir. Evet senin fikrin, ihtiyarýn idrak edemedikleri sendeki mahfiyat, Hâlýkýn nazarý ve ilmi altýndadýr.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Âlemde tesadüf yoktur. Evet bilhassa bahar mevsiminde, küre-i arz bahçesinde, bütün aðaçlarýn dallarýnda çiçeklerin yapraklarýnda, mezruatýn sünbüllerinde hikmet bülbülleri, hikmet âyetlerini tanaggum ve terennüm ile inþad ettikleri iman kulaðýyla, basiret gözüyle dinlenilirse, tesadüf þeytanlarý bile kabul ile hayran olurlar.

 

sh: » (Ms: 222)

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Tevhid ile bütün eþyayý, Vâhid-i Ehad'e isnad etmediðin takdirde, âlemde bulunan bütün efradýn mazhar olduklarý tecelliyat-ý Ýlahiye adedince ilahlarý kabul etmek mecburiyetindesin. Evet gözünü þemsden yumduðun ve timsalleriyle irtibatýný kestiðin zaman timsallerine ma'kes olan þeylerin adedince hakikî þemslerin vücudunu kabul etmeye mecbur olursun.

 

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Sen bazý vecihlerden fenaya gittiðin zaman, Hâlýk-ý Rahman-ý Rahîm ilminde, meþhudunda, malûmunda bâki kalmaklýðýn senin bekan için kâfidir.

 

Yahu, her þeyi sahib-i hakikîsine ver veya ona isnad et. Onun ismiyle al ki rahat edesin. Ve illâ, bu kadar eþyayý vücuda getirip nizam ve intizamlarýný temin edecek o kadar ilahlarý kabule muztar kalacaksýn.

 

sh: » (Ms: 223)

 

Nokta

 

مِنْ نُورِ مَعْرِفَةِ اللّهِ جَلَّ جَلاَلُهُ

 

(Kýrkbeþ Sene Evvel Te'lif Edilmiþ Bir Risalenin Bir Kýsmýdýr.)

 

ÝFADE-Ý MERAM

 

Bir bahçeye girsem iyisini intihab ederim. Koparmasýndan zahmet çeksem hoþlanýrým. Çürüðünü, yetiþmemiþini görsem “Huz mâ safâ” derim. Muhatablarýmý da öyle arzu ederim. Derler:

 

– Sözlerin iyi anlaþýlmýyor?

 

Bilirim ki kâh minare baþýnda, kâh kuyu dibinde konuþuyorum. Neyliyeyim zuhurat öyle. “Þuaat” ve þu kitabda mütekellim âciz kalbimdir. Muhatab âsi nefsimdir. Müstemi' müteharri-i hakikat bir Japondur. Temaþa eden bunu düþünmeli. Gayet-ül gayat olan Marifetullahýn bir bürhaný olan marifet-ün Nebi'yi “Þuaat”ta bir nebze beyan ettik. Þu risalede maksud-u bizzât olan tevhidin lâyuhad berahininden yalnýz dört muazzam bürhanýna iþaret edeceðiz. Hem nazar-ý aklîyi hads-i kalbiyle birleþtirmek için, melaike ve haþrin bir kýsým delailine ima ederek imanýn altý rüknünden dördünün birer lem'asýný, fehm-i kasýrýmla göstermek isterim.

 

آمَنْت بِاللّهِ وَ مَلئِكَتِهِ وَ كُتُبِهِ وَ رُسُلِهِ وَ الْيَوْمِ اْلآخِرِ وَ بِالْقَدَرِ خَيْرِهِ وَ شَرِّهِ مِنَ اللّهِ تَعَالَى وَ الْبَعْث بَعْدَ الْمَوْتِ حَقٌّ اَشْهَد اَنْ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّه وَ اَشْهَد اَنَّ مُحَمَّدً رَسُولَ اللّهِ

 

Said Nursî

 

sh: » (Ms: 224)

 

بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

 

اَلْحَمْد لِلّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَالصَّلاَة وَالسَّلاَم عَلَى مُحَمَّدٍ خَاتَمِ النَّبِيِّنَ وَ عَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

 

اَللّه لاَ اِلهَ اِلاّ هُوَ اْلحَىّ الْقَيُّومُ maksudumuzdur, matlubumuzdur.

 

Gayr-ý mütenahî berahininden dört bürhan-ý küllîyi irad ediyoruz.

 

Birinci Bürhan: Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'dýr. Þu bürhan-ý neyyirimiz Þuaat'ta tenevvür ettiðinden, tenvir-i müddeamýzda münevver bir mir'attýr.

 

Ýkinci Bürhan: Kitab-ý kebir ve insan-ý ekber olan kâinattýr.

 

Üçüncü Bürhan: Kitab-ý Mu'ciz-ül Beyan, Kelâm-ý Akdes'tir.

 

Dördüncü Bürhan: Âlem-i gayb ve þehadetin nokta-i iltisaký ve berzahý ve iki âlemden birbirine gelen seyyaratýn mültekasý vicdan denilen fýtrat-ý zîþuurdur. Evet fýtrat ve vicdan akla bir penceredir. Tevhidin þuaýný neþrederler.

 

BÝRÝNCÝ BÜRHAN: Risalet ve Ýslâmiyetle mücehhez olan “hakikat-ý Muhammediye”dir ki, risalet noktasýnda en muazzam icma ve en vâsi tevatür sýrrýný ihtiva eden mecmu-u enbiyanýn þehadetini tazammun eder. Ve Ýslâmiyet cihetiyle vahye istinad eden bütün edyan-ý semaviyenin ruhunu ve tasdiklerini taþýyor. Ýþte bütün enbiyanýn þehadetiyle ve bütün edyanýn tasdikiyle ve bütün mu'cizatýnýn te'yidiyle musaddak olan bütün akvaliyle, vücud ve vahdet-i Sânii beþere gösteriyor. Demek þu davada ittihad etmiþ bütün efazýl-ý beþer namýna o nuru gösteriyor. Acaba bu kadar tasdiklere mazhar, büyük, derin, durbîn, safi, keskin, hakaik-aþina bir gözün gördüðü hakikat, hakikat olmamak hiç ihtimali var mý?

 

ÝKÝNCÝ BÜRHAN: Kâinat kitabýdýr. Evet þu kitabýn bütün hurufu ve bütün noktalarý, efraden ve terekküben Zât-ý Zülcelal'in vücud ve vahdetini, elsine-i mahsusalarý kýraat ile وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ tilavet

 

sh: » (Ms: 225)

 

ediyorlar. Cemi' zerrat-ý kâinat birer birer zât ve sýfat ve saire vücuh ile hadsiz imkânat mabeyninde mütereddid iken; birdenbire bir ciheti takib, muayyen bir sýfatla ittisaf, mahsus bir keyfiyetle tekeyyüf ederek hayretbahþa hikemi intac ettiðinden, Sâniin vücub-u vücuduna þehadetle avalim-i gaybiyenin enmuzeci olan latife-i Rabbaniye içinde ilân-ý Sâni' eden misbah-ý îmaný ýþýklandýrýyorlar. Evet bir nefer, nefsinde ve takýmýnda ve bِlükte, taburda ve orduda gibi; her bir zerre de, kendi baþýyla zât, sýfat, keyfiyetindeki imkânat cihetiyle Sânii ilân ettiði gibi, tesavir-i mütedâhileye benzeyen mürekkebat-ý müteþabike-i mütesaide-i kâinatýn her bir makamýnda ve her bir nisbetinde ve her bir dairesinde, her bir zerre, müvazene-i cereyan-ý umumîyi muhafaza; ve her nisbetinde ve her takýmýnda ayrý ayrý vazifeyi îfa ve hikmeti intaç ettiklerinden Sâniin kasd ve hikmetini izhar ve vücud ve vahdetinin âyâtýný kýraat ettikleri için Sâni'-i Zülcelal'in berahini, zerrattan kat kat ziyade olur. Demek اَلطُّرُقُ اِلَى اللّهِ بِعَدَدِ اَنْفَاسِ الْخَلاَئِقِ hakikattir mübalaða deðil; belki nâkýstýr.

 

S: Neden aklýyla herkes göremiyor?

 

C: Kemal-i zuhurundan ve zýddýn ademinden.

 

تَأَمَّلْ سُطُورَ الْكَائِنَاتِ فَاِنَّهَا * مِنَ اْلمَلأِ اْلاَعْلَى اِلَيْكَ رَسَائِل

 

Yani: “Sahife-i âlemin eb'ad-ý vâsiasýnda Nakkaþ-ý Ezelî'nin yazdýðý silsile-i hâdisatýn satýrlarýna hikmet nazarýyla bak ve fikr-i hakikatle sarýl. Tâ ki mele-i a'lâdan uzanan þu selasil-i resail, seni a'lâ-yý illiyyîn-i tevhide çýkarsýn.” Þu kitabýn heyet-i mecmuasýnda öyle parlak bir nizam var ki, nezzamý güneþ gibi içinde tecelli ediyor. Her kelimesi, her harfi birer mu'cize-i kudret olan bu kitab-ý kâinatýn te'lifinde öyle bir i'caz var ki, bütün esbab-ý tabiiye, farz-ý muhal olarak muktedir birer fâil-i muhtar olsalar, yine kemal-i acz ile o i'caza karþý secde ederek

 

سُبْحَانَكَ لاَ قُدْرَةَ لَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَزِيز الْحَكِيم diyeceklerdir. Her bir kelimesi bütün kelimatýyla münasebettardýr. Ve her harfi, bahusus zîhayat bir harfi, bütün cümlelere karþý müteveccih birer yüzü, nâzýr birer gözü var olan bu kitabýn öyle bir muzaaf iþtibak-ý tesanüd-ü nazmý vardýr ki, bir noktayý yerinde icad etmek için bütün kâinatý icad edecek bir kudret-i gayr-ý mütenahî lâzýmdýr. Demek sivrisineðin gözünü halkeden, gü

 

sh: » (Ms: 226)

 

neþi dahi o halketmiþtir. Pirenin midesini tanzim eden manzume-i þemsiyeyi de o tanzim etmiþtir. Sünuhat'ýn dokuzuncu sahifesinde مَا خَلْقَكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ âyetinin sýrrýna müracaat et. Yalnýz þu kitabýn küçük bir kelimesi olan bal arýsýný gör. Nasýl þehd-i þehadet o mu'cize-i kudretin lisanýndan akýyor. Veyahut þu kitabýn bir noktasý olan hurdebinî bir huveynat ki, çok defa büyülttükten sonra görünür. Dikkat et! Nasýl mu'ciznüma, hayret-feza bir misal-i musaggar-ý kâinattýr. Sure-i Yâsin, suret-i lafz-ý Yâsin'de yazýldýðý gibi, cezaletli, mûciz bir nokta-i câmiadýr. Onu yazan, bütün kâinatý da o yazmýþtýr. Eðer insaf ile dikkat etsen, þu küçücük hayvanýn ve huveynatýn sureti altýnda olan makine-i dakika-i bedia-i Ýlahiyenin þuursuz, kör, mecra ve mahrekleri tahdid olunmayan ve imkânatýndan evleviyet olmayan esbab-ý basita-i camide-i tabiiyeden husulünü, muhal-ender muhal göreceksin.

 

Eðer her bir zerrede hükema þuuru, etibba hikmeti, hükkâmýn siyaseti bulunduðunu ve her bir zerre de sair zerrat ile vasýtasýz muhabere ettiðini itikad edersen, belki nefsini kandýrýp o muhali de itikad edebilirsin. Halbuki, o zîhayat makinede öyle bir mu'cize-i kudret, öyle bir hârika-i hikmet vardýr ki, ancak bütün kâinatý, bütün þuunatýný icad eden, tanzim eden bir Sâniin sun'u olabilir. Yoksa kör, az, basit imkân tereddüdüyle ayak atamaz. Esbab-ý tabiîden olamaz. Bahusus o esbab-ý tabiiyenin üss-ül esasý hükmünde olan cüz-ü lâyetecezzadaki kuvve-i cazibe ve kuvve-i dafianýn içtimalarýnýn hortumu üzerinde bir muhaliyet damgasý var. Fakat caizdir ki, herbir þeyin esasý zannettikleri olan cezb, def', hareket, kuva gibi emirler, âdâtullahýn kanunlarýna birer isim olsun. Lâkin kanun, kaidelikten tabiîliðe ve zihnîlikten haricîliðe ve itibarîden hakikata ve âletiyetten müessiriyete geçmemek þartýyla kabul ederiz.

 

S: Ezeliyet-i madde ve harekât-ý zerrattan teþekkül-ü enva' gibi umûr-u bâtýlaya neden ihtimal veriliyor?

 

C: Sýrf baþka þey ile nefsini ikna etmek sadedinde olduðu için, o umûrun esas-ý fasidesini tebeî bir nazarla derketmediðinden neþ'et ediyor. Eðer nefsini ikna etmek suretinde kasden ve bizzât ona müteveccih olursa muhaliyetine ve makul olmadýðýna hükmedecektir. Faraza kabul etse de, tegafül-ü anis-Sâni' sebebiyle hasýl olan ýzdýrar ile kabul edilebilir. Dalalet ne kadar acibdir. Zât-ý Zülcelal'in lâzým-ý zarurîsi olan ezeliyeti ve hassasý olan icadý aklýna sýðýþtýrmayan, nasýl oluyor ki gayr-ý mütenahî zerrata ve âciz þeylere veriyor.

 

sh: » (Ms: 227)

 

Evet meþhurdur ki: Hilâl-i îde bakarlardý. Kimse bir þey görmedi. Ýhtiyar bir zât yemin etti: “Hilâli gördüm.” Halbuki gördüðü hilâl, kirpiðinin takavvus etmiþ beyaz bir kýlý idi. Kýl nerede, kamer nerede? Harekât-ý zerrat nerede, sebeb-i teþkil-i enva' nerede?

 

Ýnsan fýtraten mükerrem olduðundan hakký arýyor. Bazan bâtýl eline gelir. Hak zannederek koynunda saklar. Hakikatý kazarken ihtiyarsýz dalalet baþýna düþer; hakikat zannederek baþýna giydiriyor.

 

S: Nedir þu tabiat, kavanin, kuva ki, onlar ile kendilerini aldatýyorlar?

 

C: Tabiat, âlem-i þehadet denilen cesed-i hilkatin anasýr ve a'zasýnýn ef'alini intizam ve rabt altýna alan bir þeriat-ý kübra-yý Ýlahiyedir. Ýþte þu þeriat-ý fýtriyedir ki, sünnetullah ve tabiat ile müsemmadýr. Hilkat-ý kâinatta câri olan kavanin-i itibariyesinin mecmu ve muhassalasýndan ibarettir. Kuva dedikleri þey, her biri þu þeriatýn birer hükmüdür. Ve kavanin dedikleri þey, her biri þu þeriatýn birer mes'elesidir. Fakat o þeriattaki ahkâmýn yeknesak istimrarýna istinaden vehim, hayal tasallut ederek tazyik edip, þu tabiat-ý hevaiye tevazzu' ve tecessüm edip mevcud-u haricî ve hayalden hakikat suretine girmiþtir. Hayali, hakikat suretinde gören, gösteren nüfusun istidad-ý þûresinden, fâil-i müessir tavrýný takmýþtýr. Halbuki kör, þuursuz tabiat, kat'iyen kalbi ikna edecek ve fikre kendini beðendirecek ve nazar-ý hakikat ona ünsiyet edecek hiç bir mülâyemet ve münasebet yok iken ve masdar olmaya kabiliyeti mefkud iken, sýrf nefy-i Sâni' farazýndan çýkan bir ýzdýrar ile veleh-resan-ý efkâr olan kudret-i ezeliyenin âsâr-ý bâhiresinin tabiattan sudûru tahayyül edilmiþ.

 

Halbuki tabiat misalî bir matbaadýr, tâbi' deðil; nakýþtýr, nakkaþ deðil; kabildir, fâil deðil; mistardýr, masdar deðil; nizamdýr, nâzým deðil; kanundur, kudret deðil; þeriat-ý irâdiyedir, hakikat-ý hariciye deðil. Meselâ: Yirmi yaþýnda bir adam birdenbire dünyaya gelse, hâlî bir yerde muhteþem ve sanayi-i nefisenin âsârýyla müzeyyen bir saraya girse, hem farzetse kat'iyen hariçten gelme hiç bir fâilin eseri deðil. Sonra içindeki eþya-yý muntazamaya sebeb ararken tanziminin kavaninini câmi' bir kitab bulsa, onu ma'kes-i þuur olduðundan, bir fâil, bir illet-i ýzdýrarî kabul eder. Ýþte Sâni'-i Zülcelal'den tegafül sebebiyle böyle gayr-ý makul, gayr-ý mülayim bir illet-i ýzdýrarî olan tabiatla kendilerini aldatmýþlar.

 

Þeriat-ý Ýlahiye ikidir:

 

Biri: Sýfat-ý kelâmdan gelen bir þeriattýr ki, beþerin ef'al-i ihtiyariyesini tanzim eder.

 

sh: » (Ms: 228)

 

Ýkincisi: Sýfat-ý iradeden gelen ve evamir-i tekviniye tesmiye edilen þeriat-ý fýtriyedir ki, bütün kâinatta câri olan kavanin-i âdâtullahýn muhassalasýndan ibarettir. Evvelki þeriat nasýl kavanin-i akliyeden ibarettir; tabiat denilen ikinci þeriat dahi, mecmu-u kavanin-i itibariyeden ibarettir. Sýfat-ý kudretin hâssasý olan te'sir ve icâdâ mâlik deðillerdir.

 

Sâbýkan sýrr-ý tevhid beyanýnda demiþtik: Her þey her þeyle baðlýdýr. Bir þey her þeysiz yapýlmaz. Bir þeyi halkeden her þeyi halketmiþtir. Öyle ise, bir þeyi yapan Vâhid, Ehad, Ferd, Samed olmak zarurîdir.

 

Þu ehl-i dalaletin gösterdikleri esbab-ý tabiiye, hem müteaddid, hem birbirinden haberi yok; hem kör, iki elinde iki kör olan tesadüf-ü a'ma ve ittifakýyet-i avrânýn eline vermiþtir.

 

قُلِ اللّه ثُمَّ ذَرْهُمْ فِى خَوْضِهِمْ يَلْعَبُونَ

 

Elhasýl: Ýkinci bürhanýmýz olan kitab-ý kebir-i kâinattaki nazm ve nizam, intizam ve te'lifindeki i'caz güneþ gibi gösteriyor ki; bir kudret-i gayr-ý mütenahî, bir ilm-i lâyetenâha, bir irade-i ezeliyenin eserleridir.

 

S: Nazm ve nizam-ý tamme ne ile sabittir?

 

Elcevab: Nev'-i beþerin havas ve cevasisi hükmünde olan fünun-u ekvan istikra-ý tamme ile o nizamý keþfetmiþlerdir. Çünki; her bir nev'e dair bir fen ya teþekkül etmiþ veya etmeye kabildir. Her bir fen, külliyet-i kaide hasebiyle kendi nev'indeki nazm ve intizamý gösteriyor. Zira, her bir fen kavaid-i külliye desatirinden ibarettir. Demek þahsýn nazarý, nizamý ihata etmezse, cevasis-i fünun vasýtasýyla görür ki, insan-ý ekber insan-ý asgar gibi muntazamdýr. Her bir þey, hikmet üzere vaz' edilmiþtir. Faidesiz abes yoktur. Þu (*) bürhanýmýz deðil yalnýz erkâný ve âzasý, belki bütün hüceyratý, belki bütün zerratý birer lisan-ý zâkir-i tevhid olarak büyük bürhanýn sada-yý bülendine iþtirak ederek “Lâ Ýlahe Ýllallah” diye zikrediyorlar.

 

ÜÇÜNCÜ BÜRHAN: Kur'an-ý Azîmüþþan'dýr. Þu bürhan-ý nâtýkýn sinesine kulaðýný yapýþtýrsan iþiteceksin: “Allahü Lâ Ýlahe Ýlla Hu”yu tekrar ediyor. Hem gayet mükemmel semeratýyla, meyvedar bir aðacýn menba-ý hayatý olan cürsûme olmazsa veya kökü bozuksa, semere ver

 

_________________________________

 

(*) Delaletçe sîmasý bir “Hu” lafzýna benzer ki, o “Hu”nun her bir cüz'ü küçük “Hu”lardan, her bir küçük “Hu” da küçücük “Hu”lardan teþekkül etmiþtir.

 

sh: » (Ms: 229)

 

mez. Þu bürhanýmýz dallarýnda meyve-i hak ve hakikat o kadar çoktur ve o kadar doðrudur ki, þübhe býrakmaz ki cürsûmesinde olan mes'ele-i tevhid, hiç vehim býrakmaz derecede kuvvetli, doðru bir hak ve hakikatý tazammun ediyor. Hem þu bürhanýn âlem-i þehadet tarafýna tedelli etmiþ olan ahkâma dair dalý, bütün sýdk ve hak ve hakikat olduðu gibi, bizzarure âlem-i gayb tarafýna uzanan tevhide ve gayba dair gusn-u azamý (aðaç dalý) yine sabit hakaik ile meyvedardýr.

 

Hem derince þu bürhan tersim edilse anlaþýlýr ki, onu gösteren zât, neticesi olan mes'ele-i tevhidde o kadar emindir ki, hiç bir þaibe-i tereddüd hiç bir tarafýnda ihsas edilmiyor. Hem o neticeyi bütün hakaika esas addederek müselleme ve zaruriye olduðunu bütün kuvvet-i beyanýyla ve ýsrarýyla ona giydiriyor. Ve baþka þeyleri ona ircâ ediyor. Temel taþý gibi o þedid kuvvet, sun'î olamaz. Hem de, üstündeki sikke-i i'caz her ihbarýný tasdik eder. Tezkiyeden müstaðni kýlar.

 

Âdeta ihbaratý binefsiha sabit umûrlardandýr. Evet þu bürhan-ý münevverenin altý ciheti de þeffaftýr. Üstünde i'caz; altýnda mantýk ve delil; saðýnda aklý istintak; solunda vicdaný istiþhad; önünde hedefinde hayýr ve saadet; nokta-i istinadý vahy-i mahzdýr. Vehmin ne haddi var ki girebilsin.

 

Marifet-i Sâni' denilen kemalât arþýna uzanan mi'raclarýn usûlü dörttür.

 

Birincisi: Tasfiye ve iþrâka müesses olan muhakkikîn-i sofiyenin minhacýdýr.

 

Ýkincisi: Ýmkân ve hudûsa mebni mütekellimînin tarîkýdýr.

 

Bu iki asýl, çendan Kur'andan teþaub etmiþlerdir. Lâkin fikr-i beþer baþka surete ifrað ettiði için uzunlaþmýþ ve müþkilleþmiþ, evhamdan masun kalmamýþlar.

 

Üçüncüsü: Þübehat-âlûd hükema mesleðidir.

 

Dördüncüsü ve en birincisi: Belâgat-ý Kur'aniyenin ulvî mertebesini ilân etmekle beraber, cezalet cihetiyle en parlaðý ve istikamet cihetiyle en kýsasý ve vuzuh cihetiyle beþerin umumuna en eþmeli olan mi'rac-ý Kur'anîdir. Hem o arþa çýkmak için dört vesile vardýr: Ýlham, talim, tasfiye, nazar-ý fikrî.

 

Tarîk-ý Kur'anî iki nevidir:

 

Birincisi: Delil-i inâyet ve gayettir ki, menafi-i eþyayý ta'dad eden bütün âyât-ý Kur'aniye bu delili nesc ve þu bürhaný tanzim ediyorlar. Bu delilin zübdesi, kâinatýn nizam-ý ekmelinde ittikan-ý san'at ve riayet-i mesalih ve hikemdir. Bu ise Sâniin kasd ve hikmetini isbat ve tesadüf vehmini ortadan nefyediyor. Zira ittikan ihtiyarsýz olmaz. Evet nizamýn þahidleri olan bütün fünun-u ekvan, mevcudatýn silsilelerindeki halka

 

sh: » (Ms: 230)

 

lardan asýlmýþ mesalih ve semeratý ve inkýlâbat-ý ahvalin katmer ve düðümleri içinde saklanmaz hikem ve fevaidi göstermekle, Sâniin kasd ve hikmetine kat'î þehadet ediyorlar. Ezcümle:

 

Fenn-i hayvanat, fenn-i nebatat, ikiyüz bini mütecaviz enva'ýn büyük peder ve âdemleri hükmünde olan mebde'lerinin her birinin hudûsuna þehadet ettiði gibi; mevhum ve itibarî olan kavanin, kör ve þuursuz olan esbab-ý tabiiye ise bu kadar hayret-feza silsileler ve bu silsileleri teþkil eden ve efrad denilen dehþet-engiz birer makine-i acibe-i Ýlahiyenin icad ve inþasýna adem-i kabiliyetleri cihetiyle her bir ferd, her bir nevi müstakillen Sâni'-i Hakîm'in dest-i kudretinden çýktýklarýný ilân ve izhar ediyorlar.

 

Kur'an-ý Kerim فَارْجِعِ الْبَصَرَ هَلْ تَرَى مِنْ فُطُورٍ der. Kur'anda delil-i inayet vücuh-u mümkinenin en mükemmel vechi ile bulunuyor. Kur'an, kâinatta tefekküre emir verdiði gibi, fevaidi tezkâr ve nimetleri ta'dad eden âyâtýn fevasýl ve hâtimelerinde galiben akla havale ve vicdanla müþaverete sevketmek için

 

اَوَلاَ يَعْلَمُونَ, اَفَلاَ يَعْقِلُونَ, اَفَلاَ يَتَذَكَّرُ ونَ, فَاعْتَبِرُوا gibi, o bürhan-ý inâyeti ezhanda tesbit ediyor.

 

Ýkinci Delil-i Kur'anî: “Delîl-i Ýhtirâ”dýr. Hülâsasý:

 

Mahlukatýn her nev'ine, her ferdine ve o nev'e ve o ferde müretteb olan âsâr-ý mahsusasýný müntic ve istidad-ý kemaline münasib bir vücudun verilmesidir. Hiç bir nevi' müteselsil-i ezelî deðildir. Ýmkân býrakmaz. Ýnkýlâb-ý hakikat olmaz. Mutavassýt nev'in silsilesi devam etmez. Tahavvül-ü esnaf inkýlâb-ý hakaikýn gayrýsýdýr. Madde dedikleri þey, suret-i mütegayyire, hem harekât-ý mütehavvile-i hâdiseden tecerrüd etmediðinden hudûsu muhakkaktýr. Kuvvet ve suretler, a'raziyetleri cihetiyle enva'daki mübâyenet-i cevheriyeyi teþkil edemez. A'raz cevher olamaz. Demek enva'ýnýn fasîleleri ve umum a'razýnýn havass-ý mümeyyizeleri bizzarure adem-i sýrftan muhteradýrlar. Silsilede tenasül, þerait-i âdiye-i itibariyedendir.

 

Feya acaba! Vâcib-ül Vücud'un lâzime-i zaruriye-i beyyinesi olan ezeliyeti zihinlerine sýðýþtýramayan, nasýl oluyor da, her bir cihetten ezeliyete münafî olan maddenin ezeliyetini zihinlerine sýðýþtýrabilirler? Hem dest-i tasarruf-u kudrete karþý mukavemet edemeyen koca kâinat, nasýl oldu da küçücük ve nazik zerratlarýn (Öyle dehþetli salabet bul

 

sh: » (Ms: 231)

 

muþ ki) kudret-i ezeliyenin yed-i idamýna karþý dayanýyor. Hem nasýl oluyor ki, kudret-i ezeliyenin hassasý olan ibda ve icadý, hiç bir münasebet-i makule olmadan en âciz ve en bîçare esbaba isnad ediliyor?

 

Ýþte Kur'an-ý Kerim þu delili, halk ve icaddan bahseden âyâtý ile ezhanda tanzim ediyor. Müessir-i hakikî yalnýz Allah'týr. Tesir-i hakikî esbabda yoktur. Esbab, izzet ve azamet-i kudretin perdesidir. Tâ ki, aklýn nazar-ý zâhirîsinde, dest-i kudret umûr-u hasise ile mübaþir görünmesin. Bir þeyde iki cihet var: Biri mülk, âyinenin mülevven vechi gibi. Ezdad ona varid oluyor. Çirkin olur, þer olur, hakir olur, azîm olur... ilh. Esbab bu cihette vardýr. Ýzhar-ý azamet ve izzet-i kudret öyle ister.

 

Ýkinci cihet melekûtiyet cihetidir. Âyinenin þeffaf vechi gibi. Þu cihet her þeyde güzeldir. Þu cihette esbabýn tesiri yoktur. Vahdet öyle ister. Hattâ hayat ve ruh ve nur ve vücud, iki vecihleri þeffaf ve güzel olduðundan mülken ve melekûten vasýtasýz dest-i kudretten çýkýyorlar.

 

DÖRDÜNCÜ BÜRHAN: Vicdan-ý beþer denilen fýtrat-ý zîþuurdur. Þu bürhanda dört nükteyi nazar-ý dikkate al:

 

Birincisi: Fýtrat yalan söylemez. Meselâ, bir çekirdekte meyelan-ý nümuvv der ki: “Sünbülleneceðim, meyve vereceðim.” Doðru söyler. Meselâ, yumurtada bir meyelan-ý hayat var, der: “Piliç olacaðým.” Biiznillah olur. Doðru söyler. Meselâ bir avuç su, incimad ile meyelan-ý inbisatý der: “Fazla yer tutacaðým.” Metin demir onu yalan çýkaramaz. Sözünün doðruluðu demiri parçalar. Ýþte bu meyelanlar, irâde-i Ýlâhiyeden gelen evâmir-i tekvîniyenin tecellileridir, cilveleridir.

 

Ýkincisi: Beþerin havass-ül hams-ý zâhire ve bâtýnadan baþka, âlem-i gayba karþý açýlan pek çok pencereleri var. Gayr-ý meþ'ur pek çok hisleri var. Hiss-i sâmia, bâsýra, zaika olduðu gibi, bir hiss-i sâdise-i sadýka olan saika vardýr. Hem bir hiss-i sâbia-i bârika olan þaika var. O þevk ve sevk yalan söylemez, yanlýþ gidemez.

 

Üçüncüsü: Mevhum bir þey hakikat-ý hariciyeye mebde' olamaz. Fýtrat ve vicdanda nokta-i istinad ile nokta-i istimdad, iki hakikat-ý zaruriyedir. Hilkatin safveti ve en mükerremi olan ruh-u beþer, o iki nokta olmazsa en süfli, en berbad bir mahluk olur. Halbuki, kâinattaki hikmet ve nizam ve kemal bu ihtimali reddeder.

 

Dördüncüsü: Akýl tâ'til-i eþgal etse de, nazarýný ihmal etse, vicdan Sânii unutamaz. Kendi nefsini inkâr etse de; onu görür, onu düþünür, ona müteveccihtir. Hads ki, þimþek gibi sür'at-i intikaldir, daima onu tahrik eder. Hadsin muzaafý olan ilham, onu daima tenvir eder. Meyelanýn muzaafý olan arzu ve onun muzaafý olan iþtiyak ve onun mu

 

sh: » (Ms: 232)

 

zaafý olan aþk-ý Ýlahî, onu daima marifet-i Zülcelal'e sevkeder. Þu fýtrattaki incizab ve cezbe, bir hakikat-ý cazibedarýn cezbiyledir.

 

Bu nükteleri bildikten sonra þu bürhan-ý enfüsî olan vicdana müracaat et. Göreceksin ki, kalb bedenin aktarýna, neþr-i hayat ettiði gibi, kalbdeki ukde-i hayatiye olan marifet-i Sâni'dir ki, istidadat-ý gayr-ý mahdude-i insaniye ile mütenasib olan âmâl ve müyul-ü müteþaibeye neþr-i hayat eder. Lezzeti içine atar ve kýymet verir ve bast ve temdid eder. Ýþte nokta-i istimdad.

 

Ve kavga ve müzahemetin meydaný olan daðdaða-i hayata hücum gösteren âlemin, binlerce musibet ve müzahamelere karþý yegâne nokta-i istinad yine marifet-i Sâni'dir.

 

Evet her þeyi hikmet ve intizam ile iþleyen bir Sâni'-i Hakîme itikad etmezse ve alelamyâ kör tesadüflere havale ederse ve o beliyyata karþý elindeki kudretin adem-i kifayetini düþünse, ister istemez tevahhuþ, dehþet, telaþ, havftan mürekkeb bir halet-i cehennemnümun ve ciðerþikâfe düþecektir. O ise eþref ve ahsen-i mahlukat olan ruh-u insaniyetin her þeyden ziyade periþan olduðunu istilzam eder. O ise, intizam-ý kâmil-i kâinattaki nizam-ý ekmele zýd oluyor. Þu nokta-i istimdad ve nokta-i istinad ile bu derece nizam-ý âlemde hüküm-fermalýk, hakikat-ý nefs-ül emriyenin hassa-i münhasýrasý olduðu için, her vicdanda iki pencere olan þu iki noktadan Sâni'-i Zülcelâl mârifetini kalb-i beþere daima tecelli ettiriyor. Akýl gözünü kapasa da, vicdanýn gözü daima açýktýr. Sâni'-i Zülcelâl bu dört bürhan-ý azîmin kat'î þehadetleriyle Vâcib-ül Vücud, Ezelî, Vâhid, Ehad, Ferd, Samed, Alîm, Kadîr, Mürîd, Semi', Basîr, Mütekellim, Hayy, Kayyum olduðu gibi bütün evsaf-ý celâliye ve cemaliye ile muttasýftýr. Zira mukarrerdir ki: Masnûdaki feyz-i kemâl Sâniin zýll-i tecellisinden muktebesdir. Demek, kâinatta ne kadar hüsn-ü cemal, kemal varsa, umumundan lâyühad derecede yüksek tabakada evsaf-ý cemaliye ve kemaliye ile Sâni'-i Zülcelâl muttasýftýr. Zira, ihsan servetin, icad vücudun, îcab vücubun, tahsin hüsnün, tenvir nurun fer'i ve delili olduðu gibi; bütün kâinattaki bütün kemal ve cemal, Sâni'-i Zülcelalin kemal ve cemaline bir zýll-ý zalîldir ve bürhanýdýr.

 

Hem de Sâni'-i Zülcelâl cemî nekaisten münezzehtir. Zira nevakýs mahiyet-i maddiyatýn istidadsýzlýðýndan neþ'et eder. Zât-ý Zülcelâl maddiyattan mücerreddir, münezzehtir. Hem kâinatýn mahiyat-ý mümkinesinden neþ'et eden evsaf ve levazýmatýndan mukaddestir.

 

لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ جَلَّ جَلاَلُهُ سُبْحَانَ مَنِ اخْتَفَى لِشِدَّةِ ظُهُورِهِ سُبْحَانَ مَنِ اسْتَتَرَ لِعَدَمِ ضِدِّهِ سُبْحَانَ مَنِ احْتَجَبَ بِاْلاَسْبَابِ لِعِزَّتِهِ

 

sh: » (Ms: 233)

 

Sual: Vahdet-ül vücudu nasýl görüyorsun?

 

Elcevab: Tevhidde istiðraktýr ve nazara sýðmayan bir tevhid-i zevkîdir. Esasen tevhid-i rubûbiyet ve tevhid-i uluhiyetten sonra tevhidde zevken þiddet-i istiðrak, vahdet-i kudret yani لاَ مُؤَثِّرَ فِى الْكَوْنِ اِلاَّ اللّه sonra vahdet-i idare, sonra vahdet-üþ þuhud, sonra vahdet-ül vücud, sonra yalnýz bir vücudu, sonra yalnýz bir mevcudu görünceye müncer oluyor. Muhakkikîn-i Sofiyenin müteþabihat hükmünde olan þatahatýyla istidlâl edilmez. Daire-i esbabý yýrtýp çýkmayan ve tesirinden kurtulmayan bir ruh, vahdet-ül vücuddan dem vursa, haddini tecavüz eder. Dem vuranlar, Vâcib-ül Vücud'a o kadar hasr-ý nazar etmiþlerdir ki, mümkinattan tecerrüd ederek, yalnýz bir vücudu belki bir mevcudu görmüþler. Evet delil içinde neticeyi görmek, âlemde Sânii müþahede etmek, tarîk-ý istiðrakkârâne cihetiyle cedâvil-i ekvanda cereyan-ý tecelliyat-ý Ýlahiyeyi ve melekûtiyet-i eþyada sereyan-ý füyuzatý ve meraya-yý mevcudatta tecelli-i esmâ ve sýfâtý, yalnýz zevken anlaþýlýr birer hakikat iken, dîk-ý elfaz sebebiyle ulûhiyet-i sâriye ve hayat-ý sâriye tabir ettiler. Ehl-i fikir, o hakaik-i zevkiyeyi nazarýn mekayisine sýkýþtýrdýðýndan çok evham-ý bâtýlaya menþe oldu. Maddeperver hükema ve zaîf-ül itikad ehl-i nazarýn vahdet-ül vücudu ile evliyanýn vahdet-ül vücudu, tamamen birbirinin zýddýdýr. Beþ cihetten fark vardýr:

 

Birincisi: Muhakkikîn-i Sofiye, Vâcib-ül Vücud'a o kadar hasr-ý nazar etmiþ ve müstaðrak olmuþ ve ehemmiyet vermiþler ki, onun hesabýna kâinatýn vücudunu inkâr etmiþler. Hükemâ ve zaîf-ül îtikad olanlar, maddeye o kadar hasr-ý nazar etmiþler ve müstaðrak olmuþlar ki, fehm-i ulûhiyetten uzaklaþtýlar. Ve o derece maddeye kýymet verdiler ki, herþeyi maddede görmek hattâ ulûhiyeti onda mezcetmek, hattâ kâinat hesabýna ulûhiyetten istiðna etmek derecede tarîk-ý müteassifeye girmiþlerdir.

 

Ýkincisi: Muhakkikîn-i sofiyenin vahdet-i vücudu vahdet-üþ þühudu tazammun eder. Ýkincilerin vahdet-ül mevcudu tazammun eder.

 

Üçüncüsü: Birincilerin mesleði zevkîdir. Ýkincilerin nazarîdir.

 

Dördüncüsü: Birinciler evvelen ve bizzât Hakk'a, nazar-ý tebeî olarak halka bakarlar. Ýkinciler, evvelen ve bizzât halka bakarlar.

 

Beþincisi: Birinciler, Hüdaperesttirler. Ýkinciler, hodperesttirler.

 

اَيْنَ الثَّرَا مِنَ الثُّرَيَّا وَ اَيْنَ الضِّيَاءُ السَّاطِعُ مِنَ الظُّلْمَةِ الدَّامِسَةِ

 

sh: » (Ms: 234)

 

TENVÝR

 

Meselâ: Küre-i Arz rengârenk muhtelif ve küçük küçük cam parçalarýndan farzolunursa, her biri baþka hasiyetle levnine ve cirmine ve þekline nisbet ile þemsden bir feyiz alacaktýr. Þu hayalî feyiz ise, ne güneþin zâtý ve ne de ayn-ý ziyasýdýr. Hem de ziyanýn temasili ve elvan-ý seb'asýnýn tesaviri ve güneþin tecellisi olan þu gûna-gûn ve rengârenk çiçeklerin elvaný faraza lisana gelseler, herbiri “Güneþ benim gibidir” veyahut “Güneþ benim” diyeceklerdir.

 

آنْ خَيَالاَتِى كِه دَامِ اَوْلِيَاستْ * عَكْسِ مَهْرُ ويَانِ بُوسْتَانِ خُدَاسْتْ Fakat ehl-i vahdet-üþ þühudun meþrebi, fark ve sahvdýr. Ehl-i vahdet-ül vücudun meþrebi mahv ve sekirdir. Safi meþreb ise, meþreb-i ehl-i fark ve sahvdýr.

 

تَفَكَّرُ وا فِى آلاَءِ اللّهِ وَ لاَ تَفَكَّرُ وا فِى ذَاتِهِ فَاِنَّكُمْ لَنْ تَقْدِرُوا {

 

حَقِيقَة الْمَرْءِ لَيْسَ الْمَرْء يُدْرِكُهَا فَكَيْفَ كَيْفِيَّةُ الْجَبَّارِ ذِى الْقِدَمِ {

 

هُوَ الَّذِى اَبْدَعَ اْلاَشْيَاءَ وَ اَنْشَاَهَا فَكَيْفَ يُدْرِكُهُ مُسْتَحْدَثُ النَّسَمِ

 

“NOKTA”nýn ikinci kýsmý, haþir ve melâike ve beka-yý ruha âit olduðundan ve bu hakikatlarý kerametli “Yirmidokuzuncu Söz” ve “Onuncu Söz” gayet parlak bir surette izah ettiðinden onlara havale edilerek buraya dercedilmedi. Üçüncü kýsým ise, Ondört Ders'ten ibaret “Nur'un Ýlk Kapýsý” namýyla ayrýca neþredildi.

 

Said Nursî

 

sh: » (Ms: 235)

 

MÜNDERECAT HAKKINDA

 

Bu mühim mecmuanýn cümle-i mukaddematýndan olan bir “Ý’lem”de:

 

“Bu Risale, bazý âyât-ý Kur'aniyenin þuhudî bir nevi tefsiridir. Ve ondaki mes'eleler Kur'an-ý Hakîm'in bahçesinden koparýlmýþ çiçeklerdir. Bu risalenin ibaresindeki icmal ve îcaz ve fehmindeki zâhirî müþkilât, sana tevahhuþ vermesin. Tekrar tekrar mütalaa et, tâ ki لَهُ مُلْكُ السَّمَوَاتِ وَ اْلاَرْضِ ve emsali tekrarat-ý Kur'aniyenin sýrrý sana açýlsýn.

 

Ey kari! Bu mecmuadaki tevhidin bürhanlarý ve mazharlarý, birbirine ihtiyaç býrakmýyor zannetme. Çünki ben her bir bürhana her bir makam-ý mahsusta ihtiyaç hissettim. Harekât-ý cihadiyem beni öyle bir mevkie ilca ediyordu ki, o mevkide, o anda bir kapý açmaya mecbur kalýyordum. Çünki o dehþetli anda diðer açýk kapýlara dönmek müyesser olmuyordu. Hem o seyahat-ý acibede rastgeldiðim nurlara delalet etmek için deðil, belki hatýrlamak için iþaretler koydum. Bazan büyük bir nura bir iþaret koyuyordum... “Ýlââhir” diye ne kadar güzel bir mukaddemeyi ve bir hülâsayý -bu mecmua- âdeta þifre gibi bir anahtarý karilerine takdim ediyor.

 

* * *

 

Bu Mesnevî-i Nuriye'deki risalelerin isimleri “Reþhalar, Katre, Hubab, Habbe” þeklinde gidiyor. Eðer Katre Risalesi'nin âhirinde merhum Þeyh Safvet Efendi'nin yazdýðý gibi, her bir risaleye bir takriz yazýlsa idi, o merhumun “Bu bir katre deðil bir bahrdýr” dediði gibi biz de derdik:

 

“O bir lem'a deðil bir þemstir. O bir reþha deðil bir bahrdýr. O bir zühre deðil bir cinandýr. O bir hubab deðil bir ummandýr.”

 

sh: » (Ms: 236)

 

sh: » (Ms: 237)

 

Fihrist

 

MUKADDEME ...........................................................................................7-9

 

1- LEM'ALAR.............................................................................................10-20

 

Tevhide dair olup Risale-i Nur'daki Yirmiikinci Söz'ün esasý ve bir cihette Arabçasýdýr. Ondört Lem'a ile tevhidin en ince hakikatlarýný, en mufassal bir surette

 

وَ فِى كُلِّ شَيْءٍ لَهُ آيَةٌ تَدُ لّ عَلَى اَنَّهُ وَاحِدٌ hakikatýna mazhar edecek bir silsile-i delail ve þehadeti ibraz eden çok kýymetdar ve hava, su, ekmek gibi herkesin muhtaç olduðu bir risaledir.

 

Nur'un Mesnevîsinin baþýnda derc edilen “Lâsiyyemalar”, “Lem'alar”, “Reþhalar” isimlerindeki üç risale, âhirdeki risaleler gibi müteferrik mes'elelerden bahis deðildir. Ayný mevzu üzerinde gidiyorlar.

 

2- REÞHALAR....................................................................................................21-32

 

Bu Reþhalar risalesi, îmanýn en mühim üç erkânýndan nübüvvetin hakikatýný ve nübüvvet-i Ahmediye'yi (A.S.M.) gayet kat'î ve parlak bürhanlarla isbat ediyor. Þems nasýl ziya vermemesi mümkün deðildir. Aynen öyle de: Ulûhiyet de risaletsiz mümkün olmadýðýný isbat ediyor. Ve nübüvvetin hakikatýný güneþ gibi gösteriyor. Kâinatý mücessem bir Kur'an-ý kebîr olarak temsil edip, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm onun âyet-ül kübrasý olduðunu, gözünde perde ve kalbinde pas olmayanlara irâe ediyor.

 

Bu hârika risale “Onbir Reþha”dýr. Onbirinci Reþha'da, yirmibir mu'cizat-ý Ahmediyeye (A.S.M.) iþaret eden bir salavat-ý þerifeyi o Nebiyy-i Zîþan Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimize getiriyor.

 

Onbirinci Reþha'dan sonra uzun bir Ý’lem'de, nübüvvet-i Ahmediyeye (A.S.M.) -baþka bir tarzda- görülmemiþ delilleri gösteriyor.

 

Bu risalenin Türkçesi, Risale-i Nur'daki Ondokuzuncu Söz'dedir.

 

sh: » (Ms: 238)

 

Mesnevî'nin baþýndaki bu üç risale “Eski Said”in eserlerinden olmayýp, Üstadýmýzýn tabiriyle, “Yeni Said”in eserleridir. Üstadýmýzýn eski eserlerinden Risale-i Nur'a girenler olduðu gibi; Risale-i Nur'u te'lifi zamanýnda yazdýðý Arabça eserleri de, bu suretle Mesnevî-i Arabiyeye idhal olunmuþtur.

 

3- LآSÝYYEMALAR .........................................................................................33-49

 

Îmân-ý Haþre dair olan bu risale Risale-i Nur'daki Onuncu Söz'ün esasý olup Barla'da, Üstadýmýzýn -bir bahar gününde- rahmet-i Ýlahiyenin âsârýný bað ve bahçelerde müþahedesinden ve ihtiyarsýz olarak فَانْظ رْ اِلَى آثَارِ رَحْمَةِ اللّهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذلِكَ َلم حْيِى اْلمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ âyet-i kerimesini kýrk defaya yakýn okumasýndan sonra tulû' etmiþ gayet kýymettar ve bu zamanda çok lüzumlu ve inkâr-ý haþir mefkuresini köküyle kesip Ýbn-i Sina gibi acib bir dâhînin “Haþir bir mes'ele-i nakliyedir, akýl bu yolda gidemez” dediði haþri en basit fehme de kabul ettiren; ve haþrin binler nümunelerini arz yüzünde gösteren; ve haþri iktiza eden pek çok esmâ-i Ýlâhiyeden tut, tâ mahiyet-i insaniyede dahi haþri isbat eden bir risaledir.

 

Bir kaide-i hasenenin tezahürü olarak, her risalenin baþýnda olduðu gibi bu risalenin baþýnda da Cenab-ý Hakk'a tahmidat ve Nebiyy-i Zîþan'a salât ü selâm vardýr. Ýmân-ý Billâh, îmân-ý bi'n-nebî, îman-ý bil'haþir ve þuhud-u kâinat mabeyninde bir irtibat-ý tâmme ve telâzum-u kat'iye olduðundan, bu risale kýsaca olarak “Tevhid ve Risalet” hakikatlarýndan bahsederek esas mes'ele olan mes'ele-i haþriyeye Lâsiyyemâlarla geçmiþtir. Risale-i Nur'un Yirmisekizinci Söz'ünün Ýkinci Makamý olan bu risale, yirmi senedir Üstadýmýzýn eline yeni geçmiþtir.

 

4- KATRE ..........................................................................................................50-63

 

Bu Katre risalesi, bir mukaddeme, bir hâtime ve dört babdan ibarettir. Mukaddemede Üstadýmýz, kýrk sene ömründe, te'lif eylediði seneye nisbetle otuz senelik ilim seyrinde, dört kelime ile dört kelâm tahsil ettiðini ve bu dört kelimenin biri “Mâna-yý Harfî”, ikincisi “Mâna-yý Ýsmî”, üçüncüsü “Niyet”, dördüncüsü “Nazar” olduðunu.. dört kelâm ise, biri “Ben kendi kendime mâlik deðilim”, ikincisi “El-mevtü hakkun”, üçüncüsü “Rabbî vâhidün”, dördüncüsü “Ene'nin bir nokta-i sevda ve bir vâhid-i kýyâsî” olduðunu söylüyor. Bu Risale اَشْهَد اَنْ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّه

 

hakikatýný, Birinci Bab olarak, kâi

 

sh: » (Ms: 239)

 

nat erkânýndan her bir rükn ellibeþ küllî ve gayet zâhir lisanla isbat ediyor.

 

TAKRÝZ.............................................................................................................64

 

KATRE'NÝN HATÝMESÝ .....................................................................................65-75

 

Müteferrik ve kýsa, fakat çok lüzumlu ve mühim hakikatlardan bahseder. Baþýnda “yeis, ucb, gurur, sû'-i zan” gibi nefsin dört hastalýðýný; sonra dört hakikatý ve daha sonra da “Katre”de zikredilen Birinci Bab'daki “Lâ ilahe illallah” hakikatýný ve devamý olarak Bâb-ý Sâni'de “Sübhanallah”; Bâb-ý Sâlis'te “Elhamdülillâh”; Bâb-ý Râbi'de “Allahü Ekber” mertebelerini beyan ettikten sonra, Nokta ve Nükte baþlýklarýyla mevzu itibariyle birbirinden farklý Ý’lemlere geçer.

 

KATRENÝN ZEYLÝ.............................................................................76-83

 

“Remz”ler ve “Ý’lem”ler ünvaný altýnda, her birisi bir risaleye mevzu olacak kýymette hakikatlardan ibarettir. Baþýnda salât ü selâmdan sonra birinci “Ý’lem” namazda evvel vakte riayet etmenin ve hayalen Kâ'be'ye mütevveccih olmanýn faziletini ve evham ve vesvese-i þeytaniyeyi nasýl müzmahil ettiðini ve musallînin bütün letaif ve havassýnýn nasýl feyizlendiðini beyan eder.

 

Bu geçen risaleler ayný zamanada erkân-ý îmaniyeden bahsetmekle hem îman, hem ilim, hem mârifetullah, hem zikir olduðundan okumasý dahi bir nevi ibadettir.

 

5- HUBAB .................................................................................................84-96

 

Biri Türkçe diðeri Arabça iki zeyli olan bu çok mühim risale, Üstadýmýzýn “Hutuvat-ý Sitte”yi neþri münasebetiyle taltif için Ankara'ya çaðrýldýðýnda, Ankara'da Ýslâm ordusunun Yunan'a galebesinden neþ'e alan ehl-i îmanýn kuvvetli efkârý içine gayet müdhiþ bir zýndýka fikri girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessasâne çalýþtýðýný gördüðü hengâmda te'lif ettiði iki eserden birisidir.

 

Bu risalenin baþýnda bulunan salât ü selâm çok ehemmiyetlidir. Bu Mesnevî-i Nuriyenin fevkalâde olan ve hiç bir eserde rastlanmayan bir hususiyeti de bir parmaðýn hareketiyle birkaç makineyi birden çalýþtýrmak gibi gayet belâgatlý bir beyan tarzýna sahib oluþudur. Sâbýkan zikredildiði gibi, bu muazzam mecmuada hem zikir, hem îman, hem tefekkür, hem ilmi bir arada bulmak daima mümkündür. Meselâ: Salât ü selâmý yalnýz zikir olarak dercetmiyor. Ayný zamanda onda bir îman inkiþafý, ayný zamanda bir ilim, ayný zamanda mü'min-i musalliyi evham ve þübehattan kurtaran hakikatlarý serd ederek lâakal üç mana mertebesini beyan ediyor.

 

Bu hârika risale mühim bir “Ý’lem”inde, medenî mü'min ile medenî kâfirin suret ve sîret ve zâhir ve bâtýn farklarýný gayet belîð bir tarzda beyan ediyor. Ve neticede bu farký körlere de göstermek için diyor ki: “Eðer istersen hayalinle Nurþin

 

sh: » (Ms: 240)

 

karyesindeki Seydâ'nýn meclisine git bak: Orada fukara kýyafetinde melikler, padiþahlar ve insan elbisesinde melaikeleri bir sohbet-i kudsiyede göreceksin. Sonra Paris'e git ve en büyük localarýna gir, göreceksin ki, akrepler insan libasý giymiþler ve ifritler adam suretini almýþlar ilâ âhir” diyerek daha baþka cihetteki farklarýný “Lemaat” ve “Sünuhat”a havale eder.

 

Baþka bir “Ý’lem”de, Risale-i Nur'da Yirmiyedinci Söz namýný alan Ýçtihad Risalesi'ni dört sahifede hülâsa ediyor.

 

HUBAB'IN BÝRÝNCÝ ZEYLÝ.....................................................................................97-106

 

Farisî bir münacatla baþlar. Bu münacatýn Türkçesi Yedinci Rica'da ve Onyedinci Söz'ün zeylinde vardýr.

 

ـstadýmýz hiç Farisî tahsil etmediði halde o kadar mükemmel Farisî bir lisan ile te'lif edilmiþtir ki, o zamanki Afgan Sefiri bu eseri takdir hisleri içerisinde Afganistan'a göndermiþtir. Bu Farisî münacatýn akabinde: “Ey Mücahidîn-i Ýslâm” baþlýðý altýnda Türkçe olarak meb'usana on maddelik bir hitab vardýr. Bu hitabýn tesiriyle Meclis-i Meb'usanda küçük bir oda olan mescid, büyük bir salona tebdil edilmiþtir.

 

ZEYL-ÜL HUBAB .........................................................................................107-115

 

Hubab'ýn Ýkinci Zeyli de çok mühim hakikatlarý ihtiva etmektedir.

 

6- HABBE ............................................ .........................................................116-133

 

Ýki zeyli vardýr. Bu risalenin birinci “Ý’lem”i, hakikat-ý Muhammediye (A.S.M.) âlemin hem sebeb-i hilkati, hem çekirdeði, hem meyvesi, hem netice-i hilkat-i âlem olduðunu gayet edibane bir üslûb ile beyan ediyor. Diyor ki: Eðer âlemi bir kitab-ý kebir olarak görsen, kâtibinin kaleminin mürekkebi Nur-u Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdýr. Eðer âlemi bir þecere suretinde görsen, evvelâ çekirdeði, sonra meyvesi yine Nur-u Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'dýr. Eðer âlemi bir zîhayat libasýný giymiþ görsen, Onun ruhu Nur-u Muhammedî Aleyhissalâtü Vesselâm'dýr. Eðer âlemi bir gül bahçesi olarak görsen onun andelib-i zîþaný yine Nur-u Muhammedî Aleyhissalâtü Vesselâm'dýr.”

 

Risalenin sonunda gayet güzel bir tazarru' ve niyaz ve istiðfar vardýr.

 

ZEYL-ÜL HABBE ............................................ ...............................................134-142

 

Habbenin Birinci Zeyli'nin âhirlerinde,

 

حَسْبُنَا اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ * لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ اِلاَّ بِاللَّهِ الْعَلِىِّ الْعَظِيمِ mertebelerinin Yirmidokuzuncu Lem'a-i Arabiye'ye nisbeten kýsa ve gayet güzel beyanlarý mündericdir.

 

sh: » (Ms: 241)

 

ZEYL-ÜZ ZEYL ............................................ ....................................................143-148

 

Habbe'nin ikinci zeylinde, gayet mühim bir risale olan hem Arabca, hem Türkçe olarak kesretle intiþar eden Asâ-yý Musa mecmuasýnda Yirmiüçüncü Lem'a namýndaki “Tabiat Risalesi”nin muhtasar kýsa Arabçasý da vardýr.

 

Bu risale, Ankara'da te'lif edildiði zaman bir matbaada tab'edilmiþtir. Ýnsanlarýn aðzýndan çýkan dehþetli üç kelimenin butlanýný isbat ederek tabiat bataklýðýnda boðulanlarý kurtarýyor.

 

7- ZÜHRE .................................................................................149-179

 

Uzun bir hakikatýn yalnýz ucunu göstermek ve parlak bir nurun yalnýz bir þuaýný irae etmek maksadýyla yazýlan bu çok mühim risale, gayet ehemmiyetli hakikatlarý ihtiva ettiðinden en mümtaz Nur þakirdlerinin musýrrane talebleri üzerine -ekserisi Arabça bilmeyen o þakirdlerin istifadelerine medar olmak için- kýsmen izahlý, kýsmen kýsa bir meali Üstadýmýz tarafýndan Türkçeye çevrilmiþ ve Onyedinci Lem'a namýyla Onbeþ Nota olarak Risale-i Nur Külliyatýnýn Lem'alar kýsmýna ilhak edilmiþtir.

 

Zühre þöyle bir hakikatla baþlar: Dünyadaki her zîhayat, mâlikinin ismiyle, namýyla hesabýyla çalýþan muvazzaf bir asker gibidir. Kim kendini kendine mâlik zannetse o kimse hâliktir.

 

Sonra uzun ve muhit bir salât ü selâmý müteakib her biri bir risalenin güya hülâsasý ve çekirdeði mahiyetindeki þümullü “Ý’lem”lere geçer. “Ý’lem”lerin birisinde, Kur'an tilmizi ile felsefe tilmizini içtimaî ve þahsî cihetlerden mukayese ederek felsefenin sakîm ve muzýr kýsmýnýn bâtýl hükümlerini çürütür. Son “Ý’lem”i de, gayet güzel ve hazîn bir münacat ihtiva etmektedir. daha fazla malûmatý Türkçe olan Notalar Risalesi'ne havale ederiz.

 

Bu Mesnevî-i Nuriye'nin fihristesinde, o kýymettar hârika risalelerdeki yüzer hakikatlerden yalnýz bir ikisini nâkýs fehmimizle ve kasýr ifademizle göstermeðe çalýþtýk. Yoksa gösterdiðimiz misaller, o hârika-i ilm ü irfanýn ne en canlý noktalarý olabilir ve ne de en kýymetli cevherleri olabilir. Belki o þemsin cüz'î bir þuaý ve o bahrýn küçük bir katresidir.

 

8- ZERRE .......................................... .........................................................180-191

 

Þeytanýn ve ehl-i ilhadýn bazý vesveselerini tard eden müteferrik mes'elelerden bahseden hârika ve fevkalâde bir risale olup iki kýsýmdan ibarettir.

 

Ýman ve ahlâkiyatý ve vesveselerin izalesini ve insandaki teþahhusat-ý vechiyenin hikmetini beyan eden Ý’lem'ler bu risalenin münderecatýndadýr. Bir Ý’leminde

 

وَمِنْ آيَاتِهِ خَلْقُ السَّمُوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفِ اَلْسِنَتِكُمْ وَ اَلْوَانِكُمْ âyetinde zikredilen semavat ve arzýn hilkati ve beþerin lisan ve

 

sh: » (Ms: 242)

 

renklerinin ihtilafý Cenâb-ý Hâlýk-ý Zülcelâl'in âyetlerinden olduðunun hakikatýný gayet güzel bir tarzda beyan ediyor. Diyor ki:

 

“Bütün beþerin esasat-ý azada ittifaký, Sâniin vahdetine; teþahhusat-ý vechiyede temayüzü, Sâni'in muhtar ve hakîm olduðuna gayet bâhir ve zâhir delildir” der ve isbat eder. Beþerin birbirinden teþahhusça farklarýnýn hikmetini ve diðer mahlukatta bu temayüzün ferden ferda olmayýp nevi nevi oluþu hikmetin öyle iktiza ettiðini izah ediyor.

 

Baþka bir Ý’lemde, þeytan-ý insî ve cinnînin, bakaranýn bâtýnen gayet mükemmel, zâhiren miskin oluþu hakkýndaki bir vesvesesini tardeder ve der ki: “Ey þeytan-ý cinnîye üstad olan þeytan-ý insî! Eðer her þey, her þeyi maslahat miktarýyla ve lâyýk-ý vechile yapan Kadîr-i Ezelî'nin san'atý olmasa idi, senin eþeðinin kulaðý senden ve senin üstadlarýndan daha akýllý ve daha hâzýk olmasý lâzým gelirdi.” diye insî ve cinnî þeytanlarýn vesveseleri yüzlerine çarpýlarak; bakaranýn yani ineðin dâhilinin mutlak olduðunun ve haricinin mukayyed oluþunun hikmetini aklen ve ilmen gayet mukni bir surette beyan eder.

 

Ahlâka dair bir Ý’lem'inde der ki: “Ey fâsýk! Bil ki medeniyet-i sefihe öyle müdhiþ bir riyayý ibraz etmiþ ve meydana çýkarmýþ ki, ehl-i medeniyetin ondan kurtulmasý mümkün deðildir. Çünki ehl-i medeniyet o riyaya þan ü þeref namýný vermiþ. Ýnsaný þahýslara karþý riyakârlýða bedel unsurlara ve milletlere ve devletlere karþý riyakârlýða teþvik etmiþ ve tarihi onlara müþevvik ve alkýþçý ve cerideleri de, yani gazeteleri de dellâl yapmýþ. Ölümü unutturup (güya) unsurlarý içinde bir hayatlarý var diye zaman-ý cahiliyetteki gaddar zalimlerin desiseleri nev'inden bir desise ile beþeri tasannu ve riyakârlýða sevk etmiþtir.” Ne kadar okunsa okunmaða lâyýk olan bu risale dahi, bir istiðfar ve Hazret-i Mevlâna'nýn bir beytiyle nihayet bulmuþtur.

 

9- ÞEMME.............................................................................................................192-203

 

Kâinatýn mecmmundan tâ zerreye kadar mütenâzilen her bir mevcudun, pek çok esma-i Ýlahiyeden Allah, Rab, Mâlik, Müdebbir, Mürebbi, Mutasarrýf ve Nâzým isimlerine þehadet ettiklerini isbat eder. Baþka bir Ý’lem'inde, hiç bir kimsenin Sâni'-i Âlem'den þikayet hakký olmadýðýný gösterir. Diðer bir Ý’lem'inde Kur'an-ý Hakîm'in ilk ve ekser muhatabý olan cumhur-u avamýn fehimlerini nasýl okþadýðýný ve onlarýn idraklerine nasýl müraat ettiðini uzun bir hakikatle beyan eder. Hem tayy-ý mekân ve bast-ý zaman ve ene'nin mahiyeti ve iki vechi gibi pek çok ince hakaiký beyan eden müteferrik mevzulardan müteþekkil bir kýymettar risaledir.

 

Bu risale:

 

Meded ey kafile-salar-ý rusül huz biyedî,

 

Sensin ey nur-u kerem cümlemizin mu'temedi

 

Ýntisâbým sanadýr iþte dilimde senedi:

 

Lâilâhe illâllah Muhammedün Resûlullah.

 

sh: » (Ms: 243)

 

diye bir manzum kýt'adan sonra uzun ve muhit bir istiðfar ve duaya geçerek hitama erer.

 

ONUNCU RÝSALE:...............................................................................................204-229

 

Diðerlerine nisbetle büyük olan bu risalede, Sözler'den bazýlarýnýn hülâsalarýyla, müteferrik ve muhtelif mevzulardan ibaret Ý’lemler vardýr.

 

Birinci Ý’lem'inde وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشّيَاطِينِ âyet-i kerimesinin tefsirini, semavata çýkmak isteyen þeytanlarýn recmedilmelerini Yedi Basamak ile beyan eder.

 

Birinci basamaðýnda: Semadaki sükûnet ve sükûta ve intizama iþaretle der ki: “Sema ehli, arz ehli gibi hayýrlarýn ve þerlerin karýþmasýndan ve zýdlarýn içtimaýndan meydana gelen münakaþa ve ihtilafat ve tezebzüb içinde deðillerdir. Belki onlar, kendilerine Hâlýklarý tarafýndan emredilen þeyleri kemal-i itaatla yapan mutîlerdir.”

 

Þeytanlarýn recmedilmelerini beyan ve isbattan sonra baþka bir Ý’lemde (Üstadýmýz) Kur'andan istifade ettiði dört tarîký dört hatve ile gayet veciz bir tarzda izah eder. Risale-i Nur'un Sözler kýsmýnda mufassal izahý bulunan bu Ý’lem çok mühimdir.

 

Diðer bir “Ý’lem”inde, ubûdiyetin mukaddeme-i mükâfat-ý lâhika deðil, netice-i nimet-i sâbýka olduðunu beyandan sonra çok hakikatlý ve geniþ manadaki Ý’lemlere geçerek Nur'un Ýlk Kapýsý'nda ve Küçük Sözler'de bir derece mealleri bulunan hakikatlarýn izahiyle bu kýymetdar ve mühim risale hitama erer. Bu kýymetdar risalenin münderecatýndan þems gibi nurlu kamer gibi parlak bir misali þudur: Kur'an-ý Hakîm kâinatdaki insana raci ve menfaatli olan eþyayý ihtar için zikrediyor. Yoksa Kur'an-ý Hakîm'in o beyanatý yalnýz o faidesine inhisar etmiyor. Çünki insan kendisiyle alâkasý olan ve faidesi dokunan bir zerreye, kendisi ile alâkasý olmayan bir þems'den ziyade ehemmiyet verir. Meselâ:

 

وَالْقَمَرَ قَدَّرْنَاهُ مَنَازِلَ لِتَعْلَمُوا عَدَدَ السِّنِينَ وَاْلحِسَابَ Yani, kamerin küre-i arz etrafýnda devrinin Cenab-ý Hak tarafýndan takdir edilmesinin pek çok hikmetlerinden bir hikmeti de beþerin günlerini, aylarýný, senelerini hesab etmesi, bilmesidir. Yoksa kamerin takdiri, bizce çok lüzumlu bulunan bu faidesine inhisar etmez. Hâlýk-ý Zülcelâl'in esmâsýna âyinedarlýk eden binler hikmetleri daha var.

 

Bu kýymettar risalenin âhirinde, altý katrede Ý’caz-ý Kur'aný hülâsa eden küçük fakat o nisbette þümullü bir risale vardýr.

 

MU'CÝZE-Ý KÜBRADAN BÝRKAÇ KATREYÝ TAZAMMUN EDEN ONDÖRDÜNCÜ REÞHA

 

Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn risaletinin hakkaniyetine bir delil de Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan'dýr... Kur'an-ý Hakîm'in kýrka yakýn vech-i i'cazý, Lemaat ve Ýþârât-ül Ý’caz tef

 

sh: » (Ms: 244)

 

sirinde beyan edildiðinden onlara havale ederek Birinci Katre nihayet bulur.

 

Ýkinci Katre'de: Yirmibeþinci Söz'de zikredilen “Kur'an Nedir?” diye olan tarifin kýsa bir Arabcasý vardýr.

 

Üçüncü Katre: Altý Noktadýr. Üçüncü Noktasýnda: Nasýlki insan muhtelif hacat-ý cismaniyeye muhtelif vakitlerde muhtaçtýr... Meselâ: Havaya her an, hararete, suya her vakit, gýdaya her gün, ziyaya her hafta muhtaçtýr. Öyle de hacat-ý maneviye-i insaniye de muhteliftir. Bir kýsmýna her an muhtaçtýr. Lafzullah gibi. Bir kýsmýna her vakit muhtaçtýr. Bismillah gibi. Bir kýsmýna her saat muhtaçtýr. “Lâ Ýlâhe Ýllâllah” gibi. Ve hâkeza kýyas et.

 

Dördüncü Katre: Altý Nüktedir. Beþinci Nüktesinde çok âyet-i kerime bulunmasýndan; ve orasý da izah makamý olmadýðýndan Mu'cizat-ý Kur'aniyeye havale edilerek o nükte tayyedilmiþtir. Bazan bir harf-i Kur'anîde, Kur'an'ýn i'cazýný isbat eden bu risale ve arkadaþlarý olan “Ýþârat-ül Ý’caz” ve “Mu'cizat-ý Kur'aniye” risaleleri Kur'an-ý Hakîm'in birer elmas kýlýncýdýrlar.

 

Altýncý Katre: Belâgat-ý Kur'aniyenin bir sýrrýný keþfederek; ediblerin “Unzur ilâ men kale” yani “kim söylemiþ” demelerine mukabil “Unzur ilâ men kale ve limen kale ve limâ kale ve fimâ kale” diyerek i'caz-ý Kur'aniyeyi parlattýrýyor. Bu Altýncý Katre, belâgat-ý Kur'aniye için mühim bir anahtardýr.

 

10- ÞU'LE.................................................................................................236-244

 

Ýki sahifelik bir zeyli olan küçük hacimde bir risaledir

 

11- NOKTA...............................................................................................245-258

 

Çok muhtasar olduðu için özetlenmedi.

 

اَللّهُمَّ اخْتِمْ لَنَا بِالسَّعَادَةِ وَالشَّهَادَةِ وَالْكَرَامَةِ وَالْبُ شْرَى آمِينَ آمِينَ آمِينَ

 

sh: » (Ms: 245)

 

Ý’TÝZAR

 

Fihristi hitama eren Mesnevî-i Nuriye, hayatýn hayatý ve gayesi ve en yüksek hakikat olan îmaný taklidden tahkike, tahkikten ilmelyakîn mertebesine, ilmelyakîn mertebesinden aynelyakîn derecesine ve daha sonra da hakkalyakîne ulaþtýran muazzam ve muhteþem ve pek çok risaleleri tazammun eden muhit ve hârika bir eserdir.

 

Bu eserin hakikî kýymetini tebarüz ettirecek en hakikî fihristi, yine onun aziz ve muhterem müellifi üstadýmýz yapabilirdi. Bizim çok kýsa anlayýþýmýz ve zayýf idrakimiz ve kasýr fehmimiz ve Arabcaya olan vukufsuzluðumuz, ülema-i mütebahhirînin katresine bahr dedikleri bu emsalsiz eserin fihristini karilere pek noksan olarak takdim etmemizin âmilleri olmuþtur.

 

Muhterem kari! Bu fihriste bakýp da týlsým-ý kâinatýn keþþafý, hakaik-i eþyanýn miftahý, hikmet-i hilkatin dellâlý olan bu manevî hazine hükmündeki mecmuayý da o mizan ile tartma. Çünki bizdeki acz ve noksanlýk o mecmuanýn kýymetiyle mebsûten deðil, mâkûsen mütenasibdir. Güneþin bir zerre cam parçasýndaki timsaline bakýp da “Güneþ de bu kadardýr” deme. Çünki o zerre, kabiliyeti kadar o güneþten feyz alýr. Sen ise âyinenin büyüklüðü nisbetinde o mânevî þemsten feyz alacaksýn.

 

Hem bu mecmuada bulunan yüzlerce Ý’lemlerden yalnýz pek az bir kýsmýnýn pek cüz'î bir manasý yalnýz iþaret için zikredilmiþ. Yoksa her bir risale, hattâ her bir Ý’lem için bu Mesnevî fihristinin mecmuu kadar bir fihrist yapmak lâzým gelirdi. Buna da ne bizim iktidar-ý ilmimiz ve ne de makam ve ne de zaman müsaid deðildir.

 

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيم الْحَكِيم

 

رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا اِنْ نَسِينَا اَوْ اَخْطَاْنَا

 

رَبَّنَا تَقَبَّلْ مِنَّا بِاَحْسَنِ قَبُولٍ هَذِهِ الْفِهْرِسْتَةَ النَّاقِصَةَ بِحُرْمَةِ سَيِّدِ الْمُرْسَلِينَ وَ آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ آمِينَ وَالْحَمْد لِلّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

 

Mustafa Gül ve Tahirî Mutlu

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

Gast
Dieses Thema wurde nun für weitere Antworten gesperrt.
×
×
  • Neu erstellen...