Zum Inhalt springen
Qries Qries Qries Qries Qries Qries

Empfohlene Beiträge

Dördüncü Kýsým

 

Kastamonu Hayatý

 

 

 

Bediüzzaman Said Nursî, Eskiþehir hapsinden çýktýktan sonra, Kastamonu Vilâyetine nefyediliyor. Uzun bir müddet polis karakolunda ikamete mecbur edildikten sonra, karakolun tam karþýsýnda, dâimî bir tarassud altýnda olan bir eve yerleþtiriliyor.

 

Orada, sekiz sene aðýr bir istibdad ve göz hapsi altýnda bir sürgün hayatý geçirtiliyor. Fakat o, kat'iyyen boþ durmuyor, neþr-i envar-ý Kur'aniyeye gizli olarak devam ediyor. Bilhassa Ýnebolu'da çok fedakâr ve faal talebeleri yetiþiyor. Aynen Isparta talebeleri gibi, þevkle Risale-i Nur'u yazmaya ve etrafa perde altýnda neþretmeye baþlýyorlar. Karadeniz havalisinde de, Risale-i Nur eserleri böylece büyük bir raðbet görmeye baþlýyor.

 

Hazret-i Üstad Kastamonu'da iken, Isparta'daki talebeleriyle dâima alâkadar idi. O, izn-i Ýlâhî ile biliyordu ki; Risale-i Nur'u dünyaya ilân ve neþredecek fedakârlardan ve nâþirlerden kýsm-ý âzamý Isparta'dan çýkacak.. veya Isparta merkezindeki hizmet ile bu büyük vazife ifa edilecek.

 

...................................................................................

 

Risale-i Nur Þâkirdleri, sevgili Üstadlarýnýn hal ve istirahatýyla çok alâkadardýrlar. Müþfik Üstadlarýndan ve Nurcu kardeþlerinin Risale-i Nur hizmetlerinden sýk sýk haber almayý arzu ederler.

 

 

 

Bediüzzaman Said Nursî, yirmiyedi sene zarfýnda, Nur Talebelerine hitaben ilmî, îmanî, Ýslâmî mevzularda ve hizmet-i îmaniyeye dâir bazý mektublar yazmýþtýr. Nur talebeleri de, çok müþtak olduklarý bu mektublarý el yazýlarýyla çoðaltarak neþretmiþlerdir. Din düþmanlarýnýn, postahanelerden Nur Risalelerini ve mektublarýný göndermeyi yasak edecek dereceye varan þiddetli tazyikatlarý zamanýnda bu mektublarý ve Nur Risalelerini, Nur Talebeleri köyden köye, kasabadan kasabaya, vilâyetten vilâyete götürmüþlerdir. Hatta kendi aralarýnda "Nur Postacýlarý" meydana getirmiþlerdir. Bütün ruh u canlarýyla gönüllü olan bu Nur Postacýlarý, bu hizmetin en kudsî bir vazife olduðuna inanmýþlardýr. Gayet ehemmiyetli ve hakikatlý olduðu kadar gayet güzel olan

 

 

 

sh: » (T: 261)

 

ve Risale-i Nur'un "Lâhika Mektublarý" ismini alan bu mektublar, Nur Talebelerinin ruhî birçok ihtiyaçlarýný tatmin etmiþtir. Hem Risale-i Nur Talebelerine, Kur'an ve îman hizmetinde birer rehber hükmüne geçmiþ; hem Ýslâmiyet düþmanlarýnýn bütün bütün yalan ve uydurma propagandalarýna aldanmamak ve intibah vermek hususunda uyandýrýcý bir tesir husule getirmiþtir. Ve bu suretle de, dinsizliðin o muvakkat þa'þaalý saltanatý devrinde -çok kimselerin ümidsizliðe ve atalete düþürüldüðü o karanlýk günlerde- kalblere inþirah ve sürur vermiþ

 

ve iman hizmeti için faaliyet aþkýný yerleþtirmiþtir. Ve böylece müminleri yeisten kurtarýp, Ýslâmiyetin, Risale-i Nur'la istikbaldeki parlak zaferlerine iþaretler edip müjdeler vermiþtir.

 

Evet, o nûranî Lâhika mektublarý ki; ruhlarý, kalbleri cezb ve fetheden, akýllarý teshir eden hakikatlarla doludur. Bu Lâhika Mektublarýndan bazýlarý ileride yeri geldikçe dercedilecektir. Hazret-i Üstad'ýn Kastamonu'daki hayatýna dâir malûmatý, Kastamonu'dan yazdýðý mektublarýn bir kýsmýndan bazý parçalar almakla ve oradaki hâlis ve sâdýk Nur Talebelerinin mektublarýndan birkaç mektubu bu tarihçeye idhal etmek suretiyle takdim ediyoruz. Aþaðýda yazýlan mektublar beþyüz sahifeden ziyade olan Kastamonu Lâhikasýndan, Üstad'ýn, Kastamonu'dan Isparta'daki talebelerine gönderdiði mektublarýndan beþ-on mektubdur. Bu mektublarda Hazret-i Üstad, talebelerine, el yazýsýyla risaleleri yazmalarýnýn, neþretmelerinin ehemmiyetini; Risale-i Nur Talebelerinin þimdilik cüz'î gibi görünen hizmetlerinin, hakikatta, kâinatta en muazzam mes'ele olduðunu ve bir gün bu memlekette Risale-i Nur'un nuruyla geniþ çapta fütuhat olacaðýný müjdelemekte, Risale-i Nur'un dairesinin ve neþriyatýnýn temellerini, esaslarýný vaz ve tahkim etmektedir.

 

* * *

 

 

 

 

 

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

 

Aziz Sýddýk Kardeþlerim,

 

 

 

Risale-i Nurun hizmetindeki ekser þâkirdleri birer nevi keramet ve ikram-ý Ýlâhî hissettikleri gibi; bu âciz kardeþiniz, çok muhtaç olduðu için çok nevilerini ve çeþidlerini hissediyor. Ve bu sýra-

 

 

 

 

 

sh:» (T: 262)

 

 

 

larda, bu havalideki þâkirdler, yeminle itiraf ediyorlar ki: «Biz Nurun hizmetinde çalýþtýkça, hem maiþetçe, hem istirahat-ý kalbce bir geniþlik, bir ferah, zâhir bir surette hissediyoruz.» Ben kendimce o kadar hissediyorum ki; nefis ve þeytaným, o bedahate karþý hayret ederek sustular.

 

 

 

SAÝD NURSÎ

 

* * *

 

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

 

Âhiret Kardeþlerime Mühim Bir Ýhtar:

 

 

 

Ýki Maddedir.

 

 

 

Birincisi: Risale-i Nura intisab eden kimsenin en ehemmiyetli vazifesi, onu yazmak ve yazdýrmaktýr ve intiþarýna yardým etmektir. Onu yazan ve yazdýran ve okuyan, «Risale-i Nur Talebesi» ünvanýný alýr; ve o ünvan altýnda, her yirmidört saatte benim lisanýmla belki yüz defa, bazan daha ziyade hayýrlý dualarýmda ve manevî kazançlarýmla hissedar olmakla beraber, benim gibi dua eden kýymetdar binler kardeþlerim ve Risale-i Nur Talebelerinin dualarýna ve kazançlarýna dahi hissedar olur. Hem dört vecihle dört nevi ibadet-i makbûle hükmünde bulunan kitabetinde hem îmanýný kuvvetlendirmek, hem baþkalarýnýn îmanlarýný tehlikeden kurtarmaya çalýþmak, hem Hadîsin hükmiyle «Bir saat tefekkür, bazan bir sene kadar bir ibadet hükmüne geçen» tefekkür-ü îmanîyi elde etmek ve ettirmek; hem hüsn-ü hattý olmýyan ve vaziyeti çok aðýr bulunan üstadýna yardým etmekle hasenatýna iþtirak etmek gibi çok faideleri elde edebilir. Ben kasemle temin ederim ki: Bir küçük risaleyi kendine bilerek yazan adam, bana büyük bir hediye vermiþ hükmüne geçer. Belki her bir sahifesi, bir okka þeker kadar beni memnun eder.

 

 

 

Ýkinci Madde: Maatteessüf Risale-i Nurun, îmansýz ve emansýz cinnî ve insî düþmanlarý, onun çelik gibi metin kal'alarýna, elmas kýlýnç gibi kuvvetli hüccetlerine mukabele edemediklerinden çok gizli desiseler ve hafî vasýtalarla, haberleri olmadan, yazanlarýn

 

 

 

 

 

sh:» (T: 263)

 

 

 

þevklerin kýrmak ve fütur vermek ve yazýdan vazgeçirmek cihetinde þeytancasýna hücum edip darbe vuruyorlar. Hususan burada ihtiyaç pek çok ve yazýcýlar pek az, düþmanlar çok dikkatli, kýsmen talebeleri mukavemetsiz olduðundan; bu memleketi, o nurlardan bir derece mahrum ediyorlar.

 

 

 

Benim ile hakikat meþrebinde sohbet etmek ve görüþmek istiyen adam, hangi risaleyi açsa, benim ile deðil, hâdim-i Kur'an olan üstadiyle görüþür ve hakaik-i imaniyeden zevkle bir ders alabilir.

 

 

 

 

 

.....................................................................

 

 

 

Sabrinin mektubu yolda iken ve gelmeden evvel, o mektubun mânevi tesiriyle bu Âyeti اَوَمَنْ كَانَ مَيْتًا Âyetiyle beraber düþünürken, birden hatýrýma geldi: Risale-i Nurun bu derece kuvvetli iþârât-ý Kur'aniyeye ve þakirdlerinin bu kadar kýymetli beþârât-ý Kur'aniyeye ve aktablarýn iltifatýna mazhariyetinin sýrrý ve hikmeti, musibetin azameti ve dehþetidir ki; hiç bir eserin mazhar olmadýðý bir kudsî takdir ve tahsin almýþ. Demek ehemmiyet, onun fevkalâde büyüklüðünde deðil, belki musibetin fevkalâde dehþetine ve tahribatýna karþý mücahedesi az olduðu halde, gayet büyük bir ehemmiyet kesbetmiþ ki bu iki Âyet de, iþaret ve beþaret-i Kur'aniyede ifade eder ki: «Risale-i Nur dâiresine girenler, tehlikede olan îmanlarýný kurtarýyorlar ve îmanla kabre giriyorlar ve Cennete gidecekler.» diye müjde veriyor.

 

 

 

Evet, bazý vakit olur ki bir nefer, gördüðü hizmet için bir müþirin fevkine çýkar, binler derece kýymet alýr.

 

 

 

Ondokuzuncu Sözün âhirinde beyan edilen Kur'andaki tekrarýn ekser hikmetleri, Risale-i Nurda dahi cereyan ediyor. Bilhassa ikinci hikmeti, tam tamýna vardýr. O hikmet þudur ki: Herkes Kur'ana muhtaçdýr. Fakat herkes, her vakit bütün Kur'aný okumaya muktedir olamaz. Fakat bir sureye, galiben muktedir olur. Onun için en mühim makasýd-ý Kur'aniye, ekser uzun surelerde dercedilerek, herbir sure bir küçük Kur'an hükmüne geçmiþ. Demek hiç kimseyi mahrum etmemek için, Haþir ve Tevhid ve Kýssa-i Musa gibi bazý maksadlar tekrar edilmiþ: Ayný ehemmiyetli hikmet içindir ki; bazý defa haberim olmadan, ihtiyarým ve rýzam olmadýðý halde, bazý ince hakaik-i îmaniye ve kuvvetli hüccetle-

 

 

 

 

 

sh:» (T: 264)

 

 

 

ri, müteaddid risalelerde tekrar edilmiþ. Ben çok hayret ederdim: «Neden onlar bana unutturulmuþ?» Sonra kat'î bir surette bildim ki, herkes bu zamanda Risale-i Nura muhtaçtýr; fakat umumunu elde edemez; elde etse de, tamam okuyamaz. Fakat küçük bir Risale-i Nur hükmüne geçmiþ bir risale-i câmiayý elde edebilir ve ekser vakitlerde, muhtaç olduðu mes'eleleri ondan okuyabilir ve gýda gibi her zaman ihtiyaç tekerrür ettiði gibi, o da mütalâasýný tekrar eder.

 

 

 

SAÝD NURSÎ

 

 

 

* * *

 

 

 

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

 

 

 

Þefkat-i insaniye, merhamet-i Rabbaniyenin bir cilvesi olduðundan; elbette rahmetin derecesinden aþmamak ve Rahmeten Lilâlemîn Zatýn mertebe-i þefkatinden taþmamak gerektir. Eðer aþsa ve taþsa, o þefkat elbette merhamet ve þefkat deðildir; belki dalâlete ve ilhâda sirayet eden bir maraz-ý ruhî ve bir sekâm-i kalbîdir. Meselâ: Kâfir ve münafýklarýn Cehennemde yanmalarýný ve azab ve cihad gibi hâdiseleri kendi þefkatine sýðýþtýrmamak ve te'vile sapmak, Kur'anýn ve edyân-ý semaviyenin bir kýsm-ý azîmini inkâr ve tekzib olduðu gibi; bir zulm-ü azîm ve gayet derecede bir merhametsizliktir. Çünki, mâsum hayvanlarý parçalayan canavarlara himayetkârane þefkat etmek, o bîçare hayvanlara þedit bir gadr ve vahþî bir vicdansýzlýktýr. Ve binler müslümanlarýn hayat-ý ebediyelerini mahveden ve yüzer ehl-i îmaný sû-i âkýbete ve müdhiþ günahlara sevkeden adamlara þefkatkârane tarafdar olmak ve merhametkârane cezadan kurtulmalarýna dua etmek; elbette o dua, o zulüm, ehl-i imana dehþetli bir merhametsizliktir ve þenî bir gadirdir. Risale-i Nurda kat'iyyetle isbat edilmiþ ki; küfür ve dalâlet, kâinata büyük bir tahkir ve mevcudata bir zulm-ü azîmdir ve rahmetin ref'ine ve âfâtýn nüzulüne vesiledir. Hattâ deniz dibinde balýklar, cânilerden þekva ederler ki;

 

 

 

 

 

sh:» (T: 265)

 

 

 

«Ýstirahatýmýzýn selbine sebeb oldular.» diye rivayet-i sahiha vardýr. O halde, kâfirin ve münafýðýn azab çekmesine acýyýp þefkat eden adamlar, þefkata lâyýk hadsiz mâsumlara acýmýyorlar.

 

 

 

* * *

 

 

 

 

 

Risale-i Nur, hakaik-i Ýslâmiyeye dair ihtiyaçlara kâfi geliyor, baþka eserlere ihtiyaç býrakmýyor. Kat'î ve çok tecrübelerle anlaþýlmýþ ki: Îmaný kurtarmak ve kuvvetlendirmek ve tahkiki yapmanýn en kýsa ve en kolayý, Risale-i Nurdadýr. Evet, onbeþ sene yerine onbeþ haftada, Risale-i Nur o yolu kestirir, iman-ý tahkikiye isal eder. Bu fakir kardeþiniz, yirmi sene evvel kesret-i mütalâa ile, bazan bir günde bir cild kitabý anlayarak mütalâa ederken; yirmi seneye yakýndýr ki, Kur'an ve Kur'andan gelen Risale-i Nur bana kâfi geliyordu. Bir tek kitaba muhtaç olmadým, baþka kitaplarý da yanýmda bulundurmadým. Risale-i Nur, çok mütenevvi hakaika dair olduðu halde; te'lifi zamanýnda yirmi seneden beri ben muhtaç olmadým. Elbette siz, yirmi derece daha ziyade muhtaç olmamak lâzým gelir. Hem madem ben sizlere kanaat ettim ve ediyorum, baþkalara bakmýyorum ve meþgul olmuyorum. Siz dahi, Risale-i Nura kanaat etmeniz lâzýmdýr; belki bu zamanda elzemdir!..

 

 

 

* * *

 

 

 

 

 

Birinci Esas: Ehl-i imanýn me'yusiyetine karþý, istikbalde bir nur var diye müjde verdiðidir. Bir hiss-i kablelvuku ile Risale-i Nurun istikbalde, dehþetli bir zamanda, çok ehl-i imanýn îmanlarýný takviye edip kurtarmasýný hissedip, o adese ile hürriyet inkýlâbýndaki siyaset dairelerine bakmýþ; tabirsiz, te'vilsiz tatbike çalýþmýþ, siyaset ve kuvvet ve kemmiyet noktasýnda zannetmiþ; doðru hissetmiþ, fakat tam doðru diyememiþ.

 

 

 

 

 

Ýkinci Esas: Eski Said, bazý siyasî insanlar ve harika ediblerin hissettikleri gibi, çok dehþetli bir istibdadý hissedip, ona (istibdada) karþý cephe almýþlardý. O hiss-i kablelvuku, tabir ve te'vîle muhtaç iken, bilmiyerek; resmî, zaif ve ismî bir istibdat görüp, o siyasî ve dâhî edipler ona karþý hücum gösteriyorlardý. Halbuki onlara dehþet veren bir zaman sonra gelecek olan istibdatlarýn zaif bir gölgesini asýl zannederek öyle davranmýþlar, öyle beyan etmiþler. Maksad doðru, fakat hedef hata. Ýþte Eski Said, eski zamanda, böyle acib bir istibdadý hissetmiþ; bazý âsârýnda ona hü-

 

 

 

 

 

sh:» (T: 266)

 

 

 

cum ile beyanatý var. O müthiþ istibdad-ý acîbeye karþý meþrutai meþruayý bir vâsýta-i necat görüyordu. Ve «hürriyet-i þer'iyye, Kur'anýn ahkâmý dairesindeki meþveretle, o müthiþ musibeti def eder.» diye düþünüp öyle çalýþmýþ.

 

 

 

Hem «Münazarat Risalesi» nin ruhu ve esasý hükmünde olan hâtimesindeki Medresetüzzehra'nýn hakikatý ise, istikbalde çýkacak olan Risale-i Nur Medresesine bir zemin ihzar etmek idi ki, bilmediði halde ihtiyarsýz olarak ona sevkolunuyordu. Bir hiss-i kablelvuku ile o nuranî hakikatý maddî suretinde arýyordu. Sonra o hakikatýn maddî ciheti dahi vücuda gelmeye baþladý. Sultan Reþad (Merhum), ondokuz bin altun lirayý, Van'da temeli atýlan o Medresetüzzehra'ya verdi. Temel atýldý, fakat sâbýk harb-i umumî çýktý, geri kaldý. Beþ altý sene sonra Ankara'ya gitdim, yine o hakikata çalýþdým. Ýkiyüz meb'usdan yüzaltmýþ üç meb'usun imzalariyle, o medresemize yüzellibin banknot iblâð ederek, o tahsisat kabul edildi. Fakat, binler teessüf, medreseler kapandý, o hakikat geri kaldý. Fakat Cenab-ý Hakka hadsiz þükür olsun ki, o medresenin mânevi hüviyeti Isparta vilâyetinde te'sis edildi. Risale-i Nuru tecessüm ettirdi.

 

 

 

Ýnþâallah istikbalde, Risale-i Nur Þakirdleri, o âli hakikatýn maddî suretini de te'sis etmeye muvaffak olacaklar...

 

 

 

SAÝD NURSÎ

 

 

 

 

 

* * *

 

 

 

 

 

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

 

...................................................................

 

 

 

Risale-i Nurun yüksek, kýymetdar hizmet-i îmaniyesi onlara kâfi olarak kanaat veriyordu. O þakirdlerin gayet keskin kalb basireti þöyle bir hakikatý anlamýþ ki: Risale-i Nur ile hizmet ise, Ýmaný kurtarýyor; tarikat ve þeyhlik ise, velâyet mertebelerini kazandýrýyor. Bir adamýn îmanýný kurtarmak ise, on mü'mini velâyet derecesine çýkarmaktan daha mühim ve daha sevablýdýr. Çünki: Ýman, saadet-i ebediyeyi kazandýrdýðý için, bir mü'mine küre-i arz kadar bir saltanat-ý bâkiyeyi te'min eder. Velayet ise, mü'minin Cennetini geniþletir, parlattýrýr. Bir adamý sultan yap-

 

 

 

 

 

sh:» (T: 267)

 

 

 

mak, on adamý vali yapmaktan daha sevablý bir hizmettir.

 

 

 

Ýþte bu dakik sýrrý senin Ispartalý kardeþlerinin bir kýsmýnýn akýllarý görmese de umumunun keskin kalbleri görmüþ ki; benim gibi bir bîçare, günahkâr bir adamýn arkadaþlýðýný,evliyalara -eðer bulunsaydý müctehidlere dahi- tercih ettiler. Bu hakikata binaen; bu þehre bir kutup, bir gavs-ý âzam gelse, «Seni on günde velâyet derecesine çýkaracaðým.» dese; sen, Risale-i Nuru býrakýp onun yanýna gitsen, Isparta kahramanlarýna arkadaþ olamazsýn!

 

SAÝD NURSÎ * * *

 

 

 

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

 

 

 

Risale-i Nur Talebelerinden bir kýsmý kardeþlerimin, benim haddimin çok fevkinde hüsn-ü zanlarýný tadil etmek için ihtar edilen bir muhaveredir.

 

 

 

Bundan kýrk sene evvel, büyük kardeþim Molla Abdullah (Rahmetullahi Aleyh) ile bir muhaveremi hikâye ediyorum:

 

 

 

O merhum kardeþim, evliya-i azîmeden Hazret-i Ziyaeddinin (Kuddise sýrruhu) has müridi idi. Ehl-i tarikatça, mürþidinin hakkýnda müfritane muhabbet ve hüsn-ü zan etse de, makbul gördükleri için, o merhum kardeþim dedi ki: «Hazret-i Ziyaeddin, bütün ulûmu biliyor; kâinatda, kutb-u âzam gibi herþeye ýttýlâý var.» Beni, onunla rabtetmek için hârika makamlarýný beyan etti. Ben de o kardeþime dedim ki: «Sen mübalâða ediyorsun. Ben onu görsem, çok mes'elelerde onu ilzam edebilirim. Hem sen, benim kadar hakiki onu sevmiyorsun. Çünki, kâinattaki ulûmlarý bilir bir kutb-u âzam suretinde tahayyül ettiðin bir Ziyaeddin seversin; yâni o ünvan ile baðlýsýn, muhabbet edersin. Eðer perde-i gayb açýlsa, hakikatý görülse, senin muhabbetin ya zâil olur veyahut dörtte birisine iner. Fakat ben o zât-ý mübareki, senin gibi pek ciddi severim, takdir ederim. Çünki sünnet-i seniye dairesinde, hakikat mesleðinde, ehl-i îmana hâlis ve te'sirli ve ehemmiyetli bir rehberdir. Þahsî makamý görülse, deðil geri çekilmek, vazgeçmek, muhabbetde noksan olmak; bil'akis daha ziyade hürmet ve takdirle

 

 

 

 

 

sh:» (T: 268)

 

 

 

baðlanacaðým. Demek ben hakiki bir Ziyaeddini, sen de hayalî bir Ziyaeddini seversin.» Benim o kardeþim, insaflý ve müdakkik bir âlim olduðu için, benim nokta-i nazarýmý kabul edip takdir etdi.

 

 

 

Ey Risale-i Nurun kýymetli talebeleri ve benden daha bahtiyar ve fedakâr kardeþlerim! Þahsiyetim itibariyle sizin ziyade hüsn-ü zannýnýz, belki size zarar vermez; fakat sizin gibi hakikat-bîn zatlar; vazifeye, hizmete bakýp, o noktada bakmalýsýnýz. Perde açýlsa, benim baþtan aþaðýya kadar kusuratla âlûde mahiyetim görünse, bana acýyacaksýnýz. Sizi kardeþliðimden kaçýrmamak için, kusuratýmý gizliyorum.

 

 

 

SAÝD NURSÎ

 

 

 

* * *

 

 

 

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

 

 

 

Bir hafta evvelki mektubunuza karþý hüsn-ü zannýnýzý bir derecede cerheden benim cevabýmýn hikmeti þudur ki:

 

 

 

Bu zamanda, öyle fevkalâde hâkim cereyanlar var ki, her þeyi kendi hesabýna aldýðý için faraza hakiki beklenilen ve bir asýr sonra gelecek o zat dahi bu zamanda gelseydi; harekâtýný o cereyanlara kaptýrmamak için, siyaset âlemindeki vaziyetten feragat edecek ve hedefini deðiþtirecek diye tahmin ediyorum.

 

 

 

Hem üç mes'ele var; bir hayat, biri þeriat, biri îman. Hakikat noktasýnda ve en mühimmi ve en âzamý, îman mes'elesidir. Fakat þimdiki umumun nazarýnda ve hâl-i âlem ilcaatýnda ve en mühim mes'ele, hayat ve þeriat göründüðünden; o zat þimdi olsa da, üç mes'elenin birden umum rûy-u zeminde vaziyetlerini deðiþtirmek, nev-i beþerdeki câri olan âdetullaha muvafýk gelmediðinden, her halde en âzam mes'eleyi esas yapýp, öteki mes'eleleri esas yapmayacak; ta ki iman hizmeti, safvetini umumun nazarýnda bozmasýn ve avâmýn çabuk iðfal olunabilen akýllarýnda, o hizmet baþka maksadlara âlet olmadýðý tahakkuk etsin.

 

 

 

Hem yirmi seneden beri tahribkârane eþedd-i zulüm altýnda o

 

 

 

 

 

sh:» (T: 269)

 

 

 

derece ahlâk bozulmuþ ve metanet ve sadakat kaybolmuþ ki; ondan, belki yirmiden birisine itimad edilmez. Bu acib hâlâta karþý, fevkalâde sebat ve metanet ve sadakat ve hamiyet-i Ýslâmiye lâzýmdýr; yoksa akîm kalýr, zarar verir. Demek en hâlis ve selâmetli ve en mühim ve en muvaffakiyetli hizmet, Risale-i Nur þâkirdlerinin daireleri içindeki kudsî hizmettir. SAÝD NURSÎ

 

 

 

* * *

 

 

 

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

 

 

 

Bu seneki Ramazan-ý Þerif; hem âlem-i Ýslâm için, hem Risale-i Nur Þâkirdleri için gayet ehemmiyetli, pek çok kýymetlidir. Risale-i Nur Þakirdlerinin «Ýþtirak-i a'mâl-i uhreviye» düstur-u esasiyeleri sýrrýnca, her birisinin kazandýðý miktar -kardeþlerine ayný mikdar- defter-i a'mâline geçmesi, o düsturun ve rahmet-i Îlâhiyenin muktezasý olmak haysiyetiyle, Risale-i Nurun dairesine sýdk ve ihlas ile girenlerin kazançlarý pek azim ve küllîdir; herbiri binler hisse alýr. Ýnþâallah, emval-i dünyeviyenin iþtiraki gibi inkýsam ve tecezzi etmeden, herbirisinin defter-i amel'ine ayný geçmesi; bir adamýn getirdiði bir lâmba, binler âyinelerin herbirisine, ayný lâmba inkýsam etmeden girmesi gibidir. Demek, Risale-i Nurun sâdýk þâkirdlerinden birisi, Leyle-i Kadir'in hakikatýný ve Ramazanýn yüksek mertebesini kazansa, umum hakiki sâdýk þakirdler, sahib ve hissedar olmak, vüs'at-i rahmet-i Ýlâhiyyeden çok kuvvetli ümidvârýz.

 

 

 

SAÝD NURSÎ

 

 

 

* * *

 

 

 

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

 

 

 

Birinci Mes'ele: Kardeþlerimizden birisinin namaz tesbihatýnda tekâsül göstermesine binaen dedim: Namazdan sonraki tesbi-

 

 

 

 

 

sh:» (T: 270)

 

 

 

hatlar, tarikat-ý Muhammediyedir (A.S.M.) ve velâyet-i Ahmediyenin (A.S.M.) bir evradýdýr. O noktadan ehemmiyeti büyüktür. Sonra, bu kelimenin hakikatý böyle inkiþaf etti:

 

 

 

Nasýlki, Risalete inkýlâb eden velâyet-i Ahmediye, bütün velâyetlerin fevkindedir; öyle de, o velâyetin tarikatý ve o velayet-i kübrânýn evrad-ý mahsusasý olan namazýn akabindeki tesbihat, o derece sair tarikatlarýn ve evradlarýn fevkindedir. Bu sýr dahi þöyle inkiþaf etdi:

 

 

 

Nasýl zikir dairesinde bir meclisde veyahud hatm-i Nakþiyede bir mescidde birbiriyle alâkadar hey'et-i mecmuada nûranî bir vaziyet hissediliyor. Kalbi hüþyar bir zat, namazdan sonra سُبْحَانَ اللَّهِ سُبْحَانَ اللَّهِ deyip tesbihi çekerken, o daire-i zikrin reisi olan Zât-ý Ahmediyenin (A.S.M.) muvacehesinde, yüz milyon, tesbih elinde çektiklerini mânen hisseder; o azamet ve ulviyetiyle سُبْحَانَ اللَّهِ سُبْحَانَ اللَّهِ سُبْحَانَ اللَّهِ der. Sonra o serzâkirin emr-i mâneviyesiyle اَلْحَمْدُ لِلَّهِ اَلْحَمْدُ لِلَّهِ dediði vakit, o halka-i zikrin ve çok geniþ bulunan hatme-i Ahmediyenin (A.S.M.) dairesinde yüz milyon müridlerin اَلْحَمْدُ لِلَّهِ اَلْحَمْدُ لِلَّهِ larýndan tezahür eden azametli bir hamdi düþünüp içinde اَلْحَمْدُ لِلَّهِ ile iþtirak eder. Ve hâkeza

 

اَللَّهُ اَكْبَرُ اَللَّهُ اَكْبَرُ ve duadan sonra لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ otuz üç defa o tarikat-ý Ahmediyenin (A.S.M.) halka-i zikrinde ve hatme-i kübrasýnda sâbýk mana ile o ihvan-ý tarikatý nazara alýp, o halkanýn ser-zâkiri olan Zât-ý Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm müteveccih olup

 

اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَاَلْفُ اَلْفِ سَلاَمٍ عَلَيْكَ يَارَسُولَ اللَّهِ

 

 

 

der, diye anladým ve hissettim ve hayalen gördüm. Demek, tes-

 

 

 

 

 

sh:» (T: 271)

 

 

 

bihat-ý salâtiyenin çok ehemmiyeti var.

 

 

 

Ýkinci Mes'ele: Otuzbirinci Âyetin iþârâtýnýn beyanýnda يَسْتَحِبُّونَ الْحَيَوةَ الدُّنْيَا bahsinde denilmiþ ki:

 

 

 

Bu asrýn bir hassasý þudur ki; hayat-ý dünyeviyeyi, hayat-ý bâkiyeye bilerek tercih ettiriyor. Yâni: Kýrýlacak bir cam parçasýný, bâki elmaslara, bildiði halde tercih etmek, bir düstur hükmüne geçmiþ. Ben bundan çok hayret ediyorum. Bu günlerde ihtar edildi ki; nasýl bir uzv-u insanî hastalansa, yaralansa sair âza vazifelerini kýsmen býrakýp onun imdadýna koþar. Öyle de: Hýrs-ý hayat ve hýfz ve zevk-i hayat ve aþký taþýyan ve fýtrat-ý insaniyede dercedilen bir cihaz-ý insaniye, çok esbabla yaralanmýþ; sâir letâifi kendisiyle meþgul edip sukut ettirmeye baþlamýþ vazife-i hakikiyelerini onlara unutturmaya çalýþýyor. Hem, nasýlki bir cazibedar sefihane ve sarhoþane sa'þaalý bir eðlence bulunsa, çocuklar ve serseriler gibi, büyük makamlarda bulunan insanlar ve mestûre hanýmlar dahi o câzibeye kapýlýp hakiki vazifelerini tatil ederek iþtirak ediyorlar. Öyle de:

 

 

 

Bu asrýn hayat-ý insaniye, hususan hayat-ý içtimaiyesi öyle dehþetli, fakat cazibeli ve elîm, fakat meraklý bir vaziyet almýþ ki; insanýn ulvî vazifelerini, kalb ve aklýný nefs-i emmarenin arkasýna düþürüp pervane gibi o fitne ateþlerine düþürttürüyor. Evet; hayat-ý dünyeviyenin muhafazasý için, zaruret derecesinde olmak þartiyle, bazý umûr-u diniyeyi terkeder. Evet, insaniyetin yaþamak damarý ve hýfz-ý hayat cihazý, bu asýrda israfat ile ve iktisadsýzlýk ve kanaatsizlik ve hýrs yüzünden berekâtýn kalkmasiyle ve fakr u zaruret ve maiþet ziyadeleþmesiyle, o derece o damar yaralanmýþ ve zedelenmiþ ve mütemadiyen, ehl-i dalâlet nazar-ý dikkati þu fâni hayata celb ede ede, o derece nazar-ý dikkati kendine celbetmiþ ki; edna bir hâcet-i hayatiyeyi, büyük bir mes'ele-i diniyeye tercih ettiriyor. Bu acib asrýn bu acib hastalýðýna ve dehþetli marazýna karþý, Kur'an-ý Mucizül-Beyanýn tiryak-misal ilâçlarýnýn nâþiri olan Risale-i Nur dayanabilir ve onun metin, sarsýlmaz, sebatkâr, hâlis, sâdýk, fedakâr þakirdleri mukavemet

 

 

 

 

 

sh:» (T: 272)

 

 

 

edebilir. Öyle ise, her þeyden evvel onun dairesine girmeli; sadakatle, tam metanetle ve ciddi ihlâs ve tam itimadla ona yapýþmak lâzým ki, o acib hastalýðýn te'sirinin kurtulsun.

 

 

 

SAÝD NURSÎ

 

 

 

* * *

 

 

 

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

 

Hâfýz Alinin kendi üstadý hakkýnda, benim haddimden pek çok ziyade isnad ettiði meziyet ve mâsumiyeti, onun mâsum lisaniyle, hakkýmda medih olarak deðil, bir nevi dua olarak tasavvur ediyoruz. Hem Hâfýz Alinin, Sav gibi yerler, karyeler ve Isparta bir Medrese-i Nuriye hükmüne geçmesi ve Risale-i Nurun sâdýk þâkirdleri, harikulâde olarak günden güne yükselmeleri ve tenevvür etmeleri bizleri, belki Anadoluyu, belki Âlem-i Ýslâmý mesrur, müferrah eden bir hakikatlý haber telâkki ediyoruz. Âhirdeki «Muhbir-i Sâdýkýn haber verdiði gibi, mânevî fütuhat yapmak ve zulümatý daðýtmak zaman ve zemini hemen hemen gelmektir.» diyen fýkrasýna, bütün ruh u canýmýzla rahmet-i Ýlâhiyyeden dua ile niyaz ediyoruz, temenni ediyoruz.

 

 

 

Fakat biz Risale-i Nur þâkirdleri ise; vazifemiz hizmetdir, vazife-i Ýlâhiyyeye karýþmamak ve hizmetimizi onun vazifesine bina etmekle bir nevi tecrübe yapmamakla beraber; kemmiyete deðil, keyfiyete bakmak, hem çoktanberi sukut-u ahlâka ve hayat-ý dünyeviyeyi, her cihetle hayat-ý uhreviyeye tercih ettirmeye sevkeden dehþetli esbab altýnda, Risale-i Nurun þimdiye kadar fütuhatý ve zýndýkanýn ve dalâletin savletlerini kýrmasý ve yüzbinler bîçarelerin imanlarýný kurtarmasý ve biri yüze ve bazan bine mukabil yüzer ve binler hakiki mü'min talebeleri yetiþtirmesi; Muhbir-i Sâdýk'ýn ihbarýný aynen tasdik etmiþ, vukuatla isbat etmiþ ve ediyor. Ve inþâallah hiçbir kuvvet Anadolunun sinesinden onu çýkaramaz. Ta âhir zamanda, hayatýn geniþ dairesinin asýl sahibleri, yâni Mehdi ve þâkirdleri, Cenab-ý Hakkýn izniyle gelir; o daireyi geniþlettirir ve o tohumlar sünbüllenir. Bizler de kabrimizde seyredip Allaha þükrederiz.

 

 

 

SAÝD NURSÎ

 

 

 

* * *

 

 

 

sh:» (T: 273)

 

 

 

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

 

 

 

Aziz Sýddýk Kardeþlerim,

 

Evvelce hayat-ý dünyeviyeyi hayat-ý uhreviyeye tercih etmeye dair yazýlan iki parçaya tetimmedir.

 

 

 

Bu acib asrýn hayat-ý dünyeviyeyi aðýrlaþtýrmasý ve yaþama þeraitini aðýrlaþtýrýp çoðaltmasý ve hâcât-ý gayr-ý zaruriyeyi, görenekle, tiryaki ve mübtelâ etmekle hâcât-ý zaruriye derecesine getirmesiyle, hayatý ve yaþamayý, herkesin her vakitte en büyük maksad ve gayesi yapmýþtýr. Onunla hayat-ý diniye ve ebediye ve uhreviyeye karþý sed çeker veya ikinci, üçüncü derecede býrakýr. Bu hatanýn cezasý olarak öyle dehþetli tokat yedi ki, dünyayý baþýna Cehennem eyledi. Ýþte bu dehþetli musibette, ehl-i diyanet dahi büyük bir vartaya düþüyorlar ve kýsmen anlamýyorlar.

 

 

 

Ezcümle, gördüm ki; ehl-i diyanet, ehl-i takve bir kýsým zatlar, bizimle gayet ciddi alâkadarlýk peyda ettiler. O bir-iki zatta gördüm ki; diyaneti ister ve yapmasýný sever, ta ki hayat-ý dünyeviyesinde muvaffak olabilsin, iþi rastgelsin. Hattâ tarikatý keþf ve keramet için ister. Demek âhiret arzusunu ve dinî vezâifin uhrevî meyvelerini, dünya hayatýna bir dirsek, bir basamak gibi yapýyor. Bilmiyor ki saadet-i uhreviye gibi saadet-i dünyeviyeye dahi medar olan hakaik-ý diniyenin fevaîd-i dünyeviyesi, yalnýz tercih edici ve teþvik edici derecesinde olabilir. Eðer illet derecesine çýksa ve o amel-i hayrýn yapýlmasýndaki maksad o faide olsa, o ameli ibtal eder; lâakal ihlâsý kýrýlýr, sevabý kaçar.

 

 

 

Bu hasta ve gaddar ve bedbaht asrýn belâ ve vebasýndan ve zulüm ve zulümatýndan en mücerreb bir kurtarýcý Risâle-i Nurun mizanlarý ve müvazeneleriyle neþrettiði nur olduðuna kýrkbin þahid vardýr. Demek Risale-i Nurun dairesine yakýn bulunanlar içine girmezse, tehlike ihtimali kavidir. Evet,

 

 

 

عَلَى الاَخِرَةِ يَسْتَحِبُّونَ الْحَيَوةَ الدُّنْيَا iþaretiyle; bu asýr, hayat-ý dünyeviyeyi hayat-ý uhreviyeye, ehl-i Ýslama da bilerek tercih ettirdi. Hem, binüçyüz otuzdört tarihinde baþlayýp öyle bir

 

 

 

 

 

sh:» (T: 274)

 

 

 

 

 

rejim ehl-i iman içine sokuldu. Evet عَلَى الاَخِرَةِ cifr ve ebced hesabiyle binüçyüzotuz üç veya dört ederek, ayný vakitte eski harb-i umumide Ýslâmiyet düþmanlarý galebe çalmakla muahede þartýný, dünyayý dine tercih rejiminin mebdeine tevafuk ediyor. Ýki-üç sene sonra bilfiil neticeleri görüldü.

 

 

 

SAÝD NURSÎ

 

 

 

* * *

 

 

 

ÜSTAD BEDÝÜZZAMANIN ÝKÝNCÝ DÜNYA HARBÝ

 

ESNASINDA YAZDIÐI MÜHÝM BÝR MEKTUB

 

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

 

Þiddet-i þefkat ve rikkatten ve bu kýþýn þiddetli soðuðiyle beraber mânevî ve þiddetli bir soðuk ve musibet-i beþeriyeden biçerelere gelen felâketler, sefaletler, açlýklar þiddetle rikkatime dokundu. Birden ihtar edildi ki: Böyle musibetlerde, kâfir de olsa hakkýnda bir nevi merhamet ve mükâfat vardýr ki, o musibet ona nisbeten çok ucuz düþer. Böyle musibet-i semaviye, mâsumlar hakkýnda bir nevi þehadet hükmünde geçiyor. Üç dört aydýr ki, dünyanýn vaziyetinden ve harbinden hiç haberim yokken, Avrupa ve Rusya'daki çoluk çocuða acýyarak tahattur ettim. O mânevî ihtarýn beyan ettiði taksimat, bu elîm þefkate bir merhem oldu. Þöyle ki:

 

 

 

O musibet-i semavîden, zalim kýsmýnýn cinayetinin neticesi olarak felâketten vefat eden ve periþan olanlar, eðer onbeþ yaþýna kadar olanlar ise, ne dinde olursa olsun, þehid hükmündedir. Müslümanlar gibi büyük mükâfat-ý mâneviyeleri, o musibeti hiçe indirir.

 

 

 

Onbeþden yukarý olanlar, eðer masum ve mazlum ise, mükâfatý büyüktür, belki onu Cehennemden kurtarýr. Çünki, âhir zamanda madem fetret derecesinde din ve Dîn-i Muhammedî Aleyhissalâtü Vesselâma bir lâkaydlýk perdesi gelmiþ ve madem âhir zamanda Hazret-i Ýsanýn (A.S.) dîn-i hakikîsi hükmedecek, Ýslâmiyetle omuz omuza gelecek, elbette þimdi fetret gibi karan-

 

 

 

 

 

sh:» (T: 275)

 

 

 

lýkta kalan Hazret-i Ýsaya mensub Hýristiyanlarýn mazlumlarýnýn çektikleri felâket, onlar hakkýnda bir nevi þehadettir denilebilir. Hususan ihtiyarlar ve musibet-zedeler, fakir ve zaifler, müstebid büyük zâlimlerin cebir ve þiddetleri altýnda musibet çekiyorlar; elbette o musibet, onlar hakkýnda medeniyetin sefahetinden ve küfranýndan ve felsefenin dalâletinden ve küfründen gelen günahlara kefaret olmakla beraber yüz derece onlara kârdýr, diye hakikattan haber aldým. Cenab-ý Erhamürrâhimîne hadsiz þükrettim ve o elîm elemden ve þefkatten teselli buldum.

 

 

 

Eðer o felâketi gören, zâlimler ise ve beþerin periþaniyetini ihzar eden gaddarlar ve kendi menfaati için insan âlemine ateþ veren hodgâm, alçak insî þeytanlar ise, tam müstehak ve tam adâlet-i Rabbaniyedir.

 

 

 

Eðer o felâketi çekenler; mazlumlarýn imdadýna koþanlar ve istirahat-ý beþeriye için ve esasat-ý diniyeyi ve mukaddesat-ý semaviyeyi ve hukuk-u insaniyeyi muhafaza için mücadele edenler ise, elbette o fedakârlýðýn mânevî ve uhrevî neticesi o kadar büyükdür, o musibeti onlar hakkýnda medar-ý þeref yapar, sevdirir.

 

 

 

SAÝD NURSÎ

 

 

 

* * *

 

 

 

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

 

 

 

Aziz Sýddýk Mübarek Kardeþlerim.

 

 

 

Üç gün evvel, aynen nurlu hediyeniz Kastamonuya geldiði anda, rü'yada görüyordum ki:

 

 

 

Terfi-i makam ve rütbe için bizlere ferman-ý þâhâne, mânevî bir cânibden geliyor. Kemal-i hürmetle ellerinde tutup bize getiriyorlar. Biz baktýk ki o ferman-ý âli, Kur'an-ý Azimüþþan olarak çýktý. O halde, bu mâna kalbe geldi: Demek, Kur'an yüzünden Risale-i Nurun þahs-ý mânevîsi ve biz þakirdleri bir terfi ve terakki fermanýný âlem-i gaybdan alacaðýz. Þimdi tâbiri ise, o fermaný temsil eden mâsumlarýn kalemiyle mânevî tefsir-i Kur'aný aldýðýmýzdýr. Bu rü'yanýn þimdiki tabiri çýkmadan bir iki saat evvel, Feyzi ile Eminin gösterdikleri tâbir dahi hakdýr ve ehemmiyetlidir. Hem bu medar-ý sürur ve ferah olan hediye-i nuraniyeyi bir hiss-i kablel-

 

 

 

 

 

 

 

sh:» (T: 276)

 

 

 

vuku ile benim ruhum tam hissetmiþ, akla haber vermemiþ idi ki; o gelmeden iki gün evvel, Feyzi ve Eminin fýkrasýnda beyan edilen, rü'yayý gördüðüm gecenin günüde, sabahtan akþama kadar ve ikinci günü de kýsmen hiç görmediðim bir tarzda bir sevinç bir sürur hissedip, mütemadiyen bir bahane ile ferahýmý izhar edip otuz-kýrk defa tebessüm ile güldüm. Ben ve hem Feyzi, çok taaccüb ve hayret ettik. Otuz günde bir defa gülmeyenin, bir günde otuz defa gülmesi, bizleri hayrette býraktý.

 

 

 

Þimdi anlaþýldý ki, o sürur ve o sevinç; mezkûr mânevî fermaný temsil eden mâsumlar ve ümmîlerin kalemlerinin yazýlarý, nesl-i âtînin sahâif-i hayatlarýna, Âlem-i Ýslâmýn sahife-i mukadderatýna ve ehl-i imanýn istikbalinin defterlerine neþr-i envar edecek olan ve o mâsumlarýn halis ve sâfi amelleri ve hizmetleriyle sahife-i âmalimize hasenatlarý yazýlýp kaydedilmesinin ve Risale-i Nur Þâkirdlerinin mukadderatýnýn mes'ûdane idamesinin haberini veren, o daha gelmiyen hediyeden geliyordu. Benim o azîm yekûndan hisseme düþen binden bir cüz'ü ruhen hissedilmiþ, beni mesrurane heyecana getirmiþti. Evet, böyle yüzer mâsumlarýn makbul amelleri ve red edilmez dualarý, sair kardeþlerimin defterlerine geçmesi misillü, benim gibi bir günahkârýn sahife-i âmaline dahi girmesi binler sürur ve sevinç verir. Böyle karanlýk bir zamanda, bu aðýr þerait altýnda, böyle mâsumane ve kahramanane çalýþmak için biz, hem mâsumlarý ve ümmîleri ve muallimlerini tebrik, hem peder ve validelerini tebrik, hem köylerini tebrik, hem memleketlerini, hem milletlerini, hem Anadoluyu tebrik ederiz. Mübarek mâsumlarýn ve ümmîlerin herbirine birer hususi teþekkürname ve tebrikname yazmak elimden gelseydi, yazacaktým. Öyle ise bu arzumu bilfiil yazýlmýþ gibi kabul etsinler. Ben onlarýn isimlerini bir daire suretinde yazacaðým, dua vaktinde bakacaðým; hem onlarý Risale-i Nurun has þâkirdleri dairesine dahil edip bütün mânevî kazançlarýma hissedar edeceðim. Benim tarafýmdan onlarýn peder ve validelerine veya akrabalarýna ve üstadlarýna selâmlarýmýzý teblið ediniz. Cenab-ý Hak onlarý ve evlâdlarýný dünyaya ve âhirette mes'ud eylesin. Âmin, âmin, âmin.

 

 

 

 

 

sh:» (T: 277)

 

 

 

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

 

 

 

Aziz Kardeþlerim,

 

 

 

Hakaik-i îmaniye, her þeyden evvel, bu zamanda en birinci maksad olmak ve sair þeyler ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalmak ve Risale-i Nurla onlara hizmet etmek en birinci vazife ve medar-ý merak ve maksud-u bizzat olmak lâzým iken.. þimdiki hal-i âlem, hayat-ý dünyeviyeyi, hususan hayat-ý içtimaiyyeyi ve bilhassa hayat-ý siyasiyeyi ve bilhassa medeniyetin sefahet ve dalâletine ceza olarak gelen gadab-ý Ýlâhinin bir cilvesi olan harb-i umumînin tarafgirane damarlarý ve âsablarý tehyîç edip, bâtýn-ý kalbe kadar, hatta hakaik-i imaniyenin elmaslarý derecesine, o zararlý, fani arzularý yerleþtirecek derecede bu meþ'um asýr öyle þýrýnga etmiþ ve ediyor ve öyle aþýlamýþ ve aþýlýyor ki; Risale-i nur dairesi haricinde bulunan bir kýsým sathî belki de bir kýsým zaif veliler, o siyasî ve içtimaî hayatýn rabýtlarý sebebiyle hakaik-ý îmâniyenin hükmünü ikinci, üçüncü derecede býrakýp, o cereyanlarýn hükmüne tabi olarak hemfikir olan münafýklarý sever; kendine muhalif olan ehl-i hakikatý, belki ehl-i velâyeti tenkid ve adavet eder. Hatta hissiyat-ý diniyyeyi o cereyanlara tabi yaparlar.

 

 

 

Ýþte bu asrýn bu acib tehlikesine karþý Risale-i Nurun hizmet ve meþgalesi, þimdiki siyaseti ve cereyanlarýný o derece nazarýmdan iskat etmiþ ki, bu harb-i umumîyi dört aydýr merak etmedim, sormadým.

 

 

 

Hem, Risale-i Nurun has talebeleri, bâki elmaslar hükmünde olan hakaik-ý imaniyenin vazifesi içinde iken zâlimlerin satranç oyunlarýna bakmakla vazife-i kudsiyelerine fütur vermemek ve fikirlerini bulaþtýrmamak gerektir. Cenab-ý Hak bize nur ve nurani vazife vermiþ, onlara da zulümlü ve zulümatlý oyunlarý vermiþ. Onlar bizden istiðna edip yardým etmedikleri ve elimizdeki kudsî nurlara müþteri olmadýklarý halde, onlarýn karanlýklý oyunlarýna vazifemizin zararýna bakmaya tenezzül etmek, hatadýr. Bize ve merakýmýza, dairemiz içindeki ezvak-ý mâneviye ve envar-ý îmaniye kâfi ve vâfidir.

 

 

 

SAÝD NURSÎ

 

 

 

* * *

 

 

 

sh:» (T: 278)

 

 

 

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

 

 

 

Bugünlerde Risale-i Nura sûikasd edenlerin ve sizlere sýkýntý verenlerin, haklarýnda bana verdiði bir hiddet neticesinde bedduaya teþebbüs ettim. Birden Ispartaya kýyamadým, beddua yerine: «Ya Rab! Isparta, Risale-i Nurun bir Medresetüzzehra'sýdýr. Oradaki fena memurlarý dahi ýslah eyle, hüsn-ü âkýbet ver» diye dua eyledim ve ediyorum.

 

 

 

SAÝD NURSÎ

 

 

 

* * *

 

 

 

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

 

 

 

Aziz Sýddýk Fedakâr Kardeþlerim,

 

 

 

Nurlar; bil'akis Isparta tevakkufuna karþý, buralarda inkiþafat ile tezahür etti. اَلْحَمْدُ لِلَّهِ هَذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى En ziyade bize nezaretle bizimle ve siyasetle alâkadar mühim bir zat geldi. Ona dedim ki; «Bu onsekiz senedir sizlere müracaat etmedim ve hiç gazete okumadým. Bu sekiz aydýr bir defa, Cihanda ne oluyor? diye sormadým. Üç senedir burada iþitilen radyoyu dinlemedim, tâ ki kudsî hizmetimize mânevî zarar gelmesin. Bunun sebebi þudur ki: Ýman hizmeti, îman hakaiki, bu kâinatta herþeyin fevkindedir. Hiçbir þeye tâbi ve âlet olamaz! Fakat bu zamanda ehl-i gaflet ve dalâlet ve dinini dünyaya satan ve bâki elmaslarý þiþeye tebdil eden gafil insanlar nazarýnda o hizmet-i imaniyeyi hariçteki kuvvetli cereyanlara tâbi ve âlet telâkki etmek ve yüksek kýymetlerini umumunun nazarýnda tenzil etmek endiþesiyle, Kur'an-ý Hakîmin hizmeti bize kat'î bir surette siyaseti yasak etmiþ. Sizler ey ehl-i siyaset ve hükûmet! Evham edip bizlerle uðraþmayýnýz. Bil'akis teshilât göstermeniz lâzým. Çünki hizmetimiz, emniyet ve hürmet ve merhameti tesis ile, hem asayiþi, hem inzibatý, hem hayat-ý içtimaiyeyi anarþilikten kurtarmaða çalýþýp sizin hakikî vazifenizin temel taþlarýný tesbit ediyor, takviye ve teyid ediyor.»

 

 

 

SAÝD NURSÎ

 

* * *

 

 

 

 

 

sh:» (T: 279)

 

 

 

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

 

 

 

Aziz Sýddýk Kardeþlerim;

 

 

 

Þimdi bundan on dakika evvel cesurca fakat kalemsiz iki adam, Risale-i Nur dairesine biri birisini getirdi. Onlara dedim ki: «Bu dairenin verdiði büyük neticelere mukabil, sarsýlmaz bir sadakat ve kýrýlmaz bir metanet ister.»

 

 

 

Isparta kahramanlarýnýn gösterdiði harikalar ve cihanpesendane hidemat-ý Nuriyenin esasý, harika sadakatleri ve fevkalâde metanetleridir. Bu metanetin birinci sebebi, kuvvet-i îmaniye ve ihlâs hasletidir. Ýkinci sebebi, cesaret-i fýtriyedir. Onlara: «Siz, cesaretle ve efelikle tanýnmýþsýnýz.. ve dünyaya ait ehemmiyetsiz þeyler için fedakârlýk gösterseniz, elbette Risale-i Nurun kudsî hizmetinde cihana deðer uhrevî neticelerine mukabil, merdane ve fedakârane cesaret gösterip sadakatinizi muhafaza edersiniz.» dedim. Onlar da tam kabul ettiler.

 

 

 

SAÝD NURSÎ

 

 

 

* * *

 

 

 

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

 

 

 

Âlem-i insaniyette ve Ýslâmiyette üç muazzam mes'ele olan iman ve þeriat ve hayattýr. Ýçlerinde en muazzamý iman hakikatlarý olduðundan, bu hakaik-i imaniye-i Kur'aniye baþka cereyanlara, baþka kuvvetlere tâbi ve âlet edilmemek ve elmas gibi o Kur'anýn hakikatlarýný, dini dünyaya satan veya âlet eden adamlarýn nazarýnda cam parçalarýna indirmemek ve en kudsî ve en büyük vazife olan îmaný kurtarmak hizmetini tam yerine getirmek için Risale-i Nurun has ve sâdýk talebeleri gayet þiddet ve nefretle siyasetten kaçýyorlar. Hatta sizin bu kardeþiniz, siz de bilirsiniz, bu onsekiz senedir, o kadar muhtaç olduðum halde siyasete, hayat-ý içtimaiyeye temas etmek için hükûmete karþý bir tek müracaatým olmadýðý gibi, bu sekiz-dokuz aydýr, küre-i Arzýn bu herc ü mercini bir tek defa ne sual ve ne de merak ettim.

 

 

 

SAÝD NURSÎ

 

 

 

* * *

 

 

 

 

 

sh:» (T: 280)

 

 

 

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

 

 

 

Ey Kardeþlerim;

 

 

 

Sizler biliyorsunuz ki, bizim mesleðimizde benlik, enaniyet, þan ve þeref perdesi altýnda makam sahibi olmaktan, öldürücü zehir gibi ondan kaçýyoruz; onu ihsas eden hâletten þiddetle içtinab ediyoruz. Elbette burada, altý-yedi sene gözünüzle ve yirmi senedenberi tahkikatýnýzla anlamýþsýnýz ki ben, þahsýma karþý hürmet ve makam vermek istemiyorum. Sizleri o noktada þiddetle tekdir etmiþim. Bana, haddimden fazla mevki vermeyiniz diye size darýlýyorum. Yalnýz, Kur'an-ý Hakîmin bu zamanda bir mucize-i maneviyesi olan Risale-i Nur hesabýna ve ben de onun bir þakirdi olmak haysiyetiyle, ona karþý tasdikkârâne teslimi ve irtibatý þâkirane kabul ediyorum. Ýþte bu derece enaniyetten ve benlikden ve þan ve þeref namý altýndaki riyakârlýktan kaçmayý düstur-u hareket ittihaz eden adamlara karþý, ehl-i hükûmetin, ehl-i idare ve zâbýtanýn evhama düþmeleri, ne kadar mânasýz ve lüzumsuz olduðunu divaneler de anlar.

 

SAÝD NURSÎ

 

 

 

 

 

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

 

 

 

Aziz Sýddýk Kardeþlerim,

 

 

 

Bu günlerde, Kur'an-ý Hakîmin nazarýnda îmandan sonra en ziyade esas tutulan takva ve amel-i sâlih esaslarýný düþündüm. Takva, menhiyattan ve günahlardan içtinab etmek ve amel-i salih, emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktýr. Her zaman def-i þer, celb-i nef'e râcih olmakla beraber, bu tahribat ve sefahet ve cazibedar hevesat zamanýnda, bu takva olan def-i mefâsid ve terk-i kebâir üssül-esas olup büyük bir rüçhaniyet kesbetmiþ. Bu zamanda tahribat ve menfi cereyan dehþetlendiði için takva, bu tahribata karþý en büyük esastýr. Farzlarý yapan, kebîreleri iþlemiyen kurtulur. Böyle kebâir-i azîme içinde amel-i sâlihin ihlâsla muvaffakýyeti pek azdýr. Hem az bir amel-i sâlih, bu aðýr

 

 

 

sh:» (T: 281)

 

 

 

þeriat içinde çok hükmündedir. Hem takva içinde bir nevi amel-i sâlih var. Çünki bir haramýn terki, vâcibdir; bir vâcibi iþlemek, çok sünnetlere mukabil sevabý var. Böyle zamanlarda -binler günahýn tehacümünde- bir tek ictinab az bir amel ile yüzer günahýn terkiyle, yüzer vâcib iþlenmiþ olur. Bu ehemmiyetli nokta niyet ile, takva namiyle günahtan kaçýnmak kasdiyle, menfi ibadetten gelen ehemmiyetli a'mâl-i sâlihadýr.

 

 

 

Risale-i Nur Þâkirdlerinin bu zamanda en mühim vazifeleri, tahribata ve günahlara karþý takvâyý esas tutup davranmak gerektir. Madem her dakikada, þimdiki tarz-ý hayat-ý içtimaiyede yüzer günah insana karþý geliyor! Elbette takva ile niyet-i içtinab ile, yüzer amel-i sâlih iþlenmiþ hükmündedir. Malûmdur ki bir adamýn bir günde harab ettiði bir sarayý, yirmi adam yimi günde yapamaz ve bir adamýn tahribatýna karþý yirmi adam çalýþmak lâzýmgelirken, þimdi binler tahribatçýya mukabil, Risale-i Nur gibi bir tamircinin bu derece mukavemeti ve te'siratý pek harikadýr. Eðer bu iki mütekabil kuvvetler bir seviyede olsaydý, onun tamirinde mucizevâri muvaffakiyet ve fütuhat görülecekti.

 

 

 

Ezcümle, hayat-ý içtimaiyeyi idare eden en mühim esas olan hürmet ve merhamet, gayet sarsýlmýþ. Bazý yerlerde, gayet elim; ve biçare ihtiyarlar, peder ve valideler hakkýnda dehþetli neticeler veriyor. Cenab-ý Hakka þükür ki, Risale-i Nur, bu müdhiþ tahribata karþý, girdiði yerlerde mukavemet ediyor, tamir ediyor.

 

 

 

Sedd-i Zülkarneynin tahribiyle Ye'cüc ve Me'cüclerin dünyayý fesada vermesi gibi, Þeriat-ý Muhammediye (A.S.M.) olan sedd-i Kur'anýn tezelzüliyle, Ye'cüc ve Me'cücden daha müdhiþ olan, ahlâkta ve hayatta zulmetli bir anarþilik ve zulümlü bir dinsizlik fesada ve ifsada baþlýyor. Risale-i Nur Þâkirdlerinin böyle bir hadisede mânevî mücahedeleri, Ýnþâalah zaman-ý Sahabedeki gibi, az amel ile pek büyük sevab ve amâl-i sâlihaya medar olur.

 

 

 

Aziz Kardeþlerim,

 

 

 

Ýþte böyle bir zamanda, bu dehþetli hadisâta karþý ihlâs kuvvetinden sonra bizim en büyük kuvvetimiz «Ýþtirak-ý a'mâl-i uhreviye» düsturiyle; kalemlerle, herbiri diðerinin a'mâl-i sâliha defterine hasenat yazdýklarý gibi, lisanlariyle herbirinin takva kal'asýna ve siperine kuvvet ve imdad göndermektir. Ve bilhassa fýrtýnalý tehâcüme hedef olan bu âciz kardeþinize, bu mübarek Þuhur-u Selâsede ve eyyam-ý meþhurede yardýma koþmak, sizin gi-

 

 

 

 

 

sh:» (T: 282)

 

 

 

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

 

 

 

bi kahraman ve vefadâr ve þefkatkârlarýn þe'nidir. Bütün ruhumla bu imdad-ý mânevîyi sizden rica ediyorum. Ve ben dahi, îman ve sadakat þartiyle Risale-i Nur Talebelerini; bütün dualarýma ve mânevi kazançlarýma, yirmi dört saatte, «Ýþtirak-ý a'mâl-i uhreviye» düsturiyle bazan yüz defadan ziyade Risale-i Nur Talebeleri ünvaniyle hissedar ediyorum.

 

«Gül» ve «Nur» ve «Mübarekler» ve «Medrese-i Nuriye» hey'etleri ve ümmi ihtiyarlar ve mâsumlar baþta olarak umum kardeþlerimize ve hemþirelerimize selâm ve selâmet ve saadetlerine dua ediyoruz.

 

 

 

 

 

SAÝD NURSÎ

 

 

 

* * *

 

 

 

Cenab-ý Hakka yüz binler þükür olsun ki Risale-i Nur, kendi kendine tevessü' ediyor, her tarafta fütuhatý var. Ehl-i dalâletin hileleri, onu durdurmuyor, bil'akis çok dinsizler teslim-i silâh ediyorlar. Hâfýz Alinin dediði gibi, korkularý pek ziyadedir. Þimdi, dinsizlik taassubiyle deðil, korku cihetiyle iliþiyorlar. O korku, Risale-i Nur lehine dönecek inþâallah. SAÝD NURSÎ

 

 

 

* * *

 

 

 

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

 

..................................................................................

 

Hem o eski zata, hem ehl-i dikkate ve sizlere beyan ediyorum ki: Kur'an-ý Mu'cizül-Beyanýn feyziyle Yeni Said, hakaik-i imaniyeye dair o derece mantýkî ve hakikatlý bürhanlar zikrediyor ki; deðil müslüman ulemasý, belki en muannid Avrupa feylesoflarýný da teslime mecbur ediyor ve etmektedir. Amma, Risale-i Nurun kýymet ve ehemmiyetine iþarî ve remzî bir tarzda Hazret-i Ali (R.A.) ve Gavs-ý Azam'ýn (R.A.) ihbaratý nev'inden, Kur'an-ý Mu'cizül-Beyanýn dahi, bu zamanda bir mucize-i mâneviyesi olan Risale-i Nura nazar-ý dikkati celbetmesi, mânâ-yý iþârî tabakasýndan remiz ve îmâlarý, i'cazýnýn þe'nindendir ve o lisan-ý gaybînin belâgat-ý mucizekâranesinin muktezasýdýr. Evet; Eskiþehir Hapishanesinde, dehþetli bir zamanda, kudsî bir teselliye

 

 

 

 

 

sh:» (T: 283)

 

 

 

pek çok muhtaç olduðumuz hengâmda, mânevî bir ihtarla; «Risale-i Nurun makbuliyetine dair eski evliyalardan þahid gösteriyorsun. Halbuki;

 

 

 

وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٌ

 

 

 

sýrrýyle, en ziyade bu mes'elede söz sahibi Kur'andýr. Acaba Risale-i Nuru Kur'an kabul eder mi? Ona ne nazarla bakýyor?» denildi. O acib sual karþýsýnda bulundum. Ben de Kur'andan istimdad eyledim. Birden, otuz üç Âyetin mâna-yý sarîhinin teferruatý nev'indeki tabakatýndan mânâ-yý iþârî tabakasýnda ve o mânâ-yý iþârî külliyetinden dahil bir ferdi Risale-i Nur olduðunu ve duhûlüne ve medar-ý imtiyazýna bir kuvvetli karine bulunduðunu bir saat zarfýnda hissettim ve býr kýsmýný bir derece îzahlý, bir kýsmýný mücmelen gördüm. Kanaatýmca hiçbir þek ve þüphe ve vehim ve vesvese kalmadý. Ben de, ehl-i îmanýn îmanýný Risale-i Nurla muhafaza niyetiyle o kat'i kanaatýmý yazdým ve has kardeþlerime, mahrem tutulmak þartiyle verdim. Ve o risalede, biz demiyoruz ki Âyetin mâna-yý sarihî budur: Ta hocalar «Fihî nazarun» desin. Hem dememiþiz ki mâna-yý iþârinin külliyeti budur. Belki diyoruz ki: Mânâ-yý sarihinin tahtýnda müteaddid tabakalar var. Bir tabakasý da, mânâ-yý iþârî ve remzîdir ve o mânâ-yý iþârî de, bir küllidir. Her asýrda; cüziyyatlarý var. Risale-i Nur dahi bu asýrda, o mânâ-yý iþârî tabakasýnýn külliyetinde bir ferdidir ve o ferdin, kasden medar-ý nazar olduðuna ve ehemmiyetli bir vazife göreceðine, eskidenberi ulema mabeyninde câri bir düstur-u cifrî ve riyazî ile karineler, belki hüccetler gösterilmiþ iken; Kur'an Âyetini veya sarahatýný deðil incitmek, belki i'caz ve belâgatýna hizmet ediyor. Bu nevi iþârât-ý gaybiyeye itiraz edilmez.

 

 

 

Ehl-i hakikatýn nihayetsiz iþârât-ý Kur'aniyeden had ve hesaba gelmiyen istihraçlarýný inkâr edemiyen, bunu da inkâr etmemeli ve edemez. Amma benim gibi ehemmiyetsiz bir adamýn elinde böyle ehemmiyetli bir eserin zuhur etmesini istiðrab ve istib'ad edip itiraz eden zat, eðer buðday tanesi kadar bir çam çekirdeðinden dað gibi çam aðacýný halk eylemek, azamet ve kudret-i Ýlâhiyyeye delil olduðunu düþünse; elbette bizim gibi acz-i mutlak, fakr-ý mutlakta, ihtiyac-ý þedid zamanýnda böyle bir eserin zuhuru, vüs'at-i rahmet-i Ýlâhiyyeye delildir demeye mecbur olur.

 

 

 

 

 

sh:» (T: 284)

 

 

 

Ben, sizi ve muterizleri, Risale-i Nurun þerefi ve haysiyetiyle temin ediyorum ki; bu iþaretler ve evliyanýn îmalý haberleri, remizleri, beni daima þükre ve hamde ve kusurlarýmdan istiðfara sevketmiþ. Hiçbir dakika nefs-i emmareye medar-ý fahr ve gurur olacak bir enaniyet ve benlik vermediðini, size bu yirmi senelik hayatýmýn göz önündeki tereþþuhatiyle isbat ediyorum.

 

 

 

Evet, bu hakikatle beraber, insan kusurlardan, nisyandan, sehivden hâli deðil. Benim bilmediðim çok kusurlarým var; belki de fikrim karýþmýþ; risalede, hatalar da olmuþ. Bu zamanda gayet kuvvetli ve hakikatlý milyonlar fedakârlarý bulunan meþrebler, meslekler bu dehþetli dalâlet hücumuna karþý zâhiren maðlûbiyete düþtükleri halde; benim gibi yarým ümmî ve kimsesiz, mütemadiyen tarassut altýnda, karakol karþýsýnda ve müdhiþ müteaddid cihetlerle aleyhimde propagandalar ve herkesi tenfir etmek vaziyetinde bulunan bir biçare, o mesleklerden daha ileri, kuvvetli dayanan Risale-i Nura sahib deðildir. O eser, onun hüneri olamaz ve onunla iftihar edemez. Belki doðrudan doðruya Kur'an-ý Hakîmin bu zamanda bir mucize-i mâneviyesidir ve rahmet-i Ýlâhiyye tarafýndan ihsan edilmiþtir. O adam, binler arkadaþiyle beraber, o hediye-i Kur'aniyeye el atmýþ. Her nasýlsa birinci tercümanlýk vazifesi ona düþmüþ. Onun fikri ve ilmi ve zekâsýnýn eseri olmadýðýna delil Risale-i Nurun öyle parçalarý var ki; bazý altý saatte, bazý iki saatte, bazý bir saatte ve bazý da on dakikada yazýlan risaleler var. Ben yeminle temin ediyorum ki: Eski Saidin kuvve-i hafýzasý beraber olmak þartiyle, o on dakikalýk iþi, on saatte fikrimle yapamýyorum. O bir saatlik risaleyi, iki günde istidadýmla, zihnimle yapamýyorum. O altý saatlik risale olan Otuzuncu Söz; ne ben, ne de en müdakkik dindar feylesoflar, altý günde o tahkikatý yapamaz. Ve hakeza... Demek biz, müflis olduðumuz halde, zengin bir mücevherat dükkânýnýn dellâlý ve bir hizmetçisi olmuþuz.

 

 

 

SAÝD NURSÎ

 

 

 

* * *

 

 

 

 

 

 

 

sh: » (T: 285)

 

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

 

Aziz, sýddýk kardeþlerim;

 

Bugünlerde sabah namazý tesbihatýnda Ýstanbul'daki ihtiyarýn garazkârane ve þahsýma karþý galiz gýybeti üzerine, Eski Said damarýyla nefs-i emmarem heyecana geldi; "Mazlumum, bu nevi zulüm çekilmez!" dedi, intikamýný almak istedi. Birden kalbime geldi: "Belki Risale-i Nur'un Ýstanbul'da neþrine bir vesile olur. Sen madem hayat-ý dünyeviyeni ve hayat-ý uhreviyeni dahi Risale-i Nur'a feda ediyorsun, bu izzet-i nefis damarýný dahi feda et. Hem sebeb-i hilkat-i kâinat Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâm'a mecnun tabiri istimal eden insanlar bulunduðu gibi; senin, o güneþe nisbeten zerrecik bir izzet-i nefsinin kýrýlmasýna ehemmiyet verme." diye ihtar edildi, benim de kalbim rahat etti.

 

Said Nursî

 

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

 

 

 

 

 

Ýstanbul ulemasýnýn en büyüðü ve en müdakiki ve çok zaman müftiül-enam olan eski Fetva Emini meþhur Ali Rýza Efendi, Birinci Þuadaki Ýþârât-ý Kur'aniyeyi ve Ayetül-Kübra gibi Risaleleri gördükten sonra, Risale-i Nurun mühim bir talebesi olan Hâfýz Emine demiþ ki: «Bediüzzaman, þu zamanda Din-i Ýslâma en büyük bir hizmet eylediðini ve eserlerinin tam doðru olduðunu ve böyle bir zamanda ve mahrumiyet içinde tam bir feragat-ý nefs ettiðini ve onun Risale-i Nuru, müceddid-i din olduðunu kat'iyyen tasdik ederim. Cenab-ý Hak, onu muvaffak eylesin, âmin» demiþ.

 

 

 

Hem bazýlarýn, sakal býrakmamaklýðýna itirazlarý münasebetiyle, Mevlâna Celâleddin-i Rumînin pederleri olan Sultanül-Ulemânýn bir kýssasiyle onu müdafaa edip: «Bediüzzamanýn, elbette bir içtihadý vardýr, itiraz edenler haksýzdýr.» demiþ ve Hoca Mustafaya (merhum) emretmiþ: «Söylediðimi yaz!»

 

 

 

 

 

sh:» (T: 286)

 

 

 

Bediüzzamana, kemal-i hürmetle selâm ederim. Te'lifatýnýzýn ikmaline hýrz-ý can ile dua etmekteyim. Bazý ulema-yý sûun tenkidine uðradýðýna müteessir olma; zira «Yemiþli aðaç taþlanýr» kaziyyesi meþhurdur. Mücahedatýnýza devam buyurun. Cenab-ý Hak ve Feyyâz-ý Mutlak, âcilen murad ve matlubunuza muvaffak-ý bilhayr eylesin, âmin. Bâki Hakkýn birliðine emanet olunuz.

 

 

 

Eski Fetva Emini

 

ALÝ RIZA

 

 

 

Ýþte böyle müdakkik ve ilim ve þeriat ve Kur'an cihetinde bu zamanda söz sahibi en büyük âlim böyle hükmetmiþ.

 

 

 

* * *

 

 

 

Aziz Sýddýk Müdakkik Müstakim Kardeþlerim;

 

 

 

Gayet ciddi bir ihtarla bir hakikatý beyan etmeye lüzum var. Þöyleki لاَيَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللَّهُ sýrriyle, ehl-i velâyet, gaybî olan þeyleri, bildirilmezse bilmezler. En büyük bir veli dahi, hasmýnýn hakikî halini bilmedikleri için haksýz olarak mübareze etmesini Aþere-i Mübeþþere'nin mabeynindeki muharebe gösteriyor. Demek iki veli, iki ehl-i hakikat, birbirini inkâr etmekle makamlarýndan sukut etmezler. Meðer bütün bütün zâhir-i þeriata muhalif ve hatasý zâhir bir içtihad ile hareket edilmiþ ola. Bu sýrra binaen, وَالْكَاظِمِينَ الْغَيْظَ وَالْعَافِينَ النَّاسِ daki ulûvv-ü cenab düsturuna ittibaen ve avâm-ý mü'minin þeyhlerine karþý hüsn-ü zanlarýný kýrmamakla imanlarýný sarsýlmadan muhafaza etmek ve Risale-i Nurun erkânlarýný haksýz itirazlara karþý haklý, fakat zararlý hiddetlerden kurtarmak lüzumuna binaen ve ehl-i ilhâdýn, iki taife-i ehl-i hakkýn mabeynindeki husumetten istifade ederek birinin silâhiyle, itiraziyle, ötekini cerhedip, ötekinin delilleriyle berikini çürütüp ikisini yere vurmak ve çürütmekten içtinaben, Risale-i Nur Þâkirdleri, bu mezkûr dört esasa binaen, muarrýzlarý, hiddet ve tehevvürle ve mukabele-i bilmisil ile karþýlamamalý. Yalnýz kendilerini müdafaa için, musalâhakârane, medar-ý itiraz noktalarý izah etmek ve cevab vermek gerektir.

 

 

 

 

 

sh:» (T:287)

 

 

 

Çünki, bu zamanda enaniyet çok ileri gitmiþ. Herkes, kameti mikdarýnda bir buz parçasý olan enaniyetini eritmeyip bozmuyor, kendini mâzur biliyor, ondan niza çýkýyor. Ehl-i hak zarar eder, ehl-i dalâlet istifade ediyor. Malûm itiraz hadisesi îma ediyor ki, ileride meþrebini çok beðenen bazý zatlar ve hodgâm bazý sofi-meþrebler ve nefs-i emmaresini tam öldürmiyen ve hubb-u câh vartasýndan kurtulmýyan bazý ehl-i irþad ve ehl-i hak, Risale-i Nura ve þâkirdlerine karþý, kendi meþreblerini ve mesleklerinin revacýný ve etbâlarýnýn hüsn-ü teveccühlerini muhafaza niyetiyle itiraz edecekler. Belki dehþetli mukabele etmek ihtimali var. Böyle hâdiselerin vukuunda, bizlere itidal-i dem ve sarsýlmamak ve adavete girmemek ve o muarýz taifenin de rüesalarýný çürütmemek gerektir.

 

 

 

Fâþetmek hatýrýma gelmiyen bir sýrrý faþetmeye mecbur oldum. Þöyle ki:

 

 

 

Risale-i Nurun þahs-ý mânevîsi ve o þahs-ý mânevîyi temsil eden has þakirdlerinin þahs-ý mânevîsi, «Ferid» makamýna mazhar olduklarý için; deðil hususi bir memleketin kutbu, belki ekseriyetle Hicazda bulunan kutb-u âzamýn tasarrufundan hariç olduðu gibi; onun hükmü altýna girmeye de mecbur deðil. Her zamanda bulunan iki imam gibi, onu tanýmaya mecbur olmuyor. Ben, eskiden Risale-i Nurun þahs-ý mânevîsini o imamlardan birisini zannediyordum. Þimdi anlýyorum ki: Gavs-ý Azamda «Kutbiyet» ve «Gavsiyet» le beraber «Ferdiyet» dahi bulunduðundan âhir zamandaki þâkirdlerinin baðlandýðý Risale-i Nur, o ferdiyet makamýnýn mazharýdýr.

 

 

 

Bu gizlenmeye lâyýk olan bu sýrr-ý azîme binaen, Mekke-i Mükerremede dahi -farz-ý muhal olarak- Risale-i Nur aleyhinde bir itiraz kutb-u azamdan dahi gelse, Risale-i Nur Þâkirdleri sarsýlmayýp, o mübarek kutb-u âzamýn itirazýný iltifat ve selâm suretinde telâkki edip, teveccühünü de kazanmak için, medar-ý itiraz noktalarý o büyük üstadlarýna karþý izah etmek, ellerini öpmektir.

 

 

 

Ey kardeþlerim! Bu zamanda, öyle dehþetli cereyanlar ve hayatý ve cihaný sarsacak hadiseler içinde, hadsiz bir metanet ve itidal-i dem ve nihayetsiz bir fedakârlýk taþýmak gerektir.

 

 

 

Evet يَسْتَحِبُّونَ الْحَيَوةَ الدُّنْيَا عَلَى الاَخِرَة Âyetinin mânâ-

 

 

 

 

 

sh:» (T: 288)

 

 

 

yý iþarîsiyle: Âhireti bildikleri ve îman ettikleri halde, dünyayý Âhirete severek tercih etmek ve kýrýlacak þiþeyi, bâki bir elmasa bilerek rýza ve sevinçle tercih etmek; ve akibeti görmiyen kör hissiyatýn hükmiyle, hâzýr bir dirhem zehirli lezzeti, ileride bir batman sâfi lezzete tercih etmek, bu zamanýn dehþetli bir marazý ve musibetidir. O musibet sýrriyle, hakikî mü'minler dahi, bazan ehl-i dalâlete tarafdar olmak gibi dehþetli hatada bulunuyorlar. Cenab-ý Hak, ehl-i imaný ve Risale-i Nur Þâkirdlerini, bu musibetlerin þerrinden muhafaza eylesin âmin.

 

 

 

SAÝD NURSÎ

 

 

 

* * *

 

 

 

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

 

Ey Kardeþlerim!

 

 

 

Bu zamanda, hususan bu sýralarda, Risale-i Nur Þâkirdleri, tam bir metanet ve tesanüd ve dikkat etmeye mecburdurlar. Lillâhilhamd, Isparta ve havalisi kahramanlarý, demir gibi metanet göstermesiyle, baþka yerlere de hüsn-ü misal oldu.

 

 

 

Ey Hüsrev! Tesirli ve güzel mektubunu aldým. Vazifenin baþýna geçmen, bizi fevkalâde mesrur etti. Binler safâlarla geldin. Sen, bu bir buçuk sene, maddî kalemin iþlemediðinden merak etme. Senin yerine o kerametli kaleminin yadigârý olan mu'cizat-ý Ahmediyenin biri, vilâyât-ý þarkiyede faalâne geziyor. Diðer son yazdýðýn nüsha da, Ýstanbulda senin yerinde çalýþýp, Ýnþâallah fütuhat yapar.

 

 

 

Senin yazdýðýn mucizeli iki Kur'an-ý Azîmüþþanýn bu havalide hususan Ramazan-ý Þerifde sana kazandýrdýklarý sevablar tahsin ve tebriklerini, Ýnþâallah yakýnda tab'a girmesiyle, Âlem-i Ýslâmdan senin ruhuna yaðacak rahmet dualarýný düþün. Allah þükret.

 

 

 

SAÝD NURSÎ

 

 

 

* * *

 

 

 

 

 

sh:» (T: 289)

 

 

 

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

 

 

 

Aziz Sýddýk Kardeþlerim,

 

 

 

Ben, pek kat'i bir surette ve bine yakýn tecrübelerim neticesinde kat'i kanaatým gelmiþ ve ekser günlerde hissediyorum ki; Risale-i Nurun hizmetinde bulunduðum günde -hizmetin derecesine göre- kalbimde, bedenimde, dimaðýmda, maiþetimde bir inkiþaf, inbisat, ferahlýk, bereket görüyorum. Ve çoklarý itiraf ediyor, «Biz de hissediyoruz» derler. Hatta, size geçen sene yazdýðým gibi, benim pek az gýda ile yaþadýðýmýn sýrrý, o bereket imiþ. Hem madem Ýmam-ý Þâfiîden rivayet var ki: «Hâlis talebe-i ulûmun rýzkýna ben kefalet edebilirim» demiþ. Çünki rýzýklarýnda vüs'at ve bereket olur. Madem hakikat budur ve madem hâlis talebe-i ulûm ünvanýna Risale-i Nur Þâkirdleri bu zamanda tam liyakat göstermiþler; elbette þimdi yeni açlýk ve kahta mukabil, Risale-i Nur hizmetini býrakmak ve zaruret-i maiþet özriyle maiþet peþinde koþmak yerine en iyi çare, þükür ve kanaat ve Risale-i Nur talebeliðine tam sarýlmaktýr.

 

 

 

SAÝD NURSÎ

 

 

 

* * *

 

 

 

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

 

 

 

 

 

.................................................................

 

 

 

Risale-i Nur ve ondan tam ders alan þâkirdleri; deðil dünya siyasetlerine, belki bütün dünyaya karþý da Risale-i Nuru âlet edemez ve þimdiye kadar da etmemiþ. Biz, ehl-i dünyanýn dünyalarýna karýþmýyoruz... Bizden zarar tevehhüm etmek, divaneliktir.

 

 

 

Evvelâ: Kur'an, bizi siyasetten menetmiþ; tâ ki elmas gibi hakikatlarý ehl-i dünya nazarýnda cam parçalarýna inmesin.

 

 

 

Sâniyen: Þefkat, vicdan, hakikat, bizi siyasetten menediyor. Çünki tokada müstehak dinsiz münafýklar onda iki ise, onlarla müteallik yedi-sekiz mâsum, bîçare, çoluk-çocuk, zaif, hasta ve ihtiyarlar var. Belâ, musibet gelse, o mâsumlar o belâya düþecekler; belki o iki münafýk dinsiz daha az zarar görecek. Onun için si-

 

 

 

 

 

 

 

sh:» (T:290)

 

 

 

yaset yoliyle, idare ve asayiþi ihlâl tarzýnda neticenin husulü de meþkûk olduðu halde girmekten; Risale-i Nur'un mahiyetindeki þefkat, merhamet, hak ve hakikat þakirdlerinin menediyor.

 

 

 

Sâlisen: Bu vatan, bu millet ve bu vatandaki ehl-i hükûmet, ne þekilde olursa olsun, Risale-i Nura eþedd-i ihtiyaç ile muhtaçtýrlar. Deðil korkmak veyahud adavet etmek; en dinsizleri de, onun dindârâne, hak-perestâne düsturlarýna tarafdar olmak gerektir. Meðer ki, bütün bütün millete, vatana, hâkimiyet-i Ýslâmiyeye hýyanet ola. Çünki: Bu milletin ve bu vatanýn hayat-ý içtimaiyesini anarþilikten kurtarmak ve büyük tehlikelerden halâs etmek için, beþ esas lâzýmdýr ve zaruridir:

 

 

 

Birincisi: Merhamet, ikincisi: Hürmet, üçüncüsü: Emniyet, dördüncüsü: Haram-helâlý bilip haramdan çekinmek, beþincisi: Serseriliði býrakýp itaat etmektir.

 

 

 

Ýþte, Risale-i Nur Hayat-ý içtimaiyeye baktýðý vakit, bu beþ esasý temin edip asayiþin temel taþýný tesbit ve temin eder. Risale-i Nura iliþenler kat'iyyen bilsinler ki; onlarýn iliþmesi, anarþilik hesabýna vatan ve millet ve asayiþe düþmanlýktýr. Ýþte bunun bir hülâsasýný o casusa söyledim, dedim ki: «Seni gönderenlere söyle, hem de ki: Onsekiz senedir bir defa kendi istirahatý için hükûmete müracaat etmiyen ve yirmi bir aydýr dünyayý herc ü merc eden harblerden hiçbir haber almýyan ve çok mühim makamlarda çok mühim adamlarýn dostane temaslarýný istiðna edip kabul etmiyen bir adama, ondan korkup tevehhüm edip, dünyanýza karýþmak ihtimaliyle evhama düþüp tarassutlarla sýkýntý vermekte hangi mânâ var, hangi maslahat var, hangi kanun var? Dîvaneler de bilirler ki; ona iliþmek, divaneliktir!» O casus da kalktý gitti.

 

 

 

SAÝD NURSÎ

 

 

 

* * *

 

 

 

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

 

 

 

Aziz Kardeþlerim;

 

 

 

Bu defa yazýlarýnýzda Ýhlâs Risalelerini gördüðüm için, sizi, o gibi risalelerin dersine havale edip, ziyade bir derse ihtiyac görmedim. Yalnýz bunu ihtar ediyorum ki: Mesleðimiz, sýrr-ý ihlâsa dayanýp, hakaik-i imaniye olduðu için, hayat-ý dünyaya, hayat-ý

 

 

 

 

 

sh:» (T: 291)

 

 

 

içtimaiyeye mecbur olmadan karýþmamak ve rekabete, tarafgirliðe ve mübarezeye sevkeden hâlâttan tecerrüd etmeye mselðimiz itibariyle mecburuz. Binler teessüf ki; þimdiki müdhiþ yýlanlarýn hücumuna mâruz bîçare ehl-i ilim ve ehl-i diyanet, sineklerin ýsýrmasý gibi cüz'î kusuratý bahane ederek, birbirini tenkid ile, yýlanlarýn ve zýndýk münafýklarýn tahribatlarýna ve kendilerini onlarýn eliyle öldürmesine yardým ediyorlar. Gayet muhlis bir kardeþimizin mektubunda, bir ihtiyar âlim ve vâizin Risale-i Nura zarar verecek vaziyetde bulunmasý; benim gibi binler kusurlarý bulunan bir bîçarenin ehemmiyetli mâzarete binaen, bir sünneti terkettiðim bahanesiyle þahsýmý çürütüp Risale-i Nura iliþmek istemiþ:

 

 

 

Evvelâ: Hem o zat, hem sizler biliniz ki, ben, Risale-i Nurun hizmetkârýyým ve o dükkânýn bir dellâlýyým. Risale-i Nur ise, Arþ-ý Azama baðlý olan Kur'an-ý Azîmüþþan ile baðlanmýþ bir hakiki tefsirdir. Benim þahsýmdaki kusurat ona sirayet etmez.

 

 

 

Sâniyen: O vâiz ve âlim zata, benim tarafýmdan selâm söyleyiniz... Benim þahsýma olan tenkidini, itirazýný baþým üstüne kabul ediyorum. Sizler de, o zatý ve onun gibileri münakaþaya ve münazaraya sevketmeyiniz; hatta tecavüz edilse de, beddua ile de mukabele etmeyiniz. Kim olursa olsun; madem îmaný var, o noktada kardeþimizdir. Bize düþmanlýk da etse, mesleðimizce mukabele edemeyiz. Çünki daha þiddetli düþmanlar ve yýlanlar var. Elimizde nur var, topuz yok! Nur incitmez, ýþýðiyle okþar. Ve bilhassa ehl-i ilim olsa, ilimden gelen enaniyeti de varsa, enaniyetlerini tahrik etmeyiniz. Mümkün olduðu kadar

 

 

 

وَاِذَا مَرُّوا بِاللَّغْوِ مَرُّوا كِرَامًا

 

 

 

düsturun rehber ediniz. Hem o zat, madem evvelce Risale-i Nura girmiþ ve yaziyle de iþtirak etmiþ; o, daire içindedir. Onun fikren bir yanlýþý varsa da affediniz. Deðil onlar gibi ehl-i diyanet ve tarikata mensub müslümanlar, þimdi bu acib zamanda îmaný bulunan ve fýrka-i dâlladen bile olsa, onlarla uðraþmamak ve Allahý tanýyan ve Âhireti tasdik eden Hýristiyan bile olsa, onlarla medar-ý niza noktalarý medar-ý münakaþa etmemeyi; hem bu acib zaman, hem mesleðimiz, hem kudsî hizmetimiz iktiza ediyor.

 

 

 

SAÝD NURSÎ

 

 

 

* * *

 

 

 

sh:» (T: 292)

 

 

 

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

 

Risale-i Nurun mesleði ise; vazifesini yapar, Cenab-ý Hakkýn vazifesine karýþmaz. Vazifesi tebliðdir. Kabul ettirmek, Cenab-ý Hakkýn vazifesidir. Hem kemiyete ehemmiyet verilmez. Sen o havalide bir tek Âtýfý bulsan, yüzü bulmuþ gibidir, merak etme. Hem mümkün olduðu kadar, haricden gelen böyle iliþmelere ehemmiyet verme. Fakat ihtiyat ile, bu atâlet mevsimi ve gaflet zamaný ve derd-i maiþet ibtilâsý zamanýnda cüz'î bir iþtigal de ehemmiyetlidir. Tevakkuf deðil; muvaffakýyetsizlik, maðlûbiyet yok; Risale-i Nurun her tarafta galibane fütuhatý var.

 

 

 

SAÝD NURSÎ

 

 

 

* * *

 

 

 

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

 

 

 

Aziz Sýddýk Kardeþlerim,

 

 

 

Risale-i Nur dünya iþlerine âlet olamaz. Dünya iþlerinde siper edilmez. Çünki, ehemmiyetli bir ibadet-i tefekküriye olduðu cihetle, dünyevî maksadlar kasden ondan istenilmez. Ýstenilse, ihlâs kýrýlýr. O ehemmiyetli ibadet þekli deðiþir. Bazý çocuklar gibi, döðüþtükleri vakit Kur'aný siper eder. Baþýna gelen darbe, Kur'ana geldiði gibi, Risale-i Nur, böyle muannid hasýmlara karþý siper istimal edilmemeli. Evet, Risale-i Nura iliþenler, tokat yerler. Yüzer vukuat þahittir. Fakat Risale-i Nur, tokatlarda istimal edilmez ve niyet ve kad ile tokatlar da gelmez. Çünki, sýrr-ý ihlâs ve sýrr-ý ubûdiyete münafidir. Bizler, bizlere zulm edenleri, bizi himaye eden, Risale-i Nurda istihdam eden Rabbimize havale ediyoruz... Evet dünyaya ait harika neticeler, bazý evrad-ý mühimme gibi, Risale-i Nurda çokça terettüb ediyor. Fakat onlar istenilmez belki verilir. Ýllet olamaz. Bir faide olabilir eðer istemele olsa illet olur, ihlâsý kýrar; o ibadeti kýsmen ibtal eder. Evet, Risale-i Nurun o kadar dehþetli muannidlere karþý galibane mukavemeti, sýrr-ý ihlâsdan; hiçbir þeye âlet edilmemesinden ve doðrudan doðruya saadet-i ebediyeye bakmasýndan ve hizmet-i îmaniyeden baþka bir maksad takib etmemesinden ve bazý ehl-i tarika-

 

 

 

 

 

sh:» (T: 293)

 

 

 

týn ehemmiyet verdikleri keþf ve keramet-i þahsiyeye ehemmiyet vermemesindendir. Ve velâyet-i kübra ashablarý olan Sahabiler gibi, veraset-i Nübüvvet sýrriyle, yalnýz îman nurlarýný neþretmek ve ehl-i imanýn îmanlarýný kurtarmaktýr. Evet, Risale-i Nurun bu dehþetli zamanda kazandýrdýðý iki netice-i muhakkakasý, her þeyin fevkindedir; baþka þeylere ve makamlara ihtiyaç býrakmýyor...

 

 

 

Birinci Neticesi: Sadakat ve kanaatla Risale-i Nur dairesine girenler, îmanla kabre gireceðine gayet kuvvetli emareler var.

 

 

 

Ýkincisi: Risale-i Nur dairesinde, ihtiyarýmýz olmadam takarrur ve tahakkuk eden þirket-i mâneviye-i uhreviye cihetiyle, herbir hakiki sâdýk þâkird; binler dillerle, kalblerle dua etmek, istiðfar etmek, ibadet etmek ve bazý melâike gibi kýrk bin lisan ile tesbih etmektir. Ve Ramazan-ý Þerifdeki hakikat-ý Leyle-i Kadir gibi kudsî, ulvî hakikatlarý, yüz bin el ile aramaktýr. Ýþte bu gibi netice içindir ki; Risale-i Nur þâkirdleri, hizmet-i Nuriyeyi velâyet makamýna tercih eder; keþf ve keramatý aramaz ve Ahiret meyvelerinin dünyada koparmaya çalýþmaz. Vazife-i Ýlâhiyye olan muvaffakýyet ve halka kabul ettirmek ve revac vermek ve galebe ettirmek ve müstehak olduklarý þan ü þeref ve ezvak ve inayetlere mazhar etmek gibi kendi vazifelerinin haricinde bulunan þeylere karýþmazlar ve harekâtýný, onlara bina etmezler. Hâlisen, muhlisen çalýþýrlar, «Vazifemiz hizmetdir, o yeter.» derler.

 

SAÝD NURSÎ

 

 

 

* * *

 

 

 

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

 

 

 

Seksen küsur sene kýymetinde bulunan ve Ramazan-ý Þerifin mecmuunda gizlenen Leyle-i Kadri kazanmak için, Risale-i Nur Þakirdlerinin þirket-i mâneviye-i uhreviyeleri muktezasýnca, herbiri mütekellim-i maal gayr sigasýnca

 

 

 

اَجْرِنَا * اِرْحَمْنَا * اَغْفِرْ لَنَا

 

 

 

 

 

sh:» (T: 294)

 

 

 

gibi tabiratta, "biz" dedikleri vakit Risale-i Nurun þâkirdlerini niyet etmek gerektir. Ta herbir þâkird, umumun nâmýna münacaat edip çalýþsýn. Bu bîçare, az çalýþabilen ve haddinden çok fazla hizmet ondan beklenen bu kardeþinize, o hüsn-ü zanlarý yanlýþ çýkarmamak için, geçmiþ Ramazan gibi yardýmýnýzý rica ediyorum.

 

 

 

SAÝD NURSÎ

 

 

 

* * *

 

 

 

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

 

 

 

Ýki-üç gün evvel Yirmiikinci Söz tashih edilirken dinledim, gördüm ki: Ýçinde hem küllî zikir, hem geniþ fikir, hem kesretli tehlil, hem kuvvetli imanî ders, hem gafletsiz huzur, hem kudsî hikmet, hem yüksek bir ibadet-i tefekküriye gibi nurlar var. Bir kýsým þâkirtlerin ibadet niyetiyle risaleleri ya yazmak veya okumak veya dinlemekliðinin hikmetini bildim, Bârekâllah dedim, hak verdim.

 

 

 

SAÝD NURSÎ

 

 

 

* * *

 

 

 

% KARADAÐIN BÝR MEYVESÝ

 

 

 

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

 

 

 

Aziz Sýddýk Kardeþlerim;

 

 

 

Bu defa, mektub yerinde bu meyveyi gönderiyoruz. Bir Âyetin mâna-yý iþârîsinin külliyetinden bir ferdi, hürriyetten bu âna kadardýr. Teþrin-i sâni otuzuncu gün, bin üçyüz elli sekizde Karadað baþýna çýkýyordum. Ýnsanlarýn, hususan müslümanlarýn bu teselsül eden helâketleri ve hasâretleri ne vakitten baþladý ve ne vakte kadardýr, hatýra geldi. Birden, her müþkilimi halleden Kur'an-ý Mu'ciz-ül-Beyan, Sure-i وَالْعَصْرِ yý karþýma çýkardý. Bak! dedi. Bakdým. Her asra hitab ettiði gibi, bu asrý-

 

 

 

 

 

sh:» (T: 295)

 

 

 

mýza da daha ziyade bakan وَالْعَصْرِ * اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَفِى خُسْرٍ Âyetindeki اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَفِى خُسْرٍ makam-ý cifrîsi bin üçyüz yirmidört edip, hürriyet inkýlâbiyle baþlayan tebeddül-ü saltanat ve Balkan ve Ýtalyan Harbleri ve Birinci Harb-i Umumî maðlûlibiyetleri ve muahedeleri ve Þeâir-i Ýslâmiyenin sarsýlmalarý ve bu memleketin zelzeleleri ve yangýnlarý ve Ýkinci Harb-i Umumînin zemin yüzünde fýrtýnalarý gibi semavî ve arzî müsibetler ile hasâret-i insaniye ile اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَفِى خُسْرٍ Âyetinin, bu asýrda dahi bir hakikatý, maddeten ayni tarihiyle gösterip, bir lem'a-i i'cazýný gösteriyor. اِلاَّ الَّذِينَ اَمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ âhirdeki {هـ} ت sayýlýr. Þedde sayýlýr ise; makam-ý cifrîsi bin üçyüz ellisekiz olan bu senenin ve gelecek senenin ayný tarihini göstermekle, o hasâretlerden, bâhusus mânevî hasâretlerden kurtulmanýn çâre-i yegânesi, iman ve a'mâl-i sâliha olduðu gibi; ve mefhum-u muhalifiyle o hasâretin de sebeb-i yegânesi, küfür ve küfran, þükürsüzlük, yâni îmansýzlýk ve fýsk ve sefahet olduðunu gösterdi. Sure-i وَالْعَصْرِ ýn azamet ve kudsiyetini ve kýsalýðýyle beraber gayet geniþ ve uzun hakaikýn hazinesi olduðunu tasdik ederek Cenab-ý Hakka þükrettik.

 

 

 

Evet Âlem-i Ýslâmýn, bu asrýn hasâreti olan bu dehþetli Ýkinci Harb-i Umumîden kurtulmasýnýn sebebi, Kur'andan gelen îman ve a'mâl-i sâliha olduðu gibi; fakirlere gelen acý açlýk ve kathýn sebebi, orucun tatlý açlýðýný çekmedikleri ve zenginlere gelen hasâret ve zâyiatýn sebebi de, zekât yerinde ihtikâr etmeleridir. Ve Anadolunun bir meydan-ý harb olmamasýnýn sebebi, اِلاَّ الَّذِينَ اَمَنُوا kelime-i kudsiyesinin hakikatýný fevkalâde bir surette yüzbin insanlarýn kalblerine tahkiki bir tarzda ders veren Risale-i Nur olduðunu, pek çok emarelerle ve þâkirdlerinden binler ehl-i hakikat ve dikkatin kanaatlarý isbat eder.

 

 

 

* * *

 

 

 

sh:» (T: 296)

 

 

 

RÝSALE-Ý NURUN KÜÇÜK VE MÂSUM ÞÂKÝRDLERÝ

 

 

 

Aziz Sýddýk Kardeþlerim;

 

 

 

Risale-i Nurun küçük ve mâsum þâkirdlerinden elli-altmýþ talebenin yazdýklarý nüshalar bize de gönderilmiþ. Biz de, o parçalarý üç cild içinde cemettik. Hem o mâsum þâkirdlerin bazýlarýný, isimleriyle kaydettik. Meselâ: Ömer, onbeþ yaþýnda; Bekir, dokuz yaþýnda; Hüseyin, onbir yaþýnda; Hâfýz Nebi, ondört yaþýnda; Mustafa, ondört yaþýnda; Mustafa, onüç yaþýnda; Ahmed Zeki, onüç yaþýnda; Ali, oniki yaþýnda; Hafýz Ahmed, oniki yaþýnda... Bu yaþta daha çok çocuklar var, uzun olmasýn diye yazýlmadý. Ýþte bu mâsum çocuklarýn, Risale-i Nurdan aldýklarý derslerinin ve yazdýklarýnýn bir kýsmýný bize göndermiþler. Biz de onlarýn isimlerini bir cedvelde dercettik. Bunlarýn, bu zamanda, bu ciddî çalýþmalarý gösteriyor ki; Risale-i Nurda öyle mânevî bir zevk ve câzibedar bir nur var ki, mekteblerdeki çocuklarý okumaða þevkle sevketmek için icad ettikleri her nevi eðlence ve teþviklere galabe edecek bir lezzet, bir sürur, bir þevk Risale-i Nur veriyor ki, çocuklar böyle hareket ediyorlar. Hem bu hal gösteriyor ki, Risale-i Nur kökleþiyor. Ýnþâallah daha hiçbir þey onu koparamýyacak. Ensal-i âtiyede devam edecek.

 

 

 

Aynen bu mâsum küçük þâkirdler gibi, Risale-i Nurun câzibedar dairesine giren ümmî ihtiyarlarýn dahi, kýrk-elli yaþýndan sonra Risale-i Nurun hatýrý için yazýya baþlayýp yazdýklarý kýrk-elli parçayý, iki-üç mecmua içinde dercettik. Bu ümmî ihtiyarlarýn ve kýsmen çoban ve efelerin, bu zamanda, bu acib þerait içinde herþeye tercihan Risale-i Nura bu suretle çalýþmalarý gösteriyor ki, bu zamanda Risale-i Nura ekmekten ziyade ihtiyaç var ki; harmancýlar, çiftçiler, çobanlar, yörük efeleri hâcât-ý zaruriyeden ziyade Risale-i Nura çalýþmalarý, Risale-i Nurun hakkaniyetini gösteriyorlar. Bu cildde az; sair altý cild-i âherde mâsumlarýn ve ihtiyar ümmîlerin yazýlarýnýn tashihinde çok zahmet çektim. Vakit müsaade etmiyordu. Hatýrýma geldi ve mânen denildi ki: Sýkýlma, bunlarýn yazýlarý çabuk okunmadýðýndan, acelecileri yavaþ yavaþ okumaða mecbur ettiðinden, Risale-i Nurun gýda ve taam hükmündeki hakikatlarýndan hem akýl, hem kalb, ruh; hem nefis,

 

 

 

 

 

sh:» (T: 297)

 

 

 

hem his hisselerini alabilirler. Yoksa, yalnýz akýl cüz'î bir hisse alýr, ötekiler gýdasýz kalabilirler. Risale-i Nur, sair ilimler ve kitablar gibi okunmamalý. Çünki, ondaki Îman-ý tahkikî ilimleri, baþka ilimlere ve mârifetlere benzemez. Akýldan baþka çok letâif-i insaniyenin de kuvvet ve nurlarýdýr.

 

 

 

Elhasýl, mâsumlarýn ve ümmî ve ihtiyarlarýn noksan yazýlarýnda iki faide var:

 

 

 

Birincisi, teenni ve dikkatle okumaða mecbur etmektir.

 

Ýkincisi, o mâsumane ve hâlisane samimi ve tatlý dillerinden, derslerinden, Risale-i Nurun þirin ve derin mes'elelerini lezzetli bir hayretle dinlemek, ders almaktýr.

 

 

 

SAÝD NURSÎ

 

 

 

* * *

 

 

 

 

 

ISPARTAYA GÖNDERÝLEN BÝR MEKTUP

 

 

 

Aziz Sýddýk Kardeþlerim,

 

 

 

Namaz tesbihatýnýn sýrrýna göre; nasýlki namazdan sonra tesbih ve zikir ve tehlil ile hatme-i muazzama-i Muhammediyye ve zikir ve tesbih eden ve rû-yi zemin kadar geniþ bir halka-i tahmidat-ý Ahmediye dairesine tasavvuran ve niyeten girmek medar-ý füyuzat olduðu gibi; biz dahi Risale-i Nurun geniþ daire-i dersinde ve halka-i envârýnda ders alan ve çalýþan binler mâsum lisanlarýn ve mübarek ihtiyarlarýn dualarýna ve a'mâl-i sâlihalarýna hissedar olmak ve âmin demek hükmünde olarak onlara tayy-ý mekân ederek gýyaben omuz omuza, diz dize bulunmak hayaliyle ve niyetiyle ve tasavvuriyle kendimizi fevkalhad bahtiyar biliyoruz. Hususan âhir ömrümde böyle kýymetdar mânevî evlâdlarý ve yüzer Abdurrahmanlarý bulmak, benim için dünyada Cennet hayatý hükmüne geçiyor. Geçen Ramazan-ý Þerifde, hastalýk münasebetiyle, herbir kardeþim, benim hesabýma bir saat çalýþmasýnýn büyük bir neticesini aynelyakin ve hakkalyakin gördüðümden, böyle dualarý reddedilmez mâsumlarýn ve mübarek ihtiyarlarýn ve üstadlarýnýn benim hesabýma olan dualarý ve çalýþ-

 

 

 

 

 

sh:» (T: 298)

 

 

 

malarý, benim Risale-i Nura hizmetimin uhrevî bir netice-i bâkýyesini dünyada dahi gösterdi.

 

 

 

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

 

Kardeþiniz

 

Said Nursî

 

 

 

* * *

 

 

 

 

 

ISPARTAYA GÖNDERÝLEN BÝR FIKRADIR

 

 

 

Risale-i Nur, kendi sâdýk ve sebatkâr þâkirdlerine kazandýrdýðý çok büyük kâr ve kazanç ve pek çok kýymetdar neticeye mukabil; fiat olarak, o þâkirdlerden tam ve hâlis bir sadakat ve daimî sarsýlmaz bir sebat ister. Evet Risale-i Nur, onbeþ senede medresede kazanýlan kuvvetli îman-ý tahkikîyi, onbeþ haftada ve bazýlara onbeþ günde kazandýrdýðýna, yirmibin zat, tecrübeleriyle þehadet ederler. Hem «iþtirak-i a'mâl-i uhreviyye» düsturiyle, herbir þâkirdinin herbir günde binler hâlis lisanlariyle edilen makbul dualarý ve binler ehl-i salâhatýn iþledikleri a'mâl-i sâlihanýn misil sevablarýný kazandýrýp her bir hakiki sâdýk ve sebatkâr þâkirdlerini, amelce, binler adam hükmüne getirdiðine delil, kerametkârane ve takdirkârane Ýmam-ý Alinin üç ihbarý ve keramet-i gaybiye-i Gavs-ý Âzamdaki tahsinkârâne ve teþvikkârâne beþareti ve Kur'an-ý Mu'cizül-Beyanýn kuvvetli iþaretleri, o hâlis þâkirdlerin ehl-i saadet ve ehl-i Cennet olacaklarýný pek kat'i isbat ederler. Elbette böyle bir kazanç, öyle fiat ister. Madem hakikat budur, Risale-i Nur dairesinin yakýnýnda bulunan ehl-i ilim ve ehl-i tarikat ve sofi meþreb zatlar, onun cereyanýna girmek ve ilim ve tarikattan gelen sermayeleriyle ona kuvvet vermek ve geniþlemesine çalýþmak ve þâkirdlerini teþvik etmek ve bir buz parçasý olan enaniyetini, tam bir havuz kazanmak için, o dairedeki âb-ý hayat havuzuna atýp eritmek gerektir. Yoksa baþka bir çýðýr açmakla hem o zarar eder, hem bu müstakim ve metin cadde-i Kur'aniyeye bilmiyerek zarar verir; belki zýndýkaya bilmiyerek bir nevi yardým hesabýna geçer.

 

 

 

SAÝD NURSÎ

 

 

 

* * *

 

 

 

 

 

sh:» (T: 299)

 

 

 

 

 

[Resim ]

 

 

 

Üstadýn, Kastamonu'dan, talebelerine gönderdiði ve kendi el yazýsiyle yazdýðý mektub.

 

 

 

Aziz Sýddýk Kardeþlerim;

 

 

 

Bu iddianameden anlaþýldý ki, hükûmetin bazý erkânýný iðfal edip aleyhimize sevk eden gizli zýndýklarýn plânlarý akim kalýp yalan çýktý. Þimdi bir bahane olarak, cemiyetçilik ve komitecilik isnadiyle, yalanlarýný setre çalýþýyorlar. Ve bunun bir eseri olarak, benimle kimseyi temas ettirmiyorlar. Güya temas eden, birden bizden olur. Hattâ büyük memurlar da çok çekiniyorlar; ve bana sýkýntý verdirmekle, kendilerini âmirlerine sevdiriyorlar. Hususan ( حا ص م دير ) ben, itiraznamenin âhirinde, bu gelen fýkrayý diye-

 

 

 

 

 

 

 

sh:» (T: 300)

 

 

 

 

 

[ Resim]

 

 

 

__________________________

 

 

 

cektim; fakat bir fikir mâni oldu. Fýkra þudur: Evet, biz bir cemiyetiz, ve öyle bir cemiyetimiz var ki, her asýrda üçyüz milyon dahil mensuplarý var; ve her gün beþ def'a, o mukaddes cemiyetin prensipleriyle, kemal-i hürmetle alâkalarýný ve hizmetlerini gösteriyorlar; اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ kudsi programiyle, birbirinin yardýmýna, dualariyle ve mânevi kazançlariyle koþuyorlar. Ýþte biz, bu mukaddes ve muazzam cemiyetin efradýndanýz ve hususî vazifemiz de, Kur'anýn, îmanî hakikatlarýný tahkiki bir surette ehl-i imana bildirip, onlarý ve kendimizi idam-ý ebediden ve dâimî haps-i münferitten kurtarmaktýr. Sair dünyevi ve siyasi ve entrikalý, cemiyet ve komiteler ile münasebetimiz yoktur ve tenezzül etmeyiz.

 

 

 

Sh:» (T: 301)

 

 

 

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللَّهِ وَبَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

 

 

 

Aziz Sýddýk Kardeþlerim;

 

 

 

Sakýn sakýn dünya cereyanlarý, hususan siyaset cereyanlarý ve bilhassa harice bakan cereyanlar, sizi tefrikaya atmasýn; karþýnýzda ittihad etmiþ dalâlet fýrkalarýna karþý sizi periþan etmesin,

 

 

 

اَلْحُبُّ فِى اللَّهِ * وَالْبُغْضُ فِى اللَّهِ düstur-u Rahmanî yerine اَلْحُبُّ فِى السِّيَاسَةِ وَالْبُغْضُ للِسِّيَاسَةِ düstur-u þeytanî hükmederek, melek gibi bir hakikat kardeþine adavet ve hannas gibi bir siyaset arkadaþýna muhabbet ve tarafdarlýkla zulmüne rýza gösterip, cinayetine mânen þerik eylemesin. Evet, bu zamandaki siyaset, kalbleri ifsad edip, asabî ruhlarý azab içinde býrakýr. Selâmet-i kalb ve istirahat-ý ruh istiyen adam, siyaseti býrakmalý. Evet þimdi, Küre-i Arzda herkes, ya kalben ya ruhen, ya aklen, ya bedenen gelen musibetten hissedarlýktan azab çekiyor; periþandýr. Bilhassa ehl-i dalâlet ve ehl-i gaflet, merhamet-i umumiye-i Ýlâhiyyeden ve hikmet-i tamme-i Sübhaniyeden habersiz olduðundan; rikkat-i cinsiye sebebiyle nev-i beþerle alâkadar olduðundan, kendi eleminden baþka, nev-i beþerin þimdiki elim ve dehþetli elemleri ile dahi müteellim olup azab çekiyor. Çünki, lüzumsuz ve mâlâyâni bir suretde, vazife-i hakikiyelerini ve elzem iþlerini býrakýp, âfâkî ve siyasî boðuþmalara ve kâinatýn hâdiselerini merakla dinliyerek, karýþarak, ruhlarýný sersem, akýllarýný geveze etmiþler. «Zarara razý olana merhamet edilmez.» mânasýnda

 

 

 

اَلرَّاضِى بِالضَّرَرِ لاَ يُنْظَرُ لَهُ kaide-i esasiyesiyle, þefkat hakkýný ve merhamet liyakatýný kendilerinden selbetmiþtir. Onlara acýnmaz ve þefkat edilmez. Ve lüzumsuz, baþlarýna belâ getiriyorlar. Ben tahmin ediyorum ki, bütün Küre-i Arzýn bu yangýnýnda ve fýrtýnalarýnda selâmet-i kalbini ve istirahat-ý ruhunu muhafaza eden ve kurtaran, yalnýz hakiki ehl-i îman ve ehl-i tevekkül ve rýzadýr. Bunun için de en ziyade kendini kurtaranlar Risale-i Nur dairesine sadakatle girenlerdir. Çünki onlar, Risale-i Nurdan aldýklarý îman-ý tahkikî derslerinin nuriyle,

 

 

 

 

 

sh:» (T: 302)

 

 

 

göziyle her þeyde rahmet-i Ýlâhiyyenin izini, yüzünü görüp; her þeyde kemal-i hikmetini, cemal-i adaletini müþahede ettiklerinden; kemal-i teslimiyet ve rýza ile Rububiyet-i Ýlâhiyyenin icraatýndan olan musibetleri, teslimiyetle ve gülerek karþýlýyorlar, rýza gösteriyorlar. Ve merhamet-i Ýlâhiyyeden daha ileri þefkatlerini sürmüyorlar ki, elem ve azab çeksinler. Ýþte bu hakikata binaen; deðil yalnýz hayat-ý uhreviyenin, belki dünyadaki hayatýn dahi saadet ve lezzetini istiyenler, -hadsiz tecrübeler ile- Risale-i Nurun îmanî ve Kur'anî derslerinde bulabilir ve buluyorlar.

 

 

 

SAÝD NURSÎ

 

 

 

* * *

 

KASTAMONU'DA BEDÝÜZZAMAN'A SEKÝZ SENE

 

HÝZMET EDEN MEHMED FEYZÝ ÝLE KIYMETDAR

 

BÝR NUR TALEBESÝ OLAN EMÝN'ÝN BÝR

 

MEKTUBUDUR

 

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ رَسَائِلِ النُّورِ الْمَقْرُوئَةِ وَ الْمَكْتُوبَةِ

 

Çok Sevgili, Çok Kýymetdar, Çok Müþfik Üstadýmýz Efendimiz Hazretleri;

 

Evvelâ: Leyle-i Mi'racýnýzý tebrik eder, ellerinizden öper, kusurumuzun afvýný rica ederiz.

 

Üstadýmýzýn tercüme-i halini merak edenlere deriz ki:

 

Kur'an-ý Hakîm, otuzüç Âyâtýnýn i'cazkâr iþaretiyle, Ýmam-ý Ali Radýyallahü Anhu Celcelûtiye ve Ercûze'sinde kerametkâr delâlâtiyle; Gavs-ý Azam Kuddise Sýrruhu, beþaretkâr beyanatýyla, Üstadýmýzýn hakiki terceme-i halini ve Risale-i Nur'un hakiki mahiyetini beyan etmiþler.

 

Üstadýmýzýn þahs-ý mânevîsini bilmek isteyenler, Risale-i Nur'un Ýþârât-ý Kur'aniye ve Kerâmât-ý Aleviye ve Kerâmât-ý Gavsiye

 

 

 

sh: » (T: 303)

 

risalelerini ve Risale-i Nur'un sair eczalarýný dikkatle tetebbu etmeleri lâzýmdýr. Yalnýz bizim, Üstadýmýz hakkýndaki kanaat-ý kat'iyemiz þudur ki: Ýsm-i Nur ve Ýsm-i Hakîme mazhariyetle, Kur'an-ý Hakîmin hazinesinden nail olduðu hakaik ve maârifi, tahdis-i nimet maksadýyla beþere ilân eden bu allâme-i zîfünun Bediüzzaman Hazretleri, ahlâk-ý Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm ile tahallûk etmiþ, nefis ve heva berzahlarýndan geçmiþ, mekârim-i ahlâkýn en mümtaz ve müstesna bir timsâl-i mücessemi olarak bu asýrda bulunmuþ. Þimdiye kadar bütün hayatýnda þayan-ý hayret bir ulûvv-ü himmet ve sekinet ve iffet ve mahviyet içinde yaþamýþ. Gýna-yý kalbi, tevekkül ve kanaatý harikulâde; maiþet ve kýyafeti, pek sade ve mekârim-i ahlâký, pek fevkalâde; dünyaya zerre kadar meyil ve muhabbet etmez.

 

Hem öyle bir tarzda izzet-i ilmiyeyi hayatta muhafaza etmiþ ki; asla kimseye arz-ý iftikar etmemek, hayatýnýn en mühim bir düsturu olmuþtur. Dünya kendilerine teveccüh etmiþse de, ondan yüz çevirmiþ olan Üstadýmýz; emr-i maaþta Cenab-ý Hakk'ýn inayetiyle, iffet ve nezahetini daima muhafaza eder; sadaka, zekât ve hediyeleri almaz. Yakinen biliyoruz ki; Kastamonu'da bulunduklarý zaman, oturduklarý evin îcarýný vermek için yorganýný sattýlar da, yine hiç bir suretle hediye kabul etmediler.

 

Hem Üstadýmýz, tekellüf ve taazzumdan asla hoþlanmaz ve talebelerinin dahi tekellüf kaydýndan âzade olmalarýný emreder. Ve buyururlar ki: "Tekellüf, þer'an ve hikmeten fenadýr; çünki tekellüf sevdasý, insaný, hadd-i mârufu tecavüze sevkeder. Mütekellif olanlar, bazan hodbinane bir tezahür ve tefâhur tavrý ve muvakkat soðuk bir riyakâr vaziyeti takýnmaktan kurtulmaz. Halbuki bunlarýn ikisi de ihlâsý zedeler."

 

Hem Üstadýmýz, gayet mütevazidir. Tefevvuk ve temeyyüz dâiyelerinden, þöhret sevdalarýndan ziyadesiyle sakýnýrlar. Kendilerine mahsus sâfi meþrebi, o gibi can sýkacak þeylerden âlîdir. Herkese, hele ihtiyarlara ve çocuklara ve fukaralara, rýfk ve mülâyemetle uhuvvetkârane bir muamele-i hâlisanede bulunurlar. Mübarek yüzlerinde, mehâbet ve beþâþetle karýþýk bir nur-u vakar lemean eder. Heybetle beraber âsar-ý üns ve ülfet dahi görünür. Daima mütebessim bulunurlar. Fakat bazan tecelliyatýn muktezasý olarak mehâbet ve celâl nazarý o derece tezahür eder ki,

 

 

 

sh: » (T: 304)

 

artýk o zaman yanýnda bulunup da söz söylemek isteyen adamýn, âdeta dili tutulur, ne söylemek istediði anlaþýlmaz. Bu âcizler, çok defa bu hali müþahede ettik.

 

Üstadýmýzýn, az söylemek âdetidir. Fakat söylediðini veciz söyler; her halde düstur-u hikmet olarak pek mânidar ve pek þümullü birer câmiül-kelimdirler.

 

Üstadýmýz, ne kimseyi zemmeder ve ne de yanýnda kimseyi gýybet ettirir. Bunlardan asla hoþlanmaz. Kusur ve hatalarý setrederler. Hem o kadar hüsn-ü zanna mâliktir ki, hatta kendisi hakkýnda bir nâseza söz teblið edene; "Haþa! bu yalandýr. Bu sözü söyledi dediðin zat, böyle söylemez." buyururlar.

 

Üstadýmýzýn nefisle mücahedede bir rüsuh ve ihtisasý vardýr ki, asla huzûzat-ý nefsaniyelerine hizmet etmezler. Bir insana kâfi gelmeyecek kadar az yerler ve az uyurlar. Gecelerde, sabaha kadar câlib-i dikkat bir hal-i hâþiâne ile ubudiyette bulunurlar. Yaz ve kýþ, bu âdetleri tahallüf etmez. Teheccüd ve münâcat ve evradlarýný asla terketmezler. Hatta bir Ramazan-ý Þerifte pek þiddetli hastalýkta, altý gün birþey yemeden savm-ý visâl içinde ubudiyetteki mücahedelerini terketmediler. Komþularý her zaman derler ki: "Biz, sizin Üstadýnýzýn sekiz sene yaz ve kýþ geceleri, ayný vakitlerde sabaha kadar hazin ve muhrik sadasýyla münâcat seslerini dinler ve böyle fasýlasýz devamlý mücahedesine hayretler içinde kalýrdýk."

 

Hem Üstadýmýz, taharet ve nezafet-i þer'iyeye son derece riayet eder; her zaman abdestli olarak bulunur; asla mübarek vaktini boþ geçirmez. Ya Risale-i Nur te'lifiyle veya tashihiyle meþgul veya Münâcât-ý Cevþeniyeyi kýraat ve secdegâh-ý ubudiyete kaim veya tefekkür-ü âlâ-i Ýlâhî bahrine müstaðrak bulunurdu. Ekseriyetle, yaz zamaný þehre uzak ormanlýk dað vardý. Üstadýmýzla oraya giderdik. Yolda, hem Risale-i Nur tashih ederler, hem bu âciz talebelerinin okuduklarý risaleye dikkat ederler ve tashih için hatalarýný söylerler veyahut eski müellefatýndan birisinden ders verirler; bu suretle yolda bile mübarek vaktini vazife ile geçirirlerdi. Evet biz itiraf ediyoruz ki, Üstadýmýzýn nutkundaki letâfet ve ülfetindeki halavet o derece feyiz bahþederdi ki; insan, sabahtan akþama kadar o vaziyette ders alsa, yol yürüse, asla sýkýlmak ihtimali yoktu.

 

 

 

 

 

sh: » (T: 305)

 

Hem Üstadýmýz, Risale-i Nur hizmetini herþeye tercih ederler ve buyururlardý ki: "Yirmi senedir Kur'an-ý Hakîm'den ve Risale-i Nur'dan baþka bir kitabý ne mütalâa etmiþim ve ne de yanýmda bulundurmuþum; Risale-i Nur kâfi geliyor." Evet, Feyyaz-ý Mutlak tarafýndan bütün hakaik-i Kur'aniye kalb-i münevverine ilham ve ilka-i küllî ile ifaza olunur da, Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan'dan baþka neye muhtaç olur? Bundan þübhesi olanlar, Risale-i Nur'a dikkat etsinler. Cenab-ý Hak, Üstadýmýza, Risale-i Nur'un te'lifinde öyle bir iktidar-ý bedî ihsan etmiþtir ki, bu herkese nasib olacak hasletlerden deðildir. O hârika Nur Risaleleri, her biri; gurbette, hastalýk içinde, daðda baðda, kâtibsiz, tahammülü müþkil gayet aðýr þerait dahilinde, zâhirî nice müþkilâtlarla meydana gelmiþ ve mü'minlerin imdadýna yetiþmiþtir. Fakat Cenab-ý Hakka þükrolsun ki, inayet-i Ýlâhiyye, hârika bir tarzda Üstadýmýza fevkalâde muvaffakýyet ihsan etmiþtir. Ýþte bu sýrdandýr ki Cenab-ý Hak, ona kâinatý bir kitab-ý semavî ve arzý bir sahife gibi keþf ve þuhudla bihakkalyakin okuyacak bir iktidar vermiþ; mahz-ý inayetle böyle kudsî bir esere sahib kýlmýþtýr. Evet, âyât-ý teþriiyeyi hâvi Kur'ân-ý Mucizül-Beyanýn hakaik ve maarifini ve âyât-ý kevniyeyi þâmil kitab-ý kebir-i kâinatýn vezâif ve meânisini beyan edip, mârifetullahýn en yüksek derecatýna urûca nev-i beþeri teþvik eden ve bugünkü günde, ölmeye yüz tutan kalbleri bile izn-i Ýlâhî ile ihtizaza getirecek kadar harika bir eser-i bedîa, bir sereyan-ý serîa olan Risale-i Nur ile neþr-i hakaik eden bu vücud-u mes'ud ile beþeriyet iftihar etmek lâzým gelirken; çok garibdir ki, ehl-i þekavet tarafýndan zehir verilmeye cesaret ve taþ attýrýlmaya bile cür'et ediliyor. Evet

 

اَشَدُّ الْبَلاَءِ عَلَى اْلاَنْبِيَاءِ ثُمَّ اْلاَوْلِيَاءِ sýrrýyla, Enbiyanýn vârisi olanlarýn türlü türlü belâlara uðramalarý, hikmet-i Ýlâhiyye iktizasýndan olmasýyla, o zümre-i mübareke gibi, Üstadýmýz dahi nice belâlara hedef olmuþtur. Hattâ Kastamonu'ya ilk teþrif ettikleri zaman çocuklar, bir bedbaht þaki tarafýndan teþvik edilip, abdest almak için çeþmeye çýktýklarý vakit taþ atmýþlar... Fakat Üstadýmýz daima gördüðü eza ve cefalara ulülazmane sabýr ve tahammül eder. Hem safâ-i sadre ve selâmet-i kalbe mâlik olduklarýndan, o çocuklara dahi hiddet etmeyip buyururlardý ki: "Bunlar, Sure-i Yâsin'den mühim bir âyetin nüktesini keþfime

 

 

 

 

 

sh: » (T: 306)

 

sebeb oldular" diye onlara dua ederlerdi. Sonra bu çocuklar, Üstadýmýzýn dualarý bereketiyle þâyân-ý hayret bir hal kesbettiler ki; Üstadýmýzý uzak-yakýn nerede görürlerse, koþarak yanýna gelirler, mübarek elini öperler, duasýný alýrlardý.

 

Hem Üstadýmýzýn hârika hâlâtý ve þâyân-ý hayret garaib-i ahvali, baþta Risale-i Nur olarak pek çoktur. Evet, biz itiraf ediyoruz ki; Üstadýmýz bizim hâtýrat-ý kalbimizi bizden ziyade okur, çok defa haberimiz olmadýðý bir meseleden bizleri þiddetli telâþla ikaz ederler, bizi hayrette býrakýrlar. Fakat günler geçtikten sonra aynen Üstadýmýzýn ikaz ettiði þeyle karþýlaþýr, aklýmýz baþýmýza gelirdi. Üstadýmýzla daða gittiðimiz zaman, daha þehre dönme zamaný gelmeden, birden Üstadýmýz kalkarlar, bize de emrederlerdi. Hikmetini sormak istediðimizde: "Acele gidelim, Risale-i Nur hizmeti için bizi bekliyorlar." Hakikaten, þehre avdetimizde, mutlaka mühim bir Risale-i Nur þâkirdi bizi bekliyor bulur veya birkaç defa gelip gittiðini komþular haber verirlerdi. Yine bir gün, Mevlânâ Hâlid (K.S.) Hazretlerinin Küçük Âþýk nâmýnda bir talebesinin neslinden mübarek bir haným, yanýnda (Hâþiye) çok senelerden beri muhafaza ettiði Mevlâna Hazretlerinin cübbesini, Ramazan-ý Þerifte teberrüken Üstadýmýzýn yanýnda kalsýn diye Feyzi ile gönderir. Üstadýmýz hemen Emin kardeþimize yýkamak için emrederek Cenab-ý Hakk'a þükretmeye baþlar. Feyzi'nin hatýrýna: "Bu haným, benim ile yirmi gün için gönderdi! Üstadým neden sahib çýkýyor?" diye hayretler içinde kalýr. Sonra o hanýmý görür, o haným Feyzi'ye der ki: "Üstad hediyeleri kabul etmediðinden, bu suretle belki kabul eder diye öyle söylemiþtim. Fakat emanet onundur, canýmýz dahi feda olsun." der, o kardeþimizi hayretten kurtarýr. Evet, mübarek Üstadýmýzýn o cübbeyi kabulü, Mevlânâ Halid'den sonra vazife-i teceddüd-ü dinin kendilerine intikaline bir alâmet telâkki etmesindendir, derler. Hem de öyle olmak lâzým. Çünki hadîs-i sahihte:

 

اِنَّ اللّهَ يَبْعَثُ لِهذِهِ اْلاُمَّةِ عَلَى رَاْسِ كُلِّ مِاَةِ سَنَةٍ مَنْ يُجَدِّدُ لَهَا دِينَهَا buyurulmuþ. Mevlânâ Hazretlerinin velâdeti bin yüzdoksanüç, Üstadýmýz Hazretlerinin ise bin ikiyüz doksanüçtür. Bu hadîsin tam izahý Risale-i Gavsiye'de vardýr.

 

(Hâþiye): O haným "Asiye"dir.

 

 

 

sh: » (T: 307)

 

Üstadýmýz, arasýra bizlere hususan Feyzi'ye, lâtife tarzýnda buyururlardý ki: "Cezanýz var, tokat yiyeceksiniz, hapse gireceksiniz..." diye Denizli hapsimizi bize remzen haber verip; hem bizi ikaz, hem kablelvuku' bir mühim hâdiseyi keþfen beyan ediyorlardý. Hakikaten çok geçmedi, Üstadýmýzýn dediði çýktý.

 

Yine Denizli hapsi hâdisesinden evvel buyurdular ki: "Kardeþlerim, çoktandýr sekiz seneden fazla bir yerde kalmamýþým. Þimdi buraya geleli sekiz sene oluyor. Bu sene, herhalde ya vefat edeceðim veya baþka yere nakledeceðim" diye Kastamonu'dan teþrifini haber veriyorlardý.

 

Hem Denizli hapsi musibetinden evvel Üstadýmýz buyururlardý ki: "Kardeþlerim, Risale-i Nur'a birkaç cihette hücum hissediyorum, ziyade ihtiyat ediniz." Hakikaten çok geçmedi, Ýstanbul'da bir ihtiyar hoca, bilmeyerek, bir risalenin bir mes'elesine itiraz ediyor. Sonra eski fetva emini merhum Ali Rýza Efendi Hazretleri,

 

 

 

o hocanýn itirazýný red ve Risale-i Nur'un hakkaniyetini tam tasdik ediyor.

 

............................................................

 

Bir müddet sonra, bir hayvan ürküp, Üstadýmýzýn bacaðýný incitiyor. Aylarca, ýzdýrablar içinde, vazife-i ubudiyetini ve Risale-i Nur'un hizmet-i kudsiyesini çok müþkilâtla ifa edebildi. Sonra daðda müdhiþ bir zehirlenmeden mütevellid gayet aðýr surette hasta iken, Denizli hapsi tevkifi meydana çýktý. Fakat o ferd-i ferîd, tahammülü pek müþkil bu dehþetli halde, hem hizmet-i imaniye ve Kur'aniyedeki azm-i metinini, hem ubudiyetteki vezâifi ifaya son derece gayret edip asla fütur getirmeden ulülazmâne bir sabýr ile sebat ediyordu. Yine, Üstadýmýz tevkifimizden evvel mükerreren buyururlardý ki: "Ehl-i dünya, Risale-i Nur'a iliþmesinler, iliþirlerse, âfetlerin hücumuna sebeb olurlar." Hakikaten herkesçe malûmdur ki, Risale-i Nur þâkirdleri tevkif edilir edilmez her tarafta âfetler, zelzeleler, hastalýklar baþlardý; tâ Risale-i Nur'un hakkaniyeti tasdik olunup vatana faideli olduðu itiraf edilinceye kadar çok yerlerde, ezcümle, Kastamonu'da zelzele devam etti. Hattâ Kastamonu'nun tarihî yüksek kal'asý (ki bazý risalelerin medresesi hükmüne geçti) Risale-i Nur'a ve müellifi olan Üstadýmýza iþtiyak ve hasretinden matem tutup, en saðlam köklü taþlarýný aþaðý atarak, Üstadýmýzýn ihbar-ý gaybîsini maddeten tasdik etmiþtir.

 

Üstadýmýz, tevkifimizden mukaddem buyururlardý ki: "Risale-i Nur'a müdhiþ bir hücum plâný var, fakat merak etmeyiniz. Müjde,

 

 

 

sh: » (T: 308)

 

inâyet-i Ýlâhiyye imdadýmýza yetiþecek. Þöyle ki: Bugün, okumak için Hizb-i Âzam-ý Nurî'yi açmýþtým, birden karþýma وَاصْبِرْ ِلحُكْمِ رَبِّكَ فَاِنَّكَ بِاَعْيُنِنَا وَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ Âyeti çýktý. Manen, "Bana bak!" dedi. Ben de baktým, gördüm ki; manasýnýn çok tabakalarýndan hususan mânâ-yý iþarîsiyle ve cifrîsiyle hem hapis musibetine, hem necatýmýza iþaret ve bize beþaret ediyor." buyurdular. Ýþte Denizli mahkemesi, beraet kararý vermezden dokuz ay evvel, bilâtereddüd bu Âyetin definesinden aldýðý cevheri izhar edip, hem bu Âyet-i Kerimenin mühim nükte-i i'cazýný keþf, hem de bu kuvve-i mâneviyeye muhtaç zaif talebelerini tebþir etmekle bizleri mesrur eylemiþlerdir. Bu Âyetin tam izahý, Denizli Müdafaasýnda ve Lâhikasýndadýr.

 

Nüsha-i nâdire-i zaman olan Üstadýmýz, gayet þeci' ve metin ve ulülazmâne bir cesaret-i fevkalâdeye mâlik bir lisan-ül haktýr ki, hak yolunda söz söylemekten çekinmez ve levm-i lâimden korkmazlar. Bir gün, "Bismillâh" yazýlý kabir taþlarýný lâðýmlar üzerine konurken görürler. Orada, dünyaca mühim zatlar hazýr olduklarý halde, kimsenin söyleyemediði gayet acý sözlerle o haksýz iþe ve daha baþka haksýz iþlere de sedd-i sedid olmuþlardýr.

 

Hem memleketimizde her kim Üstadýmýzý rencide etmeye cesaret etmiþse, Risale-i Nur'a zarar getirmiþse, mutlaka sû-i âkibete uðramýþlardýr. Bazýlarý dehalet edip akýllarý baþlarýna gelmiþ ise de, bazýlarý da cezalarýný çekmiþlerdir. Bu vak'alarýn bazýlarý Lâhikada yazýlmýþtýr.

 

Elhasýl mübarek Üstadýmýzýn evsaf-ý kemalini ve mehâsin-i ahvalini bizim gibi âcizlerin bihakkýn tasvir ve târif edebilmesine imkân yoktur. Hâlýk-ý Zülcelâl Velcemal Hazretleri, Üstadýmýzý, bir vücud-u müstesna olarak yaratmýþ ve tevfik-i Ýlâhiyyesine mazhar kýlmýþtýr. Ne saadet ona ki; onun bizzat iþtigal ettiði ve ehemmiyetle teþvik ve tavsiye ettiði Risale-i Nur ile hizmet-i Kur'aniye ve imaniyede buluna ve Risale-i Nur'dan dersini almýþ ola...

 

Üstadýmýz, memlekette bulundukça, fâsýlasýz neþr-i hakaik eylemiþ ve bizim saadetimiz için feyiz bahþeden mübarek nefesini sarfetmiþtir. Cenab-ý Erhamürrâhimînden bütün ruh u canýmýzla niyaz ederiz ki: "Mahþer gününde dahi bizleri اَلسَّعِيدُ سَعِيدٌ فِى بَطنِ اُمِّهِ Hadîs-i Þerifine mazhar

 

 

 

sh: » (T: 309)

 

olan Üstadýmýz define-i ulûm ve fünûn, bedî-ül beyan allâme-i Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri ile birlikte haþretsin. Tâ ki, o korkulu günde nurlu, müþfik, mübarek eliyle elimizi tutsun, huzur-u Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a bizi götürsün, Ýnþâallah! "

 

Risale-i Nur Þakirdlerinden

 

FEYZÝ, EMÝN

 

* * *

 

 

 

ÂYET-ÜL KÜBRA HAKKINDA BÝRKAÇ SÖZ

 

Bediüzzaman Hazretleri Kastamonu'da iken, "Âyet-ül Kübra" nâmýyla, Cenab-ý Hakkýn varlýðýný, birliðini, kâinattaki mevcudatýn lisanlarýyla isbat eden muazzam bir risale yazmýþtýr.

 

Bu risale için Üstadýmýz, "Þimdiki dehþetli tahribata karþý bir hakikat-ý Kur'aniye ve bir sedd-i âzamdýr" demiþtir.

 

Kalbe geldiði gibi acele olarak yazdýrýlmýþ, birinci müsvedde ile iktifa edilmiþtir. Üstad, "Yazdýðým vakit irade ve ihtiyarým ile olmadýðýný hissettiðimden, kendi fikrimle tanzim veya ýslah etmeyi muvafýk görmedim." buyurmuþtur.

 

Bu risale, ilk defa gizli olarak tab'edilmesinden dolayý, Üstad ve talebelerinin hapsine sebeb olmuþsa da, bilâhare Denizli ve Ankara Aðýr Ceza Mahkemeleri, iki senelik tedkikatlarýndan sonra beraetlerine ve risalenin iadesine ittifakla karar vermiþlerdir.

 

Ýmam-ý Ali (R.A.) gayb-âþina nazarýyla bu risaleyi görmüþ, "Kaside-i Celcelutiye"sinde bu risalenin ehemmiyetine ve makbuliyetine iþaret edip وَ بِاْلآيَتِ الْكُبْرَى اَمِنِّى مِنَ الْفَجَتْ fýkrasýyla onu þefaatçi yaparak dua etmiþtir.

 

Bu Âyet-ül Kübra'nýn tedkiki neticesinde Üstad ve talebelerinin beraetle hapisten kurtulmalarý, Ýmam-ý Ali (R.A.)ýn bu duasýnýn kabulünü isbat etmiþtir.

 

Bu asýrdaki dalâlet cereyanlarý, Müslümanlarýn imanlarýnda þiddetli bir tahribat yapmak teþebbüsüne karþý, bu hakikat-ý Kur'aniyenin, bir sedd-i âzam olarak makam münasebetiyle buraya dercedilmesi muvafýk görüldü.

 

 

 

sh: » (T: 310)

 

Ayet-Ül Kübra

 

 

 

KAÝNATTAN HÂLIKINI SORAN BÝR SEYYAHIN

 

MÜÞAHEDATIDIR.

 

(Tevhid hakkýnda iki makamdan ibaret Yedinci Þua olan Ayet-ül Kübra

 

Risalesinin Ýkinci Makamýnýn bir kýsmýdýr)

 

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمِنِ الرَّحِيمِ

 

تُسَبِّحُ لَهُ السَّمَواتِ وَالاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَّبِّحُ بِحَمْدِهِ

 

وَلَكِنْ لاَتَفْقَهُونَ تَسْبِيحَهُمْ اَنَّهُ كَانَ حَلِيمَاً غَفُورًا

 

 

 

Bu Âyet-i muazzama gibi pek çok Âyât-ý Kur'âniye; bu kâinat Hâlýkýný bildirmek cihetinde, her vakit ve herkesin en çok hayretle bakýp zevk ile mütalaâ ettiði en parlak bir sahife-i tevhid olan semâvatý en baþta zikretmelerinden, en baþta ona baþlamak muvafýktýr.

 

Evet, bu dünya memleketine ve misafirhanesine gelen herbir misafir, gözünü açýp baktýkça görür ki: Gayet keremkârâne bir ziyafetgâh; ve gayet san'atkârâne bir teþhirgâh, ve gayet haþmetkârâne ve ordugâh ve talimgâh; ve gayet hayretkârâne ve þevk-engizâne bir seyrangâh ve temaþâgâh; ve gayet mânidârâne ve hikmetperverâne bir mütalâagâh olan bu güzel misafirhanenin sahibini ve bu kitab-ý kebirin müellifini ve bu muhteþem memleketin sultanýný tanýmak ve bilmek için þiddetle merak ederken, en baþta göklerin, nur yaldýzý ile yazýlan güzel yüzü görünür. "Bana bak, aradýðýný sana bildireceðim!" der. O da, bakar görür ki: Bir kýsmý, Arzýmýzdan bin defa büyük ve o büyüklerden bir kýsmý top güllesinden yetmiþ derece sür'atli yüzbinler ecram-ý semâviyeyi direksiz düþürmeden durduran; ve birbirine çarpmadan fevkalhad çabuk, beraber gezdiren; yaðsýz, söndürmeden, mütemadiyen o hadsiz lâmbalarý yandýran; ve hiçbir gürültü ve ihtilâl çýkartmadan o nihayetsiz büyük kütleleri idare eden; ve Güneþ ve Kamer'in vazifeleri gibi, hiç isyan ettirmeden o pek büyük mahlûklarý vazifelerle

 

sh: » (T: 311)

 

çalýþtýran; ve iki kutbun dairesindeki hesap rakamlarýna sýkýþmayan bir nihayetsiz uzaklýk içinde, ayný zamanda, ayný kuvvet ve ayný tarz ve ayný sikke-i fýtrat ve ayný surette, beraber, noksansýz tasarruf eden; ve o pek büyük mütecaviz kuvvetleri taþýyanlarý, tecavüz ettirmeden kanununa itaat ettiren; ve o nihayetsiz kalabalýðýn enkazlarý gibi, göðün yüzünü kirletecek süprüntülere meydan vermeden, pek parlak ve pek güzel temizlettiren; ve bir muntazam ordu manevrasý gibi manevra ile gezdiren; ve Arzý döndürmesiyle, o haþmetli manevranýn baþka bir surette hakikî ve hayalî tarzlarýný her gece ve her sene sinema levhalarý gibi seyirci mahlûkatýna gösteren bir tezâhür-ü Rubûbiyyet; ve o Rubûbiyyet faaliyeti içinde görünen teshir, tedbir, tedvir, tanzim, tanzif, tavzif'ten mürekkep bir hakikat, bu azameti ve ihâtâtý ile o semâvat Hâlýkýnýn vücub-u vücuduna ve vahdetine; ve mevcudiyeti, semâvatýn mevcudiyetinden daha zâhir bulunduðuna bilmüþahede þehadet eder mânasiyle Birinci makam'ýn Birinci Basamaðýnda:

 

 

 

لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلَى وَجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ السَّمَوَاتُ بِجَمِيعِ مَا فِيهَا بِشَهَادَتِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ التَّسْخِيرِ وَالتَّدْبِيرِ وَالتَّدْوِيرِ وَالتَّنْظِيمِ وَالتَّوْظِيفِ الْوَاسِعَةِ الْمُكَمَّلَةِ بِالْمُشَاهَدَةِ

 

 

 

 

 

denilmiþtir.

 

Sonra, dünyaya gelen o yolcu adama ve misafire, cevv-i semâ denilen ve mahþer-i acaib olan feza, gürültü ile konuþarak baðýrýyor; "Bana bak! Merakla aradýðýný ve seni buraya göndereni benimle bilebilir ve bulabilirsin." der.

 

 

 

O misafir, onun ekþi, fakat merhametli yüzüne bakar. Müthiþ, fakat müjdeli gürültüsünü dinler, görür ki: Zemin ile âsuman ortasýnda muallâkda durdurulan bulut, gayet hakîmâne ve rahîmâne bir tarzda zemin bahçesini sular ve zemin ahalisine âb-ý hayat getirir ve harareti -yâni yaþamak ateþinin þiddetini- tadil eder ve ihtiyaca göre her yerin imdadýna yetiþir. Ve bu vazifeler gibi çok vazifeleri görmekle beraber, muntazam bir ordunun acele emirlere göre görünmesi ve gizlenmesi gibi, birden cevvi dolduran o koca bulut dahi gizlenir, bütün eczalarý istirahata çekilir, hiçbir eseri görülmez. Sonra, "Yaðmur baþýna arþ!"

 

 

 

sh: » (T: 312)

 

emrini aldýðý anda; bir saat, belki birkaç dakika zarfýnda toplanýp cevvi doldurur, bir kumandanýn emrini bekler gibi durur!

 

Sonra o yolcu, cevdeki rüzgâra bakar görür ki: Hava o kadar çok vazifelerle gayet hakîmane ve kerîmane istihdam olunur ki, güya o câmid havanýn þuursuz zerrelerinden herbir zerresi, bu kâinat sultanýndan gelen emirleri dinler, bilir ve hiçbirini geri býrakmýyarak, o kumandanýn kuvvetiyle yapar ve intizamla yerine getirir bir vaziyet ile zeminin bütün nüfuslarýna nefes vermek ve zîhayata lüzumu bulunan hararet ve ziya ve elektrik gibi maddeleri ve sesleri nakletmek ve nebatatýn telkihine vasýta olmak gibi çok küllî vazifelerde ve hizmetlerde, bir dest-i gaybî tarafýndan gayet þuurkârâne ve alîmâne ve hayatperverâne istihdam olunuyor...

 

Sonra yaðmura bakýyor, görür ki: O lâtif ve berrak ve tatlý ve hiçten ve gaybî bir hazine-i rahmetten gönderilen katrelerde o kadar rahmanî hediyeler ve vazifeler var ki, güya rahmet, tecessüm ederek katreler suretinde hazine-i Rabbâniyeden akýyor mânasýnda olduðundan, yaðmura "rahmet" nâmý verilmiþtir.

 

Sonra þimþeðe bakar ve ra'dý -gök gürültüsü- dinler, görür ki: Pek acîb ve garip hizmetlerde çalýþtýrýlýyorlar.

 

Sonra gözünü çeker, aklýna bakar, kendi kendine der ki: Atýlmýþ pamuk gibi bu câmid,þuursuz bulut; elbette bizleri bilmez ve bize acýyýp imdadýmýza kendi kendine koþmaz ve emirsiz meydana çýkmaz ve gizlenmez; belki gayet Kadîr ve Rahîm bir kumandanýn emriyle hareket eder ki, bir iz býrakmadan gizlenir ve def'aten meydana çýkar, iþ baþýna geçer ve gayet faal ve müteâl ve gayet cilveli ve haþmetli bir Sultanýn fermaniyle, ve kuvvetiyle vakit bevakit cevv âlemini doldurup, boþaltýr ve mütemadiyen, hikmetle yazar ve paydos ile bozar ve tahtasýna ve mahv ve isbat levhasýna ve haþir ve kýyamet suretine çevirir; ve gayet lütufkâr ve ihsanperver, ve gayet keremkâr ve Rubûbiyyetperver bir Hâkim-i Müdebbir'in tedbiriyle rüzgâra biner ve daðlar gibi yaðmur hazinelerini bindirir, muhtaç olan yerlere yetiþir. Güya onlara acýyýp aðlayarak, göz yaþlariyle, onlarý çiçeklerle güldürür, güneþin þiddet-i ateþini serinlendirir; ve sünger gibi bahçelerine su serper; ve zemin yüzünü yýkar, temizler.

 

Hem o meraklý yolcu kendi aklýna der: "Bu câmid, hayatsýz, þuursuz, mütemadiyen çalkanan, kararsýz, fýrtýnalý, daðdaðalý, sebatsýz, hedefsiz þu havanýn perdesiyle ve zâhiri suretiyle vücuda gelen

 

 

 

sh: » (T: 313)

 

yüzbinler hakîmane ve râhimane ve san'atkârane iþler ve ihsanlar ve imdadlar bilbedâhe isbat eder ki: Bu çalýþkan rüzgârýn ve bu cevvâl hizmetkârýn kendi baþýna hiçbir hareketi yok, belki gayet Kadîr ve Alîm; ve gayet Hakîm ve Kerîm bir âmirin emriyle hareket eder. Güya herbir zerresi, herbir iþi bilir ve o âmirin herbir emrini anlar ve dinler bir nefer gibi, hava içinde cereyan eden her bir emr-i Rabbânîyi dinler, itaât eder ki; bütün hayvanatýn teneffüsüne ve yaþamasýna ve nebatatýn telkîhine ve büyümesine ve hayatýna lüzumlu maddelerin yetiþtirilmesine ve bulutlarýn sevk ve idaresine ve ateþsiz sefinelerin seyr ü seyehatýna; ve bilhassa seslerin: ve bilhassa telsiz telefon ve telgraf ve radyo ile konuþmalarýn îsaline; ve bu hizmetler gibi umumî ve küllî hizmetlerden baþka, azot ve müvellidülhumuza -oksijen- gibi iki basit maddeden ibaret olan havanýn zerreleri birbirinin misli iken zemin yüzünde yüzbinler tarzda bulunan Rabbâni san'atlarda kemâl-i intizam ile bir dest-i hikmet tarafýndan çalýþtýrýlýyor görüyorum."

 

 

 

Demek,

 

 

 

وَتَصْرِيفِ الرِّيَاحِ وَالسَّحَابِ الْمُسَخَّرِ بَيْنَ السَّمَآءِ وَالاَرْضِ

 

Âyetinin tasrihiyle, rüzgârýn tasrifiyle, hadsiz Rabbâni hizmetlerde istimal; ve bulutlarýn teshiriyle, hadsiz Rahmâni iþlerde istihdam; ve havayý o surette icad eden, ancak Vâcibü'l-Vücud ve Kadir-i Küll-i Þey ve Âlim-i Küll-i Þey bir Rabb-i Zülcelâl-i Vel-Ýkramdýr der hükmeder.

 

 

 

Sonra yaðmura bakar, görür ki: Yaðmurun taneleri sayýsýnca menfaatler ve katreleri adedince rahmanî cilveler ve reþhalarý mikdarýnca hikmetler, içinde bulunuyor. Hem o þirin ve lâtif ve mübarek katreler o kadar muntazam ve güzel halkediliyor ki, hususan yaz mevsiminde gelen dolu o kadar mizan ve intizam ile gönderiliyor ve iniyor ki, fýrtýnalar ile çalkalanan ve büyük þeyleri çarpýþtýran þiddetli rüzgârlar onlarýn muvazene ve intizamlarýný bozmuyor; katreleri birbirine çarpýp, birleþtirip, zararlý kütleler yapmýyor. Ve bunlar gibi çok hakîmâne iþlerde ve bilhassa zîhayatta çalýþtýrýlan basit ve câmid ve þuursuz müvellidülma ve müvellidülhumuza -hidrojen, oksijen- gibi iki basit maddeden terekküp eden bu su, yüzbinlerle hikmetli ve þuurlu ve muhtelif hizmetlerde ve san'atlarda istihdam ediliyor.

 

 

 

Demek bu tecessüm etmiþ ayn-ý rahmet olan yaðmur, ancak bir Rahman-ý Rahîm'in hazine-i gaybîye-i rahmetinde yapýlýyor; ve nüzuliyle

 

وَهُوَ الَّذِى يُنَزِّلُ الْغَيْثُ مِنْ بَعْدِ مَا قَنَطُوا وَيَنْشُرُ رَحْمَتَهُ

 

 

 

sh: » (T: 314)

 

Âyetini maddeten tefsir ediyor.

 

Sonra ra'dý dinler ve berk'e -þimþeðe- bakar, görür ki: Bu iki hâdise-i acîbe-i cevviye tamtamýna وَيُسَبِّحُ الرَّعْدُ بَحَمْدِهِ veيَكَادُ سَنَا بَرْقِهِ يَذْهَبُ بِالاَبْصَارِ

 

Âyetlerini maddeten tefsir etmekle beraber, yaðmurun gelmesini haber verip, muhtaçlara müjde ediyorlar.

 

 

 

Evet, hiçten, birden hârika bir gürültü ile cevvi konuþturmak ve fevkalâde bir nur ve nâr ile zulmetli cevvi ýþýkla doldurmak ve daðvarî pamuk- misal ve dolu ve kar ve su tulumbasý hükmünde olan bulutlarý ateþlendirmek gibi hikmetli ve garabetli vaziyetlerle, baþ aþaðý , gafil insanýn baþýna tokmak gibi vuruyor. "Baþýný kaldýr, kendini tanýttýrmak isteyen faal ve kudretli bir zâtýn hârika iþlerine bak. Sen, baþý boþ olmadýðýn gibi, bu hâdiseler de baþý boþ olamazlar. Herbirisi çok hikmetli vazifeler peþinde koþturuluyorlar. Bir müdebbir-i Hakîm tarafýndan istihdam olunuyorlar."diye ihtar ediyorlar.

 

 

 

Ýþte bu meraklý yolcu, bu cevv'de; bulutu teshirden, rüzgârý tasrifden, yaðmuru tenzilden ve hâdisat-ý cevviyeyi tedbirden terekküp eden bir hakikatýn yüksek ve âþikâr þehadetini iþitir, Âmentü Billâh der. Birinci Makam'daki

 

لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلَى وَجُوبِ وُجُودِهِ الْجَوُّ بِجَمِيعِ مَا فِيهَا بِشَهَادَتِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ التَّسْخِيرِ وَالتَّصْرِيفِ وَالتَّنْزِيلِ وَالتَّدْبِيرِ الْوَاسِعَةِ الْمُكَمَّلَةِ بِالْمُشَاهَدَةِ

 

fýkrasý, bu yolcunun cevve dâir mezkûr müþâhedâtýný ifade eder. (Ýhtar)

 

 

 

Sonra, o seyehat-i fikriyeye alýþan o mütefekkir misafire, Küre-i Arz, lisan-ý haliyle diyor ki: "Gökde, fezada, havada ne geziyorsun?

 

-----------------------

 

Ý H T A R : Birinci Makamda geçen otuzüç merteb-i tevhidi bir parça içah etmek isterdim. Fakat þimdiki vaziyetim ve halimin sümaadesizliði cihetiyle, yalnýz gayet muhtasar bürhanlarýna ve meâlinin tercümesine iktifaya mecbur oldum. Risale-i Nur'un, otuz, belki yüz risalelerinde; bu otuzüç mertebe delilleriyle, ayrý ayrý tarzlarda, herbir risalede bir kýsým mertebeler beyan edildiðinden, tafsili onlara havale edilmiþ.

 

sh: » (T: 315)

 

 

 

Gel ben sana aradýðýný tanýttýracaðým. Gördüðüm vazifelerime bak ve sahifelerimi oku."

 

O da bakar, görür ki: Arz, meczub bir mevlevî gibi iki hareketiyle; günlerin, senelerin, mevsimlerin husulüne medar olan bir daireyi, Haþr-ý Â'zamýn meydaný etrafýnda çiziyor. Ve zîhayatýn yüzbin envaýný bütün erzak ve levazýmatlariyle içine alýp feza denizinde kemal-i muvazene ve nizamla gezdiren, ve Güneþ etrafýnda seyehat eden muhteþem ve musahhar bir sefine-i Rabbâniyedir.

 

 

 

Sonra, sahifelerine bakar, görür ki: Bablarýndaki herbir sahifesi, binler âyâtiyle Arzýn Rabbýný tanýttýrýyor. Umumunu okumak için vakit bulamadýðýndan, yalnýz bir tek sahife olan zîhayatýn bahar faslýnda îcad ve idaresine bakar, müþahede eder ki: Yüzbin envaýn hadsiz efradlarýnýn suretleri, basit bir maddeden gayet muntazam açýlýyor ve gayet rahîmane terbiye ediliyor; ve gayet mu'cizâne, bir kýsmýnýn tohumlarýna kanatçýklar verip, onlarý uçurmak suretiyle neþrettiriliyor, ve gayet müdebbirâne idare olunuyor; ve gayet müþfikâne iaþe ve it'am ediliyor; ve gayet rahîmane ve rezzakane hadsiz ve çeþit çeþit ve lezzetli ve tatlý rýzýklarý, hiçten ve kuru topraktan ve birbirinin misli ve farklarý pek az ve kemik gibi köklerden, çekirdeklerden, su katrelerinden yetiþtiriliyor.

 

 

 

Her bahara, bir vagon gibi, hazine-i gaybdan yüzbin nevi' et'ime ve levazýmat, kemal-i intizam ile yüklenip zîhayata gönderiliyor. Ve bilhassa o erzak paketleri içinde yavrulara gönderilen süt konserveleri ve validelerinin þefkatli sinelerinde asýlan þekerli süt tulumbacýklarýný göndermek, o kadar þefkat ve merhamet ve hikmet içinde görünüyor ki, bilbedâhe bir Rahman-ý Rahîmin gayet müþfikâne ve mürebbiyane bir cilve-i rahmeti ve ihsaný olduðunu isbat eder.

 

 

 

E l h a s ý l: Bu sahife-i hayatiye-i bahariye, Haþr-i A'zamýn yüzbin nümunelerini ve misallerini göstermekle, فَانْظُرْ اِلّى اَثَارِ رَحْمَةِ اللَّهِ كَيْفَ يُحْيِى الاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذَالِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ

 

Âyetini maddeten gayet parlak tefsir ettiði gibi; bu Âyet dahi, bu sahifenin mânalarýný mu'cizane ifade eder. Ve Arzýn, bütün sahifeleriyle, Arzýn büyüklüðü nisbetinde ve kuvvetinde لآاِلَهَ اِلاَّ هُوَ dediðini anladý.

 

 

 

sh: » (T: 316)

 

Ýþte; Küre-i Arz'ýn yirmiden ziyade büyük sahifelerinden bir tek sahifenin yirmi vechinden bir tek vechinin muhtasar þehadeti ile, o yolcunun sair vecihlerin sahifelerindeki müþahedatý mânasýnda olarak ve o müþahedatlarý ifade için, Birinci Makam'ýn Üçüncü Mertebesinde böyle denilmiþ:

 

لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلَى وَجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ الاَرْضُ بِجَمِيعِ مَا فِيهَا

 

وَمَا فِيهَا عَلَيْهَا بِشَهَادَتِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ التَّسْخِيرِ وَالتَّدْبِيرِ وَالتَّرْبِيَةِ وَالْفَتَّاحِيَّةِ وَتَوْزِيعِ الْبُذُورِ وَالْمُحَافظَةِ وَالاِدَارَةِ وَاْلاِعَاشَةِ لِجَمِيعِ ذَوِىِ الْحَيَاتِ وَالرَّحْمَانِيَّةِ وَالرَّحِيمِيَّةِ الْعَامَّةِ الشَّامِلَةِ الْمُكَمَّلَةِ بِالْمُشَاهَدَةِ

 

Sonra, o mütefekkir yolcu, her sahifeyi okudukça saadet anahtarý olan îmaný kuvvetlenip ve mânevî terakkiyatýn miftahý olan mârifeti ziyadeleþip ve bütün kemalâtýn esasý ve madeni olan Îman-ý Billâh hakikatý bir derece daha inkiþaf edip mânevi çok zevkleri ve lezzetleri verdikçe onun merakýný þiddetle tahrik ettiðinden; "Sema", "Cevv" ve "Arz'ýn" mükemmel ve kat'i derslerini dinlediði halde هَلْ مِنْ مُرِيدٍ deyip dururken, denizlerin ve büyük nehirlerin cezbekârâne cûþ u hurûþla zikirlerini ve hazin ve leziz seslerini iþitir. Lisan-ý hâl ve lisan-ý kâl ile "Bize de bak, bizi de oku!" derler. O da bakar, görür ki:

 

Hayatdârane mütemadiyen çalkanan ve daðýlmak ve dökülmek ve istilâ etmek fýtratýnda olan denizler, Arzý kuþatýp, Arz ile beraber gayet süratli bir surette bir senede yirmibeþ bin senelik bir daierede koþturulduðu halde; ne daðýlýrlar, ne dökülürler ve ne de komþularýndaki topraða tecavüz ederler. Demek gayet kudretli ve azametli bir zatýn emriyle ve kuvvetiyle dururlar, gezerler, muhafaza olurlar.

 

Sonra denizlerin içlerine bakar, görür ki; gayet güzel ve zînetli ve muntazam cevherlerinden baþka, binlerce çeþit hayvanatýn iaþe ve idareleri ve tevvellüdat ve vefiyatlarý o kadar muntazamdýr, basit bir kum ve acý bir sudan verilen erzaklarý ve tâyinatlarý o kadar mükemmeldir ki, bilbedahe bir Kadir-i Zülcelâl'in, bir Rahîm-i Zülcemal'in idare ve iaþesiyle olduðunu isbat eder.

 

sh: » (T: 317)

 

Sonra o misafir, nehirlere bakar, görür ki: Menfaatleri ve vazifeleri ve varidat ve sarfiyatlarý o kadar hakîmane ve rahîmanedir, bilbedahe isbat eder ki; bütün ýrmaklar, pýnarlar, çaylar büyük nehirler, bir Rahman-ý Zülcelâl-i Ve'l-Ýkram'ýn hazine-i rahmetinden çýkýyorlar ve akýyorlar. Hattâ o kadar fevkalâde iddihar ve sarfediliyorlar ki, "Dört nehir Cennetten geliyorlar."diye rivayet edilmiþ. Yâni; zâhiri esbabýn pek fevkýnde olduklarýndan, mânevî bir Cennetin hazinesinden ve yalnýz gaybî tükenmez bir menbaýn feyzinden akýyorlar demektir.

 

Meselâ: Mýsýr'ýn kumistanýný bir Cennete çeviren Nil-i Mübarek, Cenup tarafýndan, Cebel-i Kamer denilen bir daðdan mütemadiyen küçük bir deniz gibi tükenmeden akýyor. Altý aydaki sarfiyatý dað þeklinde toplansa ve buzlansa, o daðdan büyük olur. Halbuki o daðdan ona ayrýlan yer, mahzen altý kýsmýndan bir kýsým olamaz. Varidatý ise; o mýntýka-i harrede pek az gelen ve susamýþ toprak çabuk yuttuðu için mahzene az giden yaðmur, elbette o muvazene-i vâsiayý muhafaza edemediðinden, O Nil-i mübarek âdet-i Arziye fevkýnde bir gaybî Cennetten çýkýyor diye rivayeti, gayet mânidar ve güzel bir hakikatý ifade ediyor.

 

 

 

Ýþte, deniz ve nehirlerin denizler gibi hakikatlarýnýn ve þehadetlerinin binden birisini gördü. Ve umumu, bil'icma, denizlerin büyüklüðü nisbetinde bir kuvvetle لآاِلَهَ اِلاَّ هُوَ der; ve bu þehadete denizler mahlûkatý adedince, þâhidler gösterir diye anladý. Ve denizlerin, nehirlerin umum þehadetlerini irade ederek ifade etmek mânasýnda, Birinci Makam'ýn Dördüncü Mertebesinde:

 

لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ ا لْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلَى وَجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ جَمِيعُ الْبِحَارِ وَالاَنْهَارِ بِجَمِيعِ مَا فِيهَا

 

وَمَا فِيهَا عَلَيْهَا بِشَهَادَتِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ التَّسْخِيرِ وَالْمُحَافظَةِ وَالاِدِّخَارِ وَالاِدَارَةِ اْلوَاسِعَةِ الْمُنْتَظَمَةِ بِالْمُشَاهَدَةِ

 

denilmiþ.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sonra daðlar v.e sahralar, seyahat-ý fikriyede bulunan o yolcuyu

 

sh: » (T: 318)

 

çaðýrýyorlar, "Sahifelerimizi de oku" diyorlar. O da bakar, görür ki:

 

«Daðlarýn küllî vazifeleri ve umumi hizmetleri o kadar azametli ve hikmetlidirler; akýllarý hayret içinde býrakýr.» Meselâ: daðlarýn zeminden emr-i Rabbâni ile çýkmalarý ve zeminin içinde, inkýlâbat-ý dahiliyeden neþ'et eden heyecanýný ve gazabýný ve hiddetini, çýkmalariyle teskin ederek; zemin o daðlarýn fýþkýrmasiyle ve menfeziyle teneffüs edip, zararlý olan sarsýntýlardan ve zelzele-i muzýrradan kurtulup, vazife-i devriyesinde sekenesinin istirahatlarýný bozmuyor.

 

Demek, nasýlki sefineleri sarsýntýdan vikâye ve muvazenelerini muhafaza için; onlarýn direkleri üstünde kurulmuþ; öyle de, daðlar, zemin sefinesinde bu mânada hazineli direkler olduklarýný Kur'an-ý Mu'cizü'l-Beyan:

 

وَالْجِبَالُ اَوْتَادًا * وَاَلْقَيْنَا فِيهَا رَوَاسِىَ * وَالْجِبَالَ اَرْسَهَا gibi çok Âyetlerle ferman ediyor.

 

 

 

Hem meselâ: Daðlarýn içinde zîhayata lâzým olan her nevi' menba'lar, sular, madenler, maddeler, ilaçlar o kadar hakimâne ve müdebbirane ve kerîmane ve ihtiyatkârane iddihar ve ihzar ve istif edilmiþ ki; bilbedahe, kudreti nihayetsiz bir Kadîr'in ve hikmeti nihayetsiz bir Hakîm'in hazineleri ve anbarlarý ve hizmetkârlarý olduklarýný isbat ederler, diye anlar. Ve sahra ve daðlarýn dað kadar vazife ve hikmetlerinden bu iki cevhere sairlerini kýyas edip, daðlarýn ve sahralarýn umum hikmetleriyle, hususan ihtiyatî iddiharlar cihetiyle getirdikleri þehadeti ve söyledikleri لآ اِلَهَ اِلاَّ هُوَ tevhidini, daðlar kuvvetinde ve sebatýnda ve sahralar geniþliðinde ve büyüklüðünde görür. Âmentü Billâh der.

 

 

 

Ýþte bu mânayý ifade için, Birinci Makam'ýn Beþinci Mertebesinde:

 

لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلَى وَجُوبِ وُجُودِهِ جَمِيعُ الْجِبَالِ وَالصَّحَارَى بِجَمِيعِ مَا فِيهَا وَعَلَيْهَا بِشَهَادَتِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ اْلاِدِّخَارِ وَالاِدَارَةِ وَ نَشْرِ الْبُذُورِ وَالْمُحَافَظَةِ وَالتَّدْبِيرِ

 

الاِحْتِيَاطِيَّةِ الرَّبَّانِيَّةِ اْلوَاسِعَةِ الْعَامَّةِ الْمُنْتَظَمَةِ اَلْمُكَمَّلَةِ بِالْمُشَاهَدَةِ

 

denilmiþ.

 

 

 

sh: » (T: 319)

 

Sonra o yolcu, daðda ve sahrada fikriyle gezerken, eþcar ve nebâtat âleminin kapýsý fikrine açýldý. O'nu içeriye çaðýrdýlar: "Gel, dairemizde de gez, yazýlarýmýzý da oku." Dediler. O da girdi, gördü ki:

 

Gayet muhteþem ve müzeyyen bir meclis-i tehlil ve tevhid ve bir halka-i zikir ve þükür teþkil etmiþler. Bütün eþcar ve nebatatýn enva'larý; bil' icma, beraber لآاِلَهَ اِلاَّ هُوَ

 

diyorlar gibi lisan-ý hallerinden anladý. Çünki bütün meyvedar aðaç ve nebatlar; mizanlý ve fesahatli yapraklarýnýn dilleriyle ve süslü ve cezaletli çiçeklerinin sözleriyle ve intizamlý ve belâgatlý meyvelerinin kelimeleriyle beraber müsebbihâne þehadet getirdiklerine ve لآاِلَهَ اِلاَّ هُوَ

 

dediklerine delâlet ve þehadet eden üç büyük küllî hakikatý gördü.

 

 

 

B i r i n c i s i: Pek zâhir bir surette kasdî bir in'am ve ikram ve ihtiyari bir ihsan ve imtinan mânasý ve hakikatý herbirisinde hissedildiði gibi; mucmuunda ise, güneþin zuhurundaki ziyasý gibi görünüyor.

 

 

 

Ý k i n c i s i: Tesadüfe havalesi hiçbir cihet-i imkâný olmayýna kasdî ve hakîmane bir temyiz ve tefrik, ihtiyarî ve rahîmane bir tezyin ve tasvir mânasý ve hakikatý enva' ve efradda gündüz gibi âþikâre görünüyor ve bir Sâni-i Hakîm'in eserleri ve nakýþlarý olduklarýný gösterir.

 

 

 

Ü ç ü n c ü s ü: O hadsiz masnuâtýn yüzbin çeþit ve ayrý ayrý tarz ve þekilde olan suretleri, gayet muntazam, mizanlý, zînetli olarak, mahdut ve mâdut ve birbirinin misli ve basit ve Câmid ve birbirinin ayný veya az farklý ve karýþýk olan çekirdeklerden, habbeciklerden o ikiyüz bin nevi'lerin fârikalý ve intizamlý, ayrý ayrý, muvazeneli, hayatdar, hikmetli, yanlýþssýz, hatâsýz bir vaziyette umum efradýnýn suretlerinin fethi ve açýlýþý ise öyle bir hakikattýr ki, Güneþten daha parlaktýr; ve baharýn çiçekleri ve meyveleri ve yapraklarý ve mevcudatý sayýsýnca o hakikatý isbat eden þahidler var diye, bildi. اَلْحَمْدُ لِلَّهِ عَلَى نِعْمَةِ اْلاِيمَانِ dedi.

 

 

 

Ýþte bu mezkûr hakikatlarý ve þehadetleri ifade manasýyle, Birinci Makam'ýn Altýncý Mertebesinde:

 

sh: » (T: 320)

 

لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلَى وَجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اِجْمَاعُ جَمِيعِ اَنْوَاعِ الاَشْجَارِ وَالنَّبَاتَاتِ الْمُسَبِّحَاتِ النَّاطِقَتِ بِكَلِمَاتِ اَوْرَاقِهَا الْمَوْزُونَاتِ الْفَصِيحَاتِ وَأَزْهَارِهَا الْمُزَيَّنَاتِ الْجَزِيلاَتِ وَاَثْمَارِهَا الْمُنْتَظَمَاتِ الْبَلِيغَاتِ بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ الاِنْعَامِ وَالاِكْرَامِ وَالاِحْسَانِ بِقَصْدٍ وَرَحْمَةٍ وَحَقِيقَةِ التَّمْيِيزِ وَالتَّزْيِينِ وَالتَّصْوِيرِ بِاَرَادَةٍ وَ حِكْمَةٍ مَعَ قَطْعِيَّتِ دَلاَلَةِ حَقِيقَةِ فَتْحِ جَمِيعِ صُوَرِهَا الْمَوْزُونَاتِ الْمُزَيَّنَاتِ الْمُتَبَايِنَةِ الْمُتَنَوِّعَةِ الْغَيْرِ الْمَحْدُودَةِ مِنْ نُوَاتَاتٍ وَحَبَّاتٍ مُمَاثِلَةٍ مُتَشَابِهَىٍ مَحْصُورَةٍ مَعْدُودَةٍ

 

denilmiþ.

 

Sonra, seyehat-ý fikriyede bulunan o meraklý ve terakki ile zevki ve þevki artan dünya yolcusu bahar bahçesinden bir bahar kadar bir güldeste-i mârifet ve îman alýp gelirken; hayvanat ve tuyur âleminin kapýsý hakikat bin olan aklýna ve mârifet_âþina olan fikrine açýldý. Yüzbin ayrý ayrý seslerle ve çeþit çeþit dillerle onu içeriye çaðýrdýlar. "Buyurun" dediler. O da girdi ve gördü ki:

 

 

 

Bütün hayvanat ve kuþlarýn bütün nevi'leri ve taifeleri ve milletleri, bil'ittifak, lisan-ý kal ve lisan-ý halleriyle لآاِلَهَ اِلاَّ هُوَ deyip, zemin yüzünü bir zikirhane ve muazzam bir meclis-i tehlil suretine çevirmiþler; her biri bizzat birer kaside-i Rabbanî, birer kelime-i Sübhâni ve mânidar birer harf-i Rahmanî hükmünde sâni'lerini tavsif edip hamd ü senâ ediyorlar vaziyetinde gördü. Güya o hayvanlarýn ve kuþlarýn duygularý ve kuvâlarý ve cihazlarý ve âzâlarý ve âletleri, manzum ve mevzun kelimelerdir, ve muntazam ve mükemmel sözlerdir. Onlar, bunlarla Hallâk ve Rezzaklarýna þükür ve vahdaniyyetine þehadet getirdiklerine kat'î delâlet eden üç muazzam ve muhit hakikatlarý müþahede etti.

 

 

 

B i r i n c i s i: Hiçbir cihetle serseri tesadüfe ve kör kuvvete ve þuursuz

 

sh: » (T: 321)

 

tabiata havalesi mümkün olmayan hiçten hakîmâne îcad ve san'atperverâne ibda' ve ihtiyarkârâne ve alîmâne halk ve inþa ve yirmi cihetle ilim ve hikmet ve iradenin cilvesini gösteren ruhlandýrmak ve ihya etmek hakikatýdýr ki; zîruhlar adedince þahidleri bulunan bir bürhan-ý bâhir olarak, Zât-ý Hayy_ý Kayyûm'un vücub-u vücuduna ve sýfat-ý seb'asýna ve vahdetine þehadet eder.

 

 

 

Ý k i n c i s i: O hadsiz masnu'larda biribirinden simaca fârikalý ve þekilce zinetli ve miktarca mîzanlý ve suretçe intizamlý bir tarzdaki temyizden, tezyinden, tasvirden öyle azametli ve kuvvetli bir hakikat görünür ki, Kadir-i Küll-i Þey ve Âlim-i Küll-i Þeyden baþka hiçbir þey, bu her cihetle binlerle hârikalarý ve hikmetleri gösteren ihâtalý fiile sahip olamaz ve hiçbir imkân ve ihtimal yok.

 

 

 

Ü ç ü n c ü s ü: Birbirinin misli ve ayný veya az farklý ve birbirine benziyen mahsur ve mahdud yumurtalardan ve yumurtacýklardan ve nutfe denilen su katrelerinden o hadsiz hayvanlarýn yüzbinler çeþit tarzlarda ve birer mu'cize-i hikmet mahiyetinde bulunan suretlerini, gayet muntazam ve muvazeneli ve hatâsýz bir hey'ette açmak ve fethetmek öyle parlak bir hakikattýr ki; hayvanlar adedince senedler, deliller o hakikatý tenvir eder.

 

 

 

Ýþte bu üç hakikatýn ittifakiyle, hayvanlarýn bütün envaý, beraber öyle bir لآاِلَهَ اِلاَّهُوَ deyip þehadet getiriyorlar ki; güya zemin, büyük bir insan gibi, büyüklüðü nisbetinde لآاِلَهَ اِلاَّهُوَ

 

diyerek semavat ehline iþittiriyor mahiyetinde gördü ve tam ders aldý. Birinci Makam'ýn Yedinci Mertebesinde bu mezkûr hakikatlarý ifade mânasýyle:

 

لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلَى

 

وَجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اِتِّفَاقُ جَمِيعِ اَنْوَاعِ

 

الْحَيْوَانَاتِ وَالطُّيُورِ الْحَامِدَاتِ الشَّاهِدَاتِ بِكَلِمَاتِ حَوَاسِّهَا وَقُواَهَا وَحِسِّيَّاتِهَا وَلَطَائِفِهَا الْمَوْزُونَاتِ الْمُنْتَظَمَاتِ اْلفَصِيحَاتِ وَبِكَلِمَاتِ جِهَازَاتِهَا وَجَوَارِحِهَا وَاَعْضَائِهَا وَاَلاَتِهَا الْمُكَمَّلَةِ الْبَلِيغَاتِ بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ الاِيجَادِ وَالصُّنْعِ وَالاِبْدَاعِ بِالْاِرَادِةِ وَحَقِيقَةِ التَّمْيِيزِ وَالتَّزْيِينِ بِالْقَصْدِ وَحَقِيقَةِ التَّقْدِيرِ وَالتَّصْوِيرِ بِالْحِكْمَةِ مَعَ قَتْعِيَةِ دَلاَلَةِ حَقِيقَةِ فَتْحِ جَمِيعِ صُوَرِهَا الْمُنْتَظَمَةِ الْمُخَالِفَةِ الْمُتَنَوِّعَةِ الْغَيْرِ الْمَحْصُورَةِ مِنْ بِيضَاتٍ وَقَطَرَاتٍ مُتَمَاثِلَةِ مُتَشَابِهَةٍ مَحْصُورَةٍ مَحْدُودَةٍ

 

sh: » (T: 322)

 

denilmiþtir.

 

Sonra o mütefekkir yolcu, mârifet-i Ýlâhiyyenin hadsiz mertebelerinde ve nihayetsiz ezvakýnda ve envarýnda daha ileri gitmek için insanlar âlemine ve beþer dünyasýna girmek isterken, baþta enbiyalar olarak onu içeriye davet ettiler; o da girdi. En evvel geçmiþ zamanýn menziline baktý, gördü ki:

 

 

 

Nev'i beþerin en nûranî ve en mükemmeli olan umum peygamberler (Aleyhimüsselâm), bil'icma' beraber لآاِلَهَ اِلاَّهُوَ deyip zikrediyorlar; ve parlak ve musaddak olan hadsiz mu'cizatlarýnýn kuvvetiyle, tevhidi iddia ediyorlar ve beþeri, hayvaniyet mertebesinden melekiyet derecesine çýkarmak için, onlarý Ýman-ý Billâha davet ile ders veriyorlar gördü. O da, o nuranî medresede diz çöküp derse oturdu. Gördü ki: Meþahir-i insâniyenin en yüksekleri ve namdarlarý olan o üstadlarýn herbirisinin elinde Hâlýk-ý kâinat tarafýndan verilmiþ niþane-i tasdik olarak mu'cizeler bulunduðundan, herbirinin ihbarý ile beþerden bir taife-i azîme ve bir ümmet tasdik edip imana geldiklerinden, o yüzbin ciddî ve doðru zatlarýn icma' ve ittifakla hüküm ve tasdik ettikleri bir hakikat ne kadar kuvvetli ve kat'i olduðunu kýyas edebildi. Ve bu kuvvette bu kadar muhbir-i sâdýklarýn hadsiz mu'cizeleriyle imza ve isbat ettikleri bir hakikatý inkâr eden ehl-i dalâlet ne derece hadsiz bir hatâ, bir cinâyet ettiklerini ve ne kadar hadsiz bir azâba mestahak olduklarýný anladý. Ve onlarý tasdik edip îman getirenler ne kadar haklý ve hakikatlý olduklarýný bildi; îman kudsiyetinin büyük bir mertebesi daha ona göründü.Evet, Enbiyayý (Aleyhimüsselâm) Cenâb-ý Hak tarafýndan fiilen tasdik hükmünde olan hadsiz mu'cizatlarýndan ve hakkaniyetlerini

 

sh: » (T: 323)

 

gösteren, muarýzlarýna gelen semavî pek çok tokatlarýndan ve hak olduklarýna delâlet eden þahsî kemalâtlarýndan ve hakikatlý tâlimatlarýndan; ve doðru olduklarýna þehadet eden kuvvet-i îmanlarýndan ve tam ciddiyetlerinden ve fedâkarlýklarýndan ve ellerinde bulunan kudsî kitab ve suhuflarýndan ve onlarýn yollarý doðru ve hak olduðuna þehadet eden ittiba'lariyle hakikata, kemâlâta, nura vâsýl olan hadsiz tilmizlerinden baþka, onlarýn ve o pek ciddî muhbirlerin müsbet mes'elelerde icmâý ve ittifâký ve tevâtürü ve isbatta tevâfuku ve tesânüdü ve tetâbuku öyle bir hüccettir ve öyle bir kuvvettir ki; dünyada hiçbir kuvvet, karþýsýna çýkamaz ve hiçbir þüphe ve tereddüdü býrakmaz. Ve îmanýn erkânýnda umum enbiyayý (Aleyhimüsselâm) tasdik dahi dahil olmasý, o tasdik büyük bir kuvvet menbaý olduðunu anladý. Onlarýn derslerinden çok feyz-i îmanî aldý. Ýþte, bu yolcunun mezkûr dersini ifade mânasýnda Birinci Makam'ýn Sekizinci Mertebesinde:

 

لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الَّذِى دَلَّ عَلَى وَجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اِجْمَاعُ جَمِيعِ الأَنْبِيَاءِ بِقُوَّةِ مُعْجِزَاتِهِمْ الْبَاهِرَةِ الْمُصَدِّقَةِ الْمُصَدَّقَةِ

 

denilmiþ.

 

Sonra îmanýn kuvvetinden ulvî bir zevk alan o seyyah-ý talib, Enbiya Aleyhimüsselâm'ýn meclisinden gelirken, ulemanýn ilmelyakîn suretinde kat'i ve kuvetli delillerle, enbiyalarýn (Aleyhimüsselâm) dâvalarýný isbat eden ve asfiya sýdd^ýkîn denilen mütebahhir müctehid muhakkikler, onu dershanelerine çaðýrdýlar. O da girdi, gördü ki: Binlerle dâhî ve yüzbinlerle müdakkik ve yüksek ehl-i tahkik, kýl kadar bir þüphe býrakmayan tedkikat-ý amikalarýyla, baþta vücub-u vücud ve vahdet olarak müsbet mesail-i îmâniyeyi isbat ediyorlar. Evet, istidatlarý ve meslekleri muhtelif olduðu halde usul ve erkân-ý îmaniyede onlarýn müttefikan ittifaklarý ve herbirisinin kuvvetli ve yakînî bürhanlarýna istinadlarý öyle bir hüccettir ki; onlarýn mecmuu kadar bir zekâvet ve dirayet sahibi olmak ve bürhanlarýnýn umumu kadar bir bürhan bulmak mümkün ise karþýlarýna ancak öyle çýkabilir. Yoksa o münkirler, yalnýz cehalet ve echeliyet ve inkâr ve isbat olunmýyan menfî mes'elelerde inad ve göz kapamak suretiyle karþýlarýna çýkabilirler. Gözünü kapayan, yalnýz kendine gündüzü gece yapar.

 

sh: » (T: 324)

 

Bu seyyah; bu muhteþem ve geniþ dershanede, bu muhterem ve mütebahhir üstadlarýn neþrettikleri nurlar, zeminin yarýsýný bin seneden ziyâde ýþýklandýrdýðýný bildi. Ve öyle bir kuvve-i mâneviyeyi buldu ki, bütün ehl-i inkâr toplansa onu kýl kadar þaþýrtmaz ve sarsmaz. Ýþte bu yolcunun dershaneden aldýðý derse bir kýsa iþaret olarak Birinci Makam'ýn Dokuzuncu Mertebesinde:

 

لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الَّذِى دَلَّ عَلَى وَجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اِتِّفَاقُ جَمِيعِ الاَصْفِيَآءِ بِقُوَّةٍ

 

بَرَاهِيْهِمُ الزَّاهِرَةِ الْمُحَقَّقَةِ الْمُتَّفِقَةِ

 

denilmiþ.

 

 

 

Sonra, îmanýn daha ziyade kuvvetlenmesinde ve inkiþafýnda ve ilmelyakîn derecesinden aynelyakîn mertesebine terakkisindeki envarý ve ezvaký görmeye çok müþtak olan o mütefekkir yolcu medreseden gelirken, hadsiz küçük tekyelerin ve zaviyelerin telâhukýyle tevessü eden gayet feyizli ve nurlu ve sahra geniþliðinde bir tekyede, bir hangâhda, bir zirikhande, bir irþadgâhda ve cadde-i kübra-yý Muhammedýnin (A.S.M) ve mi'rac-ý Ahmedinin (A.S.M) gölgesinde hakikate çalýþan ve hakka eriþen ve aynelyakîne yetiþen binlerle ve milyonlarla kudsi mürþidler onu dergâha çaðýrdýlar. O da girdi, gördü ki: O ehl-i keþf ve keramet mürþidler; keþfiyatlarýna ve müþahedelerine ve karemetlerine istinaden bil'icma müttefikan لآ اِلَهَ اِلاَّ هُوَ diyerek, vücub u vücud ve vahdet-i Rabbâniyyeyi kainata ilân ediyorlar. Güneþin ziyasýndaki yedi renk ile güneþi tanýmak gibi, yetmiþ renk ile, belki esma-i hüsna adedince, Þems-i Ezelî'nin ziyasýndan tecelli eden ayrý ayrý nurlu renkler ve çeþit çeþit ziyalý levnler ve baþka baþka hakikatlý tarikatlar ve muhtelif doðru meslekler ve mütenevvi haklý meþreblerde bulunan o kudsî dâhilerin ve nuranî âriflerin icma' ve ittifakla imza ettikleri bir hakikat, ne derece zâhir ve bâhir olduðunu aynelyakîn müþahede etti ve enbiyanýn (Aleyhimüsselâm) icmaý ve asfiyanýn ittifaký ve evliyanýn tevâfuku ve bu üç icmaýn birden ittifaký, Güneþi gösteren gündüzün ziyasýndan daha parlak gördü. Ýþte, bu misafirin tekyeden aldýðý feyze kýsa bir iþaret olarak, Birinci Makam'ýn Onuncu Mertebesinde:

 

sh: » (T: 325)

 

لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الَّذِى دَلَّ عَلَى وَجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اِجْمَاعُ الْاَوْلِيَآءِ بِكَشْفِيَاتِهِمْ وَكَرَامَاتِهِمُ الظَّاهِرَةِ الْمُحَقَّقَةِ الْمُصَدَّقَةِ

 

denilmiþ.

 

 

 

Sonra, kemalât-ý insaniyenin en mühimmi ve en büyüðü, belki, bilcümle kemalât-ý insaniyenin menbaý ve esasý, Îman-ý Billâhdan ve mârifetullahdan neþ'et eden muhabbetullah olduðunu bilen o dünya seyyahý, bütün kuvvetiyle ve letaifiyle, îmânýn kuvvetinde ve mârifetin inkiþafýnda daha ziyade terakki etmesini istemek fikriyle baþýný kaldýrdý ve semavata baktý. Kendi aklýna dedi ki:

 

 

 

Mâdem kâinatta en kýymetdar þey hayattýr ve kâinatýn mevcudatý hayata musahhardýr; ve madem zîhayatýn en kýymetdârý zîruhdur ve zîruhun en kýymetdarý zîþuurdur; ve madem bu kýymetdarlýk için küre-i zemin, zîhayatý mütemadiyen çoðaltmak için her asýr, her sene dolar boþalýr.

 

 

 

Elbette ve her halde, bu muhteþem ve müzeyyen olan semâvatýn dahi kendisine münasip ahalisi ve sekenesi, zîhayat ve zîruh ve zîþuurlardan vardýr ki; huzur-u Muhammedîde (A.S.M) Sahabelere görünen Hazret-i Cebrail (A.S) in temessülü gibi melâikeleri görmek ve onlarla konuþmak hâdiseleri tevatür suretinde eskidenberi nakl ve rivayet ediliyor. Öyle ise, keþke ben semâvat ehli ile dahi görüþseydim; onlar ne fikirde olduklarýný bilseydim. Çünki, "Hâlik-ý kâinat hakkýnda en mühim söz onlarýndýr." diye düþünürken, birden semâvi þöyle bir sesi iþitti: Mâdem bizim ile görüþmek ve dersimizi dinlemek istersin.. bilki: Baþta Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm ve Kur'an-ý Mu'ciz'ül-Beyan olarak bütün Peygamberlere vasýtamýzla gelen mesail-i îmâniyeye en evvel biz îman etmiþiz.

 

 

 

Hem insanlara temessül edip görünen ve bizlerden olan ervah-ý tayyibe, bilâistisna ve bil'ittifak, bu kâinat Hâlikýnýn vücub-u vücuduna ve vahdetine ve sýfât-ý kudsiyesine þahadet edip birbirine muvafýk ve mutabýk olarak ihbar etmiþler. Bu hadsiz ihbârâtýn tevâfuku ve tetâbuku, Güneþ gibi sana bir rehberdir, dediklerini bildi. Ve onun nur-u îmaný parladý. Zeminden göklere çýktý. Ýþte bu yolcunun melâikeden aldýðý derse kýsa bir iþaret olarak Birinci Makam'ýn Onbirinci Mertebesinde:

 

sh: » (T: 326)

 

لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ اَلْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلَى وَجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اِتِّفَاقُ الْمَلَئِكَةِ اَلْمُتَمَثِّلِينَ ِلاَنْظَارِ

 

النَّاسِ وَالْمُتَكَلِّمِينَ مَعَ خَوَاصِّ الْبَشَرِ بِاِخْبَارَاتِهِمْ الْمُتَطَابِقَةِ الْمُتَوَافِقَةِ

 

denilmiþtir.

 

 

 

Sonra, pür-merak ve pür-iþtiyak o misafir, âlem-i þehadet ve cismânî ve maddî cihetinde mahsus taifelerin dillerinden ve lisan-ý hallerinden ders aldýðýndan, âlem-i gayb ve âlem-i berzahta dahi mütalâa ile bir seyahat ve bir taharri-i hakikat arzu ederken, her taife-i insaniyede bulunan; ve kâinatýn meyvesi olan insanýn çekirdeði hükmünde bulunan ve küçüklüðü ile beraber, mânen kâinat kadar inbisat edebilen müstakim ve münevver akýllarýn selim ve nuranî kalblerin kapýsý açýldý. Baktý ki: Onlar, âlem-i gayb ve âlem-i þehadet ortasýnda insanî berzahlardýr ve iki âlemin birbiriyle temaslarý ve muameleleri, insana nisbeten o noktalarda oluyor gördüðünden; kendi akýl ve kalbine dedi ki: "Gelin, bu emsalinizin kapýsýndan hakikata giden yol daha kýsadýr. Biz öteki yollardaki dillerden ders aldýðýmýz gibi deðil, belki îman noktasýndaki ittisaflarýndan ve keyfiyet ve renklerinden, mütalâamýz ile istifade etmeliyiz." Dedi, mütalâaya baþladý. Gördü ki:

 

Ýstidatlarý gayet muhtelif ve mezhebleri birbirinden uzak ve muhalif olan umum istikametli ve nurlu akýllarýn îman ve tevhiddeki ittisafkârane ve rasihâne itikadlarý, tevâfuk; ve sebatkârane ve mutmainâne kanaat ve yakînleri tetâbuk ediyor. Demek, tebeddül etmiyen bir hakikata dayanýp baðlanmýþlar; ve kökleri, metin bir hakikata girmiþ kopmuyor. Öyle ise bunlarýn nokta-i îmaniyede ve vücub ve tevhidde icma'larý, hiç kopmaz bir zincir-i nûranîdir; ve hakikate açýlan ýþýklý bir penceredir.

 

Hem gördü ki: Meslekleri birbirinden uzak ve meþrebleri birbirine mübayin olan o umum selim ve nuranî kalblerin erkân-ý îmaniyedeki müttefikane ve itmi'nankârane ve müncezibâne keþfiyat ve müþahedatlarý birbirine tevâfuk; ve tevhidde birbirine mutabýk çýkýyor. Demek, hakikate mukabil ve vâsýl ve mütemessil bu küçücük birer arþ-ý mârifet-i Rabbâniyye ve bu câmi birer âyine-i samedâniyye olan nuranî kalbler, Þems-i Hakikate karþý açýlan pencerelerdir; ve umumu birden Güneþe âyinedarlýk eden bir

 

sh: » (T: 327)

 

deniz gibi, bir âyine-i a'zamdýr. Bunlarýn vücub-u vücudda ve vahdette ittifaklarý ve icma'larý hiç þaþýrmaz ve þaþýrtmaz bir rehber-i ekmel ve bir mürþid-i ekberdir. Çünki, hiçbir cihetle hiçbir imkân ve hiçbir ihtimal yok ki, hakikattan baþka bir vehim ve hakikatsýz bir fikir ve asýlsýz bir sýfat, bu kadar müstemirrâne ve râsihane, bu pek büyük ve keskin gözlerin umumunu birden aldatsýn, galat-ý hisse uðratsýn. Buna ihtimal veren bozulmuþ ve çürümüþ bir akla, bu kâinatý inkâr eden ahmak sofestailer dahi razý olmazlar, reddederler diye anladý. Kendi akýl ve kalbiyle beraber âmentü Billâh dediler. Ýþte, bu yolcunun müstakim akýllardan ve münevver kalblerden istifade ettiði mârifet-i îmâniyeye kýsa bir iþaret olarak Birinci Makam'ýn Onüçüncü Mertebesinde:

 

لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ اَلْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلَى وَجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اِجْمَاعُ الْعُقُولِ الْمُسْتَقِيمَةِ الْمُنَوَّرَةِ بِاِعْتِقَادَاتِهَا الْمُتَوَافِقَةِ وِبِقَنَاعَاتِهَا وَيَقِينَاتِهَا الْمُطَآبِقَةِ مَعَ تَخَالُفِ الاْسْتِعْدَادَاتِ وَالْمَذَاهِبِ وَكَذا دَلَّ عَلَى وَجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اِتِّفَاقُ الْقُلُوبِ السَّلِيمَةِ النُّورَانِيَّةِ بِكَشْفِيَّاتِهَا الْمُتَطَابِقَةِ وَبِمُشَاهَدَاتِهَا الْمُتَوَافِقَةِ مَعَ تَبَايُنِ الْمَسَالِكِ وَالْمَشَارِبِ

 

denilmiþ.

 

 

 

Sonra; âlem-i gaybe yakýndan bakan ve akýl ve kalbde seyahat eden o yolcu, acaba âlem-i gayb ne diyor diye merakla o kapýyý da þöyle bir fikir ile çaldý. Yâni: Mâdem bu cismanî âlem-i þehadette, bu kadar zînetli ve san'atlý hadsiz masnu'lariyle kendini tanýttýrmak ve bu kadar tatlý ve süslü nihayetsiz ni'metleriyle kendini sevdirmek ve bu kadar mucizeli ve meharetli hesabsýz eserleriyle gizli kemâlâtýný bildirmek, kavilden ve tekellümden daha zâhir bir tarzda fiilen istiyen ve hâl diliyle bildiren bir zat, perde-i gayb tarafýnda bulunduðu bilbedahe anlaþýlýyor. Elbette ve her halde, fiilen ve hâlen olduðu gibi, kavlen ve tekellümen dahi konuþur, kendini tanýttýrýr, sevdirir, Öyle ise, âlem-i gayb cihetinde O'nu O'nun tezahüratýndan bilmeliyiz dedi; kalbi içeriye

 

sh: » (T: 328)

 

girdi, akýl gözüyle gördü ki:

 

Gayet kuvvetli bir tezahüratla, vahiylerin hakikatý, âlem-i gaybýn her tarafýnda, her zamanda hükmediyor. Kâinatýn ve mahlûkatýn þehadetlerinden çok kuvvetli bir þehadet, vücud ve tevhid, Allâmü'l-Guyub'dan vahiy ve ilham hakikatleriyle geliyor. Kendini ve vücud ve vahdetini, yalnýz masnularýnýn þehadetlerine býrakmýyor. Kendisi, kendine lâyýk bir kelâm-ý ezelî ile konuþuyor. Her yerde, ilim ve kudretiyle hâzýr ve nâzýrýn kelâmý dahi hadsizdir; ve kelâmýnýn mânasý O'nu bildirdiði gibi, tekellümü dahi, O'nu, sýfâtýyle bildiriyor.

 

 

 

Evet, yüzbin Peygamberlerin (Aleyhimüsselâm) tevatürleriyle, ve ihbaratlarýnýn vahy-i Ýlâhîye mazhariyet noktasýnda ittifaklariyle; ve nev'i beþerden ekseriyet-i mutlakanýn tasdik-gerdesi ve rehberi ve muktedasý; ve vahyin semereleri ve vahy-i meþhud olan kütüb-ü mukaddese ve suhuf-u semâviyenin delâil ve mu'cizatlariyle, hakikat-ý vahyin tahakkuku ve sübutu, bedahet derecesine geldiðini bildi; ve vahyin hakikatý beþ hakikat-ý kudsiyeyi ifade ve ifaza ediyor diye anladý.

 

B i r i n c i s i: لِلتَّنَزُّلاَتِ الاِلَهِيَّةِ اِلَى عُقُولِ الْبَشَرِ

 

denilen, beþerin akýllarýna ve fehimlerine göre konuþmak bir tenezzül-ü Ýlâhidir. Evet, bütün zîruh mahlûkatýný konuþturan ve konuþmalarýný bilen, elbette kendisi dahi o konuþmalara konuþmasiyle müdahele etmesi, Rubûbiyyetin muktezasýdýr.

 

 

 

Ý k i n c i s i: Kendini tanýttýrmak için kâinatý, bu kadar hadsiz masraflarla, baþtan baþa hârikalar içinde yaratan ve binler dillerle kemâlâtýný söylettiren, elbette kendi sözleriyle dahi kendini tanýttýracak.

 

 

 

Ü ç ü n c ü s ü: Mevcudatýn en müntehabý ve en muhtacý ve en nâzenini ve en müþtaký olan hakiki insanlarýn münâcatlarýna ve þükürlerine, fiilen mukabele ettiði gibi, kelâmiyle de mukabele etmek, Hâlikýyyetin þe'nidir.

 

 

 

D ö r d ü n c ü s ü: Ýlim ile hayatýn zaruri bir lâzýmý ve ýþýklý bir tezâhürü olan mükâleme sýfatý, elbette ihâtalý bir ilmi ve sermedî bir hayatý taþýyan zatta, ihâtalý ve sermedi bir surette bulunur.

 

B e þ i n c i s i: En sevimli ve muhabbetli ve endiþeli ve nokta-i istinada

 

 

 

sh: » (T: 329)

 

en muhtac ve sâhibini ve mâlikini bulmaða en müþtak; hem fakir ve âciz bulunan mahlûkatlarýna; acz ve iþtiyaký, fakr ve ihtiyacý ve endiþe-i istikbali ve muhabbeti ve perestiþi veren bir zat, elbette kendi vücudunu onlara tekellümü ile iþ'ar etmek, Ulûhiyyetin muktezasýdýr.

 

 

 

Ýþte: Tenezzül-ü Ýlâhi ve taarrüf-ü Rabbâni ve mukabele-i Rahmâni ve mükâleme-i Sübhâni ve iþ'ar-ý Samedânî hakikatlarýný tazammun eden umumî, semavî vahiylerin, icma ile, Vâcibü'l-Vücud'un vücuduna ve vahdetine delâletleri öyle bir hüccettir ki; gündüzdeki Güneþ'in þuââtýnýn Güneþ'e þehadetinden daha kuvvetlidir, diye anladý. Sonra ilhamlar cihetine baktý, gördü ki: Sâdýk ilhamlar, gerçi bir cihette vahye benzerler ve bir nevi' mükâleme-i Rabbâniyyedir, fakat iki fark vardýr.

 

Birincisi : Ýlhamdan çok yüksek olah vahyin, ekseri melâike vasýtasiyle; ve ilhamýn, ekseri vasýtasýz olmasýdýr. Meselâ:

 

Nasýlki bir padiþahýn iki suretle konuþmasý ve emirleri var. Birisi: Haþmet-i saltanat ve hâkimiyet-i umumiye haysiyetiyle bir yâverini, bir vâliye gönderir. O hâkimiyetin ihtiþamýný ve emrin ehemmiyetini göstermek için, bazan, vasýta ile beraber bir içtima yapar, sonra ferman teblið edilir.

 

Ýkincisi : Sultanlýk unvanýyla ve padiþahlýk umumî ismiyle deðil, belki kendi þahsiyle, hususî bir münasebeti ve cüz'i bir muamelesi bulunan has bir hizmetçisi ile, veya bir âmi raiyyetiyle ve hususî telefoniyle hususî konuþmasýdýr. Öyle de; Padiþah-ý Ezelînin, umum âlemlerin Rabbi ismiyle ve kâinat Hâlýký unvaniyle, vahiy ile ve vahyin hizmetini gören þümullü ilhamlariyle mükâlemesi olduðu gibi; herbir ferdin herbir zîhayatýn Rabbi ve Hâliki olmak haysiyetiyle, hususî bir surette, fakat perdeler arkasýnda onlarýn kabiliyetine göre bir tarz-ý mükâlemesi var.

 

Ýkinci fark: Vahiy; gölgesizdir, sâfidir, havassa hasdýr. Ýlham ise; gölgelidir, renkler karýþýr, umumîdir; melâike ilhamlarý ve insan ilhamlarý ve hayvanat ilhamlarý gibi, çeþid çeþid, hem pekçok enva'lariyle, denizlerin katreleri kadar kelimat-ý Rabbâniyyenin teksirine medar bir zemin teþkil ediyor.

 

 

 

لَوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِكَلِمَاتِ رِبِّى لَنَفِدَ الْبَحْرُ قَبْلَ اَنْ تَنْفَدَ كَلِمَاتُ رَبِّى

 

sh: » (T: 330)

 

âyetinin bir vechini tefsir ediyor anladý.

 

Sonra, ilhamýn mahiyetine ve hikmetine ve þehadetine baktý, gördü ki. Mahiyeti ile hikmeti, ve neticesi dört nurdan terekküp ediyor.

 

B i r i n c i s i: Tevveddüd-ü Ýlâhî denilen, kendini mahlûkatýna fiilen sevdirdiði gibi, kavlen ve huzuren ve sohbeten dahi sevdirmek, Vedûdiyyetin ve Rahmâniyyetin muktezasýdýr.

 

Ý k i n c i s i: Ýbâdýnýn dualarýna fiilen cevap verdiði gibi, kavlen dahi perdeler arkasýnda icabet etmesi, Rahîmiyyetin þe'nidir.

 

Ü ç ü n c ü s ü: Aðýr beliyyelere ve þiddetli hallere düþen mahlûkatlarýnýn istimdadlarýna ve feryadlarýna ve tazarruatlarýna fiilen imdad ettiði gibi, bir nevi' konuþmasý hükmünde olan ilhâmî kaviller ile de imdada yetiþmesi, Rubûbiyyetin lâzýmýdýr.

 

D ö r d ü n c ü s ü: çok âciz ve çok zaif; ve çok fakir ve ihtiyaçlý; ve kendi mâlikini ve hâmisini ve Müdebbirini ve Hafîzini bulmaða pekçok muhtaç ve müþtak olan zîþuur musnularýna, vücudunu ve huzurunu ve himayetini fiilen ihsas ettiði gibi, bir nevi' mükâleme-i Rabbâniyye hükmünde sayýlan bir kýsým sâdýk ilhamlar perdesinde, mahsus ve bir mahlûka bakan has bir vecihde, onun kabiliyetine göre, onun kalb telefonuyla, kavlen dahi kendi huzurunu ve vücudunu ihsas etmesi, þefkat-i Ulûhiyyetin ve rahmet-i Rubûbiyyetin zaruri ve vacib bir muktezasýdýr; diye anladý.

 

Sonra ilhamýn þehadetine baktý, gördü: Nasýlki Güneþin -faraza- þuuru ve hayatý olsaydý; ve o halde, ziyasýndaki yedi rengi, yedi sýfâtý olsaydý o cihette ýþýðýnda bulunan þualarý ve cilveleri ile bir tarz konuþmasý bulunacaktý. Ve bu vaziyette, misâlinin ve aksinin þeffaf þeylerde bulunmasý ve her âyine ve her parlak þeyler ve cam parçalarý ve kabarcýklar ve katrelerle hattâ þeffaf zerreler ile herbirinin kabiliyetine göre konuþmasý; ve onlarýn hâcâtýna cevap vermesi; ve bütün onlar, Güneþ'in vücuduna þehadet etmesi; ve hiçbir iþ, bir iþe mâni olmamasý; ve bir konuþmasý, diðer konuþmaya müzahemet etmemesi bilmüþahede görüleceði gibi... aynen öyle de:

 

Ezel ve ebedin Zülcelâl Sultaný ve bütün mevcudatýn Zülcemal Hâlik-ý Zîþâný olan Þems-i Sermedî'nin mükâlemesi dahi, onun ilmi ve kudreti gibi, küllî ve muhît olarak herþey'in kabiliyetine göre tecelli etmesi; hiçbir sual, bir suale; bir iþ, bir iþe; bir hitab bir hitaba mâni olmamasý ve karýþtýrmamasý bilbedahe

 

sh: » (T: 331)

 

anlaþýlýyor. Ve bütün o cilveler, o konuþmalar ve ilhamlar, birer birer ve beraber bil'ittifak o Þems-i Ezelî'nin huzuruna ve vücub-u vücuduna ve Vahdetine ve Ehadiyetine delâlet ve þehadet ettiklerini aynelyakîne yakýn bir ilmelyakîn ile bildi.

 

Ýþte, bu meraklý misafirin âlem-i gaybdan aldýðý ders-i mârifetine kýsa bir iþaret olarak, Birinci Makam'ýn Ondördüncü ve Onbeþinci mertebelerinde:

 

لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الْوَاحِدُ الاَحَدِ الَّذِى دَلَّ عَلَى وَجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اِجْمَاعُ

 

جَمِيعِ الْوَحْيَاتِ الْحَقَّةِ الْمُتَضَمِّنَةِ لِلتَّنَزَّلاَتِ اْلاِلَهِيَّةِ وَلِلْمُكَالَمَاتِ السُّبْحَانِيَّةِ وَلِلتَّعَرُّفَاتِ الرَّبَّانِيَّةِ وَلِلْمُقَابَلاَتِ الرَّحْمَانِيَّةِ عِنْدَ مُنَاجَاتِ عَبَادِهِ وَلِلْعِشَارَاتِ الصَّمَدَانِيَّةِ لِوُجُودِهِ لِمَخْلُوقَاتِهِ وَكَذَا دَلَّ عَلَى وَجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اِتِّفَاقُ الاِلْهَامَاتِ الصَّادِقَةِ الْمُتَضَمِّنَةِ لِلتَّوَدُّدَاتِ اْلاِلَهِيَّةِ وَلِلْاِجَابَاتِ الرَّحْمَانِيَّةِ لِدَعَوَاتِ مَخْلُوقَاتِهِ وَلِلْاِمْدَادَاتِ الرَّبَّانِيَّةِ لِاِسْتِغَاثَاتِ عِبَادِهِ وَلِلْاِحْسَاسَاتِ السُّبْحَانِيَّةِ لِوُجُودِهِ لِمَصْنُوعَاتِهِ

 

denilmiþtir.

 

Sonra, o dünya seyyahý kendi aklýna dedi ki: Mâdem bu kâinatýn mevcudatýyle Mâlikimi ve Hâlikimi arýyorum; elbette herþeyden evvel bu mevcudatýn en meþhuru, ve a'dasýnýn tasdikiyle dahi en mükemmeli ve en büyük kumandaný ve en namdar hâkimi ve sözce en yükseði ve akýlca en parlaðý ve ondört asrý fazileti ile ve Kur'aný ile ýþýklandýran Muhammed-i Arabî Vesselâm'ý ziyaret etmek ve aradýðýmý ondan sormak için Asr-ý Saadete beraber gitmeliyiz diyerek, akliyle beraber o asra girdi gördü ki:

 

sh: » (T: 332)

 

O asýr hakikâten, o Zat (A.S.M) ile bir saadet-i beþeriye asrý olmuþ. Çünki en bedevî, en ümmî bir kavmi, getirdiði Nur vasýtasiyle, kýsa bir zamanda dünyaya üstad ve hâkim eylemiþ.

 

Hem kendi aklýna dedi : Biz, en evvel, bu fevkalâde Zatýn (A.S.M) bir derece kýymetini ve sözlerinin hakkaniyetini ve ihbaratýnýn doðruluðunu bilmeliyiz. Sonra Hâlikýmýzý ondan sormalýyýz.; diyerek taharriye baþladý. Bulduðu hadsiz kat'i delillerden, burada, yalnýz "Dokuz Külliyeti" ne birer kýsa iþaret edilecek.

 

B i r i n c i s i: Bu Zâtda (A.S.M) - hattâ düþmanlarýnýn tasdiki ile dahi,- bütün güzel huylarýn ve hasletlerin bulunmasý; ve وَانْشَقَّ الْقَمَرُ * وَمَا رَمَيْتَ اِذْ رَمَيْتَ وَلَكِنَّ اللَّهَ رَمَى ayetlerinin sarahatýyla, bir parmaðýnýn iþaretiyle kamer iki parça olmasý; ve bir avucu ile a'dasýnýn ordusuna attýðý az bir toprak , umum o ordunun gözlerine girmesiyle kaçmalarý; ve susuz kalmýþ kendi ordusuna, beþ parmaðýndan kevser gibi akan suyu kifayet derecesinde içirmesi gibi; nakl-i kat'i ile ve bir kýsmý tevatür ile yüzer mu'cizatýn onun elinde zâhir olmasýdýr. Bu mu'cizattan üçyüzden ziyade bir kýsmý, Ondokuzuncu Mektup olan Mu'cizat-ý Ahmediye (A.S.M) namýndaki hârika ve kerametli bir Risalede kat'i delilleriyle beraber beyan edildiðinden, onlarý ona havale ederek dedi ki:

 

 

 

Bu kadar ahlâk-ý hasene ve kemalâtla beraber, bu kadar mu'cizat-ý bâhiresi bulunan bir zat (A.S.M), elbette en doðru sözlüdür. Ahlâksýzlarýn iþi olan hileye, yalana, yanlýþa tenezzül etmesi kabil deðil.

 

 

 

Ý k i n c i s i: Elinde, bu kâinat sahibinin bir fermaný bulunduðu; ve o fermaný her asýrda üçyüz milyondan ziyade insanlarýn kabul ve tasdik ettikleri; ve o ferman olan Kur'an-ý Azîmüþþan'ýn, yedi vecihle hârika olmasýdýr. Ve bu Kur'an'ýn, kýrk vecihle mu'cize olduðu ve kâinat Hâlikýnýn sözü bulunduðu, kuvvetli delilleriyle beraber Yirmibeþinci Söz, ve Mu'cizat-ý Kur'aniye namlarýndaki Risale-i Nur'un bir Güneþi olan meþhur bir risalede tafsilen beyan edilmesinden, onu, ona havale ederek dedi: Böyle ayn-i hak ve hakikat bir fermanýn tercümaný ve teblið edicisi bir zatta (A.S.M) fermana cinayet ve ferman sahibine hýyanet hükmünde olan yalan olamaz ve bulunamaz.

 

sh: » (T: 333)

 

Ü ç ü n c ü s ü: O zat (A.S.M), öyle bir þeriat ve bir Ýslâmiyet ve bir ubûdiyet ve bir dua ve bir dâvet ve bir îman ile meydana çýkmýþ ki; onlarýn ne misli var ve ne de olur. Ve onlardan daha mükemmel, ne bulunmuþ ve ne de bulunur. Çünki: Ümmî bir Zatta (A.S.M) zuhur eden o þeriat, ondört asrý ve nev'i beþerin, humsunu, âdilâne ve hakkaniyet üzere ve müdakkikane hadsiz kanunlariyle idare etmesi emsâl kabul etmez.

 

Hem, ümmî bir Zâtýn (A.S.M) ef'al ve akvâl ve ahvalinden çýkan Ýslâmiyet, her asýrda, üçyüz milyon insanýn rehberi ve mercii; ve akýllarýnýn muallimi ve mürþidi; ve kalblerinin münevviri ve musaffisi, ve nefislerinin mürebbisi ve müzekkisi; ve ruhlarýnýn medar-ý inkiþafý ve mâden-i terakkiyatý olmasý cihetiyle, misli olamaz ve olmamýþ.

 

Hem, dininde bulunan bütün ibâdâtýn bütün envaýnda en ileri olmasý..ve herkesten ziyade takvada bulunmasý..ve Allah'tan korkmasý..ve fevkalâde daimi mücahedat ve daðdaðalar içinde tamtamýna ubûdiyetin en ince esrarýna kadar müraat etmesi ve hiç kimseyi taklid etmiyerek, ve tam mânasiyle ve mübtediyane fakat en mükemmel olarak, hem ibtida hem intihayý birleþtirerek yapmasý; elbette misli görülmez ve görülmemiþ.

 

Hem binler dua ve münâcatlarýndan Cevþenü'l Kebir ile, öyle bir mârifet-i Rabbaniyye ile, öyle bir derecede Rabbini tavsif ediyor ki; o zamandan beri gelen ehl-i mârifet ve ehl-i velâyet, telâhuk-u efkâr ile beraber, ne o mertebe-i mârifete ve ne de o derece-i tavsife yeiþememeleri gösteriyor ki; duada dahi onun misli yoktur. Risale-i Münâcatýn baþýnda, Cevþenü'l-Kebirin doksandokuz fýkrasýndan bir fýkrasýnýn kýsacýk bir mealinin beyan edildiði yere bakan adam, Cevþen'in dahi misli yoktur diyecek.

 

Hem, teblið-i Risalette ve nâsý hakka dâvette o derece metanet ve sebat ve cesaret göstermiþ ki; büyük devletler, büyük dinler, hattâ kavim ve kabilesi ve amcasý ona þiddetli adavet ettikleri halde; zerre miktar bir eser-i tereddüt, bir telâþ, bir korkaklýk göstermemesi; ve tek baþiyle bütün dünyaya meydan okumasý ve baþa da çýkarmasý; ve Ýslâmiyeti dünyanýn baþýna geçirmesi isbat eder ki, teblið ve dâvette dahi misli olmamýþ ve olamaz.

 

Hem îmanda, öyle fevkalâde bir kuvvet ve hârika bir yâkin ve mu'cizane bir inkiþaf ve cihaný ýþýklandýran bir ulvi itikad taþýmýþ ki, o zamanýn hükümraný olan bütün efkârý ve akideleri ve

 

 

 

sh: » (T: 334)

 

hükemanýn hikmetleri ve ruhani reislerin ilimleri ona muarýz ve muhalif ve münkir olduklarý halde; onun ne yakînine, ne îtikadýna, ne îtimadýna, ne itmi'nanýna hiçbir þüphe, hiçbir tereddüt, hiçbir zaaf, hiçbir vesvese vermemesi; ve maneviyatta ve merâtib-i îmâniyede terakki eden baþta Sahabeler ve bütün ehl-i velâyet, Onun, her vakit, mertebe-i îmanýndan feyz almalarý ve O'nu en yüksek derecede bulmalarý bilbedahe gösterir ki, îmaný dahi emsalsizdir.

 

 

 

Ýþte, böyle emsal-siz bir þeriat ve misilsiz bir Ýslâmiyet ve hârika bir ubûdiyet ve fevkalâde bir dua ve cihan-pesendane bir davet ve mu'cizane bir îman sahibinde, elbette hiçbir cihetle yalan olamaz ve aldatmaz diye anladý, ve aklý dahi tasdik etti.

 

 

 

D ö r d ü n c ü s ü: Enbiyalarýn (Aleyhimüsselâm) icmaý, nasýl ki vücud ve vahdaniyyet-i Ýlâhiyeye gayet kuvvetli bir delildir; öyle de, bu Zatýn (A.S.M) doðruluðuna ve risaletine gayet saðlam bir þehadettir. Çünki, Enbiya Aleyhimüsselâm'ýn doðruluklarýna ve Peygamber olmalarýna medar olan ne kadar kudsî sýfatlar ve mu'cizeler ve vazifeler varsa, O Zatda (A.S.M) en ileride olduðu tarihçe musaddaktýr. Demek onlar, nasýlki lisan-ý kal ile, Tevrat, Ýncil, Zebur ve Suhuflarýnda bu Zatýn (A.S.M) geleceðini haber verip insanlara beþaret vermiþler ki kütüb-ü mukaddesenin o beþaretli iþârâtýndan yirmiden fazla ve Pek zâhir bir kýsmý, Ondokuzuncu Mektupta güzelce beyan ve isbat edilmiþ. Öyle de, lisan-ý halleriyle yani nübüvvetleriyle ve mu'cizeleriyle kendi mesleklerinde ve vazifelerinde en ileri ve en mükemmel olan bu zâtý tasdik edip dâvasýný imza ediyorlar; ve lisan-ý kal ve icma' ile vahdâniyyete delâlet ettikleri gibi, lisan-ý hal ile ve ittifak ile de, bu Zâtýn sâdýkýyetine þehadet ediyorlar, diye anladý.

 

 

 

B e þ i n c i s i: Bu Zâtýn düsturlariyle ve terbiyesi ve tebaiyyetiyle ve arkasýndan gitmeleriyle; hakka, hakikata, kemâlâta, kerâmata, keþfiyata, müþahedata yetiþen binlerce evliya vahdâniyyete delâlet ettikleri gibi; üstadlarý olan bu Zâtýn sâdýkýyetine ve risaletine, icma ve ittifakla þehadet ediyorlar. Ve âlem-i gaybdan verdiði haberlerin bir kýsmýný, nur-u velâyetle müþahede etmeleri; ve umumunu, nur-u îmanile, ya ilmeyakînveya aynelyakîn veya hakkalyakîn îtikad ve tasdik etmeleri; üstadlarý olan bu Zâtýn, derece-i hakkaniyet ve sâdýkýyetini Güneþ gibi gösterdiðini gördü.

 

sh: » (T: 335)

 

A l t ý n c ý s ý: Bu Zâtýn ümmîliðiyle beraber; getirdiði hakaik-i kudsiye ve ihtira ettiði ulûm-u âliye ve keþfettiði mârifet-i Ýlâhiyyenin dersiyle ve tâlimiyle, mertebe-i ilmiyede en yüksek makama yetiþen milyonlar asfiya-i müdakkikîn ve sýddîkîn-i muhakkikîn ve dâhi hükema-i mü'minin, bu Zâtýn üssü'l-esas dâvasý olan vahdâniyyeti kuvvetli bürhanlariyle bil'ittifak isbat ve tasdik ettikleri gibi; bu muallîm-i ekberin ve bu üstâd-ý âzamýn hakkaniyetine ve sözlerinin hakikat olduðuna ittifak ile þehadetleri, gündüz gibi bir hüccet-i risaleti ve sâdýkýyetidir. Meselâ Risale-i Nur, yüz parçasiyle, bu Zâtýn sadâkatinin bir tek bürhanýdýr.

 

Y e d i n c i s i: Âl ve Ashab namýnda, ve nev'i beþerin enbiyadan sonra feraset ve dirayet ve kemâlâtla en meþhuru, ve en muhterem ve en namdarý, ve en dindar ve en keskin nazarlý taife-i azîmesi, kemal-i merak ile ve gayet dikkat ve nihayet ciddiyetle bu Zâtýn bütün gizli ve aþikâr hallerini ve fikirlerini ve vaziyetlerini taharri ve teftiþ ve tedkik etmeleri neticesinde; bu Zâtýn, dünyada en sâdýk ve en yüksek ve en haklý ve hakikatlý olduðuna ittifak ile ve icma' ile sarsýlmaz tasdikleri ve kuvvetli imanlarý, Güneþin ziyasýna delâlet eden gündüz gibi bir delildir, diye anladý.

 

S e k i z i n c i s i: Bu kâinat, nasýlki kendini îcad ve idare ve tertip eden ve tasvir ve takdir ve tedbir ile bir saray gibi, bir kitap gibi, bir sergi gibi, bir temaþagâh gibi tasarruf eden sâniine ve kâtibine ve nakkaþýna delâlet eder; öyle de: Kâinatýn hilkatindeki makasýd-ý Ýlâhiyyeyi bilecek ve bildirecek ve tahavvülâtýndaki Rabbâni hikmetlerini talim edecek ve vazifedarane harekâtýndaki neticeleri ders verecek ve mahiyetindeki kýymetini ve içindeki mevcudatýn kemâlâtýný ilan edecek ve o kitab-ý kebîrin mânalarýný ifade edecek bir yüksek dellâl, bir doðru keþþaf, bir muhakkik üstad, bir sâdýk muallim istediði ve iktiza ettiði ve herhalde bulunmasýna delâlet ettiði cihetiyle; elbette bu vazifeleri herkesten ziyade yapan bu Zâtýn hakkaniyetine, ve bu kâinat Hâlikýnýn en yüksek ve sâdýk bir me'muru olduðuna þehadet ettiðini bildi.

 

D o k u z u n c u s u: Mâdem bu san'atlý ve hikmetli masnûatýyla kendi hünerlerini ve san'atkârlýðýnýn ve kemâlâtýný teþhir etmek; ve bu süslü, zînetli nihayetsiz mahlûkatýyla kendini tanýttýrmak ve sevdirmek; ve bu lezzetli ve kýymetli hesapsýz ni'metleriyle kendine teþekkür ve hamd ettirmek; ve bu þefkatli ve himayetli umumî

 

sh: » (T: 336)

 

terbiye ve iaþe ile, hattâ aðýzlarýn en ince zevklerini ve iþtihalarýn her nev'ini tatmin edecek bir surette ihzar edilen Rabbâni it'amlar ve ziyafetler ile, kendi rubûbiyyetine karþý, minnettârâne ve müteþekkirâne ve perestiþkârâne ibadet ettirmek; ve mevsimlerin tebdili ve gece gündüzün tahvili ve ihtilafý gibi, azametli ve haþmetli tasurrufat ve icraat ve dehþetli ve hikmetli faaliyet ve hallâkýyyet ile kendi Ulûhiyyetini izhar ederek, o Ulûhiyyetine karþý îman ve teslim ve inkýyad ve itaat ettirmek; ve her vakit iyiliði ve iyileri himaye, fenalýðý ve fenalarý izale ve semavi tokatlar ile zalimleri ve yalancýlarý imha etmek cihetiyle, hakkaniyet ve adaletini göstermek isteyen perde arkasýnda birisi var. Elbette ve herhalde, o gaybî Zât'ýn yanýnda en sevgili mahlûku ve en doðru abdi; ve O'nun mezkûr maksatlarýna tam hizmet ederek, hilkat-i kâinatýn týlsýmýný ve muammasýný hall ve keþfeden, ve daima o Hâlikýnýn namýna hareket eden, ve O'ndan istimdat eden, ve muvaffakiyet isteyen, ve O'nun tarafýndan imdada ve tevfika mazhar olan ve Muhammed-i Kureyþî denilen bu Zât olacak. (A.S.M)

 

Hem aklýna dedi: Mâdem bu mezkur dokuz hakikatlar bu Zâtýn sýdkýna þehadet ederler; elbette bu âdem, benî -Âdemin medar-ý þerefi ve bu Âlemin medar-ý iftiharýdýr; ve O'na, Fahr-i âlem ve Þeref-i benî-âdem denilmesi pek lâyýktýr; ve O'nun elinde bulunan ferman-ý Rahman olan Kur'an-ý Mu'cizü'l Beyanýn haþmet-i saltanat-ý mâneviyesinin nýsf-ý Arzý istilâsý ve þahsî kemâlâtý ve yüksek hasletleri gösteriyor ki; bu âlemde en mühim Zât budur; Hâlikýmýz hakkýnda en mühim söz, O'nundur.

 

Ýþte gel, bak: Bu hârika Zâtýn yüzer zâhir ve bâhir kat'i mu'cizelerinin kuvvetine, ve dinindeki binler âli ve esaslý hakikatlarýna istinaden, bütün dâvalarýnýn esasý ve bütün hayatýnýn gayesi, Vacibü'l-Vücudun vücuduna ve vahdetine ve sýfâtýna ve esmasýna delâlet ve þehadet, ve o Vâcibü'l-Vücudu isbat ve ilân ve i'lam etmektir.

 

Demek; bu kâinatýn mânevi güneþi ve Hâlikýmýzýn en parlak bir bürhaný bu Habibullah denilen Zâtdýr ki; O'nun þehadetini te'yid ve tasdik ve imza eden aldanmaz ve aldatmaz üç büyük icma' var.

 

B i r i n c i s i: "Eðer perde-i gayb açýlsa yakînim ziyadeleþmiyecek" diyen, Ýmam-ý Ali (radiyallahü anh); ve yerde iken Arþ-ý Â'zamý ve Ýsrâfil'in azamet-i heykelini temaþa eden Gavs-ý

 

sh: » (T: 337)

 

Â'zam (K.S) gibi keskin nazar ve gayb-bîn gözleri bulunan binler aktab ve evliya-i azîmeyi câmi ve âl-i Muhammed nâmiyle þöhretþiâr-ý âlem olan cemaat-ý nurâniyenin icma' ile tasdikleridir.

 

Ý k i n c i s i: Bedevi bir kavim ve ümmî bir muhitte, hayat-ý içtimaiyeden ve efkâr-ý siyasiyeden hâli ve kitapsýz, ve Fetret Asrýnýn karanlýklarýnda bulunan ve pek az bir zamanda en medeni ve mâlûmatlý ve hayat-ý içtimaiyede ve siyasiyede en ileri olan milletlere ve hükûmetlere üstad ve rehber ve diplomat ve hâkim-i âdil olarak; Þarktan Garba kadar cihanpesendane idare eden, ve Sahâbe namiyle dünyada nâmdar olan cemaat-i meþhurenin ittifakla, can ve mallarýný, peder ve aþiretlerini feda ettiren bir kuvvetli îmanla tasdikleridir.

 

Ü ç ü n c ü s ü: Her asýrda binlerle efradý bulunan ve her fende dâhiyane ileri giden ve muhtelif mesleklerde çalýþan, ve ümmetinde yetiþen hadsiz muhakkik ve mütebahhir ulemasýnýn cemaat-ý uzmasýnýn tevâfukla ve ilmelyakîn derecesinde tasdikleridir. Demek; bu Zâtýn Vahdâniyyete þehadeti þahsî ve cüz'i deðil, belki, umumî ve küllî ve sarsýlmaz ve bütün þeytanlar toplansa, karþýsýna hiçbir cihetle çýkamaz bir þehadettir, diye hükmetti. Ýþte, Asr-ý Saadette aklýyla beraber seyahat eden dünya misafiri ve hayat yolcusunun o medrese-i nuraniyeden aldýðý derse kýsa bir iþaret olarak, Birinci Makam'ýn Onaltýncý Mertebesinde böyle:

 

لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الْوَاحِدُ الاَحَدِ الَّذِى دَلَّ عَلَى وَجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ فَخْرُ عَالَمٍ

 

وَشَرَفُ نَوْعِ بَنِى اَدَمَ بِعَظَمَةِ سَلْطَنَةِ قُرْاَنِهِ وَحِشْمَةِ وُسْعَةِ دِينِهِ وَكَثْرَةِ كَمَالَاتِهِ وَعُلْوِيَّةِ اَخْلاَقِهِ حَتَّى بِتَصْدِيقِ اَعْدَآئِهِ وَكَذَا شَهِدَ وَبَرْهَنَ بِقُوَّةِ مِآتِ الْمُعْجِزَاتِ الظَّاهِرَاةِ الْبَاهِرَاتِ الْمُصَدِّقَةِ الْمُصَدَّقَةِ وِبِقُوَّةِ اَلاَفِ حَقَآئِقِ دِينِهِ السَّاطِعَةِ الْقَاطِعَةِ بِاِجْمَاعِ اَلِهِ ذَوْىِ اْلاَنْوَارِ وَبِاِتِّفَاقِ اَصْحَابِهِ ذَوىِ اْلاَبْصَارِ وَبِتَوَافُقِ مُحَقِّقِى اُمَّتِهِ ذَوىِ الْبَرَاهِينِ وَالْبَصَائِرِ النَّوَّارَةِ

 

sh: » (T: 338)

 

denilmiþtir.

 

Sonra, bu dünyada hayatýn gayesi ve hayatýn hayatý îmân olduðunu bilen bu yorulmaz ve tok olmaz yolcu, kendi kalbine dedi ki: «Aradýðýmýz Zâtýn sözü ve kelâmý denilen bu dünyada en meþhur ve en parlak ve en Hâkim ve ona teslim olmýyan herkese, her asýrda meydan okuyan Kur'an-ý Mu'cizü'l_Beyan namýndaki kitaba müracaat edip, O ne diyor, bilelim. Fakat, en evvel bu kitap, bizim Hâlikýmýzýn kitabý olduðunu isbat etmek lâzýmdýr »diye taharriye baþladý.

 

Bu seyyah, bu zamanda bulunduðu münasebetiyle, en evvel mânevi i'câz-ý Kur'aniyenin lem'alarý olan Risale-i Nur'a baktý ve onun yüzotuz risaleleri, Âyât-ý Furkâniyenin nükteleri ve ýþýklarý ve esaslý tefsirleri olduðunu gördü. Ve Risale-i Nur, bu kadar muannid ve mülhid bir asýrda her tarafa hakaik-ý Kur'aniyeyi mücâhidane neþrettiði halde, karþýsýna kimse çýkamadýðýndan isbat eder ki, onun üstadý ve menbaý ve mercii ve güneþi olan Kur'an, semâvidir, beþer kelâmý deðildir. Hattâ Resaili'n-Nur'un yüzer hüccetlerinden birtek hüccet-i Kur'aniyesi olan Yirmibeþinci Söz ile Ondokuzuncu Mektubun âhiri, Kur'an'ýn kýrk vecihle mu'cize olduðunu öyle isbat etmiþ ki; kim görmüþse, deðil tenkid ve itiraz etmek, belki isbatlarýna hayran olmuþ; takdir ederek çok sena etmiþ.

 

Kur'an'ýn vech-i i'cazýný ve hak Kelâmullah olduðunu isbat etmek cihetini Risaleti'n-Nur'a havale ederek, yalnýz kýsa bir iþaretle büyüklüðünü gösteren birkaç noktaya dikkat etti.

 

B i r i n c i N o k t a: Nasýlki Kur'an, bütün mu'cizatiyle ve hakkaniyetine delil olan bütün hakaikýyle Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn bir mu'cizesidir. Öyle de; Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm da, bütün mu'cizatiyle ve delâil-i nübüvvetiyle ve kemalât-ý ilmiyesiyle Kur'an'ýn bir mu'cizesidir ve Kur'an Kelâmullah olduðuna bir hüccet-i katýasýdýr.

 

 

 

Ý k i n c i N o k t a: Kur'an, bu dünyada öyle nuranî ve saadetli ve hakikatlý bir surette bir tebdil-i hayat-ý içtimaiye ile beraber, insanlarýn; hem nefislerinde, hem kalblerinde, hem ruhlarýnda, hem akýllarýnda, hem hayat-ý þahsiyelerinde, hem hayat-ý içtimaiyelerinde, hem hayat-ý siyasiyelerinde öyle bir inkýlâb yapmýþ ve idame etmiþ ve idare etmiþ ki, ondört asýr müddetinde, her dakikada, altýbin altýyüz altmýþaltý Âyetleri, kemâl-i ihtiramla,

 

sh: » (T: 339)

 

hiç olmazsa yüz milyondan ziyade insanlarýn dilleriyle okunuyor ve insanlarý terbiye ve nefislerini tezkiye ve kalblerini tasfiye ediyor ruhlara, inkiþaf ve terakki ve akýllara, istikamet ve nur ve hayata, hayat ve saadet veriyor. Elbette böyle bir kitabýn misli yoktur, hârikadýr, fevkalâdedir, mu'cizedir.

 

Ü ç ü n c ü N o k t a: Kur'an, o asýrdan tâ þimdiye kadar öyle bir belaðat göstermiþ ki; Kâbe'nin duvarýnda altýnla yazýlan en meþhur ediblerin "Muallekat-ý Seb'a" namiyle þöhretþiar kasidelerini o dereceye indirdi ki, Lebid'in kýzý, babasýnýn kasidesini Kâbe'den indirirken demiþ: "âyâta karþý bunun kýymeti kalmadý."

 

Hem bedevî bir edib: فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرْ Âyeti okunurken iþittiði vakit secdeye kapanmýþ. O'na demiþler "Sen müslüman mý oldun?" O demiþ, "Hayýr, ben bu Âyetin belâðatýna secde ettim."

 

Hem ilm-i belâðatýn dâhilerinden Abdülkahir-i Cürcânî ve Sekkâkî ve Zemahþeri gibi binlerle dâhi imamlar ve mütefennin edibler icma' ve ittifakla karar vermiþler ki: "Kur'an'ýn belâðatý, tâkat-ý beþerin fevkýndedir, yetiþilmez."

 

Hem o zamandan beri, mütemadiyen meydan-ý muârazaya dâvet edip, maðrur ve enaniyetli ve ediblerin ve beliðlerin damarlarýna dokundurup, gururlarýný kýracak bir tarzda der: "Ya birtek surenin mislini getiriniz veyahut dünyada ve âhirette helâket ve zilleti kabûl ediniz..." diye ilân ettiði halde; o asrýn muannid beliðleri bir tek surenin mislini getirmekle kýsa bir yol olan muârazayý býrakýp, uzun olan, can ve mallarýný tehlikeye atan muharebe yolunu ihtiyar etmeleri isbat eder ki; o kýsa yolda gitmek mümkün deðildir.

 

Hem, Kur'an'ýn dostlarý, Kur'an'a benzemek ve taklid etmek þevkiyle ve düþmanlarý dahi Kur'an'a mukabele ve tenkid etmek sevkiyle o vakitten beri yazdýklarý ve yazýlan ve telâhuk-u efkâr ile terakki eden milyonlarla Arabi kitablar ortada geziyor, Hiçbirisinin Ona yetiþemediðini, hattâ en âdi adam dahi dinlese, elbette diyecek:« "Bu Kur'an, bunlara benzemez ve onlarýn mertebesinde deðil. Ya onlarýn altýnda veya umumunun fevkýnde olacak.» Umumunun altýnda olduðunu dünyada hiçbir ferd, hiçbir kâfir, hattâ hiçbir ahmak diyemez... Demek mertebe-i belâðatý, umumun fevkýndedir.

 

sh: » (T: 340)

 

Hattâ bir adam سَبَّحَ لِلَّهِ مَا فِى السَّمَوَاتِ وَالاَرْضِ Âyetini okudu. Dedi ki: "Bu Âyetin hârika telâkki edilen belâðatýný göremiyorum." Ona denildi: "Sen dahi bu seyyah gibi o zamana git, orada dinle." O da, kendini Kur'andan evvel orada tahayyül ederken gördü ki: Mevcudat-ý âlem; periþan, karanlýk, câmid ve þuursuz ve vazifesiz olarak; hâli, hadsiz, hudutsuz bir fezada; kararsýz fâni bir dünyada bulunuyorlar. Birden Kur'an'ýn lisanýndan bu Âyeti dinlerken gördü. Bu Âyet, kâinat üstünde, dünyanýn yüzünde öyle bir perde açtý ve ýþýklandýrdý ki; bu ezeli nutuk ve bu sermedi ferman asýrlar sýralarýnda dizilen zîþuurlara ders verip gösteriyor ki; bu kâinat, bir câmi-i kebir hükmünde, baþta semâvat ve arz olarak umum mahlûkatý, hayatdarane zikir ve tesbihde, vazife baþýnda cûþ u hurûþla mes'udane ve memnunane bir vaziyette bulunduruyor, diye müþahede etti, Ve bu Âyetin derece-i belâðatýný zevkederek sair Âyetlerin buna kýyasla Kur'an'ýn zemzeme-i belâðatý arzýn nýsfýný ve nev'i beþerin humsunu istila ederek haþmet-i saltanatý kemâl-i ihtiramla ondört asýr bilâ-fâsýla idame ettiðinin binler hikmetlerinden bir hikmetini anladý.

 

D ö r d ü n c ü N o k t a: Kur'an, öyle hakikatlý bir halâvet göstermiþ ki; en tatlý birþeyden dahi usandýran çok tekrar, Kur'aný tilâvet edenler için deðil usandýrmak, belki kalbi çürümemiþ ve zevki bozulmamýþ adamlara tekrar-ý tilâveti halâvetini ziyadeleþtirdiði eski zamandan beri herkesce müsellem olup, darb-ý mesel hükmüne geçmiþ. Hem öyle bir tazelik ve gençlik ve þebâbet ve garabet göstermiþ ki, on dört asýr yaþadýðý ve herkesin eline kolayca girdiði halde, þimdi nâzil olmuþ gibi tazeliðini muhafaza ediyor. Her asýr, kendine hitab ediyor gibi bir gençlikte görmüþ; Her taife-i ilmiye, Ondan her vakit istifade etmek için kesretle ve mebzuliyetle yanlarýnda bulundurduklarý ve üslub-u ifadesine ittiba ve iktida ettikleri halde, O, üslûbundaki ve tarz-ý beyanýndaki garabetini aynen muhafaza ediyor.

 

B e þ i n c i s i: Kur'an'ýn, bir cenahý mâzide, bir cenahý müstakbelde, kökü ve bir kanadý eski Peygamberlerin ittifaklý hakikatlarý olduðu ve bu, onlarý tasdik ve te'yid ettiði ve onlar dahi tevâfukun lisan-ý hâliyle bunu tasdik ettikleri gibi.. öyle de: Evliya ve asfiya gibi ondan hayat alan semereleri ve hayattar tekemmülleriyle,

 

sh: » (T: 341)

 

þecere-i mübarekelerinin hayatdar, feyizdar ve hakikat-medar olduðuna delâlet eden ve ikinci kanadýnýn himayesi altýnda yetiþen ve yaþayan velâyetin bütün hak tarikatlarý ve Ýslâmiyetin bütün hakikatlý ilimleri, Kur'an'ýn, ayn-ý hak ve mecma-i hakaik ve câmiiyyette misilsiz bir hârika olduðuna þehadet eder.

 

A l t ý n c ý s ý: Kur'an'ýn altý ciheti nuranîdir, sýdk ve hakkaniyeti gösterir. Evet, altýnda, hüccet ve bürhan direkleri; üstünde, sikke-i i'caz lem'alarý; önünde ve hedefinde, saadet-i dareyn hediyeleri; arkasýnda nokta-i istinadý, vahy-i semâvi hakikatlarý; saðýnda, hadsiz ukul-ü müstakîmenin delillerle tasdikleri; solunda, selim kalblerin ve temiz vicdanlarýn ciddî itmi'nanlarý ve samimî incizablarý ve teslimleri, Kur'an'ýn fevkalâde, hârika, metin ve hücum edilmez bir kal'a-i semâviye-i arziye olduðunu isbat ettikleri gibi, altý makamdan dahi O'nun ayn-ý hak ve sâdýk olduðuna ve beþerin kelâmý olmadýðýna hem yanlýþ olmadýðýna imza eden, baþta, bu kâinatta daima güzelliði izhar, iyiliði ve doðruluðu himaye ve sahtekârlarý ve müfterîleri imha ve izale etmek âdetini bir düstur-u faaliyet ittihaz eden bu kâinatýn mutasarrýfý, o Kur'ana âlemde en makbul, en yüksek, en hâkimane bir makam-ý hürmet ve bir mertebe-i muvaffakiyet vermesiyle O'nu tasdik ve imza ettiði gibi, Ýslâmiyetin menbaý ve Kur'an'ýn tercümaný olan Zât'ýn (A.S.M) herkesten ziyade O'na îtikad ve ihtiramý ve nüzulü zamanýnda uyku gibi bir vaziyet-i nâimânede bulunmasý ve sair kelâmlarý O'na yetiþememesi ve bir derece benzememesi ve ümmiyetiyle beraber gitmiþ ve gelecek hakiki hâdisat-ý kevniyeyi, gaybiyâne Kur'an ile tereddütsüz ve itmi'nan ile beyan etmesi ve çok dikkatli gözlerin altýnda hiçbir hile, hiçbir yanlýþ vaziyeti görülmiyen o tercümanýn, bütün kuvvetiyle, Kur'an'ýn herbir hükmüne îman edip tasdik etmesi ve hiçbir þey O'nu sarsmamasý, Kur'an semavî, hakkaniyetli ve kendi Hâlik-i Rahîminin mübarek kelâmý olduðunu imza ediyor.

 

Hem, nev'i insanýn humsu, belki kýsm-ý âzâmý, göz önündeki o Kur'an'a müncezibane ve dindarane irtibatý ve hakikatperestane ve müþtâkane kulak vermesi ve çok emarelerin ve vâkýalarýn ve keþfiyatýn þehadetiyle, cin ve melek ve ruhânilerin dahi, tilâveti vaktinde pervane gibi hakperestane etrafýnda toplanmasý, Kur'an'ýn kâinatça makbûliyetine ve en yüksek bir makamda bulunduðuna bir imzadýr.

 

 

 

sh: » (T: 342)

 

Hem, nev'-i beþerin umum tabakalarý, en gabî ve âmiden tut, tâ en zeki ve âlime kadar herbirisi, Kur'an'ýn dersinden tam hisse almalarý ve en derin hakikatleri fehmetmeleri ve yüzlerle fen ve ulûm-u Ýslâmiyenin ve bilhassa þeriat-ý kübrânýn müçtehidleri ve Usûl-üd-din ve Ýlm-i Kelâm'ýn dâhi muhakkikleri gibi, her taife kendi ilimlerine ait bütün hâcâtýný ve cevaplarýný Kur'an'dan istihrac etmeleri, Kur'an menba-ý hak ve mâden-i hakikat olduðuna bir imzadýr.

 

Hem edebiyatça en ileri bulunan Arab edibleri, -Ýslâmiyete girmeyenler- þimdiye kadar muârazaya pekçok muhtaç olduklarý halde Kur'an'ýn i'cazýndan yedi büyük vechi varken, yalnýz birtek vechi olan belâðatýnýn (tek bir sûrenin) mislini getirmekten istinkâflarý ve þimdiye kadar gelen ve muâraza ile þöhret kazanmak istiyen meþhur beliðlerin ve dâhi âlimlerin O'nun hiçbir vech-i i'câzýna karþý çýkamamalarý ve âcizane sükût etmeleri; Kur'an, mu'cize ve tâkat-i beþerin fevkýnde olduðuna bir imzadýr. Evet, bir kelâm, "kimden gelmiþ ve kime gelmiþ ve niçin?" denilmesiyle kýymeti ve ulviyeti ve belâðati tezahür etmesi noktasýnda Kur'an'ýn misli olamaz ve O'na yetiþilemez. Çünki: Kur'an, bütün alemlerin Rabbi ve Hâlikýnýn hitabý ve konuþmasý ve hiçbir cihette taklidi ve tasannuu ihsas edecek bir emare bulunmýyan bir mükâlemesi ve bütün insanlarýn belki bütün mahlûkatýn namýna meb'us ve nev'-i beþerin en meþhur ve namdar muhatabý bulunan ve o muhatabýn kuvvet ve vüs'at-i îmaný, koca Ýslâmiyeti tereþþuh edip sahibini «Kab-ý Kavseyn» makamýna çýkararak muhatab-ý Samedaniyyeye mazhariyeti‏yle nüzul eden ve saadet-i dareyne dair ve hilkat-i kâinatýn neticelerine ve ondaki Rabbâni maksatlara ait mesâili ve o muhatabýn bütün hakaik-i Ýslâmiyeyi taþýyan en yüksek ve en geniþ olan imânýný beyan ve izah eden ve koca kâinatýn bir harita, bir saat, bir hâne gibi her tarafýný gösterip, çevirip, onlarý yapan san'atkârý tavriyle ifade ve tâlim eden Kur'an-ý Mu'ciz-ül-Beyan'ýn elbette mislini getirmek mümkün deðildir ve derece-i i'câzýna yetiþilmez.

 

Hem, Kur'an'ý tefsir eden ve bir kýsmý otuz-kýrk, hattâ yetmiþ cild olarak birer tefsir yazan yüksek zekâlý müdakkik binlerle mütefennin ulemânýn, senetleri ve delilleriyle beyan ettikleri Kur'andaki hadsiz meziyetleri ve nükteleri ve hâsiyetleri ve sýrlarý ve âli mânalarý ve umûr-u gaybiyenin her nev'inden kesretli

 

 

 

sh: » (T: 343)

 

gaybî ihbarlarý izhar ve isbat etmeleri ve bilhassa Risale-i Nur'un yüzotuz kitabýnýn herbiri, Kur'an'ýn bir meziyetini, bir nüktesini kat'i bürhanlarla isbat etmesi ve bilhassa «Mu'cizât-ý Kur'aniye Risalesi;» þimendifer ve tayyare gibi medeniyetin hârikalarýndan çok þeyleri Kur'an'dan istihraç eden «Yirminci Söz'ün Ýkinci Makamý» ve Risale-i Nura ve elektriðe iþaret eden Âyetlerin iþârâtýný bildiren Ýþârât-ý Kur'aniye namýnda «Birinci Þuâ» ve Huruf-u Kur'aniye, ne kadar muntazam , esrarlý ve mânalý olduðunu gösteren «Rumuzat-ý Semâniye» namýndaki sekiz küçük risaleler ve Sûre-i Feth'in âhirki Âyeti beþ vecihle ihbar-ý gaybî cihetinde mu'cizeliðini isbat eden küçük bir risale gibi Risale-i Nur'un her bir cüz'ü; Kur'an'ýn bir hakikatýný, bir nurunu izhar etmesi; Kur'an'ýn misli olmadýðýna ve mu'cize ve hârika olduðuna ve bu âlem-i þehâdette âlem-i gaybýn lisaný ve bir Allâm-ül-Guyûb'un kelâmý bulunduðuna bir imzadýr.

 

Ýþte; altý noktada ve altý cihette ve altý makamda iþaret edilen, Kur'an'ýn mezkûr meziyetleri ve hâsiyetleri içindir ki, haþmetli hâkimiyet-i nurâniyesi ve azametli saltanat-ý kudsiyesi, asýrlarýn yüzlerini ýþýklandýrarak zemin yüzünü dahi binüçyüz sene tenvir ederek kemâl-i ihtiramla devam etmesi, hem o hâsiyetleri içindir ki, Kur'an'ýn herbir harfi, hiç olmazsa on sevabý ve on hasenesi olmasý ve on meyve-i bâki vermesi, hattâ bir kýsým Âyâtýn ve surelerin herbir harfi, yüz ve bin ve daha ziyade meyve vermesi ve mübarek vakitlerde her harfin nuru ve sevabý ve kýymeti on'dan yüzlere çýkmasý gibi kudsî imtiyazlarý kazanmýþ, diye dünya seyyahý anladý ve kalbine dedi: "Ýþte böyle her cihetle mu'cizatlý bu Kur'an; surelerinin icmâiyle ve Âyâtýnýn ittifakýyle ve envârýnýn tevâfukiyle ve semerat ve âsârýnýn tetabukiyle birtek Vâcib-ül-Vücud'un vücuduna ve vahdetine ve sýfât ve esmâsýna delillerle isbat suretinde öyle þehadet etmiþ ki, bütün ehl-i imânýn hadsiz þehadetleri, O'nun þehadetinden tereþþüh etmiþler."

 

Ýþte bu yolcunun Kur'an'dan aldýðý ders-i tevhid ve îmânâ kýsa bir iþaret olarak Birinci makamýn Onyedinci Mertebesinde böyle:

 

 

 

sh: » (T: 344)

 

لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الْوَاحِدُ الاَحَدِ الَّذِى دَلَّ عَلَى وَجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اَلْقُرْاَنُ الْمُعْجِزُ الْبَيَانِ اَ لْمَقْبُولُ الْمَرْغُوبُ ِلاَجْنَاسِ الْمَلَكِ وَالاِنْسِ وَالْحَآنِّ الْمَقْرُوءُ كُلُّ آيَاتِهِ فِى كُلِّ دَقِيقَةٍ بِكَمَالِ اْلاِحْتِرَامِ بِاَلْسِنَةِ مِأَتِ مِلْيُونٍ مِنْ نَوْعِ اْلاِنْسَانُ الدَّآئِمُ سَلْطَنَةُ الْقُدْسِيَّةُ عَلَى اَقْطَارِ اْلاَرْضِ وَالاَكْوَانِ وَعَلَى وُجُوهِ اْلاَعْصَارِ وَالزَّمَانُ وَالْجَآرِى حَاكِمِيَّتُهُ الْمَعْنَوِيَّةُ النُّورَانِيَّةُ عَلَى نِصْفِى اْلاَرْضِ وَخَمُسِ اْلبَشَرْ فِى اَرْبَعَةِ عَشَرَ عَصْرًا بِكَمَالِ اِحْتِشَامْ .. وَكَذَا شَهِدَ وَبَرْهَنَ بِاِجْمَاعِ سُوَرِةِ الْقُدْسِيَّةِ السَّمَاوِيَّةِ وَبِاِتِّفَاقِ اَيَاتِهِ النُّورَانِيَّةِ اْلاِلَهِيَّةِ وَبِتَوَافُقِ اَسْرَارِهِ وَاَنْوَارِهِ وَبِتَطَابُقِ حَقَائِقِهِ وَثَمَرَاتِهِ وَاَثَارِهِ بِالْمُشَاهَدَةِ وَالْعَيَانِ

 

denilmiþtir.

 

Sonra, bir fakir insana deðil fâni ve muvakkat bir tarlayý, bir haneyi belki koca kâinatý ve dünya kadar bir mülk-ü bâkiyi kazandýran; ve bir fânî adama, ebedi bir hayatýn levâzýmatýný bulduran ve ecelin daraðacýný bekleyen bir biçâreyi idam-ý ebedîden kurtaran ve saadet-i sermediyenin hazinesini açan en kýymetdar sermaye-i insaniyenin îman olduðunu bilen mezkûr misafir ve hayat yolcusu, kendi nefsine dedi ki:

 

"Haydi, ileri!" Ýmanýn hadsiz mertebelerinden bir mertebe daha kazanmak için kâinatýn hey'et-i mecmuasýna müracaat edip, "O da ne diyor, dinlemeliyiz; erkânýndan ve eczasýndan aldýðýmýz dersleri tekmil ve tenvir etmeliyiz." diye, Kur'andan aldýðý geniþ ve ihâtalý bir dürbün ile baktý, gördü:

 

Bu kâinat, o kadar mânidar ve muntazamdýr ki; mücessem bir kitab-ý Sübhanî ve cismanî bir Kur'an-ý Rabbânî ve müzeyyen bir saray-ý Samedanî ve muntazam

 

sh: » (T: 345)

 

bir þehr-i Rahmanî suretinde görünüyor. O kitabýn bütün sûreleri, âyetleri ve kelimatlarý; hattâ harfleri ve bablarý ve fasýllarý ve sayfalarý ve satýrlarý; umumunun, her vakit mânidarane mahv ve isbatlarý ve hakîmâne taðyir ve tahvilleri; icma' ile, bir Alîm-i Küll-i Þey'in ve bir Kadîr-i Küll-i Þey'in ve bir musannifin, herþeyde herþey'i gören ve herþey'in herþey'i ile münasebetini bilen, riayet eden bir Nakkaþ-ý Zülcelâlin ve bir Kâtib-i Zülkemâlin vücudunu ve mevcudiyetini bilbedahe ifade ettikleri gibi; bütün erkân ve envaiyle ve ecza ve cüz'iyatiyle ve sekeneleri ve müþtemilâtiyle ve vâridat ve masârýfatiyle ve onlarda maslahatkârane tebdilleriyle ve hikmetperverane tecditleriyle, bil'ittifak, hadsiz bir kudret ve nihayetsiz bir hikmetle iþ gören âli bir ustanýn ve misilsiz bir Sâniin mevcudiyetini ve vahdetini bildiriyorlar. Ve kâinatýn azametine münasib iki büyük ve geniþ hakikatýn þehadetleri, kâinatýn bu büyük þehadetini isbat ediyorlar.

 

Birinci Hakikat : Usûlu'd-Din ve Ýlm-i Kelâm'ýn dâhi ulemasýnýn ve hükema-i Ýslâmiyenin gördükleri ve hadsiz bürhanlarla isbat ettikleri hudûs ve imkân hakikatlarýdýr. Onlar demiþler ki: "Mâdem, âlemde ve herþeyde tegayyür ve tebeddül var, elbette fânidir, hâdistir, kadim olamaz. Mâdem hâdistir, elbette onu ihdas eden bir Sâni' var. Ve mâdem herþey'in zâtýnda vücudî ve ademî bir sebep bulunmazsa müsavidir, elbette vacib ve ezelî olamaz... Ve mâdem muhal ve bâtýl olan devir ve teselsül ile birbirini îcad etmek mümkün olmadýðý kat'i bürhanlarla isbat edilmiþ, elbette öyle bir Vâcibü'l-Vücud un mevcudiyeti lâzýmdýr ki: Nazîri mümteni', misli muhal, ve bütün mâadasý mümkün, ve masivasý mahlûku olacak. "Evet hudus hakikatý, kâinatý istilâ etmiþ, çoðunu göz görüyor; diðer kýsmýný akýl görüyor. Çünki: Gözümüzün önünde her sene güz mevsiminde öyle bir âlem vefat eder ki; herbirisinin hadsiz efradý bulunan ve herbiri zîhayat bir kâinat hükmünde olan yüzbin nevi' nebatat ve küçücük hayvanat, o âlem ile beraber vefat ederler. Fakat o kadar intizam ile bir vefattýr ki; haþir ve neþirlerine medar olan; ve rahmet ve hikmetin mu'cizeleri, kudret ve ilmin hârikalarý bulunan çekirdekleri ve tohumlarý ve yumurtacýklarý baharda yerlerinde býrakýp, defter-i a'mallerini ve gördükleri vazifelerin proðramlarýný onlarýn ellerine vererek, Hafiz-i Zülcelâl'in himayesi altýnda, hikmetine emanet eder; sonra vefat ederler. Ve bahar mevsiminde, haþr-i âzamýn yüzbin misâli

 

sh: » (T: 346)

 

ve nûmune ve delilleri hükmünde olarak o vefat eden aðaçlar ve kökler ve bir kýsým hayvancýklar, aynen ihya ve diriliyorlar. Ve bir kýsmýnýn dahi kendi yerlerinde emsalleri ve aynen onlara benzeyenleri îcad ve ihya olunuyor. Ve geçen baharýn mevcudatý, iþledikleri amellerin ve vazifelerin sahifelerini ilânat gibi neþredip وَاِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ Âyetinin bir misâlini gösteriyorlar.

 

Hem; hey'et-i mecmua cihetinde, her güzde ve her baharda büyük bir âlem vefat eder ve taze bir âlem vücuda gelir. Ve o vefat ve hudus, o kadar muntazam cereyan ediyor; ve o vefat ve hudusda, gayet intizam ve mizanla o kadar nevi'lerin vefiyatlarý ve huduslarý oluyor ki; güya dünya öyle bir misafirhanedir ki, zîhayat kâinatlar ona misafir olurlar; ve seyyal âlemler ve seyyar dünyalar ona gelirler, vazifelerini görürler, giderler.

 

Ýþte; bu dünyada böyle hayattar dünyalarý ve vazifedar kâinatlarý kemal-i ilim ve hikmet ve mizanla, ve muvazene ve intizam ve nizamla ihdas ve îcad edip, Rabbâni maksadlarda ve Ýlâhî gayelerde ve Rahmanî hizmetlerde Kadîrane istimal ve Rahîmane istihdam eden bir Zât-ý Zülcelâl'in Vücub-u vücudu ve hadsiz kudreti ve nihayetsiz hikmeti, bilbedahe, Güneþ gibi akýllara görünüyor. Hudus mesâilini Risale-i Nura ve Muhakkîkîn-i kelâmiyenin kitaplarýna havale ile o bahsi kapýyoruz...

 

Amma imkan ciheti ise: O da kâinatý istila ve ihâta etmiþ. Çünki, görüyoruz ki herþey, küllî ve cüz'î bulunsun, büyük ve küçük olsun, arþtan ferþe, zerrattan seyyârâta kadar her mevcud, mahsus bir zat ve muayyen bir suret ve mümtaz bir þahsiyet ve has sýfatlar ve hikmetli keyfiyetler ve maslahatlý cihazlar ile dünyaya gönderiliyor. Halbuki; o mahsus zâta ve o mahiyete, hadsiz imkânat içinde o hususiyeti vermek; hem, suretler adedince imkânlar ve ihtimaller içinde o nakýþlý ve fârikalý ve münasib o muayyen sureti giydirmek; hem, hemcinsinden olan eþhasýn mikdarýnca imkânlar içinde çalkanan o mevcuda, o lâyýk þahsiyeti imtiyazla tahsis etmek; hem, sýfatlarýn nevi'leri ve mertebeleri sayýsýnca imkânlar ve ihtimaller içinde þekilsiz ve mütereddit bulunan o masnua, o has ve muvafýk maslahatlý sýfatlarý yerleþtirmek, hem hadsiz yollar ve tarzlarda bulunmasý mümkün olmasý noktasýnda hadsiz imkânat ve ihtimalât içinde mütehayyir,

 

sh: » (T: 347)

 

sergerdan, hedefsiz o mahlûka, o hikmetli keyfiyetleri ve inâyetli cihazlarý takmak ve teçhiz etmek, elbette küllî ve cüz'î bütün mümkinat adedince ve her mümkünün mezkûr mahiyet ve hüviyet, hey'et ve sûret, sýfat ve vaziyetinin imkânatý adedince tahsis edici, tercih edici, tâyin edici, ihdâs edici bir Vâcibü'l-Vücud'un vücub-u vücuduna ve hadsiz kudretine ve nihayetsiz hikmetine; ve hiçbir þey ve hiçbir þe'n, O'ndan gizlenmediðine, ve hiçbir þey O'na aðýr gelmediðine; ve en büyük bir þey, en küçük bir þey gibi O'na kolay geldiðine; ve bir baharý bir aðaç kadar, ve bir aðacý bir çekirdek kadar suhuletle îcad edebildiðine iþaretler ve delâletler ve þehadetler, imkân hakikatýndan çýkýp kâinatýn bu büyük þehadetinin bir kanadýný teþkil ederler.

 

Kâinatýn þehadetini, her iki kanadý ve iki hakikatiyle Risale-i Nur eczalarý ve bilhassa Yirmiikinci ve Otuzikinci Sözler, ve Yirminci ve Otuzüçüncü Mektuplar tamamiyle isbat ve izah ettiklerinden onlara havale ederek bu pek uzun kýssayý kýsa kestik.

 

Kâinatýn hey'et-i mecmuasýndan gelen büyük ve küllî þehadetin ikinci kanadýný isbat eden:

 

Ý k i n c i H a k i k a t: Bu mütemadiyen çalkanan inkýlâplar ve tahavvülâtlar içinde vücudunu ve hizmetini ve zîhayat ise, hayatýný muhafazaya ve vazifesini yerine getirmeðe çalýþan mahlûkatta, kuvvetlerinin bütün bütün haricinde bir teavün hakikatý görünüyor. Meselâ: Unsurlarý, zîhayatýn imdadýna.. hususan bulutlarý, nebatatýn mededine.. ve nebatatý dahi hayvanatýn yardýmýna ve hayvanat ise, insanlarýn muavenetine, ve memelerin kevser gibi sütleri, yavrularýn beslenmelerine.. ve zîhayatlarýn iktidarlarý haricindeki pek çok hacetleri ve erzaklarý, umulmadýk yerlerden onlarýn ellerine verilmes; hattâ zerrat-ý taamiye dahi hüceyrât-ý bedeniyenin tâmirine koþmalarý gibi, teshîr-i Rabbânî ile ve istihdam-ý Rahmânî ile, hakikat-ý teavünün pek çok misalleri doðrudan doðruya, bütün kâinatý bir saray gibi idare eden bir Rabb'ül-Âlemîn'in umumî ve, Rahîmâne Rubûbiyyetini gösteriyorlar.

 

Evet; câmid ve þuursuz ve þefkatsiz olan, ve birbirine þefkatkârâne, þuurdarane vaziyet gösteren muavenetçiler, elbette gayet Rahîm ve Hakîm bir Rabb-ý Zülcelâl'in kuvvetiyle, rahmetiyle, emriyle yardýma koþturuluyorlar.

 

 

 

sh: » (T: 348)

 

Ýþte kâinatta câri olan teâvün-ü umumî, seyyârattan tâ zîhayatýn aza ve cihazat ve zerrat-ý bedeniyesine kadar kemal-i intizamla cereyan eden muvazene-i âmme ve muhafaza-i þâmile; ve semâvâtýn yaldýzlý yüzünden ve zeminin zînetli yüzünden tâ çiçeklerin süslü yüzlerine kadar kalem gezdiren tezyin, ve Kehkeþandan ve Manzume-i Þemsiyeden tâ mýsýr ve nar gibi meyvelere kadar hükmeden tanzim, ve Güneþ ve Kamerden ve unsurlardan ve bulutlardan tâ bal arýlarýna kadar memuriyet veren tavzif gibi pek büyük hakikatlarýn büyüklükleri nisbetindeki þehadetleri, kâinatýn þehadetinin ikinci kanadýný isbat ve teþkil ederler. Mâdem Risale-i Nur bu büyük þehadeti isbat ve izah etmiþ, biz burada bu kýsacýk iþaretle iktifa ederiz.

 

Ýþte dünya seyyahýnýn kâinattan aldýðý ders-i îmânîye kýsa bir iþaret olarak birinci Makam'ýn Onsekizinci Mertebesinde böyle: لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الْمُمْتَنْعْ نَظِيرُهُ الْمُمْكِنُ كُلُّ مَا سِوَاهُ الْوَاحِدُ اْلاَحَدُ الَّذِى دَلَّ عَلَى وَجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ هَذِهِ الْكَائِنَاتُ اْلكِتَابُ اْلكَبِيرُ الْمُجَسَّمْ وَالْقُرْاَنُ الْجِسْمَانِىُّ الْمُعَظَّمْ وَالْقَصْرُ الْمُزَيَّنُ الْمُنَظَّمْ وَالْبَلَدُ الْمُحْتَشَمُ الْمُنْتَظَمْ بِاِجْمَاعِ سُوَرِهِ وَاَيَاتِهِ وَكَلِمَاتِهِ وَحَرُوفِهِ وَاَبْوَابِهِ وَفُصُولِهِ وَصُحُفِهِ وَسُطُورِهِ وَاِتِّفَاقِ اَزْكَانِهِ وَاَنْوَاعِهِ وَاَجْزَآئِهِ وَجُزْئِيَّاتِهِ وَسَكَنَتِهِ وَمُشْتَمَلاَتِهِ وَوَارِدَاتِهِ وَمَصَارِفِهِ بِشَادَةٍ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ الْحُدُوثِ وَالتَّغَيُّرِ وَاْلاْمْكَانِ بِاِجْمَاعِ جَمِيعِ عُلَمَآءِ عِلْمِ الْكَلاَمِ وَبِشَهَادَةِ حَقِيقَةِ تَبْدِيلِ صُورَتِهِ وَمُشْتَمَلاَتِهِ بِالْحِكْمَةِ وَاْلاِنْتِظَامِ وَتَجْدِيدِ حُرُوفِهِ وَكَلِمَاتِهِ بِالنِّظَامِ وَالْمِيزَانِ وَبِشَهَادَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ التَّعَاوُنِ وَالتَّجَاوُبِ وَالتَّسَانُدِ وَالتَّدَاخُلِ وَالْمَوَازَنَةِ

 

sh: » (T: 349)

 

وَالْمُحَافَظَةِ فَى مَوْجُودَاتِهِ بِالْمُشَاهَدَةِ وَالْعَيَانِ

 

denilmiþtir.

 

Sonra, dünyaya gelen ve dünyanýn yaradanýný arayan ve onsekiz adet mertebelerden çýkan ve arþ-ý hakikate yetiþen bir mi'rac-ý îmânî ile gaibane mârifetten hâzýrane ve muhâtabâne bir makama terakki eden meraklý ve müþtak yolcu adam, kendi ruhuna dedi ki: Fâtiha-i Þerîfede, baþýndan tâ اِيَّاكَ kelimesine kadar gaibane medh-ü sena ile bir huzur gelip اِيَّاكَ hitabýna çýkýlmasý gibi, biz dahi doðrudan doðruya gaibane aramayý býrakýp, aradýðýmýzý aradýðýmýzdan sormalýyýz; her þeyi gösteren Güneþi, Güneþten sormak gerektir. Evet, her þeyi gösteren, kendini her þeyden ziyade gösterir. Öyle ise Þemsin þuââtý ile onu görmek ve tanýmak gibi, Hâlikýmýzýn esmâ-i hüsnâsiyle ve Sýfât-ý Kudsiyesiyle, O'nu kabiliyetimizin nisbetinde tanýmaya çalýþabiliriz.

 

Bu maksadýn hadsiz yollarýndan iki yolu, ve o iki yolun hadsiz mertebelerinden iki mertebeyi, ve o iki mertebenin pek çok hakikatlarýndan ve pek çok uzun tafsilâtýndan yalnýz iki hakikatý icmâl ve ihtisar ile bu risalede beyan edeceðiz.

 

B i r i n ci H a k i k a t: Bilmüþahede gözümüzle görünen, ve muhit ve daîmî ve muntazam ve dehþetli, ve semavî ve arzî olan bütün mevcudatý çeviren ve tebdil ve tecdid eden ve kâinatý kaplýyan faaliyet-i müstevliye hakikatý, görmesi ve o her cihetle hikmetmedar faaliyet hakikatinin içinde tezâhür-ü Rubûbiyyet hakikatýnýn bilbedahe hissedilmesi, ve o her cihetle, rahmet-feþan tezâhür-ü Rubûbiyyet hakikatinin içinde tebârüz-ü Ulûhiyyet hakikati bizzarure bilinmiþ olmasýdýr.

 

Ýþte; bu Hâkimane ve Hakîmane faaliyet-i daimeden ve perdesinin arkasýnda bir Fâil-i Kadir ve Alîm'in ef'âli görünür gibi hissedilir. Ve bu mürebbiyâne ve müdebbirâne ef'ali Rabbâniyyeden ve perdesinin arkasýndan, her þeyde cilveleri bulunan Esmâ-i Ýlâhiyye hissedilir derecesinde bedahetle bilinir. Ve bu celâldârâne ve cemalperverâne cilvelenen Esmâ-i Hüsnâ'dan ve perdesinin arkasýnda sýfât-ý sab'a-i kudsiyenin, ilmelyakîn, belki aynelyakîn,

 

 

 

sh: » (T: 350)

 

belki hakkalyakîn derecesinde vücudlarý ve tahakkuklarý anlaþýlýr. Ve bu yedi kudsî sýfâtýn dahi, bütün masnuatýn þehadetiyle, hem hayattarâne, hem kadîrâne, hem alîmâne, hem semiâne, hem basîrâne, hem mürîdâne, hem mütekellimane nihayetsiz bir surette tecellileri ile bilbedahe ve bizzarure ve biilmelyakîn bir mevsuf-u Vâcibü'l Vücud'un ve bir müsemma-i Vâhid-i Ehad'in ve bir Fâil-i Ferd-i Samed'in mevcudiyeti Güneþten daha zâhir, daha parlak bir tarzda, kalbdeki îman gözüne görünür gibi kat'î bilinir. Çünki: Güzel ve mânidar bir kitap ve muntazam bir hâne, bedahetle, yazmak ve yapmak fiilellerini; ve güzel yazmak ve intizamlý yapmak fiilleri dahi, bedahetle, yazýcý ve dülger namlarýný; yazýcý ve dülger ünvanlarý ise, bedahetle, kitabet ve dülgerlik san'atlarýný ve sýfatlarýný; ve bu san'at ve sýfatlar, bedahetle, herhalde bir zâtý istilzam eder ki, mevsuf ve sâni' ve müsemma ve fâil olsun. Failsiz bir fiil ve müsemmasýz bir isim mümkün olmadýðý gibi; mevsufsuz bir sýfat, san'atkârsýz bir san'at dahi mümkün deðildir.

 

Ýþte bu hakikat ve kaideye binaen, bu kâinat; bütün mevcudatiyle beraber, kaderin kalemiyle yazýlmýþ, kudretin çekiciyle yapýlmýþ mânidar hadsiz kitaplar, mektuplar, nihayetsiz binalar ve saraylar hükmünde -her biri binler vecihle ve beraber hadsiz vücuh ile Rabbânî ve Rahmânî nihayetsiz fiilleri ve o fiillerin menþe'leri olan binbir esmâ-i Ýlâhiyyeyi hadsiz cilveleriyle, ve o güzel isimlerin menbaý olan yedi sýfat-ý sübhâniyyenin nihayetsiz tecellileriyle, o yedi muhit ve kudsî sýfatlarýn mâdeni ve mevsufu olan ezelî ve ebedî bir Zât-ý Zülcelâl'in vücub-u vücuduna ve vahdetine hadsiz iþaretler ve nihayetsiz þehadetler ettikleri gibi; bütün o mevcudatta bulunan bütün hüsünler, cemaller, kýymetler, kemâller dahi, ef'âl-i Rabbaniyyenin ve Esmâ-i Ýlâhiyyenin ve Sýfât-ý Samedâniyyenin ve þuûnât-ý Sübhâniyyenin, kendilerine lâyýk ve muvâfýk kudsî cemallerine ve kemallerine, ve hepsi birden, Zât-ý Akdes'in kudsî cemâline ve kemâline bedahetle þehadet ederler.

 

Ýþte; faaliyet hakikatý içinde tezahür eden Rubûbiyyet hakikatý; Ýlim ve hikmetle halk ve îcad ve sun' ve ibda'; nizam ve mîzan ile takdir ve tasvir ve tedbir ve tedvir; kasd ve irade ile tahvil ve debdil ve tenzil ve tekmil; þefkat ve rahmetle it'am ve in'am ve ikram ve ihsan gibi þuûnâtiyle ve tasarrufatiyle kendini gösterir ve tanýttýrýr.

 

 

 

sh: » (T: 351)

 

Ve tezahür-ü Rubûbiyyet hakikatý içinde bedahetle hissedilen ve bulunan Ulûhiyyetin tebarüz hakikatý dahi, esma-i hüsnânýn rahîmane ve kerîmâne cilveleriyle ve "Yedi Sýfât-ý Subûtiyye" olan "Hayat", "Ýlim", "Kudret", "Ýrade", "Sem'", "Basar" ve "Kelâm" sýfatlarýnýn celâlli ve cemâlli tecillileriyle kendini tanýttýrýr, bildirir.

 

Evet, nasýlki kelâm sýfatý, vahiyler ve ilhamlar ile Zât-ý Akdesi tanýttýrýr; öyle de, kudret sýfatý dahi, mücessem kelimeleri hükmünde olan san'atlý eserleriyle o Zât-ý Akdesi bildirir; ve kâinatý baþtan baþa bir fürkan-ý cismanî mahiyetinde gösterip, bir Kadîr-i Zülcelâli tavsif ve târif eder. Ve ilim sýfatý dahi; hikmetli, intizamlý, mizanlý olan bütün masnuat miktarýnca, ve ilim ile idare ve tedbir ve tezyin ve temyiz edilen bütün mahlûkat adedince mevsuflarý olan bir tek Zât-ý Akdesi bildirir. Ve hayat sýfatý ise; kudreti bildiren bütün eserler ve ilmin vücudunu bildiren bütün intizamlý ve hikmetli ve mizanlý ve zînetli suretler, haller, ve sâir sýfatlarý bildiren bütün deliller, sýfat-ý hayatýn delilleriyle beraber, hayat sýfatýnýn tahakkukuna delâlet ettikleri gibi; hayat dahi, bütün o delilleriyle, âyineleri olan bütün zîhayatlarý þâhid göstererek, Zât-ý Hayy-ý Kayyûmu bildirir. Ve kâinatý, serbeser her vakit taze taze ve ayrý ayrý cilveleri ve nakýþlarý göstermek için, daima deðiþen ve tazelenen ve hadsiz âyinelerden terekküb eden bir âyine-i ekber suretine çevirir. Ve bu kýyasla görmek ve iþitmek, ihtiyar etmek ve konuþmak sýfatlarý dahi, herbiri birer kâinat kadar Zât-ý Akdesi bildirir, tanýttýrýr.

 

Hem o sýfatlar, Zât-ý Zülcelâl'in vücuduna delâlet ettikleri gibi, hayatýn vücuduna ve tahakkukuna ve o Zâtýn hayattar ve diri olduðuna dahi bedahetle delâlet ederler. Çünki, Bilmek, hayatýn alâmeti; iþitmek, dirilik emâresi, görmek, dirilere mahsus; irade, hayat ile olabilir. Ýhtiyarî iktidar, zîhayatlarda bulunur; tekellüm ise, bilen dirilerin iþidir.

 

Ýþte bu noktalardan anlaþýlýr ki; hayat sýfatýnýn yedi defa kâinat kadar delilleri, ve kendi vücudunu ve mevsufun vücudunu bildiren bürhanlarý vardýr ki; bütün sýfatlarýn esasý ve menbaý ve Ýsm-i A'zamýn masdarý ve medarý olmuþtur. Risale-i nur, bu birinci hakikatý kuvvetli bürhanlar ile isbat ve bir derece izah ettiðinden, bu denizden, bu mezkûr katre ile þimdilik iktifa ediyoruz...

 

Ý k i n c i H a k i k a t: Sýfat-ý Kelâm'dan gelen tekellüm-ü Ýlâhidir.

 

sh: » (T: 352)

 

لَوْكَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِكَلِمَاتِ رِبِّى

 

âyetinin sýrrýyle: Kelâm-ý Ýlâhi, nihayetsizdir. Bir Zâtýn vücudunu bildiren en zâhir alâmet, konuþmasýdýr. Demek bu hakikat, nihayetsiz bir surette Mütekellim-i Ezelînin mevcudiyetine ve vahdetine þehadet eder. Bu hakikatýn iki kuvvetli þehadeti, bu Risalenin Ondördüncü ve Onbeþinci Mertebelerinde beyan edilen vahiyler ve ilhamlar cihetiyle; ve geniþ bir þehadeti dahi, Onuncu Mertesebinde iþaret edilen Kütüb-ü Mukaddese-i Semâviye cihetiyle; ve çok parlak ve Câmi bir diðer þehadeti dahi, Onyedinci Mertebesinde Kur'an-ý Mu'cizü'l-Beyan cihetiyle geldiðinden, bu hakikatýn beyan ve þehatedini o mertebelere havale edip; o hakikatý, mu'cizane ilân eden ve þehadetini sair hakikatlarýn þehadetleriyle beraber ifade eden

 

شَهِدَ اللَّهُ اَنَّهُ لآ اِلَهَ اِلاَّ هُوَ وَالْمَلئِكَةُ وَاُولُو اْلعِلْمِ قَآئِمًا بِالْقِسْطِ لآاِلَهَ اِلاَّ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ

 

Âyet-i muazzamanýn envarý ve esrarý, bizim bu yolcuya kâfi ve vâfi gelmiþ ki, daha ileri gidememiþ. Ýþte bu yolcunun, bu makam-ý kudsîden aldýðý dersin kýsa bir meâline bir iþaret olarak, Birinci Makamýn Ondokuzuncu Mertebesinde:

 

لآ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ وَاجِبُ الْوُجُودِ الْوَاحِدُ اْلاَحَدُ لَهُ الأَسْمَآءُ الْحَسْنَى وَلَهُ الصِّفَاتُ اْلعُلْيَا وَلَهُ الْمَثَلُ اْلاَعْلَى اَلَّذِى دَلَّ عَلَى وَجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ فِى اَلذَّاتُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ بِاِجْمَاعِ جَمِيعِ صِفَاتِهِ الْقُدْسِيَّةِ الْمُحِيطَةُ وَجَمِيعِ اَسْمَآئِهِ الْحُسْنَى الْمُتَجَلِّيَّةِ بِاِتِّفَاقِ جَمِيعِ شُؤُنَاتِهِ وَاَفْعَاَلِهِ الْمُتَصَرِّفَةِ بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ حَقِيقَةِ تَبَارُزِ اْلاُلُوهِيَّةِ فِى تَظَاهُرِ الرُّبُوبِيَّةِ فِى دَوَامِ الْفَعَّالِيَّةِ الْمُسْتَوْلِيَةِ بِفِعْلِ الاِيجَادِ

 

sh: » (T: 353)

 

وَالْخَلْقِ وَالصُّنْعِ وَالاِبْدَاعِ بِاِرِادَةٍ وَقُدْرَةٍ وَبِفِعْلِ التَّقْدِيرِ وَالتَّصْوِيرِ وَالتَّدْبِيرِ وَالتَّدْوِيرِ بِاِخْتِيَارٍ وَحِكْمِةٍ وِبِفِعْلِ التَّصْرِيفِ وَالتَّنْظِيمِ وَالْمُحَافَظَةِ وَالاِدَارَةِ وَالاِعَاشَةِ بِقَصْدٍ وَرَحْمَةٍ وَبِكَمَالِ اْلاِنْتِظَامِ وَالْمَوَازَنَةِ وَبِشَهَادِةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ اَسْرَارٍ = شَهِدَ اللَّهُ اَنَّهُ لآ اِلَهَ اِلاَّ هُوَ وَالْمَلئِكَةُ وَاُولُو اْلعِلْمُ قَآئِمًا بِالْقِسْطِ لآاِلَهَ اِلاَّ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ

 

 

 

denilmiþtir.

 

 

 

(RESÝM)

 

sh: » (T: 354)

 

Üçüncü Þua olan bu Münâcât Risalesi Âyet-ül Kübra ve beþ altý risaleler ile birlikte Kastamonu'da te'lif edilmiþtir. Üstadýn Kastamonu'daki hayatýnýn seyrine ve meþguliyetine ve hizmetinin hangi mes'eleler etrafýnda döndüðüne parlak bir nümunedir. Evet, Said Nursî, bu risalelerdeki hakikatlarýn delâletiyle, millet ve Ýslâmiyet için en elzem hizmet olan imanýn takviyesi için çalýþýyordu.

 

* * *

 

 

 

MUKADDEME

 

 

 

Bu Sekizinci Hüccet-i Ýmaniyye, Vücub-u Vücuda ve Vahdaniyete delâlet ettiði gibi, hem delâil-i kat'îyye ile Rububiyetin ihatasýna ve kudretinin azametine delâlet eder; hem hâkimiyetinin ihatasýna ve rahmetini þümulüne dahi delâlet ve isbat eder, hem kâinatýn bütün eczasýna hikmetinin ihatasýný.. ve ilmin þümulünü isbat eder.

 

Elhâsýl: Bu Sekizinci Hüccet-i Ýmaniyyenin herbir mukaddemesinin sekiz neticesi var. Sekiz mukaddemelerin her birinde, sekiz neticeyi delilleriyle isbat eder ki; bu cihette bu Sekizinci Hüccet-i Ýmaniyyede yüksek meziyetler vardýr.

 

 

 

 

 

SAÝD NURSÎ

 

 

 

 

 

sh: » (T: 355)

 

Münacat

 

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

 

اِنَّ فِى خَلْقِ السَّمَوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفِ الَّيْلِ وَالنَّهَا رِ وَالْفُلْكِ الَّتِى تَجْرِى فِى الْبَحْرِى بِمَا يَنْفَعُ النَّاسَ وَمَآ اَنْزَلَ اللَّهُ مِنَ السَّمَآءِ مِنْ مَآءٍ فَاَحْيَابِهِ اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَبَثَّ فِيهَا مِنْ كُلِّ دَآبَّةٍ وَتَصْرِيفِ الرِّيَاحِ وَالسَّحَابِ الْمُسَخَّرِ بَيْنَ السَّمَآءِ وَاْلاَرْضِ لَاَيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ

 

Ya Ýlahî ve ya Rabbî! Ben imanýn gözüyle ve Kur'anýn talimiyle ve nuruyla ve Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn dersiyle ve Ýsm-i Hakîm'in göstermesiyle görüyorum ki: Semavatta hiçbir deveran ve hareket yoktur ki; böyle intizamýyla senin mevcudiyetine iþaret ve delalet etmesin. Ve hiçbir ecram-ý semaviye yoktur ki; sükûtuyla gürültüsüz vazife görerek direksiz durmalarýyla, senin rububiyetine ve vahdetine þehadeti ve iþareti olmasýn. Ve hiçbir yýldýz yoktur ki; mevzun hilkatýyla, muntazam vaziyetiyle ve nuranî tebessümüyle ve bütün yýldýzlara mümaselet ve müþabehet sikkesiyle senin haþmet-i Uluhiyetine ve Vahdaniyetine iþaret ve þehadette bulunmasýn. Ve oniki seyyareden hiçbir seyyare yýldýz yoktur ki; hikmetli hareketiyle ve itaatli müsahhariyetiyle ve intizamlý vazifesiyle ve ehemmiyetli peykleriyle Senin vücub-u vücuduna þehadet ve Saltanat-ý Uluhiyetine iþaret etmesin!..

 

Evet gökler; sekeneleriyle, herbiri tek baþýyla þehadet ettikleri

 

 

 

sh: » (T: 356)

 

gibi, heyet-i mecmuasýyla derece-i bedahette, -ey zemin ve gökleri yaratan yaratýcý!- senin vücub-u vücuduna öyle zâhir þehadet.. -ve ey zerratý, muntazam mürekkebatýyla tedbirini gören ve idare eden; ve bu seyyare yýldýzlarý manzum peykleriyle döndüren, emrine itaat ettiren!- senin vahdetine ve birliðine öyle kuvvetli þehadet ederler ki, göðün yüzünde bulunan yýldýzlar sayýsýnca nurani bürhanlar ve parlak deliller o þehadeti tasdik ederler. Hem bu safi, temiz, güzel gökler; fevkalâde büyük ve fevkalâde sür'atli ecramýyla muntazam bir ordu ve elektrik lâmbalarýyla süslenmiþ bir saltanat donanmasý vaziyetini göstermek cihetiyle, Senin Rububiyetinin haþmetine ve herþeyi icad eden kudretinin azametine zâhir delalet.. ve hadsiz semavatý ihata eden hâkimiyetinin ve herbir zîhayatý kucaðýna alan rahmetinin hadsiz geniþliklerine kuvvetli iþaret.. ve bütün mahlukat-ý semaviyenin bütün iþlerine ve keyfiyetlerine taalluk eden ve avucuna alan, tanzim eden ilminin herþeye ihatasýna ve hikmetinin her iþe þümulüne þübhesiz þehadet ederler. Ve o þehadet ve delalet o kadar zâhirdir ki; güya yýldýzlar, þahid olan göklerin þehadet kelimeleri ve tecessüm etmiþ nurani delilleridirler. Hem semavat meydanýnda, denizinde, fezasýndaki yýldýzlar ise; muti' neferler, muntazam sefineler, hârika tayyareler, acaib lâmbalar gibi vaziyetiyle, senin saltanat-ý uluhiyetinin þaþaasýný gösteriyorlar. Ve o ordunun efradýndan bir yýldýz olan güneþimizin seyyarelerinde ve zeminimizdeki vazifelerinin delalet ve ihtarýyla, güneþin sair arkadaþlarý olan yýldýzlarýn bir kýsmý âhiret âlemlerine bakarlar ve vazifesiz deðiller; belki bâki olan âlemlerin güneþleridirler.

 

Ey Vâcib-ül Vücud! Ey Vâhid-i Ehad! Bu hârika yýldýzlar, bu acib güneþler, aylar; senin mülkünde, senin semavatýnda, senin emrin ile ve kuvvetin ve kudretin ile ve senin idare ve tedbirin ile teshir ve tanzim ve tavzif edilmiþlerdir. Bütün o ecram-ý ulviye, kendilerini yaratan ve döndüren ve idare eden birtek Hâlýk'a tesbih ederler, tekbir ederler, lisan-ý hal ile "Sübhanallah, Allahü Ekber" derler. Ben

 

 

 

sh: » (T: 357)

 

dahi onlarýn bütün tesbihatýyla seni takdis ederim.

 

Ey þiddet-i zuhurundan gizlenmiþ ve ey azamet-i kibriyasýndan ihtifa etmiþ olan Kadîr-i Zülcelal! Ey Kadir-i Mutlak! Kur'an-ý Hakîminin dersiyle ve Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn talimiyle anladým: Nasýlki gökler, yýldýzlar, Senin mevcudiyetine ve vahdetine þehadet ederler.. öyle de; Cevv-i sema bulutlarýyla ve þimþekleri ve ra'dlarý ve rüzgârlarýyla ve yaðmurlarýyla, Senin vücub-u vücuduna ve vahdetine þehadet ederler.

 

Evet camid, þuursuz bulut, âb-ý hayat olan yaðmuru, muhtaç olan zîhayatlarýn imdadýna göndermesi, ancak Senin rahmetin ve hikmetin iledir. Karýþýk tesadüf karýþamaz. Hem elektriðin en büyüðü bulunan ve fevaid-i tenviriyesine iþaret ederek ondan istifadeye teþvik eden þimþek ise, Senin fezadaki kudretini güzelce tenvir eder. Hem yaðmurun gelmesini müjdeleyen ve koca fezayý konuþturan ve tesbihatýnýn gürültüsüyle gökleri çýnlatan ra'dat dahi, lisan-ý kal ile konuþarak Seni takdis edip, Rububiyetine þehadet eder. Hem zîhayatlarýn yaþamasýna en lüzumlu rýzký ve istifadece en kolayý ve nefesleri vermek, nüfuslarý rahatlandýrmak gibi çok vazifeler ile tavzif edilen rüzgârlar dahi; cevvi âdeta bir hikmete binaen "levh-i mahv ve isbat" ve "yazar, ifade eder, sonra bozar tahtasý" suretine çevirmekle, Senin faaliyet-i kudretine iþaret ve senin vücuduna þehadet ettiði gibi, Senin merhametinle bulutlardan saðýp zîhayatlara gönderilen rahmet dahi; mevzun, muntazam katreleri kelimeleriyle, Senin vüs'at-i rahmetine ve geniþ þefkatine þehadet eder.

 

Ey Mutasarrýf-ý Fa'al ve ey Feyyaz-ý Müteâl! Senin vücub-u vücuduna þehadet eden bulut, berk, ra'd, rüzgâr, yaðmur; birer birer þehadet ettikleri gibi, heyet-i mecmuasýyla keyfiyetçe birbirinden uzak, mahiyetçe birbirine muhalif olmakla beraber, birlik, beraberlik, birbiri içine girmek ve birbirinin vazifesine yardým etmek haysiyetiyle, Senin vahdetine ve birliðine gayet kuvvetli iþaret ederler. Hem koca fezayý mahþer-i acaib yapan ve bazý günlerde birkaç defa doldurup boþaltan Rububiyetinin haþmetine.. ve

 

 

 

sh: » (T: 358)

 

o geniþ cevvi, yazar deðiþtirir bir levha gibi ve sýkar ve onunla zemin bahçesini sulandýrýr bir sünger gibi tasarruf eden kudretinin azametine ve herbir þeye þümulüne þehadet ettikleri gibi; umum zemine ve bütün mahlukata cevv perdesi altýnda bakan ve idare eden rahmetinin ve hâkimiyetinin hadsiz geniþliklerine ve herþeye yetiþmelerine delalet eder. Hem fezadaki hava, o kadar hakîmane vazifelerde istihdam ve bulut ve yaðmur, o kadar alîmane faidelerde istimal olunur ki; herþeye ihata eden bir ilim ve herþeye þamil bir hikmet olmazsa, o istimal, o istihdam olamaz.

 

Ey Fa'alün Limâ Yürid! Cevv-i fezadaki faaliyetinle her vakit bir nümune-i haþir ve kýyamet göstermek, bir saatte yazý kýþa ve kýþý yaza döndürmek, bir âlem getirmek, bir âlem gayba göndermek misillü þuunatta bulunan kudretin; dünyayý âhirete çevirecek ve âhirette þuunat-ý sermediyeyi gösterecek iþaretini veriyor.

 

Ey Kadîr-i Zülcelal! Cevv-i fezadaki hava, bulut ve yaðmur, berk ve ra'd; Senin mülkünde, Senin emrin ve havlin ile, senin kuvvet ve kudretinle müsahhar ve vazifedardýrlar. Mahiyetçe birbirinden uzak olan bu feza mahlukatý, gayet sür'atli ve âni emirlere ve çabuk ve acele kumandalara itaat ettiren âmir ve hâkimlerini takdis ederek, rahmetini medh ü sena ederler.

 

Ey Arz ve Semavatýn Hâlýk-ý Zülcelali! Senin Kur'an-ý Hakîminin talimiyle ve Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn dersiyle iman ettim ve bildim ki: Nasýl semavat yýldýzlarýyla ve cevv-i feza müþtemilatýyla Senin vücub-u vücuduna ve Senin birliðine ve vahdetine þehadet ediyorlar. Öyle de: Arz bütün mahlukatýyla ve ahvaliyle senin mevcudiyetine ve vahdetine, mevcudatý adedince þehadetler ve iþaretler ederler. Evet zeminde hiçbir tahavvül ve aðaç ve hayvanlarýnda her senede urbasýný deðiþtirmek gibi hiçbir tebeddül -cüz'î olsun, küllî olsun- yoktur ki; intizamýyla, senin vücuduna ve vahdetine iþaret etmesin. Hem hiçbir hayvan yoktur ki, za'fiyet ve ihtiyacýnýn derecesine göre verilen rahîmane rýzkýyla ve yaþamasýna lüzumu bulunan cihazatýn

 

 

 

 

 

 

 

sh: » (T: 359)

 

hakîmane verilmesiyle, senin varlýðýna ve birliðine þehadeti olmasýn. Hem, her baharda gözümüz önünde icad edilen nebatat ve hayvanattan hiçbir tanesi yoktur ki, san'at-ý acibesiyle ve latif zînetleriyle ve tam temeyyüzüyle ve intizamýyla ve mevzuniyetiyle seni bildirmesin. Ve zemin yüzünü dolduran ve nebatat ve hayvanat denilen kudretinin hârikalarý ve mu'cizeleri; mahdud ve maddeleri bir ve müteþabih olan yumurta ve yumurtacýklardan ve katrelerden ve habbe ve habbeciklerden ve çekirdeklerden; yanlýþsýz, mükemmel, süslü, alâmet-i farikalý olarak yaratýlýþlarý, Sâni'-i Hakîmlerinin vücuduna ve vahdetine ve hikmetine ve hadsiz kudretine öyle bir þehadettir ki, ziyanýn güneþe þehadetinden daha kuvvetli ve parlaktýr. Hem; hava, su, nur, ateþ, toprak gibi hiçbir unsur yoktur ki, þuursuzluklarýyla beraber, þuurkârane, mükemmel vazifeleri görmesiyle, basit ve istilâ edici, intizamsýz, heryere daðýlmakla beraber, gayet muntazam ve mütenevvi meyveleri ve mahsulleri hazine-i gaybdan getirmesiyle, senin birliðine ve varlýðýna þehadeti bulunmasýn.

 

Ey Fâtýr-ý Kadîr! Ey Fettah-ý Allâm! Ey Fa'al-i Hallak! Nasýl Arz, bütün sekenesiyle Hâlýkýnýn Vâcib-ül-Vücud olduðuna þehadet eder.. öyle de: Senin -ey Vâhid-i Ehad, ey Hannan-ý Mennan, ey Vehhab-ý Rezzak!- vahdetine ve ehadiyetine, yüzündeki sikkesiyle ve sekenesinin yüzlerindeki sikkeleriyle ve birlik ve beraberlik ve birbiri içine girmek ve birbirine yardým etmek ve onlara bakan rububiyet isimlerinin ve fiillerinin bir olmak cihetinde, bedahet derecesinde senin vahdetine ve ehadiyetine þehadet, belki mevcudat adedince þehadetler eder. Hem nasýl zemin bir ordugâh, bir meþher, bir talimgâh vaziyetiyle.. ve nebatat ve hayvanat fýrkalarýnda bulunan dörtyüz bin muhtelif milletlerin ayrý ayrý cihazatlarý muntazaman verilmesiyle, senin rububiyetinin haþmetine ve kudretinin herþeye yetiþmesine delalet eder; öyle de: Hadsiz bütün zîhayatýn ayrý ayrý rýzýklarý, vakti vaktine kuru ve basit bir topraktan, rahîmane, kerimane verilmesi ve hadsiz o efradýn kemal-i müsahhariyetle evamir-i Rabbaniyeye itaatleri, rahmetinin herþeye

 

sh: » (T: 360)

 

þümulünü ve hâkimiyetinin herþeye ihatasýný gösteriyor. Hem zeminde deðiþmekte bulunan mahlukat kafilelerinin sevk ve idareleri; mevt ve hayat münavebeleri ve hayvan ve nebatatýn idare ve tedbirleri dahi, herþeye taalluk eden bir ilim ile ve herþeyde hükmeden nihayetsiz bir hikmetle olabilmesi, senin ihata-i ilmine ve hikmetine delalet eder. Hem, zeminde kýsa bir zamanda hadsiz vazifeler gören ve hadsiz bir zaman yaþayacak gibi istidad ve manevî cihazat ile techiz edilen ve zemin mevcudatýna tasarruf eden insan için, bu talimgâh-ý dünyada ve bu muvakkat ordugâh-ý zeminde ve bu muvakkat meþherde; bu kadar ehemmiyet, bu hadsiz masraf, bu nihayetsiz tecelliyat-ý rububiyet, bu hadsiz hitabat-ý Sübhaniye ve bu gayetsiz ihsanat-ý Ýlahiye, elbette ve herhalde bu kýsacýk ve hüzünlü ömre ve bu karýþýk kederli hayata, bu belalý ve fâni dünyaya sýðýþmaz. Belki, ancak baþka ve ebedî bir ömür ve bâki bir dâr-ý saadet için olabildiði cihetinden, âlem-i bekada bulunan ihsanat-ý uhreviyeye iþaret, belki þehadet eder.

 

Ey Hâlýk-ý Küll-i Þey! Zeminin bütün mahlukatý, senin mülkünde, senin arzýnda, senin havl ve kuvvetinle ve senin kudretin ve iradetin ile ve ilmin ve hikmetin ile idare olunuyorlar ve müsahhardýrlar. Ve zemin yüzünde faaliyeti müþahede edilen bir rububiyet, öyle ihata ve þümul gösteriyor. Ve onun idaresi ve tedbiri ve terbiyesi öyle mükemmel ve öyle hassastýr... ve her taraftaki icraatý öyle birlik ve beraberlik ve benzemeklik içindedir ki, tecezzi kabul etmeyen bir küll ve inkýsamý imkânsýz bulunan bir küllî hükmünde bir tasarruf, bir rububiyet olduðunu bildiriyor... Hem zemin bütün sekenesiyle beraber, lisan-ý kalden daha zâhir hadsiz lisanlarla Hâlýkýný takdis ve tesbih ve nihayetsiz nimetlerinin lisan-ý halleriyle Rezzak-ý Zülcelalinin hamd ve medh ü senasýný ediyorlar...

 

Ey þiddet-i zuhurundan gizlenmiþ ve ey azamet-i kibriyasýndan istitar etmiþ olan Zât-ý Akdes! Zeminin bütün takdisat ve tesbihatýyla; seni, kusurdan, aczden, þerikten takdis ve bütün tahmidat ve senalarýyla sana hamd ve þükrederim.

 

sh: » (T: 361)

 

Ey Rabbu'l-Berri Ve'l-Bahr! Kur'an'ýn dersiyle ve Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn talimiyle anladým ki: Nasýl gökler ve feza ve zemin senin birliðine ve varlýðýna þehadet ederler.. öyle de: Bahirler, nehirler ve çeþmeler ve ýrmaklar, senin vücub-u vücuduna ve vahdetine bedahet derecesinde þehadet ederler. Evet bu dünyamýzýn menba-ý acaib buhar kazanlarý hükmünde olan denizlerde hiçbir mevcud, hattâ hiçbir katre su yoktur ki. vücuduyla, intizamýyla, menfaatýyla ve vaziyetiyle Hâlýkýný bildirmesin. Ve basit bir kumda ve basit bir suda rýzýklarý mükemmel bir surette verilen garib mahluklardan ve hilkatlarý gayet muntazam hayvanat-ý bahriyeden, hususan bir tanesi, bir milyon yumurtacýklarý ile denizleri þenlendiren balýklardan hiç birisi yoktur ki, hilkatýyla ve vazifesiyle ve idare ve iaþesiyle ve tedbir ve terbiyesiyle yaratanýna iþaret ve Rezzakýna þehadet etmesin.

 

Hem denizde; kýymetdar, hasiyetli, zînetli cevherlerden hiç birisi yoktur ki, güzel hilkatýyla ve cazibedar fýtratýyla ve menfaatli hasiyetiyle seni tanýmasýn, bildirmesin. Evet, onlar birer birer þehadet ettikleri gibi; hey'et-i mecmuasýyla, beraberlik ve birbiri içinde karýþmak ve sikke-i hilkatte birlik ve icadça gayet kolay ve efradça gayet çokluk noktalarýndan, senin vahdetine þehadet ettikleri gibi; arzý, topraðýyla beraber bu küre-i arzý kuþatan muhit denizlerini muallakta durdurmak ve dökmeden ve daðýtmadan güneþin etrafýnda gezdirmek ve topraðý istila ettirmemek.. ve basit kumundan ve suyundan, mütenevvi ve muntazam hayvanatýný ve cevherlerini halketmek.. ve erzak ve sair umûrlarýný küllî ve tam bir surette idare etmek ve tedbirlerini görmek.. ve yüzünde bulunmak lâzým gelen hadsiz cenazelerinden hiçbirisi bulunmamak noktalarýndan, senin varlýðýna ve Vâcib-ül-Vücud olduðuna mevcudatý adedince iþaretler ederek þehadet eder.

 

Ve senin saltanat-ý rububiyetinin haþmetine ve herþeye muhit olan kudretinin azametine pek zâhir delalet ettikleri gibi, göklerin fevkindeki gayet büyük ve muntazam yýldýzlardan,

 

sh: » (T: 362)

 

tâ denizlerin dibinde bulunan gayet küçücük ve intizamla iaþe edilen balýklara kadar herþeye yetiþen ve hükmeden rahmetinin ve hâkimiyetinin hadsiz geniþliklerine delalet.. ve intizamatýyla ve faideleriyle ve hikmetleriyle ve mizan ve mevzuniyetleriyle, senin herþeye muhit ilmine.. ve herþeye þamil hikmetine iþaret ederler. Ve senin bu misafirhane-i dünyada yolcular için böyle rahmet havuzlarýn bulunmasý ve insanýn seyr ü seyahatýna ve gemisine ve istifadesine müsahhar olmasý iþaret eder ki, yolda yapýlmýþ bir handa, bir gece misafirlerine bu kadar deniz hediyeleriyle ikram eden zât, elbette makarr-ý saltanat-ý ebediyesinde öyle ebedî rahmet denizleri bulundurmuþ ki, bunlar onlarýn fâni ve küçük nümuneleridirler. Ýþte denizlerin böyle gayet hârika bir tarzda arzýn etrafýnda vaziyet-i acibesiyle bulunmasý ve denizlerin mahlukatý dahi, gayet muntazam idare ve terbiye edilmesi bilbedahe gösterir ki, yalnýz senin kuvvetin ve kudretin ile ve senin irade ve tedbirin ile, senin mülkünde, senin emrine müsahhardýrlar. Ve lisan-ý halleriyle Hâlýkýný takdis edip "Allahü Ekber" derler.

 

Ey daðlarý zemin sefinesine hazineli direkler yapan Kadîr-i Zülcelal! Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn talimiyle ve Kur'an-ý Hakîminin dersiyle anladým ki, nasýl denizler acaibleriyle seni tanýyorlar ve tanýttýrýyorlar.. öyle de: Daðlar dahi, zelzele tesiratýndan zeminin sükûnetine ve içindeki dâhilî inkýlabat fýrtýnalarýndan sükûtuna ve denizlerin istilasýndan kurtulmasýna ve havanýn gazat-ý muzýrradan tasfiyesine ve suyun muhafaza ve iddiharlarýna ve zîhayatlara lâzým olan madenlerin hazinedarlýðýna ettiði hizmetleriyle ve hikmetleriyle seni tanýyorlar ve tanýttýrýyorlar. Evet daðlardaki taþlarýn enva'ýndan ve muhtelif hastalýklara ilâç olan maddelerin aksamýndan ve zîhayata, hususan insanlara çok lâzým ve çok mütenevvi olan madeniyatýn ecnasýndan ve daðlarý, sahralarý çiçekleriyle süslendiren ve meyveleriyle þenlendiren nebatatýn esnafýndan hiçbirisi yoktur ki; tesadüfe havalesi mümkün olmayan hikmetleriyle, intizamýyla,

 

sh: » (T: 363)

 

hüsn-ü hilkatýyla, faideleriyle.. hususan madeniyatýn; tuz, limontuzu, sulfato ve þap gibi sureten birbirine benzemekle beraber tadlarýnýn þiddet-i muhalefetiyle.. ve bilhassa nebatatýn basit bir topraktan; çeþit çeþit enva'larýyla, ayrý ayrý çiçek ve meyveleriyle, nihayetsiz Kadîr nihayetsiz Hakîm, nihayetsiz Rahîm ve Kerim bir Sâniin vücub-u vücuduna bedahetle þehadet ettikleri gibi; hey'et-i mecmuasýndaki vahdet-i idare ve vahdet-i tedbir ve menþe' ve mesken ve hilkat ve san'atça beraberlik ve birlik ve ucuzluk ve kolaylýk ve çokluk ve yapýlmakta çabukluk noktalarýndan, Sâniin vahdetine ve ehadiyetine þehadet ederler.

 

Hem nasýlki: daðlarýn yüzünde ve karnýndaki masnu'lar, zeminin her tarafýnda, herbir nev'i ayný zamanda, ayný tarzda, yanlýþsýz, gayet mükemmel ve çabuk yapýlmalarý ve bir iþ bir iþe mani olmadan, sair neviler ile beraber karýþýk iken, karýþtýrmaksýzýn icadlarý; senin rububiyetinin haþmetine ve hiçbir þey ona aðýr gelmeyen kudretinin azametine delalet eder; öyle de: Zeminin yüzündeki bütün zîhayat mahluklarýn hadsiz hacetlerini, hattâ mütenevvi hastalýklarýný, hattâ muhtelif zevklerini ve ayrý ayrý iþtihalarýný tatmin edecek bir surette, daðlarýn yüzlerini ve içlerini muntazam eþcar ve nebatat ve madeniyatla doldurmak ve muhtaçlara teshir etmek cihetiyle, senin rahmetinin hadsiz geniþliðine ve hâkimiyetinin nihayetsiz vüs'atine delalet.. ve toprak tabakatý içinde, gizli ve karanlýk ve karýþýk bulunduðu halde; bilerek, görerek, þaþýrmayarak, intizamla, hacetlere göre ihzar edilmeleriyle, senin herþeye taalluk eden ilminin ihatasýna ve herbir þeyi tanzim eden hikmetinin bütün eþyaya þümulüne ve ilâçlarýn ihzaratý ve madenî maddelerin iddiharatýyla rububiyetinin rahîmane ve kerimane olan tedabirinin mehasinine ve inayetinin ihtiyatlý letaifine pek zâhir bir surette iþaret ve delalet ederler.

 

Hem bu dünya hanýnda misafir yolcular için, koca daðlarý levazýmatlarýna ve istikbaldeki ihtiyaçlarýna muntazam ihtiyat deposu ve cihazat anbarý ve hayata lüzumu olan çok definelerin mükemmel mahzeni olmak cihetinde iþaret,

 

sh: » (T: 364)

 

belki delalet, belki þehadet eder ki; bu kadar kerim ve misafir-perver ve bu kadar hakîm ve þefkat-perver ve bu kadar kadîr ve rububiyet-perver bir Sâniin, elbette ve herhalde, çok sevdiði o misafirleri için, ebedî bir âlemde, ebedî ihsanatýnýn ebedî hazineleri vardýr. Buradaki daðlara bedel, orada yýldýzlar o vazifeyi görürler.

 

Ey Kadir-i Küll-i Þey! Daðlar ve içindeki mahluklar senin mülkünde ve senin kuvvet ve eden Hâlýkýný takdis ve tesbih ederler.

 

Ey Hâlýk-ý Rahman! Ve ey Rabb-i Rahîm! Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn talimiyle ve Kur'an-ý Hakîminin dersiyle anladým: Nasýl ki sema ve feza ve arz ve deniz ve dað, müþtemilât ve mahluklarýyla beraber seni tanýyorlar ve tanýttýrýyorlar.. öyle de: Zemindeki bütün aðaç ve nebatat, yapraklarý ve çiçekleri ve meyveleriyle, seni bedahet derecesinde tanýttýrýyorlar ve tanýyorlar. Ve umum eþcarýn ve nebatatýn cezbedarane hareket-i zikriyede bulunan yapraklarýndan ve zînetleriyle, Sâniinin isimlerini tavsif ve tarif eden çiçeklerinden ve letafet ve cilve-i merhametinden tebessüm eden meyvelerinden herbirisi, tesadüfe havalesi hiçbir cihet-i imkâný olmayan hârika san'at içindeki nizam ve nizam içindeki mizan ve mizan içindeki zînet ve zînet içindeki nakýþlar ve nakýþlar içindeki güzel ve ayrý ayrý kokular ve kokular içindeki meyvelerin muhtelif tatlariyla, nihayetsiz Rahîm ve Kerim bir Sâniin vücub-u vücuduna bedahet derecesinde þehadet ettikleri gibi, hey'et-i mecmuasýyla, bütün zemin yüzünde birlik ve beraberlik, birbirine benzemeklik ve sikke-i hilkatte müþabehet ve tedbir ve idarede münasebet ve onlara taalluk eden icad fiilleri ve Rabbanî isimlerde muvafakat ve o yüzbin enva'ýn hadsiz efradlarýný birbiri içinde þaþýrmayarak birden idareleri gibi noktalar, o Vâcib-ül Vücud Sâniin bilbedahe vahdetine ve ehadiyetine dahi þehadet ederler.

 

Hem nasýlki onlar Senin vücub-u vücuduna ve vahdetine þehadet ediyorlar.. öyle de, rûy-i zeminde dört yüz bin milletlerden teþekkül eden zîhayat ordusundaki hadsiz efradýn

 

 

 

sh: » (T: 365)

 

yüzbinler tarzda iaþe ve idareleri; þaþýrmayarak, karýþtýrmayarak mükemmel yapýlmasýyla, senin rububiyetinin vahdaniyetteki haþmetine ve bir baharý bir çiçek kadar kolay icad eden kudretinin azametine.. ve herþeye taallukuna delalet ettikleri gibi, koca zeminin her tarafýnda, hadsiz hayvanatýna ve insanlara, hadsiz taamlarýn çeþit çeþit aksamýný ihzar eden rahmetinin hadsiz geniþliðine ve o hadsiz iþler ve in'amlar ve idareler ve iaþeler ve icraatlar kemal-i intizamla cereyanlarý ve herþey hattâ zerreler o emirlere ve icraata itaat ve müsahhariyetleriyle, hâkimiyetinin hadsiz vüs'atine kat'î delalet etmekle beraber o aðaçlarýn ve nebatlarýn ve herbir yaprak ve çiçek ve meyve ve kök ve dal ve budak gibi herbirisinin herbir þeyini, herbir iþini bilerek, görerek; faidelere, maslahatlara, hikmetlere göre yapýlmakla, senin ilminin her þeye ihatasýna ve hikmetinin herþeye þümulüne pek zâhir bir surette delalet ve hadsiz parmaklarýyla iþaret ederler... Ve senin gayet kemaldeki cemal-i san'atýna ve nihayet cemaldeki kemal-i nimetine hadsiz dilleriyle sena ve medhederler.

 

Hem, bu muvakkat handa ve fâni misafirhanede ve kýsa bir zamanda ve az bir ömürde, eþcar ve nebatatýn elleriyle, bu kadar kýymetdar ihsanlar ve nimetler ve bu kadar fevkalâde masraflar ve ikramlar iþaret, belki þehadet eder ki: Misafirlerine burada böyle merhametler yapan kudretli, keremkâr Zât-ý Rahîm, bütün ettiði masrafý ve ihsaný, kendini sevdirmek ve tanýttýrmak neticesinin aksiyle, yani: bütün mahlukat tarafýndan: "Bize tattýrdý, fakat yedirmeden bizi idam etti" dememek ve dedirmemek ve saltanat-ý uluhiyetini iskat etmemek ve nihayetsiz rahmetini inkâr etmemek ve ettirmemek ve bütün müþtak dostlarýný mahrumiyet cihetinde düþmanlara çevirmemek noktalarýndan, elbette ve her halde ebedî bir âlemde, ebedî bir memlekette, ebedî býrakacaðý abdlerine, ebedî rahmet hazinelerinden, ebedî Cennetlerinde, ebedî ve Cennet'e lâyýk bir surette meyvedar eþcar ve çiçekli nebatlar ihzar etmiþtir. Buradakiler ise, müþterilere göstermek için nümunelerdir.

 

 

 

sh: » (T: 366)

 

Hem aðaçlar ve nebatlar, umumen yaprak ve çiçek ve meyvelerinin kelimeleriyle seni takdis ve tesbih ve tahmid ettikleri gibi, o kelimelerden herbirisi dahi ayrýca seni takdis eder. Hususan meyvelerin bedi' bir surette, etleri çok muhtelif, san'atlarý çok acib, çekirdekleri çok hârika olarak yapýlarak.. o yemek tablalarýný aðaçlarýn ellerine verip ve nebatlarýn baþlarýna koyarak.. zîhayat misafirlerine göndermek cihetinde, lisan-ý hal olan tesbihatlarý, zuhurca lisan-ý kal derecesine çýkar. Bütün onlar senin mülkünde, senin kuvvet ve kudretinle, senin irade ve ihsanatýnla, senin rahmet ve hikmetinle müsahhardýrlar.. ve senin herbir emrine muti'dirler.

 

Ey þiddet-i zuhurundan gizlenmiþ ve ey kibriya-yý azametinden tesettür etmiþ olan Sâni'-i Hakîm ve Hâlýk-ý Rahîm! Bütün eþcar ve nebatatýn, bütün yaprak ve çiçek ve meyvelerin dilleriyle ve adediyle; seni kusurdan, aczden, þerikten takdis ederek hamd ü sena ederim.

 

Ey Fâtýr-ý Kadîr! Ey Müdebbir-i Hakîm! Ey Mürebbi-i Rahîm! Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn talimiyle ve Kur'an-ý Hakîm'in dersiyle anladým ve iman ettim ki, nasýl nebatat ve eþcar seni tanýyorlar, senin sýfât-ý kudsiyeni ve esma-i hüsnaný bildiriyorlar.. öyle de: Zîhayatlardan ruhlu kýsmý olan insan ve hayvanattan hiçbirisi yoktur ki, cisminde, gayet muntazam saatler gibi iþleyen ve iþlettirilen dâhilî ve haricî âzalarýyla ve bedeninde gayet ince bir nizam ve gayet hassas bir mizan ve gayet mühim faideler ile yerleþtirilen âlât ve duygularýyla ve cesedinde gayet san'atlý bir yapýlýþ ve gayet hikmetli bir tefriþ ve gayet dikkatli bir müvazene içinde konulan cihazat-ý bedeniyesiyle, senin vücub-u vücuduna ve sýfatlarýnýn tahakkukuna þehadet etmesin. Çünki: Bu kadar basirane nazik san'at ve þuurkârane ince hikmet ve müdebbirane tam müvazeneye, elbette kör kuvvet ve þuursuz tabiat ve serseri tesadüf karýþamazlar ve onlarýn iþi olamaz ve mümkün deðildir. Ve kendi kendine teþekkül edip öyle olmasý ise, yüz derece muhal içinde muhaldir. Çünki: O halde herbir zerresi, herbir þeyini ve cesedinin teþekkülünü,

 

 

 

 

 

sh: » (T: 367)

 

belki dünyada alâkadar olduðu herþeyini bilecek, görecek, yapabilecek.. âdeta ilah gibi ihatalý bir ilim ve kudreti bulunacak. Sonra teþkil-i cesed ona havale edilir.. ve "kendi kendine oluyor" denilebilir.

 

Ve heyet-i mecmuasýndaki vahdet-i tedbir ve vahdet-i idare ve vahdet-i nev'iye ve vahdet-i cinsiye.. ve umumun yüzlerinde; göz, kulak, aðýz gibi noktalarda ittifak cihetinde müþahede edilen sikke-i fýtratta birlik ve herbir nev'in efradý sîmalarýnda görülen sikke-i hikmette ittihad.. ve iaþede ve icadda beraberlik ve birbirinin içinde bulunmak gibi keyfiyetlerinden hiçbirisi yoktur ki, senin vahdetine kat'î þehadette bulunmasýn! Ve herbir ferdinde, kâinata bakan bütün isimlerin cilveleri bulunmakla, vâhidiyet içinde senin ehadiyetine iþareti olmasýn.

 

Hem, nasýlki insan ile beraber hayvanatýn, zeminin bütün yüzünde yayýlan yüzbin enva'ý, muntazam bir ordu gibi teçhiz ve talimat ve itaat ve müsahhariyetle ve en küçükten tâ en büyüðe kadar, rububiyetin emirleri intizamla cereyanlariyla o rububiyetinin derece-i haþmetine ve gayet çoklukla beraber gayet kýymetli ve gayet mükemmel olmakla beraber gayet çabuk yapýlmalarý ve gayet san'atlý olmakla beraber gayet kolay yapýlýþlarýyla kudretinin derece-i azametine delalet ettikleri gibi; þarktan garba, þimalden cenuba kadar yayýlan mikroptan tâ gergedana kadar, en küçücük sinekten tâ en büyük kuþa kadar bütün onlarýn rýzýklarýný yetiþtiren rahmetinin hadsiz vüs'atine ve herbiri emirber nefer gibi vazife-i fýtriyyesini yapmak zemin yüzü her baharda, güz mevsiminde terhis edilenler yerinde yeniden taht-ý silâha alýnmýþ bir orduya ordugâh olmak cihetiyle, hâkimiyetinin nihayetsiz geniþliðine kat'î delalet ederler.

 

Hem nasýlki hayvanattan herbirisi, kâinatýn bir küçük nüshasý ve bir misal-i musaggarý hükmünde gayet derin bir ilim ve gayet dakik bir hikmetle, karýþýk eczalarý karýþtýrmayarak ve bütün hayvanlarýn ayrý ayrý suretlerini þaþýrmayarak hatasýz, sehivsiz, noksansýz yapýlmalariyla, ilminin herþeye ihatasýna ve hikmetinin herþeye þümulüne, adedlerince iþaretler

 

sh: » (T: 368)

 

ederler; öyle de: Herbiri birer mu'cize-i san'at ve birer hârika-i hikmet olacak kadar san'atlý ve güzel yapýlmasýyla, çok sevdiðin ve teþhirini istediðin san'at-ý Rabbaniyenin kemal-i hüsnüne ve gayet derecede güzelliðine iþaret ve herbirisi, hususan yavrular gayet nazdar, nazenin bir surette beslenmeleriyle ve heveslerinin ve arzularýnýn tatmini cihetiyle, senin inayetinin gayet þirin cemaline hadsiz iþaretler ederler.

 

Ey Rahmanürrahîm! Ey Sadýk-ul Va'd'il-Emin! Ey Mâlik-i Yevmiddin! Senin Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmýnýn talimiyle ve Kur'an-ý Hakîminin irþadýyla anladým ki: Madem kâinatýn en müntehab neticesi hayattýr.. ve hayatýn en müntehab hülâsasý ruhtur.. ve zîruhun en müntehab kýsmý zîþuurdur.. ve zîþuurun en câmii insandýr.. ve bütün kâinat ise, hayata müsahhardýr ve onun için çalýþýyor.. ve zîhayatlar, zîruhlara müsahhardýr, onlar için dünyaya gönderiliyorlar.. ve zîruhlar, insanlara müsahhardýr, onlara yardým ediyorlar.. ve insanlar fýtraten Hâlikýný pek ciddî severler ve Hâliklarý onlarý hem sever, hem kendini onlara her vesile ile sevdirir.. ve insanýn istidadý ve cihazat-ý maneviyesi, baþka bir bâki âleme ve ebedî bir hayata bakýyor.. ve insanýn kalbi ve þuuru, bütün kuvvetiyle beka istiyor.. ve lisaný, hadsiz dualarýyla beka için Hâlikýna yalvarýyor; elbette ve herhalde, o çok seven ve sevilen ve mahbub ve muhib olan insanlarý dirilmemek üzere öldürmekle, ebedî bir muhabbet için yaratýlmýþ iken, ebedî bir adavetle gücendirmek olamaz ve kabil deðildir. Belki baþka bir ebedî âlemde mes'udane yaþamasý hikmetiyle, bu dünyada çalýþmak ve onu kazanmak için gönderilmiþtir. Ve insana tecelli eden isimlerin, bu fâni ve kýsa hayattaki cilveleriyle âlem-i bekada onlarýn âyinesi olan insanlarýn, ebedî cilvelerine mazhar olacaklarýna iþaret ederler.

 

Evet, ebedînin sadýk dostu, ebedî olacak. Ve Bâkinin âyine-i zîþuuru, bâki olmak lâzým gelir.

 

Hayvanlarýn ruhlarý bâki kalacaðýný.. ve Hüdhüd-ü Süleymanî (A.S.) ve Neml'i ve Naka-i Sâlih (A.S.) ve Kelb-i Ashab-ý

 

 

 

sh: » (T: 369)

 

Kehf gibi bazý efrad-ý mahsusa; hem ruhu, hem cesediyle bâki âleme gideceði.. ve herbir nev'in arasýra istimal için birtek cesedi bulunacaðý.. rivayet-i sahihadan anlaþýlmakla beraber; hikmet ve hakikat, hem rahmet ve rububiyet öyle iktiza ederler.

 

Ey Kadîr-i Kayyum! Bütün zîhayat, zîruh, zîþuur senin mülkünde, yalnýz senin kuvvet ve kudretinle.. ve ancak senin irade ve tedbirinle.. ve rahmet ve hikmetinle, rububiyetinin emirlerine teshir ve fýtrî vazifelerle tavzif edilmiþler. Ve bir kýsmý, insanýn kuvveti ve galebesi için deðil, belki fýtraten insanýn za'fý ve aczi için, rahmet tarafýndan ona müsahhar olmuþlar. Ve lisan-ý hal ve lisan-ý kal ile Sâni'lerini ve Mabudlarýný kusurdan, þerikten takdis ve nimetlerine þükür ve hamd ederek, herbiri ibadet-i mahsusasýný yapýyorlar.

 

Ey þiddet-i zuhurundan gizlenmiþ ve ey azamet-i kibriyasýndan perdelenmiþ olan Zât-ý Akdes! Bütün zîruhlarýn tesbihatýyla seni takdis etmek niyet edip سُبْحَانَكَ يَا مَنْ جَعَلَ مِنَ الْمَاءِ كُلَّ شَيْءٍ حَىٍّ diyorum.

 

Ya Rabb-el Âlemîn! Ya Ýlah-el-Evvelîne Ve'l Âhirîn! Ya Rabb-es Semavat-ý Ve'l Aradîn! Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn talimiyle ve Kur'an-ý Hakîm'in dersiyle anladým ve iman ettim ki: Nasýl sema, feza, arz, berr ve bahr, þecer, nebat, hayvan; efradiyla, eczasiyla, zerratiyla seni biliyorlar, tanýyorlar ve varlýðýna ve birliðine þehadet ve delalet ve iþaret ediyorlar; öyle de: Kâinatýn hülâsasý olan zîhayat ve zîhayatýn hülâsasý olan insan ve insanýn hülâsasý olan enbiya, evliya, asfiyanýn hülâsasý olan kalblerinin ve akýllarýnýn müþahedat ve keþfiyat ve ilhamat ve istihracatiyla, yüzer icma' ve yüzer tevatür kuvvetinde bir kat'iyetle senin vücub-u vücuduna ve senin vahdaniyet ve ehadiyetine þehadet edip, ihbar ediyorlar. Mu'cizat ve keramat ve yakînî bürhanlarýyla, haberlerini isbat ediyorlar.

 

sh: » (T: 370)

 

Evet kalblerde, perde-i gaybda ihtar edici bir zâta bakan hiçbir hatýrat-ý gaybiye ve ilham edici bir zâta baktýran hiçbir ilhamat-ý sadýka ve hakkalyakîn suretinde sýfât-ý kudsiye ve esma-i hüsnaný keþfeden hiçbir itikad-ý yakîne ve enbiya ve evliyada; bir Vâcib-ül Vücud'un envarýný aynelyakîn ile müþahede eden hiçbir nurani kalb ve asfiya ve sýddýkînde, bir Hâlýk-ý Külli Þey'in âyât-ý vücubunu ve berahin-i vahdetini ilmelyakîn ile tasdik eden, isbat eden hiçbir münevver akýl yoktur ki, senin vücub-u vücuduna ve sýfât-ý kudsiyene ve senin vahdetine ve ehadiyetine ve esma-i hüsnana þehadet etmesin, delaleti bulunmasýn ve iþareti olmasýn. Ve bilhassa, bütün enbiya ve evliya ve asfiya ve sýddýkînin imamý ve reisi ve hülâsasý olan Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn ihbarýný tasdik eden hiçbir mu'cizat-ý bâhiresi ve hakkaniyetini gösteren hiçbir hakikat-ý âliyesi ve bütün mukaddes ve hakikatlý kitablarýn hülâsatü'l hülâsasý olan Kur'an-ý Mu'cizü'l-Beyan'ýn hiçbir âyet-i tevhidiye-i katýasý.. ve mesail-i imaniyeden hiçbir mes'ele-i kudsiyesi yoktur ki, senin vücub-u vücuduna ve kudsî sýfatlarýna ve senin vahdetine ve ehadiyetine ve esma ve sýfâtýna þehadet etmesin ve delaleti olmasýn ve iþareti bulunmasýn!..

 

Hem, nasýlki bütün o yüzbinler muhbir-i sâdýklar, mu'cizatlarýna ve kerâmâtlarýna ve hüccetlerine istinad ederek, senin varlýðýna ve birliðine þehadet ederler; öyle de: Herþeye muhit olan Arþ-ý Âzam'ýn külliyat-ý umûrunu idareden, tâ kalbin gayet gizli ve cüz'î hatýratýný ve arzularýný ve dualarýný bilmek ve iþitmek ve idare etmeye kadar cereyan eden rububiyetinin derece-i haþmetini.. ve gözümüz önünde hadsiz muhtelif eþyayý birden icad eden hiçbir fiil bir fiile, bir iþ bir iþe mani olmadan, en büyük bir þeyi en küçük bir sinek gibi kolayca yapan kudretinin derece-i azametini icma' ile, ittifak ile ilân ve ihbar ve isbat ediyorlar.

 

Hem nasýlki bu kâinatý zîruha, hususan insana mükemmel bir saray hükmüne getiren ve Cenneti ve saadet-i ebediyeyi cin ve inse ihzar eden ve en küçük bir zîhayatý unutmayan ve en âciz bir kalbin tatminine ve taltifine çalýþan

 

sh: » (T: 371)

 

rahmetinin hadsiz geniþliðini.. ve zerrattan tâ seyyarata kadar bütün enva'-ý mahlukatý emirlerine itaat ettiren ve teshir ve tavzif eden hâkimiyetinin nihayetsiz vüs'atini haber vererek, mu'cizat ve hüccetleriyle isbat ederler; öyle de: Kâinatý, eczalarý adedince risaleler içinde bulunan bir kitab-ý kebir hükmüne getiren.. ve Levh-i Mahfuz'un defterleri olan Ýmam-ý Mübin ve Kitab-ý Mübin'de bütün mevcudatýn bütün sergüzeþtlerini kaydedip yazan.. ve umum çekirdeklerde umum aðaçlarýnýn fihristlerini ve proðramlarýný ve zîþuurun baþlarýnda bütün kuvve-i hâfýzalarda, sahiblerinin tarihçe-i hayatlarýný yanlýþsýz, muntazaman yazdýran ilminin herþeye ihatasýna; ve herbir mevcuda çok hikmetleri takan, hattâ herbir aðaçta meyveleri sayýsýnca neticeleri verdiren; ve herbir zîhayatta âzalarý, belki eczalarý ve hüceyratlarý adedince maslahatlarý takib eden; hattâ insanýn lisanýný çok vazifelerde tavzif etmekle beraber, taamlarýn tatlarý adedince zevkî olan mizancýklar ile teçhiz ettiren hikmet-i kudsiyenin herbir þeye þümulüne; hem bu dünyada nümuneleri görülen celalî ve cemalî isimlerinin tecellileri daha parlak bir surette ebed-ül âbâdda devam edeceðine ve bu fâni âlemde nümuneleri müþahede edilen ihsanatýnýn daha þaþaalý bir surette Dâr-ý Saadette istimrarýna ve bekasýna ve bu dünyada onlarý gören müþtaklarýn ebedde dahi refakatlarýna ve beraber bulunmalarýna bil'icma', bil'ittifak þehadet ve delalet ve iþaret ederler.

 

Hem yüzer mu'cizat-ý bâhiresine ve Âyât-ý katýasýna istinaden, baþta Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ve Kur'an-ý Hakîm'in olarak, bütün ervah-ý neyyire ashabý olan Enbiyalar ve kulûb-u nuraniye aktabý olan Evliyalar ve ukûl-ü münevvere erbabý olan Asfiyalar; bütün suhuf ve kütüb-ü mukaddesede, Senin çok tekrar ile ettiðin va'dlerine ve tehdidlerine istinaden ve Senin kudret ve rahmet ve inayet ve hikmet ve celal ve cemalin gibi kudsî sýfatlarýna ve þe'nlerine ve izzet-i celaline ve saltanat-ý rububiyetine itimaden ve keþfiyat ve müþahedat ve ilmelyakîn itikadlarýyla, saadet-i ebediyeyi cin ve inse müjdeliyorlar. Ve ehl-i

 

 

 

sh: » (T: 372)

 

dalalet için Cehennem bulunduðunu haber verip ilân ediyorlar ve iman edip þehadet ediyorlar...

 

Ey Kadîr-i Hakîm! Ey Rahman-ý Rahîm! Ey Sadýk-ul Va'd-il Kerim! Ey izzet ve azamet ve celal sahibi Kahhar-ý Zülcelal! Bu kadar sadýk dostlarýný ve bu kadar va'dlerini ve bu kadar sýfât ve þuunatýný tekzib edip, saltanat-ý rububiyetinin kat'î mukteziyatýný.. ve sevdiðin ve onlar dahi Seni tasdik ve itaatle kendilerini Sana sevdiren hadsiz makbul ibadýnýn hadsiz dualarýný ve davalarýný reddederek, küfür ve isyan ile ve Seni va'dinde tekzib etmekle, Senin azamet-i kibriyana dokunan ve izzet-i celaline dokunduran.. ve uluhiyetinin haysiyetine iliþen ve þefkat-i rububiyetini müteessir eden ehl-i dalalet ve ehl-i küfrü, haþrin inkârýnda tasdik etmekten yüzbin derece mukaddessin.. ve hadsiz derece münezzeh ve âlîsin! Böyle nihayetsiz bir zulümden, bir çirkinlikten Senin nihayetsiz adaletini ve cemalini ve rahmetini takdis ediyorum!

 

سُبْحَانَهُ وَ تَعَالَى عَمّا يَقُولُونَ عُلُوّ ًا كَبِيرًا Âyetini, vücudumun bütün zerratý adedince söylemek istiyorum! Belki senin o sadýk elçilerin ve doðru dellâl-ý saltanatýn hakkalyakîn, aynelyakîn, ilmelyakîn suretinde Senin uhrevî rahmet hazinelerine ve âlem-i bekada ihsanatýnýn definelerine ve dâr-ý saadette tamamýyla zuhur eden güzel isimlerinin hârika güzel cilvelerine þehadet, iþaret, beþaret ederler. Ve bütün hakikatlarýn mercii ve güneþi ve hâmisi olan "Hak" isminin en büyük bir þuaý, bu hakikat-ý ekber-i haþriye olduðunu iman ederek, senin ibadýna ders veriyorlar.

 

Ey Rabb-ül Enbiya Ve-s Sýddýkîn! Bütün onlar senin mülkünde, senin emrin ve kudretin ile, senin irade ve tedbirin ile, senin ilmin ve hikmetin ile müsahhar ve muvazzaftýrlar. Takdis, tekbir, tahmid, tehlil ile Küre-i Arz'ý bir zikirhane-i azam, bu kâinatý bir mescid-i ekber hükmünde göstermiþler.

 

 

 

sh: » (T: 373)

 

Ya Rabbî ve ya Rabb-es Semavatý Ve-l Aradîn! Ya Hâlýkî ve ya Hâlýk-ý Külli Þey! Gökleri yýldýzlarýyla, zemini müþtemilatýyla ve bütün mahlukatý bütün keyfiyatýyla teshir eden kudretinin ve iradetinin ve hikmetinin ve hâkimiyetinin ve rahmetinin hakký için, nefsimi bana müsahhar eyle! Ve matlubumu bana müsahhar kýl! Kur'ana ve imana hizmet için, insanlarýn kalblerini Risale-i Nur'a müsahhar yap! Ve bana ve ihvanýma, iman-ý kâmil ve hüsn-ü hâtime ver. Hazret-i Musa Aleyhisselâm'a denizi ve Hazret-i Ýbrahim Aleyhisselâm'a ateþi ve Hazret-i Davud Aleyhisselâm'a daðý, demiri ve Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm'a cinni ve insi ve Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'a Þems ve Kamer'i teshir ettiðin gibi, Risale-i Nur'a kalbleri ve akýllarý müsahhar kýl!.. Ve beni ve Risale-i Nur talebelerini, nefis ve þeytanýn þerrinden ve kabir azabýndan ve Cehennem ateþinden muhafaza eyle ve Cennet-ül Firdevs'te mes'ud kýl! Âmîn, âmîn, âmîn!..

 

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

 

وَ آخِرُ دَعْوَيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

 

* * *

 

Kur'andan ve münacat-ý Nebeviye olan Cevþen-ül Kebir'den aldýðým bu dersimi, bir ibadet-i tefekküriye olarak, Rabb-ý Rahîmimin dergâhýna arzetmekte kusur etmiþsem, kusurumun afvý için Kur'aný ve Cevþen-ül Kebir'i þefaatçý ederek rahmetinden afvýmý niyaz ediyorum.

 

Said Nursî

 

 

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

Gast
Dieses Thema wurde nun für weitere Antworten gesperrt.
×
×
  • Neu erstellen...