Zum Inhalt springen
Qries Qries Qries Qries Qries Qries

Empfohlene Beiträge

BÝRÝNCÝ KISIM

 

ÝLK HAYATI

 

 

 

BEDÝÜZZAMAN SAÝD NURSÎ, Rumî 1293 (M. 1873) tarihinde Bitlis Vilayeti'ne baðlý Hizan Kazasý'nýn Ýsparit Nahiyesi'nin Nurs Köyü'nde doðmuþtur. Babasýnýn adý Mirza, anasýnýn adý Nuriye'dir. Dokuz yaþýna kadar peder ve validesinin yanýnda kaldý. O esnada bir halet-i ruhiye, tahsilde bulunan büyük biraderi Molla Abdullah'ýn, ilimden ne derece feyizyab olduðunu tedkike sevketti. Molla Abdullah'ýn gittikçe tekâmül ederek köydeki okumamýþ arkadaþlarýndan okumakla tezahür eden meziyetini düþünüp hayran kaldý. Bunun üzerine ciddî bir þevk ile tahsili gözüne aldý ve bu niyetle nahiyeleri Ýsparit Ocaðý dâhilinde bulunan Tað Köyü'nde Molla Mehmed Emin Efendi'nin medresesine gitti. Fakat fazla duramadý. Halet-i fitriyeleri îcabý, daima izzetini (Haþiye) korumasý ve hattâ âmirane söylenen küçük bir söze dahi tahammül edememesi; medreseden ayrýlmasýna sebeb oldu. Tekrar Nurs'a döndü. Nurs'ta ayrýca bir medrese olmadýðýndan dersini büyük biraderinin haftada bir defa sýlaya geldiði günlere hasrederdi. Bir müddet sonra Pirmis karyesine, sonra Hizan Þeyhi'nin yaylasýna gitti. Burada da tahakküme tahammülsüzlüðü, dört talebe ile geçinmemesine sebeb oldu. Bu

 

(Haþiye): Molla Said'de küçük yaþta görülen bu izzet, nefse muhabbetten gelmiyordu. Kader-i Ýlahî, istikbalde i'lâ-yý Kelimetullah vazifesini inayetiyle vereceði bir abdine, o vazifeyi bihakkýn îfasý için lâzým olacak hasletlerden biri olan izzet-i ilmiyeyi vermiþti. Molla Said, henüz o zaman bunun mahiyet ve hikmetini belki bilemiyordu; fakat zaman gösterdi ki, þimdi muhteþem bir aðaç mahiyetini alan Risale-i Nur'un muazzam ve geniþ hizmetinin levazýmatýndan olan izzet-i ilmiyeyi Cenab-ý Hak Molla Said'in ruhunda tâ o zaman küçük bir çekirdek olarak dercetmiþti. dört talebe birleþip, kendisini daima taciz ettiklerinden bir gün Þeyh Seyyid Nur Muhammed Hazretlerinin huzuruna çýkýp, izhar-ý acz ile arkadaþlarýný þikayet etmeyerek þöyle dedi:

 

-Þeyh efendi, bunlara söyleyiniz, benimle döðüþtükleri vakit, dördü birden olmasýnlar, ikiþer ikiþer gelsinler.

 

 

 

sh: » (T: 30)

 

Seyyid Nur Muhammed, küçük Said'in bu mertliðinden hoþlanarak:

 

-Sen benim talebemsin, kimse sana iliþemez! buyurdu.

 

Bu hâdiseden sonra "Þeyh Talebesi" diye yâdedildi. Burada bir müddet kaldýktan sonra, biraderi Molla Abdullah ile beraber Nurþin köyüne geldiler. Yaz olmasý dolayýsýyla, ahali ve talebelerle birlikte Þeyhan yaylasýna gittiler. Orada biraderi Molla Abdullah ile bir gün döðüþmüþ. Tagî Medresesi müderrisi Mehmed Emin Efendi, küçük Said'e:

 

-Ne için kardeþinin emrinden çýkýyorsun? diye iþe karýþmýþ.

 

Bulunduklarý medrese, meþhur þeyh Abdurrahman Hazretlerinin olmasý dolayýsýyla, hocasýna þu yolda cevab verir:

 

-Efendim, þu tekyede bulunmak hasebiyle, siz de benim gibi talebesiniz. Þu halde burada hocalýk hakkýnýz yoktur! diyerek, gündüz vakti bile herkesin güçlükle geçebileceði cesîm bir ormandan geceleyin geçerek Nurþin'e gelir.

 

Þarkî Anadolu'da medrese teþkilatýndaki hususiyetlerden birisi þudur ki: Ýcazet almýþ bir âlim, istediði köyde hasbetenlillah bir medrese açar; medrese talebelerinin ihtiyacý, iktidarý olursa medrese sahibi tarafýndan, iktidarý yoksa halk tarafýndan temin edilir. Hoca meccanen ders verir, talebelerin iaþe ve levazýmatýný da halk deruhde ederdi. Bunlarýn içinde yalnýz Molla Said, hiçbir suretle zekat almýyordu. Zekat ve baþkasýnýn eser-i minneti olan bir parayý kat'iyen kabul etmiyordu.(Haþiye-1)

 

(Haþiye-1): Zekat ve sadaka ve mukabilsiz hiç bir þey almadýðýnýn sebeb ve hikmeti, Risale-i Nur'dan Ýkinci Mektub ve sair risalelerde beyan edilmiþtir. Evet Molla Said'in istikbalde Risale-i Nur'la göreceði hizmet-i imaniyeyi kemal-i ihlasla îfasý ve bu hizmetin meydana gelebilmesi için "Uhrevî hizmetin mukabilinde hiç birþey taleb etmemek" olan kudsî düsturun icmalî bir fihristesi, daha küçük yaþýnda iken rahmet-i Ýlahiye tarafýndan ruhunda yerleþtirilmiþti.

 

Nurþin'de bir müddet kaldýktan sonra Hizan'a döndü. Sonra medrese hayatýný terkederek pederinin yanýna geldi ve bahara kadar evde kaldý. O sýrada þöyle bir rü'ya görür:

 

Kýyamet kopmuþ, kâinat yeniden dirilmiþ. Molla Said, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ý nasýl ziyaret edebileceðini düþünür. Nihayet Sýrat Köprüsü'nün baþýna gidip durmak hatýrýna gelir. "Herkes oradan geçer, ben de orada beklerim" der ve Sýrat Köprü-

 

sh: » (T: 31)

 

sünün baþýna gider. Bütün Peygamberan-ý Ýzam hazeratýný birer birer ziyaret eder, Peygamber Efendimizi de ziyarete mazhar olunca uyanýr.

 

Artýk bu rü'yadan aldýðý feyiz, tahsil-i ilim için (Haþiye) büyük bir þevk uyandýrýr. Pederinden izin alarak, tahsil yapmak üzere Arvas nahiyesine gider. Burada icra-yý tedris eden meþhur Molla Mehmed Emin Efendi kendisine ders vermeye tenezzül etmeyip talebelerinden birisine okutmasýný tavsiye edince, izzetine aðýr gelir. Bir gün bu meþhur müderris câmide ders okutmakta iken, Molla Said itiraz ederek:

 

(Haþiye): Tarihçe-i hayatýnda yazýlmamýþ, o rü'yada mazhar olduðu bir hakikatý sonradan þöyle anladýk ki: Molla Said, Hazret-i Peygamber'den ilim talebinde bulunmasýna karþýlýk; Hazret-i Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, ümmetinden sual sormamak þartýyla ilm-i Kur'anýn talim edileceðini tebþir etmiþler. Aynen bu hakikat hayatýnda tezahür etmiþ. Daha sabavetinde iken bir allâme-i asýr olarak tanýnmýþ ve kat'iyen kimseye sual sormamýþ, fakat sorulan bütün suallere mutlaka cevab vermiþtir.

 

-Efendim, öyle deðil!

 

Hitabýnda bulunur. Okutmasýna tenezzül etmediðini hatýrlatýr. Orada bir müddet kaldýktan sonra, Mîr Hasan Veli Medresesi'ne gitti. Aþaðý derecede okuyan talebelere ehemmiyet verilmemek bu medresenin âdeti olduðunu anlayýnca, sýra ile okunmasý îcabeden yedi ders kitabýný terkederek, sekizinci kitabdan okuduðunu söyledi.

 

Birkaç gün sonra Vastan kasabasýna gitti ise de, orada tebdil-i hava için ancak bir ay kadar kaldý, bilâhare Molla Mehmed isminde bir zâtýn refakatinde Erzurum Vilayetine tâbi' Bayezid'e hareket etti. Hakikî tahsiline iþte bu tarihte baþlar. Bu zamana kadar hep "Sarf" ve "Nahiv" mebadileriyle meþgul olmuþtu ve "Ýzhar"a kadar okumuþtu. Bayezid'de Þeyh Mehmed Celalî Hazretlerinin nezdinde yaptýðý bu hakikî ve ciddî tahsili, üç ay kadar devam etmiþtir. Fakat pek garibdir. Zira Þarkî Anadolu usûl-ü tedrisiyle, "Molla Câmî"den nihayete kadar ikmal-i nüsah etti. Buna da her kitabdan bir veya iki ders, nihayet on ders tederrüs etmekle muvaffak oldu ve mütebâkisini terkeyledi. Hocasý Þeyh Mehmed Celalî Hazretleri ne için böyle yaptýðýný sual edince Molla Said cevaben:

 

-Bu kadar kitabý okuyup anlamaya muktedir deðilim. Ancak

 

sh: » (T: 32)

 

bu kitablar bir mücevherat kutusudur, anahtarý sizdedir. Yalnýz sizden þu kutularýn içinde ne bulunduðunu göstermenizin istirhamýndayým. Yani bu kitablarýn neden bahsettiklerini anlayayým da, bilâhare tab'ýma muvafýk olanlara çalýþýrým, demiþtir.

 

Maksadý ise, esasen kendisinde fýtraten mevcud bulunan icad ve teceddüd fikrini medrese usûllerinde göstermek ve bir teceddüd vücuda getirmek (Haþiye) ve bir sürü haþiye ve þerhlerle vakit zayi' etmemekti. Bu suretle alelusûl yirmi sene tahsili lâzým gelen ulûm ve fünunun zübde ve hülâsasýný üç ayda tahsil ve ikmal etmiþtir.

 

(Haþiye): Yirmiüç senede te'lifi tamamlanan ve yüz otuz kitabdan müteþekkil "Risale-i Nur" adlý eserleriyle, Ýlm-i Kelâm sahasýnda bir teceddüd yaptýðý görülmüþtür. Evet kendisi onbeþ sene tahsili lâzým gelen ilmi üç ayda elde etmesi, gaybî bir iþarettir ki: "Bir zaman gelecek, onbeþ sene deðil, bir sene bile ilm-i iman dersini alacak medreseler ele geçmeyecek. Ýþte o zamanda müþtaklara onbeþ senelik dersi onbeþ haftada ellere verebilecek Kur'anî bir tefsir çýkacak ve Said onun hizmetinde bulunacak." Evet tam zuhur etti ve aynen görüldü. Risale-i Nur, otuz senelik müdhiþ bir zamanda gizli dinsiz ve ifsad komitelerinin hücumlarýna raðmen iman hakikatlarý derslerini yüzbinler nüshalarýyla her tarafta neþrettiler ve binler kalemlerin gayretleriyle matbaalara ihtiyaç býrakmadan Kur'anýn bu yeni dersleri yayýldý; milyonlarca insanýn imanlarýnýn takviyesine vesile oldu. Anadolu'daki Risale-i Nur'un faaliyeti, iman hizmeti ve makul yüksek dersleri, herkesin nazar-ý dikkatini celbetti. Mahkemeler ve tedkikler yoluyla Cenab-ý Hak, Nurlarý ehl-i siyaset ve hükûmete de okutturdu ve mektebliler arasýnda yayýldý, genç Ýslâm ve iman fedakârlarý çoðaldý; ve bunun büyük bir neticesi olarak, küfr-ü mutlakýn ve dalaletin hücumu önlendi, geri çekildi. Yer yer bütün vatanda din lehinde cereyanlar baþladý. Ýzn-i Ýlahî ile, âlem-i Ýslâm ve insaniyete doðmaya baþlayan Ýslâmî saadetin fecr-i sadýkýný gösterdi, Elhamdülillahi Rabb-il Âlemin...

 

Bunun üzerine hocalarýnýn; "hangi ilim tab'ýna muvafýk" olduðu sualine cevaben:

 

-Bu ilimleri birbirinden tefrik edemiyorum. Ya hepsini biliyorum veyahut hiçbirisini bilmiyorum, der.

 

Herhangi bir kitabý eline alýrsa, anlardý. Yirmidört saat zarfýnda "Cem'-ül Cevâmi", "Þerh-ül Mevakýf ", "Ýbn-ül Hacer" gibi kitablarýn ikiyüz sahifesini, kendi kendine anlamak þartýyla mütalaa ederdi. O derece ilme dalmýþtý ki, hayat-ý zâhirî ile hiç alâkadar görünmezdi. Hangi ilimden olursa olsun sorulan suale tereddüdsüz derhal cevap verirdi.

 

* * *

 

sh: » (T: 33)

 

O ZAMANKÝ HAYATINA KISA BÝR BAKIÞ

 

Evvelâ: Hükema-yý Ýþrakiyyunun mesleklerine sülûk ederek, zühd ve riyazete baþladý. Hükema-yý Ýþrakiyyun, tedric kanunu mûcibince vücudlarýný riyazete alýþtýrmýþlardý. O ise tedrice riayet etmiyerek birdenbire riyazete daldý. Gün geçtikçe, vücudu tahammül etmeyerek zaîf düþmeye baþladý. Üç günde bir parça ekmekle idare ediyordu. Ülema-yý Ýþrakiyyunun, "Riyazetin küþayiþ-i fikre hizmet ettiði" nazariyesi üzerine, onlar gibi yapacaðým diye çalýþýyordu.

 

Saniyen: Ýmam-ý Gazalî Hazretlerinin "Ýhya-ül Ulûm"unda tasavvuf nokta-i nazarýnda دَعْ مَا يُرِيبُكَ اِلَى مَالاَ يُرِيبُكَ kaidesine ittibaen, ekmeði bile bir zaman terkedip, ot ile idareye koyuldu.

 

Salisen: Nadir konuþuyordu. Kürdlerin edib dâhîlerinden Molla Ahmed Hâni Hazretlerinin, gündüzleyin bile havf ile girilen kubbe-i saadetine kapanýr, bazan geceleyin de orada kalýrdý. Bundan dolayý ahali, Bediüzzaman'a: "Ahmed Hanî Hazretlerinin feyzine mazhar olmuþtur" diyordu. Bu hali, müþarün'ileyhin kerametine hamlederlerdi. O vakitlerde kendisi onüç-ondört yaþlarýnda idi. Sonra ülemadan mümtaz sîmalarla mülâkat etmeye karar verdi ve Baðdad'a ziyaret kasdýyla hocasýndan izin istedi. Derviþ kýyafetine girdi. Yollarý takib etmeden daðlarda, ormanlarda gece dolaþarak Baðdad'a gitmek niyetinde iken Bitlis'e geldi. Bitlis'te Þeyh Mehmed Emin Efendi Hazretlerinin yanýna giderek, iki gün kadar dersinde bulundu. Þeyh Mehmed Emin Efendi, kendisine kisve-i ilmiyeye girmesini teklif etti. Molla Said cevaben:

 

-Ben henüz sinn-i bülûða vâsýl olmadýðýmdan, muhterem bir müderris kýyafetini kendime yakýþtýramýyorum. Ve ben bir çocuk iken, nasýl hoca olabilirim? diyerek teklifini kabul etmemiþtir.

 

Bundan sonra, Þirvan'daki biraderinin yanýna gitti. Orada büyük kardeþiyle ilk görüþmede aralarýnda þöylece kýsa bir muhavere cereyan etti.

 

Molla Abdullah:

 

sh: » (T: 34)

 

- Sizden sonra ben Þerh-i Þemsî kitabýný bitirdim, siz ne okuyorsunuz?

 

Bediüzzaman:

 

-Ben seksen kitab okudum.

 

Molla Abdullah:

 

-Ne demek?

 

Bediüzzaman:

 

-Ýkmal-i nüsah ettim ve sýranýza dâhil olmayan birçok kitablarý da okudum.

 

Molla Abdullah:

 

-Öyle ise seni imtihan edeyim?

 

Bediüzzaman:

 

-Hazýrým, ne sorarsanýz sorunuz!

 

Molla Abdullah, biraderini imtihan eder. Kifayet-i ilmiyesini takdir ile, sekiz ay evvel talebesi bulunan Molla Said'i kendisine üstad kabul etti ve talebelerinden gizli olarak küçük biraderinden ders almaya baþladý. Ve bittabi, daha evvel okuttuðu kardeþini kendisine üstad yaptýðýný sezdirmiyordu. Nihayet talebeler, Molla Abdullah'ýn Molla Said nezdinde ders okuduðunu kapýdan, anahtar deliðinden gizlice görünce taaccüb ederek sormuþlarsa da; Molla Abdullah cevaben:

 

-Nazar deðmemek için, ben ona ders veriyorum, demiþ ve talebelerini aldatmýþtý.

 

Molla Abdullah'ýn yanýnda bir müddet kaldýktan sonra Siirt'e gelir. Orada bulunan Molla Fethullah Efendi'nin medresesine gider. Molla Fethullah, Molla Said'e:

 

-Geçen sene "Süyûtî" okuyordunuz, bu sene Molla Câmî'yi mi okuyorsunuz?

 

Bediüzzaman:

 

-Evet "Câmî"yi bitirdim.

 

Molla Fethullah hangi kitabý sordu ise, "bitirdim" cevabýný alýnca, tahayyürde kaldý. Bu kadar kitabý bitirdiðini, hem de az zamanda bitirdiðini aklýna sýðýþtýramadý, taaccüb etti ve dedi:

 

-Geçen sene deli idin, bu senede mi delisin?

 

Bediüzzaman:

 

 

 

 

 

sh: » (T: 35)

 

-Ýnsan baþkasýna karþý kesr-i nefs için hakikatý ketmedebilir. Fakat babadan daha muhterem olan üstadýna karþý hakikat-ý mahzdan baþka bir þey söyleyemez. Emrederseniz söylediðim kitablardan beni imtihan ediniz der.

 

Molla Fethullah hangi kitabdan sordu ise, cevabýný güzelce verir.

 

Bunun üzerine bu muhavereyi dinleyen ve bir sene evvel Saidin hocasý bulunan Molla Ali-i Suran namýndaki zât, kendilerinden ders almaya baþladý.

 

Molla Fethullah:

 

-Pek âlâ, zekâda hârikasýnýz, fakat hýfzýnýz nasýldýr? Makamat-ý Harîriye'den birkaç satýrýný iki defa okumakla hýfzedebilir misiniz? diyerek kitabý uzatýr.

 

Molla Said alarak, bir yapraðýný bir defa okumakla hýfzetti ve okudu.

 

Molla Fethullah:

 

-Zekâ ile hýfzýn ifrat derecede bir kimsede tecemmuu nâdirdir, diyerek hayrette kaldý.

 

Bediüzzaman orada iken, Cem'-ül Cevami' kitabýný, günde bir-iki saat iþtigal etmek üzere bir haftada hýfzetti. Bunun üzerine Molla Fethullah þu kelâmý söyliyerek kitabýn üzerine yazdý:

 

قَدْ جَمَعَ فِى حِفْظِهِ جَمْعُ الْجَوَامِعِ جَمِيعَهُ فِى جُمْعَةٍ

 

Bu hal Siirt'te þüyû' bulmuþ ve Molla Fethullah, ülemaya:

 

-Bizim medreseye gayet genç bir talebe geldi. Her ne sual ettimse bilâ-tevakkuf cevab verdi. Bu yaþta zekâsýna ve ilmine ve fazlýna hayran kaldým diyerek pek çok medheder. Bunun üzerine ülema bir yerde toplanarak Bediüzzaman'ý davet ederler. Bediüzzaman intihab ettikleri bütün suallerine bilâ-tereddüd cevab verirken, Molla Fethullah'ýn yüzüne bakýyordu. Sanki kitaba bakýyor gibi kendilerinden okuyarak cevab veriyordu. Bunu gören ülema, Bediüzzaman'ýn hârikulâde bir genç olduðuna hükmedip, faziletini takdir ve sena ettiler. Bu hal etrafta iþitilir. Ahali, kendisine veliyyullah derecesinde ihtiram eder ve o nazarla bakarlar. Bu vaziyet, ikinci derecede bulunan bir takým âlim ve talebelerin

 

sh: » (T: 36)

 

rekabetlerini arttýrdý. Genç, tecrübesiz talebelerden bir kýsmý, ilmen maðlub edemedikleri Bediüzzaman'ý kavga yoluyla iskât etmek teþebbüsünde bulunmuþlarsa da, mes'eleden haberdar olan Siirt ahalisi, kendisini kurtarmak için gelmiþler. Ahali nazarýnda büyük mevkii olduðu için, derhal muarýzlarýn ellerinden kurtarýlmýþ ve bir odaya býrakýlmýþ ise de Bediüzzaman, mesleklerine olan fevkalâde muhabbetinden, muarýzlarý bulunan talebe ve ehl-i ilmin cahillere hedef olmamasýný temin için kendisi odadan çýkýp muarýzlarý tarafýndan telef edilse bile ehl-i ilmin iþine cahillerin karýþmamasýný müdafaa eder. Bu ihtilafý kaldýrmak maksadýyla herhangi bir talebeye:

 

-Beni öldürünüz, ilmin haysiyetini muhafaza ediniz! diyerek yüzünü çevirmiþ ise de hiçbir talebe kendisine hücum etmemiþ ve nihayet ihtilaf bertaraf edilmiþtir. Siirt Mutasarrýfý, kendisini muhafaza etmek üzere yanýna çaðýrdýðý ve o talebeleri nefyedeceði haberini teblið etmeye gönderdiði jandarmaya karþý Bediüzzaman:

 

-Biz talebeyiz, birbirimizle döðüþürüz, barýþýrýz. Binaenaleyh mesleðimiz haricinde bulunan birisinin bize karýþmasý muvafýk olmadýðýndan gelemiyeceðim ve hata da benimdir. Cevabýnda bulunarak jandarmalarý reddetmiþtir.

 

Bu esnada onbeþ-onaltý yaþlarýnda bulunuyordu. Lâkin kuvve-i bedeniyece pek çevik ve metindi. "Said-ül-Meþhur" lakabiyle yâdediliyordu. Siirt'te kendisiyle mücadele etmek isteyen bütün arkadaþlarýna karþý hazýr bulunduðu ve ayný zamanda sorulacak bütün suallere cevab vereceðini, kimseye sual sormayacaðýný ilân etti. Sonra tekrar Bitlis'e geldi. Bitlis'te bir-iki þeyh hanedanýnýn, âlim ve talebelerin arasýnda geçimsizlik olduðunu iþitir. Fesadý netice veren sözlerin, bilhassa gýybetin Ýslâmiyete yakýþmadýðýný onlara ihtar edince; Molla Said'i, Þeyh Emin Efendi'ye þikayet ederler. Þeyh Emin ise:

 

-Henüz çocuk olduðundan, kabil-i hitab deðildir, der.

 

Bu söz Molla Said'e teblið edildiði anda, zâten bu gibi sözlere fýtraten tahammülsüz olduðundan Þeyh Emin Efendi'nin huzuruna çýkarak elini öper ve:

 

-Efendim, beni imtihan ediniz; kabil-i hitab olduðumu isbat etmek isterim, der.

 

sh: » (T: 37)

 

Þeyh Emin Efendi mütenevvi ilimlerden ve en müþkil mes'elelerden onaltý sual tertib ederek sorar. Molla Said, suallerin umumuna cevab verdikten sonra, Kureyþ Câmiine gider, ahaliye va'z ve nasihat etmeye baþlar. Bunun üzerine Bitlis ahalisinin bir kýsmý Molla Said'e, bir kýsmý da Þeyh Emin Efendi'ye yardým etmek isterler. Bundan dolayý vali, büyük bir vukuata meydan vermemek için Bediüzzaman'ý nefyeder. Bu defa da Þirvan'a gider. Zâten infirad eden böyle zâtlarýn muarýzlarý pek çok bulunur. Bilhassa mücadele-i ilmiyede maðlub düþenlerden bazý zâhir hocalar, Molla Said'i ahali nazarýnda küçük düþürmek için var kuvvetleriyle çalýþýyorlardý. Her hususatýný tecessüs ettirirlerdi. Bir gün nasýlsa, kazaen sabah namazýný geçirmiþ. Buna vakýf olan hasýmlarý, "Molla Said, namazý terketmiþtir" diyerek ahali arasýnda iþâada bulundular. Molla Said'den soruldu ki:

 

-Niçin herkes bunu böyle söylüyor?

 

Molla Said:

 

Evet, esassýz bir þey âlemin içinde çabuk yayýlmaz. Hata bendedir. Onun için, iki cezaya uðradým: Birisi Allah'ýn itabý, diðeri nâsýn ta'rizi. Bunun esas sebebi ise, geceleyin âdet edindiðim vird-i þerifi terkettiðimdir. Ýþte âlemin ruhu bu hakikata temas etmiþse de, tamamýný kavrayamayarak ismini bilemeyip þu vechile hatayý isimlendirmiþler, cevabýný verir.

 

Þirvan'da bulunduðu sýrada Siirt civarýndan birisi gelerek:

 

-Aman efendim, Siirt'e bir çocuk gelmiþ, kendisi ondört-onbeþ yaþýnda, umum ülemayý ilzam etti. Þunu ilzam etmek için sizi davete geldim, der.

 

Molla Said de þu davete icabet ederek Siirt'e gitmek için hazýrlanýr. Yola düþerler, iki saat gittikten sonra, o küçük hocanýn evsaf ve kýyafetini sorar. O adam:

 

-Efendim, ismini bilmiyorum; fakat ilk geliþte derviþ kýyafetinde olup omuzunda bir posteki vardý. Bilâhare talebe kýyafetine girdi ve umum ülemayý ilzam etti.

 

Bunu dinlediðinde, kendisinden bahsettiðini ve bir sene evvelki kendi vukuatýnýn þimdi civar köylerde þüyû' bulduðunu anlayarak geriye döner, davete icabet etmez.

 

Bilâhare Siirt'e baðlý Tillo kasabasýna gitti. Meþhur bir türbeye

 

sh: » (T: 38)

 

kapandý. Orada hârika olarak Kamus-u Okyanus'u Bâb-üs Sin'e kadar hýfzetti. Ne fikre binaen kamusu hýfzettiði sorulduðunda:

 

-Kamus her kelimenin kaç manaya geldiðini yazýyor. Ben de bunun aksine olarak her manaya kaç kelime kullanýldýðýný gösterir bir kamus vücuda getirmek merakýna düþtüm, cevabýnda bulundu. Mezkûr türbeye kapandýðý vakit küçük biraderi Mehmed, yemeðini getiriyordu. Yemek içindeki taneleri kubbenin etrafýnda bulunan karýncalara vererek kendisi ekmeðini yemeðin suyuna batýrarak kanaat ediyordu.

 

-Neden dolayý taneleri karýncalara veriyorsun? denildiðinde:

 

-Bunlarda hayat-ý içtimaiyeye mâlikiyet ve fevkalâde vazifeþinaslýk ve çalýþma bulunduðunu müþahede ettiðim için cumhuriyetperverliklerine mükâfaten kendilerine muavenet etmek istiyorum, cevabýnda bulunmuþtur...(Haþiye)

 

(Haþiye): 1935'te Eskiþehir Aðýr Ceza Mahkemesinde "Cumhuriyet hakkýnda fikrin nedir?" sualine cevaben:

 

-Eskiþehir mahkeme reisinden baþka daha sizler dünyaya gelmeden benim dindar bir cumhuriyetçi olduðumu elinizdeki tarihçe-i hayatým isbat eder, diyerek yukarýda zikredilen "Karýnca hâdisesini" anlatýr ve þöyle der:

 

-Hulefa-yý Raþidîn herbiri hem halife, hem reis-i cumhur idi. Sýddýk-ý Ekber, Aþere-i Mübeþþereye ve Sahabe-i Kirama elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat manasýz isim ve resim deðil, belki hakikat-ý adaleti ve hürriyet-i þer'iyeyi taþýyan mana-yý dindar cumhuriyetin reisleri idiler.

 

Tillo'da iken, bir gece Þeyh Abdülkadir-i Geylanî (K.S.) Hazretlerini rü'yasýnda görür. Geylanî Hazretleri (K.S.) kendisine hitaben:

 

-Molla Said! Mîran Aþireti reisi Mustafa Paþa'ya gidiniz ve kendisini tarîk-ý hidayete davet ediniz. Yaptýðý zulümden vazgeçerek namaza ve emr-i marufa müdavim olmasýný tavsiye ediniz. Aksi takdirde öldürünüz.

 

Molla Said, bu rü'yayý görür görmez, hemen tedarikini yaparak Mîran Aþireti'ne doðru Tillo'dan hareket eder, doðruca Mustafa Paþa'nýn çadýrýna girer. Paþa orada bulunmadýðýndan, biraz istirahat eder. Sonra Mustafa Paþa içeri girer. Orada hazýr olanlarýn hepsi kýyam ettikleri halde Molla Said yerinden bile kýmýldanmaz. Paþa'nýn nazar-ý dikkatini celbedince, aþiret binbaþýlarýndan Fettah Bey'den kim olduðunu sorar. Fettah Bey, meþhur Molla Said olduðunu bildirir. Halbuki Paþa, ülemadan hiç hoþlanmazdý.

 

sh: » (T: 39)

 

Þübhesiz bunun üzerine daha fazla kýzmýþ ise de izhar etmemiþti. Molla Said'e ne için buraya geldiðini sorunca, Molla Said cevaben:

 

-Seni hidayete getirmeye geldim. Ya zulmü terkedip namazýný kýlacaksýn veyahud seni öldüreceðim! demesinden paþa hiddetlenerek dýþarý çýkar. Biraz dolaþtýktan sonra yine çadýra girer ve Molla Said'e ne için geldiðini tekrar sorar. Molla Said:

 

-Sana söyledim ya.. onun için geldim, der. Mustafa Paþa çadýrýn direðinde asýlý bulunan Said'in kýlýncýna iþaret ederek:

 

-Bu pis kýlýnçla mý?

 

Bediüzzaman: Kýlýnç kesmez, el keser cevabýnda bulunur.

 

Mustafa Paþa tekrar dýþarýya çýkarak biraz gezindikten sonra içeriye girer. Bediüzzaman'a:

 

-Benim Cezire'de çok âlimlerim var; eðer hepsini ilzam edebilirsen senin dediðini yaparým, eðer ilzam edemezsen seni Fýrat Nehri'ne atarým.

 

Molla Said:

 

-Bütün ülemayý ilzam etmek benim haddim olmadýðý gibi, beni de nehre atmak senin haddin deðildir. Fakat ülemaya cevab verince sizden birþey isterim ki, o da mavzer tüfeðidir. Þayet sözünde durmazsan, seni onunla öldüreceðim, der.

 

Bu muhavereden sonra Paþa ile birlikte atlarla Cezire'ye giderler. Yolda Paþa kat'iyen Molla Said'le konuþmaz. Bani Haný dedikleri mevkie gelince, yorgunluðundan Molla Said orada biraz yatar; uykudan uyanýr uyanmaz etrafýnda bütün Cezire âlimlerinin, kitablarý ellerinde beklediklerini görür. Biraz görüþtükten sonra çay ikram edilir. Cezire âlimleri Molla Said'in þöhretini iþittikleri için, mebhut ve hayran bir vaziyette çaylarýný bile unutarak Molla Said'in sualine intizar etmekte idiler. Molla Said ise kendi çayýný içtikten sonra dalgýn dalgýn karþýsýnda bulunan bir-iki âlimin çayýný da içer, onlar farkedemezler. Mustafa Paþa, hocalara hitaben:

 

-Ben okumuþ deðilim, fakat Molla Said ile mücadelenizde maðlub olacaðýnýzý þimdi anlýyorum. Zira bakýyorum ki, siz düþünmekten çaylarýnýzý unuttuðunuz halde, Molla Said kendi çayýný içtikten baþka iki-üç bardak da sizin çayýnýzý içti.

 

sh: » (T: 40)

 

Bunun üzerine, biraz latife ettikten sonra Molla Said bu âlimlere karþý:

 

-Efendiler! Bendeniz va'detmiþim, hiç kimseye sual sormam. Binaenaleyh suallerinize muntazýrým, der.

 

Bu hocalar kýrk kadar sual sorarlar. Umumuna cevab verdikten sonra, her nasýlsa Molla Said bir sualin cevabýný yanlýþ söylediði halde karþýsýndakiler doðru telakki ederek tasdik etmiþlerdi. Meclis daðýlýnca Molla Said hatýrlar, hemen arkalarýndan koþarak:

 

-Affedersiniz, bir sualin cevabýný yanlýþ söylediðim halde farkýna varmadýnýz, diyerek cevabýný tashih eder.

 

Hocalar dediler:

 

-Ýþte þimdi hakkýyla bizi tam ilzam ettiniz!

 

Sonra o hocalardan bir kýsmý Molla Said'den ders almaya gelirler.

 

Bundan sonra Mustafa Paþa, ahdettiði mavzer tüfeðini hediye eder ve namaz kýlmaya baþlar. Molla Said, ilimdeki emsalsiz hârika istidadý derecesinde vücudca da gayet idmanlý ve kuvvetli idi. Güreþ tutmaktan pek hoþlanýrdý. Medreselerde bulunan umum talebelerle güreþirdi. Hiçbirisi güreþte bile onu maðlub edemezdi.

 

Mustafa Paþa ile bir gün at yarýþýna çýkarlar. Fakat kasdî olarak Mustafa Paþa gayet serkeþ ve talimsiz ve hiç binilmemiþ bir at hazýrlanmasýný emreder. Molla Said'e binmek için verir. (Allahu a'lem, attan düþüp ölmesini istemiþ.) Onaltý yaþýnda bulunan Molla Said, serkeþ atý biraz dolaþtýrdýktan sonra koþturmayý arzu eder. At, onun verdiði istikametten çýkarak baþka bir istikamete doðru koþar. Var kuvvetiyle durdurmak ister ise de muvaffak olamaz. Nihayet çocuklarýn bulunduðu yere gider. Cezire aðalarýndan birisinin oðlu yol üstünde iken hayvan iki ayaðýný kaldýrýp çocuðun omuzlarý arasýna vurunca çocuk yere düþerek hayvanýn ayaklarý altýnda çýrpýnmaya baþlar. Nihayet etraftan imdada ulaþýrlar. Çocuðu hareketsiz ölü suretinde görünce Molla Said'i öldürmek isterler. Aðanýn hizmetçileri hançerlerini çekince, Molla Said hemen rovelverine el atar ve adamlara hitaben:

 

-Hakikata bakýlýrsa çocuðu Allah öldürmüþ, zâhire bakýlýrsa at öldürmüþ, sebebe bakýlýrsa Kel Mustafa öldürmüþ, çünki

 

sh: » (T: 41)

 

bu atý bana o verdi. Durunuz, ben gelip çocuða bakayým, ölmüþ ise sonra muharebe edelim, diyerek attan inerek çocuðu kucaklar; çocukta hareket görmeyince soðuk suyun içine batýrýp çýkarýr. Çocuk gülerek gözünü açar. Bunun üzerine bütün ahali mütehayyir kalýrlar. Bu acib vak'a üzerine bir müddet Cezire'de kaldýktan sonra, talebesi Molla Sâlih ile bedevî arablarýn meskeni olan Biro'ya giderler. Orada biraz kalýnca tekrar Mustafa Paþa'nýn eskisi gibi zulme baþladýðýný iþitir, yanýna gider ve ona nasihat eder, tehdid eder. Bir gün bir münakaþa arasýnda Mustafa Paþa'ya:

 

-Yine mi zulme baþladýn, seni Hak namýna öldüreceðim! tehdidinde bulunur. Paþa'nýn kâtibi ortaya atýlýr.

 

O sýrada Molla Said, Mustafa Paþa'yý zulmünden dolayý çok tahkir eder.

 

Paþa bu tahkire tahammül edemiyerek, öldürmek için üzerine hücum eder; fakat Mîran aðalarý zabtederler. Nihayet Mustafa Paþa'nýn oðlu Abdülkerim Molla Said'e yaklaþarak:

 

-Onun akidesi yanlýþtýr; rica ederim, þimdilik buradan baþka yere teþrif ediniz, der.

 

Abdülkerim'in sözünü kýrmaz, yalnýz olarak bedevîlerin meskeni olan Biro Çölü'ne doðru hareket eder. Yolda bedevî eþkiyalarýna tesadüf eder. Bedevîlerin silâhlarý mýzrak ve Molla Said'in silâhý mavzer olduðundan, eþkiyalara doðru kurþun atmaya baþlar, eþkiyalar çekilirler. Yoluna devam ederken ikinci çeteye tesadüf eder. Bu defa eþkiyalar çok olduðundan etrafýný çevirirler. Kendisini öldürecekleri sýrada içlerinden birisi tanýyarak:

 

-Ben bunu Mîran Aþireti'nin içinde gördüm. Bu meþhur bir adamdýr deyince, derhal bedevîler çekilerek kusurlarýnýn af buyurulmasýný dilerler. Ve korkulu olan yerlerde kendilerine muhafýzlýk yapmak istemiþlerse de Molla Said reddedip, yalnýz olarak yoluna devam eder. Birkaç gün sonra Mardin'e gelir. Mardin ülemasý muarazaya kalkýþýrlarsa da muvaffak olamazlar, evlâdlarý yaþýnda olan genç Said'de hârika bir þekildeki ilmî kudreti görünce kendilerine üstad kabul ederler.

 

Bu esnada, Mardin'e gelen iki talebeye tesadüf etti. Bunlardan birisi, Cemaleddin-i Efganî'ye mensub olup; diðeri, tarîkat-ý

 

sh: » (T: 42)

 

Sünûsiyeden idi. Bunlar vasýtasýyla hem Cemaleddin-i Efganî'nin mesleðine, hem de tarîk-ý Sünûsî'ye aþinalýk peyda etti.

 

Molla Said çok genç yaþta iken siyasî hayata atýlýr, vatan ve millete hizmete baþlar. Ýlk hayat-ý siyasiyesi Mardin'de baþlamýþtýr. Bunun üzerine bir mutasarrýfýn pençe-i kahrýyla, elleri baðlý, muhafýz nezaretinde Bitlis'e nefyedildi. Jandarmalarla yolda giderken namaz vakti gelir. Namaz kýlmak için, kayýdlarýn açýlmasýný jandarmalara ihtar eder. Jandarmalar kabul etmeyince, demir kayýdlarý bir mendil gibi açarak önlerine atar. Jandarmalar, bu hali keramet addedip hayretler içinde kalýrlar. Teslimiyetle, rica ve istirham ile:

 

-Biz þimdiye kadar muhafýzýnýz idik, bundan sonra hizmetçiniziz! derler. (*)

 

(*) Bir gün Bediüzzaman'a soruldu: Kaydý nasýl açtýn?

 

Dedi: Ben de bilmem. Fakat olsa olsa namazýn kerametidir.

 

Bitlis'te iken bir gün kendilerine vali ile bir kýsým memurlarýn içki içtikleri ihbar olununca, hiddetlenerek:

 

-Bitlis gibi dindar bir memlekette hükûmeti temsil eden bir zâtýn irtikâb ettiði bu muameleyi kabul edemem! diyerek içki meclisine gider. Evvelâ içki hakkýnda bir hadîs-i þerif okuduktan sonra pek acý sözler söyler; valinin vurdurmak için iþaret etmesi ihtimaline binaen de bir elini rovelverinin bulunduðu yerde tutar. Fakat vali fevkalâde mütehammil ve hamiyetli bir zât olduðundan, kat'iyen ses çýkarmaz. Oradan ayrýlýnca valinin yaveri genç Said'e:

 

-Ne yaptýnýz? Söyledikleriniz, idamýnýzý mûcibdir, der.

 

Genç Said:

 

-Ýdam hayalime gelmedi, hapis ve nefiy zannederdim. Her ne ise, bir münkeri def'etmek için ölürsem ne zararý var? cevabýnda bulunur.

 

Oradan avdetinden bir-iki saat sonra, iki polis vasýtasýyla vali kendisini istetir. Valinin odasýna girerken; vali hürmet ve tazimle genç Said'i karþýlayarak, elini öpmek ister. Ýltifatla yer göstererek:

 

-Herkesin bir üstadý vardýr. Sen de benim üstadýmsýn, der.

 

* * *

 

sh: » (T: 43)

 

Genç Said fýtraten, bir kanun altýnda yaþamayý ve harekâtýnýn tahdid olunmasýný sevmez. Her halinde, her hareketinde gayet serbest olmasýný arzu eder ve daima "Ben, hürriyet ve serbestiyetimi hiçbir keyfî kanunla tahdid ettirmem." derdi. Bunun içindir ki, ilk Ýstanbul'a teþriflerinde yine her kayýddan uzak kalmakta ýsrar etmiþ ve hayatýnýn bütün safhalarýnda bu vaziyet müþahede edilmiþtir. Ondaki bu serbestiyet ve hürriyet aþký, hayatýnýn yarýsýndan sonra Avrupa'dan gelen müdhiþ bir dalâlet ve zýndýka taarruzuna karþý koymayý ve felsefe-i tabiiyeden doðan dehþetli bir istibdad-ý mutlakýn hilaf-ý Kur'an prensiplerine boyun eðmemeyi, onlara itaat etmemeyi ve hakikî hürriyet-i meþrua olan Ýslâmî hürriyet ve medeniyete çalýþmayý netice vermiþtir.

 

Molla Said, Bitlis'te iken onbeþ-onaltý yaþlarýnda idi. Henüz sinn-i bülûða vâsýl olmuþtu. O zamana kadar bütün malûmatý sünuhat kabilinden olduðu için, uzun uzadýya mütalaaya lüzum görmezdi. Fakat o zaman sinn-i bülûða vâsýl olduðundan mý veyahut siyasete karýþtýðýndan mý, her nedense eski sünuhat yavaþ yavaþ kaybolmaða baþladý. Bunun üzerine her türlü fenne ait eserleri tedkike koyuldu. Bilhassa Din-i Ýslâma varid olan þekk ve þübheleri reddetmek için "Metali" ve "Mevakýf" nam eserler ile ulûm-u âliye آليه (Sarf, Nahiv, Mantýk vesaire) ve âliyeye عاليه (Tefsir ve Ýlm-i Kelâm)a dair kýrk kadar kitabý iki sene zarfýnda hýfzeyledi. Hattâ her gün okumak þartýyla, hýfzettiði kitablarýn üç ayda bir kerre devrine muvaffak oluyordu. Molla Said'in iki mutezad hali vardý:

 

Birincisi: Fikrinin münkeþif bulunduðu vakitler ki; her ne eline alýrsa, onu anlamamasý mümkün deðildi.

 

Ýkincisi: Fikrinin münkabýz bulunduðu vakitler ki; mütalaa deðil, konuþmaktan bile hoþlanmazdý.

 

Molla Said günde bir-iki cüz' okumak suretiyle Kur'aný hýfza baþladý. Her gün iki cüz' ezber etmekle, Kur'anýn mühim bir kýsmýný hýfzýna aldý, fakat iki sünuhat ile, tekmili müyesser olmadý:

 

Birincisi, Kur'anýn çok sür'atle okunmasý bir hürmetsizlik olmasýn diye; ikincisi, Kur'an hakaikýnýn hýfzýnýn daha ziyade lüzumu var diye kalbine gelmiþ. Onun için Kur'an hakaikýnýn anahtarý olacak ve þübehata karþý muhafaza ve mukabele edecek

 

sh: » (T: 44)

 

hikmet ve fünun-u Ýslâmiyeye dair kýrk risaleyi iki senede hýfzýna aldý. Her gün bir parça ezberden okumak suretiyle, hepsini üç ayda ancak devrediyordu.

 

"Mirkat" ismindeki kitabý, haþiye ve þerh olmaksýzýn hýfzetmeye baþladý. Bilâhare eline geçen mezkûr kitabýn haþiye ve þerhi ile kendi nokta-i nazarýný karþýlaþtýrmýþ, bütün mes'eleler muvafýk olup ancak üç kelime tevafuk etmemiþ. Bu tevcihleri de ülemanýn tahsinine mazhar olarak kabul edilmiþtir.

 

Bir gün Bitlis meþayihinden Þeyh Mehmed Küfrevî Hazretlerinin kendilerine beddua ettiðini birisi yalandan söyler. Bunun üzerine müþarün'ileyhi ziyarete gider. Þeyh Hazretleri Molla Said'e iltifat eder, teberrüken bir ders verir. Ýþte Molla Said'in en son aldýðý ders bu olmuþtur.

 

Bir gece Molla Said, rü'yasýnda Þeyh Mehmed Küfrevî Hazretlerini görür. Kendisine hitaben:

 

-Molla Said; gel beni ziyaret et, gideceðim demesi üzerine hemen gider; ziyaret eder. Ve þeyhin uçup gittiðini görünce, uyanýr. Saate bakar, saat gecenin yedisidir. Tekrar yatar. Sabahleyin Þeyh'in hanesinden matem seslerinin yükseldiðini iþitir, oraya gider ve Þeyh Hazretlerinin gece saat yedide vefat ettiðini haber alýr.

 

اِنَّا لِلّهِ وَاِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ * رَحْمَةُ اللّهِ عَلَيْهِ *آمِينَ

 

Mahzun olarak geriye döner.

 

Molla Said þarkýn büyük ülema ve meþayihinden olan Seyyid Nur Mehmed, Þeyh Abdurrahman-ý Tâðî, Þeyh Fehim ve Þeyh Mehmed Küfrevî gibi zevat-ý âliyenin herbirisinden ilm-i irfan hususunda ayrý ayrý derslere nail olduðundan, onlarý fevkalâde severdi. Ülemadan Þeyh Emin Efendi, Molla Fethullah ve Þeyh Fethullah Efendilere de ziyade muhabbeti vardý.

 

Van'da maruf ülemâ bulunmadýðýndan, Hasan Paþa'nýn daveti üzerine Molla Said Van'a gitti. Van'da onbeþ sene kalarak, aþâirin irþadý için aralarýnda seyahatla tedris ve tederrüs vazifesiyle hayat geçirdi. Van'da bulunduðu müddet, vali ve memurîn ile ihtilât ederek, bu asýrda yalnýz eski tarzdaki Ýlm-i Kelâm'ýn Ýs-

 

sh: » (T: 45)

 

lâm Dini hakkýndaki þekk ve þübhelerin reddine kâfi olmadýðýna kanaat hasýl etmiþ ve fünunun tahsiline lüzum görmüþtür. (Hâþiye)

 

(Hâþiye): Bediüzzaman'ýn çok genç yaþýndaki bu vukufiyeti, onun istikbaldeki çok muazzam hizmet-i Kur'aniye ve Ýslâmiyesi için hazýrlanmasýný temin etmiþtir. Bu kanaatýný o zaman izhar ettiðinden otuz-kýrk sene sonra, Ýlm-i Kelâm'da bir teceddüd yapan Risale-i Nur külliyatýnýn te'lifine Cenab-ý Hak muvaffak eylemiþtir.

 

Bu kanaatý hasýl ettiði o zamanda, ulûm-u müsbete denilen bütün fenleri tetebbua baþlayarak pek kýsa bir zamanda Tarih, Coðrafya, Riyaziyat, Jeoloji, Fizik, Kimya, Astronomi, Felsefe gibi ilimlerin esaslarýný elde etmiþtir. Bu ilimleri bir hocadan ders alarak deðil, yalnýz kendi mütalaasý sayesinde hakkýyla anlamýþtýr. Meselâ: Bir Coðrafya muallimini, mübahaseye giriþmeden evvel, yirmidört saat içerisinde eline geçirdiði bir coðrafya kitabýný hýfzetmek suretiyle, ertesi gün Van Valisi merhum Tahir Paþa'nýn konaðýnda onu ilzam eder. Ve yine ayný surette bir muaraza neticesinde beþ gün zarfýnda Kimya-yý Gayr-ý Uzvî'yi (Ýnorganik Kimya) elde ederek, Kimya muallimiyle muarazaya giriþir ve onu da ilzam eder. Ýþte pek geç yaþýndaki mezkûr hârikulâdeliklere ve bahr-ý umman halinde bir ilme mâlikiyetine þahid olan ehl-i ilim, Molla Said'e "Bediüzzaman" lakabýný vermiþtir. Bediüzzaman Van'da bulunduðu müddet zarfýnda, o zamana kadar edindiði fikir ve mütalaalar ve ilmî ve dinî tedris usûllerini görmek ile ve zamanýn ihtiyac-ý zarurîlerini nazar-ý itibare almakla kendisine mahsus bir usûl-ü tedris icad eder. Bu da, hakaik-i diniyeyi asrýn fehmine uygun en yeni izah ve beyan tarzlarýyla isbat etmek suretiyle talebelerini tenvir etmektir.

 

Molla Said Van'da bulunduðu zamanlarda, bazý hususlarda o havalinin ülemasýna muhalif bulunuyordu. (Haþiye) Bu hususlar þunlardýr:

 

(Haþiye): Ayný vaziyet, seksen senelik hayatýnda da devam etmiþtir.

 

1- Kat'iyen hiç kimseden hediye olarak para almamak ve maaþ bile kabul etmemek. Evet hayatta hiçbir maddî mülkiyeti olmayýp, fakir ve kimsesiz ve daimî nefiy ve hapislerle çok sýkýntýlý ve dehþetli musibetler içerisinde yaþadýðý halde, kimseden para ve mukabelesiz hediye almadýðý, bilmüþahede görülmüþtür.

 

2- Hiçbir âlimden sual sormamak. Yirmi sene zarfýnda, daima

 

sh: » (T: 46)

 

ancak sorulanlara cevab vermiþti. Bu hususta kendileri derlerdi ki: "Ben ülemanýn ilmini inkâr etmem; binaenaleyh kendilerinden sual sormak fazladýr. Benim ilmimden þübhe edenler varsa, sorsunlar onlara cevab vereyim."

 

3- Yanýnda bulunan talebelerini ayný kendisi gibi zekat ve hediye almaktan men'etmek. Onlarý da yalnýz rýza-yý Ýlahî için çalýþtýrýrdý. Hattâ çok zamanlar, talebelerini kendi iaþe ederdi.

 

4- Daima mücerred kalmak ve dünyada hiçbir þeyle alâka peyda etmemek. Bunun içindir ki: "Bütün malýmý bir elimle kaldýrýp götürebilmeliyim" demiþtir. Bu halin sebebi sorulunca, "Bir zaman gelecek, herkes benim halime gýbta edecektir. Sâniyen, mal ve servet bana lezzet vermiyor; dünyaya ancak bir misafirhane nazarýyla bakýyorum." derdi.

 

Van'da bulunduðu vakit, merhum vali Tahir Paþa, Avrupa kitablarýný tetebbu' ederek kendisine sualler tertib edip sorardý. Bunlarýn hiçbirisini görmediði ve Türkçeyi de yeni konuþmaða baþladýðý halde, cevabýnda tereddüd etmezdi. Bir gün kitablarý görür ve Tahir Paþa'nýn bunlardan sual tertib ettiðini anlayarak az bir zamanda kitablarýn muhtevasýný elde eder.

 

O zamanda en büyük gaye ve düþüncesi, Mýsýr'daki Câmi-ül Ezher'e mukabil Bitlis ve Van'da "Medreset-üz Zehra" isminde bir dârülfünun vücuda getirmekti. Bu teþebbüsünü kuvveden fiile çýkarmak niyetinde olup bunu tasarlýyordu.

 

Van'da yaz zamanlarýný, Bâþit ve Beytüþþebab namýndaki yaylalarda geçiriyordu. Bir gün Tahir Paþa'ya, mezkûr daðlarýn baþýnda Temmuz'da bile buz bulunduðunu söyler. Tahir Paþa itiraz eder ve "Temmuz'da kat'iyen oralarda buz bulunmaz" iddiasýnda bulunur. Yaylada iken bir gün bunu hatýrlýyarak Tahir Paþa'ya yazdýðý ilk Türkçe mektubunda der:

 

-Ey Paþa! Bâþit baþýnda buz tuttu. Görmediðin þeyi inkâr etme. Her þey senin malûmatýnda münhasýr deðildir, vesselâm!

 

Molla Said, aþiretler arasýnda olan herhangi bir geçimsizliði iþitince hemen müdahale ederek, irþad yoluyla her iki tarafý da derhal barýþtýrýrdý. Hattâ hükûmetin bile barýþtýrmaktan âciz kaldýðý Þeker Aða ile Mîran Reisi Mustafa Paþa'yý barýþtýrdý. Ve Mustafa Paþa'ya:

 

sh: » (T: 47)

 

-Daha tövbe etmedin mi? diye sorunca, Mustafa Paþa da cevaben:

 

-Seydâ! Ne söylerseniz sözünüzden çýkmam, demiþtir.

 

Mustafa Paþa, at ile para teberru' etmek ister. Bediüzzaman reddederek:

 

-Þimdiye kadar kimseden para almadýðýmý iþitmediniz mi? Bahusus sizin gibi zalimden nasýl para alýrým? Ve siz galiba tövbenizi bozdunuz, þu takdirde Cezire'ye ulaþamazsýnýz, demiþtir.

 

Ve hakikaten Cezire'ye yetiþmeden yolda öldüðünü haber alýr.

 

Bediüzzaman, riyaziyede hârikulâde bir sür'at-i intikale mâlik idi. Herhangi bir müþkil mes'eleyi, zihnen hemen hallederdi. Hattâ Cebir Mukabele ilminde bir risale te'lif etmiþti. Tahir Paþa nezdinde hesab mes'eleleri münakaþa mevzuu olduðunda hesaba dair hangi mes'ele bahsedilse, baþkalarý ve en mâhir kâtibler neticeyi bulamadan, Molla Said zihnen çýkarýyordu. Çok defalar böyle yarýþlara giriþir ve umumunda daima birinci gelirdi. Bir defasýnda þöyle bir sual sordular:

 

-Onbeþ müslim, onbeþ gayr-ý müslim farzedilerek, birbiri ardýna dizilince bunlara yapýlacak her kur'ada gayr-ý müslime isabet etmesi matlubdur. Nasýl taksim edilir?

 

Bu suale cevaben:

 

-Bunlarýn yüz yirmi dört vaziyet-i muhtemelesi vardýr, diyerek yapar.

 

Hem de der:

 

-Bundan daha müþkilini de kendim icad ederim. Ýki bin beþyüz vaziyet-i muhtemeleye göre yaparým.

 

Ýki saat zarfýnda yüz adamdan elli adet gayr-ý müslimi o vaziyette taksim eder ki, daima kur'ayý gayr-ý müslime düþürür. Ve hattâ beþyüz gayr-ý müslim olmakla ikiyüz ellibin vaziyet-i muhtemele üzerine bir mes'ele çýkarttý ve Tahir Paþa'ya göstererek bir risale þeklinde yazdý (Haþiye).

 

(Haþiye): Maatteessüf o risale Van'da bir yangýnda yanmýþtýr.

 

 

 

sh: » (T: 48)

 

Bediüzzaman Van'da bulunduðu zamanlarda, vali Tahir Paþa ile bazý gazetelerden havadis okurdu. Bilhassa Ýslâmiyeti alâkadar eden hususlara dikkat ederdi. Van'daki ikameti esnasýnda, âlem-i Ýslâmýn vaziyetini bir derece öðrenmiþ bulunuyordu. Bir gün Tahir Paþa bir gazetede þu müdhiþ haberi ona göstermiþti. Haber þu idi:

 

Ýngiliz Meclis-i Meb'usanýnda Müstemlekât Nâzýrý, elinde Kur'an-ý Kerim'i göstererek söylediði bir nutukta:

 

Bu Kur'an, Ýslâmlarýn elinde bulundukça biz onlara hâkim olamayýz. Ne yapýp yapmalýyýz, bu Kur'aný onlarýn elinden kaldýrmalýyýz; yahut Müslümanlarý Kur'andan soðutmalýyýz, diye hitabede bulunmuþ.

 

Ýþte bu müdhiþ haber, onda tarifin fevkinde bir tesir uyandýrmýþtý. Ýstidadý þimþek gibi alevli, duygularý ve bütün letaifi uyanýk ve ilim, irfan, ihlas, cesaret ve þecaat gibi hârika inayet ve seciyelere mazhar olan Bediüzzaman'ýn, bu havadis üzerine: "Kur'anýn sönmez ve söndürülmez manevî bir güneþ hükmünde olduðunu, ben dünyaya isbat edeceðim ve göstereceðim!" diye kuvvetli bir niyet ruhunda uyanýr ve bu saikle çalýþýr. (Haþiye)

 

______________

 

(Haþiye): Said Nursî altmýþbeþ sene evvel Van'da Vali Tahir Paþa'nýn yanýnda iken okuduðu bir gazetede, Ýngiliz Müstemlekât Nâzýrý'nýn Ýngiliz Meclis-i Meb'usanýnda elinde Kur'aný göstererek: "Bu Kur'an, müslümanlarýn elinde kaldýkça biz onlara hakikî hâkim olamayýz. Ya Kur'aný ortadan kaldýrmalýyýz veya onlarý Kur'andan soðutmalýyýz." sözü üzerine, ruhunda bir feveran ve nihayetsiz bir gayret uyanýr. Kur'anýn bir mu'cize olduðunu isbat ederek her tarafa neþretmek ve kâfirleri tam susturmak ister; buna kat'i karar verir. Van'da bulunduðu onbeþ sene müddet içerisinde hýfzýna aldýðý seksenden ziyade kitabý ezbere devrettiði gibi, âlem-i Ýslâmýn hal-i hazýrda durumu hakkýnda da gerekli her türlü malûmatý elde eder.

 

Nazîrsiz bir allâme olan Bediüzzaman, daha genç yaþýnda görünen müstesna zekâ ve ilminden de anlaþýldýðý gibi, sair emsalleri fevkinde kendisine ayrýca hikmet-i Kur'aniye talim edilmiþti. Kendisi, asr-ý hazýrýn ihtiyacýný karþýlayacak, zamanýn ilmî ve edebî seviyesinin fevkinde bütün dünyaya Kur'anýn mu'cize olduðunu isbat ve herkesi ikna' edebilecek bir kabiliyet, metanet, emel ve fedakârlýk taþýyordu.

 

 

 

Bir buðday tanesi kadar çam çekirdeðinden dað gibi bir aðacýn zuhuru, kudret-i Ýlahiyeyi açýkça gösterdiði gibi; maddî hiçbir kuvvete sahib olmayan, bilakis mazlum ve bir nevi elleri kollarý baðlý bir vaziyette Bediüzzaman'ýn çekirdek-misal hayatý ve hizmetiyle tarihin en dehþetli bir devrinde hem Anadolu, hem âlem-i Ýslâm, hem dünyanýn ekserisine de maddeten tesir edecek ve zihniyetlerini deðiþtirecek manevî küllî ve cihanþümul bir inkiþafýn zuhuru; aynen bir kudret-i mutlaka ve istihdam-ý Ýlahî ve sevk-i Rabbanî ile olduðu akla ve kalbe görünmektedir.

 

sh: » (T: 49)

 

Bediüzzaman'ýýn; Þarkî Anadolu'da "Medresetüzzehra" namýnda bir dârülfünun açmak, ya Van'da veyahut da Diyarbakýr'da dârülfünun derecesinde bir medrese tesisine çalýþmak için Ýstanbul'a geldi. Ýstanbul'a geliþini bir muharrir þöyle tasvir etmiþti: "Þarkýn yalçýn kayalýklarýndan, bir ateþpare-i zekâ, Ýstanbul âfâkýnda tulû' etti."

 

Ýstanbul'a gelmeden evvel bir gün Tahir Paþa:

 

-Þark ülemasýný ilzam ediyorsun, fakat Ýstanbul'a gidip o denizdeki büyük balýklara da meydan okuyabilecek misin? demiþti.

 

Ýstanbul'a gelir gelmez ülemayý münazaraya davet etti. Bunun üzerine Ýstanbul'daki meþhur âlimler grup grup ziyarete gelip sualler soruyorlar ve o hepsinin de cevablarýný sahih olarak veriyordu. Bundan maksadý, Þarkî Anadolu'daki ilim ve irfan faaliyetine nazar-ý dikkati celbetmekti. Yoksa Molla Said, kat'iyen hodfüruþluðu sevmezdi. Her türlü gösteriþ ve alayiþten müberra olarak hareket ederdi. Ýlim, cesaret, hâfýza ve zekâ itibariyle pek hârika idi. Ayný derecede belki daha ziyade olarak hâlis ve muhlis idi. Tasannu ve tekellüften kat'iyen hoþlanmazdý. Ýstanbul'daki ikametgâhýnýn kapýsýnda þöyle bir levha asýlý idi: "Burada her müþkil halledilir, her suale cevab verilir, fakat sual sorulmaz."(Haþiye).

 

­­­­­_______________________

 

Filhakika; bir eserinde tahdis-i nimet suretinde hizmet-i imaniyeye ait inayet-i Ýlahiyeden bahsederken þöyle der:

 

"Eski harb-i umumîde ve daha evvellerinde bir vakýa-i sadýkada görüyorum ki: Ararat Daðý denilen meþhur Aðrý Daðý'nýn altýndayým. Birden o dað, müdhiþ infilâk etti. Daðlar gibi parçalarý, dünyanýn her tarafýna daðýttý. O dehþet içinde baktým ki, merhum validem yanýmdadýr. Dedim:

 

-Ana korkma, Cenab-ý Hakk'ýn emridir. O hem Rahîm'dir, hem Hakîm'dir.

 

Birden o halette iken, baktým ki mühim bir zât bana âmirane diyor ki:

 

-Ý'caz-ý Kur'aný beyan et.

 

Uyandým, anladým ki: Bir büyük infilâk olacak. O infilâk ve inkýlabdan sonra, Kur'an etrafýndaki surlar kýrýlacak. Doðrudan doðruya Kur'an, kendi kendini müdafaa edecek. Ve Kur'ana hücum edilecek. Ý'cazý, onun çelik bir zýrhý olacak. Ve þu i'cazýn bir nev'ini þu zamanda izharýna, haddimin fevkinde olarak benim gibi bir adam namzed olacak ve namzed olduðumu anladým."

 

(Haþiye): Burada þunu ilâveten beyan etmek îcab eder ki: Said Nursî'nin hayatýnýn son otuz-kýrk senesinde, Din-i Ýslâma ve Kur'ana hizmet cihetinde fevkalâde bir rahmet ve inayetle Risale-i Nur ihsan edildiðinden ve âlemþümul bir manevî cihad-ý diniye ve

 

 

 

sh: » (T: 50)

 

Ýstanbul'da grup grup gelen ülemanýn suallerini cevablandýrýyordu. Genç yaþýnda böyle bilâistisna bütün suallere cevab vermesi ve gayet mukni' ve belîð ifade ve hârika hal ve tavýrlarýyla, ehl-i ilmi hayranlýkla takdire sevkediyordu. Ve "Bediüzzaman" ünvanýna bihakkýn lâyýk görüyorlar ve bu fevkalâde zâtý, bir "nadire-i hilkat" olarak tavsif ediyorlardý.

 

Hattâ bu zamanlarda Mýsýr Câmi-ül Ezher Üniversitesi reislerinden meþhur Þeyh Bahid Efendi Ýstanbul'a bir seyahat için geldiðinde; Kürdistan'ýn sarp, yalçýn kayalarý arasýndan gelerek Ýstanbul'da bulunan Bediüzzaman Said Nursî'yi ilzam edemeyen Ýstanbul ülemasý, Þeyh Bahid'den bu genç hocanýn ilzam edilmesini isterler. Þeyh Bahid de bu teklifi kabul ederek bir münazara zemini arar. Ve bir namaz vakti Ayasofya Câmiinden çýkýp çayhaneye oturulduðunda bunu fýrsat telakki eden Þeyh Bahid Efendi, yanýnda ülema hazýr bulunduðu halde Bediüzzaman'a hitaben:

 

مَا تَقُولُ فِى حَقِّ اْلاَوْرُوبَائِيَّةِ وَ الْعُثْمَانِيَّةِ

 

Yani: -Avrupa ve Osmanlýlar hakkýnda ne diyorsunuz, fikriniz nedir? der.

 

 

 

Þeyh Bahid Efendi'nin bu sualden maksadý; Bediüzzaman'ýn þekk olmayan bir bahr-i umman gibi ilmini ve ateþpare-i zekâsýný tecrübe etmek deðil, belki zaman-ý istikbale ait þiddet-i ihatasýný ve idare-i âlemdeki siyasetini anlamak idi. Buna karþý Bediüzzaman'ýn verdiði cevab þu oldu:

 

____________________

 

hizmet-i Kur'aniyede bulunduðundan anlaþýlmýþ ve sonra kendileri de bir manevî ihtarla kaleme almýþlardýr ki, onun hayatý bir intizam dairesinde geçiyordu. Yani, ileride mühim bir hizmet-i Kur'aniyede bulunacaðý için, Cenab-ý Hak o hizmet-i Kur'aniyeye zemin hazýrlamak hikmetiyle, Said'i fevkalhad þartlar içerisinde ve fevkalâde inayet altýnda hârika bir zekâ ve dehâ ile mücehhez olarak istihdam ve istimal ediyordu. Onun için, tarihçe-i hayatýn baþýnda beyan edildiði vecihle, onun hayat ve ahvaline bu nokta-i nazarla bakmak lâzýmdýr. Ve hattâ kendisi hürriyetten evvel birçok talebelerine, dostlarýna:

 

-Bir nur görüyorum, istikbâle büyük ümidlerle bakýyorum diye, ehemmiyetli bir Kur'an hizmetinin vuku'bulacaðýný haber veriyordu. Bir hiss-i kablelvuku' ile Risale-i Nur'un þimdiki manevî hizmet-i Kur'aniye ve imaniyesini, o zamanlarý siyaset âleminde olacak zannedip, bütün kuvvetiyle Ýstanbul'da siyaseti dine, Kur'ana âlet ederek çalýþýyordu.

 

 

 

sh: » (T: 51)

 

اِنَّ اْلاَوْرُوبَا حَامِلَةٌ بِاْلاِسْلاَمِيَّةِ فَسَتَلِدُ يَوْمًا مَا وَ اِنَّ الْعُثْمَانِيَّةَ حَامِلَةٌ بِاْلاَوْرُوبَائِيَّةِ فَسَتَلِدُ يَوْمًا مَا

 

Yani "Avrupa, bir Ýslâm devletine hâmiledir, günün birinde onu doðuracak. Osmanlýlar da Avrupa ile hâmiledir, o da onu doðuracak."

 

Bu cevaba karþý Þeyh Bahid Hazretleri:

 

-Bu gençle münazara edilmez, ben de ayný kanaatteyim. Fakat bu kadar veciz ve belîgane bir tarzda ifade etmek, ancak Bediüzzaman'a hastýr (1) demiþtir.

 

 

 

Bediüzzaman'ýn Ýstanbul'da hayatý, bir derece siyasîdir. Siyaset yoluyla Ýslâmiyete hizmet edilecek, diye kanaat besliyordu. Siyasî hayata karýþmasý, Ýslâmiyete hizmet aþkýnýn bir neticesi idi. Daima hürriyet taraftarý idi. Gördüðü haksýzlýklardan dolayý Jön Türklere daima muhalefette bulunarak:

 

-Siz dini incittiniz, gayretullaha dokundunuz, þeriatý tezyif ettiniz; neticesi vahîm olacaktýr, diye izhar-ý muhalefetten çekinmiyordu.

 

Hürriyetten sonra mücahid arkadaþlarýyla beraber Ýttihad-ý Muhammedî (A.S.M.) Cem'iyeti'ni kurmuþlar, cem'iyet pek kýsa bir zamanda inkiþafa baþlamýþ, hattâ Bediüzzaman'ýn bir makalesiyle Adapazarý ve Ýzmit havalisinde elli bin kiþi cem'iyete dâhil olmuþtu.

 

Hürriyeti sû'-i tefsir etmemek ve meþrutiyeti meþrutiyet-i meþrua olarak kabul etmek lâzým geldiðini ileri sürerek bu hususta dinî gazetelerde makaleler neþrediyor ve hitabelerde bulunuyordu. Bu makale ve hitabeleri, emsalsiz denecek kadar belîð ve mukni' idi. Ehl-i ilim ve ehl-i siyaset, Said Nursî'nin bu yazýlarýndan ve derslerinden çok istifade etmiþlerdir. O zamanki intibah-ý millîyi, Anadolu ve Asya'nýn saadet-i dünyeviyesinin fecr-i sadýký olarak müjde veriyor, fakat elden kaçmamasý için

 

___________________

 

(1) Nitekim Bediüzzaman'ýn dediði gibi; ihbaratýn iki kutbu da tahakkuk etmiþ, bir iki sene sonra Meþrutiyet devrinde þeair-i Ýslâmiyeye muhalif çok âdât-ý ecnebiyeyi ahzetmek ve gittikçe Türkiye'de yerleþtirmek; ve þimdi Avrupa'da Kur'ana ve Ýslâmiyete karþý gösterilen hüsn-ü alâka ve bilhassa bahtiyar Alman milletinde fevc fevc Ýslâmiyeti kabul etmek gibi hâdiseler, o ihbarý tamamýyla tasdik etmiþlerdir.

 

 

 

sh: » (T: 52)

 

evamir-i þer'iyeyi çabuk imtisal etmenin zarurî olduðunu ileri sürüyordu. "Eðer meþrutiyeti hürriyet-i þer'iye ile kabul etmezsek ve öyle tatbik edilmezse, elimizden kaçacak, müstebid bir idareye yerini terkedecek" diye ihtar ediyordu. O nutuk ve makalelerden nümune olarak cüz'î bir kýsmýný buraya dercediyoruz:

 

Bediüzzaman Said Nursî'nin ilân-ý hürriyetin üçüncü gününde irticalen söylediði ve sonra Selânik'te Hürriyet Meydaný'nda tekrar ettiði ve o zamanýn gazetelerinin neþrettikleri nutkunun suretidir.

 

 

 

Hürriyete Hitâb

 

Ey Hürriyet-i Þer'î! Öyle müthiþ ve fakat güzel ve müjdeli bir sadâ ile çaðýrýyorsun;benim gibi bir þarklýyý tabakat-ý gaflet altýnda yatmýþken uyandýrýyorsun. Sen olmasaydýn, ben ve umum millet, zindan-ý esarette kalacaktýk. Seni ömr-ü ebedî ile tebþir ediyorum. Eðer ayn-ül hayat-ý þeriatý menba-ý hayat yapsan ve o cennette neþv ü nema bulsan, bu millet-i mazlûmenin de eski zamana nisbeten bin derece terakki edeceðini müjde veriyorum. Eðer hakkýyla seni rehber etse, aðrâz-ý þahsî ve fikr-i intikam ile sizi lekedar etmezse...

 

Yâ Rab! Ne saadetli bir kýyamet ve ne güzel bir haþir ki,

 

وَالبَعْثُ بَعَدَ المَوْتِ hakikatýnýn küçük bir misalini bu zaman bize tasvir ediyor. Þöyle ki:

 

Asya'nýn ve Rumeli'nin köþelerinde medfun olan medeniyet-i kadîme hayata baþlamýþ ve menfaatini mazarrat-ý umumiyede arayan ve istibdadý arzu edenler

 

يَا لَيْتَنِى كُنْتُ تُرَابًا demeye baþladýlar. Yeni Hükûmet-i Meþrûtamýz mu'cize gibi doðduðu için inþâallah bir seneye kadar, نُكَلِّمُ مَنْ كَانَ فِى الْمَهْدِ صَبِيًّا sýrrýna mazhar olacaðýz. Mütevekkilâne, sabûrane tuttuðumuz otuz sene Ramazan-ý sükûtun sevabýdýr ki, azabsýz cennet-i terakki ve medeniyet kapýlarýný bize açmýþtýr. Hâkimiyet-i milliyenin beraat-i istihlâli olan kanun-u Þer'î, hâzin-i cennet gibi bizi duhûle davet ediyor.

 

sh: » (D: 53)

 

Ey mazlum ihvân-ý vatan! Gidelim dahil olalým! Birinci kapýsý, þeriat dairesinde ittihad-ý kulûb; ikincisi, muhabbet-i milliye; üçüncüsü, maarif; dördüncüsü, sa'y-i insanî; beþincisi, terk-i sefahettir. Ötekilerini sizin zihninize havale ediyorum.

 

Sakýn Ey Ýhvân-ý vatan! Sefahetlerle ve dinde lâübaliliklerle tekrar öldürmeyiniz. Ve bütün efkâr-ý fâsideye ve ahlâk-ý rezîleye ve desais-i þeytaniyeye ve tabasbusata karþý; þeriat-ý garra üzerine müesses olan kanun-u esasî Azrail hükmüne geçti. Onlarý öldürdü.

 

Sakýn Ey ihvân-ý vatan! Ýsrafat ve hilâf-ý þeriat ve lezaiz-i nâmeþrua ile tekrar ihya etmeyiniz! Demek þimdiye kadar mezarda idik, çürüyorduk. Þimdi bu ittihad-ý millet ve meþrutiyet ile rahm-ý mâdere geçtik; neþv ü nema bulacaðýz. Yüz bu kadar sene geri kaldýðýmýz mesafe-i terakkiden inþâallah mu'cize-i Peygamberî ile, þimendifer-i kanun-u þer'iyye-i esasiyeye amelen ve burak-ý meþveret-i þer'iyeye fikren bineceðiz. Bu vahþet-engiz sahra-yý kebiri kýsa zamanda tayyetmekle beraber, milel-i mütemeddine ile omuz omuza müsabaka edeceðiz. Zira onlar kâh öküz arabasýna binmiþler, yola gitmiþler. Biz birdenbire þimendifer ve balon gibi mebâdiye bineceðiz, geçeceðiz. Belki câmi'-i ahlâk-ý hasene olan hakikat-ý Ýslâmiyyenin ve istidad-ý fýtrînin, feyz-i îmanýn ve þiddet-i açlýðýn hazma verdiði teshil yardýmiyla fersah fersah geçeceðiz. Nasýl ki vaktiyle geçmiþtik.

 

Talebeliðin bana verdiði vazife ile ve hürriyetin ferman-ý me'zuniyetiyle ihtar ediyorum ki:

 

Ey ebnâ-yý vatan! Hürriyeti sû'-i tefsir etmeyiniz; tâ elimizden kaçmasýn. Ve müteaffin olan eski esareti baþka kabda bize içirmekle bizi boðmasýn. (Hâþiye) Zira hürriyet, mürâat-ý ahkâm ve âdâb-ý þeriat ve ahlâk-ý hasene ile tahakkuk eder ve neþvünema bulur.

 

...........................................................................................

 

Bediüzzaman

 

* * *

 

____________________

 

(Haþiye): Evet daha dehþetli bir istibdad ile, pek acý ve zehirli bir esareti bize içirdiler.

 

 

 

 

 

sh: » (D: 54)

 

Yaþasýn Þeriat-ý Ahmedî (A.S.M.)

 

Dinî Ceride : 77

 

5/ Mart/ 1325

 

18/ Mart /1909

 

ÞERÝAT-I GARRA: Kelâm-ý Ezelîden geldiðinden, ebede gidecektir. Nefs-i emmarenin istibdad-ý rezilesinden selâmetimiz, Ýslâmiyete istinat iledir, o hablülmetîne temessük iledir ve haklý hürriyetten hakkýyla istifade etmek, imandan istimdad iledir. Zira Sâni'-i Âleme hakkiyla abd ve hizmetkâr olanýn halka ubudiyete tenezzül etmemesi gerektir. Herkes; kendi âleminde bir kumandan olduðundan, âlem-i asgarýnda cihad-ý ekber ile mükelleftir ve ahlâk-ý Ahmedîye ile tahallûk ve sünnet-i nebeviyeyi ihya ile muvazzaftýr.

 

Ey evliyâ-yý umûr! Tevfik isterseniz, kavanin-i âdetullaha tevfik-i hareket ediniz. Yoksa; tevfiksizlik ile cevab-ý red alacaksýnýz. Zira mâruf umum enbiyanýn memalik-i Ýslâmiye ve Osmaniyeden zuhuru, kader-i Ýlâhînin bir iþaret ve remzidir ki, bu memleket insanlarýnýn makine-i tekemmülâtýnýn buharý diyanettir. Ve bu Asya ve Afrika tarlasýnýn ve Rumeli bostanýnýn çiçekleri, ziya-yý Ýslâmiyet ile neþv ü nema bulacaktýr. Dünya için din feda olunmaz. Gebermiþ istibdadý muhafaza için, vaktiyle mesail-i þeriat rüþvet verilirdi. Dinin mes'eleleri terk ve feda edilmesinden, zarardan baþka ne faidesi görüldü? Milletin kalb hastalýðý za'f-ý diyanettir; bunu takviye ile sýhhat bulabilir. Bizim cemaatýmýzýn meþrebi, muhabbete muhabbet ve husumete husumettir. Yani beyn-el Ýslâm muhabbete imdad ve husumet askerini bozmaktýr. Mesleðimiz ise, Ahlâk-ý Ahmedîye ile tahallûk ve sünnet-i Peygamberîyi ihya etmektir. Ve rehberimiz þeriat-ý garrâ.. ve kýlýncýmýz da, berâhin-i katýa.. ve maksadýmýzÝ'lâ-yý Kelimetul-lahtýr!...

 

Bediüzzaman

 

* * *

 

 

 

 

 

 

 

 

 

sh: » (D: 55)

 

HAKÎKAT

 

Dinî Ceride: 70

 

26/ Þubat/ 1324

 

Mart /1909

 

BÝZ KALUBELÂDAN CEMÝYET-Ý

 

MUHAMMEDÎDE DAHÝLÝZ.

 

Cihetülvahdet-i ittihadýmýz, Tevhiddir. Peyman ve yeminimiz, imandýr. Madem ki muvahhidiz, müttehidiz. Herbir mü'min Ý'lâ-yý Kelimetullah ile mükelleftir. Bu zamanda en büyük sebebi, maddeten terakki etmektir. Zira; ecnebiler fünun ve sanayi silâhiyla bizi istibdad-ý mânevîleri altýnda eziyorlar. Biz de fen ve san'at silâhiyla, Ý'lâ-yý Kelimetullahýn en müthiþ düþmaný olan cehil ve fakr ve ihtilâf-ý efkâra cihad edeceðiz. Amma; cihad-ý haricîyi, þeriat-ý garrânýn berâhin-i katýasýnýn elmas kýlýnçlarýna havale edeceðiz; zira, medenîlere galebe çalmak, ikna iledir; söz anlamayan vahþiler gibi icbar ile deðildir. Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur!...

 

Meþrutiyet ki, adalet ve meþveret ve kanunda inhisar-ý kuvvetten ibarettir. On üç asýr evvel Þeriat-ý Garra teessüs ettiðinden, ahkâmda Avrupa'ya dilencilik etmek, Din-i Ýslâma büyük bir cinayettir ve þimale müteveccihen namaz kýlmak gibidir.

 

Kuvvet kanunda olmalý. Yoksa istibdad tevzi olunmuþ olur. اِنَّ اللّهَ هُوَ الْقَوِىُّ ا لْمَتِينُ hâkim ve âmir-i vicdanî olmalý. O da mârifet-i tam ve medeniyet-i âm veyahut Din-i Ýslâm namiyle olmalý. Yoksa; istibdad daima hükümfermâ olacaktýr. Ýttifak, hüdadadýr; heva ve hevesde deðil! Ýnsanlar hür oldular, amma yine abdullahtýrlar. Her þey hür oldu. Baþkasýnýn kusuru, insanýn kusuruna sened ve özür olamaz! Ye's, mâni-i her kemaldir. "Neme lâzým, baþkasý düþünsün" istibdadýn yadigârýdýr.

 

Bediüzzaman

 

* * *

 

 

 

sh: » (T: 56)

 

Ýstanbul Hahambaþýsý Yahudi Karasso ile Bediüzzaman arasýnda Selânik'te cereyan eden bir konuþma sýrasýnda, Karasso konuþmayý yarýda býrakarak dýþarýya fýrlamýþ ve arkadaþlarýna: "Eðer yanýnda biraz daha kalsaydým, az kalsýn beni de Müslüman edecek idi" diyerek maðlûbiyetini hayret ve telâþla izhar etmiþtir. Karasso ki, Osmanlý Ýmparatorluðunu parçalamak için sinsi ve tertibli bir þekilde çalýþan gizli bir teþkilâta mensub olup, ortada fevkalâde bir rol oynuyordu. Karasso'nun Bediüzzaman'ý ziyaret etmekten maksadý, onu kendi fikrine çevirmek ve meþ'um gayesine âlet etmek idi. Fakat heyhat!...

 

* * *

 

Nihayet menhus Otuz Bir Mart hâdisesi meydana gelir. Þeriat isteyen ve o hâdisede ismi karýþan on beþ kadar hoca idam edilir. Bediüzzaman, onlar mahkeme binasýnýn bahçesinde asýlý durduklarý ve kendisi de pencereden onlarý gördüðü bir halde muhakeme olunur. Mahkeme reisi Hurþid Paþa sorar:

 

-Sen de þeriat istemiþsin?...

 

Bediüzzaman cevab verir:

 

-Þeriatýn bir hakikatýna, bin ruhum olsa feda etmeye hazýrým. Zira þeriat, sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fakat, ihtilâlcilerin isteyiþi gibi deðil!

 

Bediüzzaman'ýn divan-ý harbdeki bu kahramanca müdafaasý, o zaman iki defa tâbedilip neþredilmiþtir. O dehþetli mahkemeden idamýný beklerken beraet etmiþ ve mahkemeye teþekkür etmeyerek, yolda Bayezid'den tâ Sultanahmet'e kadar arkasýnda kalabalýk bir halk kütlesi mevcud olduðu halde: "Zalimler için yaþasýn Cehennem! Zalimler için yaþasýn Cehennem!" nidalariyle ilerlemiþtir.

 

Divan-ý Harb'deki müdafaasýnýn bir kýsmý bu tarihçe-i hayatta yazýlmýþtýr. Tâ ki Otuz Bir Mart hâdisesinin içyüzü ve Bediüzzaman'ýn kahramanca müdafaasý bir derece anlaþýlabilsin.

 

* * *

 

 

 

 

 

sh: » (T: 57)

 

ÝKÝ MEKTEB-Ý MUSÝBET ÞEHADETNAMESÝ YAHUT DÝVAN-I HARB-Ý

 

ÖRFÎ VE SAÝD-Ý NURSÎ ADLI ESERDEN PARÇALAR:

 

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

 

MUKADDEME : Vaktâ ki hürriyet divanelikle yâdolunurdu; zayýf istibdad, týmarhaneyi bana mekteb eyledi.

 

Vakta ki i'tidal, istikamet; irtica ile iltibas olundu, meþrutiyette þiddetli istibdad, hapishaneyi mekteb eyledi.

 

Ey þehadetnamemi temaþa eden zevat! Lûtfen, ruh ve hayâlinizi, misafireten yeni medeniyete karýþmýþ, asabî bir bedevî talebenin hâl-i ihtilâlde olan ceset ve dimaðýna gönderiniz, tâ tahtie ile hatâya düþmeyiniz!... 31 Mart hâdisesinde, Divan-ý Harb-i Örfî'de dedim ki:

 

-Ben talebeyim; onun için, her þeyi mizan-ý þeriatla muvazene ediyorum. Ben milliyetimizi, yalnýz Ýslâmiyet biliyorum; onun için her þeyi de Ýslâmiyet nokta-i nazarýndan muhakeme ediyorum. Ben hapishane denilen âlem-i berzahýn kapýsýnda dururken ve daraðacý denilen istasyonda âhirete giden þimendiferi beklerken, cemiyet-i beþeriyenin gaddârâne hallerini tenkid ederek, deðil yalnýz sizlere, belki bu zamandaki nev-i benî beþere irad ettiðim bir nutuktur. Onun için يَوْمَ تُبْلَى السَّرَائِرُ sýrrýnca, kabr-i kalbden hakaik çýplak çýktý; nâmahrem olan kimseler nazar etmesin. Âhirete kemal-i iþtiyakla müheyyâyým; bu asýlanlarla beraber gitmeye hazýrým. Nasýlki bir bedevî garaibperest, Ýstanbul'un acâib ve mehasinini iþitmiþ, fakat görmemiþ; nasýl kemal-i hâhiþle görmeyi arzu eder; ben de ma'rez-i acaib ve garaib olan Âlem-i Âhireti o hâhiþle görmek istiyorum; þimdi de öyleyim. Beni oraya nefyetmek, bana ceza deðil! Sizin elinizden gelirse, beni vicdanen tâzib ediniz! Ve illâ baþka suretle azab, azab deðil, benim için bir þandýr!

 

Bu hükûmet, zaman-ý istibdatta akla husumet ediyordu; þimdi de hayata adavet ediyor... Eðer hükûmet böyle olursa, yaþasýn cünun!... Yaþasýn mevt!... Zalimler için de yaþasýn cehennem!.. Ben zaten bir zemin istiyordum ki, efkârýmý onda beyan edeyim.

 

sh: » (D: 58)

 

Þimdi bu Divan-ý Harb-i Örfî iyi bir zemin oldu.

 

Bidayetlerde herkesten sual olunduðu gibi, Divan-ý Harbde bana da sual ettiler:

 

-Sen de þeriatý istemiþsin?

 

Dedim:

 

-Þeriatýn bir hakikatýna, bin ruhum olsa feda etmeðe hazýrým; zira þeriat, sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fakat, ihtilâlcilerin isteyiþi gibi deðil!

 

Hem de dediler:

 

- Ýttihad-ý Muhammedîyeye (A.S.M.) dâhil misin?

 

Dedim:

 

Maaliftihar... En küçük efradýndaným; fakat benim târif ettiðim veçhile... O ittihaddan olmayan, dinsizlerden baþka kimdir bana gösterin?...

 

Ýþte o nutku þimdi neþrediyorum; tâ ki, meþrutiyeti lekeden ve ehl-i þeriatý meyusiyetten ve ehl-i asrý tarih nazarýnda cehil ve cünundan ve hakikati evham ve þübheden kurtarayým. Ýþte baþlýyorum:

 

Dedim:

 

-Ey Paþalar, zabitler! Hapsimi iktiza eden cinayetlerin icmâli:

 

اِذَا مَحَاسِنِى اللاَّتِى اَدِلُّ بِهَا كَانَتْ ذُنُوبِى فَقُلْ لِى كَيْفَ اَعْتَذِرُ

 

Yâni, medar-ý iftiharým olan mehasinim, þimdi günah sayýlýyor! Artýk nasýl i'tizar edeyim, mütehayyirim! Mukkaddeme olarak söylüyorum:

 

Mert olan, cinayete tenezzül etmez. Þayet isnad olunsa, cezadan korkmaz. Hem de, haksýz yere idam olunsam, iki þehid sevabýný kazanýrým. Þayet hapiste kalsam, böyle hürriyeti lâfýzdan ibaret bulunan gaddar bir hükûmetin en rahat mevkii hapishane olsa gerektir. Mazlumiyetle ölmek, zalimiyetle yaþamaktan daha hayýrlýdýr.

 

Bunu da derim ki: Siyaseti dinsizliðe âlet yapan bazý adamlar; kabahlerini setir için, baþkasýný irtica ile ve dinini siyasete âlet yapmakla ittiham ederler.

 

sh: » (D: 59)

 

Þimdiki hafiyeler, eskisinden beterdirler. Bunlarýn sadakatine nasýl itimad olunur? Adalet, onlarýn sözlerine nasýl bina olunur? Hem de cerbeze ile, insan adalet yaparken zulme düþüyor. Zira; insan kusursuz olmaz; fakat, uzun zamanda ve efrad-i kesîre içinde ve tahallül-ü mehasinle tâdil olunan müteferrik kusurlarý, cerbeze ile cemedip bir zaman-ý vâhidde, bir þahs-ý vahidden sudurunu tevehhüm ederek, þedid cezaya müstahak görür. Halbuki bu tarz, bir zulm-ü þediddir... Þimdi gelelim onbir buçuk cinayetlerin tadâdýna: (Hâþiye)

 

 

 

BÝRÝNCÝ CÝNAYET: Geçen sene bidayet-i hürriyette elli-altmýþ telgraf umum þark aþiretlerine sadaret vasýtasiyle çektim. Meâli þu idi:

 

"Meþrutiyet ve kanun-u esasî iþittiðiniz mes'ele ise, hakikî adalet ve meþveret-i þer'iyyeden ibarettir. Hüsn-ü telâkki ediniz. Muhafazasýna çalýþýnýz. Zira, dünyevî saadetimiz, meþrutiyettedir. Ve istibdattan herkesten ziyade biz zarardîdeyiz."

 

Her yerden bu telgraflarýn cevabý, müsbet ve güzel olarak geldi.

 

Demek Vilâyat-ý Þarkiyyeyi tenbih ettim, gafil býrakmadým; tâ yeni bir istibdat onlarýn gafletinden istifade etmesin. "Neme lâzým" demediðimden cinayet iþledim ki, bu mahkemeye girdim!

 

ÝKÝNCÝ CÝNAYET: Ayasofya'da, Bayezid'de, Fatih'te, Süleymaniye'de, umum ulemâ ve talebeye hitaben müteaddid nutuklar ile þeriatýn ve müsemma-yý meþrutiyetin münasebet-i hakikiyesini izah ve teþrih ettim. Ve mütehakkimane istibdadýn, þeriatla bir münasebeti olmadýðýný beyan ettim. Þöyle ki: سَيِّدُ الْقَوْمِ خَادِمُهُمْ hadîsinin sýrrýyle; þeriat âleme gelmiþ, tâ istibdadý ve zalimane tahakkümü mahvetsin. Herhangi bir nutuk irad ettim ise; herbir kelimesine kimsenin bir itirazý varsa, bürhan ile isbata hazýrým. Ve dedim ki: "Asýl þeriatýn meslek-i hakikîsi, hakikat-ý meþrutiyet-i meþrûadýr" Demek meþrutiyeti, delâil-i þer'iyye ile kabul ettim. Baþka medeniyetçiler gibi taklidî ve hilâf-ý þeriat telâkki etmedim. Ve þeriatý rüþvet

 

__________________________

 

Hâþiye: Müellifin meslek ve meþrebine ait parçalar alýnmýþ olup, tafsilât arzu edenler mezkûr esere müracaat etsinler.

 

sh: » (D: 60)

 

vermedim. Ve ulema ve þeriatý, Avrupa'nýn zunûn-u fâsidesinden iktidarýma göre kurtarmaða çalýþtýðýmdan cinayet ettim ki, bu tarz muamelenizi gördüm!

 

ÜÇÜNCÜ CÝNAYET: Ýstanbul'da yirmi bine yakýn hemþehrilerimi, hamal ve gafil ve safdil olduklarýndan, bazý particiler onlarý iðfal ile Vilâyat-ý Þarkiyeyi lekedar etmelerinden korktum. Ve hammallarýn umum yerlerini ve kahvelerini gezdim. Geçen sene anlýyacaklarý surette meþrutiyeti onlara telkin ettim. Þu mealde:

 

"Ýstibdat, zulüm ve tahakkümdür. Meþrutiyet, adalet ve þeriattýr. Padiþah, Peygamberimizin emrine itaat etse ve yoluna gitse halifedir. Biz de ona itaat edeceðiz. Yoksa, Peygambere tâbi olmayýp zulüm edenler, padiþah da olsalar haydutturlar. Bizim düþmanýmýz cehalet, zaruret, ihtilâftýr. Bu üç düþmana karþý sanat, marifet, ittifak silâhiyle cihad edeceðiz. Ve bizi bir cihette teyakkuza ve terakkiye sevkeden hakiki kardeþlerimiz Türklerle ve komþularýmýzla dost olup el ele vereceðiz. Zira husumette fenalýk var, husumete vaktimiz yoktur. Hükûmetin iþine karýþmayacaðýz; zira, hikmet-i hükûmeti bilmiyoruz..."

 

Ýþte o hammallarýn, Avusturya'ya karþý (benim gibi bütün Avrupa'ya karþý) (1) boykotlarý ve en müþevveþ ve heyecanlý zamanlarda âkýlâne hareketlerinde bu nasihatýn tesiri olmuþtur. Padiþaha karþý irtibatlarýný tâdil etmeye ve boykotajlarla Avrupa'ya karþý harb-i iktisadî açmaya sebebiyet verdiðimden demek cinayet ettim ki, bu belâya düþtüm!

 

DÖRDÜNCÜ CÝNAYET: Avrupa, bizdeki cehalet ve taassub müsaadesiyle; þeriatý (hâþâ ve kellâ) istibdada müsait zannettiklerinden, nihayet derecede kalben üzülmüþtüm. Onlarýn zannýný tekzib etmek için, meþrutiyeti herkesten ziyade þeriat namýna alkýþladým. Lâkin yine korktum ki, baþka bir istibdat tekrar o zanný tasdik eder diye, ne kadar kuvvetim varsa Ayasofya camiinde meb'usana hitaben feryat ettim. Ve söyledim ki: "Meþrutiyeti, meþrûiyet ünvaný ile telakki ve telkin ediniz. Tâ, yeni ve gizli ve dinsiz bir istibdat, pis eliyle o mübareki, aðrazýna siper et-

 

______________________

(1) Bediüzzaman'a zurefâdan biri, bir gün, irfanýyla mütenasib bir esvab giymesi lüzumundan bahseder. Müþarünileyh de: "Siz, Avusturya'ya güya boykot yapýyorsunuz, hem onun gönderdiði kalpaklarý giyiyorsunuz. Ben ise, bütün Avrupa'ya boykot yapýyorum, onun için yalnýz memleketimin maddî ve manevî mâmulâtýný giyiyorum" buyurmuþtur.

 

sh: » (D: 61)

 

mekle lekedar etmesin. Hürriyeti, âdâb-ý þeriatle takyid ediniz; zira cahil efrad ve avam-ý nâs, kayýtsýz hür olsa, þartsýz tam serbest olsa, sefih ve itaatsýz olur. Adalet namazýnda kýbleniz dört mezheb olsun. Tâ ki, namaz sahih ola. Zira; hakaik-i meþrutiyetin sarahaten ve zýmnen ve iznen dört mezhebten istihracý mümkün olduðunu dâva ettim." Ben ki, bir âdi talebeyim; ulemaya farz olan bir vazifeyi omuzuma aldým, demek cinayet ettim ki, bu tokadý yedim!

 

BEÞÝNCÝ CÝNAYET: Gazeteler; iki kýyas-ý fâsid cihetiyle ve haysiyet kýrýcý bir neþriyat ile, ahlâk-ý Ýslâmiyyeyi sarstýlar ve efkâr-ý umumiyeyi periþan ettiler. Ben de, gazetelerle onlarý reddeden makaleler neþrettim. Dedim ki:

 

-Ey gazeteciler! Edibler edebli olmalý; hem de edeb-i Ýslâmiye ile müteeddib olmalý. Ve onlarýn sözleri, kalb-i umumî-i müþterek-i milletten, bitarafane çýkmalý. Ve matbuat nizamnamesini, vicdanýnýzdaki hiss-i diyanet ve niyet-i hâlisa tanzim etmeli. Halbuki siz, iki kýyas-ý fâsidle, yâni: Taþrayý Ýstanbul'a ve Ýstanbul'u Avrupa'ya kýyas ederek efkâr-ý umumîyeyi bataklýða düþürdünüz; ve þahsî garazlarý ve fikr-i intikamý uyandýrdýnýz. Zira elifba okumayan çocuða, felsefe-i tabiiye dersi verilmez! Ve erkeðe, tiyatrocu karý libasý yakýþmaz! Ve Avrupa'nýn hissiyatý, Ýstanbul'da tatbik olunmaz! Akvamýn ihtilafý; mekânlarýn ve aktârýn tehalüfü, zamanlarýn ve asýrlarýn ihtilâfý gibidir. Birisinin libasý, ötekinin endamýna gelmez. Demek, Fransýz Büyük Ýhtilâli, bize tamamen hareket düsturu olamaz! Yanlýþlýk, tatbik-i nazariyat ve muktezâ-yý hâli düþünmemekten çýkar.

 

Ben ki, ümmî bir köylüyüm, böyle cerbezeli ve mugalâtalý ve aðrâzlý muharrirlere nasihat ettim. Demek cinayet iþledim(!)..

 

ALTINCI CÝNAYET: Kaç defa, büyük içtimalarda heyecanlarý hissettim korktum ki, âvam-ý nâs, siyasete karýþmakla asayiþi ihlâl etsinler. Türkçeyi yeni öðrenen köylü bir talebenin lisanýna yakýþacak lâfýzlarla, heyecaný teskin ettim. Ezcümle, Bayezid'de talebenin içtimaýnda ve Ayasofya mevlidinde ve Ferah Tiyatrosundaki heyecana yetiþtim; bir derece heyecaný teskin ettim. Yoksa bir fýrtýna daha olacaktý. Ben ki bedevî bir adamým; medenîlerin entrikalarýný bildiðim halde, iþlerine karýþtým. Demek, cinayet ettim (!)...

 

sh: » (D: 62)

 

YEDÝNCÝ CÝNAYET: Ýþittim "Ýttihad-ý Muhammedî (A.S.M.)" nâmiyle bir cemiyet teþekkül etmiþ. Nihayet derecede korktum ki, bu ism-i mübarekin altýnda bazýlarýnýn bir yanlýþ hareketi meydana gelsin. Sonra iþittim: Bu ism-i mübareki bazý mübarek zevat, Süheyl Paþa ve Þeyh Sadýk gibi zatlar; daha basit ve sýrf ibadete ve sünnet-i seniyeye tebaiyete nakletmiþler. Ve o siyasî cemiyetten kat-ý alâka ettiler; siyasete karýþmayacaklar; lâkin tekrar korktum, dedim: Bu isim umumun hakkýdýr, tahsis ve tahdit kabul etmez. Ben nasýl ki, dindar müteaddit cemiyete bir cihette mensubum. Zira, maksatlarýný bir gördüm. Kezalik, o ism-i mübareke intisab ettim. Lâkin târif ettiðim ve dahil olduðum ittihad-ý Muhammedî (A.S.M.) nin târifi budur ki: Þarktan garba, cenuptan þimale uzanan bir silsile-i nûranî ile merbut bir dairedir; dahil olanlar da bu zamanda üç yüz milyondan ziyadedir. Bu ittihadýn cihetülvahdeti ve irtibatý, Tevhid-i Ýlahîdir; peyman ve yemini, imandýr. Müntesibleri, kalûbelâdan dahil olan umum mü'minlerdir; defter-i esmâlarý da Levh-i Mahfuz'dur; bu ittihadýn nâþir-i efkârý, umum kütüb-ü Ýslâmiyedir; günlük gazeteleri de, Ý'lâ-yý Kelimetullahý hedef-i maksad eden umum dinî gazetelerdir; klüb ve encümenleri, cami ve mescidlerdir ve dinî medreseler ve zikirhanelerdir, merkezi de Haremeyn-i Þerifeyn'dir. Böyle cemiyetin reisi Fahr-i Âlemdir (A.S.M.) ve mesleði, herkes kendi nefsiyle mücahede, yâni ahlâk-ý Ahmedîye (A.S.M.) ile tahallûk ve Sünnet-i Nebevîyeyi ihya ve baþkalara da muhabbet ve eðer zarar etmezse nasihat etmektir. Bu ittihadýn nizamnamesi, Sünnet-i Nebeviye ve kanunnamesi evâmir ve nevahi-i þer'iyedir ve kýlýnçlarý da berâhin-i katýadýr. Zira, medenîlere galebe çalmak, ikna iledir, icbar ile deðildir! Taharri-i hakikat, muhabbet iledir. Husumet ise, vahþet ve taassuba karþý idi. Hedef ve maksatlarý da, Ý'lâ-yý Kelimetullahtýr. Þeriatta; yüzde doksan dokuz ahlâk, ibadet, âhiret ve fazilete aittir, yüzde bir nisbetinde siyasete mütealliktir; onu da ulûlemirlerimiz düþünsünler. Þimdi maksadýmýz, o silsile-i nûraniyi ihtizaza getirmekle herkesi bir þevk-i hâhiþ-i vicdaniye ile tarik-i terakkide kâbe-i kemalâta sevketmektir. Zira, Ý'lâ-yý Kelimetullahýn bu zamanda bir büyük sebebi, maddeten terakki etmektir!

 

Ýþte ben bu ittihadýn efradýndaným ve bu ittihadýn tezahürüne

 

sh: » (D: 63)

 

teþebbüs edenlerdenim. Yoksa sebeb-i iftirak olan fýrkalardan, partilerden deðilim...

 

Elhâsýl, Sultan Selim'e biat etmiþim, onun ittihad-ý Ýslâmdaki fikrini kabul ettim. Zira o, vilâyat-ý þarkiyeyi ikaz etti, onlar da ona biat ettiler. Þimdiki Þarklýlar, o zamanki Þarklýlardýr. Bu meselede seleflerim; Þeyh Cemaleddin-i Efganî, allâmelerden Mýsýr Müftüsü merhum Muhammed Abdüh, müfrit âlimlerden Ali Suavi, Hoca Tahsin ve Ýttihad-ý Ýslâmý hedef tutan Namýk Kemal ve Sultan Selimdir ki demiþ:

 

Ýhtilaf u tefrika endiþesi,

 

Kûþe-i kabrimde hattâ bikarar eyler beni;

 

Ýttihadken savlet-i a'dayý def'e çaremiz,

 

Ýttihad etmezse millet, daðýdar eyler beni...

 

Yavuz Sultan Selim

 

Ben zâhiren buna teþebbüs ettim, iki maksad-ý azîm için:

 

Birincisi: O ismi tahdid ve tahsisten hâlâs etmek ve umum mü'minlere þümulünü ilân etmek; tâ ki tefrika düþmesin ve evham çýkmasýn.

 

Ýkincisi: Bu geçen musibet-i azîmeye sebebiyet veren fýrkalarýn iftirakýnýn tevhid ile önüne sed olmaktý. Vâesefa ki zaman fýrsat vermedi; sel geldi, beni de yýktý. Hem derdim: Bir yangýn olsa, bir parçasýný söndüreceðim. Fakat hocalýk elbisem de yandý; ve uhdesinden gelemediðim bir yalancý þöhret de maalmemnuniye ref' oldu. Ben ki âdi bir adamým, böyle meclis-i meb'usan ve âyan ve vükelânýn en mühim vazifelerini düþündürecek bir emri, uhdeme aldým. Demek cinayet ettim (!)...

 

...............................................................................................................................

 

SEKÝZÝNCÝ CÝNAYET: Ben iþittim ki, askerler bazý cemiyetlere intisab ediyorlar. Yeniçerilerin hâdise-i müthiþesi hatýrýma geldi. Gayet telâþ ettim. Bir gazetede yazdým ki: "Þimdi en mukaddes cemiyet, ehl-i iman askerlerin cemiyetidir. Umum mü'min ve fedakâr askerlerin mesleðine girenler, neferden seraskere kadar dahildir. Zira; ittihat, uhuvvet, itaat, muhabbet ve Ý'lâ-yý Kelimetullah, dünyanýn en mukaddes cemiyetinin maksadýdýr. Umum mü'min askerler, tamamiyle bu maksada mazhardýrlar. Askerler merkezdir; millet ve cemiyet onlara intisab etmek lâzýmdýr. Sâir cemiyetler, milleti, asker gibi mazhar-ý muhabbet

 

sh: » (D: 64)

 

ve uhuvvet etmek içindir. Amma ittihad-ý Muhammedî (A.S.M.) ki; umum mü'minlere þâmildir, cemiyet ve fýrka deðildir. Merkezi ve saff-ý evveli; gaziler, þehidler, âlimler, mürþitler teþkil ediyor. Hiç bir mü'min ve fedakâr asker (zabit olsun, nefer olsun) hariç deðil ki; tâ intisaba lüzum kalsýn. Lâkin bazý cemiyet-i hayriye, kendine Ýttihad-ý Muhammedî diyebilir, buna karýþmam."

 

Ben ki, âdi bir talebeyim. Böyle büyük ulemanýn vazifelerini gasbettim. Demek cinayet ettim (!)

 

DOKUZUNCU CÝNAYET: Martýn Otuzbirinci günündeki dehþetli hareketi iki üç dakika uzaktan temaþa ettim. Müteaddid metâlibi iþittim. Fakat, yedi renk süratle çevrilse, yalnýz beyaz göründüðü gibi, o ayrý ayrý matlablardaki fesâdâtý binden bire indiren ve avamý anarþilikten kurtaran ve efrad elinde kalan umum siyaseti, mucize gibi muhafaza eden "Lâfz-ý Þeriat" yalnýz göründü. Anladým: Ýþ fena, itaat muhtel, nasihat tesirsizdir. Yoksa, her vakit gibi, yine o ateþin söndürülmesine teþebbüs edecektim. Fakat, âvam çok, bizim hemþehriler gafil ve safdil. Ben de þöhret-i kâzibe ile görünüyorum. Üç dakikadan sonra çekildim, Bakýrköyüne gittim; tâ beni tanýyanlar karýþmasýnlar, rastgelenlere de karýþmamak tavsiye ettim. Eðer zerre mikdar dahlim olsaydý, zaten elbisem beni ilân ediyor, istemediðim bir þöhret de beni herkese gösteriyordu, bu iþde pek büyük görünecektim. Belki Ayastafanos'a kadar, tek baþýma olsun, Hareket Ordusuna mukabele ederek isbat-ý vücud edecektim; merdâne ölecektim. O vakit dahlim bedihî olurdu; tahkike lüzum kalmazdý.

 

Ýkinci günde bir ukde-i hayatýmýz olan itaat-ý askeriyeden sual ettim; dediler ki: -Askerlerin zâbitleri, asker kýyafetine girmiþ, itaat çok bozulmamýþ.

 

Tekrar sual ettim:

 

-Kaç zâbit vurulmuþ?

 

Beni aldattýlar; dediler:

 

-Yalnýz dört tane; onlar da, müstebid imiþler; hem þeriatýn âdâb ve hududu icra olunacak.

 

Bir de gazetelere baktým; onlar da o kýyamý meþru gibi tasvir

 

 

 

sh: » (D: 65)

 

ediyorlardý. Ben de bir cihette sevindim; zira, en mukaddes maksadým, þeriatýn ahkâmýný tamamen icra ve tatbiktir. Fakat itaat-i askeriyeye halel geldiðinden, nihayet derecede me'yus ve müteessir oldum ve umum gazetelerle askere hitaben neþrettim ki:

 

"Ey askerler! Zâbitleriniz bir günah ile nefislerine zulmediyorlarsa, siz o itaatsizlikle otuz milyon Osmanlý ve üçyüz milyon nüfus-u Ýslâmiyenin haklarýna bir nevi zulmediyorsunuz. Zira, umum Ýslâm ve Osmanlýlarýn haysiyet, saadet ve bayrak-ý tevhîdi, bu zamanda bir cihette sizin itaatinizle kaimdir. Hem de þeriat istiyorsunuz; fakat itaatsizlikle þeriata muhalefet ediyorsunuz."

 

Ben onlarýn hareketini, þecaatlarýný okþadým. Zira, efkâr-ý umumiyenin yalancý tercümaný olan gazeteler, nazarýmýza hareketlerini meþru göstermiþlerdi. Ben de takdirle beraber nasihatýmý bir derece tesir ettirdim, isyaný bir derece bastýrdým. Yoksa böyle, âsân olmazdý. Ben ki bilfiil týmarhaneyi ziyaret etmiþ bir adamým, "Neme lâzým, böyle iþleri akýllýlar düþünsün" demediðimden cinayet ettim (!)...

 

ONUNCU CÝNAYET: Harbiye Nezaretindeki askerler içine Cuma günü ulema ile beraber gittim. Gayet müessir nutuklarla sekiz tabur askeri itaate getirdim. Nasihatlarým tesirini sonradan gösterdi. Ýþte nutkun sureti:

 

"Ey âsakir-i muvahhidîn! Otuz milyon Osmanlý ve üçyüz milyon Ýslâmýn namusu ve haysiyeti ve saadeti ve bayrak-ý tevhîdi; bir cihette sizin itaatýnýza vâbestedir. Sizin zabitleriniz, bir günah ile kendi nefsine zulmetse, siz bu itaatsizlikle, üçyüz milyon Ýslâma zulmediyorsunuz. Zira, bu itaatsizlikle uhuvvet-i Ýslâmiyeyi tehlikeye atýyorsunuz. Biliniz ki: Asker ocaðý, cesîm ve muntazam bir fabrikaya benzer; bir çark itaatsizlik etse, bütün fabrika herc ü merc olur. Asker neferatý, siyasete karýþmaz; Yeniçeriler þahiddir. Siz "þeriat" dersiniz, halbuki þeriata muhalefet ediyorsunuz ve lekedar ediyorsunuz. Þeriatla, Kur'ânla, hadîs ile, hikmetle, tecrübeyle sâbittir ki: Saðlam, dindar, hakperest ulûlemre itaat farzdýr. Sizin ulûlemriniz, üstadýnýz; zabitlerinizdir. Nasýl ki mahir mühendis, hâzýk tabib; bir cihette günahkâr olsalar, týb ve hendeselerine zarar vermez. Kezalik, münevver-ül-efkâr ve fenn-i har-

 

sh: » (D: 66)

 

be âþina, mektebli, hamiyetli, mü'min zabitlerinizin bir cüz'î nâmeþrû hareketi için itaatinize halel vermekle, Osmanlýlara ve Ýslâmlara zulmetmeyiniz! Zira itaatsizlik, yalnýz bir zulüm deðil, milyonlarca nüfusun hakkýna bir nevi tecavüz demektir. Bilirsiniz ki; bu zamanda bayrak-ý tevhid-i Ýlâhî sizin yed-i þecaatinizdedir. O yedin kuvveti de, itaat ve intizamdýr. Zira, bin muntazam ve mutî asker, yüzbin baþýbozuða mukabildir. Ne hâcet, yüz sene zarfýnda, otuz milyon nüfusun vücuda getirmediði böyle pek çok kan döktüren inkýlâplarý, siz, itaatinizle kan dökmeden yaptýnýz.

 

Bunu da söylüyorum ki: Hamiyetli ve münevverülfikir bir zabiti zayi etmek, mânevî kuvvetinizi zayi etmektir.

 

Zira þimdi hükümferma: Þecaat-ý imaniye ve akliye ve fenniyedir. Bazan bir münevverülfikir, yüze mukabildir. Ecnebiler, size bu þecaatle galebeye çalýþýyorlar. Yalnýz þecaat-i fýtriye kâfi deðil!...

 

Elhâsýl, Fahr-i Âlem'in fermanýný size teblið ediyorum ki; itaat farzdýr, zabitlerinize isyan etmeyiniz!

 

Yaþasýn askerler! Yaþasýn meþrûta-i meþrûa!.."

 

Demek ki ben, bu kadar âlim varken böyle mühim vazifeleri deruhte ettiðimden, cinayet ettim (!)...

 

ONBÝRÝNCÝ CÝNAYET: Ben, Vilâyat-ý Þarkiyede, aþiretlerin hâl-i periþaniyetini görüyordum. Anladým ki: Dünyevî bir saadetimiz, bir cihetle fünun-u cedîde-i medeniye ile olacak. O fünûnun da gayr-ý müteaffin bir mecrasý ulema ve bir menbaý da medreseler olmak lâzýmdýr. Tâ, ulemâ-i din, fünûn ile ünsiyet peyda etsin. Zira, o vilâyâtta, yarý bedevi vatandaþlarýn zimam-ý ihtiyarý, ulema elindedir. Ve o sâik ile Der-Saadete geldim. Saadet tevehhümüyle o vakit de (þimdi münkasým olmuþ, þiddetlenmiþ olan) istibdadlar, merhum Sultan-ý mahlûa isnad edildiði halde, onun Zabtiye Nazýrý ile bana verdiði maaþ ve ihsan-ý þâhânesini kabul etmedim, reddettim, hatâ ettim. Fakat o hatâm, medrese ilmi ile dünya malýný isteyenlerin yanlýþlarýný göstermekle hayýr oldu. Aklýmý feda ettim, hürriyetimi terketmedim. O þefkatli Sultana boyun eðmedim. Þahsî menfaatýmý terk ettim. Þimdiki sivrisinekler, beni cebirle deðil, muhabbetle kendilerine müttefik edebilirler. Bir buçuk senedir burada memleketimin neþr-i maarifi için çalýþýyorum. Ýstanbul'un ekserisi bunu bilir.Ben ki bir hammalýn oðlu-

 

sh: » (D: 67)

 

yum; bu kadar dünya bana müyesser iken, kendi nefsimi hammal oðulluðundan ve fakr u halden çýkarmadým ve dünya ile kökleþemediðim ve en sevdiðim mevki olan Vilâyât-ý Þarkiyenin yüksek daðlarýný terketmekle millet için týmarhaneye ve tevkifhaneye ve meþrutiyet zamanýnda iþkenceli hapishaneye düþmeme sebebiyet veren öyle umurlara teþebbüs etmekle büyük bir cinayet eyledim ki, bu dehþetli mahkemeye girdim (!)...

 

YARI CÝNAYET: Þöyle ki: Daire-i Ýslâmýn merkezi ve rabýtasý olan nokta-i hilâfeti elinden kaçýrmamak fikriyle ve sâbýk Sultan merhum Abdülhamid Han Hazretleri, sâbýk içtimaî kusuratýný derk ile nedamet ederek kabul-ü nasihata istidat kesbetmiþ zanniyle ve "Aslâh tarik, müsalâhadýr" mülâhazasiyle, þimdiki en çok aðraz ve infiâlâta mebde ve tohum olan bu vukua gelen þiddet suretini daha ahsen surette düþündüðümden, merhum Sultan-ý sâbýka, ceride lisanýyla söyledim ki: "Münhasif Yýldýzý darülfünun et; tâ, Süreyya kadar âli olsun! Ve oraya seyyahlar, zebanîler yerine, ehl-i hakikat melâike-i rahmeti yerleþtir; tâ cennet gibi olsun! Ve Yýldýzdaki milletin sana hediye ettiði servetini, milletin baþ hastalýðý olan cehaletini tedavi için büyük dinî darülfünunlara sarf ile millete iade et ve milletin mürüvvet ve muhabbetine itimad et. Zira, senin þâhâne idarene millet mütekeffildir. Bu ömürden sonra sýrf âhireti düþünmek lâzým. Dünya seni terk etmeden evvel sen dünyayý terket! Zekat-ül-ömrü, ömr-ü sâni yolunda sarfeyle. Þimdi müvazene edelim: Yýldýz, eðlence yeri olmalý veya darülfünun olmalý? Ve içinde seyyahlar gezmeli veya ulema tedris etmeli? Ve gasbedilmiþ olmalý veyahut hediye edilmiþ olmalý? Hangisi daha iyidir? Ýnsaf sahipleri hükmetsin."

 

Ben ki bir gedâyým. Bir büyük padiþaha nasihat ettim. Demek yarý cinayet ettim.

 

Cinayetin öteki yarýsýný söylemek zamaný gelmedi. (Hâþiye)

 

.....................................................................................

 

Yazýk, eyvahlar olsun! Saadetimiz olan meþrûtiyet-i meþrûa, bir menba-ý hayat-ý içtimaiyemiz ve Ýslâmiyete uygun olan maa-

 

___________________

 

(Hâþiye): O yarýnýn zamaný; onbeþ sene sonra, yirmisekiz senedir müellifin sebeb-i hapsi olan, "Siracünnur"un âhirindeki bahse bakýnýz, tam o yarý cinayeti bileceksiniz.

 

sh: » (D: 68)

 

rif-i cedideye, millet nihayet derecede müþtak ve susamýþ olduðu halde; bu hâdisede, ifratperver olanlar, meþrutiyete garazlar karýþtýrmakla ve fikren münevver olanlar da, dinsizce harekât-ý lâübaliyane ile milletin raðbetine karþý maatteessüf sed çektiler. Bu seddi çekenler, ref'etmelidirler; vatan namýna rica olunur.

 

Ey Paþalar, Zabitler! Bu on bir buçuk cinayetin þahitleri, binlerle adamdýr. Belki bazýlarýna Ýstanbul'un yarýsý þahittir. Bu on bir buçuk cinayetin cezasýna rýza ile beraber, on bir buçuk sualime de cevab isterim. Ýþte bu seyyiatýma bedel bir hasenem de var. Söyleyeceðim:

 

Herkesin þevkini kýran ve neþ'esini kaçýran ve aðrazlar ve taraftarlýklar hissini uyandýran ve sebeb-i tefrika olan ýrkçýlýk cem'iyât-ý akvamiye teþkiline sebebiyet veren; ve ismi meþrutiyet ve mânâsý istibdat olan ve Ýttihad ve Terakki ismini de lekedar eden buradaki þûbe-i müstebidaneye muhalefet ettim.

 

Herkesin bir fikri var. Ýþte; sulh-u umumî, aff-ý umumî ve ref-i imtiyaz lâzým. Tâ ki; biri, bir imtiyaz ile baþkasýna haþarat nazariyle bakmakla nifak çýkmasýn. Fahr olmasýn! Derim: Biz ki hakiki müslümanýz, aldanýrýz fakat aldatmayýz. Bir hayat için yalana tenezzül etmeyiz. Zira biliyoruz ki: "Ýnnem-el-Hîyletü fî Terkil-Hiyel" Fakat, meþrû, hakiki meþrutiyetin müsemmasýna ahd ü peyman ettiðimden, istibdat ne þekilde olursa olsun, -meþrutiyet libasý giysin ve ismini taksýn- rast gelsem sille vuracaðým.

 

Fikrimce meþrutiyetin düþmaný, meþrutiyeti; gaddar, çirkin ve hilâf-ý þeriat göstermekle meþveretin de düþmanlarýný çok edenlerdir. "Tebeddül-ü esmâ ile, hakaik tebeddül etmez." En büyük hata, insan, kendini hatasýz zannetmek olduðundan hatamý itiraf ederim ki; nâsýn nasihatýný kabul etmeden, nâsa nasihatý kabul ettirmek istedim. Nefsimi irþad etmeden, baþkasýnýn irþadýna çalýþtýðýmdan, emr-i bilmâ'rufu te'sirsiz etmekle tenzil ettim. Hem de tecrübe ile sabittir ki: Ceza, bir kusurun neticesidir; fakat, bazan o kusur, iþlenmemiþ baþka kusurun suretinde kendini gösterir. O adam mâsum iken cezaya müstehak olur. Allah musibet verir, hapse atar, adalet eder, fakat hâkim ona ceza verir, zulmeder.

 

Ey ulûlemir! Bir haysiyetim vardý, onunla Ýslâmiyet milliyetine hizmet edecekdim, kýrdýnýz. Kendi kendine olmuþ, istemediðim bir þöhret-i kâzibem vardý, onunla avama nasihatý te'sir ettiri-

 

sh: » (D: 69)

 

yordum; maalmemnuniye mahvettiniz. Þimdi usandýðým bir hayat-ý zaîfem var, kahrolayým, eðer idama esirgerisem, merd olmýyayým eðer ölmeye gülmekle gitmezsem. Sûreten mahkûmiyetim, vicdanen mahkûmiyetinizi intaç edecektir. Bu hâl bana zarar deðil, belki þandýr. Fakat millete zarar ettiniz. Zira nasihatýmdaki te'siri kýrdýnýz. Saniyen; kendinize zarardýr. Zira hasmýnýzýn elinde bir hüccet-i kâtýa olurum. Beni mihenk taþýna vurdunuz; acaba fýrka-i hâlise dediðiniz adamlar böyle mihenge vurulsalar, kaç tanesi saðlam çýkacaktýr? Eðer meþrutiyet bir fýrkanýn istibdadýndan ibaret ise ve hilaf-ý þeriat hareket ise:

 

فَلْيَشْهَدِ الثَّقَلاَنِ اَنِّى مُرْتَجِعٌ (Hâþiye) Zira yalanlarla ittihad yalandýr ve ifsadat üzerine müesses olan ism-i meþrutiyet fâsiddir. Müsemma-yý meþrutiyet; hak, sýdk, imtiyazsýzlýk üzerine beka bulacaktýr.

 

......................................................................................

 

"Otuz Bir Mart Hâdisesi" denilen o sâika ve müdhiþ fýrtýna, adî sebepler tahtýnda öyle bir istidâd-ý tabiîyi müheyya etmiþti ki; neticesi hercümerç olduðu halde, min-indillâh ehl-i kýyamýn lisanýna daima mu'cizesini gösteren ism-i þeriat geldi. O fýrtýnayý gayet hafif geçirdiðinden, Nisan'ýn nýsfýndan sonraki gazeteleri Ýndallah mahkûm ediyor. Zira o hadiseye sebebiyet veren yedi mes'ele ve onunla beraber yedi hal, nazar-ý mütalâaya alýnsa, hakikat tezahür eder. Onlar da bunlardýr:

 

1- Yüzde doksaný, Ýttihad ve Terakki'nin aleyhinde, hem onlarýn tahakkümü ve istibdadý aleyhinde bir hareket idi.

 

2- Fýrkalarýn meydân-ý münakaþatý olan vükelâyý tebdil idi.

 

3- Sultan-ý mazlûmu sukut-u musammemden kurtarmaktý.

 

4- Hissiyat-ý askeriyenin ve âdâb-ý dindaranelerinin muhalif telkinatýnýn önüne sed olmaktý.

 

5- Pek çok büyütülen Hasan Fehmi Bey'in kâtilini meydana çýkarmaktý.

 

_______________________

 

Hâþiye: Yâni: Bütün dünya, cin ve ins þahid olsun ki, ben mürteciyim.

 

sh: » (D:70)

 

6- Kadro haricine çýkanlarý ve alay zabitlerini maðdur etmemekti.

 

7- Hürriyeti, sefahete þumulünü men ve âdâb-ý þeriatla tahdit ve avâmýn siyaset-i þer'i bildikleri yalnýz kýsas ve kat-ý yed haddini icra idi.

 

Fakat zemin bataklýk.. ve dâm (tuzak) ve plân serilmiþti. Mukaddes olan itaat-ý askeriye feda edildi. Üssülesas esbab, fýrkalarýn taraftârâne ve garazkârâne münakaþatý ve gazetelerin belagât yerine mübalâgat ve yalan ve ifratperverâne keþmâkeþleri idi. Bu metâlib-i seb'ada, nasýl ki yedi renk çevrilse yalnýz beyaz görünür; bunda da yalnýz ziyâ-yý þeriat-ý beyzâ tecelli etti, fesadýn önüne sed çekti.

 

Bütün kuvvetimle derim ki: Terakkimiz, ancak, milliyetimiz olan Ýslâmiyetin terakkisiyle ve hakaik-i þeriatýn tecellisiyledir. Yoksa, "Yürüyüþünü terketti, baþkasýnýn da yürüyüþünü öðrenmedi" olan darb-ý mesele mâsadak olacaðýz. Evet hem þan ü þeref-i millet-i Ýslâmiye, hem sevab-ý Âhiret, hem cemiyet-i milliye, hem hamiyet-i Ýslâmiye, hem hubb-u vatan, hem hubb-u din ile mütehassis olmalýyýz.

 

................................................................................................

 

Ey Paþalar, Zabitler! Cinayetlerime ceza ve þimdi suallerime de cevab isterim. Ýslâmiyet ise, insaniyet-i kübrâ.. ve þeriat ise medeniyet-i fuzlâ (en faziletli medeniyet) olduðundan; âlem-i Ýslâmiyet, medine-i fâzýla-i Eflâtûniyye olmaða sezâdýr. (Hâþiye)

 

 

 

Birinci Sual: (Hâþiye) Gazetelerin aldatmalariyle meþrû bilerek buradaki görenek ve âdata binâen cereyan-ý umumîye kapýlan safdillerin cezasý nedir?

 

Ýkinci Sual: Bir insan yýlan suretine girse, yahut bir veli haydut kýyafetine girse, veyahut meþrutiyet, istibdad þekline girse; ona taarruz edenlerin cezasý nedir? Belki; hakikaten onlar yýlandýrlar, haydutturlar ve istibdattýrlar.

 

Üçüncü Sual: Acaba, müstebit yalnýz bir þahýs mý olur? Müteaddit þahýslar müstebit olmaz mý? Bence "Kuvvet, kanunda olmalý" yoksa istibdat münkasim olmuþ olur ve komitecilikle tam

 

_________________

 

Hâþiye: Bu sualler kýrk-elli mâsum mahpusun tahliyesine sebeb oldu.

 

sh: » (D:71)

 

þiddetlenir.

 

Dördüncü Sual: Bir mâsumu idam etmek mi, yoksa on câniyi affetmek mi daha zarardýr?

 

Beþinci Sual: Maddî tazyikler, ehl-i meslek ve fikre galebe etmediði gibi, daha ziyade nifak ve tefrika vermez mi?

 

Altýncý Sual: Bir mâden-i içtimaî hayatýmýz olan ittihad-ý millet; ref-i imtiyazdan baþka ne ile olur?

 

Yedinci Sual: Müsavatý ihlâl ve yalnýz bazýlara tahsis ve haklarýnda kanunu tamamiyle tatbik etmek, zahiren adalet iken, bir cihette acaba müsavatsýzlýkla zulüm ve garaz olmaz mý? Hem de tebrie ve tahliye ile masumiyetleri tebeyyün eden ekser-i mahbusînin, belki yüzde sekseni masum iken, acaba; ekseriyet nokta-i nazarýnda bu hâl hükümfermâ olsa, garaz ve fikr-i intikam olmaz mý? Divan-ý Harbe diyeceðim yok, ihbar edenler düþünsünler.

 

Sekizinci Sual: Bir fýrka kendisine bir imtiyaz taksa, herkesin en hassas nokta-i asabiyyesine daima dokundura dokundura zorla herkesi meþrutiyete muhalif gibi gösterse ve herkes de onlarýn kendilerine taktýðý ism-i meþrutiyet altýnda olan muannit istibdada iliþmiþ ise, acaba kabahat kimdedir?

 

Dokuzuncu Sual: Acaba, bahçývan bir bahçenin kapýsýný açsa, herkese ibahe etse, sonra da zâyiat vuku bulsa, kabahat kimdedir?

 

Onuncu Sual: Fikir ve söz hürriyeti verilse, sonra da muahaze olunsa, acaba bîçâre milleti ateþe atmak için bir plân olmaz mý? Böyle olmasa idi, baþka bahaneyle mevki-i tatbike konulacaðý hayale gelmez mi idi?

 

On Birinci Sual: Herkes meþrutiyete yemin ediyor. Halbuki ya müsemma-yý meþrutiyete kendi muhalif, veya muhalefet edenlere kaþý sükût etse, acaba kefaret-i yemin vermek lâzým gelmez mi? Ve millet yalancý olmaz mý? Ve mâsum olan efkâr-ý umumiye; yalancý, bunak ve gayr-ý mümeyyiz addolunmaz mý?

 

Elhâsýl: Þedit bir istibdad ve tahakküm, cehalet cihetiyle þimdi hükümfermâdýr. Güya istibdat ve hafiyelik, tenasuh etmiþ. Ve maksad da Sultan Abdülhamitten istirdâd-ý hürriyet deðilmiþ, belki; hafif ve az istibdadý, þiddetli ve kesretli yapmakmýþ?

 

sh: » (D:72)

 

Yarým Sual: Nazik ve zayýf bir vücut ki, sivrisineklerin ve arýlarýn ýsýrmasýna tahammül edemediði için, gayet telâþ ve zahmetle onlarý def'e çalýþýrken biri çýksa, dese ki: "Maksadý, sivrisinekleri, arýlarý defetmek deðil, belki büyük arslaný ikaz edip kendine musallat etmek ister." Acaba böyle demekle hangi ahmaðý kandýracaktýr?

 

Sualin diðer yarýsý çýkmaða izin yoktur!

 

.......................................................................................................

 

Ey Paþalar, zabitler! Bütün kuvvetimle derim ki:

 

Gazetelerde neþrettiðim umum makalâtýmdaki umum hakaikde nihayet derecede musýrrým. Þayet zaman-ý mâzi canibinden, Asr-ý Saadet mahkemesinden adaletnâme-i þeriatla dâvet olunsam, neþrettiðim hakaiki aynen ibraz edeceðim. Olsa olsa, o zamanýn ilcaâtýnýn modasýna göre bir libas giydireceðim. Þayet müstakbel tarafýndan üçyüz sene sonraki tenkidat-ý ukalâ mahkemesinden tarih celbnamesiyle celbolunsam; yine bu hakikatlarý, tevessü ve inbisat ile çatlayan bazý yerlerini yamalamakla beraber taze olarak orada da göstereceðim. Demek ki hakikat tahavvül etmez. Hakikat haktýr. اَلْحَقُّ يَعْلُو وَلاَ يُعْلَى عَلَيْهِ Millet uyanmýþ; mugalâta ve cerbeze ile iðfal olunsa, devam etmiyecektir. Hakikat telâkki olunan hayâlin, ömrü kýsadýr. Feveran eden efkâr-ý umumiye ile o aldatmalar ve muðalâtalar daðýlacaktýr ve hakikat meydana çýkacaktýr, Ýnþâallah.

 

Sizin iþkenceli hapishanenizin hali: Zaman müthiþ, mekân muvahhiþ, mahbûsîn mütevahhiþ, gazeteler mürcif, efkâr müþevveþ, kalbler hazin, vicdanlar müteessir ve me'yus; bidayet-i halde me'murlar þemâtetli, nöbetçiler müz'iç olmakla beraber; vicdaným beni tâzib etmediði için o hâl bana eðlence gibi idi. Musibetlerin tenevvüü, mûsikinin naðmelerinin tenevvüü gibi bana geliyordu. Hem de, geçen sene týmarhanede tahsil ettiðim dersi, þimdi bu mektebde itmam ettim. Musibet zamanýnýn uzunluðundan, uzun dersler gördüm. Dünyanýn ruhanî lezzeti olan hüzn-ü mâsumane ve mazlumâneden: "Zaife þefkat ve gadre þiddet-i nefret" dersini aldým.

 

sh: » (D:73)

 

Ümidim kavidir ki, çok mâsumlarýn kalblerinden hararet-i hüzün ile tebahhur eden "Ây", "Vay" ve "Ah" lar rahmetli bir bulut teþkil edecektir. Ve Âlem-i Ýslâmdaki yeni yeni Ýslâm Devletlerinin teþekkülleriyle o rahmetli bulut teþekküle baþlamýþtýr.

 

Eðer medeniyet, böyle haysiyet kýrýcý tecavüzlere ve nifak verici iftiralara ve insafsýzcasýna intikam fikirlerine ve þeytancasýna mugalâtalara ve diyanette lâubalicesine hareketlere müsaid bir zemin ise, herkes þahit olsun ki; o "Saadet, Saray-ý Medeniyet" tesmiye olunan böyle mahall-i aðrâzâ bedel; Vilâyât-ý Þarkiyenin, hürriyet-i mutlakanýn meydaný olan, yüksek daðlarýndaki bedeviyet ve vahþet çadýrlarýný tercih ediyorum. Zira bu mimsiz medeniyette görmediðim hürriyet-i fikir ve serbesti-i kelâm ve hüsn-ü niyet ve selâmet-i kalb, Þarkî Anadolunun daðlarýnda tam mânasiyle hükümfermâdýr.

 

Bildiðime göre, edipler edepli olurlar. Edebsiz bazý gazeteleri, nâþir-i aðrâz görüyorum. Eðer edeb böyle ise ve efkâr-ý umumiye böyle karmakarýþýk olsa, þahid olunuz ki, böyle edebiyattan vazgeçdim; bunda da dahil deðilim. Vatanýmýn yüksek daðlarýnda yâni, Bâþid baþýndaki ecram ve elvâh-ý âlemi, gazetelere bedel mütalâa edeceðim.

 

Muarradýr feza-yý feyzimiz þîn-i temennâdan;

 

Bize dâd-ý ezeldir, zîrden bâlâdan istiðnâ.

 

Çekildik neþve-i ümidden, tûl-ü emellerden;

 

Öyle mecnunuz ki, ettik vuslat-ý leylâdan istiðnâ!...

 

Tenbih:Medeniyetten istifam, sizi düþündürecek. Evet böyle istibdat ve sefahete ve zilletle memzuç medeniyete bedeviyeti tercih ediyorum. Bu medeniyet; eþhasý, fakir ve sefih ve ahlâksýz eder. Fakat hakikî medeniyet; nev-i insanýn terakki ve tekemmülüne, ve mahiyet-i nev'iyyesinin kuvveden fiile çýkmasýna hizmet ettiðinden, bu nokta-i nazardan medeniyeti istemek, insaniyeti istemektir. Hem de mânâ-yý meþrutiyete ibtilâ ve muhabbetimin sebebi þudur ki: Asyanýn ve Âlem-i Ýslâmýn istikbalde terakkisinin birinci kapýsý, meþrutiyet-i meþrua ve þeriat dairesindeki hürriyettir!

 

Ve tâlih ve taht ve baht-ý Ýslâmýn anahtarý da, meþrutiyetteki

 

sh: » (D:74)

 

þûrâdýr. Zira, þimdiye kadar üçyüz yetmiþ milyon Ýslâm, ecânibin istibdad-ý mânevîsi altýnda eziliyordu. Þimdi hâkimiyet-i Ýslâmiye; âlemde bâhusus bundan sonra Asya'da hükümfermâ olduðu halde herbir ferd-i müslüman hâkimiyetin bir cüz-ü hakikisine malik olur. Ve hürriyet, üç yüz yetmiþ milyon Ýslâmý esaretten halâs etmeðe bir çare-i yegânedir. Farz-ý muhâl olarak burada yirmi milyon nüfus, te'sis-i hürriyete çok zarar-dîde olsalar da, feda olsunlar.. yirmiyi verir, üçyüzü alýrýz.

 

Yazýk, eyvahlar olsun! Bizdeki unsurlar, ýrklar; hava gibi muhtelittir, su gibi memzuç olmamýþlar. Ýnþâallah, elektrik-i hakaik-ý Ýslâmiyetle imtizaç ederek, ziya-yý maârif-i Ýslâmiye hararetiyle kuvvet tevlid ederek, bir mizac-ý mûtedile-i adalet vücuda gelecektir.

 

Yaþasýn meþrutiyet-i meþrua, sað olsun hakikat-ý þeriat terbiyesinden tam ders alan neyyir-i hürriyet!

 

Ýstibdadýn garîbüzzamaný

 

Meþrutiyetin Bediüzzamaný

 

Þimdikinin de bid'atüzzamaný

 

SAÝD NURSÎ

 

 

 

* * *

 

Bundan sonra; Ýstanbul'da fazla kalmaz, Van'a gitmek üzere Ýstanbul'dan ayrýlýr. Batum yoliyla Van'a giderken Tiflis'e uðrar. Tiflis'de, Þeyh San'an Tepesi'ne çýkar. Dikkatle etrafý temaþa ederken yanýna bir Rus polisi gelir ve sorar:

 

-Niye böyle dikkat ediyorsun?

 

Bediüzzaman der:

 

-Medresemin plânýný yapýyorum.

 

O der:

 

-Nerelisin?

 

Bediüzzaman:

 

-Bitlisliyim.

 

Rus polisi:

 

-Bu Tiflis'tir!

 

Bediüzzaman:

 

 

 

 

 

sh: » (T: 75)

 

-Bitlis, Tiflis birbirinin kardeþidir.

 

Rus polisi:

 

- Ne demek?

 

Bediüzzaman:

 

-Asya'da Âlem-i Ýslâm'da üç nur birbiri arkasýnda inkiþafa baþlýyor. Sizde birbiri üstünde üç zulmet inkiþafa baþlayacaktýr. Þu perde-i müstebidane yýrtýlacak, takallüs edecek, ben de gelip burada medresemi yapacaðým.

 

Rus polisi:

 

-Heyhat!.. Þaþarým senin ümidine?

 

Bediüzzaman:

 

-Ben de þaþarým senin aklýna! Bu kýþýn devamýna ihtimal verebilir misin? Her kýþýn bir baharý, her gecenin bir neharý vardýr.

 

Rus polisi:

 

-Ýslâm, parça parça olmuþ?

 

Bediüzzaman:

 

-Tahsile gitmiþler. Ýþte Hindistan, Ýslâm'ýn müstaid bir veledidir; Ýngiliz mekteb-i idadîsinde çalýþýyor. Mýsýr, Ýslâm'ýn zeki bir mahdumudur; Ýngiliz mekteb-i mülkiyesinden ders alýyor. Kafkas ve Türkistan, Ýslâm'ýn iki bahadýr oðullarýdýr; Rus mekteb-i harbiyesinde talim ediyorlar. Ýlâ âhir...

 

Yahu, þu asilzade evlâd, þehadetnamelerini aldýktan sonra, herbiri bir kýt'a baþýna geçecek, muhteþem âdil pederleri olan Ýslâmiyet'in bayraðýný âfâk-ý kemalâtta temevvüç ettirmekle, kader-i ezelînin nazarýnda feleðin inadýna, nev-i beþerdeki hikmet-i ezeliyenin sýrrýný ilân edecektir.

 

* * *

 

Van'a muvasalat ettikten sonra, aþairi (aþiretleri) dolaþarak içtimaî, medenî, ilmî derslerle onlarý irþada çalýþmýþtýr. Bu hususta, sual-cevab halinde, "Münazarat" isimli bir kitab neþretmiþtir.

 

 

 

sh: » (T: 76)

 

Bediüzzaman'ýn bir taraftan ehl-i siyasetle, diðer taraftan halk tabakasý ve aþiretlerle muhaveresi, þübhesiz ki gayet merakâverdir. Bütün bunlarda; bu zâtýn yegâne azim ve gayesinin Ýslâmiyet nurunun ve Kur'an hakikatlarýnýn dünyaya yayýlmasý olduðu ve kendisinin de bir dellâl-ý Kur'an vazifesini bütün hayatýnda îfa ettiði görülmektedir.

 

* * *

 

 

 

Bediüzzamanýn, Þarkdaki aþâirle muhavere ve

 

münazaralarýndan bir kaç misâl

 

 

 

Sual: Dine zarar olmasýn, ne olursa olsun?

 

Elcevab: Ýslâmiyet, Güneþ gibidir, üflemekle sönmez; gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnýz kendine gece yapar.

 

Hem de maðlûb bîçare bir reise, yahut müdahin me'murlara, ve yahut mantýksýz bir kýsým zabitlere itimad edilirse ve dinin himayesi onlara býrakýlýrsa mý daha iyidir, yoksa efkâr-ý âmme-i milletin arkasýndaki hissiyat-ý Ýslâmiyenin mâdeni olan ve herkesin kalbindeki þefkat-i imaniye olan envâr-ý Ýlâhînin lemeatýnýn içtimalarýndan ve hamiyet-i Ýslâmiyenin þerârât-ý neyyiranesinin imtizacýndan hasýl olan amud-u nuranînin ve o seyf-i elmasýn hamiyetine býrakýlýrsa mý daha iyidir? Siz muhakeme ediniz!

 

 

 

Evet þu amud-u nuranî; dinin himayetini; þehametinin baþýna, murakibinin gözüne, hamiyetin omuzuna alacaktýr. Görüyorsunuz ki: Lemeat-ý müteferrika, tele'lüe baþlamýþ, yavaþ yavaþ incizab ile imtizaç edecektir. Fenn-i hikmette takarrur etmiþtir ki: Hiss-i dinî, bâhusus din-i hakk-ý fýtrînin sözü daha nâfiz, hükmü daha âli, te'siri daha þediddir.

 

 

 

Evet, evet.. eðer sivrisinek tantanasýný kesse, bal arýsý demdemesini bozsa; sizin þevkiniz hiç bozulmasýn, hiç teessüf etmeyiniz. Zira, kâinatý naðamatiyle raksa getiren ve hakaikin esrarýný ihtizaza veren musika-i Ýlâhiyye hiç durmuyor, mütemadiyen güm güm eder. Padiþahlar Padiþahý olan Sultan-ý Ezelî, Kur'an denilen musika-i Ýlâhiyyesiyle umum âlemi doldurarak, kubbe-i âsumanda þiddetli ses getirmekle sadef-i kehf-misâl olan ulema ve meþâyih ve hutebânýn dimað, kalb ve femlerine vurarak, aks-i sadâsý onlarýn lisanlarýndan çýkýp seyr ü seyelân ederek çeþid çeþid

 

 

 

sh:» (T: 77)

 

 

 

sadâlarla dünyayý güm güm ile ihtizaza getiren o sadânýn tecessüm ve intibaiyle umum kütüb-ü Ýslâmiyeyi bir tanbur ve kanunun bir teli ve bir þeridi hükmüne getiren ve herbir tel bir nev'i ile onu ilân eden, o sada-yý semavî ve ruhanîyi kalbin kulaðý ile iþitmiyen veya dinlemiyen, acaba o sadâya nisbeten sivrisinek gibi bir emîrin demdemelerini ve karasinekler gibi bir hükûmetin adamlarýnýn výzvýzlarýný iþitecek midir?

 

 

 

........................................................................................

 

 

 

S - Hürriyeti bize çok fena tefsir etmiþler. Hattâ, âdeta; hürriyette, insan her ne sefahet ve rezalet iþlerse, baþkasýna zarar etmemek þartiyle hiç birþey denilmez, diye bize anlatmýþlar. Acaba böyle midir?

 

 

 

C - Öyleler, hürriyeti deðil, belki sefahet ve rezaletlerini ilân ediyorlar ve çocuk bahanesi gibi hezeyan ediyorlar. Zira; nâzenin hürriyet, âdab-ý þeriatla müteeddibe ve mütezeyyine olmak lâzýmdýr. Yoksa, sefahet ve rezaletteki hürriyet, hürriyet deðildir; belki hayvanlýkdýr, þeytanýn istibdadýdýr, nefs-i emmareye esir olmakdýr. Hürriyet-i umumî efradýn zerrat-ý hürriyatýnýn muhassalýdýr. Hürriyetin þe'ni odur ki ne nefsine, ne gayriye zararý dokunmasýn.

 

 

 

Fakat, ey göçerler! Sizde olan yarý hürriyettir, diðer yarýsý da baþkasýnýn hürriyetini bozmamaktýr. Hem de kût-u lâyemut ve vahþetle âlûde olan hürriyet, sizin dað komþularýnýz olan hayvanlarda da bulunuyor. Vâkýa, þu bîçare vahþi hayvanlarýn bir lezzeti ve tesellisi varsa, o da hürriyetleridir. Lâkin; güneþ gibi parlak, ruhun mâþukasý ve cevher-i insaniyetin küfvü o hürriyettir ki, Saadet-i Saray-ý Medeniyette oturmuþ ve mârifet ve fazilet ve Ýslâmiyet terbiyesiyle ve hulleleriyle mütezeyyine olan hürriyettir.

 

 

 

................................................................................

 

 

 

S - Nasýl hürriyet imanýn hassasýdýr?

 

 

 

C - Zira, rabýta-i iman ile Sultan-ý Kâinata hizmetkâr olan adam, baþkasýna tezellül ile tenezzül etmeye ve baþkasýnýn tahakküm ve istibdadý altýna girmeye o adamýn izzet ve þehamet-i imaniyesi býrakmadýðý gibi, baþkasýnýn hürriyet ve hukukuna tecavüz etmeyi dahi o adamýn þefkat-i imaniyesi býrakmaz!

 

 

 

Evet, bir padiþahýn doðru bir hizmetkârý, bir çobanýn tahakkü-

 

 

 

sh:» (T: 78)

 

müne tenezzül etmez. Bir bîçareye tahakküme dahi o hizmetkâr tenezzül etmez. Demek iman ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar. Ýþte Asr-ý Saadet!..

 

 

 

S - Bir büyük adama ve bir veliye ve bir þeyhe ve bir büyük âlime karþý nasýl hür olacaðýz. Onlar meziyetleri için bize tahakküm etmek haklarýdýr. Biz onlarýn faziletlerinin esiriyiz?

 

 

 

C - Velâyetin, þeyhliðin, büyüklüðün þe'ni; tevazu ve mahviyettir, tekebbür ve tahakküm deðildir! Demek tekebbür eden, sabiyy-i müteþeyyihdir, siz de büyük tanýmayýnýz!

 

 

 

...............................................................................

 

 

 

S - Heyhat! Bize teselli veren þu ulvî emeli ye'se inkýlâb ettiren ve etrafýmýzda hayatýmýzý zehirlendirmek ve devletimizi parça parça etmek için aðýzlarýný açmýþ olan o müthiþ yýlanlara ne diyeceðiz?

 

 

 

C - Korkmayýnýz; medeniyet, fazilet ve hürriyet, âlem-i insaniyette galebe çalmaða baþladýðýndan, bizzarure terazinin öteki yüzü þey'en feþey'en hafifleþecektir. Farz-ý muhal olarak, Allah etmesin, eðer bizi parça parça edip öldürseler; emin olunuz, biz yirmi olarak öleceðiz, üçyüz olarak dirileceðiz. Baþýmýzdan rezail ve ihtilâfatýn gubarýný silkip, hakikî münevver ve müttehid olarak kervan-ý benî beþere piþdarlýk edeceðiz. Biz, en þedit, en kavi ve en bâki hayatý intaç eden öyle bir ölümden kormayýz. Biz ölsek de, Ýslâmiyet sað kalýr. O millet-i kudsiye sað olsun!..

 

 

 

S - Gayr-ý müslimlerle nasýl müsavi olacaðýz?..

 

 

 

C - Müsavat ise, fazilet ve þerefde deðildir; hukukdadýr. Hukukda ise, þah ve geda birdir. Acaba bir þeriat «Karýncaya bilerek ayak basmayýnýz...» dese, tâzibinden menetse, nasýl Benî-Âdemin hukukunu ihmâl eder? Kellâ... Biz imtisâl etmedik. Evet Ýmam-ý Alinin (R.A.) adi bir yahudi ile muhakemesi ve medar-ý fahriniz olan Salâhaddin-i Eyyûbînin miskin bir hýristiyan ile mürafaasý, sizin þu yanlýþýnýzý tashih eder zannederim. (Hâþiye).

 

 

 

__________________________________

 

 

 

Hâþiye: Eski Said, Nurun parlak hâsiyetinden gelen kuvvetli ümid ve tam teselli ile, siyaseti Ýslâmiyete âlet yaparak hararetle hürriyete çalýþýrken; diðer bir hiss-i kablelvuku' ile dehþetli ve lâdinî bir istibdad-ý mutlakýn geleceðini bir Hadîs-i Þerifin mânasýndan anlayýp, elli sene evvel haber vermiþ. Saidin teselli haberlerini, o istibadad-ý mutlak yirmi beþ sene bil'fiil tekzib edeceðini hissetmiþ ve otuz seneden beri

 

اَعُوذُ بِالَّلهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَالسِّيَاسِيَّةِ deyip siyaseti býrakmýþ, Yeni Said olmuþtur.

 

 

 

sh:» (T: 79)

 

Zira meþrutiyet hâkimiyet-i millettir; hükûmet, hizmetkârdýr. Meþrutiyet doðru olursa, kaymakam ve vali, reis deðiller; belki ücretli hizmetkârlardýr. Gayr-ý müslim, reis olamaz, fakat hizmetkâr olur. Farzediniz; me'muriyet bir nevi riyaset ve bir aðalýktýr; gayr-i müslimlerden üç bin adamý aðalýðýmýzla, riyasetimize þerik ettiðimiz vakitte, Millet-i Ýslâmiyeden aktar-ý âlemde üçyüz bin adamýn riyasetine yol açýyor. Biri zayi edip bini kazanan zarar etmez.

 

 

 

(Otuz Bir Mart Hâdisesi Hakkýnda Bir Cevabý)

 

 

 

Ben Otuz Bir Mart hadisesinde þuna yakýn bir hâl gördüm. Zira, Ýslâmiyetin meþrutiyet-perver ve hamiyetli fedaileri, cevher-i hayat makamýnda bildikleri nimet-i meþrutiyeti þeriata tatbik edip, ehl-i hükûmeti adalet namazýnda kýbleye irþad ve tam mukaddes þeriatý meþrutiyet kuvvetiyle i'lâ; ve meþrutiyeti þeriat kuvvetiyle ikba; ve bütün seyyiat-ý sâbýkayý, muhalefet-i þeriat üzerine ilka etmek için bazý telkinatta ve teferruatýn tatbikatýnda bulundular. Sonra, saðýný solundan farketmiyenler, hâþa, þeriatý, istibdada müsaid zannederek, tûtî kuþlarý taklidi gibi «Þeriat isteriz!» demekle, hakiki maksad ortada anlaþýlmaz oldu. Zaten plânlar serilmiþti. Ýþte o zaman yalan olarak hamiyet maskesini takýnan bazý herifler, o ism-i mukaddese tecavüz ettiler. Ýþte cây-ý ibret bir nokta-i siyah! (Hâþiye).

 

 

 

...................................................................

 

 

 

Hakikaten bence müslüman neslinden gelen bir adamýn akýl ve fikri, Ýslâmiyetten tecerrüd etse bile, fýtratý ve vicdaný hiçbir vakit Ýslâmiyetten vazgeçemez. En ebleh ve en sefih bile, sedd-i rasîn-i istinadýmýz olan Ýslâmiyete bütün mevcudiyetiyle taraftardýr. Lâsiyyema, siyasetten haberdar olanlar... Hem Zaman-ý Saadetten þimdiye kadar hiçbir tarih bize bildirmiyor ki; bir müslüman, muhakeme-i akliyesi ile baþka bir dini Ýslâmiyete tercih etmiþ olsun ve delil ile baþka bir dine dahil olmuþ olsun. Dinden çýkanlar var. O baþka mes'ele. Taklid ise, ehemmiyetsizdir.

 

 

 

Halbuki edyan-ý saire müntesibleri; mutlaka fevc fevc muhakeme-i akliye ile ve bürhan-ý kat'î ile daire-i Ýslâmiyete dahil olmuþ-

 

 

 

____________________________

 

 

 

Hâþiye: Gitme, dikkat et; âlihimmet olanlar, o hâdisede sükût ettiler. Garazkâr cerideler, hakikî hürriyetin sadâsýný susturdular. Meþrutiyet pek az adamlarýn üstüne münhasýr kaldý, fedakârlarý da daðýldýlar.

 

 

 

sh:» (T: 80)

 

lar ve olmaktadýrlar. Eðer biz doðru Ýslâmiyeti ve Ýslâmiyete lâyýk doðruluðu ve istikameti göstersek, bundan sonra onlardan fevc fevc dahil olacaklardýr.

 

Hem de tarih bize bildiriyor ki: Ehl-i Ýslâmýn temeddünü, hakikat-ý Ýslâmiyete ittibalarý nisbetindedir. Baþkalarýnýn temeddünü ise, dinleriyle mâkûsen mütenâsibdir. Hem de hakikat bize bildiriyor ki; mütenebbih olan beþer, dinsiz olamaz. Lâsiyyema; uyanmýþ, insaniyeti tatmýþ, müstakbele ve ebede namzed olmuþ adam, dinsiz yaþayamaz. Zira uyanmýþ bir beþer, kâinatýn tehacümüne karþý istinad edecek ve gayr-ý mahdut âmâline (emellerine) neþv ü nema verecek ve istimdadgâhý olacak noktayý, yani din-i hak olan dâne-i hakikatý elde etmezse; yaþayamaz!.. Bu sýrdandýr ki; herkesde din-i hakký bulmak için bir meyl-i taharri uyanmýþtýr. Demek, istikbalde nev-i beþerin din-i fýtrîsi Ýslâmiyet olacaðýna beraat-ül-istihlâl vardýr.

 

Ey insafsýzlar! Umum âlemi yutacak, birleþtirecek, besleyecek, ziyalandýracak bir istidatta olan hakikat-ý Ýslâmiyeti nasýl dar buldunuz ki; fukaraya ve mutaassýp bir kýsým hocalara tahsis edip, Ýslâmiyetin yarý ehlini dýþarýya atmak istiyorsunuz! Hem de umum kemalâtý câmi' ve bütün nev-i beþerin hissiyat-ý âliyesini besliyecek mevaddý muhit olan o kasr-ý muraniyy-i Ýslâmiyeti, ne cür'etle matem tutmuþ bir siyah çadýr gibi, bir kýsým fukaraya ve bedevîlere ve mürtecilere has olduðunu tahayyül ediyorsunuz! Evet, herkes âyinesinin müþehedatýna tâbidir. Demek sizin siyah ve yalancý âyineniz, size öyle göstermiþtir.

 

S - Ýfrat ediyorsun, hayâli hakikat görüyorsun, bizi de teçhil ile tahkir ediyorsun. Zaman âhir zamandýr, gittikçe daha fenalaþacak?..

 

 

 

C - Neden dünya herkese terakki dünyasý olsun da, yalnýz bizim için tedenni dünyasý olsun! Öyle mi? Ýþte ben de sizinle konuþmýyacaðým, þu tarafa dönüyorum. Müstakbeldeki insanlarla konuþacaðým.

 

 

 

Ey üçyüz seneden sonraki yüksek asrýn arkasýnda gizlenmiþ ve sâkitane Nurun sözünü dinliyen ve bir nazar-ý hafiyy-i gaybî ile bizi temaþa eden Saidler, Hamzalar, Ömerler, Osmanlar, Tahirler, Yusuflar, Ahmedler vesaireler! Sizlere hitab ediyorum. Baþlarýnýzý kaldýrýnýz, «Sadakte» deyiniz. Ve böyle demek sizle-

 

 

 

sh:» (T: 81)

 

re borç olsun. Þu muasýrlarým, varsýn beni dinlemesinler. Tarih denilen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizin ile konuþuyorum. Ne yapayým, acele ettim, kýþda geldim; sizler cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz. Þimdi ekilen Nur tohumlarý, zemininizde çiçek açacakdýr. Biz, hizmetimizin ücreti olarak sizden þunu bekliyoruz ki; mazi kýt'asýna geçmek için geldiðiniz vakit, mezarýmýza uðrayýnýz. O bahar hediyelerinden bir kaç tanesini medresemin (Hâþiye-1) mezar taþý denilen ve kemiklerimizi misafir eden ve Horhor topraðýnýn kapýcýsý olan kal'anýn baþýna takýnýz. Kapýcýya tenbih edeceðiz, bizi çaðýrýnýz. Mezarýmýzdan

 

هَنِيئًا لَكُمْ sadâsýný iþiteceksiniz.

 

 

 

Þu zamanýn memesinden bizimle süt emen ve gözleri arkada maziye bakan ve tasavvuratlarý kendileri gibi hakikatsýz ve ayrýlmýþ olan bu çocuklar, varsýnlar þu kitabýn (Hâþiye-2) hakaikini hayâl tevehhüm etsinler. Zira ben biliyorum ki, þu kitabýn mesâilî hakikat olarak sizde tahakkuk edecektir.

 

 

 

Ey muhatablarým! Ben çok baðýrýyorum. Zira Asr-ý Sâlis-i Aþrin, yâni on üçüncü Asrýn minaresinin baþýnda durmuþum, sureten medenî ve dinde lâkayd ve fikren mazinin en derin derecelerinde olanlarý camiye davet ediyorum.

 

 

 

Ýþte ey iki hayatýn ruhu hükmünde olan Ýslâmiyeti býrakan iki ayaklý mezar-ý müteharrik bedbahtlar! Gelen neslin kapýsýnda durmayýnýz. Mezar sizi bekliyor, çekiliniz, tâ ki, hakikat-ý Ýslâmiyeyi hakkiyle kâinat üzerinde temevvüc-sâz edecek olan nesl-i cedid gelsin!..

 

 

 

S - Eskiler bizden âlâ veya bizim gibi. Gelenler bizden daha fena gelecekler?

 

 

 

C - Ey Türkler ve Kürdler! Acaba þimdi bir miting yapsam; sizin bin sene evvelki ecdadýnýzý ve iki asýr sonradaki evlâdlarýnýzý þu gürültühane olan asr-ý hâzýr meclisine dâvet etsem. Acaba sað

 

 

 

_____________________________

 

 

 

Hâþiye-1: Medresetüz-Zehranýn Van'daki nümunesi olan ve vefat eden «Horhor medresesi» nin mezar taþý hükmünde bulunan Van Kal'asý demektir.

 

 

 

Hâþiye-2: Ýstikbalde te'lif edilecek Risale-i Nur Külliyatýný hiss-i kablelvuku' ile haber veriyor.

 

 

 

 

 

sh:» (T: 82)

 

 

 

tarafta saf tutan eski ecdadýnýz demiyecekler mi: «Hey mirasyedi yaramaz çocuklar! Netice-i hayatýmýz siz misiniz? Heyhat! Bizi akim bir kýyas ettiniz, bizi kýsýr býrakdýnýz!» Hem de sol safýnda duran ve þehristan-ý istikbalden gelen evlâdlarýnýz, saðdaki ecdadlarýnýzý tasdik ederek demiyecekler mi ki: «Ey tenbel pederler! Siz misiniz hayatýmýzýn suðra ve kübrâsý? Siz misiniz þu þanlý ecdadýmýzla bizi rabteden râbýtamýzýn hadd-i evsatý? Heyhat... Ne kadar hakikatsýz ve karýþtýrýcý ve müþâðabeli bir kýyas oldunuz.»

 

 

 

Ýþte ey bedevî göçerler (ve ey inkýlâb softalarý! *) Manzara-i hayâl (Hâþiye-1) üstünde gördünüz ki, þu büyük mitingde iki taraf da sizi protesto ettiler.

 

 

 

(Cevaplardan Bir Kýsým)

 

 

 

Öyle ise ben derim: Hakikaten sizin harikulâde þecaate istidadýnýz vardýr. Zira; bir menfaat veya cüz'î bir haysiyet veya itibârî bir þeref için veya «Filân yiðittir.» sözlerini iþitmek gibi küçük emirlere hayatýný istihfaf eden, veya aðasýnýn namusunu isti'zam için kendini feda eden kimseler, eðer uyansalar, hazinelere deðer olan Ýslâmiyet milliyetine, (Hâþiye-2) yâni üçyüz milyon Ýslâmýn uhuvvetlerini ve mânevî yardýmlarýný kazandýran Ýslâmiyet milliyetine, binler ruhu da olsa, acaba istihfaf-ý hayat etmezler mi? Elbette hayatýný on paraya satan, on liraya þevkle satar...

 

 

 

Maatteessüf; güzel þeylerimiz, gayr-i müslimler eline geçtiði gibi, güzel olan ahlâklarýmýzý da yine gayr-i müslimler çalmýþlar. Güya bizim bir kýsým içtimaî ahlâk-ý âliyemiz, yanýmýzda revac bulmadýðýndan, bize darýlýp onlara gitmiþ; ve onlarýn bir kýsým rezâili, kendileri içinde çok revac bulmadýðýndan, cehaletimizin pazarýna getirilmiþ...

 

 

 

Hem büyük bir taaccüb ile görmüyor musunuz ki: Terakkiyat-ý hâzýranýn üssülesasý ve belki din-i hakkýn muktezasý olan «Ben ölürsem; devletim, milletim ve ahbablarým saðdýrlar.» gibi kelime-i beyzâ ve haslet-i hamrâyý gayr-ý müslimler çalmýþlar. Çünki onlarýn bir fedaisi der: «Ben ölürsem, milletim sað olsun. Ýçinde,

 

 

 

_____________________________________

 

 

 

(*) Sonradan ilâve edilmiþtir.

 

Hâþiye-1: Hayâl dahi bir simotoðraftýr.

 

Hâþiye-2: Milliyetimiz bir vücuddur. Ruhu Ýslâmiyet, aklý Kur'ân ve imandýr.

 

 

 

 

 

sh:» (T: 83)

 

 

 

bir hayat-ý mâneviyem vardýr.» Ve bütün sefaletin ve þahsiyetin esasý olan: «Ben öldükten sonra, dünya ne olursa olsun, isterse tûfan olsun» veyahut وَاِنْ مُتُّ عَطْشًا فَلاَ نَزَلَ الْقَطْرُ

 

olan kelime-i humaka ve seciye-i uverâ himmetimizin elini tutmuþ, rehberlik ediyor.

 

 

 

Ýþte en iyi haslet ki, dinimizin muktezasýdýr. Biz ruhumuzla, canýmýzla, vicdanýmýzla, fikrimizle ve bütün kuvvetimizle demeliyiz ki: «Biz ölsek, Milletimiz olan Ýslâmiyet haydýr, ilelebed bâkidir. Milletim sað olsun, sevab-ý uhrevî bana kâfidir. Milletin hayatýndaki hayat-ý mâneviyem, beni yaþattýrýr, âlem-i ulvîde beni mütelezziz eder,

 

وَالْمَوْتُ يَوْمُ نَوْرُوزِنَا deyip, Nurun ve hamiyetin nurlu rehberlerini kendimize rehber etmeliyiz.

 

 

 

S - Herþeyden evvel bize lâzým olan nedir?

 

C - Doðruluk.

 

S - Daha.

 

C - Yalan söylememek.

 

S - Sonra.

 

C - Sýdk, sadakat, ihlâs, sebat, tesanüddür.

 

S - Neden?

 

C- Küfrün mahiyeti yalandýr, imanýn mahiyeti sýdktýr. Þu bürhan kâfi deðil midir ki; hayatýmýzýn bekasý, imanýn ve sýdkýn ve tasanüdün devamiyledir.

 

 

 

* * *

 

 

 

S - En evvel rüesamýz ýslah olunmalý?

 

C- Evet, reisleriniz, malýnýzý ceblerine indirip hapsettikleri gibi, akýllarýnýzý da sizden almýþlar veya dimaðýnýzda hapsetmiþler. Öyle ise, þimdi, onlarýn yanýndaki akýllarýnýzla konuþacaðým:

 

 

 

Eyyüherruûs verruesâ! Tekâsülî olan tevekkülden sakýnýnýz! Ýþi birbirinize havâle etmeyiniz! Elinizdeki malýnýzla ve yanýnýzdaki aklýmýzla bize hizmet ediniz. Çünki, þu mesâkîni istihdam etmekle ücretinizi almýþsýnýz.

 

 

 

 

 

sh:» (T: 84)

 

فَعَلَيْكُمْ بِالتَّدَارُكِ لِمَا ضَيَّعْتُمْ فِى الصَّيْفِ

 

 

 

Ýþte, þimdi hizmet vaktidir...

 

 

 

Elhasýl: Ýslâm (Hâþiye) uyandý ve uyanýyor. Fenalýðý fena, iyiliði iyi olarak gördüler. Evet, þu dereler aþâirini tevbekâr eden iþte bu sýrdýr. Hem de bütün Ýslâm yavaþ yavaþ bu istidadý almakta ve kesbetmektedir. Lâkin sizler bedevi olduðunuzdan ve fýtrat-ý asliyeniz oldukça bozulmamýþ olduðundan, Ýslâmiyetin kudsi milliyetine daha yakýnsýnýz.

 

 

 

* * *

 

 

 

Seyahatýmda beni tanýmayanlar kýyafetime bakýp beni tacir zannettiklerinden derlerdi ki:

 

 

 

S - Tacir misin?

 

C - Evet hem tacirim hem de kimyagerim.

 

S - Nasýl?

 

C - Ýki madde var mezcettiriyorum. Birinden tiryak-ý þafi, birinden elektrik-i mudî tevellüd eder.

 

S - Bunlar nerede bulunur?

 

C - Medeniyet ve fazilet çarþýsýnda; cephesinde insan yazýlý, iki ayak üstünde gezen sandýk içinde ki; üstünde kalb yazýlan ve siyah veya pýrlanta gibi parlak olan bir kutudadýr.

 

S - Ýsimleri nedir?

 

C - Ýman, muhabbet, sadakat, hamiyyet!...

 

 

 

Ceride-i Seyyare.. Ebu lâ-þey.. Ýbn-üz-Zaman..

 

Ehul-Acâib.. Ýbn-ü Ammil-garâib Said Nursî

 

***

 

Sonra Van'dan Þam'a gider. Þam ulemasýnýn ilhahý ve ýsrarý üzerine, Câmi-ül-Emevîde on bine yakýn ve içerisinde yüz ehl-i ilim bulunan azim bir cemaate karþý bir hutbe irad eder. Bu hutbe fevkalâde takdir ve tahsin ile kabûle mazhar olur. Bilâhare, bu-

 

_____________________________

 

Hâþiye: Evet, kýrk beþ sene evvel söylenen bu sözü; Pakistan, Arabistan aþâiri dahi hâkimiyet ve istiklâliyetlerini kazandýklarýndan, Eski Said'i bu dersinde tasdik ediyorlar ve daha da edecekler...

 

 

 

sh: » (T: 85)

 

radaki hutbesi, "Hutbe-i Þâmiye" namiyle tabedilmiþtir.

 

Bu Hutbe-i Þâmiye; Ýslâm âleminin içinde bulunduðu maddî-mânevî hastalýklarýn nelerden ibaret bulunduðunu, felâket ve esarete hangi sebeblerden dolayý mâruz kaldýklarýný bildiren; ve buna karþý çare-i halâs gösteren; ve bundan sonra, Ýslâmiyetin zemin yüzünde maddî-mânevî en yüksek terakkiyi göstereceðini, Ýslâmî medeniyetin kemal-i haþmetle meydana geleceðini ve zemin yüzünü pisliklerden temizleyeceðini delâil-i akliye ile isbat eden, müjde veren çok kýymetdar, bütün müslümanlara, hattâ insanlýða þamil bir dersdir, bir hutbedir.

 

Hutbe-i Þâmiyenin baþ taraflarýnda diyor:

 

"Ben, bu zaman ve zeminde beþerin hayat-ý içtimaiye medresesinde ders aldým ve bildim ki: Ecnebiler, Avrupalýlar terakkide istikbâle uçmalariyle beraber, bizi maddi cihette kurûn-u vustada durduran ve tevkif eden; altý tane hastalýktýr. O hastalýklar da bunlardýr:

 

1- Ye'sin (ümidsizliðin) içimizde hayat bulup dirilmesi.

 

2- Sýdkýn hayat-ý içtimaiye-i siyasiyede ölmesi.

 

3- Adavete muhabbet.

 

4- Ehl-i imaný birbirine baðlayan nurani rabýtalarý bilmemek.

 

5- Çeþid çeþid sâri hastalýklar gibi intiþar eden istibdat.

 

6- Menfaat-ý þahsiyesine himmeti hasretmek.

 

Bu altý dehþetli hastalýðýn ilâcýný da, bir týp fakültesi hükmünde hayat-ý içtimaiyemizde eczahane-i Kur'aniyeden ders aldýðým altý kelime ile beyan ediyorum. Mualecenin esaslarý, onlarý biliyorum.

 

Birinci Kelime: "EL-EMEL" yâni: Rahmet-i Ýlâhiyeden kuvvetle ümid beslemek.

 

Evet, ben kendi hesabýma aldýðým derse binaen:

 

Ey Ýslâm Cemaati! Müjde veriyorum ki: Þimdiki Âlem-i Ýslâmýn saadet-i dünyeviyesi, bâhusus Osmanlýlarýn saadeti ve bilhassa Ýslâmýn terakkisi onlarýn intibahiyle olan Arabýn saadetinin fecr-i sâdýkýnýn emareleri inkiþafa baþlýyor, ve saadet güneþinin de çýkmasý yakýnlaþmýþ. Ye'sin raðmýna olarak ben

 

 

 

sh: » (T: 86)

 

dünyaya iþittirecek(Hâþiye) derecede kanaat-ý kat'iyemle derim:

 

Ýstikbâl yalnýz ve yalnýz Ýslâmiyetin olacak; ve hâkim, hakaik-i Kur'aniye ve imaniye olacak. Bu davama çok bürhanlardan ders almýþým. Þimdi o bürhanlardan mukaddematlý bir buçuk bürhaný zikredeceðim. O bürhanýn mukaddematýna baþlýyoruz.

 

Ýslâmiyetin hakaiki; hem mânen, hem maddeten terakki etmeye kabil ve mükemmel bir istidadý var.

 

Birinci cihet olan mânen terakki ise, biliniz: Hakiki vukuatý kaydeden tarih, hakikate en doðru þahidtir. Ýþte tarih bize gösteriyor, hattâ Rus'u maðlûp eden Japon Baþkumandanýnýn Ýslâmiyetin hakkaniyetine þehadeti de þudur ki: "Hakikat-ý Ýslâmiyenin kuvveti nisbetinde müslümanlar o kuvvete göre hareket etmeleri derecesinde ehl-i Ýslâm temeddün edip terakki ettiðini tarih gösteriyor ve ehl-i Ýslâmýn, hakikat-ý Ýslâmiyede zafiyeti derecesinde tevahhuþ ettiklerini, vahþete ve tedenniye düþtüklerini ve herc ü merc içinde belâlara, maðlûbiyetlere düþtüklerini tarih gösteriyor. Sair dinler ise bil'akisdir."

 

.............................................................................................

 

"Eðer biz ahlâk-ý Ýslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalâtýný ef'alimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri, elbette cemaatlerle Ýslâmiyete girecekler. Belki Küre-i Arzýn bazý kýt'alarý ve devletleri de Ýslâmiyete dehalet edecekler."

 

"Ey bu Câmi-i Emevî'deki kardeþlerim gibi, Âlem-i Ýslâmýn câmi-i kebîrinde olan kardeþlerim! Siz de ibret alýnýz. Bu kýrk beþ senedeki bu dehþetli hâdisattan ibret alýnýz, tam aklýnýzý baþýnýza alýnýz, ey mütefekkir ve akýl sahibi ve kendini münevver telâkki edenler!

 

Hasýl-ý kelâm: Biz Kur'an þâkirdleri olan Müslümanlar, bürhana tâbi oluyoruz. Akýl ve fikir ve kalbimizle hakaik-i imaniyeye giriyoruz. Baþka dinlerin bazý efradlarý gibi, ruhbanlarý taklid

 

______________________

Hâþiye: Eski Said hiss-i kablelvuku' ile, 1371de baþta Arab Devletleri, Âlem-i Ýslâm'ýn ecnebi esaretinden ve istibdadýndan kurtulup Ýslâmî Devletler teþkil edeceklerini, kýrk beþ sene evvel haber vermiþ. Ýki Harb-i Umumî ve otuz-kýrk sene devam eden istibdad-ý mutlaký düþünmemiþ, Üçyüz Yirmi Yedide olacak gibi müjde vermiþ, te'hirinin sebebini nazara almamýþ.

 

 

 

sh: » (T: 87)

 

için bürhaný býrakmýyoruz. Onun için akýl ve ilim ve fennin hükmettiði istikbâlde, elbette bürhan-ý aklîye istinad eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur'an hükmedecek!

 

Hem de Ýslâmiyet güneþinin inkiþafýna ve beþeri tenvir etmesine mümânaat eden perdeler açýlmaya baþlamýþlar; o mümânaat edenler çekilmeye baþlýyorlar. Kýrk beþ sene evvel, o fecrin emareleri göründü. Yetmiþ birde fecr-i sâdýk baþladý veya baþlayacak. Eðer bu, fecr-i kâzib de olsa, otuz-kýrk sene sonra fecr-i sâdýk çýkacak. Evet hakaik-i Ýslâmiyetin mâzi kýt'asýný tamamen istilâsýna sekiz dehþetli mâniler mümânaat ettiler.

 

Birinci, ikinci, üçüncü mâniler: Ecnebilerin cehli ve o zamanda vahþetleri ve dinlerine taassublarýdýr. Bu üç mâni, marifet ve medeniyetin mehâsini ile kýrýldý, daðýlmaya baþlýyor.

 

Dördüncü, beþinci mâniler: Papazlarýn, ruhanî reislerin riyasetleri ve tahakkümleri, ecnebilerin körü körüne onlarý taklid etmeleridir. Bu iki mâni dahi; fikr-i hürriyet ve meyl-i taharri-i hakikat nev-i beþerde baþlamasiyle zevâl bulmaya baþlýyor.

 

Altýncý, yedinci mâniler: Bizdeki istibdad ve þeriatýn muhalefetinden gelen sû-i ahlâkýmýz mümânaat ediyordular. Bir þahýsdaki münferid istibdat kuvveti þimdi zevâl bulmasý, cemaat ve komitenin dehþetli istibdatlarýnýn otuz-kýrk sene sonra zevâl bulmasýna iþaret etmekle ve hamiyet-i Ýslâmiyenin þiddetli feveraniyle ve sû-i ahlâkýn çirkin neticeleri görülmesiyle bu iki mâni de zevâl buluyor ve bulmaya baþlamýþ. Ýnþâallah tam zevâl bulacak.

 

Sekizinci mâni: Fünun-u cedîdenin bazý müsbet mesâili, hakaik-i Ýslâmiyenin zâhirî mânalarýna muhalif ve muarýz tevehhüm edilmesiyle, zaman-ý mâzideki istilâsýna bir derece sed çekmiþ. Meselâ: Küre-i Arzda emr-i Ýlâhî ile nezarete memur "Sevr" ve "Hut" namlarýnda iki ruhanî melâikeyi dehþetli, cismanî bir öküz, bir balýk tavehhüm edip, ehl-i fen ve felsefe hakikatý bilmediklerinden Ýslâmiyete muârýz çýkmýþlar. Bu misâl gibi yüz misâl var ki, hakikatý bilindikten sonra en muannid feylesof da teslim olmaða mecbur oluyor. (Hattâ Risale-i Nur, "Mu'cizat-ý Kur'aniye" de fennin iliþtiði bütün Âyetlerin herbirisinin altýnda Kur'anýn bir lem'a i'cazýný gösterip, ehl-i fennin medar-ý tenkid

 

sh: » (H: 88)

 

zannettikleri Kur'an-ý Kerim'in cümle ve kelimelerinde fennin eli yetiþmediði yüksek hakikatlarý izhar edip, en muannid feylesofu da teslime mecbur ediyor. Meydandadýr, isteyen bakabilir ve baksýn; bu mâni, kýrk beþ sene evvel söylenen o sözden sonra nasýl kýrýldýðýný görsün.)

 

Evet, bazý muhakkikîn-i Ýslâmiyenin bu yolda te'lifatlarý var. Bu sekizinci dehþetli mânianýn zir ü zeber olacaðýna dair emareler görünüyor.

 

Evet þimdi olmasa da otuz-kýrk sene sonra fen ve hakikî mârifet ve medeniyetin mehâsini, bu üç kuvveti tam techiz edip, cihazatýný verip, o sekiz mânileri maðlûp edip daðýtmak için taharri-i hakikat meyelânýný ve insafý ve muhabbet-i insaniyeti, o sekiz düþman taifesinin sekiz cephesine göndermiþ, þimdi onlarý kaçýrmaya baþlamýþ. Ýnþâallah, yarým asýr sonra onlarý darmadaðýn edecek. Evet, meþhurdur ki: En kat'i fazilet odur ki, düþmanlarý dahi o faziletin tasdikine þehadet etsin.

 

........................................................................................

 

 

 

Bediüzzaman; misâl olarak, Ýslâmiyetin hakkaniyeti hakkýnda takdirkâr ifadelerde bulunan «Prens Bismark» ile «Mister Karlayl» ýn sözlerini naklettikten sonra diyor:

 

«Ýþte Amerika ve Avrupa'nýn zekâ tarlalarý Mister Karlayl ve Bismark gibi böyle dâhî muhakkikleri mahsulat vermesine istinaden ben de bütün kanaatimle derim ki: Avrupa ve Amerika, Ýslâmiyetle hâmiledir. Günün birinde bir Ýslâmî devlet doðuracak. Nasýlki Osmanlýlar Avrupa ile hâmile olup bir Avrupa devleti doðurdu.

 

Ey Câmi-i Emevî'deki kardeþlerim ve yarým asýr sonraki Âlem-i Ýslâm Câmiindeki ihvanlarým! Acaba baþtan buraya kadar olan mukaddemeler netice vermiyor mu ki; istikbalin kýt'alarýnda hakikî ve manevî hâkim olacak ve beþeri, dünyevî ve uhrevî saadete sevkedecek yalnýz Ýslâmiyettir ve Ýslâmiyete inkýlab etmiþ ve hurafattan ve tahrifattan sýyrýlacak Ýsevîlerin hakikî dinidir ki Kur'an'a tâbi olur, ittifak eder.

 

Ýkinci Cihet: Yani maddeten Ýslâmiyet'in terakkisinin kuvvetli sebebleri gösteriyor ki, maddeten dahi Ýslâmiyet istikbale hükmedecek. Birinci Cihet, maneviyat cihetinde terakkiyatý isbat

 

sh: » (H: 89)

 

ettiði gibi; bu Ýkinci Cihet dahi maddî terakkiyatýný ve istikbaldeki hâkimiyetini kuvvetli gösteriyor. Çünki Âlem-i Ýslâm'ýn þahs-ý manevîsinin kalbinde, gayet kuvvetli ve kýrýlmaz beþ kuvvet içtima ve imtizac edip yerleþmiþ.

 

Birincisi: Bütün kemalâtýn üstadý ve üçyüz yetmiþ milyon nefisleri birtek nefis hükmüne getirebilen ve hakikî bir medeniyetle ve müsbet ve doðru fenlerle teçhiz edilmiþ olan ve hiç bir kuvvet onu kýramayacak bir mahiyette bulunan hakikat-ý Ýslâmiyettir.

 

Ýkinci Kuvvet: Medeniyet ve san'atýn hakikî üstadý ve vesilelerin ve mebadilerin tekemmülüyle cihazlanmýþ olan þedid bir ihtiyaç ve belimizi kýran tam bir fakr, öyle bir kuvvettir ki, susmaz ve kýrýlmaz.

 

Üçüncü Kuvvet: Yüksek þeylere müsabaka suretinde beþere yüksek maksadlarý ders veren ve o yolda çalýþtýran ve istibdadatý parça parça eden ve ulvî hisleri heyecana getiren ve gýbta ve hased ve kýskançlýk ve rekabetle ve tam uyanmakla ve müsabaka þevkiyle ve teceddüd meyliyle ve temeddün meyelanýyla teçhiz edilen üçüncü kuvvet, yalnýz hürriyet-i þer'iyedir. Yani insaniyete lâyýk en yüksek kemalâta olan meyl ve arzu ile cihazlanmýþ olmak.

 

Dördüncü Kuvvet: Þefkatle cihazlanmýþ þehamet-i imaniye'dir. Yani tezellül etmemek; haksýzlara, zalimlere zillet göstermemek.. mazlumlarý da zelil etmemek. Yani hürriyet-i þer'iyenin esaslarý olan; müstebidlere dalkavukluk etmemek ve bîçarelere tahakküm ve tekebbür etmemektir.

 

Beþinci Kuvvet: Ýzzet-i Ýslâmiyedir ki, i'lâ-yý Kelimetullahý ilân ediyor. Ve bu zamanda i'lâ-yý Kelimetullah, maddeten terakkiye mütevakkýf ve medeniyet-i hakikiyeye girmekle i'lâ-yý Kelimetullah edilebilir. Ýzzet-i Ýslâmiye'nin iman ile kat'î verdiði emri, elbette Âlem-i Ýslâm'ýn þahs-ý manevîsi o kat'î emri, istikbalde tam yerine getireceðine þüphe edilmez.

 

Evet nasýlki eski zamanda Ýslâmiyet'in terakkisi, düþmanýn taassubunu parçalamak ve inadýný kýrmak ve tecavüzatýný def'etmek, silâh ile kýlýnç ile olmuþ. Ýstikbalde silâh, kýlýnç yerine hakikî medeniyet ve maddî terakki ve hak ve hakkaniyetin manevî

 

sh: » (H: 90)

 

kýlýnçlarý düþmanlarý maðlub edip daðýtacak.

 

Biliniz ki:

 

Bizim muradýmýz medeniyetin mehasini ve beþere menfaati bulunan iyilikleridir. Yoksa medeniyetin günahlarý, seyyiatlarý deðil ki; ahmaklar o seyyiatlarý, o sefahetleri mehasin zannedip, taklid edip malýmýzý harab ettiler. Ve dini rüþvet verip, dünyayý da kazanamadýlar. Medeniyetin günahlarý iyiliklerine galebe edip seyyiatý hesanatýna racih gelmekle, beþer iki harb-i umumî ile iki dehþetli tokat yiyip, o günahkâr medeniyeti zîr ü zeber edip öyle bir kustu ki, yeryüzünü kanla bulaþtýrdý. Ýnþâallah istikbaldeki Ýslâmiyet'in kuvvetiyle medeniyetin mehasini galebe edecek, zemin yüzünü pisliklerden temizleyecek, sulh-u umumîyi de temin edecek.

 

Evet Avrupa'nýn medeniyeti fazilet ve hüda üstüne tesis edilmediðinden, belki heves ve heva, rekabet ve tahakküm üzerine bina edildiðinden, þimdiye kadar medeniyetin seyyiatý hasenatýna galebe edip, ihtilâlci komitelerle kurtlaþmýþ bir aðaç hükmüne girdiði cihetle; Asya medeniyetinin galebesine kuvvetli bir medar, bir delil hükmündedir. Ve az vakitte galebe edecektir. Acaba istikbale karþý ehl-i iman ve Ýslâm için böyle maddî ve manevî terakkiyata vesile ve kuvvetli, sarsýlmaz esbab varken ve demiryolu gibi istikbal saadetine yol açýldýðý halde, nasýl me'yus olup ye'se düþüyorsunuz ve âlem-i Ýslâmýn kuvve-i maneviyesini kýrýyorsunuz? Ve yeis ve ümitsizlikle zannediyorsunuz ki, "dünya herkese ve ecnebîlere terakki dünyasýdýr, fakat yalnýz bîçare ehl-i Ýslâm için tedenni dünyasý oldu!" diye pek yanlýþ bir hataya düþüyorsunuz. Madem meyl-ül istikmal (tekâmül meyli) kâinatta fýtrat-ý beþeriyede fýtraten dercedilmiþ. Elbette beþerin zulüm ve hatasýyla baþýna çabuk bir kýyamet kopmazsa; istikbalde hak ve hakikat, âlem-i Ýslâm'da nev'-i beþerin eski hatîatýna keffaret olacak bir saadet-i dünyeviyeyi de gösterecek inþâallah...

 

Evet bakýnýz, zaman hatt-ý müstakim üzerine hareket etmiyor ki, mebde ve müntehasý birbirinden uzaklaþsýn. Belki küre-i arzýn hareketi gibi bir daire içinde dönüyor. Bazan terakki içinde yaz ve bahar mevsimi gösterir. Bazan tedenni içinde kýþ ve fýrtýna mevsimini gösterir. Her

 

kýþtan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduðu gibi, nev-i beþerin dahi bir sabahý, bir

 

sh: » (H: 91)

 

baharý olacak inþâallah.

 

Hakikat-ý Ýslâmiyenin güneþi ile, sulh-u umumî dairesinde hakikî medeniyeti görmeyi, rahmet-i Ýlahiyeden bekliyebilirsiniz.

 

ÝKÝNCÝ KELÝME ki; müddet-i hayatýmda tecrübelerimle fikrimde tevellüd eden þudur: Yeis en dehþetli bir hastalýktýr ki, Âlem-i Ýslâm'ýn kalbine girmiþ. Ýþte o yeistir ki bizi öldürmüþ gibi, garbda bir-iki milyonluk küçük bir devlet, þarkta yirmi milyon Müslümanlarý kendine hizmetkâr ve vatanlarýný müstemleke hükmüne getirmiþ. Hem o yeistir ki, yüksek ahlâkýmýzý öldürmüþ, menfaat-ý umumiyeyi býrakýp menfaat-ý þahsiye ye nazarýmýzý hasrettirmiþ. Hem o yeistir ki, kuvve-i maneviyemizi kýrmýþ. Az bir kuvvetle, imandan gelen kuvve-i maneviye ile þarktan garba kadar istilâ ettiði halde; o kuvve-i maneviye-i hârika, me'yusiyetle kýrýldýðý için, zalim ecnebiler dörtyüz seneden beri üçyüz milyon Müslümaný kendilerine esir etmiþ. Hattâ bu yeis ile baþkasýnýn lâkaydlýðýný ve füturunu kendi tenbelliðine özür zannedip "Neme lâzým" der, "Herkes benim gibi berbattýr" diye þehamet-i imaniyeyi terkedip hizmet-i Ýslâmiyeyi yapmýyor. Madem bu derece bu hastalýk bize bu zulmü etmiþ, bizi öldürüyor; biz de o katilimizden kýsasýmýzý alýp öldüreceðiz.

 

لاَ تَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللَّهِ kýlýncý ile o yeisin baþýný parçalayacaðýz. ماَ لاَ يُدْرَكُ كُلُّهُ لاَ يُتْرَكُ كُلُّهُ

 

Hadîsinin hakikatýyla belini kýracaðýz inþâallah .

 

Yeis; ümmetlerin, milletlerin "seretan" denilen en dehþetli bir hastalýðýdýr. Ve kemalâta mani ve اَنَا عِنْدَ حُسْنِ ظَنِّ عَبْدِي بِي hakikatýna muhaliftir; korkak, aþaðý ve âcizlerin þe'nidir, bahaneleridir. Þehamet-i Ýslâmiyenin þe'ni deðildir. Hususan Arab gibi nev'-i beþerde medar-ý iftihar yüksek seciyelerle mümtaz bir kavmin þe'ni olamaz. Âlem-i Ýslâm milletleri Arab'ýn metanetinden ders almýþlar. Ýnþâallah yine Arablar ye'si býrakýp Ýslâmiyet'in kahraman ordusu olan Türklerle hakikî bir tesanüd ve ittifak ile el ele verip Kur'an'ýn

 

sh: » (H: 92)

 

bayraðýný dünyanýn her tarafýnda ilân edeceklerdir.

 

ÜÇÜNCÜ KELÝME ki; bütün hayatýmdaki tahkikatýmla ve hayat-ý içtimaiyenin çalkamasýyla hülâsa ve zübdesi bana kat'î bildirmiþ ki: Sýdk, Ýslâmiyetin üssü'l esasýdýr ve ulvî seciyelerinin rabýtasýdýr ve hissiyat-ý ulviyesinin mizacýdýr. Öyle ise, hayat-ý içtimaiyemizin esasý olan sýdký, doðruluðu içimizde ihya edip onunla manevî hastalýklarýmýzý tedavi etmeliyiz. Evet sýdk ve doðruluk, Ýslâmiyetin hayat-ý içtimaiyesinde ukde-i hayatiyesidir. Riyakârlýk, fiilî bir nevi yalancýlýktýr. Dalkavukluk ve tasannu, alçakça bir yalancýlýktýr. Nifak ve münafýklýk, muzýr bir yalancýlýktýr. Yalancýlýk ise, Sâni'-i Zülcelal'in kudretine iftira etmektir. Küfür, bütün envâiyla kizbdir, yalancýlýktýr. Ýman sýdktýr, doðruluktur. Bu sýrra binaen kizb ve sýdkýn ortasýnda hadsiz bir mesafe var; þark ve garb kadar birbirinden uzak olmak lâzým geliyor. Nar ve nur gibi birbirine girmemek lâzým. Halbuki gaddar siyaset ve zalim propaganda birbirini karýþtýrmýþ, beþerin kemalâtýný da karýþtýrmýþ. (Haþiye)

 

______________________

 

(Haþiye): Ey kardeþlerim! Kýrkbeþ sene evvel Eski Said'in bu dersinden anlaþýlýyor ki; o Said siyasetle, içtimaiyat-ý Ýslâmiye ile ziyade alâkadardýr. Fakat sakýn zannetmeyiniz ki; o, dini siyasete âlet veya vesile yapmak mesleðinde gitmiþ. Hâþâ belki o bütün kuvvetiyle siyaseti dine âlet ediyormuþ. Ve derdi ki: "Dinin bir hakikatýný bin siyasete tercih ederim." Evet o zamanda kýrk-elli sene evvel hissetmiþ ki, bazý münafýk zýndýklarýn siyaseti dinsizliðe âlet etmeðe teþebbüs niyetlerine ve fikirlerine mukabil, o da bütün kuvvetiyle siyaseti Ýslâmiyetin hakaikýna bir hizmetkâr, bir âlet yapmaða çalýþmýþ. Fakat o zamandan yirmi sene sonra gördü ki: O gizli münafýk zýndýklarýn garblýlaþmak bahanesiyle, siyaseti dinsizliðe âlet yapmalarýna mukabil, bir kýsým dindar ehl-i siyaset dini siyaset-i Ýslâmiyeye âlet etmeðe çalýþmýþlardý. Ýslâmiyet güneþi yerdeki ýþýklara âlet ve tâbi olamaz. Ve âlet yapmak Ýslâmiyetin kýymetini tenzil etmektir, büyük bir cinayettir. Hattâ Eski Said o çeþit siyaset tarafgirliðinden gördü ki: Bir sâlih âlim kendi fikr-i siyasîsine muvafýk bir münafýðý hararetle sena etti ve siyasetine muhalif bir sâlih hocayý tenkid ve tefsik et. Eski Said ona dedi: "Bir þeytan senin fikrine yardým etse, rahmet okutacaksýn. Senin fikr-i siyasiyene muhalif bir melek olsa, lanet edeceksin." Bunun için Eski Said: اَعُوذُ بِاللّهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَ السِّيَاسَةِ dedi. Ve otuzbeþ seneden beri siyaseti terk etti. (Haþiye 1)

 

(Haþiye-1): Hem üstadýmýzýn yirmi yedi senelik hayatý ve yüzotuz parça kitabý ve mektuplarý, üç mahkeme ve hükûmet memurlarý tarafýndan tam tedkik edildiði ve aleyhinde çalýþan zalim mürted ve münafýklara karþý mecbur da olduðu halde, hattâ idamý için gizli emir verildiði halde, dini siyasete âlet ettiðine dair en ufak bir emare bulamamalarý, dini siyasete âlet etmediðini kat'î isbat ediyor. Ve hayatýný yakýndan tanýyan biz Nur Þakirdleri ise, bu fevkalâde hâle karþý hayranlýk duymakta ve Risale-i Nur dairesindeki hakikî ihlasa bir delil saymaktayýz.

 

Nur Þakirdleri

 

Ey bu Câmi-i Emevî'deki kardeþlerim! Ve kýrk-elli sene sonra

 

sh: » (H: 93)

 

Âlem-i Ýslâm mescid-i kebirindeki dörtyüz milyon ehl-i iman olan ihvanýmýz! Necat yalnýz sýdkla, doðrulukla olur. "Urvetü'l vüskâ" sýdktýr. Yani, en muhkem ve onunla baðlanacak zincir doðruluktur.

 

Amma maslahat için kizb ise, zaman onu neshetmiþ.

 

DÖRDÜNCÜ KELÝME: Bütün hayatýmda, hayat-ý içtimaiye-i beþeriyeden kat'î bildiðim ve tahkikatlarýn bana verdiði netice þudur ki: Muhabbete en lâyýk þey muhabbettir ve husumete en lâyýk sýfat husumettir. Yani hayat-ý içtimaiye-i beþeriyeyi temin eden ve saadete sevk eden muhabbet ve sevmek sýfatý, en ziyade sevilmeðe ve muhabbete lâyýktýr. Ve hayat-ý içtimaiye-i beþeriyeyi zîr ü zeber eden düþmanlýk ve adavet, her þeyden ziyade nefrete ve adavete ve ondan çekilmeðe müstehak ve çirkin ve muzýr bir sýfattýr.

 

BEÞÝNCÝ KELÝME: Meþveret-i þer'iyeden aldýðým ders budur: Þu zamanda bir adamýn bir günahý, bir kalmýyor. Bazan büyür, sirayet eder, yüz olur. Birtek hasene bazan bir kalmýyor. Belki bazan binler dereceye terakki ediyor. Bunun sýrr-ý hikmeti þudur:

 

Hürriyet-i þer'iye ile meþveret-i meþrua, hakikî milliyetimizin hâkimiyetini gösterdi. Hakikî milliyetimizin esasý, ruhu ise Ýslâmiyet'tir. Ve Hilafet-i Osmaniye ve Türk Ordusunun o milliyete bayraktarlýðý itibariyle, o Ýslâmiyet milliyetinin sadefi ve kal'asý hükmünde Arab ve Türk hakikî iki kardeþ, o kal'a-i kudsiyenin nöbettarlarýdýrlar.

 

Ýþte bu kudsî milliyetin rabýtasýyla, umum ehl-i Ýslâm bir tek aþiret hükmüne geçiyor. Aþiretin efradý gibi Ýslâm taifeleri de, birbirine uhuvvet-i Ýslâmiye ile mürtebit ve alâkadar olur. Birbirine manen,( lüzum olsa maddeten) yardým eder. Güya bütün Ýslâm taifeleri bir silsile-i nuraniye ile birbirine baðlýdýr. Nasýlki bir aþiretin bir ferdi bir cinayet iþlese, o aþiretin bütün efradý, o aþiretin düþmaný olan baþka aþiretin nazarýnda müttehem

 

sh: » (H: 94)

 

olur. Güya herbir ferd o cinayeti iþlemiþ gibi, o düþman aþiret onlara düþman olur. O tek cinayet, binler cinayet hükmüne geçer. Eðer o aþiretin bir ferdi o aþiretin mahiyetine temas eden medar-ý iftihar bir iyilik yapsa, o aþiretin bütün efradý onunla iftihar eder. Güya herbir adam, aþirette o iyiliði yapmýþ gibi iftihar eder.

 

Ýþte bu mezkûr hakikat içindir ki, bu zamanda, hususan kýrk-elli sene sonra seyyie, fenalýk iþleyenin üstünde kalmaz. Belki milyonlar nüfus-u Ýslâmiyenin hukuklarýna tecavüz olur. Kýrk-elli sene sonra çok misalleri görülecek.

 

Ey bu sözlerimi dinleyen bu Câmi-i Emevî'deki kardeþler ve kýrk-elli sene sonra Âlem-i Ýslâm Câmiindeki ihvan-ý Müslimîn! "Biz zarar vermiyoruz, fakat menfaat vermeðe iktidarýmýz yok, onun için mâzuruz." diye böyle özür beyan etmeyiniz. Bu özrünüz kabul deðil. Tenbelliðiniz ve "Neme lâzým" deyip çalýþmamanýz ve ittihad-ý Ýslâm ile, milliyet-i hakikiye-i Ýslâmiye ile gayrete gelmediðiniz, sizler için gayet büyük bir zarar ve bir haksýzlýktýr. Ýþte seyyie böyle binlere çýktýðý gibi, bu zamanda hasene -yani Ýslâmiyetin kudsiyetine temas eden iyilik- yalnýz iþleyene münhasýr kalmaz. Belki o hasene, milyonlar ehl-i imana manen faide verebilir. Hayat-ý maneviye ve maddiyesinin rabýtasýna kuvvet verebilir. Onun için "Neme lâzým" deyip kendini tenbellik döþeðine atmak zamaný deðil!..

 

Ey bu câmi'deki kardeþlerim ve kýrk-elli sene sonraki Âlem-i Ýslâm mescid-i kebirindeki ihvanlarým!

 

Zannetmeyiniz ki, ben bu ders makamýna size nasihat etmek için çýktým. Belki buraya çýktým, sizde olan hakkýmýzý dava ediyoruz. Yani Kürd gibi küçük taifelerin menfaatý ve saadet-i dünyeviyeleri ve uhreviyeleri, sizin gibi büyük ve muazzam taife olan Arab ve Türk gibi hâkim üstadlarla baðlýdýr. Sizin tenbelliðiniz ve füturunuz ile biz bîçare küçük kardeþleriniz olan Ýslâm taifeleri zarar görüyoruz.

 

Hususan ey muazzam ve büyük ve tam intibaha gelmiþ veya gelecek olan Arablar! En evvel bu sözler ile sizinle konuþuyorum. Çünki bizim ve bütün Ýslâm taifelerinin üstadlarýmýz ve imamlarýmýz ve Ýslâmiyet'in mücahidleri sizlerdiniz. Sonra muazzam Türk Milleti o kudsî vazifenize tam yardým ettiler. Onun için

 

sh: » (H: 95)

 

tenbellikle günahýnýz büyüktür. Ve iyiliðiniz ve haseneniz de gayet büyük ve ulvîdir. Hususan kýrk-elli sene sonra Arab taifeleri, Cemahir-i Müttefika-i Amerika gibi en ulvî bir vaziyete girmeðe, esarette kalan hâkimiyet-i Ýslâmiyeyi eski zaman gibi küre-i arzýn nýsfýnda, belki ekserisinde tesisine muvaffak olmanýzý Rahmet-i Ýlahiyeden kuvvetle bekliyoruz. Bir kýyamet çabuk kopmazsa, inþâallah nesl-i âti görecek.

 

Sakýn kardeþlerim! Tevehhüm, tahayyül etmeyiniz ki, ben bu sözlerimle siyasetle iþtigal için himmetinizi tahrik ediyorum. Hâþâ! Hakikat-ý Ýslâmiye bütün siyasâtýn fevkindedir. Bütün siyasetler ona hizmetkâr olabilir. Hiçbir siyasetin haddi deðil ki, Ýslâmiyeti kendine âlet etsin.

 

Ben kusurlu fehmimle þu zamanda, heyet-i içtimaiye-i Ýslâmiyeyi çok çark ve dolaplarý bulunan bir fabrika suretinde tasavvur ediyorum. O fabrikanýn bir çarký geri kalsa, yahut bir arkadaþý olan baþka bir çarka tecavüz etse, makinenin mihanikiyeti bozulur. Onun için ittihad-ý Ýslâmýn tam zamaný gelmeye baþlýyor. Birbirinizin þahsî kusurlarýna bakmamak gerektir.

 

Bunu da teessüf ve teellüm ile size beyan ediyorum ki: Ecnebîlerin bir kýsmý, nasýl kýymettar malýmýzý ve vatanlarýmýzý bizden aldýlar. Onun bedeline çürük bir fiat verdiler. Aynen öyle de, yüksek ahlâkýmýzý ve yüksek ahlâkýmýzdan çýkan ve hayat-ý içtimaiyeye temas eden seciyelerimizin bir kýsmýný da bizden aldýlar. Terakkilerine medar ettiler. Ve onun fiatý olarak bize verdikleri sefihane ahlâk-ý seyyieleridir, sefihane seciyeleridir. Meselâ: Bizden aldýklarý seciye-i milliye ile, bir adam onlarda der: "Eðer ben ölsem milletim sað olsun. Çünki milletimin içinde bir hayat-ý bâkiyem var." Ýþte bu kelimeyi bizden almýþlar ve terakkiyatlarýnda en metin esas da budur. Bizden hýrsýzlamýþlar. Bu kelime ise, din-i haktan ve iman hakikatlarýndan çýkar. O bizim, ehl-i imanýn malýdýr. Halbuki ecnebilerden içimize giren pis ve fena seciye itibariyle bir hodgâm adam bizde diyor: "Ben susuzluktan ölsem, yaðmur hiçbir daha dünyaya gelmesin. Eðer ben görmezsem bir saadeti, dünya istediði gibi bozulsun."

 

Ýþte bu ahmakane kelime dinsizlikten çýkýyor, âhireti bilmemekten geliyor. Hariçten içimize girmiþ, zehirliyor.

 

Hem o ecnebilerin bizden aldýklarý fikr-i milliyetle bir ferdi, bir millet gibi kýymet alýyor. Çünki bir adamýn kýymeti,

 

sh: » (H: 96)

 

himmeti nisbetindedir. Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek baþýyla küçük bir millettir.

 

Bazýlarýmýzdaki dikkatsizlikten ve ecnebilerin zararlý seciyelerini almamýzdan, kuvvetli ve kudsî Ýslâmî milliyetimizle beraber herkes "nefsî! nefsî" demekle ve milletin menfaatini düþünmemekle -menfaat-ý þahsiyesini düþünmekle- bin adam, bir adam hükmüne sukut eder.

 

مَنْ كَانَ هِمَّتُهُ نَفْسُهُ فَلَيْسَ مِنَ اْلاِنْسَانِ ِلاَنَّهُ مَدَنِىٌّ بِالطَّبْعِ

 

Yani: Kimin himmeti yalnýz nefsi ise, o insan deðil. Çünki insanýn fýtratý medenîdir. Ebna-i cinsini mülâhazaya mecburdur. Hayat-ý içtimaiye ile hayat-ý þahsiyesi devam edebilir. Meselâ: Bir ekmeði yese kaç ellere muhtaç ve ona mukabil o elleri manen öptüðünü ve giydiði libasla kaç fabrikayla alâkadar olduðunu kýyas ediniz. Hayvan gibi bir postla yaþýyamadýðýndan ebna-i cinsiyle fýtraten alâkadar olduðundan ve onlara manevî bir fiat vermeðe mecbur bulunduðundan fýtratýyla medeniyetperverdir. Menfaat-ý þahsiyesine hasr-ý nazar eden, insanlýktan çýkar, masum olmayan câni bir hayvan olur. Birþey elinden gelmese, hakikî özrü olsa o müstesna!.

 

ALTINCI KELÝME: Müslümanlarýn hayat-ý içtimaiye-i Ýslâmiyedeki saadetlerinin anahtarý, meþveret-i þer'iyyedir. وَ اَمْرُهُمْ شُورَى بَيْنَهُمْ Ayet-i Kerimesi, þûrâyý esas olarak emrediyor. Evet nasýlki, nev'-i beþerdeki telahuk-u efkâr ünvaný altýnda asýrlar ve zamanlarýn tarih vasýtasýyla birbiriyle meþvereti, bütün beþeriyetin terakkiyatý ve fünununun esasý olduðu gibi; en büyük kýt'a olan Asya'nýn en geri kalmasýnýn bir sebebi, o þûra-yý hakikiyeyi yapmamasýdýr.

 

Asya Kýt'asýnýn ve istikbalinin keþþafý ve miftahý, þûradýr. Yani nasýl ferdler birbiriyle meþveret eder; taifeler, kýt'alar dahi o þûrayý yapmalarý lâzýmdýr ki, üçyüz belki dörtyüz milyon Ýslâmýn ayaklarýna konulmuþ çeþit çeþit istibdadlarýn kayýdlarýný, zincirlerini açacak, daðýtacak, meþveret-i þer'iyye ile þehamet ve þefkat-i imaniyeden tevellüd eden hürriyet-i þer'iyyedir ki, o hürriyet-i þer'iyye, âdâb-ý þer'iyye ile süslenip, garb medeniyet-i sefihanesindeki seyyiatý atmaktýr. Ýmandan gelen hürriyet-i þer'iyye, iki esasý emreder:

 

sh: » (H: 97)

 

اَنْ لاَ يُذَلِّلَ وَ لاَ يَتَذَلَّلَ مَنْ كَانَ عَبْدًا لِلّهِ لاَ يَكُونُ عَبْدًا لِلْعِبَادِ

 

وَ لاَ يَتَّخِذَ بَعْضُنَا بَعْضًا اَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللّهِ { نَعَمْ اَلْحُرِّيَّةُ الشَّرْعِيَّةُ عَطِيَّةُ الرَّحْمنِ

 

Yani: Ýman bunu iktiza ediyor ki; tahakküm ve istibdad ile baþkasýný tezlil etmemek ve zillete düþürmemek ve zalimlere tezellül etmemek.. Allah'a hakikî abd olan, baþkalara abd olamaz. Birbirinizi -Allah'tan baþka- kendinize Rab yapmayýnýz. Yani Allah'ý tanýmayan; her þeye, herkese nisbetine göre bir rububiyet tevehhüm eder, baþýna musallat eder. Evet hürriyet-i þer'iyye; Cenab-ý Hakk'ýn Rahman, Rahîm tecellisiyle bir ihsanýdýr ve imanýn bir hassasýdýr.

 

فَلْيَحْيَا الصِّدْقُ وَلاَ عَاشَ االْيَاْسُ فَلْتَدُومِ االْمُحَبَّةُ وَلْتَقْوَى الشُّورَى وَاالْمَلاَمُ عَلَى مَنِ اتَّبَعَ االْهَوَى وَالسَّلاَمُ عَلَى مَنِ اتَّبَعَ الْهُدَى

 

Yaþasýn sýdk! Ölsün yeis! Muhabbet devam etsin!. Þûra kuvvet bulsun!. Bütün levm ve itab ve nefret, heva ve hevese tâbi olanlara olsun. Selâm ve selâmet Hüda'ya tâbi olanlar üstüne olsun. Âmîn...

 

***

 

Þamda fazla kalmadý. Þarkî Anadolu'da Medresetüz-Zehra nâmiyle vücuda getirmek istediði dârülfünunun küþadý için çalýþmak üzere Ýstanbul'a geldi. Sultan Reþad'ýn Rumeli'ye seyahati münasebetiyle Vilâyât-ý Þarkiye nâmýna refakat etti. Yolda þimendiferde iki mektep muallimi ile aralarýnda bir bahis açýlýr. Þimendiferde yaptýklarý bu mübahasenin hülâsasý, Hutbe-i Þamiye adlý eserin zeylinde yazýlmýþtýr. Birkaç cümlesini aynen alýyoruz.

 

 

 

«Hürriyetin baþýnda, Sultan Reþad'ýn Rumeli'ye seyahati münasebetiyle Vilâyât-ý Þarkiye namýna ben de refakat ettim. Þimendiferimizde iki mektepli mütefennin arkadaþla bir mübahase oldu. Benden sual ettiler ki:

 

 

 

- Hamiyet-i diniye mi, yoksa hamiyet-i millîye mi daha kuvvetli, daha lâzým?

 

 

 

Dedim:

 

 

 

 

 

sh:» (T: 98)

 

 

 

- Biz Müslümanlar indimizde ve yanýmýzda din ve milliyet, bizzat mütttehiddir; itibarî, zahirî, ârýzî bir ayrýlýk var. Belki din, milliyetin hayatý ve ruhudur. ikisine, birbirinden ayrý ve farklý bakýldýðý zaman; hamiyet-i diniye, âvam ve havassa þâmil oluyor... Hamiyet-i millîye, yüzden birisine, yâni menfaat-i þahsiyesini millete feda edene münhasýr kalýr. Öyle ise, hukuk-u umumiye içinde hamiyet-i diniye esas olmalý, hamiyet-i millîye ona hâdim ve kuvvet ve kal'asý olmalý. Hususan biz þarklýlar, garblýlar gibi deðiliz. Ýçimizde, kalblerde hâkim, hiss-i dinîdir. Kadîr-i Ezelî, ekser enbiyayý þarkta göndermesi iþaret ediyor ki: Yalnýz hiss-i dinî, þarký uyandýrýr, terakkiye sevkeder. Asr-ý Saadet ve Tâbiîn bunun bir bürhan-ý kat'îsidir.

 

 

 

Ey bu hamiyet-i diniye ve millîyeden hangisine daha ziyade ehemmiyet vermek lâzým geldiðini soran bu þimendifer denilen medrese-i seyyarede ders arkadaþlarým ve þimdi zamanýn þimendiferinde istikbal tarafýna bizimle beraber giden bütün mektepliler! Size de derim ki:

 

 

 

Hamiyet-i dinîye ve Ýslâmiyet milliyeti, Türk ve Arap içinde tamamiyle mezcolmuþ ve kabil-i tefrik olamaz bir hale gelmiþ. Hamiyet-i Ýslâmiye, en kuvvetli ve metin ve arþtan gelmiþ bir zincir-i nuranîdir. Kýrýlmaz ve kopmaz bir ürvetülvüskadýr, tahrip edilmez, maðlûp olmaz bir kudsî kal'adýr dediðim vakit, o iki münevver mektep muallimleri bana dediler:

 

 

 

- Delilin nedir? Bu büyük dâvâya, büyük bir hüccet ve gayet kuvvetli bir delil lâzým, delil nedir?

 

 

 

Birden þimendiferimiz tünelden çýktý, biz de baþýmýzý çýkardýk, pencereden baktýk; altý yaþýna girmemiþ bir çocuðu þimendiferin tam geçeceði yolun yanýnda durmuþ gördük. O iki muallim arkadaþlarýma dedim:

 

 

 

- Ýþte bu çocuk lisan-ý hâliyle sualimize tam cevap veriyor. Benim bedelime o mâsum çocuk, bu seyyar medresemizde üstadýmýz olsun. Ýþte lisan-ý hali, bu gelecek hakikatý der:

 

 

 

Bakýnýz, bu dabbetülarz, dehþetli hücum ve gürültüsü ve baðýrmasiyle ve tünel deliðinden çýkýp hücum ettiði dakikada geçeceði yola bir metre yakýnlýkta o çocuk duruyor. O dabbetülarz, tehdidiyle ve hücumunun tahakkümü ile baðýrarak tehdit ediyor: «Bana rastgelenlerin vay haline!» dediði halde; o mâsum, yolunda duruyor. Mükemmel bir hürriyet ve hârika bir cesaret ve kah-

 

 

 

 

 

sh:» (T: 99)

 

 

 

ramanlýkla, beþ para onun tehdidine ehemmiyet vermiyor. Bu dabbetülarzýn hücumunu istihfaf ediyor ve kahramancýlýðiyle diyor:

 

 

 

- Ey þimendifer! Sen, gök gürültüsü gibi baðýrmanla beni korkutamazsýn.

 

 

 

Sebat ve metanetinin lisan-ý haliyle gûya der:

 

 

 

- Ey þimendifer! Sen bir nizamýn esirisin. Senin gem'in, dizginin, seni gezdirenin elindedir. Senin, bana tecavüz etmek haddin deðil. Beni istibdadýn altýna alamazsýn. Haydi yoluna git, kumandanýn izniyle yolundan geç.

 

 

 

Ýþte ey bu þimendiferdeki arkadaþlarým ve elli sene sonra, fenlere çalýþan kardeþlerim! Bu mâsum çocuðun yerinde, Rüstem-i Ýranî veya Herkül-ü Yunanî o acip kahramanlýklariyle beraber tayy-ý zaman ederek o çocuðun yerinde bulunduðunu farzediniz. Onlarýn zamanýnda þimendifer olmadýðý için, elbette bir intizam ile hareket ettiðine bir itikadlarý olmayacak. Birden bu tünel deliðinden, baþýnda ateþ ve nefesi gök gürültüsü gibi, gözlerinde elektrik berkleri olduðu halde, birden çýkan þimendiferin dehþetli tehdit hücumuyla Rüstem ve Herkül tarafýna koþmasýna karþý, o iki kahraman ne kadar korkacaklar; ne kadar kaçacaklar; o hârika cesaretleriyle bin metreden fazla kaçacaklar. Bakýnýz, nasýl bu dabbetülarzýn tehdidine karþý hürriyetleri, cerasetleri mahvolur. Kaçmaktan baþka çare bulamýyorlar. Çünkü onlar, onun kumandanýna ve intizamýna itikad etmedikleri için mutî bir merkep zannetmiyorlar; belki gayet müthiþ, parçalayýcý, vagon cesametinde yirmi arslaný arkasýna takmýþ bir nevi arsal tevehhüm ederler.

 

 

 

Ey kardeþlerim ve ey elli sene sonra bu sözleri iþiten arkadaþlarým! Ýþte altý yaþýna girmeyen bu çocuða, o iki kahramandan ziyade cesaret ve hürriyet ve çok mertebe onlarýn fevkinde bir emniyet ve korkmamak ve hâletini veren, o mâsumun kalbinde hakikatin bir çekirdeði olan «Þimendiferin intizamýna ve dizgini bir kumandanýn elinde bulunduðuna ve cereyaný bir intizam altýnda ve birisi onu kendi hesabiyle gezdirmesi» ne olan itikadý ve itminaný ve imanýdýr. Ve o iki kahramaný gayet korkutan ve vicdanlarýný vehme esir eden, onlarýn «Onun kumandanýný bilmemek ve intizamýna inanmamak» olan cahilâne itikatsýzlýklarýdýr.

 

 

 

..................................................................................................

 

 

 

 

 

sh:» (T: 100)

 

 

 

O iki temsilde, o iki acip kahramanýn pek acip korku ve telâþlarýna ve elemlerine sebep, onlarýn adem-i itikadlarý ve cehaletleri ve dalâletleri olduðu gibi, Risale-i Nur'un yüzer hüccetlerle isbat ettiði bir hakikati ki, bu risalenin mukaddemesinde bir iki misali söylenmiþ. Mes'ele þudur ki: Küfür ve dalâlet, bütün kâinatý ehl-i dalâlete, binler müthiþ düþman taifeleri ve silsileleri gösteriyor. Kör kuvvet, serseri tesadüf, saðýr tabiat elleriyle, manzume-i þemsiyeden tut tâ, kalbdeki verem mikroplarýna kadar binler taife düþmanlar, bîçare beþere hücum ettiklerini ve insanýn câmi mahiyeti ve küllî istidadatý ve hadsiz ihtiyacatý ve nihayetsiz arzularýna karþý mütemadiyen korku, elem, dehþet ve telâþ vermesiyle küfür ve dalâlât, bir cehennem zakkumu olduðunu ve bu dünyada da sahibini bir cehennem içinde koyduðunu ve din ve imandan hariç binler fen ve terakkiyat-ý beþeriye, o Rüstem ve Herkül'ün kahramanlýklarý gibi, beþ para fayda vermediðini gösterip, yalnýz ibtal-i his nev'inden muvakkaten o elîm korkularý hissetmemek için sefahet ve sarhoþlukla þýrýnga ediyor.

 

 

 

Ýþte iman ve küfrün muvazenesi, Âhirette Cennet ve Cehennem gibi meyveleri ve neticeleri verdiði gibi; dünyada da iman bir mânevî cenneti temin ve ölümü bir terhis tezkeresine çevirmesini ve küfür, dünyada dahi bir mânevî cehennem ve hakikî saadet-i beþeriyeyi mahvetmesi ve ölümü bir idam-ý ebedî mahiyetine getirmesini kat'î ve his ve þuhuda istinad eden Risale-i Nur'un yüzer hüccetlerine havale edip kýsa kesiyoruz.

 

 

 

Bu temsilin hakikatini görmek isterseniz baþýnýzý kaldýrýnýz, bu kâinata bakýnýz... Ne kadar þimendifer misillü balon, otomobil, tayyare, berriyye ve bahriyye gemiler; karada, denizde, havada kudret-i ezeliyenin nizam ve hikmetle halkettiði yýldýzlarýn kürelerine ve kâinat ecramýna ve hâdisatýn silsilelerine ve müteselsil vâkýatlarýna bakýnýz. Hem, âlem-i þehadette ve cismanî kâinatta bunlarýn vücudu gibi, Âlem-i ruhanî ve mâneviyatta, kudret-i ezeliyenin daha acip müteselsil nazîreleri var olduðunu aklý bulunan tasdik eder, gözü bulunan çoðunu görebilir.

 

 

 

 

 

sh:» (T: 101)

 

 

 

Ýþte kâinat içindeki maddî ve mânevî bütün bu silsileler; imansýz ehl-i dalâlete hücum ediyor, tehdit ediyor, korkutuyor, kuvve-i mâneviyesini zir ü zeber ediyor. Ehl-i imana deðil tehdit ve korkutmak, belki; sevinç, saadet, ünsiyet, ümit ve kuvvet veriyor. Çünkü ehl-i iman, imanla görüyor ki; o hadsiz silsileleri, maddî ve mânevî þimendiferleri, seyyar kâinatlarý, mükemmel intizam ve hikmet dairesinde birer vazifeye sevkeden bir Sâni-i Hakîm onlarý çalýþtýrýyor. Zerre miktar, vazifelerinde þaþýrtmýyorlar, birbirine tecavüz edemiyorlar. Ve kâinattaki kemâlât-ý san'ata ve tecelliyat-ý cemaliyeye mazhar olduklarýný görüp, kuvve-i mânevîyeyi tamamiyle eline verip, saadet-i ebediyenin bir nümunesini iman gösteriyor. Ýþte ehl-i dalâletin imansýzlýktan gelen dehþetli elemlerine ve korkularýna karþý hiçbir þey, hiçbir fen, hiçbir terakkiyat-ý beþeriye bir teselli veremez; kuvve-i mânevîyeyi temin edemez. Cesareti, zir ü zeber olur; fakat muvakkat gaflet perde çeker, aldatýr. Ehl-i iman, iman cihetiyle, deðil korkmak, kuvve-i mânevîyesi kýrýlmak, belki temsildeki mâsum çocuk gibi fevkalâde bir kuvve-i mânevîye ve bir metanetle ve imandaki hakikatle onlara bakýyor. Bir Sâni-i Hakîmin hikmet dairesinde tedbir ve idaresini müþahede eder, evham ve korkulardan kurtulur. «Sâni-i Hakîmin emri ve izni olmadan, bu seyyar kâinatlar hareket edemezler, iliþemezler» deyip anlar kemal-i emniyetle hayat-ý dünyeviyesinde derecesine göre saadete mazhar olur. Kimin kalbinde imandan ve din-i haktan gelen bu hakikat çekirdeði bulunmazsa ve nokta-i istinadý olmazsa, bilbedahe temsildeki Rüstem ve Herkül'ün cesaretleri ve kahramanlýklarý kýrýldýðý gibi; onun cesareti ve kuvve-i mâneviyesi müzmahil olur ve vicdaný tefessüh eder ve kâinatýn hâdisatýna esir olur. Her þeye karþý korkak bir dilenci hükmüne düþer. Ýmanýn bu sýrr-ý hakikati ve dalâletin de bu dehþetli þekavet-i dünyeviyesini Risale-i Nur, yüzer kat'î hüccetlerle isbat ettiðine binaen, bu pek uzun hakikati kýsa kesiyoruz.

 

 

 

Acaba, en ziyade kuvve-i mânevîyeye ve teselliye ve metanete ihtiyacýný hissetmiþ bu asýrdaki beþer; bu zamanda, o kuvve-i mânevîyi ve teselliyi ve saadeti temin eden Ýslâmiyet ve imandaki nokta-i istinad olan hakaik-i imaniyeyi býrakýp, garplýlaþmak ünvaný ile Ýslâmiyetin milliyetinden istifade yerine, bütün bütün kuvve-i mânevîyeyi kýrýp ve teselliyi mahveden ve metanetini kýran dalâlet ve sefahete ve yalancý politika ve siyasete dayan-

 

 

 

 

 

sh:» (T: 102)

 

masý, ne kadar maslahat-ý beþeriyeden ve menfaat-i insaniyeden uzak bir hareket olduðunu, pek yakýn bir zamanda intibaha gelmiþ baþta Ýslâm olarak beþer hissedecek ve dünyanýn ömrü kalmýþsa, Kur'ânýn hakaikýna yapýþacak!...»

 

* * *

 

O vakit Kosova'da, büyük bir Ýslâm dârülfünununun tesisine teþebbüs edilmiþti. Orada hem Ýttihadçýlara, hem Sultan Reþad'a der ki: "Þark, böyle bir dârülfünuna daha ziyade muhtaç ve âlem-i Ýslâmýn merkezi hükmündedir." Bunun üzerine þarkta bir dârülfünun açýlacaðýný va'dederler. Bilâhare Balkan Harbi çýkmasýyla, o medrese yeri, yani Kosova istila edilir. Bunun üzerine müracaatla Kosova'daki dârülfünun için tahsis edilen ondokuz bin altýn liranýn þark dârülfünunu için verilmesini taleb eder, bu talebi kabul edilir.

 

Bediüzzaman tekrar Van'a hareket eder. Van Gölü kenarýndaki Artemit'te (Edremit) o dârülfünunun temeli atýlýr. Fakat ne çare ki harb-i umumînin zuhuruyla, teþebbüs geri kalýr. Zâten o kýþ Molla Said, talebelerine: "Hazýr olunuz, büyük bir musibet ve felâket bize yaklaþýyor" diye haber vermiþti.

 

 

 

 

 

BEDÝÜZZAMAN SAÝD NURSÎ'NÝN GÖNÜLLÜ ALAY

 

KUMANDANI OLARAK VATAN VE MÝLLETE

 

FEDAKÂRANE HÝZMETLERÝ:

 

Bediüzzaman Kafkas cephesinde Enver Paþa ve fýrka kumandanýnýn hayranlýkla takdir ettikleri hizmet-i cihadiyeyi yaptýktan sonra, Rus kuvvetlerinin ilerlemesinden dolayý Van'a çekildi. Van'ýn tahliyesi ve Ruslarýn hücumu sýrasýnda, bir kýsým talebeleriyle Van kal'asýnda þehid oluncaya kadar müdafaaya kat'î karar verdikleri halde, geri çekilen Van valisi Cevdet Bey'in ýsrarýyla, Vastan kasabasýna çekildi. Vali, kaymakam, ahali ve asker Bitlis tarafýna çekilirken, bir alay Kazak süvarisi Vastan üzerine hücum etmiþti. Molla Said, Van'dan kaçan ahalinin mal ve çoluk çocuklarýnýn düþman eline geçmemesi için otuz-kýrk kadar kaçamamýþ asker ve bir kýsým talebeleriyle o Kazaklara karþý koymuþ ve hepsinin kurtulmasýný saðlamýþtýr. Hattâ hücum eden Kazaklara dehþet vermek için, geceleyin onlarýn üstündeki yüksek bir tepeye hücum tarzýnda çýkýyor, güya büyük bir imdat

 

 

 

sh: » (H: 103)

 

kuvveti gelmiþ zannettirerek, Kazaklarý oyalayýp ilerletmiyordu. Böylelikle, Vastan'ýn Rus istilasýndan kurtulmasýna sebeb olmuþtur.

 

O muharebe zamanlarýnda sipere döndüðü vakit, kýymetdar talebesi Molla Habib ile "Ýþarat-ül Ý'caz" namýndaki tefsirini te'lif ediyordu. Bazan avcý hattýnda, bazan at üzerinde, bazan da sipere girdikleri zaman; kendisi söylüyor, Molla Habib de yazýyordu. "Ýþarat-ül Ý'caz"ýn büyük bir kýsmý bu vaziyette te'lif edilmiþtir. (Haþiye) Bu hârika tefsirin baþýndaki "Ýfade-i Meram"ý tefsir hakkýnda bir derece malûmat vermesi itibariyle aynen dercediyoruz.

 

 

 

Ýfade-i Meram

 

«Kur'ân-ý Azîmüþþan; bütün zamanlarda gelip geçen nev-i beþerin tabakalarýna, milletlerine, fertlerine hitaben, Arþ-ý A'lâdan

 

_____________________

 

Hâþiye: TENBÝH: Bu "Ýþarat-ül Ý'caz" tefsiri, eski harb-i umumînin birinci senesinde, cephe-i harbde, me'hazsýz olarak, kitab mevcud olmadýðý halde te'lif edilmiþtir. Harb zamanýnýn zaruretinden baþka, dört sebebe binaen gayet muhtasar ve îcazlý bir tarzda yazýlmýþ; "Fatiha" ve nýsf-ý evvel daha mücmel, daha muhtasar kalmýþtýr.

 

Evvelâ: O zaman, izaha müsaade etmiyordu. Eski Said, îcazlý ve kýsa tabiratla ifade-i meram ediyordu.

 

Sâniyen: Gayet zeki olan kendi talebelerinin derece-i fehimlerini düþünüyordu; baþkalarýn anlamalarýný düþünmüyordu.

 

Sâlisen: Eski Said, en dakik ve en ince olan nazm-ý Kur'anda îcazlý olan i'cazý beyan ettiði için, kýsa ve ince düþmüþtür. Fakat þimdi ise Yeni Said nazarýyla mütalaa ettim. Elhak, Eski Said'in bütün hatiatýyla beraber, þu tefsirdeki tedkikat-ý ilmiyesi, onun bir þaheseridir. Yazýldýðý vakit daima þehid olmaya hazýrlandýðý için, hâlis bir niyet ile ve belâgatýn kanunlarýna ve ulûm-u Arabiyenin düsturlarýna tatbik ederek yazdýðý için hiçbirini cerhedemedim. Belki Cenab-ý Hak, bu eseri ona keffaret-i zünub yapacak ve bu tefsiri tam anlayacak adamlarý da yetiþtirecek, inþâallah. Eðer Birinci Harb-i Umumî gibi maniler olmasaydý, tefsirin þu birinci cildi, i'caz vücuhundan olan i'caz-ý nazmîyi beyan ettiði gibi, diðer cüzler ve mektublar da müteferrik tefsir hakikatlarýný içine alsaydý, Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan'a güzel bir tefsir-i câmi' olurdu. Belki inþâallah, þu cüz'-ü tefsir yüzotuz aded "Sözler" ve "Mektubat" Risaleleriyle beraber me'haz olursa, ileride bahtiyar bir heyet öyle bir tefsir-i Kur'anî yazsýn, inþâallah.

 

Said Nursî

 

Hem, Ýstanbul'da Fetva Emini Ali Rýza Efendi, çok zaman bu tefsiri mütalaa ile, yanýna gelen dostlarýna müteaddid defalar: "Bu Ýþarat-ül Ý'caz, bin tefsir kuvvetinde ve kýymetindedir!" diye yemin ederek ilân ediyordu.

 

Þark ülemasý, Þam ve Baðdad'da büyük âlimler: "Ýþarat-ül Ý'caz gayet hârika ve emsalsiz bir tefsirdir." diye istihsan etmiþlerdir.

 

sh:» (T: 104)

 

irad edilen Ýlâhî ve þümullü bir nutuk ve umumî ve Rabbanî bir hitabe olduðu gibi; bilinmesi bir ferdin veya küçük bir cemaatin iktidarýndan hariç olan, bilhassa bu zamanda, dünya maddiyatýna ait pek çok fenleri, ilimleri câmidir. Bu itibarla; zamanca, mekânca, ihtisasça, daire-i ihatasý pek dar olan bir ferdin fehminden, karîhasýndan çýkan bir tefsir, bihakkýn Kur'ân-ý Azîmüþþana tefsir olamaz. Çünkü: Kur'ânýn hitabýna muhatab olan milletlerin, insanlarýn ahval-i ruhiyelerine, maddiyatýna ve câmi bulunduðu ince fenlere, ilimlere bir fert vâkýf ve sahib-i ihtisas olamaz ki ona göre bir tefsir yapabilsin. Maahâza; bir ferdin mesleði, meþrebi, taassubdan hâli olamaz ki, hakaik-i Kur'âniyeyi görsün, bîtarafâne beyan etsin. Maahaza; ferdin fehminden çýkan bir dâvâ, kendisine has olup, baþkasý o dâvânýn kabulüne dâvet edilemez. Meðer ki, bir nevi icmâýn tasdikine mazhar ola. Binaenaleyh, Kur'ânýn ince mânalarýnýn ve tefsirlerde daðýnýk bir surette bulunan mehâsinini ve zamanýn tecrübesiyle fennin keþfi sayesinde tecelli eden hakikatlerinin tesbitiyle, her biri birkaç fende mütehassýs olmak üzere, muhakkikîn-i ulemadan yüksek bir heyetin tetkikatiyle, tahkikatiyle bir tefsirin yapýlmasý lazýmdýr.

 

Nitekim kanunî hükümlerin tanzim ve ýttýradý, bir ferdin fikrinden deðil, yüksek bir hey'etin nazar-ý dikkat ve tetkikatýndan geçmesi lâzýmdýr ki, umumî bir emniyeti ve cumhur-u nâsýn itimadýný kazanmak üzere millete karþý bir kefalet-i zýmniye husule gelsin ve icma-ý ümmet hücceti elde edebilsin.

 

Evet, Kur'ân-ýý Azîmüþþanýn müfessiri, yüksek bir deha sahibi ve nâfiz bir içtihada malik ve bir velâyet-i kâmileyi haiz bir zat olmalýdýr. Bilhassa bu zamanda bu þartlar, ancak yüksek bir azîm bir heyetin tesanüdüyle telâhuk-u efkârýndan ve ruhlarýnýn tenasübüyle birbirine yardým etmekten ve hürriyet-i fikirle taassubtan âzâde olmakla tam ihlâslarýndan doðan dâhî bir þahs-ý mânevîde bulunur; ve o þahs-ý mânevî, Kur'âný tefsir edebilir. Çünkü: «Cüzde bulunmayan, küllde bulunur.» kaidesine binaen, her ferdde bulunmayan bu gibi þartlar, heyette bulunur. Böyle bir heyetin zuhurunu çoktanberi bekliyorken, hiss-i kablelvuku' kabilinden, memleketi yýkýp yakacak büyük bir zelze-

 

 

 

 

 

Sh: » (T: 105)

 

lenin arifesinde bulunduðumuz zihne geldi (Hâþiye).

 

«Bir þey tamamiyle elde edilmediði takdirde tamamiyle terketmek caiz deðildir.» kaidesine binaen, acz ve kusurumla beraber, Kur'ânýn bazý hakikatleriyle, nazmýndaki i'cazýna dair bazý iþaretleri tek baþýma kaydetmeye baþladým. Fakat Birinci Harb-i Umumînin patlamasiyle; Erzurum'un, Pasinlerin daðlarýna ve derelerine düþtük. O kýyametlerde, o dað ve tepelerde; fýrsat buldukça, kalbime gelenleri birbirine uymayan ibarelerle o dehþetli ve muhtelif yazýyordum. O zamanlarda, o gibi yerlerde müracaat edilecek tefsirlerin, kitaplarýn bulunmasý mümkün olmadýðýndan; yazdýklarým, yalnýz sünuhat-ý kalbiyemden ibaret kaldý. Þu sünuhatým eðer tefsirlere muvafýk ise, nurun alâ nur; þayet muhalif cihetleri varsa, benim kusurlarýma atfedilebilir. Evet, tashihe muhtaç yerleri vardýr; fakat, hatt-ý harbde büyük bir ihlâs ile þehitler arasýnda yazýlýp giydirilen o yýrtýk ibarelerin tebdiline, (þehitlerin kan ve elbiselerinin tebdiline cevaz verilmediði gibi), cevaz veremedim ve kalbim razý olmadý, þimdi de razý deðildir. Çünkü, hakikat-ý ihlâs ile baktým, tashih yerini bulamadým. Demek, sünuhat-ý Kur'âniye olduðundan i'caz-ý Kur'âniye onu yanlýþlardan himaye etmiþ. Maahaza, kaleme aldýðým þu «Ýþârâtül-Ý'caz» adlý eserimi, hakikî bir tefsir niyetiyle yapmadým; ancak ulema-yý Ýslâmdaki ehl-i tahkikin takdirlerine mazhar olduðu takdirde, uzak bir istikbalde yapýlacak yüksek bir tefsire bir örnek ve bir me'haz olmak üzere o zamanlarýn insanlarýna bir yadigâr maksadiyle yaptým.»

 

 

 

* * *

 

O muharebede; yirmi talebe kadar kýymetdar ve "Ýþarat-ül Ý'caz" tefsirinin kâtibi olan Molla Habib, Ýran cephesinde kumandan Halil Paþa ile mühim bir muhabere vazifesini temin ettikten sonra Vastan'da þehid düþer.

 

O muharebeler esnasýnda, Ermeni fedaileri bazý yerlerde çoluk çocuðu kesiyorlardý. Buna karþý Ermenilerin çocuklarý da bazan öldürülüyordu. Bediüzzaman'ýn bulunduðu nahiyeye binlerle Er-

 

______________________________

 

 

 

Hâþiye: Evet; Van'da, Horhor Medresemizin damýnda, esnâ-yý dersde büyük bir zelzelenin gelmekte olduðunu söyledi. Hakikaten söylediði gibi, az bir zaman sonra Harb-i Umumî baþladý.

 

Hamza, Mehmed Þefik, Mehmed Mihrî

 

 

 

sh: » (T: 106)

 

meni çocuðu toplanmýþtý. Molla Said askerlere: "Bunlara iliþmeyiniz!" diye emretti. Daha sonra bu Ermeni çoluk çocuðunu serbest býraktý; onlar da, Ruslarýn içerisindeki ailelerinin yanýna döndüler. Bu hareket Ermeniler için büyük bir ibret dersi olup, Müslümanlarýn ahlâkýna hayran kalmýþlardý. Bu hâdise üzerine, Ruslar bizi istila ettiklerinde, fedai komitelerin reisleri müslüman çoluk çocuðunu kesmek âdetini býrakýp, "Madem Molla Said bizim çoluk çocuklarýmýzý kesmedi, bize teslim etti; biz de bundan sonra Müslümanlarýn çocuklarýný kesmeyeceðiz" diye ahdettiler. Molla Said, bu suretle o havalideki binlerle masumlarýn felâketten kurtulmasýný temin etmiþ oldu.

 

Bir müddet sonra Ruslar, Van ve Muþ tarafýný istila edip, üç fýrka ile Bitlis'e hücum ettiði sýrada, Bitlis Valisi Memduh Bey ile Kel Ali, Bediüzzaman'a:

 

-Elimizde bir tabur asker ve iki bin kadar gönüllünüz var; biz geri çekilmeye mecburuz, dediler.

 

Bediüzzaman onlara:

 

-Etraftan kaçýp gelen ahalinin ve hem de Bitlis halkýnýn mallarý, çoluk ve çocuklarý düþman eline düþecek; biz mahvoluncaya kadar dört-beþ gün mukavemete mecburuz, demesi üzerine onlar:

 

-Muþ'un sukut etmesi dolayýsýyla otuz topumuzu askerler bu tarafa kaçýrmaya çalýþýyorlar. Eðer sen, o otuz topu gönüllülerinle ele geçirebilirsen, birkaç gün o toplarla mukabele ederiz ve ahali de kurtulur, dediler.

 

Bediüzzaman:

 

-Öyle ise ben, ya ölürüm veya o toplarý getiririm, diyerek üçyüz gönüllünün baþýna geçti. Geceleyin, Nurþin tarafýna, toplarýn getirildiði cihete gitti. Toplarý takib eden bir alay Rus Kazaðýna kendi muhbirleri: "Bitlis'i müdafaa eden gönüllü kumandaný üç bin adamla ve daðdaki meþhur Musa Bey bin kiþi ile toplarý kurtarmaya geliyorlar." diyerek pek ziyade mübalaða ile ihbar etmeleri üzerine, Kazak kumandaný korkmuþ, ilerleyememiþti. Bediüzzaman da, beraberindeki üçyüz gönüllüyü rastgeldikleri toplara birer ikiþer taksim edip Bitlis'e gönderir; kendisi ise ilerleyerek toplarý birer birer kurtarýp, en son topu da üç arkadaþýyla birlikte ele geçirir. Bu þekilde, otuz topun Bitlis'e gelmesini temin eder. O toplarla üç-dört gün asker ve gönüllüler düþmana mukabele edip,

 

sh: » (T: 107)

 

bütün ahali ve cihazat ve mallar kurtulur.

 

Bediüzzaman, o harbde gönüllülere cesaret vermek için sipere girmeyerek avcý hattýnda dolaþýrdý. Avcý hattýnda en ileride atýný saða sola koþtururken, birden hatýrýna gelir ve ruhuna iliþir ki: "Þu anda þehid olsam; bu vaziyetim, yani en ilerde göze çarpan þu halim, sakýn mertebe-i þehadetin bir esasý olan ihlasýma zarar vermesin, bir hodfüruþluk manasý olmasýn" diyerek, birden atýný döndürür ve arkadaþlarýnýn yanýna gelir. (Haþiye)

 

Avcý hattýnda dolaþýrken vücuduna dört gülle isabet etmiþ, fakat geri çekilmemiþ ve gönüllülerin cesareti kýrýlmamasý için sipere dahi girmemiþtir. Hattâ bunu iþiten vali Memduh Bey ve kumandan Kel Ali, "Aman geri çekilsin!" diye haber gönderdikleri zaman, demiþ:

 

-Bu kâfirlerin güllesi beni öldürmeyecek...

 

Hakikaten üç gülle, ölecek yerine isabet ettiði halde; biri hançerini, diðeri tütün tabakasýný delip geçmiþ ve kendisine bir zarar vermemiþtir.

 

Geceleyin vali ve kumandan Kel Ali ve ahali kurtulduktan, gönüllüler ve askerler çekildikten sonra; bir kýsým fedakâr talebeleriyle Bitlis'te bâkiye kalan bir kýsým bîçareler için, kendilerini feda etmek fikriyle kaçmazlar. Sabahleyin düþmanýn bir taburu ile müsademe ederler, arkadaþlarýnýn çoðu þehid olur. Hattâ yeðeni ve fedakâr bir talebesi olan Ubeyd dahi kendi bedeline þehid düþtükten sonra düþmanýn üç sýra askerini yararak geçip, hayatta

 

____________________________

 

(Haþiye): Ýþte muharebenin þiddetli anýnda, hayat-memat mes'elesi vaktinde "Benim zâhiren kahramanlýk gibi görünen bu vaziyetim hakikî ihlasa aykýrý olmasýn?" diye düþünmesi kemalât-ý insaniyenin bir misalidir, denilebilir. Meydan-ý harbde, düþman karþýsýnda, gülleler içerisinde; talebelerine cesaret vermek için en elzem bir kahramanlýðý fiilen göstermek emeliyle avcý hattýnda atýný saða sola döndürürken, bu suretle cesaret-i imaniye ve þehamet-i Ýslâmiyeyi en a'lâ bir derecede bir kumandan manasýyla îfa ederken, ruhunda ve niyetinde en âlî ve safî bir mertebe-i kemal olan sýrr-ý ihlasý kaçýrmamayý ehemmiyetle düþünmesi ve dikkat kesilmesi; onun zâhiren takdire þayan hizmet-i diniyesi, fedakârane mücahedesi kadar, belki daha ziyade, ruhunun kemaline de delalet eder.

 

Ýþte Molla Said bütün hayatýnýn þehadetiyle gerçi beyn-el Ýslâm "Bediüzzaman", "Sâhibüzzaman", "Fahrüddeveran", "Fatînülasr" ünvanlarýyla yâdedilmiþ; fakat bu hiçbir zaman hakikatsýz ve bir sözden ibaret deðildir. Risale-i Nur ile yaptýðý muazzam hizmet-i imaniye ve Kur'aniyesi ve teþkil ettiði hamiyet-i diniye ile serfiraz milyonlar fedakâr talebelerin kudsî þahs-ý manevîsi, bir þahid-i sadýk ve bir delil-i katý'dýr.

 

sh: » (T: 108)

 

kalan üç talebesiyle pek acib bir surette su üzerinde bulunan bir sütreye girer. Hem yaralý, hem ayaðý kýrýk bir halde; otuzüç saat su ve çamur içinde kalýr. Tüfek ellerinde, o vaziyet-i müdhiþe içinde, üst kattaki odada düþman askeri ve zabitleri bulunduðu halde, kemal-i istirahat-ý kalble ve ahalinin kurtulmasýnýn sevinciyle sürur içinde, beraberindeki arkadaþlarýna teselli vererek der:

 

-Karþýmýza ne vakit çoklukla düþman askerleri gelirse; o vakit silâhlarýmýzý kullanacaðýz, kendimizi ucuza satmayacaðýz, bir-iki düþmana kurþun atmayacaðýz...

 

Latif bir inayet-i Ýlahiyedir ki; otuzüç saat, onlar Rus askerlerini gördükleri ve Ruslar da onlarý aradýklarý halde bulamadýlar. Bu esnada Bediüzzaman, talebeleri olan gönüllü fedailere hitaben:

 

-Arkadaþlar! Durmayýnýz... Sizlere hakkýmý helâl ettim, beni býrakýnýz, siz kendinizi kurtarmaya çalýþýnýz, demesi üzerine, fedakâr ve kahraman talebeler:

 

-Sizi bu halde býrakýp gidemeyiz; þehid olursak, yine hizmetinizde olsun, deyip kalýrlar. Sonra Ruslar esir edip; Van, Celfa, Tiflis, Kiloðrif, Kosturma'ya sevkederler.

 

Ermeni fedaileri meþhurdur; hattâ öyle rivayet ederler ki: "Fedailerin yüzleri, kýzarmýþ kömür üstüne tutulup gözleri patlama derecesine gelse dahi, yine sýr vermezler." Ýþte Ruslar o zaman diyorlardý ki: "Bediüzzaman'ýn gönüllüleri, Ermeni fedailerinin fevkindedir! Bunun içindir ki, bizim Kazaklarýmýzý imhada fazla muvaffak olmuþlardýr."

 

Bediüzzaman'ý üsera kampýna götürürler. Burada þu þekilde þayan-ý takdir bir hâdise cereyan eder. Þöyle ki:

 

Bir gün Rus Baþkumandaný esirleri teftiþe gelir. Teftiþ esnasýnda, Bediüzzaman kumandana selâm vermez ve yerinden kalkmaz. Kumandan kýzar, belki tanýmamýþtýr diyerek tekrar önünden geçtiði zaman yine yerinden kalkmayýnca, kumandan tercüman vasýtasýyla der:

 

- Beni herhalde tanýmadýlar?

 

Bediüzzaman:

 

-Tanýyorum, Nikola Nikolaviç'tir.

 

Kumandan:

 

- Þu halde Rus ordusuna, dolayýsýyla Rus Çarýna hakaret ediyorlar.

 

 

 

sh: » (T: 109)

 

Bediüzzaman:

 

-Hakaret etmedim. Ben bir Müslüman âlimiyim. Ýmanlý bir kimse, Cenab-ý Hakký tanýmayan bir adamdan üstündür. Binaenaleyh ben sana kýyam etmem, der.

 

Bunun üzerine Bediüzzaman divan-ý harbe verilir. Birkaç zabit arkadaþý, hemen özür dileyerek vahîm neticenin önlenmesine çalýþmasýný istirham ederler.

 

Fakat Bediüzzaman:

 

- Bunlarýn idam kararý, benim ebedî âleme seyahat etmem için bir pasaport hükmündedir, deyip kemal-i izzet ve þecaatle hiç ehemmiyet vermez.

 

Nihayet idamýna karar verilir. Hüküm infaz edileceði vakit, namaz kýlmak için müsaade ister; vazife-i diniyesini ifadan sonra, atýlacak kurþunlara göðsünü gereceðini beyan eder. Tam bu esnada, namazýný eda ederken, Rus kumandaný gelerek, Bediüzzaman'dan özür dileyip:

 

- "O hareketinizin, mukaddesatýnýza olan baðlýlýktan ileri geldiðine kanaat getirdim, rica ederim, beni affediniz." diyerek verilen idam hükmünü geri aldýrýr.

 

* * *

 

Bediüzzaman, iki buçuk sene kadar Sibirya taraflarýnda esarette kalýr. Bütün hayatýný, fisebilillah Kur'ana, Ýslâmiyete, Sünnet-i Seniyenin ihyasýna hasr ve vakfeden bu fedakâr-ý Ýslâm, buralarda da kat'iyen boþ durmaz. Ýçerisinde bulunduðu muhiti tenvir ve irþad için çalýþýr. Bu müddet içinde kendisiyle beraber esarette bulunan zabitlere dersler veriyordu. Bir gün, doksan zabit arkadaþýna ders verdiði sýrada, bir Rus kumandaný gelir. "Siyasî ders veriyor" diye dersine mani' olursa da, faaliyetinin dinî, ilmî, içtimaî olduðunu öðrenince serbest býraktýrýr.

 

Nihayet esaretten firar ile kurtulup; Petersburg ve Varþova'ya gelmeye muvaffak olur. Bilâhare Viyana tarîkýyla (R. 1334) senesinde Ýstanbul'a teþrif eder.

 

Harb-i Umumîde gönüllü alay kumandaný olan Bediüzzaman Said Nursî, bu esaret hayatýný bir eserinde (Haþiye) þöyle anlatýyor:

 

_____________________________

 

Hâþiye Bu esaretten hayli zaman geçtikten sonra, Barla'ya bir esir gibi gönderilen Üstad, eski macera-yý hayatýndan bir kýsmýný da "Yirmi Altýncý Lem'anýn On Üçüncü Ricasý" olarak kaleme almýþtýr. Merak edenler o risaleye müracaat edebilirler.

 

sh:» (T: 110)

 

 

 

 

 

ÖN YÜZÜ

 

 

 

 

 

Ýsmi : Said Mirza Efendi

 

Rütbesi : Fahri Kaymakam

 

Kýt'asý : Gönüllü Kürt Süvari Alayý

 

Tabiiyeti : Osmanlý

 

Seyahat mebdei : Sofya

 

Gideceði mahal : Ýstanbul (Dersaadet)

 

Sebeb-i seyahat : Esaretten avdet 17 HAZÝRAN 1918

 

 

 

Bediüzzaman'ýn Rusya esaretinden avdet edip Almanya yolu ile Sofya'ya geldiði zaman, Sofya Ateþemiliterliði tarafýndan verilen pasaportudur.

 

 

 

sh:» (T: 111)

 

 

 

 

 

 

 

Bediüzzaman'ýn ''vatana avdet'' belgesinin arka yüzü.

 

 

 

sh:» (T: 112)

 

 

 

YÝRMÝ ALTINCI LEM'ANIN DOKUZUNCU

 

RÝCASINDAN BÝR KISIM

 

 

 

«Harb-i Umumîde, esaretle Rusya'nýn þark-ý þimalîsinde, çok uzak olan Kosturma vilâyetinde bulunuyordum. Orata Tatarlarýn küçük bir camii, meþhur Volga nehrinin kenarýnda bulunuyordu. Oradaki arkadaþlarým olan esir zabitler içinde sýkýlýyordum. Yalnýzlýk istedim. Dýþarýda izinsiz gezemiyordum. Tatar mahallesi, kefaletle beni o Volga nehrinin kenarýndaki küçük camiye aldýlar. Ben yalnýz olarak camide yatýyordum. Bahara yakýn, o þimal kýt'asýnýn pek çok uzun gecelerinde çok uyanýk kalýyordum. O karanlýklý gecelerde ve karanlýklý gurbette ve Volga nehrinin hazin þýrýltýlarý ve yaðmurun rikkatli þýpýltýlarý ve rüzgarýn firkatli esmesi, beni derin gaflet uykusundan muvakkaten uyandýrdý. Gerçi daha kendimi ihtiyar bilmiyordum; fakat Harb-i Umumîyi gören, ihtiyardýr. Gûya يَوْمَ يَجْعَلُ اْلوِلْدَانَ شِيبًا sýrrýna mazhar olarak öyle günlerdir ki; çocuklarý ihtiyarlandýrdýðý cihetle, kýrk yaþýnda iken, kendimi seksen yaþýnda bir vaziyette buldum. O karanlýklý uzun gece ve hazin gurbet, hazin vaziyet içinde hayattan bir meyusiyet geldi. Aczime, yalnýzlýðýma baktým; ümidim kesildi. O hâlette iken Kur'ân-ý Hakîmden imdat geldi. Dilim

 

حَسْبُنَا اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ dedi; kalbim de aðlayarak dedi:

 

 

 

Garibem, bîkesem, zaifem, nâtuvanem, el'amân gûyem, afvü cûyem, meded hâhem zidergâhet Ýlâhî!

 

 

 

Ruhum dahi vatanýmdaki eski dostlarý düþünüp o gurbette vefatýmý tahayyül ederek Niyazi-i Mýsrî gibi dedim:

 

 

 

Dünya gamýndan geçip,

 

Yokluða kanat açýp,

 

Þevk ile her dem uçup,

 

Çaðýrýrým: Dost! Dost!

 

 

 

diye, dostlarý arýyordu. Her ne ise, o hüzünlü, rikkatli, firkatli uzun gurbet gecesinde, Dergâh-ý Ýhâhîde za'f ve aczim o kadar büyük bir þefaatçi ve vesile oldu ki, þimdi de hayretteyim. Çünkü bir kaç gün sonra, gayet hilâf-ý me'mul bir surette, yayan gidilse bir senelik mesafede tekbaþýmla, Rusça bilmediðim halde

 

 

 

 

 

sh:» (T: 113)

 

firar ettim. Za'f ve aczime binaen gelen inayet-i Ýlâhîye ile, hârika bir surette kurtuldum. Tâ Varþova ve Avusturya'ya uðrayarak Ýstanbul'a kadar geldim ki; bu surette kolaylýkla kurtulmak pek hârika olmuþtu. Rusça bilen en cesur ve en kurnaz adamlarýn muvaffak olamadýklarý, çok teshilât ve çok kolaylýkla, o uzun firârî seyahati bitirdim.

 

Fakat, o Volga nehri kenarýndaki camideki mezkûr gecenin vaziyeti bana bu kararý verdirmiþ ki: «Bakiye-i ömrümü maðaralarda geçireceðim! Bu insanlarýn hayat-ý içtimaiyesine karýþmak artýk yeter. Madem sonunda kabre yalnýz gideceðim, yalnýzlýða alýþmak için þimdiden yalnýzlýðý ihtiyar edeceðim!» demiþtim. Fakat maatteessüf, Ýstanbul'daki ciddî ve çok ahbab ve Ýstanbul'un þa'þaalý hayat-ý dünyeviyesi, hususan haddimden çok fazla bana teveccüh eden þan ve þeref gibi neticesiz þeyler, o kararýmý muvakkaten bana unutturdular. Gûya o gurbet gecesi, hayatýmýn gözünde nurlu siyahlýk idi. Ve Ýstanbul'un beyaz, þa'þaalý gündüzü, o hayat gözümün nursuz beyaz parçasý idi ki ileriyi göremedi, yine yattý. Tâ iki sene sonra, Gavs-ý Geylanî, «Fütuhül-Gayb» kitabiyle tekrar gözümü açtýrdý.»

 

..................................................................................................

 

Ýstanbul'u tekrar þereflendirmesi, ehl-i ilmi ve halký çok fazla memnun ve mesrur etti. Kendisine haber verilmeden, Meþihat dairesindeki "Dâr-ül Hikmet-il Ýslâmiye" azalýðýna tayin olundu. Dâr-ül Hikmet, o zaman Mehmed Âkif, Ýzmirli Ýsmail Hakký, Elmalýlý Hamdi gibi Ýslâm âlimlerinden mürekkeb bir Ýslâm akademisi mahiyetinde idi.

 

Çok zeki, kahraman ve gayyur bir âlim olan veled-i manevîsi ve biraderzadesi Abdurrahman (Rahmetullahi Aleyh) þöyle anlatýyor:

 

1334 senesinde esaretten geldikten sonra, amcam rýzasý olmadan Dâr-ül Hikmet-il Ýslâmiye'ye aza tayin edildi. Fakat esarette çok sarsýlmýþ olduðundan, bir müddet mezunen vazifeye gidemedi. Çok defa istifa etmek teþebbüsünde bulundu, fakat dostlarý býrakmadýlar. Bunun üzerine Dâr-ül Hikmet'e devama baþladý. Haline dikkat ediyordum ki, zaruretten fazla kendine masraf yapmýyordu. Maiþetçe neden bu kadar muktesid yaþýyorsun diyenlere cevaben:

 

 

 

sh: » (T: 114)

 

-Ben sevad-ý azama tâbi' olmak isterim. Sevad-ý azam ise, bu kadar tedarik edebilir. Ben, ekalliyet-i müsrifeye tâbi' olmak istemem, demiþlerdir.

 

Dâr-ül Hikmet'ten aldýðý maaþtan mikdar-ý zarureti ayýrdýktan sonra, mütebâkisini bana vererek, "Hýfzet!" derdi. Ben de, bir sene zarfýndaki fazla kalmýþ paralarý amcamýn bana olan þefkatine; hem malý istihkar etmesine itimaden, haberi olmadan tamamen sarfettim. Sonra bana dedi ki: "Bu para bize helâl deðildi, millet malý idi, niçin sarfettin? Madem ki öyledir, ben de seni vekilharçlýktan azl ile kendimi nasbettim!"

 

Bir müddet aradan geçti... Hakaikten oniki te'lifatýný tab'ettirmek kalbine geldi. Maaþtan toplanan paralarý, o te'lifatlarýn tab'ýna verdi. Yalnýz bir-iki küçüðü müstesna olmak üzere, diðerlerini etrafa meccanen daðýttý. Niçin sattýrmadýðýný sual ettim. Dedi ki: Maaþtan bana kût-u lâyemut caizdir; fazlasý millet malýdýr. Bu suretle millete iade ediyorum...

 

Dâr-ül Hikmet'teki hizmeti, hep böyle þahsî teþebbüsü ile idi. Çünki orada müþtereken iþ görmek için bazý maniler görüyordu. Onu tanýyanlar biliyorlar ki, Bediüzzaman kefenini boynuna takmýþ ve ölümünü göze almýþtýr. Onun içindir ki; Dâr-ül Hikmet-il Ýslâmiye'de demir gibi dayandý. Ecnebi tesiratý, Dâr-ül Hikmet'i kendine âlet edemedi. Yanlýþ fetvalara karþý, pervasýzca mücadele etti. Ýslâmiyet'e muzýr bir cereyan ortaya atýldýðý vakit, o cereyaný kýrmak için eser neþrederdi.

 

 

 

ESARETTEN AVDETÝNDEN SONRAKÝ ÝSTANBUL

 

HAYATINA DAÝR KALEME ALDIÐI BÝR PARÇADIR:

 

(Yirmi Altýncý Lem'adan Onuncu Rica)

 

 

 

«Bir zaman esaretten geldikten sonra, Ýstanbul'da, bir iki sene yine gaflet galebe etti. Siyaset havasý, nazarýmý nefsimden kaldýrýp âfâka daðýtmýþ iken, bir gün Ýstanbul'un Eyüp Sultan Kabristanýnýn dereye bakan yüksek bir yerinde oturuyordum. Ýstanbul etrafýndaki âfâka baktým. Birden bakýyorum, benim hususî dünyam vefat ediyor, bazý cihette ruh çekiliyor gibi bir hâlet-i hayâliye bana geldi. Dedim: «Acaba bu kabristanýn mezar taþlarýndaki yazý-

 

 

 

sh:» (T: 115)

 

lar mýdýr ki bana böyle hayâl veriyor? diye nazarýmý çektim; uzaða deðil, o kabristana baktým. Kalbime ihtar edildi ki: «Bu senin etrafýndaki kabristanýn, yüz Ýstanbul içinde vardýr. Çünkü yüz defa Ýstanbul buraya boþalmýþ. Bütün Ýstanbul halkýný buraya boþaltan bir Hâkim-i Kadîrin hükmünden kurtulup müstesna kalamazsýn, sen de gideceksin!» Ben kabristandan çýkýp bu dehþetli hayâl ile Sultan Eyüp Camiinin mahfelindeki küçük bir odaya, çok defa girdiðim gibi bu defa da girdim. Düþündüm ki; ben üç cihette misafirim: Bu menzilcilikte misafir olduðum gibi, Ýstanbul'da da misafirim, dünyada da misafirim. Misafir, yolunu düþünmeli. Nasýl bu odadan çýkacaðým, bir gün de Ýstanbul'dan çýkacaðým; bir gün de dünyadan çýkacaðým.

 

 

 

Ýþte bu hâlette, gayet rikkatli ve firkatli, elemli bir hüzün ve gam kalbime, baþýma çöktü. Çünkü ben yalnýz bir iki dostu kaybetmiyorum, Ýstanbul'da binler sevdiðim dostlarýmdan müfarakat gibi, çok sevdiðim Ýstanbul'dan ayrýlacaðým. Dünyada yüz binler dostlarýmdan iftirak gibi, çok sevdiðim ve müptelâ olduðum o güzel dünyadan da ayrýlacaðým diye düþünürken; yine kabristanýn o yüksek yerine gittim. Arasýra sinemaya ibret için gittiðimden, bana Ýstanbul içindeki insanlar, o dakikada, sinemada geçmiþ zamanýn gölgelerini hazýr zamana getirmek cihetiyle, ölmüþ olanlarý ayakta gezer suretinde gösterdikleri gibi; aynen ben de, o vakit gördüðüm insanlarý, ayakta gezen cenazeler vaziyetinde gördüm. Hayâlim dedi ki: Madem bu kabristanda olanlardan bir kýsmý sinemada gezer gibi görülüyor; ilerde kat'iyyen bu kabristana girecekleri girmiþ gibi gör; onlar da cenazelerdir, geziyorlar... Birden Kur'ân-ý Hakîmin nuruyla ve Gavs-ý Âzam Þeyh Geylanî (K.S.) Hazretlerinin irþadiyle, o hazin hâlet, sürurlu ve neþeli bir vaziyete inkýlâb etti. Þöyle ki:

 

 

 

O hazin hale karþý Kur'ândan gelen nur, böyle ihtar etti ki: «Senin, þimal-i þarkîde, Kosturma'daki gurbetinde bir iki esir zabit dostun vardý. Bu dostlarýn herhalde Ýstanbul'a gideceklerini biliyordun. Sana birisi deseydi: «Sen Ýstanbul'a mý gideceksin, yoksa burada mý kalacaksýn?» Elbette zerre miktar aklýn varsa, Ýstanbul'a ferah ve sürurla gitmesini kabul edecektin. Çünkü; bin birden dokuz yüz doksan dokuz ahbabýn, Ýstanbul'dadýr. Burada bir-iki tane kalmýþ, onlar da oraya gidecekler. Senin için Ýstanbul'a git-

 

 

 

sh:» (T: 116)

 

 

 

mek hazin bir firak, elîm bir iftirak deðil, hem de geldin, memnun olmadýn mý? O düþman memleketindeki pek karanlýk uzun gecelerinden ve pek soðuk, fýrtýnalý kýþlarýndan kurtuldun. Bu güzel dünya cenneti gibi Ýstanbul'a geldin. Aynen öyle de: Senin küçüklüðünden bu yaþýna kadar, sevdiklerinden yüzde doksan dokuzu, sana dehþet veren kabristana göçmüþler. Bu dünyada kalan bir iki dostun var, onlar da oraya gidecekler. Dünyada vefatýn firak deðil, visaldir; o ahbablara kavuþmaktýr: Onlar, yâni o ervah-ý bâkiye, eksimiz yuvalarýný toprak altýnda býrakýp, bir kýsmý yýldýzlarda, bir kýsmý âlem-i berzah tabakatýnda geziyorlar, diye ihtar edildi.

 

 

 

Evet, bu hakikatý, Kur'ân ve iman o derece kat'î bir surette isbat etmiþtir ki, bütün bütün kalbsiz, ruhsuz olmazsa veyahut dalâlet kalbini boðmamýþ ise, görüyor gibi inanmak gerektir. Çünkü; bu dünyayý, hadsiz enva-ý lütûf ve ihsanatiyle böyle tezyin edip, mükrimane ve þefikane rububiyetini gösteren ve tohumlar gibi en ehemmiyetsiz cüz'î þeyleri dahi muhafaza eden bir Sâni-i Kerîm ve Rahîm; masnuatý içinde en mükemmel ve en câmi, en ehemmiyetli ve en çok sevdiði masnuu olan insaný, elbette ve bilbedahe, sûreten göründüðü gibi böyle merhametsiz, âkýbetsiz idam etmez, mahvetmez, zayi etmez. Belki bir çiftçinin topraða serptiði tohumlar gibi, baþka bir hayatta sünbül vermek için Hâlýk-ý Rahîm, o sevdiði masnuunu, bir rahmet kapýsý olan toprak altýna muvakkaten atar. (Hâþiye) Ýþte bu ihtar-ý Kur'âniyi aldýktan sonra, o kabristan Ýstanbul'dan ziyade bana ünsiyetli oldu. Halvet ve uzlet, bana sohbet ve muaþeretten daha ziyade hoþ geldi. Ben de Boðaz tarafýndaki Sarýyer'de, bir halvethane kendime buldum. Gavs-ý A'zam (K.S.) «Fütüh-ül-Gayb» ýyla bana bir üstad ve tabib ve mürþid olduðu gibi, Ýmam-ý Rabbanî de, «Mektubat» iyle bir enis, bir müþfik, bir hoca hükmüne geçti. O vakit ihtiyarlýða girdiðimden ve medeniyetin ezvakýndan çekildiðimden ve hayat-ý içtimaiyeden sýyrýldýðýmdan pek çok memnun oldum. Allaha þükrettim.»

 

 

 

* * *

 

 

 

________________________

 

 

 

Hâþiye: Bu hakikat, iki kere iki dört eder derecesinde sair risalelerde, hususan Onuncu ve Yirmi Dokuzuncu Sözlerde isbat edilmiþtir.

 

 

 

 

 

sh:» (T: 117)

 

 

 

Onbirinci Rica

 

 

 

«Esaretten geldikten sonra Ýstanbul'da Çamlýca tepesinde bir köþkte merhum biraderzadem Abdurrahman (R.Aleyh) ile beraber oturuyorduk. Bu hayatým, hayat-ý dünyeviye cihetinde, bizim gibilere en mes'udane bir hayat sayýlabilirdi. Çünkü esaretten kurtulmuþtum. Darülhikmet'te meslek-i ilmiyeme münasip, en âli bir tarzda neþr-i ilme muvaffakiyet vardý. Bana teveccüh eden haysiyet ve þeref, haddimden çok fazla idi. Mevkice Ýstanbul'un en güzel yeri olan Çamlýca'da oturuyordum. Hem her þeyim mükemmeldi. Merhum biraderzadem Abdurrahman gibi gayet zeki, fedakâr, hem talebe, hem hizmetkâr, hem kâtip, hem evlâd-ý mânevîyem beraberdi. Dünyada herkesten ziyade kendimi mes'ut bilirken aynaya baktým; saçýmda, sakalýmda beyaz kýllarý gördüm. Birden, esarette Kosturma'daki camideki intibah-ý ruhî yine baþladý. Onun eseri olarak, kalben merbut olduðum ve medar-ý saadet-i dünyeviye zannettiðim halâtý, esbabý, tetkike baþladým. Hangisini tetkik ettimse, baktým ki, çürüktür, alâkaya deðmiyor, aldatýyor. O sýralarda en sadakatli zannettiðim bir arkadaþýmda umulmadýk bir sadakatsizlik ve hatýra gelmez bir vefasýzlýk gördüm. Hayat-ý dünyeviyeden bir ürkmek geldi. Kalbime dedim: Acaba ben, bütün bütün aldanmýþ mýyým? Görüyorum ki, hakikat noktasýnda acýnacak halimize pek çok insanlar gýpta ile bakýyorlar... Bütün bu insanlar divane mi olmuþlar? Yoksa þimdi ben divane mi oluyorum ki, bu dünyaperest insanlarý divane görüyorum? Her ne ise... Ben ihtiyarlýðýn verdiði þiddetli intibah cihetinde, en evvel alâkadar olduðum fâni þeylerin fâniliðini gördüm; kendime de baktým, nihayet-i aczde gördüm. O vakit, beka isteyen ve beka tevehhümüyle fânilere müptelâ olan ruhum, bütün kuvvetiyle dedi ki: Madem cismen fâniyim, bu fânilerden bana ne hayýr gelebilir? Madem ben âcizim, bu âcizlerden ne bekleyebilirim? Benim derdime çare bulacak bir Baki-i Sermedî, bir Kadîr-i Ezelî lâzým, diyerek taharriye baþladým. O vakit, her þeyden evvel, eskidenberi tahsil ettiðim ilme müracaat edip, bir teselli, bir rica aramaya baþladým. Maatteessüf, o vakte kadar ulûm-u felsefeyi, ulûm-u Ýslâmiye ile beraber havsalama doldurup, o ulûm-u felsefeyi pek yanlýþ olarak mâden-i tekemmül

 

 

 

sh:» (T: 118)

 

 

 

ve medar-ý tenevvür zannetmiþtim. Halbuki; o felsefî meseleler ruhumu pek çok fazla kirletmiþ ve terakkiyat-ý mâneviyemde engel olmuþtu. Birden, Cenab-ý Hakkýn rahmet ve keremiyle, Kur'ân-ý Hakîmdeki hikmet-i kudsiye imdada yetiþti. Çok risalelerde beyan edildiði gibi, o felsefî meselelerin kirlerini yýkadý, temizlettirdi. Ezcümle, fünun-u hikmetten gelen zulûmat-ý ruhiye, ruhumu kâinata boðduruyordu. Hangi cihete baktým, nur aradým; o meselelerde nur bulamadým, teneffüs edemedim. Tâ, Kur'ân-ý Hakîmden gelen ve لاَاِلَهَ اِلاَّ هُوَ cümlesiyle ders verilen tevhid gayet parlak bir nur olarak bütün o zulûmatý daðýttý. Rahatla nefes aldým. Fakat nefis ve þeytan, ehl-i dalâlet ve ehl-i felsefeden aldýklarý derse istinad ederek akýl ve kalbe hücum ettiler. Bu hücumdaki münazarat-ý nefsiye, Lillâhilhamd, kalbin muzafferiyetiyle neticelendi. Çok risalelerde kýsmen o münazaralar yazýlmýþ. Onlara iktifa edip, burada yalnýz binde bir muzafferiyet-i kalbiyeyi göstermek için binler bürhandan bir tek bürhan beyan edeceðim, tâ ki gençliðinde hikmet-i ecnebiye veya fünun-u medeniye namý altýndaki kýsmen dalâlet, kýsmen mâlâyaniyat meseleleriyle ruhunu kirletmiþ, kalbini hasta etmiþ, nefsini þýmartmýþ bir kýsým ihtiyarlarýn ruhunda temizlik yapsýn; tevhid hakkýnda þeytan ve nefsin þerrinden kurtulsun. Þöyle ki:

 

 

 

Ulûm-u felsefiyenin vekâleti namýna nefsim dedi ki: «Bu kâinattaki eþyanýn, tabiatiyle bu mevcudata müdahaleleri var, her þey bir sebebe bakar. Meyvayý aðaçtan, hububatý topraktan istemeli. En cüz'î, en küçük bir þeyi de Allahtan istemek ve Allaha yalvarmak ne demektir?» O vakit Nur-u Kur'ân ile, sýrr-ý tevhid þu gelecek suretle inkiþaf etti. Kalbim o mütefessif nefsime dedi: En cüz'î ve en küçük þey, en büyük þey gibi doðrudan doðruya bütün kâinat hâlikýnýn kudretinden gelir ve hazinesinden çýkar. Baþka suretle olamaz! Esbab ise, bir perdedir. Çünkü, en ehemmiyetsiz ve en küçük zannettiðimiz mahlûklar, bazan sanat ve hilkat cihetinde en büyüðünden daha büyük olur. Sinek, tavuktan sanatça ileri geçmezse de, geri de kalmaz. Öyle ise, büyük küçük tefrik edilmeyecek; ya bütünü esbab-ý maddiyeye taksim edilecek veyahut bütünü birden bir tek zâta verilecektir. Birinci þýk

 

 

 

 

 

sh:» (T: 119)

 

 

 

muhal olduðu gibi, bu þýk vâcibdir, zarurîdir. Çünkü bir tek zâta, yâni bir Kadîr-i Ezelîye verilse, madem bütün mevcudatýn intizamat ve hikmetleriyle vücudu kat'î tahakkuk eden ilmi her þeyi ihata ediyor ve madem ilminde her þeyin miktarý taayyün ediyor ve madem bilmüþahede her vakit hiçten, nihayetsiz suhuletle nihayetsiz sanatlý masnular vücuda geliyor ve madem o Kadîr-i Alîmin, bir kibrit çakar gibi «Emr-i Kün Feyekûn» ile hangi þey olursa olsun icat edebildiðini, hadsiz kuvvetli deliller ile çok risalelerde beyan ettiðimiz ve hususan «Yirminci Mektub» ve «Yirmi Üçüncü Lem'a» nýn âhirinde isbat edildiði gibi, hadsiz bir kudreti var... Elbette, bilmüþahede görülen harikulâde suhulet ve kolaylýk, o ihata-i ilmiyeden ve azamet-i kudretten geliyor. Meselâ:

 

 

 

Nasýl ki göze görülmeyen eczalý bir mürekkeple yazýlan bir kitaba, o yazýyý göstermeye mahsus bir ecza sürülse, o koca kitab, birden her bir göze vücudunu gösterip kendini okutturur; aynen öyle de; o Kadîr-i Ezelînin ilm-i muhitinde, her þeyin suret-i mahsusasý bir miktar-ý muayyen ile taayyün ediyor. O Kadîr-i Mutlak «Emr-i Kün Feyekûn» ile, o hadsiz kudretiyle ve nâfiz iradesiyle, o yazýya sürülen ecza gibi, gayet kolay ve suhulet ile kudretin bir cilvesi olan kuvvetini, o mahiyet-i ilmiyeye sürer, o þeye vücud-u harîcî verir, göze gösterir, nukuþ-u hikmetini okutturur. Eðer bütün eþya birden o Kadir-i Ezelîye ve Alîm-i Külli Þey'e verilmezse; o vakit sinek gibi en küçük bir þeyin vücudunu dünyanýn ekser nevilerinden hususî bir mizan ile toplamak lâzým gelmekle beraber; o küçücük sineðin vücudunda çalýþan zerreler, o sineðin sýrr-ý hilkatini ve kemal-i sanatýný bütün dekaikiyle bilmekle olabilir. Çünkü: Esbab-ý tabiîye ile esbab-ý maddîye, bilbedahe ve umum ehl-i aklýn ittifakiyle, hiçten icat edemez. Öyle ise, herhalde onlar icat etse, elbette toplayacak. Madem toplayacak, hangi zîhayat olursa olsun, ekser ânâsýr ve envaýndan nümuneler içinde vardýr. Adeta kâinatýn bir hülâsasý, bir çekirdeði hükmündedir. Elbette o halde bir çekirdeði bütün bir aðaçtan, bir zîhayatý bütün ruy-i zeminden ince elekle eleyip ve en hassas bir mizan ile ölçüp toplattýrmak lâzým geliyor. Ve madem esbab-ý tabiîye cahildir, câmiddir, bir ilmi yoktur ki, bir plân, bir fihriste, bir model, bir program takdir etsin; ona göre mânevî kalýba gelen zerratý eritip döksün; tâ daðýlmasýn, intizamýný bozmasýn.

 

 

 

 

 

sh:» (T: 120)

 

 

 

Halbuki her þeyin þekli, heyeti, hadsiz tarzlarda olabildiði için hadsiz had ve hesaba gelmez eþkâller, miktarlar içinde bir tek þekil ve miktarda sel gibi akan ânâsýrýn zerreleri daðýlmayarak muntazaman, miktarsýz, kalýpsýz, birbiri üstünde kütle halinde durdurmak ve zîhayata muntazam bir vücud vermek; ne derece imkândan, ihtimalden, akýldan uzak olduðu görünüyor. Elbette kimin kalbinde körlük yoksa görür.

 

 

 

Evet, bu hakikata binaen:

 

 

 

اِنَّ الَّذِينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللَّهِ لَنْ يَخْلُقُوا ذُبَابًا وَلَوِ اجْتَمَعُوا لَهُ

 

bu Âyet-i Azîmenin (Hâþiye) sýrriyle, bütün esbab-ý maddîye toplansa, onlarýn ihtiyarlarý da olsa, bir tek sineðin vücudunu ve o vücudun cihazatýný mizan-ý mahsusla toplayamazlar. Toplasalar da, o vücudun mikdar-ý muayyenesinde durduramazlar. Durdursalar da, daima tazelenmekte olan ve o vücuda gelip çalýþan zerratý muntazaman çalýþtýramazlar. Öyle ise; bilbedahe, esbab bu eþyaya sahip çýkamazlar. Demek sahib-i hakikîleri baþkadýr. Evet, öyle bir sahib-i hakikîleri var ki,

 

 

 

مَا خَلَقَكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ

 

 

 

Âyetinin sýrriyle, bütün zeminin yüzündeki zîhayatý, bir sineðin ihyasý kadar kolay yapar. Bir baharý, bir tek çiçek kolaylýðýnda icat eder. Çünkü toplamaya muhtaç deðil. «Emr-i Kün Feyekûn» e malik olduðundan ve her baharda hadsiz mevcudat-ý bahariyenin madde-i unsuriyesinden baþka hadsiz sýfat ve ahval ve eþkâllerini hiçten icat ettiðinden ve ilminde her þeyin plâný, modeli, fihristesi ve programý taayyün ettiðinden ve bütün zerrat onun ilim ve kudreti dairesinde hareket ettiklerinden, kibrit çakar gibi her þeyi nihayet kolaylýkla icat eder ve hiçbir þey, zerre miktar hareketini þaþýrmaz. Seyyarat, mutî bir ordusu olduðu gibi zerrat dahi muntazam bir ordusu hükmüne geçer. Madem o kudret-i ezelîyeye istinaden hareket ediyorlar ve o ilm-i ezelînin düstûrlariyle çalýþýyorlar, elbette o eserler, o kudrete göre vücuda

 

 

 

______________________________

 

 

 

Hâþiye: Allahtan baþka, bütün çaðýrdýðýnýz ve ibadet ettiðiniz þeyler toplansalar, bir sineði halkedemezler.

 

 

 

 

 

sh:» (T: 121)

 

 

 

gelir. Yoksa, o küçük, ehemmiyetsiz þahsiyetlerine bakmakla o eserler küçülmez. O kudrete intisab kuvvetiyle bir sinek, bir Nemrud'u gebertir; karýnca, Firavun'un sarayýný harap eder; zerre gibi küçük çam tohumu, dað gibi koca bir çam aðacýnýn yükünü omuzunda taþýyor. Bu hakikati çok risalelerde isbat ettiðimiz gibi, nasýl ki bir nefer askerlik vesikasiyle padiþaha intisab noktasýnda, yüzbin defa kendi kuvvetinden fazla bir þahý esir etmek gibi eserlere mazhar olur. Öyle de; her þey o kudret-i ezelîyeye intisabiyle, yüzbin defa esbab-ý tabiîyenin fevkinde mucizat-ý sanata mazhar olabilir.

 

 

 

Elhâsýl, her þeyin nihayet derecede hem sanatlý, hem sühuletli vücudu gösteriyor ki; muhit bir ilim sahibi olan bir Kadîr-i Ezelînin eseridir: Yoksa, yüzbin muhal içinde, deðil vücuda gelmek, belki imkân dairesinden çýkýp, imtina dairesine girecek ve mümkün suretinden çýkýp mümteni mahiyetine girecek ve hiçbir þey vücuda gelmeyecek, belki de vücuda gelmesi muhal olacaktýr.

 

 

 

Ýþte bu gayet ince ve gayet kuvvetli ve gayet derin ve gayet zâhir bir bürhan ile þeytanýn muvakkat bir þakirdi ve ehl-i dalâletin ve ehl-i felsefenin bir vekili olan nefsim sustu. Ve Lillâhilhamd, tam imana geldi ve dedi ki: Evet bana öyle bir Hâlik ve Rab lâzým ki, en küçük hatýrat-ý kalbimi ve en hafi niyazýmý bilecek ve en gizli ihtiyac-ý ruhumu yerine getirdiði gibi, bana saadet-i ebediyeyi vermek için koca dünyayý Âhirete tebdil edecek ve bu dünyayý kaldýrýp Âhireti yerine kuracak. Hem sineði halk ettiði gibi, semavatý da icat edecek; hem güneþi semanýn yüzüne bir göz olarak çaktýðý gibi, bir zerreyi de gözbebeðimde yerleþtirecek bir kudrete malik olsun. Yoksa sineði halkedemeyen; hatýrat-ý kalbime müdahale edemez, niyaz-ý ruhumu iþitemez. Semavatý halketmeyen, saadet-i ebediyeyi bana veremez. Öyle ise benim Rabbim odur ki; hem hatýrat-ý kalbimi ýslah eder, hem cevv-i havayý bulutlarla bir saatte doldurup boþalttýðý gibi; dünyayý âhirete tebdil edip, Cenneti yapýp, kapýsýný bana açar. «Haydi gir» der.

 

Ýþte ey nefsim gibi bedbahtlýk neticesinde bir kýsým ömrünü nursuz felsefî ve ecnebi fünuna sarfeden ihtiyar kardeþlerim! Kur'ânýn lisanýndaki mütemadiyen «LA ÝLÂHE ÝLLÂ HU» ferman-ý kudsîsinden ne kadar kuvvetli ve ne kadar hakikatli ve hiç bir cihette sarsýlmaz ve zedelenmez ve tegayyür etmez bir

 

 

 

 

 

 

 

sh: » (T: 122)

 

rükn-ü imanîyi anlayýnýz ki, nasýl bütün mânevî zulümatý daðýtýr ve mânevî yaralarý tedavi eder...»

 

* * *

 

Ýstanbul'da Dârülhikmet'te bulunduðu zaman, Sünuhat Risalesinde yazdýðý gayet acib bir vakýa-i ruhaniye:

 

Rü'yada Bir Hitabe

 

1335 senesi Eylülünde, dehrin hâdisatýnýn verdiði yeis ile þiddetle muzdarib idim. Þu kesif zulmet içinde bir nur arýyordum. Manen rü'ya olan yakazada bulamadým. Hakikaten yakaza olan rü'ya-yý sadýkada bir ziya gördüm. Tafsilatý terk ile, bana söylettirilmiþ noktalarý kaydedeceðim. Þöyle ki:

 

Bir Cuma gecesinde nevm ile âlem-i misale girdim. Biri geldi dedi:

 

- Mukadderat-ý Ýslâm için teþekkül eden bir meclis-i muhteþem seni istiyor.

 

Gittim... Gördüm ki: Münevver, emsalini dünyada görmediðim, selef-i sâlihînden ve a'sarýn meb'uslarýndan her asrýn meb'uslarý içinde bulunur bir meclis gördüm. Hicab edip kapýda durdum.

 

Onlardan bir zât dedi ki:

 

- Ey felâket helâket asrýnýn adamý! Senin de reyin var, fikrini beyan et.

 

Ayakta durup dedim:

 

- Sorun, cevab vereyim.

 

Biri dedi:

 

- Bu maðlubiyetin neticesi ne olacak? Galibiyette ne olurdu?...

 

Dedim:

 

- Musibet, þerr-i mahz olmadýðý için, bazan saadette felâket olduðu gibi, felâketten dahi saadet çýkar. Eskiden beri i'la-yý kelimetullah ve beka-yý istiklaliyet-i Ýslâm için farz-ý kifaye-i cihadý deruhde ile, kendini yek-vücud olan âlem-i Ýslâma fedaya vazifedar ve hilafete bayrakdar görmüþ olan bu devlet-i Ýslâmiyenin felâketi, âlem-i Ýslâmýn saadet-i müstakbelesiyle

 

 

 

sh: » (T: 123)

 

telafi edilecektir. Zira þu musibet, maye-i hayatýmýz ve âb-ý hayatýmýz olan uhuvvet-i Ýslâmiyenin inkiþaf ve ihtizazýný hârikulâde tacil etti. Biz incinir iken, âlem-i Ýslâm aðlýyor. Avrupa ziyade incitse, baðýracaktýr. Þayet ölsek, yirmi öleceðiz, üçyüz dirileceðiz. Hârikalar asrýndayýz. Ýki-üç sene mevtten sonra meydanda dirilenler var. Biz maðlubiyetle bir saadet-i âcile-i عَاجِلَهء muvakkata kaybettik; fakat bir saadet-i âcile-i آجِلَهءِ müstemirre bizi bekliyor. Pek cüz'î ve mütehavvil ve mahdud olan hali, geniþ istikbal ile mübadele eden kazanýr.

 

Birden meclis tarafýndan denildi:

 

- Ýzah et!

 

Dedim:

 

-Devletler, milletler muharebesi, tabakat-ý beþer muharebesine terk-i mevki ediyor. Zira beþer esir olmak istemediði gibi, ecîr olmak da istemez. Galib olsa idik, hasmýmýz düþmanýmýz elindeki cereyan-ý müstebidaneye belki daha þedidane kapýlacak idik. Halbuki o cereyan hem zalimane, hem tabiat-ý âlem-i Ýslâma münafî, hem ehl-i imanýn ekseriyet-i mutlakasýnýn menfaatine mübayin, hem ömrü kýsa, parçalanmaya namzeddir. Eðer ona yapýþsa idik, âlem-i Ýslâmý fýtratýna, tabiatýna muhalif bir yola sürükleyecek idik. Þu medeniyet-i habise ki, biz ondan yalnýz zarar gördük. Ve nazar-ý þeriatta merdud ve seyyiatý hasenatýna galebe ettiðinden; maslahat-ý beþer fetvasýyla mensuh ve intibah-ý beþerle mahkûm-u inkýraz, sefih, mütemerrid, gaddar, manen vahþi bir medeniyetin himayesini Asya'da deruhde edecek idik.

 

Meclisten biri dedi:

 

- Neden þeriat þu medeniyeti (*) reddediyor?

 

_____________________________

 

(*): Bizim muradýmýz, medeniyetin mehasini ve beþere menfaatý bulunan iyilikleridir. Yoksa medeniyetin günahlarý, seyyiatlarý deðil ki; ahmaklar o seyyiatlarý, o sefahetleri mehasin zannedip, taklid edip malýmýzý harab ettiler. Medeniyetin günahlarý, iyiliklerine galebe edip seyyiatý hasenatýna racih gelmekle, beþer iki harb-i umumî ile dehþetli tokat yeyip o günahkâr medeniyeti zîr ü zeber edip öyle bir kustu ki, yeryüzünü kanla bulaþtýrdý. Ýnþâallah istikbaldeki Ýslâmiyet'in kuvvetiyle, medeniyetin mehasini galebe edecek, zemin yüzünü pisliklerden temizliyecek, sulh-u umumîyi de temin edecek.

 

 

 

sh: » (T: 124)

 

Dedim:

 

- Çünki beþ menfî esas üzerine teessüs etmiþtir. Nokta-i istinadý kuvvettir. O ise þe'ni, tecavüzdür. Hedef-i kasdý, menfaattýr. O ise þe'ni, tezahümdür. Hayatta düsturu cidaldir. O ise þe'ni, tenazu'dur. Kitleler mabeynindeki rabýtasý, âheri yutmakla beslenen unsuriyet ve menfî milliyettir. O ise þe'ni, böyle müdhiþ tesadümdür. Cazibedar hizmeti, heva ve hevesi teþci' ve arzularýný tatmin ve metalibini teshildir. O heva ise þe'ni, insaniyeti derece-i melekiyeden dereke-i kelbiyete indirmektir, insanýn mesh-i manevîsine sebeb olmaktýr. Bu medenîlerden çoðu, eðer içi dýþýna çevrilse kurt, ayý, yýlan, hýnzýr, maymun postu görülecek gibi hayale gelir. Ýþte onun için bu medeniyet-i hazýra, beþerin yüzde seksenini meþakkate þekavete atmýþ; onunu mümevveh (hayalî) saadete çýkarmýþ, diðer onu da beyne-beyne (ikisi ortasý) býrakmýþ. Saadet odur ki: Külle ya eksere saadet ola. Bu ise ekall-i kalilindir ki, nev-i beþere rahmet olan Kur'an ancak umumun, lâakal ekseriyetin saadetini tazammun eden bir medeniyeti kabul eder. Hem serbest hevanýn tahakkümüyle, havaic-i gayr-ý zaruriye havaic-i zaruriye hükmüne geçmiþlerdir. Bedeviyette bir adam dört þeye muhtaç iken; medeniyet yüz þeye muhtaç ve fakir etmiþtir. Sa'y masrafa kâfi gelmediðinden hileye harama sevketmekle, ahlâkýn esasýný þu noktadan ifsad etmiþtir. Cemaate nev'e verdiði servet haþmete bedel, ferdi þahsý fakir, ahlâksýz etmiþtir.

 

Kurûn-u ulânýn mecmu-u vahþetini, þu medeniyet bir defada kustu!

 

Âlem-i Ýslâm'ýn þu medeniyete karþý istinkâfý ve soðuk davranmasý ve kabulde ýzdýrabý cây-i dikkattir. Zira istiðna ve istiklaliyet hassasýyla mümtaz olan þeriattaki Ýlahî hidayet, Roma felsefesinin dehasýyla aþýlanmaz, imtizac etmez, bel' olunmaz, tâbi' olmaz... Bir asýldan tev'em (ikiz) olarak neþ'et eden eski Roma ve Yunan iki dehalarýyla; su ve yað gibi mürur-u a'sar (asýrlar), medeniyet ve Hristiyanlýðýn temzicine çalýþtýðý halde, yine istiklallerini muhafaza, âdeta tenasühle o iki ruh þimdi de baþka þekillerde yaþýyorlar. Onlar tev'em ve esbab-ý temzic varken imtizac olunmazsa, þeriatýn ruhu olan nur-u hidayet, o muzlim pis medeniyetin esasý olan Roma dehasýyla hiçbir vakit mezc olunmaz, bel' olunmaz...

 

 

 

sh: » (T: 125)

 

Dediler:

 

- Þeriat-ý Garra'daki medeniyet nasýldýr?

 

Dedim:

 

-Þeriat-ý Ahmediye'nin (A.S.M) tazammun ettiði ve emrettiði medeniyet ise ki, medeniyet-i hazýranýn inkiþaýndan inkiþaf edecektir. Onun menfî esaslarý yerine müsbet esaslar vaz'eder. Ýþte nokta-i istinad, kuvvete bedel haktýr ki, þe'ni adalet ve tevazündür. Hedef de menfaat yerine fazilettir ki, þe'ni muhabbet ve tecazübdür. Cihet-ül vahdet de unsuriyet ve milliyet yerine, rabýta-i dinî, vatanî, sýnýfîdir ki, þe'ni samimî uhuvvet ve müsalemet ve haricin tecavüzüne karþý yalnýz tedafü'dür. Hayatta düstur-u cidal yerine düstur-u teavündür ki, þe'ni ittihad ve tesanüddür. Heva yerine hüdadýr ki, þe'ni insaniyeten terakki ve ruhen tekâmüldür. Hevayý tahdid eder, nefsin hevesat-ý süfliyesinin teshiline bedel, ruhun hissiyat-ý ulviyesini tatmin eder. Demek biz maðlubiyetle ikinci cereyana takýldýk ki, mazlumlarýn ve cumhurun cereyanýdýr. Baþkalarýndan yüzde seksen fakir ve mazlumsa; Ýslâm'dan doksan, belki doksanbeþtir. Âlem-i Ýslâm þu ikinci cereyana karþý lâkayd veya muarýz kalmakla, hem istinadsýz hem bütün emeðini heder hem onun istilasýyla istihaleye maruz kalmaktan ise, âkýlane davranýp onu Ýslâmî bir tarza çevirip kendine hâdim kýlmaktýr. Zira düþmanýn düþmaný, düþman kaldýkça dosttur. Nasýlki düþmanýn dostu, dost kaldýkça düþmandýr. Þu iki cereyan birbirine zýd, hedefleri zýd, menfaatleri zýd olduðundan; birincisi dese "Öl!", diðeri diyecek "Diril!" Birinin menfaatý, zarar - ihtilaf - tedenni - za'f - uyumamýzý istilzam ettiði gibi; ötekinin menfaatý dahi, kuvvetimizi ittihadýmýzý bizzarure iktiza eder.

 

Þark husumeti, Ýslâm inkiþafýný boðuyordu; zâil oldu ve olmalý. Garb husumeti, Ýslâm'ýn ittihadýna, uhuvvetin inkiþafýna en müessir sebebdir, bâki kalmalý.

 

Birden o meclisten tasdik emareleri tezahür etti. Dediler:

 

-Evet ümidvar olunuz, þu istikbal inkýlabý içinde en yüksek gür sada, Ýslâm'ýn sadasý olacaktýr!

 

Tekrar biri sordu:

 

- usibet cinayetin neticesi, mükâfatýn mukaddemesidir. Hangi fiilinizle kadere fetva verdirdiniz ki þu musibetle hükmetti? Musibet-i amme, ekseriyetin hatasýna terettüb eder. Hazýrda mükâfatýnýz nedir?

 

 

 

sh: » (T: 126)

 

Dedim:

 

- Mukaddemesi, üç mühim erkân-ý Ýslâmiyedeki ihmalimizdir: Salât, savm, zekat. Zira yirmidört saattan yalnýz bir saatý, beþ namaz için Hâlýk Teâlâ bizden istedi. Tenbellik ettik. Beþ sene yirmidört saat talim, meþakkat, tahrik ile bir nevi namaz kýldýrdý. Hem senede yalnýz bir ay oruç için nefsimizden istedi. Nefsimize acýdýk. Keffareten beþ sene oruç tutturdu. On'dan kýrktan yalnýz biri, ihsan ettiði maldan zekat istedi. Buhl ettik, zulmettik. O da bizden müterakim zekatý aldý. ( El-Cezâü Min Cins-il-Amel)...

 

Mükâfat-ý hazýramýz ise; fâsýk, günahkâr bir milletten hums olan dört milyonu velayet derecesine çýkardý; gazilik, þehadetlik verdi. Müþterek hatadan neþ'et eden müþterek musibet, mazi günahýný sildi.

 

Yine biri dedi:

 

- Bir âmir, hata ile felâkete atmýþ ise?

 

Dedim:

 

- Musibet-zede mükâfat ister. Ya âmir-i hatadarýn hasenatý verilecektir, o ise hiç hükmünde, veya hazine-i gayb verecektir. Hazine-i gaybda böyle iþlerdeki mükâfatý ise, derece-i þehadet ve gaziliktir.

 

Baktým meclis istihsan etti. Heyecanýmdan uyandým. Terli, el-pençe yatakta oturmuþ kendimi buldum. O gece böyle geçti.

 

* * *

 

Bediüzzaman, yanýnda baþka kitablar bulundurmuyordu.

 

-Neden baþka kitablara bakmýyorsun? denildiðinde, buyururlardý ki:

 

-Her þeyden zihnimi tecrid ile Kur'andan fehmediyorum.

 

Eserlerden nakletse de, bazý mühim gördüðü mesaili, taðyir etmeden alýrdý.

 

-Ne için aynen böyle tekrar ediyorsun? diye sorulduðunda:

 

-Hakikat usandýrmaz, libasý deðiþtirmek istemem, buyururdu.

 

Yukarýda bir nebze zikredilmiþti ki, Bediüzzaman, Hakaik-i

 

 

 

sh: » (T: 127)

 

Kur'aniyeye (Haþiye) ait oniki te'lifatýný tab'ettirmiþti. Bu eserlerden üç-dördü Türkçe olup, mütebâkisi Arabîdirler. Bu zamana kadar hiç bir kitabta emsali bulunmayan bir tarz-ý beyan ve ifade ile hakikatlarý isbat ediyorlar.

 

Dâr-ül Hikmet'te bulunduðu zamanlarda geçirdiði bir inkýlab-ý ruhîyi, bilâhare neþrettiði bir eserinde þöyle beyan ediyor:

 

«Eski Saidin gafil kafasýna müthiþ tokatlar indi, «El-Mevtü Hakkun» kaziyesini düþündü; kendini bakaklýk çamurunda gördü, medeb istedi, bir yol aradý, bir halâskâr taharri etti, gördü ki yollar muhtelif, tereddüdde kaldý. Gavs-ý Âzam olan Þeyh Geylânî'nin (R.A.) «Fütûh-ül-Gayb» nâmýndaki kitabiyle tefe'ül etti, tefe'ülde þu çýktý: اَنْتَ فِى دَارِ الحِكْمَةِ فَاطْلُبُ طَبِيبًا يُدَاوِى قَلْبَكَ

 

Acibdir ki, o vakit ben, Darül-Hikmetil-Ýslâmiye azasý idim. Güya ehl-i Ýslâmýn yaralarýný tedaviye çalýþan bir hekim idim; halbuki en ziyade hasta ben idim. Hasta evvelâ kendine bakmalý, sonra hastalara bakabilir.

 

Ýþte, Hazret-i Þeyh bana der ki: «Sen kendin hastasýn, kendi-

 

 

 

 

 

________________________

 

Hâþiye: Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin Ýstanbul'da ve bir kýsmýný bilâhare Ankara'da tab' ile neþrettiði o zamanki eserleri, kýrk sene sonra "Arabî Mesnevî-i Nuriye" ismiyle bir arada bir mecmua halinde neþredildi. Ýþte bu Mesnevî-i Nuriye'nin mukaddemesinde bu eserler hakkýnda diyor:

 

«Kýrk elli sene evvel eski Said, ziyade ulûm-u akliye ve felsefiyede hareket ettiði için harikatül-hakaika karþý ehl-i tairakt ve ehl-i hakikat gibi bir meslek aradý. Ekser ehl-i tarikat gibi, yalnýz kalben harekete kanaat edemedi. Çünki aklý, fikri hikmet-i felsefe ile bir derece yaralý idi; tedavi lâzýmdý. Sonra; hem kalben, hem aklen hakikata giden bazý büyük ehl-i hakikatýn arkasýnda gitmek istedi. Baktý; onlarýn herbirinin ayrý, cazibedar bir hassasý var. Hangisinin arkasýndan gideceðine tahayyürde kaldý. Ýmam-ý Rabbanî de, ona gaybî bir tarzda «Tevhid-i kýble et» demiþ. Yâni: «Yalnýz bir Üstadýn arkasýndan git.» O çok yaralý Eski Saidin kalbine geldi ki: Üstad-ý hakikî Kur'andýr, tevhid-i kýble bu üstadla olur, diye yalnýz o üstad-ý kudsînin irþadiyle hem kalbi, hem ruhu, gayet garip bir tarzda sülûka baþladýlar. Nefs-i emmaresi de, þükûk ve þübehatiyle onu manevî ve ilmî mücahedeye mecbur etti. Gözü kapalý olarak deðil, belki Ýmam-ý Gazali, Mevlâna Celâleddin ve Ýmam-ý Rabbanî gibi kalb, ruh ve akýl gözleri açýk olarak, ehl-i istiðrakýn akýl gözünü kapadýðý yerlerde, o makamlarda gözü açýk olarak gezmiþ. Cenab-ý Hakka hadsiz þükür olsun ki, Kur'anýn dersiyle, irþadiyle hakikata bir yol bulmuþ. Hattâ, وَفِى كُلِّ شَىْءٍ لَهُ اَيَةٌ تَدُلُّ عَلَى اَنَّهُ وَاحِدٌ hakikatýna mazhar olduðunu Yeni Saidin Risale-i Nuriyle göstermiþ. Mevlâna Celâleddin, Ýmam-ý Rabbanî ve Ýmam-ý Gazalî gibi akýl ve kalb ittifakiyle gittiði için, herþeyden evvel

 

 

 

 

 

sh:» (T: 128)

 

ne bir tabib ara!» Ben dedim: «Sen tabibim ol!» Tuttum, kendimi ona muhatab addederek o kitabý bana hitab ediyor gibi okudum. Fakat kitabý çok þiddetli idi, gururumu dehþetli kýrýyordu, nefsimde þiddetli ameliyat-ý cerrahiye yaptý; dayanamadým, yarýsýna kadar kendimi ona muhatap ederek okudum, bitirmeye tahammülüm kalmadý. O kitabý dolaba koydum. Fakat sonra ameliyat-ý þifâkâraneden gelen acýlar gitti, lezzet geldi. O birinci üstadýmýn kitabýný tamam okudum ve çok istifade ettim. Ve onun virdini ve münacaatýný dinledim, çok istifaza ettim. Sonra, Ýmam-ý Rabbaninin «Mektubat» kitabýný gördüm, elime aldým, halis bir tefe'ül ederek açdým. Acaibdendir ki, bütün Mektubatýnda yalnýz iki yerde «Bediüzzaman» lâfzý var. O iki mektub bana birden açýldý. Pederimin ismi Mirza olduðundan, o mektuplarýn baþýnda; «Mirza Bediazzamana mektup» diye yazýlý olarak gördüm. Fesübbanallah! dedim, bu bana hitap ediyor. O zaman, Eski Saidin bir lâkabý Bediüzzaman idi. Halbuki Hicretin üçyüz senesinde Bediüzzaman-ý Hemedânî'den baþka o lâkabla iþtihar etmiþ zatlarý bilmiyordum. Demek, imamýn zamanýnda dahi öyle bir adam vardý ki, ona, o iki mektubu yazmýþ. O zatýn hali benim halime benziyormuþ ki, o iki mektubu kendi derdime deva buldum. Yalnýz, Ýmam o mektublarýnda tavsiye ettiði gibi çok mektublarýnda musýrrane þunu tavsiye ediyor. «Tevhid-i kýble et» yani: «Birini üstad tut, arkasýndan git, baþkasiyle meþgul olma.» Þu en mühim tavsiyesi, benim istidadýma ve ahvâl-i ruhiyeme muvafýk gelmedi. Ne kadar düþündüm.. bunun arkasýndan mý, yoksa öte-

 

________________________________________

 

 

 

kalb ve ruhun yaralarýný tedavi ve nefsinin evhamdan kurtulmasýný te'mine çalýþýp Felillâhilhamd Eski Said, Yeni Saide inkýlâb etmiþ. Aslý Farisî, sonra Türkçe olan Mesnevi-i Þerif gibi, o da , Arabça bir nevi mesnevi hükmünde «Katre», «Hubab», «Habbe», «Zühre», «Zerre», «Þemme», «Þûle», «Lema'lar», «Reþhalar», «Lasiyyemalar» vesaire dersleri ve Türkçe de, «Nokta» ve «Lemeât» ý gayet kýsa bir surette yazmýþ, fýrsat buldukça da tabetmiþ. Yarým asra yakýn o mesleði Risale-i Nur suretinde, fakat dahilî nefs ve þeytanla mücadeleye bedel; hariçte, muhtaç mütehayyirlere ve dalâlete giden ehl-i felsefeye karþý Risale-i Nur, geniþ ve küllî mesnevîler hükmüne geçti.

 

...............................................................

 

 

 

O fidanlýk mesnevî, turuk-u hafiye gibi enfüsî ve dahili cihetinde çalýþmýþ, kalb ve ruh içinde yol açmaða muvaffak olmuþ. Bahçesi olan Risale-i Nur; hem enfüsî hem ekser cihetinde turuk-u cehriye gibi afakî ve hariç daireye bakýp, mârifetullaha geniþ ve her yerde yol açmýþ. Adeta, Musa Aleyhisselâmýn Asasý gibi nereye vurmuþ, su çýkarmýþ.

 

Hem; Risale-i Nur, hükema ve ulemanýn mesleðinde gitmeyip, Kur'ânýn bir i'caz-ý manevisiyle herþeyde bir pencere-i marifet açmýþ, bir senelik iþi bir saatte görür gibi, Kur'âna mahsus bir sýrrý anlamýþtýr ki, bu dehþetli zamanda hadsiz ehl-i inadýn hücumlarýna karþý maðlub olmayýp galebe etmiþ...»

 

 

 

sh:» (T: 129)

 

 

 

kinin mi arkasýndan gideyim? Tahayyürde kaldým. Herbirinde ayrý ayrý cazibedar hâsiyetler var; biriyle iktifa edemiyordum. O tahayyürde iken, Cenab-ý Hakkýn rahmetiyle kalbime geldi ki: Bu muhtelif turuklarýn baþý ve þu cedvellerin menbaý ve þu seyyarelerin güneþi, Kur'an-ý Hakîmdir, hakikî tevhid-i kýble bunda olur. Öyle ise en âlâ mürþid de ve en mukaddes üstad da odur, ona yapýþtým.(Hâþiye) ...........»

 

 

 

* * *

 

Harb-i Umumî'de maðlubiyetimizden dolayý fazla müteessir olduðunuzu görüyoruz diyenlere cevaben:

 

- Ben kendi elemlerime tahammül ettim; fakat ehl-i Ýslâmýn eleminden gelen teellümat beni ezdi. Âlem-i Ýslâma indirilen darbelerin, en evvel kalbime indiðini hissediyorum. Onun için bu kadar ezildim. Fakat bir ýþýk görüyorum ki, o elemlerimi unutturacak inþâallah diyerek tebessüm eylerdi.

 

Ýstanbul'da en büyük ve en ehemmiyetli ve tesirli hizmet-i vataniye ve milliyesinden birisi de "Hutuvat-ý Sitte" adlý eseriyle gaddar zalimlerin yüzlerine tükürüp, izzet-i diniyeyi ve þeref-i Ýslâmiyeyi muhafaza etmesidir. Ýstanbul'un yabancýlar tarafýndan iþgali sýralarýnda, Ýngiliz Anglikan Kilisesi'nin Meþihat-ý Ýslâmiye'den sorduðu altý sualine, altý tükürük manasýnda verdiði makul ve sert cevablarý, onun derece-i cesaret ve kemalât ve þecaatýný fiilen göstermektedir. "Hutuvat-ý Sitte"yi neþrettiði zaman, Çanakkale'de muharebe oluyordu. Ýstanbul'un iþgalini müteakib Ýngiliz Baþkumandaný'na bu eser gösterilir ve Bediüzzaman'ýn bütün kuvvetiyle aleyhte bulunduðu kendisine ihbar edilir. O cebbar kumandan, idam kararýyla vücudunu ortadan kaldýrmak istedi ise de; fakat kendisine, Bediüzzaman idam edilirse bütün Þarkî Anadolu Ýngiliz'e ebediyen adavet edeceði ve aþiretler her ne pahasýna olursa olsun isyan edecekleri söylenmesi üzerine bir þey yapamaz.

 

 

 

sh: » (T: 130)

 

Ýstanbul'da Ýngilizler desiseleriyle Þeyhülislâmý ve diðer bazý ülemayý lehlerine çevirmeðe çalýþmalarýna mukabil, Bediüzzaman "Hutuvat-ý Sitte" adlý eseri ve Ýstanbul'daki faaliyeti ile; Ýngiliz'in âlem-i Ýslâm ve Türkler aleyhindeki müstemlekecilik siyasetini ve entrikalarýný, tarihî düþmanlýðýný etrafa neþrederek Anadolu'daki Millî Kurtuluþ Hareketini desteklemiþ, bu hususta en büyük âmillerden birisi olmuþtu.

 

Bu hizmetine dair kendi ifadesinden bir parça:

 

Bir zaman Ýngiliz Devleti, Ýstanbul Boðazý'nýn toplarýný tahrib ve Ýstanbul'u istilâ ettiði hengâmda; o devletin en büyük daire-i diniyesi olan Anglikan Kilisesi'nin baþpapazý tarafýndan Meþihat-ý Ýslâmiye'den dinî altý sual soruldu. Ben de o zaman Dâr-ül Hikmet-il Ýslâmiye'nin azasý idim. Bana dediler: "Bir cevab ver. Onlar altý suallerine, altý yüz kelime ile cevab istiyorlar." Ben dedim: "Altýyüz kelime ile deðil, altý kelime ile de deðil, hattâ bir kelime ile deðil; belki bir tükürük ile cevab veriyorum! Çünki o devlet, iþte görüyorsunuz ayaðýný boðazýmýza bastýðý dakikada, onun papazý maðrurane üstümüzde sual sormasýna karþý, yüzüne tükürmek lâzým geliyor. Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!.." demiþtim.

 

* * *

 

Ýstanbul'daki çok ehemmiyetli ve muvaffakýyetli hizmetinden, Türk Milletine pek ziyade menfaatler husule geldiðini müþahede eden Ankara Hükûmeti; Bediüzzaman'ýn kýymet ve ehemmiyetini takdir ederek Ankara'ya davet ederler. M. Kemal Paþa þifre ile davet etmiþ ise de, cevaben:

 

-Ben tehlikeli yerde mücahede etmek istiyorum. Siper arkasýnda mücahede etmek hoþuma gitmiyor. Anadolu'dan ziyade, burayý daha tehlikeli görüyorum, demiþtir.

 

Üç defa þifre ile davet ediliyor. Eski Van Valisi, dostu meb'us Tahsin Bey vasýtasýyla davet edildiði için, nihayet karar verir ve Ankara'ya gelir. Ankara'da alkýþlarla karþýlanýr. Fakat ümid ettiði muhiti bulamaz. Kendisi Hacý Bayram civarýnda ikamet eder. Meclis-i Meb'usan'da dine karþý gördüðü lâkaydlýk ve garblýlaþmak bahanesi altýnda, Türk Milleti'nin kudsî mefahir-i tarihiyesi olan þeair-i Ýslâmiyeden bir soðukluk gördüðü için, meb'uslarýn ibadete, bilhassa namaza müdavim olmalarýnýn lüzum ve ehem-

 

 

 

sh: » (T: 131)

 

miyetine dair bir beyanname neþreder ve meb'uslara daðýtýr. Kâzým Karabekir Paþa da M. Kemal'e okur. O beyanname þudur:

 

يَا اَيُّهَا الْمَبْعُوثُونَ اِنَّكُمْ لَمَبْعُوثُونَ لِيَوْمٍ عَظِيمٍ

 

"Ey mücahidîn-i Ýslâm ve ey ehl-i hall ve akd!.."

 

Bu fakirin, bir mes'elede on sözünü, birkaç nasihatýný dinlemenizi rica ediyorum.

 

1- Þu muzafferiyetteki hârikulâde nimet-i Ýlahiye bir þükür ister ki devam etsin, ziyade olsun. Yoksa nimet böyle þükür görmezse, gider. Madem ki Kur'aný, Allah'ýn tevfikiyle düþmanýn hücumundan kurtardýnýz. Kur'anýn en sarih ve en kat'î emri olan "salât" gibi feraizi imtisal etmeniz lâzýmdýr. Ta onun feyzi, böyle hârika suretinde üstünüzde tevali ve devam etsin.

 

2- Âlem-i Ýslâm'ý mesrur ettiniz, muhabbet ve teveccühünü kazandýnýz. Lâkin o teveccüh ve muhabbetin idamesi, þeair-i Ýslâmiyeyi iltizam ile olur. Zira müslümanlar, Ýslâmiyet hasebiyle sizi severler.

 

3- Bu âlemde, evliyaullah hükmünde olan gazi ve þühedalara kumandanlýk ettiniz! Kur'anýn evamir-i kat'îsine imtisal etmekle, öteki âlemde de o nuranî güruha refik olmaya çalýþmak, âlî himmetlerin þe'nidir. Yoksa burada kumandan iken, orada bir neferden istimdad-ý nur etmeðe muztar kalacaksýnýz. Bu dünya-yý deniyye, þan ve þerefiyle öyle bir meta' deðil ki, aklý baþýndaki insanlarý iþba' etsin, tatmin etsin ve maksud-u bizzât olsun.

 

4- Bu millet-i Ýslâm'ýn cemaatleri, her ne kadar bir cemaat namazsýz kalsa, hattâ fâsýk da olsa, yine baþlarýndakini mütedeyyin görmek ister. Hattâ umum þarkta, umum memurlara dair en evvel sorduklarý sual bu imiþ:

 

- Acaba namaz kýlýyorlar mý? derler, namaz kýlarsa mutlak emniyet ederler; kýlmazsa, ne kadar muktedir olsa nazarlarýnda müttehemdir.

 

Bir zaman Beytüþþebab aþairinde isyan vardý. Ben gittim sordum:

 

-Sebeb nedir?

 

Dediler ki:

 

sh: » (T: 132)

 

-Kaymakamýmýz namaz kýlmýyordu; öyle dinsizlere nasýl itaat edeceðiz? Halbuki bu sözü söyliyenler de namazsýz, hem de eþkiya idiler.

 

5- Enbiyanýn ekseri Þarkta ve hükemanýn aðlebi Garbda gelmesi kader-i ezelînin bir remzidir ki, þarký ayaða kaldýracak din ve kalbdir; akýl ve felsefe deðildir. Madem þarký intibaha getirdiniz, fýtratýna muvafýk bir cereyan veriniz. Yoksa sa'yiniz ya hebaen-mensurâ gider veya sathî kalýr.

 

6- Hasmýnýz ve Ýslâmiyet düþmaný Ýngiliz, dindeki kayýdsýzlýðýnýzdan pek fazla istifade ettiler ve ediyorlar. Hattâ diyebilirim ki; Yunan kadar Ýslâm'a zarar veren, dinde ihmalinizden istifade eden insanlardýr. Maslahat-ý Ýslâmiye ve selâmet-i millet namýna bu ihmali, a'male tebdil etmeniz gerektir. Görülüyor ki; Ýttihadçýlarýn o kadar azm ve sebat ve fedakârlýklarýyla; hattâ Ýslâm'ýn þu intibahýna da sebeb olduklarý halde, bir kýsmý dinde lâübalilik tavrýný gösterdikleri için, dâhildeki milletten nefret ve tezyif gördüler. Hariçteki Ýslâmlar, dindeki ihmallerini görmedikleri için, onlara takdir ve hürmet verdiler ve veriyorlar.

 

7- Âlem-i küfür bütün vesaitiyle ve medeniyetiyle, felsefesiyle, fünunuyla, misyonerleriyle âlem-i Ýslâm'a hücum ve maddeten uzun zamandan beri galebe ettikleri halde âlem-i Ýslâm'a dinen galebe edemedi. Ve dâhilî bütün fýrak-ý dâlle-i Ýslâmiye, birer kemmiye-i kalile-i muzýrra suretinde mahkûm kaldýðý ve Ýslâmiyet metanetini ve salabetini sünnet ve cemaatle muhafaza eylediði bir zamanda, lâübaliyane, Avrupa medeniyet-i habisesinden süzülen bir cereyan-ý bid'akârane sinesinde yer tutamaz. Demek âlem-i Ýslâm içinde mühim ve inkýlabvâri bir iþ görmek; Ýslâmiyet'in desatirine inkýyad ile olabilir, baþka olamaz. Hem olmamýþ, olmuþ ise çabuk ölüp sönmüþ.

 

8- Za'f-ý dine sebeb olan Avrupa medeniyet-i sefihanesi yýrtýlmaya yüz tuttuðu bir zamanda ve medeniyet-i Kur'an'ýn zaman-ý zuhuru geldiði bir anda, lâkaydane ve ihmalkârane müsbet bir iþ görülmez. Menfîce tahribkârane iþ ise, bu kadar rahnelere maruz kalan Ýslâm, zâten muhtaç deðildir.

 

9- Sizin muzafferiyetinizi ve hizmetinizi takdir eden ve sizi seven, cumhur-u mü'minîndir ve bilhassa tabaka-i avamdýr ki, saðlam müslümanlardýr. Sizi ciddî sever ve tutar ve size minnetdardýr ve fedakârlýðýnýzý takdir ederler ve intibaha gelmiþ en

 

 

 

sh: » (T: 133)

 

cesîm ve müdhiþ bir kuvveti size takdim ederler. Sizi dahi, evamir-i Kur'aniyeyi imtisâl ile onlara ittisal ve istinad etmeniz, maslahat-ý Ýslâm namýna zarurîdir. Yoksa Ýslâmiyet'ten tecerrüd eden bedbaht, milliyetsiz, Avrupa meftunu, firenk mukallidlerini avam-ý müslimîne tercih etmek, maslahat-ý Ýslâm'a münafî olduðundan; âlem-i Ýslâm nazarýný baþka tarafa çevirecek ve baþkasýndan istimdad edecektir.

 

10- Bir yolda dokuz ihtimal-i helâket, tek bir ihtimal-i necat varsa; hayatýndan vazgeçmiþ mecnun bir cesur lâzým ki, o yola sülûk etsin. Þimdi, yirmidört saatten bir saati iþgal eden namaz gibi zaruriyat-ý diniyenin imtisalinde yüzde doksan dokuz ihtimal-i necat var; yalnýz gaflet, tenbellik haysiyetiyle, bir ihtimal zarar-ý dünyevî olabilir. Halbuki feraizin terkinde, doksan dokuz ihtimal-i zarar var. Yalnýz gaflete, dalalete istinad eden tek bir ihtimal-i necat olabilir.

 

Acaba, dine ve dünyaya zarar olan ihmal ve feraizin terkine ne bahane bulunabilir? Hamiyet nasýl müsaade eder? Bahusus bu mücahidîn kumandanlar ve büyük meclis taklid edilir. Kusurlarýný, millet ya taklid veya tenkid edecek. Ýkisi de zarardýr. Demek onlarda hukukullah, hukuk-u ibadý da tazammun ediyor. Sýrr-ý tevatür ve icmaý tazammun eden hadsiz ihbaratý ve delaili dinlemeyen ve safsata-i nefis ve vesvese-i þeytandan gelen bir vehmi kabul eden adamlarla, hakikî ve ciddî iþ görülmez. Þu inkýlab-ý azîmin temel taþlarý saðlam gerek...

 

Þu meclisin þahsiyet-i maneviyesi, sahib olduðu kuvvet cihetiyle, mana-yý saltanatý deruhde etmiþtir. Eðer þeair-i Ýslâmiyeyi bizzât imtisal etmek ve ettirmekle mana-yý hilafeti dahi vekaleten deruhde etmezse; hayat için dört þeye muhtaç, fakat an'ane-i müstemirre ile günde lâakall beþ defa dine muhtaç olan þu fýtratý bozulmayan ve lehviyat-ý medeniye ile ihtiyacat-ý ruhiyesini unutmayan milletin hacat-ý diniyesini Meclis tatmin etmezse; bilmecburiye mana-yý hilafeti tamamen kabul ettiðiniz isme ve resme ve lafza verecek ve o manayý idame etmek için kuvveti dahi verecek. Halbuki Meclis elinde bulunmayan ve Meclis tarîkiyle olmayan öyle bir kuvvet, inþikak-ý asâya sebebiyet verecektir. Ýnþikak-ý asâ ise, وَ اعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّهِ جَمِيعًا Âyetine zýddýr.

 

 

 

sh: » (T: 134)

 

Zaman, cemaat zamanýdýr. Cemaatýn ruhu olan þahs-ý manevî daha metindir ve tenfiz-i ahkâm-ý þer'iyeye daha ziyade muktedirler. Halife-i þahsî, ancak ona istinad ile vezaifini deruhde edebilir. Cemaatýn ruhu olan þahs-ý manevî eðer müstakim olsa, ziyade parlak ve kâmil olur. Eðer fena olsa, pek çok fena olur. Ferdin iyiliði de, fenalýðý da mahduddur. Cemaatýn gayr-ý mahduddur. Harice karþý kazandýðýnýz iyiliði, dâhildeki fenalýkla bozmayýnýz. Bilirsiniz ki; ebedî düþmanlarýnýz ve zýdlarýnýz ve hasýmlarýnýz, Ýslâm'ýn þeairini tahrib ediyorlar. Öyle ise zarurî vazifeniz, þeairi ihya ve muhafaza etmektir. Yoksa þuursuz olarak, þuurlu düþmana yardýmdýr. Þeairde tehavün, za'f-ý milliyeti gösterir. Za'f ise, düþmaný tevkif etmez, teþci' eder.

 

حَسْبُنَا اللّهُ وَ نِعْمَ الْوَكِيلُ

 

* * *

 

Bu meb'usana hitab, namaz kýlanlara altmýþ meb'us daha ilâve eder. Namazgâh olan küçücük odayý, büyük bir odaya tebdil ettirir.

 

Bu parça meb'uslara ve umum kumandanlara ve ülemalara okutturulmakla, reisle þiddetli bir münakaþaya sebebiyet verir. Bir gün divan-ý riyasette, elli-altmýþ meb'us içinde, karþýlýklý fikir teatisinde, M. Kemal Paþa:

 

-Sizin gibi kahraman bir hoca bize lâzýmdýr; sizi, yüksek fikirlerinizden istifade etmek için buraya çaðýrdýk. Geldiniz, en evvel namaza dair þeyleri yazdýnýz, aramýza ihtilaf verdiniz, der. Bu söz üzerine Bediüzzaman, birkaç makul cevabý verdikten sonra, þiddetle ve hiddetle iki parmaðýný ileri uzatarak:

 

-Paþa.. paþa! Ýslâmiyet'te imandan sonra en yüksek hakikat namazdýr. Namaz kýlmayan haindir, hainin hükmü merduddur, der. Fakat Paþa tarziye verir, iliþemez.

 

Bediüzzaman Ankara'da bulunduðu müddetçe, en birinci maksadý olan, Þark Dârülfünununun tesisi için uðraþmaktan kat'iyen geri durmadý. Bir gün meb'uslar heyetine der:

 

sh: » (T: 135)

 

- Bütün hayatýmda bu dârülfünunu takib ediyorum. Sultan Reþad ve Ýttihadcýlar, yirmi bin altýn lira verdiler. Siz de o kadar ilâve ediniz...

 

O zaman, yüz elli bin banknot vermeye karar verdiler. Bunun üzerine, "Bunu meb'uslar imza etmelidirler" der. Bazý meb'uslar diyorlar ki:

 

-Yalnýz sen medrese usûlüyle, sýrf Ýslâmiyet noktasýnda gidiyorsun; halbuki þimdi garblýlara benzemek lâzým.

 

Bediüzzaman:

 

-O Vilâyât-ý Þarkiye, Âlem-i Ýslâmýn bir nevi merkezi hükmündedir; fünun-u cedide yanýnda, ulûm-u diniye de lâzým ve elzemdir. Çünki ekser enbiyanýn þarkta, ekser hükemanýn garbda gelmesi gösteriyor ki; þarkýn terakkiyatý dinle kaimdir. Baþka vilayetlerde sýrf fünun-u cedide okuttursanýz da, þarkta her halde millet, vatan maslahatý namýna, ulûm-u diniye esas olmalýdýr. Yoksa Türk olmayan müslümanlar, Türk'e hakikî kardeþliðini hissedemeyecek. Þimdi bu kadar düþmanlara karþý, teavün ve tesanüde muhtacýz. Hattâ bu hususta size bir hakikatlý misal vereyim:

 

Eskiden, Türk olmayan bir talebem vardý. Eski medresemde, hamiyetli ve gayet zeki o talebem, ulûm-u diniyeden aldýðý hamiyet dersi ile her vakit derdi: "Sâlih bir Türk, elbette fâsýk kardeþimden ve babamdan bana daha ziyade kardeþtir ve akrabadýr." Sonra ayný talebe, talihsizliðinden, sýrf maddî fünun-u cedide okumuþ. Sonra ben -dört sene sonra- esaretten gelince onunla konuþtum. Hamiyet-i milliye bahsi oldu. O dedi ki: Ben þimdi, Râfizî bir Kürd'ü, sâlih bir Türk hocasýna tercih ederim.

 

Ben de:

 

Eyvah! dedim, ne kadar bozulmuþsun? Bir hafta çalýþtým, onu kurtardým; eski hakikatlý hamiyete çevirdim.

 

Ýþte ey meb'uslar!... O talebenin evvelki hali, Türk Milletine ne kadar lüzumu var. Ýkinci hali, ne kadar vatan menfaatine uygun olmadýðýný fikrinize havale ediyorum. Demek -farz-ý muhal olarak- siz baþka yerde dünyayý dine tercih edip, siyasetçe dine ehemmiyet vermeseniz de; her halde þark vilayetlerinde din tedrisatýna azamî ehemmiyet vermeniz lâzým.

 

 

 

sh: » (T: 136)

 

Bu hakikatlý maruzat üzerine, muhalifler dýþarý çýkýp, 163 meb'us o kararý imza ederler.

 

* * *

 

Bediüzzaman küçük yaþýnda iken tasavvur ettiði ve hayatýný o yolda feda etmeye azmettiði ve hayatýnýn bir gayesi ve neticesi olarak kabul ettiði "Âlem-i Ýslâm'da büyük bir intibah ve inkiþaf" emeliyle Ankara'ya gelmiþti. Daha meþrutiyetin ilânýndan evvel, Ýstanbul'a gelmeden Þarkî Anadolu'da yüzlerce ehl-i ilim ve erbab-ý fazilet kimselerle mübahaseleri; ve Ýstanbul'da birdenbire meydana çýkarak, ülemayý hayrete sevketmesi; ve ehl-i siyaseti telaþa düþürmesi; ruhunda büyük bir Ýslâmî inkýlabýn müessisi halinin mevcud olduðunu gösteriyordu. Ve kendisi; daha eskiden ruhunda bu vazifenin mes'uliyetini, hem þevk ve sürurunu hissetmiþti.

 

Hürriyetin ilânýný müteakib; gazetelerde meþrutiyeti þeriata hâdim yapmakla, Anadolu ve âlem-i Ýslâm kýt'asýnda büyük bir saadetin zuhuruna vesile olunacak ümidiyle neþrettiði makaleler ve muhtelif içtimalardaki nutuklarý, hep bu mezkûr niyet ve tasavvurunun neticesi idi. "El-Hutbet-üþ Þamiye", "Sünuhat" ve "Lemaat" gibi bazý eserlerinde de görüldüðü gibi, "Þu istikbal zulümatý ve inkýlablarý içerisinde en gür ve en muhteþem sada, Kur'anýn sadasý olacaktýr!" diye beyanatý vardý.

 

Abbasileri müteakiben, âlem-i Ýslâm içinde Ýslâmî idareyi ele alan Türklerin bin senelik muazzam idaresinden ve hilafet sürmelerinden sonra, bütün dünyayý dehþete veren bir harb-i umumî meydana gelmiþ, Osmanlý Devleti inkýraz bulmuþ; Ýslâm'ýn ebedî düþmanlarý, merkez-i hükûmeti istila ederek, müslümanlýðýn mahvolduðu kanaatýna varmýþlardý! Ýþte Bediüzzaman, Ýlahî kudretin tecellisiyle ve ihsanýyla, böyle en elzem bir vakitte, dine revaç verebilecek bir teþekkülün zuhuru dolayýsýyla ve kendisi de beraber çalýþmak ümidiyle Ankara'ya gelmiþti. Avn-i Ýlahî ve mu'cize-i Peygamberî ile düþman taarruzlarýný def'eden ve milletin idaresinin baþýna geçen yeni Hükûmet-i Cumhuriyede, doðrudan doðruya Kur'an'a istinad eden ve Âlem-i Ýslâm'ýn vahdetini nokta-i istinad yapacak ve Ýslâmiyet'in hakikatýnda mevcud kuvve-i ulviye ile maddî ve manevî medeniyeti meydana getirecek bir niyet ve gayeyi bulundurmak ve aþýlamak üzere mecliste çalýþýyordu. Fakat pek kuvvetli maniler karþýsýna çýktý.

 

 

 

sh: » (T: 137)

 

Âlem-i Ýslâm'ý alâkadar eden ve bin üçyüz yýllýk ümmetin, dehþetli tehlikesinden istiaze ettiði (Allah'a sýðýndýðý) bir zamaný ve fitneyi ateþlendireceklerin kimler olduðunu anlamýþ bulunuyordu. Bir gün riyaset odasýnda, M. Kemal Paþa ile iki saat kadar konuþtular. Ýslâm ve Türk düþmanlarýnýn arasýnda nam kazanmak emeliyle, þeair-i Ýslâmiyeyi tahrib etmenin, bu millet ve vatan ve Âlem-i Ýslâm hakkýnda büyük zarar tevlid edeceðini; eðer bir inkýlab yapmak îcab ediyorsa, doðrudan doðruya Ýslâmiyet'e müteveccihen Kur'an'ýn kudsî kanun-u esasîsi noktasýndan yapmak lâzým geldiði mealinde ihtarlarda bulunur ve þu temsili ders verir. (Mektubat Sahife: 426).

 

 

 

«Meselâ: Ayasofya Camii, ehl-i fazl ve kemalden mübarek ve muhterem zatlarla dolu olduðu bir zamanda, tek-tük sofada ve kapýda haylaz çocuklar ve serseri ahlâksýzlar bulunup, camiin pencerelerinin üstünde ve yakýnýnda, ecnebilerin eðlenceperest seyircileri bulunsa; bir adam o camiye girip ve o cemaat içine dahil olsa eðer güzel bir sadâ ile þirin bir tarzda Kur'andan bir aþir okusa; o vakit binler ehl-i hakikatýn nazarlarý ona döner. Hüsn-ü teveccühle, manevî bir dua ile, o adama bir sevab kazandýrýrlar. Yalnýz, haylaz çocuklarýn ve serseri mülhidlerin ve tek-tük ecnebilerin hoþuna gitmeyecek. Eðer o mübarek camiye ve o muazzam cemaat içine o adam girdiði vakit; süflî, edebsizce fuhþa ait þarkýlarý baðýrýp çaðýrsa, raksedip zýplasa, o vakit haylaz çocuklarý güldürecek, o serseri ahlâksýzlarý fuhþiyata teþvik ettiði için hoþlarýna gidecek; ve Ýslâmiyetin kusurunu görmekle mütelezziz olan ecnebilerin, istihzakârane tebessümlerini celbedecek. Fakat, umum o muazzam ve mübarek cemaatin bütün efradýndan bir nazar-ý nefret ve tahkir celbedecektir. Esfel-i safiline sukut derecesinde, nazarlarýnda alçak görünecektir.

 

 

 

Ýþte aynen bu misâl gibi, Âlem-i Ýslâm ve Asya, muazzam bir camidir. Ve içinde ehl-i iman ve ehl-i hakikat, o camideki muhterem cemaattir. O haylaz çocuklar ise, çocuk akýllý dalkavuklardýr. O serseri ahlâksýzlar; firenk-meþreb, milliyetsiz, dinsiz heriflerdir. Ecnebi seyirciler ise, ecnebilerin naþir-i efkârý olan gazetecilerdir. Her bir müslüman - hususan ehl-i fazl ve kemal ise- bu camide, derecesine göre bir mevkii olur, görünür, nazar-ý dikkat ona çevrilir. Eðer Ýslâmiyetin bir sýrr-ý esasý olan ihlâs ve Rýza-yý Ýlâhî cihetinde, Kur'an-ý Hakîmin ders verdiði ahkâm ve

 

 

 

sh:» (T: 138)

 

hakaik-ý kudsiyeye dair harekât ve a'mâl ondan sudur etse, lisan-ý hali, manen Âyat-ý Kur'aniyeyi okusa; o vakit manen- Âlem-i Ýslâmýn herbir ferdinin vird-i zebaný olan

 

اَللَّهُ اغْفِرْلِلْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ

 

 

 

duasýnda dahil olup hissedar olur; ve umumu ile uhuvvetkârane alâkadar olur. Yalnýz, hayvanat-ý muzýrra nevinden bazý ehl-i dalâletin ve sakallý çocuklar hükmündeki bazý ahmaklarýn nazarlarýnda kýymeti görünmez. Eðer o adam, medar-ý þeref tanýdýðý bütün ecdadýný ve medar-ý iftihar bildiði bütün geçmiþlerini ve ruhen nokta-i istinad telâkki ettiði Selef-i Salihin cadde-i nuranîlerini terkedip; heveskârane, hevaperestane, riyakârane, þöhretperverane, bid'akârane iþlerde ve harekâtda bulunsa; manen, bütün ehl-i hakikat ve ehl-i imanýn nazarýnda en alçak mevkie düþer.

 

اِتَّقُوا فِرَاسَةَ الْمُؤْمِنِ فَاِنَّهُ يَنْظُرُ بِنُورِ اللَهِ

 

 

 

Sýrrýna göre ehl-i iman ne kadar âmi ve cahil de olsa, aklý derketmediði halde, kalbi öyle hodfüruþ adamlarý soðuk görür; manen nefret eder.

 

 

 

Ýþte, hubb-u caha meftun ve þöhretperestliðe mübtelâ adam, (ikinci adam) hadsiz bir cemaatin nazarýnda esfel-i safiline düþer; ehemmiyetsiz ve müstehzi ve hezeyancý bazý serserilerin nazarýnda muvakkat ve menhus bir mevki kazanýr;

 

 

 

اَْلاَخِلاَّءُ يَوْمَئِذٍ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّ اِلاَّ الْمُتَّقِينَ sýrrýna göre; dünyada zarar, berzahda azab, Âhirette düþman bazý yalancý dostlarý bulur.

 

 

 

Birinci suretteki adam; faraza, hubb-u cahý kalbinden çýkarmazsa, fakat ihlâs ve rýza-yý Ýlâhiyi esas tutmak ve hubb-u cahý hedef ittihaz etmemek þartiyle bir nevi meþru makam-ý manevî, hem muhteþem bir makam kazanýr ki; o hubb-u cah damarýný tamamiyle tatmin eder. Bu adam, az hem pek az ve ehemmiyetsiz bir þey kaybeder; ona mukabil, çok, hem pek çok kýymetdar, zararsýz þeyleri bulur. Belki birkaç yýlaný kendinden kaçýrýr. Ona bedel, çok mübarek mahlûklarý arkadaþ bulur; onlarla ünsiyet eder. Veya ýsýrýcý yabanî eþek arýlarýný kaçýrýp, mübarek rahmet þerbetçi-

 

 

 

sh:» (T: 139)

 

leri olan arýlarý kendine celbeder. Onlarýn ellerinden bal yer gibi öyle dostlar bulur ki; daima dualariyle âb-ý kevser gibi feyizler, Âlem-i Ýslâmýn etrafýndan onun ruhuna içirilir ve defter-i a'mâline geçirilir.»

 

M. Kemal Paþa itiraz ile, içindeki niyet ve halet-i ruhiyesini ifade ile, Bediüzzaman'ý kendine çekmek ve nüfuzundan istifade etmek ister. Ve Bediüzzaman'a meb'usluk, hem Dâr-ül Hikmet'teki eski vazifesini, hem þarkta Þeyh Sünusî'nin yerine vaiz-i umumî, hem bir köþk tahsisi gibi teklifler yapar.

 

Bediüzzaman, rivayetlerde gelen eþhas-ý âhirzamana ait haberlerin mühim bir kýsmýný ve hürriyetten evvel Ýstanbul'da tevilini söylediði hadîslerin ihbar ettiði âhirzamanýn dehþetli þahýslarýnýn Âlem-i Ýslâm ve insaniyette zuhur ettiðini görür. Ve yine gelen rivayetlerden, onlara karþý çýkacak ve mukabele edecek olan Hizb-ül Kur'an hakkýnda, "O zamana yetiþtiðiniz zaman, siyaset canibiyle onlara galebe edilmez; ancak manevî kýlýnç hükmünde i'caz-ý Kur'an'ýn nurlarýyla mukabele edilebilir." tavsiyesine müraatla, Ankara'da teþrik-i mesaî edemeyeceði için, kendisine tevdi' edilmek istenen meb'usluk, Dâr-ül Hikmet-il Ýslâmiye gibi Diyanet'teki azalýðý, hem vilayat-ý þarkýye vaiz-i umumîliði tekliflerini kabul etmez. Kendisini fikrinden vazgeçirmek için çalýþan ve Ankara'dan ayrýlmamasýný rica için istasyona kadar gelen bir kýsým meb'uslarýn da arzularýna uyamayacaðýný bildirerek Ankara'dan ayrýlýr, Van'a gider. Ve orada hayat-ý içtimaiyeden uzaklaþarak Erek Daðý eteðinde, Zernebad Suyu baþýnda bir maðaracýkta idame-i hayat etmeye baþlar...

 

* * *

 

Ankara'daki Hayatýna Dair Risale-i Nur'dan bir parça

 

(Yirmi Üçüncü Lem'a «Tabiat Risalesi» nden)

 

 

 

... Bin üçyüz otuz sekizde Ankara'ya gittim. Ýslâm ordusunun Yunana galebesinden neþ'e alan ehl-i imanýn kuvvetli efkârý içinde, gayet müthiþ bir zýndýka fikri içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessasane çalýþtýðýný gördüm. Eyvah! Dedim,

 

 

 

 

 

sh:» (T: 140)

 

bu ejderha imanýn erkânýna iliþecek. O vakit, þu Âyet-i Kerîmenin bedahet derecesinde Vücud ve Vahdaniyeti ifham ettiði cihetle ondan istimdad edip, o zýndýkanýn baþýný daðýtacak derecede Kur'ân-ý Hakîmden alýnan kuvvetli bir bürhaný, Arabî bir Risalede yazdým. Ankar'da Yeni Gün Matbaasýnda tabettirmiþtim. Fakat maatteessüf, Arabî bilen az ve ehemmiyetle bakanlar da nadir olmakla beraber, gayet muhtasar ve mücmel bir surette o kuvvetli bürhan te'sirini göstermedi. Maatteessüf, o dinsizlik fikri hem inkiþaf etti, hem kuvvet buldu. ......»

 

 

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

Gast
Dieses Thema wurde nun für weitere Antworten gesperrt.
×
×
  • Neu erstellen...