Zum Inhalt springen
Qries Qries Qries Qries Qries Qries

15. Þua


EMRE

Empfohlene Beiträge

Onbeþinci Þua

 

Elhüccetüzzehra

 

 

 

ÝKÝ MAKAMDIR

 

[bu ders zâhiren küçük, hakikaten pek büyük ve çok kuvvetli ve çok geniþ bir risaledir. Hem benim tefekkürî hayatýmýn, hem Nur'un tahkikî hayat-ý maneviyesinin ilmelyakîn, aynelyakîn ittihadýndan çýkan bir meyve-i îmaniye ve firdevsî bir semere-i Kur'aniyedir.]

 

Said Nursî

 

BÝRÝNCÝ MAKAM ÜÇ KISIMDIR

 

[Yirminci Mektub'un hülâsat-ül hülâsasý, Üçüncü Medrese-i Yusufiye'de verilen dersin Birinci Kýsmý'dýr.]

 

بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

 

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

 

Afyon hapsinde onbir ay tecrid-i mutlakta bulunduðuma dair Mahkeme-i Temyiz'e yazdýðým istida bahanesiyle otuzbeþ sene inzivada, hususan gecelerde dünyayý unutmakta bulunan ve garazkârane tarassudlarla yirmiüç sene sýkýntý çekmesinden insanlardan tevahhuþ edip yalnýz tek baþýna kalarak, hizmetçisinden ve Nur dersini iþtiyakla arzulayandan baþka kimse ile bir saat beraber bir yerde bulunmasýndan çok sýkýlan benim gibi bir bîçareyi, beþinci koðuþa cebren nakil ve kardeþlerimin yanýma gelmelerini yasak ettiler. O kalabalýk içinde yaþayamayacaðým diye çok telaþ eder-

 

sh: » (Þ: 473)

 

ken, birden bir alâmet-i hiddet ve gazab olarak soðuk o derece þiddetlendi ki; eðer o eski yerimde kalsa idim, hiç dayanamayacaktým. O zahmet, benim hakkýmda rahmete döndü.

 

Kalbe geldi ki: "Gerçi Nur þakirdleri, her koðuþta hem kendileri hesabýna, hem senin bedeline tam Nur dersleri ile çalýþýyorlar. Fakat bu beþinci koðuþ, bir nevi tecridhane olmasýndan tazeleniyor, deðiþiyor; Nur dersine daha ziyade muhtaçtýr. Hem Rus'un dehþetli bir inkâr ile ve Allah'ý tanýmamak ile hücumunu yazan gazetelerin yazýlarýný okuyan gençler ve ihtiyarlar, elbette îman-ý billahtaki mevcudiyet ve vahdaniyet-i Ýlahiyeye dair gayet kat'î ve kuvvetli derslere pek ziyade ihtiyaçlarý var." diye tesbihatta kalbe geldi. Ben de sabah namazýndan sonra eskiden beri on defa okuduðum ve koca Yirminci Mektub risalesi onbir kelimesinde hem onbir bürhan-ý vücub-u vücud ve vahdet-i Rabbaniye, hem onbir müjde gayet parlak, güneþ gibi tafsilatla gösteren ve bir rivayette ism-i azam taþýyan bu tehlil ve tevhid-i muazzam:

 

لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ وَحْدَهُ لاَ شَرِيكَ لَهُ لَهُ الْمُلْكُ وَ لَهُ الْحَمْدُ يُحْيِى وَ يُمِيتُ وَ هُوَ حَىٌّ لاَ يَمُوتُ بِيَدِهِ الْخَيْرُ وَ هُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ وَ اِلَيْهِ الْمَصِيرُ

 

kudsî cümleyi mütefekkirane tekrar edip "Yirminci Mektub"un kýsa bir hülâsat-ül hülâsasýný beraber düþünüyordum. Birden kalbe geldi ki: "Bu kýsacýk hülâsayý Nadir Hoca'ya ve buradaki gençlere ders ver." Ben de Bismillah deyip baþladým, dedim:

 

Bu kelâm-ý tevhidde onbir müjde, onbir hüccet-i îmaniye var. Þimdi, yalnýz hüccetlere gayet kýsa bir iþaret edip, izahýný ve müjdeleri Yirminci Mektub ve Nur eczalarýna havale edeceðim. Fakat þimdi, o dersi yazdýðým zaman onlara söylemediðim bazý kelimeleri ve nükteleri dahi yazmayý münasib gördüm. Ýþte o kelâm-ý tevhidin onbir kelimesinden,

 

BÝRÝNCÝ KELÝME: لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ dýr. Bundaki hüccet ise matbu' Âyet-ül Kübra Risalesidir. O emsalsiz hüccetin hârikalýðý içindir ki; Ýmam-ý Ali (R.A.), Nur'un eczalarýndan haber ver-

 

 

 

sh: » (Þ: 474)

 

diði sýrada وَ بِاْلآيَةِ الْكُبْرَى اَمِنِّى مِنَ الْفَجَتْ deyip o Âyet-ül Kübra'yý þefaatçý yaparak Nur þakirdlerinin Denizli hapsinde, o risalenin hem Ankara, hem Denizli Mahkemelerinde galebesiyle ve perde altýnda tesirli intiþarýyla talebelerine beraet kazandýrmaða sebeb olduðu gibi, onun gizli tab'ý da, þakirdlerinin dokuz ay mevkufiyetlerine vesile olmasýyla Ýmam-ý Ali'nin (R.A.) hem keramet-i gaybiyesini, hem Nur þakirdlerinin bedeline duasýný pek zâhir bir surette tasdik etti.

 

Evet Âyet-ül Kübra Þuaý otuzüç icma-i azîmi ve küllî hüccetleri mevcudatýn heyet-i mecmuasýnda gösterip, herbir hüccet-i külliyede hadsiz bürhanlara iþaret ederek baþta semavat, yýldýzlar kelimeleriyle; arz, hayvanat ve nebatat kelâmlarý ve cümleleriyle; gitgide tâ kâinat mecmuasý, müþtemilât ve mevcudat ve hudûs ve imkân ve tegayyür hakikatlarýnýn kelimeleriyle Vâcib-ül Vücud'un mevcudiyetini ve vahdaniyetini güneþ zuhurunda ve gündüz kat'iyetinde isbat ediyor. Sarsýlmaz bir îman isteyen ve dinsiz anarþistliðe karþý kýrýlmaz bir kýlýnç arayanlar, Âyet-ül Kübra'ya müracaat etsinler.

 

ÝKÝNCÝ KELÝME: وَحْدَهُ dur. Bundaki hüccete gayet kýsa bir iþaret þudur:

 

Bu kâinatta, her cihette bir birlik, bir vahdet görünüyor. Meselâ: Kâinat bir muntazam þehir, bir muhteþem saray, bir mücessem manidar kitab, bir cismanî ve her âyeti, hattâ herbir harfi ve herbir noktasý mu'cizekâr bir Kur'an hükmünde bulunmasýyla bir vahdet ve birlik gösterdiði gibi, o sarayýn lâmbasý bir ve takvimci kandili bir ve ateþli aþçýsý bir ve sakacý süngeri, sucusu bir, bir bir bir, tâ binbirler kadar birlikleri ve vahdetleri göstermekle o sarayýn ve þehrin, o kitabýn, o cismanî Kur'an-ý Kebir'in sahibi, hâkimi, kâtibi, musannifi bilbedahe mevcud ve vâhid ve birdir diye kat'î isbat eder.

 

ÜÇÜNCÜ KELÝME: لاَ شَرِيكَ لَهُ dur. Bundaki hüccete gayet kýsa bir iþaret þudur ki:

 

Âyet-ül Kübra Þuaýnýn madeni, üstadý, esasý ve Âyet-ül Kübra namýnda olan

 

sh: » (Þ: 475)

 

قُلْ لَوْ كَانَ مَعَهُ آلِهَةً كَمَا يَقُولُونَ اِذًا لاَبْتَغَوْا اِلَى ذِى الْعَرْشِ سَبِيلاً

 

ilâ âhir.. âyet-i ekberidir. Yani: Eðer þeriki olsa ve baþka parmaklar icada ve rububiyete karýþsa idiler, intizam-ý kâinat bozulacaktý. Halbuki küçücük sineðin kanadýndan ve gözbebeðindeki hüceyrecikten tut, tâ tayyare-i cevviye olan hadsiz kuþlara, tâ manzume-i þemsiyeye kadar her þeyde cüz'î-küllî, küçük ve büyük en mükemmel bir intizam bulunmasý; þeksiz ve kat'î bir surette þeriklerin muhaliyetine ve madumiyetine delalet ettiði gibi, Vâcib-ül Vücud'un mevcudiyetine ve vahdetine bilbedahe þehadet eder.

 

DÖRDÜNCÜ KELÝME: لَهُ الْمُلْكُ dür. Bundaki uzun hüccete gayet kýsa bir iþaret:

 

Evet gözümüzle görüyoruz ki; zemin yüzünü bir tarla yapýp içinde herbir baharda yüzbin nevi nebatatýn tohumlarýný beraber, karýþýk olarak o pek geniþ tarlada ekiyor. Ve mahsulatlarýný ayrý ayrý, hiç karýþtýrmayarak, þaþýrmayarak kemal-i intizamla kaldýrýp ikiyüzbin nevi hayvanatýna ondan erzak ve tayinatý -rahmet ve hikmet eliyle- ihtiyaçlarýna göre tevzi eden hadsiz kudret ve ilim sahibi bir mutasarrýf perde arkasýnda var ki; bu geniþ ve zengin mülkünde, hususan zemin tarlasýnda bu tasarrufatý yapýyor. Bu Mutasarrýf-ý Hakîm'i ve Mâlik-i Rahîm'i tanýmayan; bu zemini, ahmak Sofestaîler gibi mahsulâtýyla inkâr etmeðe mecbur olur.

 

BEÞÝNCÝ KELÝME: لَهُ الْحَمْدُ dür. Bundaki pek geniþ hüccete gayet kýsa bir iþarettir:

 

Evet gözümüzle görüyoruz ve aklýmýzla bedahetle biliyoruz ki; bu kâinat þehrinde ve zemin mahallesinde ve insan ve hayvanat kýþlasýnda öyle bir Rezzak-ý Rahîm ve Muhsin-i Kerim tasarruf ve nezaret ve terbiye eder ki; kendi nimetlerine mukabil hamd ve þükrettirmek için, zemini bir sefine-i tüccariye ve erzak getiren bir þimendifer ve yüzündeki bahar mevsimini bir vagon tarzýnda yüzbin nevi taamlarla ve memeler denilen konserve paketleriyle doldurup kýþ âhirinde erzaklarý biten muhtaç zîhayatlara yetiþtiren bir Rezzak-ý Rahîm'in iþleri olduðunu, zerre kadar aklý bulunan tasdik eder. Ve tasdik etmeyip inkâra sapan, elbette zemin yüzünde vesile-i hamd ve þükran olan bütün muntazam

 

sh: » (Þ: 476)

 

nimetleri ve muayyen rýzýklarý inkâr etmeðe mecbur olarak ahmak bir muzýr hayvan olur.

 

ALTINCI KELÝME: يُحْيِى dir. Hüccetine, gayet kýsa bir iþaret:

 

Evet Onuncu Söz'de ve Nur eczalarýnda bürhanlarýyla isbat edilmiþ ki: Her baharda, zîhayattan üçyüzbin nevi ve çeþit çeþit tarzlarda ve hadsiz efradý bulunan bir ordu-yu Sübhanî, rûy-i zeminde ihya ediliyor. Onlara hayat ve levazýmat-ý hayatiye kemal-i intizamla veriliyor. Haþr-i Azam'ýn yüzbin nümunelerini, belki emarelerini gösterip o ayrý ayrý hadsiz mahlukatý beraber, birbiri içinde sehivsiz, yanlýþsýz, noksansýz, hiç þaþýrmayarak, karýþýk iken hiç karýþtýrmayarak, unutmayarak kemal-i mizan ve nizamla dirilten ve hayat veren ve nutfe denilen mütemasil su katrelerinden ve toprak, müteþabih tohumlarýndan ve az farklý habbeciklerinden ve sineklerin birbirinin ayný olan yumurtacýklarýndan ve kuþlarýn ayný havadan, birbirinin ayný nutfelerinden, hem birbirinin misli veya az farklý yumurtalarýndan o hadsiz efradý bulunan ve birbirinden suretçe, san'atça ve maiþetçe ayrý ayrý yüzbinler zîhayatlarý dirilten ve zemin ve bahar sahifesinde yüzbin baþka baþka kitablarý beraber, birbiri içinde, hatasýz, mükemmel yazan; hadsiz bir dikkat ve nihayetsiz bir hikmetle iþ gören, tasarruf eden bir Zât-ý Hayy-ý Kayyum ve Muhyî ve Hallak-ý Alîm olduðuna kanaat getirmeyen, elbette hem kendini, hem bütün zeminde ve zaman þeridine asýlan bütün geçmiþ baharlarda ve hayatlý zemin ve feza yüzlerinde bulunmuþ bütün zîhayatlarý inkâr etmeðe ve en ahmak ve bedbaht bir zîhayat olmaða mecburdur.

 

YEDÝNCÝ KELÝME: وَ يُمِيتُ dur. Bunun hüccetine gayet kýsa bir iþaret:

 

Evet görüyoruz ki: Güz mevsiminde üçyüzbin nevi zîhayat vefat namýyla terhis edilirken, herbir nevi ve ferdin sahife-i amellerinin kutucuklarý ve iþlediklerinin fihristeleri ve gelen baharda iþleyeceklerinin listeleri ve bir cihette bir nevi ruhlarý olan tohumlarýný onlarýn yerlerinde Hafîz-i Zülcelal'in yed-i hikmetine emanet edildiðini ve incirin tohum ve çekirdekleri gibi zerrecik o küçücük tohumlarý birer ruh-u bâki gibi incir aðacýnýn bütün kavanin-i hayatiyesini taþýyan ve bir kitab kadar kuvve-i hâfýzada yazý misillü aðacýn tarihçe-i hayatýný onda kader kalemiyle yazan, büyük

 

 

 

 

 

sh: » (Þ: 477)

 

bir kitab hükmüne getiren bir Hallak-ý Hakîm, bir Hayy-ý Lâyemut'u tanýmayan; elbette deðil ahmak bir insan ve divane bir hayvan, belki Cehennem ateþini karýþtýran bir serseri þeytandan daha bedbaht ve ebedî ölüme mahkûm olur.

 

Evet bu kelimelerin hüccetlerine iþaret eden küllî, ihatalý ve hadsiz hârika ve nihayetsiz hârikalarý, mu'cizeleri ihtiva eden bu mezkûr hakîmane ef'al, fâilsiz olmalarý yüz derece muhal ve bâtýl olduðu gibi; kör, âciz, þuursuz, saðýr, camid, karmakarýþýk, intizamsýz, karýþýk, istilâcý olan esbaba isnad etmek bin derece mümteni', esassýzdýr. Yoksa topraðýn herbir zerresinde hadsiz bir kudret, bir hikmet ve bütün otlar ve çiçeklerin teþkilâtýna dair pek hârika ve küllî bir sanatkârlýk bulunmak; havanýn herbir zerresinde -Rehber'deki Hüve Nüktesi'nin dediði gibi- bütün konuþmalarý ve telefon ve radyolarýn kelimelerini bilecek ve sair zerrelere ders verecek bir kabiliyet bulunmak lâzým gelir. Bu acib fikri ise; hiçbir þeytan, hiçbir kimseye kabul ettiremez. Ve bu derece akýldan, hakikattan uzak ve bütün mevcudata karþý bir tahkir ve tecavüz olan küfür ve inkârýn cezasý, ancak dehþetli Cehennem olabilir ve ayn-ý adalettir. Elbette öyle münkirler için "Yaþasýn Cehennem!" dememiz lâzým.

 

SEKÝZÝNCÝ KELÝME: وَ هُوَ حَىٌّ لاَ يَمُوتُ dur. Bundaki hüccete gayet kýsa bir iþaret þudur:

 

Meselâ: Nasýl gündüzde çalkanan bir deniz yüzünde ve akan bir nehir üstündeki kabarcýklarda görünen güneþçikler gitmeleriyle arkalarýndan gelen yeni kabarcýklar, aynen gidenler gibi güneþçikleri gösterip gökteki güneþe iþaret ve þehadet ederler ve zeval ve vefatlarýyla bir daimî güneþin mevcudiyetine ve bekasýna delalet ederler; aynen öyle de: Her vakit deðiþen kâinat denizinin yüzünde ve tazelenen hadsiz fezasýnda ve zerrat tarlasýnda ve bütün hâdisatý ve fâni mevcudatý kucaðýna alarak beraber çalkanan zaman nehrinin içinde mahlukat, mütemadiyen sür'atle akýp gidiyorlar, zâhirî sebebleriyle beraber vefat ediyorlar. Her sene, her gün bir kâinat ölür, bir tazesi yerine gelir. Ve zerrat tarlasýnda, mütemadiyen seyyar dünyalar ve seyyal âlemler mahsulâtý alýndýðýndan, elbette kabarcýklar ve güneþçikler zevalleriyle daimî bir güneþi gösterdikleri gibi, o hadsiz mahlukat ve mahsulâtýn vefatlarý ve zâhirî sebebleriyle beraber kemal-i intizamla terhisleri, gündüz gibi þübhesiz, güneþ gibi zâhir bir kat'iyette bir Hayy-ý Lâyemut'un, bir Þems-i Sermedî'nin, bir Hallâk-ý Bâki'nin ve bir Kumandan-ý Akdes'in vücub-u vücudu ve vahdeti ve mevcudiyeti, kâ

 

 

 

sh: » (Þ: 478)

 

inatýn mevcudiyetinden bin derece zâhir ve kat'îdir diye bütün mevcudat, ayrý ayrý ve beraber þehadet ederler.

 

Ýþte kâinatý dolduran bu yüksek sesleri ve kuvvetli þehadetleri iþitmeyen ve kulak vermeyen, ne derece saðýr ve ahmak ve cani olduðunu elbette anladýnýz.

 

DOKUZUNCU KELÝME: بِيَدِهِ الْخَيْرُ dýr. Bundaki hüccete gayet kýsa bir iþaret þudur:

 

Görüyoruz ki: Bu kâinatta her daire, her nevi, her tabaka, hattâ her ferd, her a'za, hattâ her bedendeki herbir hüceyrenin ihtiyat rýzkýný taþýyan bir mahzeni, bir deposu ve levazýmatýný yetiþtiren, muhafaza eden bir tarlasý ve hazinesi var ki; gayet intizam ve mizan ile ve nihayetsiz hikmet ve inayet ile vakti vaktine -muhtacýn iktidar ve ihtiyarý haricinde- bir dest-i gaybî tarafýndan o muhtacýn eline veriliyor. Meselâ: Daðlar, zîhayata ve insana lâzým olan bütün madenleri, ilâçlarý ve hayata lâzým þeyleri taþýyor ve birinin emriyle ve tedbiriyle gayet mükemmel bir hazine, bir anbar olduðu gibi.. zemin dahi bütün o zîhayatýn erzaklarýný bir Rezzak-ý Hakîm'in kuvvetiyle yetiþtiren kemal-i mizan ve intizamla bir tarla, bir harman, bir matbahtýr. Hattâ her insanýn ve cismindeki herbir uzvun bir deposu ve mahzeni, hattâ bir hüceyrenin dahi bir ihtiyat mahzenciði bulunmasý gibi.. git gide tâ dâr-ý âhiretin bir mahzeni dünyadýr ve Cennet'in bir tarlasý ve deposu, bu âlemdeki hüsünleri ve hasenatlarý ve nurlarý mahsul veren âlem-i Ýslâmiyet ve hakikatlý insaniyet; ve Cehennem'in bir anbarý ise, þerleri ve çirkinleri ve küfürleri mahsul veren ve þer olan ademden gelen ve hayýr olan vücud âlemlerini telvis eden pis maddeler, taifeler; ve yýldýzlarýn hararet mahzeni Cehennem ve nurlar hazinesi bir Cennet'tir ki; "Biyedihilhayr" kelimesi, bütün o hadsiz hazinelere iþaretle pek parlak bir hücceti gösteriyor.

 

Evet bu kelime ile ve بِيَدِهِ مَقَالِيدُ كُلِّ شَيْءٍ cümlesiyle, -yani "Her þeyin anahtarý onun elindedir"- nihayetsiz geniþ ve hadsiz hârikalý bir hüccet-i rububiyet ve vahdet, bütün bütün kör olmayana gösterir. Meselâ hadsiz o hazine ve anbarlardan yalnýz buna bak ki: Herbiri bir koca aðacýn veya bir parlak çiçeðin cihazatýný ve mukadderatýnýn proðramýný taþýyan küçücük mahzencikler olan çekirdekler ve tohumlarýn anahtarlarý elinde bulunan bir Mutasarrýf-ý Hakîm bir çekirdeðin kapýcýðýný "Uyan!" emriyle ve irade anahtarýyla tam mizan-ý nizamla açtýðý gibi, ze-

 

sh: » (Þ: 479)

 

min hazinesini dahi yaðmur anahtarýyla açarak, mahzencikleri ve nebatatýn nutfeleri olan bütün habbeleri ve hayvanatýn menþe'leri ve kuþlarýn ve sineklerin su ve havadan nutfeleri olan bütün inkiþaf emrini alan katreler mahzenciklerini beraber, hatasýz açtýðý vakitte, kâinatta küllî ve cüz'î, maddî ve manevî bütün hazine ve depolarý hikmet ve irade ve rahmet ve meþiet eliyle herbirine mahsus bir anahtarla açtýðýný bilmek ve görmek istersen, senin bir nevi mahzenciklerin olan kendi kalbine ve dimaðýna ve cesedine ve midene ve bahçene ve zeminin çiçeði olan bahara ve ondaki çiçeklere ve meyvelere bak ki; kemal-i nizam ve mizan ve rahmet ve hikmetle bir dest-i gaybî tarafýndan "emr-i kün feyekûn" tezgâhýndan gelen ayrý ayrý anahtarlarla açýyor. Bir dirhem kadar bir kutucuktan bir batman, belki bazan yüz batman taamlarý kemal-i intizam ile çýkarýyor, zîhayatlara ziyafet veriyor. Acaba böyle muntazam, alîmane, basîrane nihayetsiz bir fiile ve tesadüfsüz tam hikmetli bir san'ata ve yanlýþsýz tam mizanlý bir tasarrufa ve zulümsüz tam adaletli bir rububiyete hiç mümkün müdür ki; kör kuvvet, saðýr tabiat, serseri tesadüf, camid cahil âciz esbab müdahale edebilsin? Ve bütün eþyayý birden görüp ve beraber idare edemeyen ve zerratla seyyarat yýldýzlarý emrinde bulunmayan bir mevcud, bu her cihetle hikmetli, mu'cizeli, mizanlý tasarrufa ve idareye karýþabilsin?

 

Ýþte her hayr elinde, herþeyin anahtarý yanýnda bulunan böyle bir Mutasarrýf-ý Rahîm'i, bir Rabb-ý Hakîm'i tanýmayan ve inkâra sapana, elbette تَكَادُ تَمَيَّزُ مِنَ الْغَيْظِ âyetinin dediði gibi, Cehennem ona kýzýyor ve kýzýþýyor ve hadsiz azabýma müstehaktýr, merhamete hiç lâyýk deðildir, diye lisan-ý hal ile der.

 

ONUNCU KELÝME: وَ هُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ dir. Bundaki hüccete gayet kýsa bir iþaret þudur:

 

Bu misafirhane-i dünyaya gelen her zîþuur, gözünü açtýkça görür ki: Bir kudret, bütün kâinatý kabzasýnda tutmuþ ve nihayetsiz, hiç þaþýrmayan ezelî, ihatalý bir ilim ve gayet dikkatli, hiç mizansýz, faidesiz hareket etmeyen bir sermedî hikmet ve inayet o kudretin içinde bulunup zerrat ordusundan birtek zerreyi meczub mevlevî gibi döndürerek çok vazifelerde istihdam ettiði gibi, küre-i arzý ayný anda, ayný kanunla bir senede yirmidört bin senelik bir dairede yine bir meczub mevlevî misillü gezdirir. Mevsimlerin mahsulatlarýný hayvan ve insanlara getirdiði ayný kanun-

 

 

 

sh: » (Þ: 480)

 

la, ayný zamanda güneþi bir mekik, bir çýkrýk yaparak merkezinde cezbedârâne ve cazibekârâne döndürüp manzume-i þemsiye ordusu olan seyyarat yýldýzlarýný kemal-i mizan ve intizamla vazifelerde çalýþtýrýr. Ve ayný kudret; ayný zamanda, ayný kanun-u hikmetle zemin sahifesinde yüzbinler kitab hükmünde yüzbinler nevileri beraber, birbiri içinde, iltibassýz, sehivsiz yazar, haþr-i azamýn binler nümunelerini izhar eder. Ve ayný kudret, ayný zamanda hava sahifesini bir yazar-bozar tahtasýna çevirir. Bütün zerrelerini birer kalem uçlarý ve o kitabýn noktalarý hükmünde emir ve iradenin onlara tayin ettiði vazifelerinde istimal ederek ve bütün o zerrelere herbirine öyle bir kabiliyet vermiþ ki; güya bütün sözleri ve konuþmalarý bilir gibi alýr, neþreder, þaþýrmaz. Küçücük birer kulak, incecik birer lisan olarak istihdam edip unsur-u hava, emir ve irade-i Ýlahînin bir arþý olduðunu isbat eder.

 

Ýþte bu kýsa iþarete kýyasen, bu kâinatý bir muntazam þehir, bir mükemmel apartman ve misafirhane, bir mu'cizatlý kitab ve Kur'an hükmüne getirip heyet-i mecmuasýndan tâ bir zerreye kadar bütün mahlukat tabakalarýný ve dairelerini ve taifelerini mizan-ý ilim ve nizam-ý hikmetle kabzasýna alan, tasarruf eden; kudreti içinde hikmetini, rahmetini gösteren ve rububiyet-i mutlakasý içinde mevcudiyetini ve vahdaniyetini güneþ ve gündüz gibi bildirip tanýttýrmasýna mukabil, îmanla tanýmak ve sevdirmesine mukabil, ubudiyetle sevmek ve ihsanatlarýna mukabil, þükür ve hamd isteyen böyle bir Rahman-ý Rahîm'i tanýmayan ve ubudiyetle onu sevmeye çalýþmayan, belki inkâr ile ona bir nevi adavet taþýyan insan suretindeki þeytanlar, birer küçük Nemrud ve Firavun hükmünde nihayetsiz bir azaba elbette müstehak olur.

 

ONBÝRÝNCÝ KELÝME: وَ اِلَيْهِ الْمَصِيرُ dir. Yani: Daire-i huzuruna ve âlem-i bâkisine ve âhiretine ve sermedî dâr-ý saadetine gidileceði gibi, bütün kâinattaki mahlukatýn mercii odur; bütün esbab silsileleri ona dayanýyor ve kudretine istinad eder ve o kudretinin tasarrufatýna birer perdedirler; o kudret-i kudsiyenin izzetini ve haþmetini muhafaza için, bütün zâhirî sebebler yalnýz birer perdedirler; icadda da hiç tesirleri yoktur; emir ve iradesi olmazsa hiçbir þey hattâ hiçbir zerre hareket edemez demektir. Bu kelimedeki hüccete gayet kýsa bir iþaret ederiz:

 

Evvelâ: Bu kudsî kelimenin ifade ettiði haþir ve âhiret ve hayat-ý bâkiye hakikatýnýn bu gelen bahar gibi kat'î ve þübhesiz tahakkukunu ve geleceðini tam îman ettirmek ve isbat etmek cihetini Onuncu Söz ve zeyillerine ve Yirmidokuzuncu Söz'e ve "Mey-

 

 

 

 

 

sh: » (Þ: 481)

 

ve"nin Yedinci Mes'elesi'ne ve "Münacat" Þuaýna ve Nur'un îmanî risalelerine havale ederiz. Elhak, onlar bu rükn-ü îmanîyi öyle bir tarzda hadsiz hüccetlerle isbat etmiþler ki; dünyanýn mevcudiyeti derecesinde âhiretin tahakkukunu, en muannid münkirleri de tasdike mecbur eden bir surette isbat etmiþler.

 

Sâniyen: Mu'ciz-ül Beyan-ý Kur'an'ýn üçten birisi haþre ve âhirete bakar, her davayý ona bina eder. Öyle ise, Kur'anýn hakkaniyetini isbat eden bütün mu'cizeleri ve hüccetleri, âhiretin vücuduna dahi delalet ettikleri gibi; Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn nübüvvetine þehadet eden bütün mu'cizeleri ve umum delail-i nübüvveti ve sýdkýnýn bütün hüccetleri, haþir ve âhirete dahi þehadet ederler. Çünki o zâtýn (A.S.M.) bütün hayatýnda daimî bir büyük davasý âhiret olduðu gibi, bütün yüzyirmidört bin peygamberler (Aleyhimüsselâm) dahi hayat-ý bâkiye ve saadet-i ebediyeyi dava edip beþere müjde ederek hadsiz mu'cizelerle ve kat'î deliller ile isbat ettiklerinden, elbette onlarýn peygamberliklerine ve sadýkýyetlerine delalet eden bütün mu'cizeleri ve hüccetleri, onlarýn en büyük ve daimî davalarý olan âhirete ve hayat-ý bâkiyeye þehadet ederler. Buna kýyasen sair erkân-ý îmaniyeyi isbat eden bütün deliller dahi haþrin vukuuna ve dâr-ý saadetin açýlmasýna þehadet ederler.

 

Sâlisen: Hiç mümkün müdür ki; kendi kemalâtýný ve kudret ve rububiyetini izhar etmek için bu kâinatý bütün zerrat ve seyyarat ve ecza ve tabakatýyla halk edip kemal-i hikmetle her birisini bir vazife ile belki çok vazifelerle mütemadiyen çalýþtýran ve sermedî, hadsiz cilve-i esmasýný göstermek için kafile kafile arkasýnda, belki seyyar müteceddid dünya dünya arkasýnda ve mahlukat taifelerini bu misafirhane-i âleme ve hayat-ý dünyeviye meydan-ý imtihanýna gönderip âlem-i misalde kurulan uhrevî sinemalar ve berzahî fotoðraflarla suretlerini ve amellerini ve vaziyetlerini alarak onlarý terhisten sonra, baþka taife ve kafile ve seyyal ve seyyar bir nevi dünyalarý o meydana vazifeler ve cilve-i esmasýna âyineler olmak için gönderen bir Sâni'-i Zülcelal, bir Hâlýk-ý Zülcemal, bir Allah-ý Zülkemal; bu fâni dünyada þuur ve akýl ile o Hâlýk'ýn bütün maksadlarýna karþý mukabele eden ve bütün istidadýyla o Hâlýk'ý sevip sevdirip tanýyýp tanýttýrýp hadsiz dualarla beka-i âhiret saadetini yalvaran ve akýl sebebiyle nihayetsiz elemler aldýðýndan, bütün fýtratý ve ruhu ve istidadý ile ayn-ý lezzet olan hayat-ý bâkiyeyi isteyen bu nev'-i insan için bir dâr-ý mükâfat ve mücazat, bir haþir neþir olmasýn? Hâþâ! Yüzbin defa hâþâ ve kellâ!

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

sh: » (Þ: 482)

 

Ýþte bu kýsacýk iþaretin izahatý ve tafsilâtý ve hüccetleri, parlak ve kuvvetli bir surette Risâle-i Nur'da bulunmasýndan, ona havale ederek bu pek uzun kýssayý kýsa kesiyoruz.

 

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

 

* * *

 

 

 

sh: » (Þ: 483)

 

FATÝHA-Ý ÞERÝFE'NÝN BÝR MUHTASAR HÜLÂSASI

 

[Üçüncü Medrese-i Yusufiye'de muvakkat pek az bir zamanda tecridden temasa naklimde verilen yalnýz birtek dersin Ýkinci Kýsmý]

 

Hapiste Nur þakirdlerine kýsacýk bir ders nümunesidir. O da þudur:

 

Fatiha-i Þerife denizinden bir katre ve güneþindeki elvan-ý seb'a yani ziyasýndaki yedi renginden birtek lem'a beyan etmeyi, namazdaki Fatiha kalbe emretti. Gerçi Yirmidokuzuncu Mektub'un bir kýsmýnda, hususan "Na'büdü" "Nun"undaki seyahat-ý hayaliye ve Rumuz-u Semaniye'de ve Ýþarat-ül Ý'caz Tefsiri'nde ve sair Nur eczalarýnda bu kudsî hazinenin çok tatlý ve güzel nüktelerini yazmýþýz. Fakat o pek þirin hülâsa-i Kur'aniyeden yalnýz îmanýn rükünlerine ve hüccetlerine iþaratýný, gayet kýsa bir muhtasar hülâsasýný birinci kýsýmdaki tarz-ý ifade gibi, kendim namazdaki tefekkürümü yazmasýna bir cihette mecbur oldum. بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ kelimesini Nur'un iki-üç risalelerine havale edip اَلْحَمْدُ لِلّهِ den baþlýyorum.

 

بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ { اَلْحَمْدُ لِلّهِ رَبِّ اْلعَالَمِينَ ...الخ.

 

Birinci Kelime: اَلْحَمْدُ لِلّهِ dýr. Bundaki hüccet-i îmaniyeye gayet kýsa bir iþaret:

 

Evet kâinatta medar-ý hamd ve þükür olan kasdî in'amlar ve nimetler, hususan kan ve fýþký içinden safi, temiz, gýdalý sütü âciz yavrulara göndermek ve ihtiyarî ihsanlar ve hediyeler ve merha

 

sh: » (Þ: 484)

 

metli ikramlar ve ziyafetler zemin yüzünü, belki kâinatý doldurmuþ. Onlarýn fiyatý dahi; baþta Bismillah, âhirde Elhamdülillah, ortada nimette in'amý hissetmek ve Rabbini onun ile tanýmaktýr. Sen kendi nefsine, midene, duygularýna bak! Ne kadar þeylere, nimetlere muhtaçtýrlar. Ve ne derece hamd ve þükür fiyatýyla rýzýklarý, lezzetleri isterler, gör; her zîhayatý kendine kýyas eyle. Ýþte bu umumî in'amlar mukabilinde hal ve kal dilleriyle edilen hadsiz hamdler, pek kat'î bir surette bir Mâbud-u Mahmûd, bir Mün'im-i Rahîm'in mevcudiyetini ve umumî rubûbiyetini güneþ gibi gösterir.

 

Ýkinci Kelime: رَبِّ الْعَالَمِينَ dir. Bundaki hüccete gayet kýsa bir iþaret:

 

Evet biz gözümüzle görüyoruz ki: Bu kâinatta binler deðil, belki milyonlar âlemler, küçük kâinatlar, ekseri birbiri içinde, herbirinin idaresi ve tedbirinin þeraiti ayrý ayrý olduðu halde, öyle bir mükemmel terbiye, tedbir, idare ediliyor ki; bütün kâinat bir sahife gibi her an nazarýnda ve bütün âlemler birer satýr gibi kalem-i kudret ve kaderiyle yazýlýr, tazelenir, deðiþir. Bir nihayetsiz rububiyet içinde nihayetsiz bir ilim ve hikmet ve ihatalý hadsiz bir rahmet ve dikkat ile bu milyonlar âlemleri ve seyyal kâinatlarý idare eden bir Rabb-ül Âlemîn'in vücub-u vücuduna ve vahdetine küllî ve cüz'î þehadetler, zerreler ve zerrelerden terekküb eden mevcudlar adedince hadsiz, nihayetsiz þehadetler her an ve zaman geliyorlar. Zerrat tarlasýndan tâ manzume-i þemsiyeye, tâ Samanyolu denilen Kehkeþan dairesine ve bir hüceyre-i bedenden tâ zemin mahzenine, tâ kâinat heyet-i mecmuasýna kadar ayný kanun, ayný rububiyet, ayný hikmet ile beraber idare ve terbiye eden bir rububiyeti tasdik ve hissetmeyen, bilmeyen, görmeyen bir insan, elbette hadsiz bir azaba kendini müstehak eder ve merhamete liyakatýný selbeder.

 

Üçüncü Kelime: اَلرَّحْمنِ الرَّحِيمِ dir. Bundaki hüccete gayet kýsa bir iþaret:

 

Evet kâinatta hadsiz rahmetin mevcudiyeti ve hakikatý, aynen güneþin ziyasý gibi görünür. Ve ziyanýn güneþe kat'î þehadeti misillü, bu geniþ rahmet dahi, perde arkasýnda bir Rahman-ý Rahîm'e þehadet eder. Evet rahmetin bir ehemmiyetli kýsmý rýzýktýr ki, Rahman'a Rezzak manasý verilir. Rýzýk ise, o derece zâhir bir

 

sh: » (Þ: 485)

 

tarzda bir Rezzak-ý Rahîm'i gösterir ki; zerre kadar þuuru bulunan tasdike mecbur olur. Meselâ: Bütün zîhayatýn, hususan âcizlerin ve bilhassa yavrularýn, bütün zeminde ve fezada ihtiyar ve iktidarlarýnýn haricinde gayet hârika bir tarzda hiçten ve mütemasil çekirdeklerden ve su katrelerinden ve toprak habbeciklerinden yetiþtiriyor. Hattâ aðacýn baþýndaki yuvada kanatsýz, zayýf kuþçuklara annelerini emirber nefer gibi gezdirir, rýzýklarýný getirttirir. Ve aç bir arslaný yavrusuna musahhar eder, elde ettiði bir eti yemeyip yavrusuna yedirir. Ve sair hayvanatýn ve insanýn yavrularýna memeler musluðundan âb-ý kevser gibi hoþ, mugaddî, safi, hâlis, beyaz sütleri kýrmýzý kan ve mülevves fýþký içinden bulaþmadan, bulandýrmadan imdadlarýna gönderir, validelerinin þefkatlerini yardýmcý verir. Ve bir nevi rýzýk isteyen umum aðaçlara, münasib rýzýklarýný onlara pek hârika bir tarzda koþturduðu gibi, bir nevi maddî ve manevî rýzýk isteyen insanýn duygularýna; akýl, kalb, ruhlarýna dahi pek geniþ bir sofra-i erzak onlara ihsan ediliyor. Güya kâinat, gül çiçeðinin yapraklarý ve mýsýr sünbülünün gömlekleri gibi birbiri içinde sarýlý, yüzbinler ayrý ayrý, çeþit çeþit sofralardýr ki; o sofralar adedince ve onlardaki taamlar ve nimetler mikdarýnca diller ile ve ayrý ayrý, küllî ve cüz'î lisanlar ile bir Rahman-ý Rezzak'ý, bir Rahîm-i Kerim'i bütün bütün kör olmayana gösterir.

 

Eðer denilse: "Bu dünyadaki musibetler, çirkinlikler, þerler; o ihatalý rahmete münafîdir, bulandýrýyor."

 

Elcevap: Risâle-i Kader gibi Nur'un risalelerinde bu dehþetli suale tam cevap verilmiþ. Onlara havale ile, kýsacýk bir iþareti þudur:

 

Herbir unsurun, herbir nev'in, herbir mevcudun, küllî ve cüz'î müteaddid vazifeleri ve o herbir vazifenin çok neticeleri ve meyveleri var. Ve ekseriyet-i mutlakasý, maslahat ve güzel ve hayýr ve rahmettirler. Ve az bir kýsmý, kabiliyetsizlere ve yanlýþ mübaþeret edenlere veya ceza ve terbiyeye müstehak olanlara veya çok hayýrlarý sünbül vermeye vesile olanlara rastgelir. Zâhirî, cüz'î bir þer, bir çirkinlik olur; bir merhametsizlik görünür. Eðer o cüz'î þer gelmemek için rahmet tarafýndan o unsur ve küllî mevcud o vazifesinden men'edilse; o vakit bütün hayýrlý, güzel sair neticeleri vücud bulmaz. Bir hayrýn ademi þer ve bir güzelliðin bozulmasý çirkinlik olmasý itibariyle; o neticeler adedince þerler, çirkinlikler, merhametsizlikler husul bulur. Demek birtek þer gelmemek için yüzer þerler, merhametsizlikler irtikâb edilir ki; bütün bütün hikmete, maslaha

 

sh: » (Þ: 486)

 

ta, rububiyetteki rahmete muhalif düþer. Meselâ: Kar, soðuk, ateþ, yaðmur gibi nevilerin yüzer hikmetleri, maslahatlarý içinde bazý dikkatsiz ve ihtiyatsýzlar, su-i ihtiyarlarýyla kendileri hakkýnda þer yapsa; meselâ elini ateþe soksa, ateþin hilkatýnda rahmet yoktur dese; ateþin had ve hesaba gelmeyen hayýrlý, maslahatlý, merhametli faydalarý onu tekzib edip aðzýna vurur.

 

Hem insanýn hodgâm hevesatý ve süflî ve âkibeti görmeyen hissiyatý, kâinatta cereyan eden rahmaniyet ve hakîmiyet ve rububiyet kanunlarýna mikyas ve mehenk ve mizan olamaz. Kendi âyinesinin rengine göre görür. Merhametsiz siyah bir kalb; kâinatý aðlar, çirkin, zulüm ve zulümat suretinde görür. Fakat îman gözüyle baksa; yetmiþ güzel hulleleri giymiþ bir cennet hurisi gibi, rahmetler ve hayýrlar ve hikmetlerden dikilmiþ yetmiþ binler güzel libaslarý birbiri üstüne giymiþ, daima güler, rahmetle tebessüm eder bir insan-ý ekber ve ondaki insan nev'ini bir kâinat-ý suðra ve herbir insaný bir âlem-i asgar müþahede eder. Bütün ruh u canýyla اَلْحَمْدُ لِلّهِ رَبِّ اْلعَالَمِينَ الرّحْمنِ الرّحِيمِ مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ der.

 

Dördüncü Kelime: مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ dir. Hüccetine gayet kýsa bir iþaret:

 

Evvelâ: Bu dersin birinci kýsmýnýn âhirinde وَ اِلَيْهِ الْمَصِيرُ hüccetine ve haþir ve âhirete þehadet eden bütün deliller, aynen مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ in iþaret ettiði îmanî ve geniþ hakikata þehadet ederler.

 

Sâniyen: Onuncu Söz'ün âhirinde denildiði gibi; bu kâinat Sâniinin sermedî rububiyeti, rahmeti, hikmeti, ezelî-ebedî cemali, celali, kemali ve nihayetsiz sýfatlarý ve yüzer isimleri âhireti kat'î bir surette istediði gibi; Kur'an, binler âyât ve bürhanlarý ile ve Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm yüzer mu'cizat ve hüccetleriyle ve bütün enbiya Aleyhimüsselâm ve semavî kitablar ve su

 

sh: » (Þ: 487)

 

huflar, hadsiz delilleriyle þehadet ettikleri dâr-ý âhiretteki hayat-ý bâkiyeye inanmayan bir insan, kendini dünyada dahi küfürden neþ'et eden bir manevî cehenneme atar, daima azab çeker. Rehber'de izah edildiði gibi, bütün geçmiþ ve gelecek zamanlar ve mahluklar ve kâinatlar, zeval ve firaklarýyla mütemadiyen onun ruh ve kalbine hadsiz elemleri yaðdýrýyorlar, Cehennem'e gitmeden evvel Cehennem azabýný çektiriyorlar.

 

Sâlisen: يَوْمِ الدِّينِ remziyle büyük ve kuvvetli bir hüccet-i haþriyeye iþaret eder. Fakat bu makamda birden bir hal, o hücceti baþka zamana te'hire sebeb oldu; belki de ona daha ihtiyaç kalmadý. Çünki Nur Risaleleri, geceden sonra gündüzün ve kýþtan sonra baharýn gelmesi kat'iyetinde yüzer kuvvetli hüccetlerle haþir ve neþrin sabahýný, baharýný isbat etmiþler.

 

Beþinci Kelime: اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ dir. Bundaki hüccete iþaretten evvel hakikatlý bir seyahat-ý hayaliyeyi Yirmidokuzuncu Mektub'un izahýna binâen kýsaca beyan etmek kalbe geldi. Þöyle ki:

 

Bir zaman, Kur'anýn mu'cizelerini ararken; Risâle-i Nur'da, hususan Ýþarat-ül Ý'caz tefsir-i Nurî'de ve Rumuz-u Semaniye'de beyanlarý gibi, Sûre-i Feth'in âhirindeki âyette dört-beþ mu'cize ve ihbar-ý gaybîyi, hattâ َالْيَوْمَ نُنَجِّيكَ بِبَدَنِكَ cümlesinde bir tarihî mu'cizeyi, hattâ çok kelimelerinde müteaddid i'caz lem'alarýný ve bazý harflerinde mu'cizane nükteleri bulduðum bir zamanda, namazda Fatiha'yý okurken نَعْبُدُ نَسْتَعِينُ deki "ن"un bir mu'cizesini bana bildirmek için bir sual kalbe geldi: Neden اَعْبُدُ اَسْتَعِينُ yani "Ben ibadet ve istiane ederim" denilmedi?

 

 

 

Nun'u mütekellim-i maalgayr ile, yani "Biz sana ibadet ve istiane ederiz" demiþ? Birden o "nun" kapýsýyla bir seyahat-ý hayaliye meydaný açýldý. Namazdaki cemaatýn azîm sýrrýný

 

 

 

sh: » (Þ: 488)

 

ve büyük menfaatini ve bu tek harf bir mu'cize olduðunu þuhud derecesinde bildim ve gördüm. Þöyle ki:

 

Ben o zaman Ýstanbul'da Bayezid Câmii'nde namaz kýlarken, اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ dedim. Baktým, o câmideki cemaat, benim gibi diyerek bu davama ve اِهْدِنَا daki duama tamamen iþtirak edip tasdik ettikleri zamanda, bir perde daha açýldý. Gördüm ki; Ýstanbul'un bütün mescidleri, büyük bir Bayezid hükmüne geçtiler. Aynen benim gibi اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ deyip benim; davalarýma ve dualarýma imza basýyorlar, âmîn diyorlar. Ve bana bir nevi þefaatçi suretini almalarý içinde, hayalime bir perde daha açýldý. Gördüm ki; âlem-i Ýslâm, büyük bir mescid suretini aldý. Mekke, Kâ'be mihrab hükmüne geçti. Bütün namaz kýlan müslümanlarýn saflarý, dairevî bir tarzda o kudsî mihraba teveccüh ederek, benim gibi اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ اِهْدِنَا deyip, herbiri umum namýna hem dua, hem dava, hem tasdik eder, hem onlarý kendine þefaatçi yapar. Hem bu kadar azîm bir cemaatin yolu, davasý yanlýþ olamaz ve duasý reddedilmez; þeytanî vesveseleri tard eder diye düþünürken ve namazda cemaatin büyük menfaatlerini bilmüþahede tasdik ederken, bir perde daha açýldý. Gördüm ki; kâinat, bir câmi-i ekber ve bütün mahlukat taifeleri, bir salât-ý kübrada cemaat ile herbiri kendine mahsus bir ibadetle ve hal dili ile bir nevi namaz kýlýyorlar gibi Mabud-u Zülcelal'in muhit rububiyetine karþý çok geniþ bir ubudiyetle mukabele için herbiri umumun þehadetlerini ve tevhidlerini tasdik eder ki, ayný neticeyi isbat tarzýnda vaziyet alýyorlar diye müþahede ederken, birden bir perde daha açýldý. Gördüm ki; nasýl bir insan-ý ekber olan kâinat, lisan-ý hal ve çok eczalarý, istidad ve ihtiyac-ý fýtrî lisanýyla ve zîþuur mevcudatlarý, lisan-ý kal ile اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ diyorlar ve Hâlýkýnýn merhametkârane rububiyetine karþý ubudiyetlerini gösteriyorlar; aynen öyle de, birer küçücük kâinat hükmünde o

 

 

 

sh: » (Þ: 489)

 

cemaat-ý uzmada herbir arkadaþýmýn cesedi gibi benim cesedimdeki zerreler ve kuvveler ve duygularým dahi Hâlýkýnýn rububiyetine karþý itaat ve ihtiyaçlarýnýn lisan-ý haliyle اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ diyerek emir ve irade-i Ýlahiyeye göre hareket ettiklerini ve her anda Hâlýklarýnýn inayetine ve rahmetine ve yardýmýna muhtaç olduklarýný gösteriyorlar gördüm. Hem namazdaki cemaatin kudsî sýrrýný, hem nun'un güzel mu'cizesini hayretle müþahede edip, nun kapýsýyla girdiðim gibi çýktým, Elhamdülillah dedim. اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ cümlesini, o üç cemaatin ve o büyük ve küçücük arkadaþlarým hesabýna da söylemeye alýþtým. Þimdi mukaddime bitti, sadede dönüyoruz.

 

اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ in iþaret ettikleri hüccete gayet kýsa bir iþarettir:

 

Evvelâ: Biz, gözümüzle görüyoruz: Kâinatta, hususan zemin yüzünde; dehþetli ve daimî bir faaliyet ve hallakýyetin intizamla cereyaný içinde merhametkârane, müdebbirane bir rububiyet-i mutlaka hadsiz zîhayatlarýn istianelerine ve fiilen ve halen ve kalen istimdadlarýna ve dualarýna kemal-i hikmet ve inayet ile imdad ve herbirine fiilen cevab vermek tezahürü içinde bir uluhiyet-i mutlaka, bir mabudiyet-i âmmenin tecelliyatý, umum mahlukatýn, hususan zîhayatýn ve bilhassa insan taifelerinin fýtrî ve ihtiyarî binler tarzdaki ibadetlerine mukabelesini akl-ý selim ve îman gözü gördüðü gibi, bütün semavî fermanlar ve enbiyalar haber veriyorlar.

 

Sâniyen: نَعْبُدُ nun'unun remziyle mukaddimede mezkûr üç cemaatten herbiri ve umumu beraber, çeþit çeþit, fýtrî ve ihtiyarî ibadetlerle meþgul olmalarý; þeksiz, bedahetle bir mabudiyete karþý þâkirane bir mukabele ve bir Mâbud-u Mukaddes'in mevcudiyetine hadsiz ve þübhesiz bir þehadettir. Ve نَسْتَعِينُ nun'unun remziyle mezkûr üç cemaatin, yani mecmu-u kâinattan tâ bir ceseddeki zerrelerin cemaatinden herbir taifenin, herbir fer

 

 

 

 

 

sh: » (Þ: 490)

 

din fiilî ve halî istianeleri ve dualarý var. Ve onlarýn muavenetlerine koþan ve dualarýna kabul ile cevab veren bir þefkatli müdebbire, þübhesiz þehadet eder. Meselâ: Yirmiüçüncü Söz'ün dediði gibi, zemindeki umum mahlukatýn üç nevi dualarý pek hârika ve ümidin haricinde kabul olmasý, bir Rabb-ý Rahîm ve Mücîb'e kat'î þehadet eder. Evet tohumlar ve çekirdekler istidad lisanýyla herbiri birer aðaç ve birer sünbüle olmayý Hâlýkýndan isteyip, dualarý gözümüz önünde kabul olmasý gibi; bütün hayvanatýn ihtiyac-ý fýtrî lisanýyla elleri yetiþmediði yerlerden rýzýklarýný ve hayatlarýna lüzumu bulunan ve iktidarlarýnýn haricindeki matlublarýný birisinden isteyip o fýtrî ihtiyaç diliyle ettikleri bütün dualarýný gözümüz önünde kabul eden ve imdadlarýna acib ve þuursuz mahlukatý vakti vaktine hikmetle koþturan bir Hâlýk-ý Kerim'e zâhir þehadet eder. Ýþte bu iki kýsma kýyasen, lisan-ý kal ile edilen dualarýn bütün nevileri hususan enbiyalarýn (Aleyhimüsselâm) ve havaslarýn hârika bir surette makbuliyeti, اِيَّاكَ نَسْتَعِينُ deki hüccet-i vahdaniyete þehadet eder.

 

Altýncý Kelime: اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ dir. Bundaki hüccete gayet kýsa bir iþaret þudur:

 

Evet nasýl bir yerden bir yere giden yollarýn ve bir noktadan uzak bir noktaya çekilen hatlarýn en kýsasý ise, en doðrusudur ve müstakimidir. Aynen öyle de; maneviyatta ve manevî yollarda ve kalbî mesleklerde en doðrusu, en müstakimi ise en kýsa ve en kolayýdýr. Meselâ: Risâle-i Nur'da bütün müvazeneleri ve küfür ve îman yollarýnýn mukayeseleri kat'î gösteriyorlar ki; îman ve tevhid yolu, gayet kýsa ve doðru ve müstakim ve kolaydýr. Ve küfür ve inkâr yollarý gayet uzun ve müþkilâtlý ve tehlikelidir. Demek bu istikametli ve hikmetli ve herþeyde en kýsa ve kolay yolda sevkedilen bu kâinatta, elbette þirk ve küfrün hakikatlarý olamaz ve îman ve tevhidin hakikatlarý, bu kâinata güneþ gibi lâzým ve vâcibdir. Hem ahlâk-ý insaniyede en rahat, en faydalý, en kýsa, en selâmetli yol ise sýrat-ý müstakimde, istikamettedir. Meselâ: Kuvve-i akliye, hadd-i vasat olan hikmeti ve kolay, faydalý istikameti kaybetse, ifrat veya tefritle muzýr bir cerbezeye ve belalý bir belahete düþer, uzun yollarýnda tehlikeleri çeker. Ve kuvve-i gadabiye, hadd-i istikamet olan þecaati takib etmezse; ifratla çok zararlý ve zulümlü tehevvüre ve tecebbüre ve tefritle çok zilletli ve elemli cebanet ve korkaklýða düþer.. istikameti kaybetme-

 

 

 

sh: » (Þ: 491)

 

sinin, hatasýnýn cezasý olarak daimî, vicdanî bir azabý çeker. Ve insandaki kuvve-i þeheviye, selâmetli istikameti ve iffeti zayi' etse; ifratla musibetli, rezaletli fücura, fuhþa ve tefritle humuda, yani nimetlerdeki zevk ve lezzetten mahrum düþer ve o manevî hastalýðýn azabýný çeker.

 

Ýþte bunlara kýyasen, hayat-ý þahsiye ve hayat-ý içtimaiyenin bütün yollarýnda, istikamet en faydalý ve kolay ve kýsadýr. Ve sýrat-ý müstakim kaybedilse, o yollar pek belalý ve uzun ve zararlý olur. Demek اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ pek çok câmi' ve geniþ bir dua, bir ubudiyet olduðu gibi bir hüccet-i tevhide ve bir ders-i hikmete ve bir talim-i ahlâka iþaret eder.

 

Yedinci Kelime: صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ dir. Bundaki hüccete gayet kýsa bir iþaret:

 

Evvelâ: عَلَيْهِمْ kimlerdir? diye

 

مِنَ النَّبِيِّينَ وَالصِّدِّيقِينَ وَالشُّهَدَاءِ وَالصَّاِلحِينَ âyeti beyan ederek, nev'-i beþerde istikamet nimetine mazhar dört taifeyi beyan içinde, o taifelerin reislerine اَلنَّبِيِّينَ ile Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'a, وَالصِّدِّيقِينَ ile Ebu Bekir-i Sýddýk Radýyallahü Anh'a, وَالشُّهَدَاءِ ile Ömer ve Osman ve Ali Radýyallahü Anhüm'e iþaret edip; Peygamber'den (A.S.M.) sonra Sýddýk (R.A.), sonra Ömer (R.A.), Osman (R.A.), Ali (R.A.) üçü hem þehid, hem halife olacaklar diye gaybî ihbarla bir lem'a-i i'caz gösterir.

 

Sâniyen: Nev'-i beþerin en yüksek, en müstakim, en sadýk bu dört taifesi; Âdem (A.S.) zamanýndan beri hadsiz hüccetler, mu'cizeler, kerametler, deliller, keþfiyatlar ile bütün kuvvetleriyle da-

 

 

 

sh: » (Þ: 492)

 

va edip ve beþerin ekseri onlarý tasdik ettikleri hakikat-ý tevhid, elbette güneþ gibi kat'îdir. Bu hadsiz meþahir-i insaniye, yüzbinler mu'cizelerle ve hadsiz hüccetlerle doðruluklarýný ve hakkaniyetlerini gösterip tevhid ve vücub-u vücud ve vahdet-i Hâlýk gibi müsbet mes'elelerde ittifaklarý ve icma'larý öyle bir hüccettir ki; hiçbir þübheyi býrakmaz. Acaba kâinatýn ehemmiyetli netice-i hilkatý ve zeminin halifesi ve zîhayatlarýn istidadca en cem'iyetli ve yükseði olan nev'-i beþerin en müstakimleri, en sâdýk ve musaddak mürþidleri ve kemalâtta reisleri olan mezkûr o dört taifenin icma' ve ittifakla îman edip haber verdikleri ve kâinatý bütün mevcudatýyla delil gösterip hakkalyakîn, aynelyakîn, ilmelyakîn itikad ettikleri ve sarsýlmaz kanaat getirdikleri bir hakikatý tanýmayan ve inkâr eden, hadsiz bir cinayet ve nihayetsiz bir azaba müstehak olmaz mý?

 

Sekizinci Kelime: غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلاَ الضَّالِّينَ dir. Bundaki hüccete kýsa bir iþarettir:

 

Evet tarih-i beþer ve kütüb-ü mukaddese, tevatürlere ve küllî ve kat'î hâdisat ve malûmat ve müþahedat-ý beþeriyeye istinaden bil'ittifak, sarih ve kat'î bir surette haber veriyorlar ki: Sýrat-ý müstakim ehli olan Peygamberlere (Aleyhimüsselâm) binler vakýatta istimdadlarýna hârika bir tarzda gaybî imdad gelmesi ve onlarýn istedikleri aynen verilmesi ve düþmanlarý olan münkirlere yüzer hâdisatta ayný zamanda gadab gelmesi ve semavî musibet baþlarýna inmesi kat'î þeksiz gösterir ki; bu kâinatýn ve içindeki nev'-i beþerin Hakîm ve Âdil ve Muhsin ve Kerim ve Aziz ve Kahhar bir Mutasarrýfý, bir Rabbi var ki; Nuh ve Ýbrahim, Mûsa ve Hud ve Sâlih gibi (Aleyhimüsselâm) çok nebilere pek hârika bir surette tarihî ve geniþ hâdiselerle muzafferiyet ve necatlarý vermiþ ve Semud ve Âd ve Firavun kavimleri gibi çok zalimlere ve münkirlere dahi, peygamberlere isyanlarýna mukabil dünyada dahi bir ceza olarak, baþlarýna dehþetli semavî musibetler indirmiþ.

 

Evet Âdem (A.S.) zamanýndan beri, beþeriyette iki cereyan-ý azîm birbiriyle çarpýþarak gelmiþ. Biri, istikamet yolunu takib ile nimet ve saadet-i dâreyne mazhar olan ehl-i nübüvvet ve salahat ve îman; kâinatýn hakikî güzelliðine ve intizam ve kemaline mutabýk olarak istikamette hareket ettiklerinden, hem kâinat sahibinin lütuflarýna, hem iki cihanýn saadetine mazhar olup beþeri, melekler derecelerine, belki fevkine terakki ettirmeðe vesile olarak

 

 

 

sh: » (Þ: 493)

 

dünyada îman hakikatlarýyla manevî bir cennet, âhirette bir saadet kazanýp ve kazandýrmýþlar.

 

Ýkinci cereyan, istikameti býrakýp ifrat ve tefritle aklý bir vesile-i azab ve elemler toplayýcý bir âlete çevirmesinden, insaniyeti en bedbaht bir hayvaniyetten aþaðý düþürüp dünyada zulümlerine mukabil gadab-ý Ýlahî ve musibet tokatlarýný yemekle beraber, dalaleti cihetinden, akýl alâkadarlýðýyla kâinatý bir hüzüngâh ve matemhane-i umumiye ve zevalde yuvarlanan zîhayatlar için bir mezbaha, selhhane ve gayet çirkin ve karýþýk görüp ruhu, vicdaný dünyada bir manevî cehennemde olup, âhirette daimî bir azab çekmeðe kendini müstehak eder.

 

Ýþte Fatiha-i Þerife'nin âhirinde

 

اَلَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلاَ الضَّالِّينَ âyeti, bu iki cereyan-ý azîmi ders veriyor. Ve Risâle-i Nur'daki bütün müvazenelerin menbaý ve esasý ve üstadý, bu âyettir. Madem yüzer müvazenelerle Nurlar, bu âyeti tefsir etmiþler; biz dahi izahýný ona havale ederek, bu kýsa iþaretle iktifa ederiz.

 

Dokuzuncu Kelime: آمِينَ dir. Buna kýsacýk bir iþaret:

 

Madem نَعْبُدُ نَسْتَعِينُ deki "nun" üç cemaat-ý azîmeyi, bilhassa

 

âlem-i Ýslâm câmiindeki muvahhidîn cemaatini, hususan o vakit namazda bulunan milyonlar cemaatini bize gösterip bizi içlerinde bulunduruyor ve dualarýna ve söylediðimizi aynen söylemeleriyle tasdiklerine ve bir nevi þefaatlerine hissedar olmamýza yol açýyor; biz dahi bu "Âmîn" kelimesiyle, o cemaat-ý muvahhidîn ve musallînin dualarýna yardým ve davalarýna tasdik ve þefaatlerinin ve istianelerinin makbuliyetine o "Âmîn" ile bir rica etmemizle, bizim cüz'î ubudiyet ve dua ve davamýzý küllî, geniþ bir ubudiyete çevirip, küllî, umumî rububiyete mukabele ettirir. Demek uhuvvet-i îmaniye ve vahdet-i Ýslâmiye sýrrýyla, her namaz vaktinde âlem-i Ýslâm mescidinde milyonlarla efradý bulunan

 

 

 

sh: » (Þ: 494)

 

bir cemaatin rabýta-i vahdet itibariyle ve manevî radyolar vasýtasýyla Fatiha'daki "Âmîn" külliyet kesbeder, milyonlarla "Âmîn"ler hükmüne geçebilir.

 

اَلْحَمْدُ لِلّهِ رَبِّ اْلعَالَمِينَ

 

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

 

* * *

 

 

 

sh: » (Þ: 495)

 

بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

 

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

 

[Üçüncü Medrese-i Yusufiye'nin tek bir dersinin Üçüncü Kýsmý]

 

MUKADDÝME

 

Namazdaki Fatiha'nýn manevî emriyle اَشْهَدُ اَنْ لا الهَ الاَّ اللَّهfeyziyle Ýkinci Kýsým yazýldýðý gibi; namazdaki teþehhüdde dahi وَ اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدا الرَّسُولُ اللَّه cümlesinin diliyle, manevî ihtarýyla ve Sûre-i Feth'in âhirinde

 

هُوَ الَّذِى اَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدَى وَدِينِ اْلحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدِّينِ كُلِّهِ وَ كَفَى بِاللّهِ شَهِيدًا*

 

مُحَمّدٌ رَسُولُ اللّهِ وَالّذِينَ مَعَهُ اَشِدّاءُ عَلَى الْكُفّارِ رُحَمَاءُ بَيْنَهُمْ

 

beþ mu'cize-i gaybiyeyi gösteren büyük âyetin nuruyla üçüncü kýsmýný yazmaya -þimdi beyanýna iznim olmayan üç sebeb için- mecbur oldum. Tafsilâtýný, izahatýný, senedli hüccetlerini Risalet-i Muhammediyeye dair Zülfikar Mu'cizat-ý Ahmediye ve Arabî Hizb-i Nurî'ye havale edip yalnýz gayet muhtasar, kýsacýk üç iþaret ile Arabî Hizb-i Nurî'nin hülâsasýnýn bir hülâsasý ve tesbihatta tekrar ettiðim kelime-i tevhid ile daimî virdim ve tefekkür-ü Arabî olarak burada yazýlan risaleciðinin

 

sh: » (Þ:496)

 

مُحَمَّدا الرَّسُولُ الله þehadetine dair parçanýn bir nevi tercümesi, Ýkinci ve Üçüncü Ýþaret'te yazýlacak.

 

BÝRÝNCÝ ÝÞARET: Bu kâinat sahibinin tezahür-ü rububiyetine ve sermedî uluhiyetine ve nihayetsiz ihsanatýna küllî bir ubudiyet ve tanýttýrmakla mukabele eden Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, bu kâinatta güneþ lüzumu gibi elzemdir ki; nev'-i beþerin üstad-ý ekberi ve büyük peygamberi ve Fahr-i Âlem ve لَوْلاَكَ لَوْلاَكَ لَمَا خَلَقْتُ اْلاَفْلاَكَ hitabýna mazhar ve hakikat-ý Muhammediye (A.S.M.) hem sebeb-i hilkat-i âlem, hem neticesi ve en mükemmel meyvesi olduðu gibi, bu kâinatýn hakikî kemalâtý ve sermedî Cemil-i Zülcelal'in bâki âyineleri ve sýfatlarýnýn cilveleri ve hikmetli ef'alinin vazifedar eserleri ve çok manidar mektublarý olmasý ve bâki bir âlemi taþýmasý ve bütün zîþuurlarýn müþtak olduklarý bir dâr-ý saadet ve âhireti netice vermesi gibi hakikatlarý, hakikat-ý Muhammediye (A.S.M.) ve Risalet-i Ahmediye (A.S.M.) ile tahakkuk ettiðinden, nasýl bu kâinat onun risaletine gayet kuvvetli ve kat'î þehadet eder; öyle de: Baþta âlem-i Ýslâm, bütün beþer ve bütün zîþuur; Cehennem'den daha acý ve korkunç olan ademden, hiçlikten, idam-ý ebedîden, fena-i mutlaktan kurtulmak için daimî aþk ve þevkle her zamanda ve câmi' mahiyetinin bütün kuvvetleriyle, bütün istidadat lisanlarý ile, bütün dualar ve ibadetler ve ricalarýnýn dilleriyle istedikleri hayat-ý bâkiyeyi kuvvetli ve kat'î beþaret veren risalet-i Ahmediye (A.S.M.) ve hakikat-ý Muhammediyeye (A.S.M.) þehadet edip nev'-i beþerin medar-ý iftiharý ve eþref-i mahlukat olduðuna imza bastýðý gibi.. her zamanda üçyüzelli milyon ehl-i îmanýn اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِ sýrrýnca, her gün iþledikleri bütün hasenatlar ve hayýrlarýn bir misli Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn defter-i hasenatýna girmesi ve o tek þahsiyet-i Muhammediye (A.S.M.), yüzer milyon, belki milyarlar âbid-i muhsin kadar küllî bir ubudiyete ve füyuzata mazhar bir makam kazanmasý, o zâtýn (A.S.M.) risaletine pek kuvvetli þehadet edip imza basar.

 

ÝKÝNCÝ ÝÞARET: Benim virdimde her vakit tefekkürle baktýðým yirmiden ziyade þehadetlere iþaret eden

 

 

 

sh: » (Þ: 497)

 

مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّهِ صَادِقُ الْوَعْدِ اْلاَمِينِ بِشَهَادَةِ ظُهُورِهِ دَفْعَةً مَعَ اُمِّيَّتِهِ بِاَكْمَلِ دِينٍ وَ اِسْلاَمِيَّةٍ وَ شَرِيعَةٍ وَ بِاَقْوَى اِيمَانٍ وَ اِعْتِقَادٍ وَ عِبَادَةٍ وَ بِاَعْلَى دَعْوَةٍ وَ مُنَاجَاةٍ وَ دَعَوَاتٍ وَ بِاعَمِّ تَبْلِيغٍ وَ اَتَمِّ مَتَانَةٍ خَارِقَاتٍ مُثْمِرَاتٍ لاَ مِثْلَ لَهَا

 

Kýsa bir nevi tercümesi ve meali: Yani Muhammed'in (A.S.M.) risaletine þehadet eden:

 

Birincisi: Onbir hâlâtýndan çýkan bir hüccet-i risalettir. Evet, okumak ve yazmak öðrenmediði ve ümmî olduðu halde; ondört asrýn ukalâsýný, feylesoflarýný hayrette býrakan ve edyan-ý semaviyede birinciliði kazanan bir din ile birden, tecrübesiz ve def'aten meydana çýkmasý emsal kabul etmez bir halet olduðu gibi; sözlerinden, fiillerinden, hallerinden çýkan Ýslâmiyet her zamanda üçyüzelli milyon insanýn ruhlarýna, nefislerine, akýllarýna terbiyekârane ders vermesi ve manevî terakkiyata sevketmesi, emsalsiz bir halettir. Hem öyle bir þeriatla meydana gelmiþ ki; âdilane kanunlarýyla nev'-i beþerin beþten birisini ondört asýrda maddî ve manevî terakki içinde idare etmesi misilsiz bir halet olduðu gibi, o zât (A.S.M.) öyle bir îman ve itikadla meydana çýktý ki; bütün ehl-i hakikat her zaman onun mertebe-i îmanýndan feyz almalarýyla beraber en yüksek ve en kuvvetli bir derecededir diye müttefikan tasdikleri ve o zamanda hadsiz muarýzlarýnýn ona muhalefeti zerre kadar bir telaþ, bir vesvese, bir þübhe vermemesi gösteriyor ki, kuvvet-i îmaniyede dahi onun emsali yok ve o küllî yüksek îmaný misilsizdir. Hem öyle bir ubudiyet ve ibadet gösterdi ki; ibtida ve intihayý birleþtirip hiç kimseyi taklid etmeyerek, ibadetin en ince esrarýný görüp müraat ederek en daðdaðalý zamanlarda dahi tam tamýna ubudiyeti yapmasý emsalsiz bir halet olmasý gibi, Hâlýkýna karþý öyle daavat ve münacat ve ricalar yapmýþ ki, bu zamana kadar telahuk-u efkârla beraber o mertebeye yetiþilmemiþ. Meselâ: Cevþen-ül Kebir münacatýnda binbir esma-i Ýlahiyeyi þefaatçi ederek Hâlýkýný öyle bir tarzda tavsif ve tarif eder ki, emsali yok. Ve marifetullahta kimse ona yetiþememesi, misilsiz bir halettir. Hem öyle bir metanetle insanlarý dine davet ve öyle bir

 

 

 

sh: » (Þ:498)

 

cür'etle risaletini teblið etmiþ ki; kavmi ve amcasý ve dünyanýn büyük devletleri ve eski dinlerin etbalarý ona muarýz ve düþman olduklarý halde, zerre kadar korkmayarak, çekinmeyerek umumuna meydan okumasý ve baþa da çýkarmasý, emsalsiz bir halettir.

 

Ýþte onun sýdkýna ve nübüvvetine bu hârika, emsalsiz sekiz haletin mecmuu gayet kuvvetli bir þehadettir. Ve bu haletler, o zâtýn (A.S.M.) nihayet derecede ciddiyetine ve itminanýna ve kemal-i sýdkýna ve hakkaniyetine kat'î kanaatý var olduðunu gösteriyor. Âlem-i Ýslâm her günde, her teþehhüdde milyonlar lisanla اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ اَيُّهَا النَّبِىُّ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ der. Ve onun memuriyetine teslimiyetini ve getirdiði saadet-i ebediye beþaretini tasdik ettiðini ve beþeriyetin derin bir aþkla ve fýtrî ve istidadî pek kuvvetli bir iþtiyakla aradýðý hayat-ý bâkiyeye saðlam bir yol açtýðýna karþý âlem-i Ýslâm minnetdarane, müteþekkirane اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ اَيُّهَا النَّبِىُّ ile bir manevî ziyaret ve görüþmek ve üçyüzelli milyon, belki milyarlar namýna onu tebrik eder.

 

 

 

Yirmi küllî þehadetlerden ve çok þehadetleri ihtiva eden Ýkinci Þehadet:

 

وَ بِشَهَادَةِ جَمِيعِ حَقَائِقِ اْلاِيمَانِ عَلَى تَصْدِيقِهِ

 

Yani: Ýmanýn altý rükünlerinin hakikatlarý ve tahakkuklarý ve hakkaniyetleri, Muhammed'in (A.S.M.) risaletine ve hakkaniyetine kat'î þehadet eder. Çünki onun risalet hayatýnýn þahsiyet-i maneviyesi ve bütün davalarýnýn esasý ve mahiyet-i nübüvveti, o altý rükündür. Öyle ise; o rükünlerin tahakkuklarýna delalet eden bütün deliller, Muhammed'in (A.S.M.) risaletinin hak olduðuna ve onun sadýkýyetine dahi delalet ederler. Hem âhiretin tahakkukuna sair rükünlerinin delaletini Meyve Risalesi ve Onuncu Söz'ün zeyilleri beyan ettikleri gibi; öyle de herbir rükün hüccetleriyle beraber onun risaletine bir hüccettir.

 

 

 

sh: » (Þ:499)

 

Binler þehadetleri ihtiva eden Üçüncü Küllî Þehadet:

 

وَ بِشَهَادَةِ ذَاتِهِ عَلَيْهِ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ بِآلاَفِ مُعْجِزَاتِهِ وَ كَمَالاَتِهِ وَ عُلُوِّ اَخْلاَقِهِ

 

 

 

Yani: O Zât (A.S.M.) Güneþ gibi kendi kendine delildir. Binler mu'cizat ve kemalât ve yüksek, güzel ahlâkýyla risaletine ve sâdýkýyetine pek kuvvetli þehadet eder. Evet Mu'cizat-ý Ahmediye (A.S.M.) risâle-i hârikada üçyüzden ziyade nakl-i sahih ile isbat ettiði gibi; o zâtýn (A.S.M.) وَ انْشَقَّ الْقَمَرُ ve وَمَا رَمَيْتَ اِذْ رَمَيْتَ وَلكِنَّ اللّهَ رَمَى âyetlerinin sarahatýyla, avucunun bir parmaðýyla Kamer iki parça olmasý ve nakl-i sahih ve tevatürle, ayný elin beþ parmaðýndan beþ çeþme su akmasý ve susuz kalan bütün ordusu o sudan içmesi ve þahid olmasý ve bu acib hârika iki defa baþka yerde de vuku bulmasý ve ayný avuç ile bir parça topraðý, hücum eden düþman ordusuna atarak, her birisinin gözüne bir avuç toprak girmesiyle hücumda iken kaçmalarý ve ayný avuçta küçük taþlar insanlar gibi tesbih edip Sübhanallah demeleri gibi nakl-i sahih ile ve bir kýsmý tevatürle tarihlerde kat'iyen vukua gelen yüzer ve ehl-i tahkikin yanýnda bine kadar mu'cizat, elinde zuhuru ve dost ve düþmanlarýn ittifakýyla onda güzel hasletlerin ve ahlâk-ý hasenenin en yüksek derecesinde (Haþiye) bulunmasý ve arkasýnda tebaiyetle sülûk edip kemalâta eriþen ve hakikata aynelyakîn yetiþen bütün ehl-i tahkik, ittifakla kemalât-ý Muhammediye (A.S.M.) en yüksek derecede bulunduðuna hakkalyakîn tasdikleri ve onun dininden gelen âlem-i Ýslâm'ýn füyuzatý ve koca Ýslâmiyet'in hakikatlarý onun hârika kemalâtýna delalet eder. Elbette o zât (A.S.M.), bizzât kendi risaletine gayet parlak ve küllî, geniþ þehadet eder demektir.

 

(Haþiye): Hattâ þecaat kahramaný Hazret-i Ali (R.A.) diyor: "Harbde biz korktuðumuz zaman, Peygamber'in (A.S.M.) arkasýna saklanýr, tahassun ederdik." Þecaat gibi her haslette faik olduðunu, o zaman düþmanlarý dahi tasdik ettiklerini tarihler naklediyorlar.

 

 

 

sh: » (Þ:500)

 

Pekçok kuvvetli þehadetleri ihtiva eden Dördüncü Þehadet:

 

وَ بِشَهَادَةِ الْقُرْآنِ بِمَا لاَ يُحَدُّ مِنْ حَقَائِقِهِ وَ بَرَاهِنِهِ

 

Yani: Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan, hadsiz hakikatlar ve hüccetleriyle risaletine, sâdýkýyetine þehadet eder. Evet kýrk vecihle mu'cize olduðu Zülfikar Mecmuasý'nda isbat edilen ve ondört asrý nurlandýran ve nev'-i beþerin beþten birisini tebeddül etmeyen kanunlarýyla idare eden ve o zamandan þimdiye kadar bütün muarýzlara meydan okuyup hiç kimse hattâ bir suresinin mislini getirmeðe cesaret etmeyen ve Âyet-ül Kübra'da isbat edildiði gibi altý ciheti nuranî, þübheler giremeyen ve altý makam-ý kübra hakkaniyetine imza basan ve sarsýlmaz altý hakikatlara dayanan ve her zamanda yüzer milyon lisanlarla þevk ve hürmetle okunan ve her dakikada milyonlar hâfýzlarýn kalblerinde kudsiyetle yazýlan ve âlem-i Ýslâm'ýn bütün þehadetleri ve îmanlarý onun þehadetinden tereþþuh eden ve bütün ulûm-u îmaniye ve Ýslâmiye onun menbaýndan akan ve o eski semavî kitablarý tasdik ettiði gibi, bütün kütüb ve suhuf-u semaviyenin manevî tasdiklerine mazhar bulunan Kur'an-ý Azîmüþþan, bütün hakikatleriyle ve hakkaniyetini isbat eden bütün hüccetleriyle, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn sýdkýna ve risaletine þehadet eder demektir.

 

Beþinci, Altýncý, Yedinci, Sekizinci Küllî Þehadetler:

 

وَ بِشَهَادَةِ الْجَوْشَنِ بِقُدْسِيَّةِ اِشَارَاتِهِ وَ رَسَائِلِ النُّورِ بِقُوَّةِ دَلاَئِلِهِ وَ الْمَاضِى بِتَوَاتُرِ اِرْهَاصَاتِهِ وَ اْلاِسْتِقْبَالِ بِتَصْدِيقِ آلاَفِ حَادِثَاتِهِ

 

Yani: Binbir esma-i Ýlahiyeye sarihan ve iþareten bakan ve bir cihette Kur'andan çýkan bir hârika münacat olan ve marifetullahta terakki eden bütün âriflerin münacatlarýnýn fevkinde bulunan ve bir gazvede "Zýrhý çýkar, onun yerine bu Cevþen'i oku" diye Cebrail vahiy getiren "Cevþen-ül Kebir" münacatý içindeki hakikatlar ve tam tamýna Rabbine karþý tavsifler, Muhammed'in (A.S.M.) risaletine ve hakkaniyetine þehadet ettiði gibi; Kur'andan tereþþuh eden ve bir cihette Cevþen'den feyiz alan ve tevellüd eden Resa-

 

 

 

sh: » (Þ:501)

 

il-in Nuriye, yüzotuz parçasýyla risalet-i Muhammediyeye (A.S.M.) birtek hüccet olarak risaletinin bütün hakikatlarýný aklen ve mantýken isbatýyla, hattâ felsefenin nazarýnda akýldan pek uzak mes'elelerini göz önünde gibi gayet kolay ve makul bir tarzda ders vermesiyle Muhammed'in (A.S.M.) sadýkýyetine ve risaletine küllî bir surette þehadet eder.

 

Hem zaman-ý mazi dahi risaletine bir küllî þahiddir ki; irhasat denilen nübüvvetten evvel zuhur eden ve gelecek peygamberin mu'cizatý sayýlan hârikalar, tarihlerde ve siyer kitablarýnda kat'î tevatür tarzýnda nakledilen pekçok vakýalar, gayet saðlam bir surette risaletine þehadet eder ve çok nevileri var. Bir kýsmý, gelecek þehadetlerde beyan edilecek; bir kýsmý da Zülfikar'da ve tarih kitablarýnda sahih bir surette nakledilmiþ. Meselâ: Viladet-i Peygamberiyeye (A.S.M.) yakýn bir vakitte Kâ'be'yi tahrib etmeðe gelen Ebrehe askerinin baþlarýna Ebabil kuþlarýnýn elleriyle taþlarýn yaðmasý ve viladet gecesinde Kâ'be'deki sanemlerin baþ aþaðý düþmesi ve Kisra-yý Fars sarayýnýn harab olmasý ve ateþperest Mecusîlerin bin seneden beri yanmasý devam eden ateþi o gece sönmesi ve Buhayra-yý Rahib ve Halime-i Sa'diye'nin kat'î ihbarlarýyla, bulutlar baþýna gölge etmesi gibi çok hâdiseler, nübüvvetinden evvel nübüvvetini haber vermiþler.

 

Hem istikbal, yani vefatýndan sonra onun haber verdiði hâdiseler pekçoktur ve çok nevileri var. Birisi, Âl-i Beytine ve ashabýna ve fütuhat-ý Ýslâmiyeye ait ihbarat-ý gaybiyesidir ki, Zülfikar'da Mu'cizat-ý Ahmediye kýsmýnda nakl-i sahih ile seksen vakýanýn aynen haber verdiði gibi çýkmasý, meselâ Hz. Osman (R.A.) mushaf okurken, Hz. Hüseyin (R.A.) Kerbelâ'da þehid edilmeleri ve Þam ve Ýran ve Ýstanbul'un fetihleri ve Abbasî Devleti'nin zuhuru ve Cengiz ve Hülâgu onu maðlub ve mahvetmesi gibi seksen ihbar-ý gaybî mu'cizatý nakl-i sahih ile ve tarih ve siyer kitablarýna istinaden tafsilen yazmasý gibi, ihbar-ý gaybînin sair nevileriyle ve Muhammed'in (A.S.M.) hakkaniyetine delalet eden pekçok vakýat-ý istikbaliye ile zaman-ý istikbal dahi kuvvetli ve küllî bir surette risalet-i Muhammediyeye (A.S.M.) ve sadýkýyetine þehadet eder demektir.

 

 

 

sh: » (Þ:502)

 

Dokuzuncu, Onuncu, Onbirinci, Onikinci Þehadetlere iþaret eden:

 

وَ بِشَهَادَةِ اْلآلِ بِقُوَّةِ يَقِنِيَّاتِهِمْ فِى تَصْدِيقِهِ بِدَرَجَةِ حَقِّ الْيَقِينِ وَ اْلاَصْحَابِ بِكَمَالِ اِيمَانِهِمْ فِى تَصْدِيقِهِ بِدَرَجَةِ عَيْنِ الْيَقِينِ وَ اْلاَصْفِيَاءِ بِقُوَّةِ تَحْقِيقَاتِهِمْ فِى تَصْدِيقِهِ بِدَرَجَةِ عِلْمِ الْيَقِينِ وَ اْلاَقْطَابِ بِتَطَابُقِهِمْ عَلَى رِسَالَتِهِ بِالْكَشْفِ وَ الْمُشَاهَدَاتِ بِالْيَقِينِ

 

Yani: Muhammed'in (A.S.M.) sâdýkýyetine ve hakkaniyetine küllî þehadetlerden,

 

Dokuzuncusu: عُلَمَاءُ اُمَّتِى كَاَنْبِيَاءِ بَنِى اِسْرَائِيلَ sýrrýna mazhar ve salavatlarda âl-i Ýbrahim Aleyhisselâm'a mukabil olan âl-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn içindeki büyük evliya (R.A.) ve Ali (R.A.) ve Hasan (R.A.) ve Hüseyin (R.A.) ve ehl-i beytin oniki imamý ve Gavs-ý Azam (K.S.) ve Ahmed-i Rüfaî (K.S.), Ahmed-i Bedevî (K.S.), Ýbrahim-i Desukî (K.S.), Ebu-l Hasan-ý Þazelî (K.S.) gibi aktablar ve imamlar ittifakla, hakkalyakîn bir itikadla ve keþfiyat ve müþahedatla ve ümmette gösterdikleri hârika irþadat ve kerametlerle, risalet ve hakkaniyet ve sâdýkýyet-i Muhammediyeye (A.S.M.) îmanlarý ve þehadetleri ile imza basýyorlar.

 

Onuncusu: Enbiyadan sonra en muhterem ve yüksek taife ve ümmî ve bedevî olduklarý halde az bir zamanda nur-u Muhammedî (A.S.M.) ile þarktan garba kadar âdilane idare edip, cihangir devletleri maðlub ederek müterakki, fenli, medenî, siyasî milletlere üstad, muallim, diplomat, hâkim-i âdil olarak o asrý bir asr-ý saadet hükmüne getiren sahabeler; Muhammed'in (A.S.M.) her halini tedkik ve taharriden sonra gözleriyle gördükleri çok mu'cizatýn kuvvetiyle eski düþmanlýklarýný ve ecdadlarýnýn mesleklerini ve çoklarý -Hâlid Ýbn-i Velid ve Ýkrime Ýbn-i Ebu Cehil gibi- pederlerinin tarafdarlýklarýný, kavim ve kabilelerini tamamýyla býrakýp bütün ruh u canlarýyla, gayet fedakârane bir surette Ýslâmiyete girerek

 

sh: » (Þ:503)

 

aynelyakîn derecesinde Muhammed'in (A.S.M.) sâdýkýyetine ve risaletine îmanlarý; sarsýlmaz, küllî bir þehadettir.

 

Onbirincisi: Asfiya ve sýddýkîn denilen müçtehidler, imamlar, allâmeler; Ýbn-i Sina, Ýbn-i Rüþd gibi dâhî feylesoflar misillü binler ehl-i tahkik, aklî ve mantýkî bir tarzda, her biri ayrý bir meslekte, þübhesiz binler hüccetlere ve kat'î bürhanlara istinaden, ilmelyakîn derecesinde Muhammed'in (A.S.M.) risaletine ve hakkaniyetine îmanlarý, öyle küllî bir þehadettir ki; onlarýn umumu kadar bir zekâsý bulunmayan karþýlarýna çýkamaz.

 

Ýþte o hadsiz þahidlerden birisi, bu zamanda Risâle-i Nur'dur ki; münkirler ona karþý hiçbir çare bulamadýklarýndan, zabýta ve adliyeyi aldatýp mahkeme eliyle susturmasýna çalýþýyorlar.

 

Onikincisi: Âlem-i Ýslâmda herbiri ümmetin ehemmiyetli bir kýsmýný daire-i dersine alýp hârika irþad ve kerametlerle manevî terakki ettiren ve hüccetler yerinde müþahedata, keþfiyata dayanan ve aktab denilen en derin ehl-i tahkik ve hakikat, ruhanî terakkilerinde Muhammed'in (A.S.M.) risaletini ve sadýkýyetini ve en yüksek mertebe-i hakkaniyette bulunduðunu keþfen ve þuhuden görüp müttefikan ve mütetabýkan nübüvvetine þehadetleri öyle bir imzadýr ki; onlarýn umumu kadar bir yüksek mertebe-i kemalâtý kazanmayan o imzayý bozamaz.

 

Onüçüncü Þehadet: Dört küllî ve çok geniþ ve kat'î hüccetlerden ibarettir:

 

وَ بِشَهَادَةِ اْلاَزْمِنَةِ الْمَاضِيَّةِ بِتَوَاتُرِ بَشَارَاتِ الْكَوَاهِنِ وَ الْهَوَاتِفِ وَ الْعُرَفَاءِ فِى اْلاَدْوَارِ السَّالِفِينَ وَ بِمُشَاهَدَةِ بَشَارَاتِ الرُّسُلِ وَ اْلاَنْبِيَاءِ وَ بِشَهَادَتِهِمْ وَ بَشَارَتِهِمْ عَلَيْهِمُ السَّلاَمُ بِرِسَالَةِ مُحَمَّدٍ عَلَيْهِ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ فِى الْكُتُبِ الْمُقَدَّسَةِ

 

Bu fýkranýn kýsaca bir meali burada beyan edilecek ve izahatý ve senedleri Zülfikar'ýn Mu'cizat-ý Ahmediye kýsmýnýn âhirinde mükemmel var.

 

sh: » (Þ:504)

 

Yani: Geçmiþ zamanlarda nev'-i beþerin meþahir ve namdarlarýndan baþta enbiya olarak ârifler, kâhinler, hâtifler müttefikan Muhammed'in (A.S.M.) risaletine ve geleceðine irhasat nev'inden gayet sarih ve mükerrer haber verdiklerini nakl-i sahih ve bir kýsmýný tevatürle tarih ve siyer ve hadîs kitablarýnda kayýd ve kabul edilmesine ve Mu'cizat-ý Ahmediye Risalesinde o binler ihbaratýn en kuvvetli ve kat'î kýsmýný tafsilen beyanýna binaen ona havale edip gayet kýsa bir iþaretle deriz ki: Enbiyalar, mukaddes semavî kitablarda Muhammed'in (A.S.M.) nübüvvetine dair Tevrat, Ýncil, Zebur'un yüzer âyetlerinde sarahata yakýn kýsmýndan yirmi âyetleri Ondokuzuncu Mektub'da yazýlmýþ. Hýristiyan ve Yahudiler tarafýndan çok tahrifatýyla beraber, yine nübüvvet-i Ahmediyeyi haber veren yüz âyeti Hüseyn-i Cisrî kitabýnda yazmýþ. Kâhinler ise, baþta meþhur Þýkk ve Satih olarak, ruhanî ve cin vasýtasýyla gaibden haber veren ve þimdi medyum denilen tevatür bir nakl-i sahih ile Peygamber'in(A.S.M) geleceðine ve Fars Devleti'ni kaldýracaðýna sarih bir surette haber verdikleri ve þübhe kaldýrmaz bir tarzda yakýnda bir Peygamber Hicaz'da zuhurunu mükerrer söyledikleri gibi; ârif-i billah kýsmýndan Peygamber'in (A.S.M.)cedlerinden Kâ'b Ýbn-i Lüeyy ve Yemen ve Habeþ padiþahlarýndan Seyf Ýbn-i Zîyezen ve Tübba' gibi çok ârifler, o zaman evliyalarý pek sarih bir surette Muhammed'in (A.S.M.) risaletinden haber verip þiirlerle ilân etmiþler. Ondokuzuncu Mektub'da, ehemmiyetli ve kat'î bir kýsmý yazýlmýþ. Hattâ o padiþahlardan birisi demiþ: "Ben, Muhammed'e (A.S.M.) hizmetkâr olmasýný bu saltanata tercih ederim." Birisi de demiþ: "Ah ben ona yetiþse idim, onun ammizadesi olurdum." Yani: Hazret-i Ali gibi fedai bir hizmetkârý ve veziri olurdum. Her ne ise, -tarih ve siyer kitablarý bu haberleri tamamen neþr ile- bu ârifler, risalet-i Muhammediyeye (A.S.M.) kuvvetli ve küllî bir þehadetle sâdýkýyetine imza basýyorlar.

 

Hem o ârifler ve kâhinler gibi risalet-i Muhammediyeyi (A.S.M.) gaybî haber veren ve sözleri iþitilen ve þahýslarý görünmeyen hâtif denilen ruhanîler, pek sarih bir surette Muhammed'in (A.S.M.) nübüvvetinden haber verdikleri gibi; çok muhbirler, hattâ saneme kesilen kurbanlar ve sanemler ve mezar taþlarý nübüvvetinden haber vermeleriyle onun risaletine ve hakkaniyetine imza basýp tarih lisanýyla þehadet etmiþler.

 

Ondördüncü Þehadet: Kâinatýn kuvvetli þehadetine iþaret eden bu Arabî fýkra:

 

sh: » (Þ: 505)

 

وَ بِشَهَادَةِ الْكَائِنَاتِ بِغَايَاتِهَا وَ بِالْمَقَاصِدِ اْلاِلهِيَّةِ فِيهَا عَلَى الرِّسَالَةِ الْمُحَمَّدِيَّةِ الْجَامِعَةِ بِسَبَبِ تَوَقُّفِ حُصُولِ غَايَاتِ الْكَائِنَاتِ وَ الْمَقَاصِدِ اْلاِلهِيَّةِ مِنْهَا وَ تَقَرُّرِ قِيْمَتِهَا وَ وَظَائِفِهَا وَ تَبَارُزِ حُسْنِهَا وَ كَمَالِهَا وَ تَحَقُّقِ حِكَمِ حَقَائِقِهَا عَلَى الرِّسَالَةِ اْلاِنْسَانِيَّةِ لاَسِيَّمَا عَلَى الرِّسَالَةِ الْمُحَمَّدِيَّةِ اِذْ هِىَ المُظْهِرَةُ وَ الْمَدَارُ اْلاَتَمُّ لَهَا وَ لَوْلاَ هَا لَصَارَتْ هذِهِ الْكَائِنَاتُ الْمُكَمَّلَةُ وَ الْكِتَابُ الْكَبِيرُ ذُو الْمَعَانِى السَّرْمَدِيَّةِ هَبَاءً مَنْثُورًا مُتَطَايِرَةَ الْمَعَانِى مُتَسَاقِطَةَ الْكَمَالاَتِ وَ هُوَ مُحَالُ مِنْ وُجُوهٍ وَ جِهَاتٍ

 

Âyet-ül Kübra, bu Arabî fýkranýn mealine dair demiþ: Bu kâinat, nasýlki kendini icad ve idare ve tertib eden ve tasvir ve takdir ve tedbir ile bir saray, bir kitab gibi, bir sergi, bir temaþagâh gibi tasarruf eden sâniine ve kâtibine ve nakkaþýna delalet eder; öyle de: Kâinatýn hilkatindeki makasýd-ý Ýlahiyeyi bilecek, bildirecek ve tahavvülâtýndaki Rabbanî hikmetlerini talim edecek ve vazifedarane harekâtýndaki neticeleri ders verecek ve mahiyetindeki kýymetini ve içindeki mevcudatýn kemalâtýný ilân edecek ve "Nereden geliyorlar? Ve nereye gidecekler? Ve ne için buraya geliyorlar? Ve çok durmuyorlar, gidiyorlar?" diye dehþetli suallere cevab verecek ve o kitab-ý kebirin manalarýný ve âyât-ý tekviniyesinin hikmetlerini tefsir edecek bir yüksek dellâl, bir doðru keþþaf, bir muhakkik üstad, bir sadýk muallim istediði ve iktiza ettiði ve herhalde bulunmasýna delalet ettiði cihetle; elbette bu vazifeleri herkesten ziyade yapan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'

 

sh: » (Þ: 506)

 

ýn hakkaniyetine ve bu kâinat hâlýkýnýn en yüksek ve sadýk bir memuru olduðuna kuvvetli ve küllî þehadet edip اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدا الرَّسُولُ اللَّه der.

 

Evet Muhammed'in (A.S.M.) getirdiði nur ile kâinatýn mahiyeti, kýymeti, kemalâtý ve içindeki mevcudatýn vazifeleri ve neticeleri ve memuriyetleri ve kýymetleri bilinir, tahakkuk eder. Ve kâinat baþtan baþa gayet manidar mektûbat-ý Ýlahiye ve mücessem bir Kur'an-ý Rabbanî ve muhteþem bir meþher-i âsâr-ý Sübhaniye olur. Yoksa adem ve hiçlik ve zeval ve fena karanlýklarýnda yuvarlanan karmakarýþýk vahþetli bir virâne ve dehþetli bir matemhane mahiyetine düþer. Bu hakikata binaen, kâinatýn kemalâtý ve hikmetli tahavvülâtý ve sermedî manalarý, kuvvetli bir tarzda "Neþhedü Enne MuhammederResûlullah" der.

 

Onbeþinci Þehadet: Pekçok kudsî þehadetleri ihtiva eden, bu kâinatta tasarruf ederek zerrattan seyyarata kadar bütün tahavvülât ve harekât ve sekenat ve hayat ve memat gibi bütün tasarrufat emriyle, iradesiyle, kuvvetiyle bulunan Zât-ý Vâcib-ül Vücud'un icraat-ý rububiyeti ve ef'al-i Rahmaniyeti cihetinde risalet-i Muhammediyeye (A.S.M.) mukaddes þehadetine iþaret eden, bu gelen Arabî fýkradýr:

 

وَ بِشَهَادَةِ صَاحِبِ الْكَائِنَاتِ وَ خَلاَّقِهَا وَ مُتَصَرِّفِهَا عَلَى الرِّسَالَةِ الْمُحَمَّدِيَّةِ بِاَفْعَالِ رَحْمَانِيَّتِهِ وَ بِاِجْرَاآتِ رُبُوبِيَّتِهِ كَفِعْلِ الرَّحْمَانِيَّةِ بِاِنْزَالِ الْقُرْآنِ الْمُعْجِزُ الْبَيَانِ عَلَيْهِ وَ بِاِظْهَارِ اَنْوَاعِ الْمُعْجِزَاتِ عَلَى يَدَيْهِ وَ بِتَوْفِيقِهِ وَ حِمَايَتِهِ فِى كُلِّ حَالاَتِهِ وَ بِاِدَامَةِ دِينِهِ بِكُلِّ حَقَائِقِهِ وَ بِاِعْلاَءِ مَقَامِ

 

sh: » (Þ: 507)

 

حُرْمَتِهِ وَ شَرَفِهِ وَ اِكْرَامِهِ عَلَى جَمِيعِ الْمَخْلُوقَاتِ بِالْمُشَاهَدَةِ وَ الْعَياَنِ وَ كَفِعْلِ رُبُوبِيَّتِهِ بِجَعْلِ رِسَالَتِهِ شَمْسًا مَعْنَوِيَّةً لِكَائِنَاتِهِ وَ بِجَعْلِ دِينِهِ فِهْرِسْتَةَ كَمَالاَتِ عِبَادِهِ وَ بِجَعْلِ حَقِيقَتِهِ مِرْآةً جَامِعَةً لِتَجَلِّيَاتِ اُلُوهِيَّتِهِ وَ بِتَوْظِيفِهِ بِوَظَائِفَ ضَرُورِيَّةٍ لاَزِمَةٍ لِوُجُودِ الْمَخْلُوقَاتِ فِى هذِهِ الْكَائِنَاتِ كَلُزُومِ الرَّحْمَةِ وَ الْحِكْمَةِ وَ الْعَدَالَةِ وَ كَضَرُورَةِ لُزُومِ الْغِذَاءِ وَ الْمَاءِ وَ الْهَوَاءِ وَ الضِّيَاءِ

 

Bu pek kat'î ve çok geniþ ve kudsî þehadetin tafsilâtýný Risâle-i Nur'a havale edip gayet kýsacýk bir iþaretle meal-i icmalîsine bakacaðýz:

 

Evet bu kâinatta, gözümüz önünde bu muntazam tasarrufatý içinde adalet ve hikmet ile ve rahmet ve inayet ve himayet ile her zaman iyileri himaye ve fenalarý ve yalancýlarý tokatlamak, rububiyetin bir âdeti olmasýndan, ef'al-i Rahmaniyet muktezasýyla bir Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan'ý Muhammed'in (A.S.M.) eline vermesi ve bine yakýn mu'cizelerin pekçok enva'ýný ona vermesi ve bütün hâlâtýnda ve en tehlikeli vaziyetlerinde þefkatkârane himaye ve hattâ güvercin ve örümcekle muhafaza etmesi ve büyük vazifelerinde onu tam muvaffak etmesi ve dinini bütün hakikatlarýyla idamesi ve Ýslâmiyetini zeminin ve nev'-i beþerin baþýna geçirmesi ve bütün mahlukat üstünde bir makam-ý þeref ve meþahir-i insaniyenin fevkinde daimî bir rütbe-i makbuliyet ve dost ve düþmanýn ittifakýyla en yüksek hasletleri taþýyan bir þahsiyeti vermekle, beþerin beþten birisini ona ümmet etmesi gayet kat'î bir tarzda sâdýkýyetine ve risaletine þehadet ettiði gibi, ef'al-i rububiyet cihetinde dahi görüyoruz ki; bu âlemin mutasarrýfý ve müdebbiri, Muhammed'in (A.S.M.) risaletini bu kâinata bir manevî güneþ yapýp, -Nur Risalelerinde isbat edildiði gibi- onun ile bütün karanlýklarý izale ve nurani hakikatlarýný gösterip ve bütün

 

 

 

sh: » (Þ: 508)

 

zîþuuru, belki kâinatý hayat-ý bâkiye müjdesiyle sevindirdiði gibi; dinini dahi bütün makbul ehl-i ibadetin fihriste-i kemalâtý ve harekât-ý ubudiyette saðlam bir proðram yapmasý gibi Muhammed'in (A.S.M.) þahsiyet-i maneviyesi olan hakikatýný, Kur'anýn ve Cevþen'in delaletiyle tecelliyat-ý uluhiyetine bir âyine-i câmia yapmasý ve sâbýkan iþaret ettiðimiz hakikatlarýn ve ondört asýrda her gün ümmetinin bütün hasenatlarýnýn bir mislini kazanmasýnýn ve hayat-ý içtimaiye ve maneviye ve beþeriyedeki âsârýnýn delaletiyle, nev'-i beþere en yüksek reis ve mukteda ve üstad yapmasý; ve onu büyük ve kudsî vazifelerle beþerin imdadýna gönderip rahmet, hikmet, adalet, gýda, hava, mâ, ziya derecesinde insanlarý onun dinine, þeriatine, Ýslâmiyetteki hakikatlarýna muhtaç (Haþiye) yapmasý ile oniki küllî ve kat'î hüccetlerle risalet-i

 

Muhammediyeye (A.S.M.) kudsî þehadet ettiði halde, acaba hiç mümkün müdür ki; sinek kanadýnýn ve bir çiçeðin tanziminden lâkayd kalmayan bu kâinat sahibinin bu derece küllî ve geniþ þehadetlerine mazhar olan risalet-i Muhammediye (A.S.M.), kâinatýn manevî bir güneþi olmasýn.

 

Ýþte bu onbeþ küllî þehadetler, herbiri pekçok þehadetleri, hattâ "Üçüncü Þehadet" mu'cizat lisanýyla bin þehadeti ihtiva edip öyle bir kat'iyetle ve kuvvetle "Eþhedü Enne MuhammederResûlullah" olan davayý isbat ve tahakkukunu ve kýymetini ve ehemmiyetini ilân etmiþ ki; her gün beþ defa âlem-i Ýslâm, yüzer milyon lisanlar ile teþehhüdde o davayý kâinata ilân ettiði gibi; o davanýn esasý olan hakikat-ý Muhammediye (A.S.M.), kâinatýn çekirdek-i aslîsi, bir sebeb-i hilkati ve en mükemmel meyvesi olduðunu milyarlar ehl-i îman tereddüdsüz tasdik ederek kabul etmiþler. Ve bu kâinatýn sahibi (Celle Celalühü) o þahsiyet-i maneviye-i Muhammediyeyi (A.S.M.) saltanat-ý rububiyetine bir yüksek del-

 

(Haþiye): Ben bu ihtiyarlýðým ve periþaniyetim içinde, Zât-ý Muhammediye'nin (A.S.M.) getirdiði erzak-ý maneviyenin milyondan birisini hissettim. Elimden gelse idi, milyonlar lisanla salavatlarla ona teþekkür edecektim. Þöyle ki:

 

Ben firaktan, zevalden çok inciniyorum. Halbuki sevdiðim dünya ve dünyevîler, müfarakatla beni býrakýp gidiyorlar. Ben de gideceðimi biliyorum. Bu pek elîm ve canhýraþ me'yusiyete karþý, birden saadet-i ebediye ve hayat-ý bâkiye müjdesini Zât-ý Ahmediye'den (A.S.M.) iþitmekle kurtuluyorum ve tam teselli buluyorum. Hattâ teþehhüdde اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ اَيُّهَا النَّبِىُّ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ dediðimde ona hem biat, hem memuriyetine teslim ve itaat, hem vazifesini tebrik, hem bir nevi teþekkür ve saadet-i ebediye müjdesine bir mukabeledir ki; Müslümanlar her gün beþ defa bu selâmý yaparlar.

 

 

 

sh: » (Þ: 509)

 

lâlý ve kâinat týlsýmýnýn ve hilkat muammasýnýn bir doðru keþþafý ve lütf u rahmetinin bir parlak misali ve þefkat ve muhabbetinin bir belîð lisaný ve âlem-i bâkideki hayat-ý daime ve saadet-i ebediyenin en kuvvetli müjdecisi ve elçilerinin en son ve büyüðü bir Resûl eylemiþ.

 

Acaba bu mahiyetteki bir hakikata kanaat etmeyen veya ehemmiyet vermeyen, ne derece hasaret ve hata ve belahet ve cinayet ettiðini kýyas eylesin!..

 

Ýþte namazdaki Fatiha, nasýl Ýkinci Kýsým'da iþaratýyla, teþehhüddeاَشْهَدُ اَنْ لا اِلَهَ اِلاَّ اللَّهtaki hakikat-ý tevhid davasýna kat'î hüccetleri gösterir, hadsiz imzalar basar. Bu Üçüncü Kýsým'da dahi yine teþehhüdde وَاَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا الرَّسُولُ اللَّهِ ta hakikat-ý risalet davasýna kuvvetli þahidleri getirip nihayetsiz tasdik imzalarýný bastýrýr.

 

Yâ Erhamerrâhimîn! Bu Resûl-i Ekrem'in (A.S.M.) hürmetine, bizi onun þefaatine mazhar ve sünnetinin ittibaýna muvaffak ve dâr-ý saadette onun âl ve ashabýna komþu eyle! Âmîn.. âmîn.. âmîn..

 

اَللّهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَيْهِ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ بِعَدَدِ حُرُوفِ الْقُرْآنِ الْمَقْرُوئَةِ وَ الْمَكْتُوبَةِ آمِينَ

 

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

 

* * *

 

 

 

sh: » (Þ: 510)

 

Elhüccetüzzehra'nýn Ýkinci Makamý

 

بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

 

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

 

[Fatiha'nýn âhirinde, ehl-i hidayet ve istikamet ve ehl-i dalalet ve tuðyanýn müvazenesine iþaret eden ve Risâle-i Nur'un bütün müvazenelerinin menbaý olan âyetin bir hakikatýný Sûre-i Nur'dan

 

اَللّهُ نُورُ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكَاةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ َاْلمِصْبَاحُ فِى زُجَاجَةٍ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّىٌّ يُوقَدُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ

 

ilâ âhir âyeti ve arkasýnda اَوْ كَظُلُمَاتٍ فِى بَحْرٍ ُلِجّىٍّ يَغْشَيهُ مَوْجٌ مِنْ فَوْقِهِ مَوْجٌ ilâ âhir âyetiyle beraber pek acib bir tarzda o müvazeneyi mu'cizane ifade ederler.]

 

Birinci âyet-i nur -Birinci Þua'da isbat edilmiþ ki- on iþaretle Risâle-i Nur'a bakýyor, mu'cizane Kur'anýn o tefsirinden gaybî haber veriyor. Ve Risâle-i Nur'a Nur namý verilmesine en birinci sebeb olmasýndan, Yirmidokuzuncu Mektub'un bir kýsmýnda bir seyahat-ý hayaliye temsilinde, bu acib âyetin "Nur" kelimesinde "Nun-u Na'büdü" mu'cizesi gibi bir manevî mu'cizesinin beyanýna binaen, Âyet-ül Kübra Risalesinde dünya seyyahý, Hâlýkýný aramak, bulmak, tanýmak için bütün kâinattan ve enva'-ý mevcudatýndan sorduðu ve otuzüç yol ile ve kat'î bürhanlarla hâlýkýný il-

 

 

 

sh: » (Þ: 511)

 

melyakîn ve aynelyakîn bildiði gibi; o ayný seyyah asýrlarda ve arz ve semavat tabakalarýnda aklýyla, kalbiyle, hayaliyle gezen yorulmaz, tok olmaz, bütün dünyayý bir þehir gibi görüp, teftiþ ederek, kâh Kur'an hikmetine, kâh felsefe hikmetine aklýný bindirip geniþ hayal dürbünüyle en uzak tabakalara bakarak, hakikatlarý vâkide olduðu gibi görmüþ, bizlere Âyet-ül Kübra'da kýsmen haber vermiþ.

 

Ýþte þimdi biz, o ayn-ý hakikat ve bir temsil manasýnda olan seyahat-ý hayaliyesiyle girdiði pekçok âlemler ve tabakalardan nümune için yalnýz üç tabakasýný, Fatiha âhirindeki müvazenenin yalnýz kuvve-i akliye cihetinde bir misalini, gayet muhtasar beyan edeceðiz. Sair meþhudatýný ve müvazenelerini, Risâle-i Nur'un müvazenelerine havale ederiz.

 

Birinci nümune þöyle: O, dünyaya sýrf hâlýkýný tanýmak, bulmak için gelen seyyah, aklýna dedi: "Biz, herþeyden hâlýkýmýzý sorduk, güzel, tam cevab aldýk. Þimdi "Güneþ'i güneþten sormak lâzým" darb-ý meseli gibi, biz dahi hâlýkýmýzý, "Ýlim" ve "Ýrade" ve "Kudret" gibi kudsî sýfatlarýnýn tecellileriyle ve meþhud eserleriyle ve isimlerinin cilveleriyle tanýmak, bulmak için bir seyahat daha yapacaðýz." diye dünyaya girdi. Ve ikinci bir cereyan olan ehl-i dalalet gibi birden küre-i arz sefinesine bindi. Hikmet-i Kur'aniyeye tâbi' olmayan fen ve felsefe gözlüðünü taktý. Ve Kur'an okumayan coðrafya fenninin proðramýyla baktý, gördü ki: Nihayetsiz bir boþlukta, bir senede yirmidört bin senelik bir dairede, top güllesinden yetmiþ defa sür'atli bir hareketle gezer. Yüzbinler nevi bîçare, âciz zîhayatlarý içine almýþ. Eðer bir dakika yolunu þaþýrsa veya bir serseri yýldýza çarpsa, parçalanarak hadsiz fezada sukut ile, bütün o bîçare zîhayatlarý ademe, hiçliðe boþaltacak, dökecek diye anladý. غَيْرِ اْلمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلاَ الضّالّيِنَ cereyanýnýn dehþetli manevî musibetini, اَوْ كَظُلُمَاتٍ فِى بَحْرٍ ُلجِّىٍّ in boðucu karanlýðýný hissederek "Eyvah! Ne yaptýk? Bu dehþetli gemiye neden bindik? Bundan kurtulmak çaresi nedir?" diye o kör felsefenin gözlüðünü kýrdý,

 

 

 

َالّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ cereyanýna girdi. Birden hikmet-i Kur'a-

 

 

 

sh: » (Þ: 512)

 

niye imdadýna geldi, tam hakikatýný gösteren bir dürbün aklýna verdi, "Þimdi bak" dedi. Baktý, gördü ki: رَبُّ السَّموَاتِ وَ اْلاَرْضِ ismi,هُوَ الَّذِى جَعَلَ لَكُمُ اْلاَرْضَ ذَلُولاً فَامْشُوا فِى مَنَاكِبِهَا وَكُلُوا مِنْ رِزْقِهِ burcunda bir güneþ gibi tulû' etti. Zemini gayet muntazam ve selâmetli bir gemi ve zîhayatlarý rýzýklarýyla beraber içine doldurmuþ, kâinat denizinde çok hikmetler ve menfaatler için seyahatla güneþ etrafýnda gezdirip mevsimlerin mahsulâtýný erzak isteyenlere getirir ve "Sevr" ve "Hut" namlarýnda iki meleði o sefineye kaptan yapmýþ, gayet güzel ve muhteþem memleket-i Rabbaniyede Hâlýk-ý Zülcelal'in mahlukat ve misafirlerini keyiflendirmek için gezdiriyor. Ve onun ile, اَللّهُ نُورُ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ hakikatýný gösterir, hâlýkýný bu ismin cilvesiyle tanýttýrýr diye anladý. Bütün ruh u canýyla اَلْحَمْدُ لله رَبِّ العالَمينَ dedi, َالّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ taifesine girdi.

 

O seyyahýn âlemlerdeki seyahatýnda gördüðü nümunelerden ikinci nümunesi: O seyyah, küre-i arz gemisinden çýkýp hayvanat ve insanlar âlemine girdi. Dinden ruh almayan hikmet-i tabiiye gözlüðü ile o âleme baktý, gördü ki: O hadsiz zîhayatlarýn hadsiz ihtiyaçlarý ve onlarý inciten ve hýrpalayan hadsiz muzýr düþmanlarý ve merhametsiz hâdiseleri var iken, o ihtiyaçlara karþý sermayeleri binden, belki yüzbinden ancak bir olabilir. Ve o muzýr þeylere mukabil iktidarlarý, milyondan ancak birdir. Bu çok dehþetli ve acýnacak vaziyette, rikkat-i cinsiye ve þefkat-i nev'iye ve akýl alâkadarlýðý ile onlarýn haline o derece acýdý ve mahzun ve me'yus ve cehennem azabý gibi elemler alýrken ve o periþan âleme girdiðine bin piþman olurken, birden hikmet-i Kur'aniye imdadýna yetiþti, َالّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ dürbününü verdi. "Bak" de-

 

sh: » (Þ: 513)

 

di. Baktý, gördü ki: اَللّهُ نُورُ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ tecellisiyle Rahman, Rahîm, Rezzak, Mün'im, Kerim, Hafîz gibi çok esma-i Ýlahiyenin her biri, birer güneþ gibi

 

مَا مِنْ دَابَّةٍ اِلاَّ هُوَ آخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا { وَكَاَيِّنْ مِنْ دَابَّةٍ لاَ َتحْمِلُ رِزْقَهَا اَللّهُ يَرْزُقُهَا وَاِيَّاكُمْ { وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَنِى آدَمَ { اِنَّ اْلاَبْرَارِ لَفِى نَعِيمٍ

 

gibi âyetlerin burçlarýnda tulû' ettiler. O insan ve h

 

ayvan dünyasýný rahmetle, ihsanla doldurup bir nevi muvakkat cennete çevirdiler. Ve bu þayan-ý temaþa, güzel ibretli misafirhanenin mihmandar-ý kerimini tam bildirdiklerini bildi. Bin kerre اَلْحَمْدُ لِلَّه رَبِّ اْلعَالَمينَ dedi.

 

Seyahatýndaki yüzer müþahedatýndan üçüncü nümunesi: Hâlýkýný, isimlerinin ve sýfatlarýnýn tecelli ve cilveleriyle tanýmak isteyen o dünya seyyahý, akýl ve hayaline dedi ki: "Haydi! Ruhlar ve melekler gibi biz dahi cesedimizi yerde býrakýp göklere çýkacaðýz. Hâlýkýmýzý semavattakilerden soracaðýz. Ruh hayale ve akýl fikre bindiler, semaya çýktýlar. Kozmoðrafya fennini kendilerine rehber ettiler. Dini dinlemeyen bir felsefe nazarýyla, مَغْضُوبِ *وَلَضَّالِّينَ cereyanýyla baktýlar. Gördü ki: Küre-i arzdan bin defa büyük, top güllesinden yüz defa çabuk hareket edenler içlerinde bulunan binler kütleler, ateþ saçan yýldýzlar, þuursuz, camid, serseri gibi birbiri içinde sür'atle gezerler. Bir dakika bir tesadüfle biri yolunu þaþýrsa; o boþ ve hududsuz ve hadsiz, nihayetsiz âlemde bir þuursuz küre ile çarpmak suretinde kýyamet gibi bir herc ü merce sebeb olur.

 

O seyyah, hangi tarafa baktý ise; dehþet ve vahþet ve hayret ve korkmak aldý, göðe çýktýðýna bin piþman oldu. Akýl ve hayal bütün bütün bozuldular. "Bizim vazifemiz güzel hakikatlarý görmek ve göstermek iken, böyle cehennem gibi çirkin ve azablý manalarý bilmek, müþahede etmek vazifesinden istifa ediyoruz ve is-

 

 

 

sh: » (Þ: 514)

 

temiyoruz" derken, birden اَللّهُ نُورُ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ tecellisi ile, خَالِقُ السَّمَوَاتِ وَاْلارْضِ ve مُسَخِّرُ الشَّمْسِ وَالْقَمَرِ ve رَبُّ اْلعَالَمِيَن gibi çok isimler, her biri birer güneþ gibi

 

ve اَفَلَمْ يَنْظُرُوا اِلَى السَّمَاءِ فَوْقَهُمْ كَيْفَ بَنَيْنَاهَا وَزَيَّنَّاهَا

 

وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَاءَ الدُّنْيَا بِمَصَابِيحَ ve

 

ثُمَّ اسْتَوَى اِلَى السَّمَاءِ فَسَوَّيهُنَّ سَبْعَ سَموَاتٍ gibi âyetlerin burçlarýnda tulû' ettiler. Bütün semavatý nurla, meleklerle doldurdular, bir büyük câmiye ve mescide ve ordugâha çevirdiler. O seyyah َالّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ cereyanýna girdi. Dâllînden, اَوْ كَظُلُمَاتٍ فِى بَحْرٍ ُلجِّىٍّ den kurtuldu. Birden cennet gibi muntazam, güzel, muhteþem bir memleket gördü. Her tarafta Hâlýk-ý Zülcelal'i bildiriyorlar bir vaziyeti müþahedesiyle, akýl ve hayalin kýymetleri ve vazifeleri bin derece terakki etti.

 

Ýþte o seyyahýn kâinattaki seyahatýnýn yüzer nümunesinden bu mezkûr üç nümuneye kýyasen sair müþahedatýný ve isimlerin cilveleriyle Vâcib-ül Vücud'un marifetini Risâle-i Nur'a havale edip bu pek kýsa iþarete iktifaen, bu pek uzun kýssayý kýsa keserek hâlýkýmýzý bildiren kudsî sýfatlardan ve sýfât-ý seb'asýndan yalnýz "Ýlim" ve "Ýrade" ve "Kudret" gibi üç mühim sýfatlarýn eserleriyle, tecellileriyle ve tahakkuklarýnýn hüccetleriyle kâinat hâlýkýný tanýmaða o dünya seyyahý gibi gayet kýsa iþaretlerle çalýþacaðýz. Tafsilâtýný Risâle-i Nur'a havale ederiz.

 

 

 

sh: » (Þ: 515)

 

Ýþte Arabî Hizb-i Nurî'nin hülâsat-ül hülâsasýndan daimî, tefekkürî bir virdim ve Allahü Ekber cümlesinin otuzüç mertebesinden üç mertebeyi beyan eden bu gelen Arabî fýkranýn bir nevi tercümesi içinde kýsa iþaretlerle ulema-i ilm-i kelâmý ve akide ulemasýný pek çok meþgul eden ilim ve irade ve kudret-i Ýlahiyenin kâinattaki cilveleriyle, onlarý aynelyakîn îman ile tasdik ve onlarla Vâcib-ül Vücud'un bedahetle mevcudiyetine ve vahdaniyetine ilmelyakîn tasdik ile tam îman etmeye yol açan bu Arabî fýkradýr:

 

 

 

 

 

 

 

 

 

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

 

وَقُلِ الْحَمْدُ لِلَّهِ لَمْ يَتَّخِذْ وَلَدًا وَلَمْ يَكُنْ لَهُ شَرِيكٌ فِى الْمُلْكِ وَلَمْ يَكُنْ لَهُ وَلِىٌّ مِنَ الذُّلِّ وَكَبِّرْهُ تَكِبِيرًا

 

اَللّهُ اَكْبَرُ مِنْ كُلِّ شَيْءٍ قُدْرَةً وَ عِلْمًَا اِذْ هُوَ الْعَلِيمُ بِكُلِّ شَيْءٍ بِعِلْمٍ مُحِيطٍ لاَزِمٍ ذَاتِىٍّ Haþiye

 

للِذَّاتِ يَلْزُمُ اْلاَشْيَاءَ لاَ يُمْكِنُ اَنْ يَنْفَكَّ عَنْهُ شَيْءٌ بِسِرِّ الْحُضُورِ وَ الشُّهُودِ وَ اْلاِحَاطَةِ النُّورَانِيَّةِ وَ بِسِرِّ اِسْتِلْزَامِ الْوُجُودِ لِلْعُمُومِيَّةِ وَ اِحَاطَةِ نُورِ الْعِلْمِ بِعَالَمِ الْوُجُودِ { نَعَمْ فَاْلاِنْتِظَامَاتُ الْمَوْزُونَةُ وَ اْلاِتِّزَانَاتُ الْمَنْظُومَةُ وَ الْحِكَمُ الْقَصْدِيَّةُ الْعَامَّةُ وَ الْعِنَايَاتُ الْمَخْصُوصَةُ الشَّامِلَةُ وَ اْلاَقْضِيَّةُ الْمُنْتَظَمَةُ وَ اْلاَقْدَارُ الْمُثْمِرَةُ

 

Haþiye وَلِلَّهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلَى (كَلُزُومِ الضِّيَاءِ الْمُحِيطُ لِلشَّمِسِ )

 

sh: » (Þ: 516)

 

وَ اْلآجَالُ الْمُعَيَّنَةُ وَ اْلاَرْزَاقُ الْمُقَنَّنَةُ وَ اْلاِطْقَانَاتُ الْمُفَنَّنَةُ وَ اْلاِحْتِمَامَاتُ الْمُزَيَّنَةُ وَ غَايَةُ كَمَالِ اْلاِنْتِظَامِ اْلاِنْسِجَامِ اْلاِتِّسَاقِ اْلاِتْقَانِ اْلاِتِّزَانِ اْلاِمْتِيَازِ الْمُطْلَقَاتِ فِى كَمَالِ السُّهُولَةِ الْمُطْلَقَةِ دَالاَّتٌ عَلَى اَحَاطَةِ عِلْمِ عَلاَّمِ الْغُيُوبِ بِكُلِّ شَيْءٍ { اَلاَ يَعْلَمُ مَنْ خَلَقَ وَ هُوَ اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ { فَنِسْبَةُ دَلاَلَةِ حُسْنِ صَنْعَةِ اْلاِنْسَانِ عَلَى شُعُورِ اْلاِنْسَانِ اِلَى نِسْبَةِ دَلاَلَةِ حُسْنِ خِلْقَةِ اْلاِنْسَانِ عَلَى عِلْمِ خَالِقِ اْلاِنْسَانِ كَنِسْبَةِ لُمَيْعَةِ زُجَيْجَةِ الذُّبَيْبَةِ فِى اللَّيْلَةِ الدَّهْمَاءِ اِلَى شَعْشَعَةِ الشَّمْسِ فِى رَابِعَةِ النَّهَارِ

 

Gayet kýsa bir nevi tercümesi içinde ilm-i Ýlahîye, bu pek ehemmiyetli hakikat-ý îmaniyeye kýsacýk iþaretler edip tafsilâtýný Risâle-i Nur'a havale ile deriz (Haþiye):

 

(Haþiye): Bundan sonraki kýsmý, bütün ömrümde görmediðim dehþetli ve semli bir hastalýk içinde yazýlmýþ. Kusuratýma nazar-ý müsamaha ile bakýlsýn. Hüsrev, münasib görmediði kýsmý ta'dil, tebdil, ýslah edebilir.

 

Evet nasýlki rahmet, rýzk-ý acaibiyle güneþ gibi kendini gösterip perde-i gaybda bir Rahman-ý Rahîm'i kat'iyetle isbat ediyor; öyle de yüzer âyât-ý Kur'aniyede mevki alan ve kudsî yedi sýfattan bir cihette en birincisi olan "ilim" dahi, nizam ve mizanýn hikmetleri ve meyveleriyle güneþ ziyasý misillü kendini gösterdiði gibi; bir Alîm-i Küll-i Þey'in mevcudiyetini kat'iyetle bildirir. Evet insanýn þuuruna, ilmine delalet eden düzgün, ölçülü san'atý ile; insanýn hâlýkýnýn ilmine, hikmetine delalet eden hüsn-ü hilkat-i

 

sh: » (Þ: 517)

 

insan müvazenesi; aynen yýldýz böceðinin gecedeki ýþýðýnýn lem'acýðýnýn, gündüzde güneþin ihatalý ziyasýna nisbeti gibidir.

 

Þimdi ilm-i Ýlahînin delillerini beyan etmeden evvel, o kudsî sýfatýn kâinatýn enva'ýndaki tecellileriyle Zât-ý Akdes'i pek zâhir bir tarzda göstermesine delalet ve þehadet eden Mi'rac-ý Muhammedî (A.S.M.) gecesinde huzur ve hitab-ý Ýlahîye mazhar olduðu zaman, birden اَلتَّحِيَّاتُ اَلْمُبَارَكَاتُ اَلصَّلَوَاتُ اَلطَّيِّبَاتُ ِللّهِ diyerek, bütün zîhayat ve enva'-ý mahlukat namýna bir meb'us ve elçi olmasýndan, bütün onlarýn sýfat-ý ilmin cilveleriyle Rablerini bildirdikleri tarzda, selâm yerinde umum zîþuur bedeline, hâlýkýna umum zîhayatýn hediyelerini takdim eder. Yani اَلتَّحِيَّاتُ الْمُبَارَكَاتُ اَلصَّلَوَاتُ اَلطَّيِّبَاتُ dört kelimeler ile umum zîhayatýn dört taifesinin ezelî, ebedî ilmin cilveleriyle Allâm-ül Guyub'a karþý tahiyyelerini, tebriklerini, ubudiyetlerini, güzel marifetlerini gösterdiðinden, bu kudsî mükâleme-i mi'raciyeyi geniþ manasýyla okumak, teþehhüdde umum Ýslâmýn farz bir vazifesi olmuþ. O kudsî mükâlemenin izahatýný Risâle-i Nur'a havale edip, gayet kýsa dört iþaretle bir manasýný beyan edeceðiz.

 

Birincisi: اَلتَّحِيَّاتُ لِلّهِ dýr. Kýsacýk meali þudur: Nasýl bir usta, pek hârika bir makineyi derin ilmi ve mu'cizekâr zekâsýyla yapsa, o acib makineyi gören herkes, o ustayý takdirkârane tebrik edip alkýþlar ve tahsinkârane medihlerle ve ihsanlarla ona maddî, manevî hediyeler, tahiyyeler verir; o makine dahi, o ustanýn istediði tarzda tam tamýna, gayet mükemmel olarak arzularýný ve hârika ince san'atýný ve meharet-i ilmiyesini göstermesiyle, kendi ustasýný lisan-ý hal ile alkýþlar, tebrik eder, manevî tahiyyeler, hediyeler verir. Aynen öyle de; kâinatta bütün zîhayat taifeleri, herbiri ve herbir ferdi, her tarafý mu'cizeli birer hârika makinedir ki; ustasýnýn herþeyin herþey ile münasebetini gören ve herþeyin hayatýna lâzým bütün þeyleri görüp tam yerinde ona yetiþtiren ihatalý ilminin derin ve ince cilveleri ile kendini tanýttýran Sâni'-i Zülcelalini hayatlarýnýn lisan-ý halleriyle, ins ve cin ve melek olan zîþuurlarýn kal dilleri gibi tahiyyelerle alkýþlar ve tebriklerle

 

sh: » (Þ: 518)

 

اَلتَّحِيَّاتُ لِلّهِ derler. Ve hayatlarýnýn fiyatýný doðrudan doðruya bütün mahlukatý bütün ahvaliyle bilen hâlýklarýna ubudiyetkârane takdim ediyorlar ki; Mi'rac gecesinde bütün zîhayat namýna Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, Vâcib-ül Vücud'un huzurunda selâm yerinde اَلتَّحِيَّاتُ لِلّهِ deyip bütün zîhayat taifelerinin tahiyye ve hediye ve manevî selâmlarýný takdim etmiþ. Evet âdi bir muntazam makine, intizam ve mizanlý he'yetiyle þeksiz bir mâhir ve dikkatli ustayý gösterdiði gibi; kâinatý dolduran hadsiz zîhayat makineler de, herbirisi binbir mu'cizat-ý ilmiyeyi gösteriyorlar. Elbette yýldýz böceðinin ýþýðýna nisbeten güneþin ziyasý derecesinde ilmin cilveleri ile o zîhayatlar, usta ve sermedî san'atkârlarýnýn vücub-u vücuduna ve mâbudiyetine pek parlak þehadet ederler.

 

Ýkinci Kudsî Kelime-i Mi'raciye: اَلْمُبَارَكَاتُ dür. Madem hadîsçe namaz, mü'minin mi'racýdýr ve mi'rac-ý ekberin cilvesine mazhardýr. Ve madem dünya seyyahý, her âlemde, ilim sýfatýyla Allâm-ül Guyûb hâlýkýný bulmuþ; biz dahi o seyyahla beraber, mübareklerin ve görenlere bârekâllah dedirtenlerin ve " اَلْمُبَارَكَاتُ " nün geniþ âlemine girip bütün zîruhun masum, mübarek yavrularýný ve bütün zîhayatýn mukadderat ve proðramlarýnýn kutucuklarý olan tohum ve çekirdekleri baþta olarak o mübarekât âlemini temaþa ve mütalaa ile kudsî sýfat-ý ilmin mu'cizatlý, ince cilveleriyle hâlýkýmýzý ilmelyakîn ile bilmeðe o seyyah gibi çalýþacaðýz.

 

Evet gözümüzle görüyoruz ki; bütün o masum yavrucuklar ve o mübarek mahzencikler, sandýkçýklar; bir Alîm-i Hakîm'in ilmiyle hem umumu, hem herbir ferdi, birden bir uyanmak ve gaye-i hilkatine yürümek için bir hareket alýrlar. Hakikat nazarýyla bakanlara "Bin Bârekâllah! Yüzbin Mâþâallah!" dedirtirler.

 

Evet meselâ: Nutfeler, yumurtalar, tohumlar, çekirdekler herbiri birden ilimden gelen bir ince nizam ve o nizam, meharetten gelen tam bir mizan içinde; o mizan, yeni bir tanzim; o ise, taze bir ölçü ve tevzin içinde; o dahi, bir temyiz ve terbiye ve mü-

 

 

 

Sh: » (Þ: 519)

 

teþabih emsalinden kasdî farika alâmetleri içinde; o da, san'atlý bir tezyin ve süslemek içinde; bu dahi hakîmane, lâyýk, mükemmel cihazat ve tasvir içinde; bu ise kerîmane, rýzýk isteyenlerin zevklerini memnun etmek için, o mahluklarýn ve meyvelerin etleri ve yenilen kýsýmlarý ihtilaf içinde; bu ise, âlîmane, mu'cizane, ayrý ayrý nakýþlar, zînetler içinde; bu da, ayrý ayrý güzel, hoþ kokular ve lezzetli tatlar içinde ki; kemal-i intizam içinde, birbirinden mütemayiz, ayrý iken kesret ve sür'at ve vüs'at-i mutlaka içinde sehivsiz hatasýz, bütün onlarýn suretlerinin inkiþaflarý ve her mevsimde o hârika halin devamý içinde bütün o mübareklerin herbiri ve beraber, bu mezkûr onbeþ dil ile ustalarýnýn hârika meharetini ve mu'cizatlý ilmini göze gösterip Allâm-ül Guyûb, Vâcib-ül Vücud Sâni'lerini güneþ gibi bildiriyorlar. Ýþte bu pek geniþ ve parlak þehadetleri ve Sâni'ini tebrikleri içindir ki, Mi'rac Gecesinde bütün mahlukat hesabýna konuþan Zât-ý Muhammediye (A.S.M.) اَلْمُبَارَكَاتُ kelimesini selâm yerinde demiþ.

 

Üçüncü Kelime: اَلصَّلَوَاتُ dür ki; hem umumî Mi'rac-ý Ekber-i Muhammedî'de (A.S.M.) hem her mü'minin hususî mi'racý olan namaz teþehhüdünde, her gün hiç olmazsa on defa, yüz milyonlar ehl-i îman, o kudsî kelimeyi, Peygamber'in (A.S.M.) tebaiyetiyle dergâh-ý Ýlahîye takdim edip kâinatta ilân ederler. Mi'raca dair Otuzbirinci Söz, Mi'racýn bütün hakikatlarýný -bir muhatab ittihaz ettiði muannid, mülhid, münkirlere karþý dahi- gayet kat'î ve kuvvetli bir surette isbat ettiðine binaen, tafsilâtýný ve hüccetlerini ona havale ederek gayet muhtasar bir iþaretle bu Üçüncü Kelime-i Mi'raciyenin geniþ manasýný gösteren zîruh, zîþuur taifelerinin acib âlemine bakýp, ilm-i ezelînin cilveleriyle hâlýkýmýzýn vahdet ve mevcudiyeti içinde kemal-i rahmaniyetini ve rahîmiyetini ve azamet-i kudret ve þümul-ü iradetini bilmeðe çalýþacaðýz:

 

Evet, bu âlemde görüyoruz ki: Bu zîruhlar, þuuren ve aklen olmasa da hissen, fýtraten hissediyorlar ki; herbiri, hadsiz bir acz ve za'f içinde, hadsiz düþmanlarý ve incitenleri var ve hadsiz bir fakr ve ihtiyaç içinde, hadsiz hacatý ve matlublarý var. Ýktidarý ve sermayesi binden birine kâfi gelmediðinden, bütün kuvvetiyle baðýrýr ve aðlar; manen, fýtraten yalvarýr; kendine mahsus sesiyle, lisanýyla dualar, niyazlar, bir nevi namazlar, salavatlar ile bir Alîm-i

 

 

 

sh: » (Þ: 520)

 

Kadîr dergâhýna iltica ederken birden görüyoruz ki; o baðýranlarýn her iþini, her ihtiyacýný bilen ve her derdini ve zararýný anlayýp yalvarmasýný, fýtrî duasýný iþiten Alîm-i Mutlak bir Kadîr-i Hakîm, imdadlarýna yetiþir, bütün istediklerini yapar. Aðlamalarýný gülmeðe, baðýrmalarýný teþekkürlere çevirir. Bu hakîmane, alîmane, rahîmane yardým, pek parlak bir tarzda ilim ve rahmetin cilveleriyle bir Mücîb-i Mugîs, bir Rahîm-i Kerim'i bildirip o zîruh âleminin bütün salavat ve ubudiyetlerini ona takdim ve tahsis eder manasýyla, Mi'rac-ý Ekber'de Muhammed (A.S.M.) ve mi'rac-ý asgar olan namazlarda onun ümmeti اَلصَّلَوَاتُ اَلطَّيِّبَاتُ لِلّهِ der.

 

Dördüncü Kelime-i Kudsiye: اَلطَّيِّبَاتُ لِلّهِ dir. Risâle-i Nur'un çok hakikatlarý namaz tesbihatýnda ihtar edilmesi hikmetiyle; hem Fatiha'nýn, hem teþehhüdün kelimelerinin hakikatlarýný kýsa iþaretlerle beyan etmeðe âdeta ihtiyarsýz sevkedildim.

 

Ýþte Mi'rac-ý Muhammedî'de (A.S.M.) denilen اَلطَّيِّبَاتُ kelime-i kudsiyesi; ehl-i marifet ve îman ve küllî þuur sahibi olan ins ve cin ve melek ve ruhanîlerin, kâinatý güzel tayyibeleri ve haseneleri ve ubudiyetleriyle güzelleþtiren ve güzellerin âlemine bakan ve sermedî Cemil-i Mutlak'ýn hadsiz cemal ve güzelliklerini ve kâinatý süslendiren isimlerinin daimî güzelliklerini tam bilen ve aþk ve þevkle küllî ubudiyetler ile mukabele eden ve parlak îman ve geniþ marifetler ve medh ve senalarýn revaih-i tayyibe ve hoþ kokularýyla Hâlýklarýna karþý o hadsiz tayyibatlar manasýyla Mi'racda söylenmiþ sýrrýyla; teþehhüdde bütün ümmet, her gün usanmadan o kudsî kelime-i tayyibeyi tekrar ederler. Evet bu kâinat, nihayetsiz bir hüsün ve cemal-i sermedînin âyinesi ve cilveleri ve kâinattaki bütün cemal ve kemal ve güzellikler, o sermedî hüsünden gelir ve ona intisabla güzelleþir, kýymeti yükselir. Yoksa karmakarýþýk bir virane, bir hüzüngâh olur. Ve o intisab ise, saltanat-ý uluhiyetin dellâllarý ve ilâncýlarý olan ins ve melek ve ruhanîlerin marifet ve tasdikleriyle anlaþýlýr. Hattâ o dellâllarýn güzel ve tatlý hamdlerini ve senalarýný ve mabuduna medihlerini ve onlarýn kelimelerini her tarafa neþir ve arþ-ý azamýn canibine sevketmek için hava unsurunun zerreleri emirber nefer-

 

 

 

sh: » (Þ: 521)

 

ler, küçücük diller ve kulaklar gibi o güzel kelimeleri dergâh-ý uluhiyete takdim etmek için o pek hârika vaziyet-i acibe havaya verildiðine kuvvetli bir ihtimal var diye kalbime geldi.

 

Ýþte ins ve melek, nasýlki îmanlarý ve ubudiyetleriyle Mâbud-u Zülcelal'i bildiriyorlar; öyle de: O Hakîm-i Zülcelal dahi o ilâncýlara verdiði çok câmi' istidadlarla, pek hârika cihazlarla ve dekaik-i ilmiyeleriyle herbirisini bütün kâinatla alâkadar bir küçük kâinat hükmüne getirmekle kendini pek parlak bir tarzda bildiriyor. Meselâ: Ýnsanýn küçücük kafasýnda ceviz kadar bir yerde kuvve-i hâfýza, kuvve-i hayaliye, kuvve-i müfekkire gibi müteaddid, acib makineleri yaratmak ve kuvve-i hâfýzayý bir büyük kütübhane hükmüne getirmekle ilm-i ezelînin cilvesiyle güneþ gibi kendini gösteriyor. (*)

 

(*) Pek þiddetli hastalýðým müsaade etmiyor. Hüsrev'in tercüme vazifesine yalnýz bir me'haz ve yardýmdýr.

 

Þimdi sâbýkan zikredilen ve ilm-i muhitin küllî hüccetlerine iþaret eden ve bir geniþ hüccet olarak hadsiz bürhanlarý ihtiva eden ve onbeþ delil ile ilm-i muhiti gösteren Arabî parçanýn gayet kýsa bir mealine ve bir nevi tercümesine iþaret ederiz.

 

Onbeþ Delilden Birincisi: فَاْلاِنْتِظَامَاتُ الْمَوْزُونَةُ dir. Yani: Bütün mahlukatta müþahede edilen ölçülü düzgünlük, mizanlý intizam; ihatalý bir ilme þehadet eder. Evet muntazam bir saray gibi kâinattan ve manzume-i þemsiyeden ve kelimeler ve seslerin neþrinde zerreleri medar-ý hayret bir intizam gösteren hava sahifesinden ve üçyüzbin ayrý ayrý nevileri her baharda bir intizam-ý ekmel içinde yetiþtiren zemin yüzünden tut, tâ herbir zîhayatýn vücudundaki a'za ve cihazat ve hüceyrat ve zerrelere kadar derin, ihatalý, þaþýrmaz bir ilmin eseri olan mizanî düzgünlük ve tam intizam bulunmasý; gayet zâhir ve kat'î bir surette ihatalý bir ilme delalet ve þehadet eder demektir.

 

Ýkinci Delil: وَاْلاِتِّزَانَاتُ الْمَنْظُومَةُ dir. Yani: Bütün kâinattaki masnuatta -cüz'î, küllî- seyyarattan tâ kandaki küreyvat-ý hamra ve beyzaya kadar herþeyde gayet düzgün bir ölçü, mütenasib bir mizan bulunmasý; bedahetle muhit bir ilme delalet ve kat'î þehadet eder. Evet, görüyoruz ki: Meselâ bir sineðin, bir insanýn a'zalarý ve cihazatý, hattâ cesedinin hüceyratý ve kanýndaki kýrmýzý ve beyaz kürecikleri o derece hassas bir mizan ve ince

 

sh: » (Þ: 522)

 

bir ölçü ile yerleþtirilmiþ ve o derece birbirine münasib ve uygun ve cesedin sair a'zalarýnda öyle muntazam bir tenasüb var ki; nihayetsiz bir ilme mâlik olmayan, o vaziyeti onlara vermesi hiçbir cihette imkâný yok.

 

Ýþte aynen bütün zîhayat ve enva'-ý mahlukat, zerrattan tâ manzume-i þemsiyedeki seyyarata kadar; öyle tam bir müvazene ve zerre kadar þaþýrmaz bir düzgün ölçü hükmetmesi, ihatalý bir ilme kat'î delalet ve parlak þehadet eder. Demek ilmin her delili, Zât-ý Alîm'in mevcudiyetine dahi delildir. Sýfat mevsufsuz olmasý muhal ve imkânsýz olmasýndan bütün hüccetleri Alîm-i Ezelî'nin vücub-u vücuduna kuvvetli ve gayet kat'î bir hüccet-i kübradýr.

 

Üçüncü Delil: وَالْحِكْمَةُ الْقَصْدِيَّةُ الْعَامَّةُ dir. Yani: Bütün kâinattaki hallakýyet ve faaliyette ve tebeddülât ve ihya ve tavzifat ve terhisatta bütün masnuatýn herbiri ve herbir taifenin tesadüf imkâný olmayan öyle kasdî ve bilerek takýlan hikmetleri ve faideleri ve vazifeleri var ve görüyoruz ki; ihatalý bir ilmi bulunmayan, hiçbir cihette, hiçbirisine icad noktasýnda sahib çýkamaz. Meselâ: Hadsiz zîhayattan bir insanýn yüz cihazatýndan birtek cihazý olan lisaný; bir et parçasý iken, iki büyük vazifesiyle yüzer hikmetlere, neticelere, meyvelere, faidelere âlet oluyor. Taamlarýn zevkindeki vazifesi, ayrý ayrý bütün tatlarý bilerek cesede, mideye haber vermek ve rahmet-i Ýlahiyenin matbahlarýna dikkatli bir müfettiþ olmak ve kelimeler vazifesinde kalbe ve ruha ve dimaða tam bir tercüman ve santral olmak; elbette gayet parlak ve kat'î bir surette ihatalý ilme delalet ve þehadet eder. Birtek dil, hikmetleri ve meyveleriyle böyle delalet etse; hadsiz lisanlar ve hadsiz zîhayatlar, nihayetsiz masnuat, güneþ zuhurunda ve gündüz kat'iyetinde nihayetsiz bir ilme delalet ve þehadet ve Allâm-ül Guyûb'un daire-i ilminden ve hikmetinden ve meþietinden hariç hiçbir þey yoktur diye ilân ederler.

 

Dördüncü Delil: وَالْعِنَايَاتُ الْمَخْصُوصَةُ الشَّامِلَةُ dir. Yani: Bütün zîhayat, zîþuur âleminde, her nev'e ve her ferde, hususî ve ona münasib ve umuma þamil inayetler, þefkatler, himayetler; bedahet derecesinde ihatalý bir ilme delalet ve o inayetlere mazhar olanlarý ve ihtiyaçlarýný bilen bir alîm-i inayetkârýn vücub-u vücuduna hadsiz þehadetler eder, demektir.

 

 

 

sh: » (Þ: 523)

 

Ýhtar: Risâle-i Nur'un hülâsat-ül hülâsasýnýn zübdesi olan arabî fýkradaki kelimelerin izahý ise; Kur'andan tereþþuh eden Risâle-i Nur'un âyât-ý Kur'aniyenin lemaatýndan aldýðý hakikatlara, hususan "Ýlim" ve "Ýrade"ye ve "Kudret"e dair delillere ve hüccetlere iþarettir ki; bu Arabî kelimelerin iþaret ettikleri o ilmî deliller, ehemmiyetle tefsir ediliyor. Demek herbiri, çok âyâtýn birer iþaret ve birer nüktesini beyan etmektir. Yoksa o Arabî kelimelerin tefsiri ve beyaný ve tercümesi deðildir.

 

Sadede dönüyoruz. Evet gözümüzle görüyoruz ki; bizleri ve bütün zîruhlarý bilir ve bilerek þefkatle himaye eder ve ihtiyacýný ve her derdini bilir ve bilerek inayetiyle imdadýna yetiþir bir Alîm-i Rahîm var. Hadsiz misallerinden birisi: Ýnsanýn rýzýk ve ilâç ve muhtaç olduðu madenler cihetinde gelen hususî ve umumî inayetler, pek zâhir bir surette bir ilm-i muhiti gösterir ve bir Rahman-ý Rahîm'e rýzýk, ilâç, madenlerin adedince þehadetler ederler. Evet insanýn hususan âcizlerin ve yavrularýn iaþeleri ve bilhassa mide matbahýndan cesedin rýzýk isteyen a'zalarýna, hattâ hüceyrelerine herbirine münasib rýzkýný yetiþtirmeleri ve daðlar bir eczahane ve insana lâzým bütün madenlerin bir anbarý olmalarý gibi hakîmane iþler, gayet ihatalý bir ilim ile olabilir. Serseri tesadüf, kör kuvvet, saðýr tabiat, camid, þuursuz esbab, basit, istilâcý unsurlar; hiçbir cihette bu alîmane, basîrane, hakîmane, merhametkârane, inayetperverane olan iaþe ve idare ve himayet ve tedbire karýþamazlar. Yalnýz o zâhirî esbab; Alîm-i Mutlak'ýn emriyle, izniyle, ilim ve hikmeti dairesinde bir perde-i izzet-i kudret-i Ýlahiye olarak istimal ve istihdam edilmeleri var.

 

Beþinci ve Altýncý Delil: وَاْلاَقْضِيَّةُ الْمُنْتَظَمَةُ وَاْلاَقْدَارُ الْمُثْمِرَةُ dir. Yani: Herþeyin, hususan nebatat ve eþcar ve hayvanat ve insanlarýn þekilleri ve mikdarlarý, ilm-i ezelînin iki nev'i olan kaza ve kaderin düsturlarýyla san'atkârane biçilmiþ ve herbirinin kametine göre tam münasib dikilmiþ, mükemmel giydirilmiþ, gayet muntazam birer hikmetli þekil verilmiþ. Onlar, herbiri ve beraber, bir nihayetsiz ilme delalet ve bir Sâni'-i Alîm'e adedlerince þehadet ederler demektir.

 

Evet meselâ nümune olarak hadsiz misallerinden yalnýz tek bir aðaç ve bir ferd-i insana bakýyoruz, görüyoruz ki: Bu meyveli aðaç, o çok cihazatlý insan; hiçbir ressam tam taklidini yapa-

 

 

 

sh: » (Þ: 524)

 

mayacak derecede zâhiri ve bâtýný, dýþ ve içi öyle bir gaybî pergârla ve ince bir ilmin kalemiyle hududlarý çizilmiþ ve tam intizamla her a'zasýna münasib suret verilmiþ ki, meyve ve neticelerine ve vazife-i fýtratlarýna yetiþsin. Bu ise nihayetsiz bir ilim ile olabilmesi cihetiyle herþeyin herþeyle münasebetini bilip ve nazara alan ve bu aðaç ve bu insanýn bütün emsallerini ve nevilerini ilm-i ezelîsinin kaza ve kader pergâr ve kalemiyle dýþ ve iç mikdarlarýný ve suretlerini hakîmane yapýlmasýný bilerek iþleyen bir Sâni'-i Musavvir, bir Alîm-i Mukaddir'in hadsiz ilmine ve vücub-u vücuduna nebatat ve hayvanat adedince þehadet ederler demektir.

 

Yedinci, Sekizinci Delil: وَاْلآجَالُ الْمُعَيَّنَةُ وَاْلاَرْزَاقُ الْمُقَنَّنَةُ dir. Yani: Ehemmiyetli bir hikmet için, zâhir nazarda mübhem ve gayr-ý muayyen tevehhüm edilen eceller ve rýzýklar, ibham perdesi altýnda kaza ve kader-i ezelînin defterinde mukadderat-ý hayatiye sahifesinde her zîhayatýn eceli mukadder ve muayyendir; tekaddüm, teahhur etmez. Ve her zîruhun rýzký tayin ve tahsis edilip kaza ve kader levhasýnda yazýldýðýna hadsiz deliller var. Meselâ: Koca bir aðacýn ölmesi, onun bir nevi ruhu olan çekirdeðini onun yerinde vazife görmek için býrakmasý, bir Alîm-i Hafîz'in hikmetli kanunuyla olmasý ve bir yavrunun rýzký olan süt memelerden gelmesi ve kan ve fýþký içinden çýkýp hiç bulaþmadan safi, temiz olarak aðzýna akmasý, tesadüf ihtimalini kat'î bir surette red ve bir Rezzak-ý Alîm-i Rahîm'in þefkatli düsturuyla olduðunu gayet kat'î gösteriyor. Bu iki cüz'î misale bütün zîhayat, zîruh kýyas edilsin.

 

Demek hakikatta hem ecel muayyen ve mukadderdir, hem rýzýk herkese göre bir taayyün içinde mukadderat defterinde kaydedilmiþtir. Fakat gayet mühim bir hikmet için hem ecel, hem rýzýk perde-i gaybda ve mübhem ve gayr-ý muayyen ve zâhiren tesadüfe baðlý gibi görünüyor. Eðer ecel güneþin gurubu gibi muayyen olsa idi; yarý ömür gaflet-i mutlakada ve âhirete çalýþmamakla zayi' olup, yarý ömürden sonra hergün ölüm daraðacý tarafýna bir ayak atmak gibi dehþetli bir korku alýp eceldeki musibet yüz derece ziyadeleþmesi sýrrýyla, baþa gelen musibetler ve hattâ dünyanýn eceli olan kýyamet perde-i gaybda merhameten býrakýlmýþ. Rýzk ise; hayattan sonra nimetlerin en büyük bir hazinesi ve þükür ve hamdin en zengin bir menbaý ve ubudiyet ve dua ve ricalarýn en cem'iyetli bir madeni olmasýndan, suret-i zâhirede mübhem ve te-

 

 

 

 

 

 

 

sh: » (Þ: 525)

 

sadüfe baðlý gibi gösterilmiþ. Tâ her vakit Rezzak-ý Kerim'in dergâhýna iltica ve rica ve yalvarmak ve hamd ve þükür þefaatiyle rýzk istemek kapýsý kapanmasýn. Yoksa muayyen olsa idi, mahiyeti bütün bütün deðiþecekti. Þâkirane, minnetdarane ricalar, dualar, belki mütezellilane ubudiyet kapýlarý kapanýrdý.

 

Dokuzuncu, Onuncu Delil: وَاْلاِتْقَانَاتُ الْمُفَنَّنَةُ وَاْلاِهْتِمَامَاتُ الْمُزَيَّنَةُ Yani: Her masnuda, hususan bahar mevsiminde zemin yüzünde sermedî bir hüsn ve cemalin cilvelerini gösteren bütün güzel mahluklar, ezcümle çiçekler, meyveler ve kuþçuklar ve sinekler ve bilhassa yaldýzlý ve yýldýzlý kuþçuklarýn hilkatlerinde ve suretlerinde ve cihazatlarýnda öyle mu'cizane bir meharet ve dikkat ve hârika bir san'at, bir ittikan, bir mükemmeliyet ve san'atkârlarýnýn mu'cizatlý hünerlerini gösteren ayrý ayrý, çeþit çeþit tarzlarda þekiller, makinecikler, gayet ihatalý bir ilme ve -tabirde hata olmasýn- gayet meharetli ve fünunlu bir meleke-i ilmiyeye kat'î delalet ve serseri tesadüfün ve þuursuz ve müþevveþ esbabýn müdahale etmesinin imkânsýz olduðuna þehadet ettikleri gibi; وَاْلاِهْتِمَامَاتُ الْمُزَيَّنَةُ ifadesiyle o güzel masnu'larda o derece bir þirin süslemek ve tatlý bir zînet ve cazibedar bir cemal-i san'at var ki, nihayetsiz bir ilim ile iþ görür ve herþeyin en güzel tarzýný bilir ve san'atkârlýðýn cemal-i kemalini ve kemal-i cemalini zîþuurlara göstermek ister ki; en cüz'î bir çiçeði ve küçük bir sineði ihtimamkârane, mâhirane, san'atperverane ehemmiyetle tasvir ve icad eder. Bu ihtimamkârane tezyin ve tahsin, bedahetle hadsiz ve herþeye muhit bir ilme delalet ve o güzellerin adedince bir Sâni'-i Alîm-i Zülcemal'in vücub-u vücuduna þehadetler ederler demektir.

 

 

 

 

 

sh: » (Þ: 526)

 

Beþ küllî delil ve hüccetleri ihtiva eden Onbirinci Delil:

 

وَغَايَةُ كَمَالِ اْلاِنْتِظَامِ اْلاِتِّزَانِ اْلاِمْتِيَازِ الْمُطْلَقَاتِ فِى السُّهُولَةِ الْمُطْلَقَةِ وَخَلْقُ اْلاَشْيَاءِ فِى الْكَثْرَةِ الْمُطْلَقَةِ مَعَ اْلاِتْقَانِ الْمُطْلَقِ وَفِى السُّرْعَةِ الْمُطْلَقَةِ مَعَ اْلاِتِّزَانِ الْمُطْلَقِ وَفِى الْوُسْعَةِ الْمُطْلَقَةِ مَعَ كَمَالِ حُسْنِ الصَّنْعَةِ وَفِى الْبُعْدَةِ الْمُطْلَقَةِ مَعَ اْلاِتِّفَاقِ الْمُطْلَقِ وَفِى الْخِلْطَةِ الْمُطْلَقَةِ مَعَ اْلاِمْتِيَازِ الْمُطْلَقِ

 

Bu delil, sâbýkan zikredilen Arabî fýkranýn âhirinde yazýlan delilin baþka ve daha güzel bir tarzýdýr. Þiddetli hastalýk sebebiyle, gayet kýsa bir iþaretle bundaki beþ-altý geniþ delilleri beyandýr.

 

Evvelâ: Bütün zeminde görüyoruz; tam bilmekten ve meharetten gelen gayet sühulet ve kolaylýkla acib zîhayat makineler, def'aten ve bir kýsmý bir dakikada düzgün, ölçülü, emsalinden farikalý yapýlmalarý, nihayetsiz bir ilme delalet ve san'attaki meharet-i ilmiyeden gelen sühulet ve kolaylýk derecesinde o ilmin kemaline þehadet eder.

 

Sâniyen: Gayet kesret ve çokluk içinde þaþýrmadan gayet derecede san'atlý, mükemmel icadlar, nihayetsiz bir kudret içinde hadsiz bir ilme delalet ve Alîm ve Kadîr-i Mutlak'a hadsiz þehadet eder.

 

Sâlisen: Sür'at-i mutlaka ve gayet çabuk yapýlmakla beraber, gayet derecede mizanlý, ölçülü icadlarý; hadsiz bir ilme delalet ve adedlerince bir Alîm-i Mutlak ve Kadîr-i Mutlak'a þehadet ederler.

 

Râbian: Gayet geniþ bütün zemin yüzünde hadsiz zîhayatlarýn vüs'at-i mutlaka ile beraber gayet san'atkârane, süslü, kemal-i

 

 

 

sh: » (Þ: 527)

 

hüsn-ü san'at ile yapýlmalarý hiç þaþýrmayan, herþeyi beraber gören, bir þeyi bir þeye mani' olmayan bir ihatalý ilme delalet ve bir Alîm-i Küll-i Þey ve Kadîr-i Mutlak'ýn masnu'larý olduklarýna herbiri ve beraber þehadet ederler.

 

Hâmisen: Bu'd-u mutlak ve birbirinden gayet uzak bir nevin efradý; biri þarkta, biri garbda, biri þimalde, biri cenubda, ayný zamanda, ayný tarzda birbirinin misli ve birbirinden teþahhusça imtiyazlý bir surette vücuda gelmeleri ancak bir Alîm-i Mutlak ve Kadîr-i Mutlak'ýn kâinatý idare eden hadsiz kudreti ve bütün mevcudatý ahvaliyle ihata eden nihayetsiz ilmiyle olabilmesi cihetiyle, muhit bir ilme delalet ve bir Allâm-ül Guyûb'a hadsiz þehadet ederler.

 

Sâdisen: Ýhtilat-ý mutlakla beraber hiç þaþýrmadan ve karýþtýrmadan herbirisi tam bir imtiyaz ve alâmet-i farika ile o karýþýk emsalinde ve karanlýk yerlerde, meselâ toprak altýndaki tohumlar gibi þaþýran vaziyetlerde o çok kalabalýklý zîhayat makinelerin her birisinin hiçbir cihazatýný noksan býrakmayarak mu'cizatlý bir surette yaratýlmalarý, güneþ gibi ilm-i ezelîye delalet ve gündüz gibi Kadîr-i Mutlak ve Alîm-i Mutlak'ýn hallakýyetine, rububiyetine þehadet ederler. Risâle-i Nur'daki tafsilâta havale edip bu pek uzun kýssayý kýsa kesiyoruz.

 

Þimdi hülâsat-ül hülâsadaki "Ýrade" mes'elesine baþlýyoruz:

 

 

 

اَللّهُ اَكْبَرُ مِنْ كُلِّ شَيْءٍ قُدْرَةً وَعِلْمًا اِذْ هُوَ الْمُرِيدُ لِكُلِّ شَيْءٍ مَاشَاءَ اللّهُ كَانَ وَمَا لَمْ يَشَاْ لَمْ يَكُنْ اِذْ تَنْظِيمُ اِيجَادِ الْمَصْنُوعَاتِ ذَاتًا وَصِفَتًا وَمَاهِيَّةً وَهُوِيَّةً مِنْ بَيْنِ اْلاِمْكَانَاتِ الْغَيْرِ الْمَحْدُودَةِ وَالطُّرُقِ الْعَقِيمَةِ وَاْلاِحْتِمَالاَتِ الْمُشَوَّشَةِ وَسُيُولِ الْعَنَاصِرِ الْمُتَشَاكِسَةِ وَاْلاَمْثَالِ الْمُتَشَابِهَةِ بِهذَا النِّظَامِ اْلاَدَقِّ اْلاَرَقِّ وَتَوْزِينُهَا

 

sh: » (Þ:528)

 

بِهذَا الْمِيزَانِ الْحَسَّاسِ الْجَسَّاسِ وَتَمْيِيزُهَا بِهذِهِ التَّعَيُّنَاتِ الْمُزَيَّنَةِ الْمُنْتَظَمَةِوَخَلْقُ الْمُخْتَلِفَاتِ الْمُنْتَظَمَاتِ

 

الْحَيَوِيَّةِ مِنَ الْبَسِيطِ الْجَامِدِ الْمَيِّتِ كَاْلاِنْسَانِ بِجِهَازَاتِهِ مِنَ النُّطْفَةِ وَالطَّيْرِ بِجَوَارِحِهِ مِنَ الْبَيْضَةِ وَالشَّجَرَةِ بِاَعْضَائِهَا مِنَ النَّوَاةِ وَالْحَبَّةِ تَدُلُّ عَلَى اَنَّ كُلَّ شَيْءٍ بِاِرَادَتِهِ تَعَالَى وَاِخْتِيَارِهِ وَقَصْدِهِ وَمَشِيئَتِهِ سُبْحَانَهُ كَمَا اَنَّ تَوَافُقَ اْلاَشْيَاءِ فِى اَسَاسَاتِ اْلاَعْضَاءِ النَّوْعِيَّةِ وَالْجِنْسِيَّةِ يَدُلُّ عَلَى اَنَّ صَانِعَ تِلْكَ اْلاَفْرَادِ وَاحِدٌ اَحَدٌ كَذلِكَ اَنَّ تَمَايُزَهَا بِالتَّشَخُّصَاتِ الْمُتَمَايِزَاتِ وَالتَّعَيُّنَاتِ الْمُنْتَظَمَةِ يَدُلُّ عَلَى اَنَّ ذلِكَ الصَّانِعَ الْوَاحِدَ اْلاَحَدَ فَاعِلٌ مُخْتَارٌ يَفْعَلُ مَا يَشَاءُ وَيَحْكُمُ مَا يُرِيدُ

 

Bu fýkra, irade-i Ýlahiyenin delillerinden pekçok küllî hüccetleri ihtiva eden birtek küllî ve uzun delildir. Mealinin kýsa bir tercümesi içinde irade ve ihtiyar ve meþiet-i Ýlahiyeyi gayet kat'î isbat eden bir delili beyan ederiz. Hem ilm-i Ýlahînin bütün mezkûr delilleri, aynen iradenin dahi delilidir. Çünki her masnu'da ilim ve iradenin beraber cilveleri, eserleri görünüyor.

 

Bu Arabî fýkranýn kýsaca meali:

 

Yani, herþey onun irade ve meþietiyle olur. Ýstediði olur, istemediði olmaz. Her ne isterse yapar. Ýstemezse, hiçbir þey olmaz. Bir hüccet þudur: Görüyoruz ki, bu masnuatýn herbiri muayyen zâtý, mahsus sýfatý, ayrý hususî mahiyeti, mümtaz farikalý sureti,

 

 

 

sh: » (Þ:529)

 

hadsiz imkânat ve baþka tarzlarda olabilir, teþviþçi ihtimalat içinde, neticesiz çok yollarda ve sel gibi akan ve karýþtýran ve birbirine zýd unsurlarýn müdahaleleri içinde ve sehiv ve iltibasa sebebiyet veren ve birbirine benzeyen emsalleri içinde bu karmakarýþýk hallere karþý, o herbir masnuu ince, tam, düzgün bir nizam altýna almak ve hassas, cessas, mükemmel bir ölçü ve mizanla her uzvunu ve cihazýný tartmak, takmak ve yüzüne süslü, düzgün bir sîma, bir teþahhus vermek ve birbirine muhalif a'zalarýný basit, camid, ölü bir maddeden zîhayat olarak gayet san'atlý yaratmak.. meselâ insaný ayrý ayrý yüz cihazatý ile bir katre sudan icad etmek ve kuþu pekçok âlât ve muhtelif cihazlarýyla bir basit yumurtadan inþa edip mu'cizatlý suret giydirmek ve aðacý dal, budak ve mütenevvi a'za ve eczasýyla basit, camid "karbon, azot, müvellidülmâ, müvellidülhumuza"dan terekküb eden bir küçük çekirdekten çýkarmak, muntazam, meyveli bir þekil giydirmek, elbette ve elbette bedahetle, þübhesiz kat'iyetle vücub ve zaruret ve lüzum derecesinde isbat eder ki; o herbir masnua bütün zerrat ve eczasýyla ve suret ve mahiyetiyle bir Kadîr-i Mutlak'ýn irade ve meþietiyle ve ihtiyar ve kasdýyla o mahsus, mükemmel vaziyet veriliyor. Ve herþeye þamil bir iradenin taht-ý hükmündedir. Ve bu tek masnuun bu þübhesiz tarzda irade-i Ýlahiyeye delaleti gösteriyor ki, bütün masnuat hadsiz, nihayetsiz ve güneþ ve gündüz gibi zâhir bir kat'iyette, her þeye þamil irade-i Ýlahiyeye, adedlerince þehadetler ve bir Kadîr-i Mürîd'in vücub-u vücuduna hadsiz hüccetlerdir.

 

Hem ilm-i Ýlahînin sâbýkan mezkûr bütün delilleri, aynen iradenin dahi delilleridir. Çünki, ikisi kudretle beraber iþ görüyorlar. Biri birisiz olmaz. Herbir nev'in ve cinsin efradý, a'za-i nev'iye ve cinsiyede tevafuklarý nasýl delalet eder ki Sâni'leri birdir, vâhiddir, ehaddir.. öyle de: Yüzlerinin sîmalarý hikmetli bir tarzda birbirinden farikalý ve ayrý olmasý kat'î delalet eder ki: O Sâni'-i Vâhid-i Ehad, bir fâil-i muhtardýr. Ýrade ve ihtiyar ve meþiet ve kasd ile herþeyi yaratýr.

 

Ýþte iradeye dair tek ve küllî bir delili beyan eden mezkûr Arabî fýkranýn kýsaca mealinin tercümesi bitti. Ýradeye dair pekçok mühim nükteleri, ilim mes'elesi gibi yazmak niyet etmiþtim. Fakat semli hastalýk dimaðýma tam yorgunluk verdiði için baþka vakte te'hir edildi.

 

sh: » (Þ:530)

 

Kudrete dair Arabî fýkrasý:

 

اَللّهُ اَكْبَرُ مِنْ كُلِّ شَيْءٍ قُدْرَةً وَ عِلْمًا اِذْ هُوَ الْقَدِيرُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ بِقُدْرَةٍ مُطْلَقَةٍ مُحِيطَةٍ ضَرُورِيَّةٍ نَاشِئَةٍ لاَزِمَةٍ ذَاتِيَةٍ لِلذَّاتِ اْلاَقْدَسِيَّةِ فَمُحَالٌ تَدَاخُلُ ضِدِّهَا فَلاَ مَرَاتِبَ فِيهَا فَتَتَسَاوَى بِانِّسْبَةِ اِلَيْهَا الذَّرَّاتُ وَ النُّجُومُ وَ الْجُزْءُ وَ الْكُلُّ وَ الْجُزْئِىُّ وَ الْكُلِّىُّ وَ النَّوَاةُ وَ الشَّجَرُ وَ الْعَالَمُ

 

 

 

sh: » (Þ:531)

 

وَ اْلاِنْسَانُ بِسِرِّ مُشَاهَدَةِ غَايَةِ كَمَالِ اْلاِنْتِظَامِ اْلاِتِّزَانِ اْلاِمْتِيَازِ اْلاِتِّقَانِ الْمُطْلَقَتِ مَعَ السُّهُولَةِ فِى الْكَثْرَةِ وَ السُّرْعَةِ وَ الْخِلْطَةِ الْمُطْلَقَةِ وَ بِسِرِّ النُّورَانِيَّةِ وَ الشَّفَّافِيَّةِ وَ الْمُقَابَلَةِ وَ الْمُوَازَنَةِ وَ اْلاِنْتِظَامِ وَ اْلاِمْتِثَالِ وَ بِسرِّ اِمْدَادِ الْوَاحِدِيَّةِ وَ يُسْرِ الْوَحْدَةِ وَ تَجَلِّى اْلاَحَدِيَّةِ وَ بِسِرِّ الْوُجُوبِ وَ التَّجَرُّدِ وَ مُبَايَنَةِ الْمَاهِيَّةِ وَ بِسِرِّ عَدَمِ التَّقَيُّدِ وَ عَدَمِ التَّحَيُّزِ وَ عَدَمِ التَّجَزِّى وَ بِسِرِّ اِنْقِلاَبِ الْعَوَائِقِ وَ الْمَوَانِعِ اِلَى حُكْمِ الْوَسَائِلِ الْمُسَهِّلاَتِ وَ بِسِرِّ اَنَّ الذَرَّةَ وَ الْجُزْءَ وَ الْجُزْئِىَّ وَ النَّوَاةَ وَ اْلاِنْسَانَ لَيْسَتْ بِاَقَلَّ صَنْعَةً وَ جَزَالَةً مِنَ النَّجْمِ وَ الْكُلِّ وَ الْكُلِّىِّ وَ الشَّجَرِ وَ الْعَالَمِ فَخَالِقُهَا هُوَ خَالِقُ هذِهِ بِالْحَدْسِ الشُّهُودِىِّ وَ بِسِرِّ اَنَّ الْمُحَاطَ وَ الْجُزْئِيَّاتِ كَاْلاَمْثِلَةِ الْمَكْتُوبَةِ الْمُسَغَّرَةِ اَوْ كَا لنُّقَطِ الْمَحْلُوبَةِ الْمُعَصَّرَةِ فَلاَ بُدَّ اَنْ يَكُونَ الْمُحِيطُ وَ الْكُلِّيَّاتُ فِى قَبْضَةِ خَالِقِ الْمُحَاطِ وَ الْجُزْئِيَّاتِ لِيُدْرِجَ مِثَالَهَا فِيهَا بِمَوَازِينِ عِلْمِهِ اَوْ يُعَصِّرَ هَا مِنْهَا بِدَسَاتِيرِ حِكْمَتِهِ وَ بِسِرِّ كَمَا اَنَّ قُرْآنَ الْعِزَّةَ الْمَكْتُوبَ عَلَى الذَّرَّةِ الْمُسَمَّاةِ بِالْجَوْهَرِ الْفَرْدِ بِذَرَّاتِ اْلاَثِيرِ لَيْسَ باَقَلَّ جَزَالَةً وَ

 

sh: » (Þ:532)

 

خَارِقِيَّةَ صَنْعَةٍ مِنْ قُرْآنِ الْعَظَمَةِ الْمَكْتُوبِ عَلَى صَحِيفَةِ السَّمَاءِ بِمِدَادِ النُّجُومِ وَ الشُّمُوسِ كَذلِكَ اِنَّ وَرْدَ الزَّهْرَةِ لَيْسَتْ بِاَقَلَّ جَزَالَةً وَ صَنْعَةً مِنْ دُرِّىِّ نَجْمِ الزُّهْرَةِ وَ لاَ النَّمْلَةُ مِنَ الْفِيلَةِ وَ لاَ مِكْرُوبُ مِنَ الْكَرْكَدَانِ وَ لاَ النَّحْلَةُ مِنَ النَّخْلَةِ بِالنِّسْبَةِ اِلَى قُدْرَةِ خَالقِ الْكَائِنَاتِ فَكَمَا اَنَّ غَايَةَ كَمَالِ السُّرْعَةِ وَ السُّهُولَةِ فِى اِيجَادِ اْلاَشْيَاءِ اَوْ قَعَتْ اَهْلَ الضَّلاَلةِ فِى اِلْتِبَاسِ التَّشْكِيلِ بِالتَّشَكُّلِ الْمُستَلْزِمِ لِمُحَالاَتٍ غَيْرِ مَحْدُودَةٍ تَمُجُّهَا اْلاَوْهَامُ كَذلِكَ اثْبَتَتْ ِلاَ هْلِ الْهِدَايَةِ تَسَاوِىَ النُّجُومِ مَعَ

 

الذَّرَّاتِ بِالنِّسْبَةِ اِلَى قُدْرَةِ خَالِقِ الْكَائِنَاتِ جَلَّ جَلاَلُهُ وَ لاَ اِلهَ ِالاَّ هُوَاللَّهُ اَكْبَرُ

 

 

 

Bu pek azîm mes'ele-i kudrete dair Arabî fýkranýn kýsaca mealinin bir nevi tercümesinden evvel, kalbe ihtar edilen bir hakikatý beyan ederiz. Þöyle ki:

 

Kudretin vücudu, kâinatýn vücudundan daha ziyade kat'îdir. Belki bütün mahlukat, herbiri hem beraber o kudretin mücessem kelimatýdýr. Onun aynelyakîn vücudunu gösterirler. Onun mevsufu olan Kadîr-i Mutlak'a adedlerince þehadetler ederler. Daha hüccetlerle o kudretin isbatýna ihtiyaç yoktur. Belki îmanda en ehemmiyetli bir esas, haþr neþrin en kuvvetli bir temel taþý ve çok mesail-i îmaniye ve hakaik-i Kur'aniyeye en lüzumlu bir medar olan ve مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ

 

sh: » (Þ:533)

 

âyetinin dava ettiði ve bütün akýllar ona yol bulamadýklarýndan, hayrette, acizde, bir kýsmý inkârda kaldýklarý kudrete ait bir dehþetli hakikatýn isbatý lâzýmdýr.

 

Ýþte o esas, o temel, o medar, o dava, o hakikat ise mezkûr âyetin mealidir. Yani: "Ey cinn ve ins! Bütün sizlerin yaratýlmanýz, icadýnýz ve haþirde ihyanýz, diriltilmeniz; birtek nefsin icadý gibi kudretime kolaydýr." Bir baharý, tek bir çiçek misillü sühuletle icad eder. Cüz'î, küllî, küçük, büyük, az, çok; o kudrete nisbeten farklarý yoktur. Seyyareleri, zerreler gibi kolay döndürür.

 

Ýþte mezkûr arabî fýkra, yalnýz bu dehþetli mes'eleye "Dokuz Basamak" ile pek kat'î ve kuvvetli bir hücceti beyan eder. Gayet kýsa bir meali þudur: Basamaðýn esasýna iþaret eden:

 

اِذْ هُوَ الْقَدِيرُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ بِقُدْرَةٍ مُطْلَقَةٍ مُحِيطَةٍ

 

ضَرُورِيَّةٍ نَاشِئَةٍ لاَزِمَةٍ ذَاتِيَةٍ لِلذَّاتِ اْلاَقْدَسِيَّةِ

 

فَمُحَالٌ تَدَاخُلُ ضِدِّهَا فَلاَ مَرَاتِبَ فِيهَا فَتَتَسَاوى بِانِّسْبَةِ اِلَيْهَا

 

الذَّرَّاتُ وَ النُّجُومُ وَ الْجُزْءُ وَ الْكُلُّ وَ الْجُزْئِىُّ وَ الْكُلِّىُّ

 

وَ النَّوَاةُ وَ الشَّجَرُ وَ الْعَالَمُ وَ اْلاِنْسَانُ

 

Yani: Herþeye kadir öyle bir kudreti var ki; bütün eþyayý ihata etmiþ ve Zât-ý Vâcib-ül Vücud'a lüzum-u zâtî ile ve fenn-i mantýk tabirince zaruriyet-i nâþie ile lâzýmdýr, vâcibdir, infikâki muhaldir, imkâný yoktur. Madem böyle bir lüzumla böyle bir kudret Zât-ý Akdes'tedir, elbette onun zýddý olan acz hiçbir cihetle içine giremez. Zât-ý Kadîr'e ârýz olamaz. Madem birþeyde mertebelerin bulunmasý, onun zýddý içine girmesi iledir. Meselâ; hararetin derece ve mertebeleri soðuðun girmesi ve güzelliðin ise çirkinliðin müdahalesi ile olmasý ve bu zâtî kudrete zýd olan acz, ona yanaþmasý hiçbir cihetle imkâný yok. Elbette o kudret-i mutlakada mertebeler bulunmaz. Madem mertebeler onda bulunmaz; elbette o kudrete nisbeten yýldýzlar, zerreler müsavi ve cüz' ve küll ve bir ferd ve bütün nevi o kudrete karþý farklarý yoktur. Ve bir çekirdek ve koca aðacý ve kâinat ve insan ve bir nefsi diriltmesi ve haþirde bütün zîruhlarýn ihyasý, o kudrete nisbeten müsavidirler

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

sh: » (Þ:534)

 

ve kolaydýr. Büyük-küçük, az-çok; farký yoktur. Bu hakikata kat'î þahid, hilkat-ý eþyada gördüðümüz kemal-i san'at, nizam, mizan, temyiz, kesret, sür'at-i mutlakada sühulet-i mutlaka ve tam kolaylýktýr.

 

Birinci Basamak olan:

 

بِسِرِّ مُشَاهَدَةِ غَايَةِ كَمَالِ اْلاِنْتِظَامِ اْلاِتِّزَانِ اْلاِمْتِيَازِ اْلاِتِّقَانِ الْمُطْلَقَتِ مَعَ السُّهُولَةِ اْلمُطْلَقَةِ فِى الْكَثْرَةِ وَ السُّرْعَةِ وَ الْخِلْطَةِ

 

meali, bu mezkûr hakikattýr.

 

Ýkinci Basamak: وَبِسِرِّ النُّورَانِيَّةِ وَ الشَّفَّافِيَّةِ وَ الْمُقَابَلَةِ وَ الْمُوَازَنَةِ وَ اْلاِنْتِظَامِ وَ اْلاِمْتِثَالِ dir.

 

Bunun izah ve tafsilâtýný, Onuncu Söz'ün âhirine ve Yirmidokuzuncu Söz'e ve Yirminci Mektub'a havale edip kýsaca bir iþaret ederiz. Evet nasýlki nuraniyet cihetiyle güneþin ziyasý ve aksi, kudret-i Rabbaniye ile deniz yüzüne ve bütün kabarcýklarýna girmesi, birtek cam parçasýna girmesi gibi kolaydýr, ikisi müsavidir. Öyle de Zât-ý Nur-ul Envar'ýn nuranî kudreti dahi gökleri, yýldýzlarý yaratmasý, döndürmesi; sineklerin, zerrelerin icadý ve döndürmesi gibi ona kolaydýr, aðýr gelmez.

 

Hem nasýlki þeffafiyet hassasýyla birtek âyinecikte ve bir göz bebeðinde güneþin misalî sureti kudret-i Ýlahiye ile bulunur, ayný kolaylýkla bütün parlak þeylere ve katrelere ve þeffaf zerreciklere ve deniz yüzlerine o aksi ve ýþýðý emr-i Ýlahî ile verilir. Aynen öyle de; masnuatýn melekûtiyet ve mahiyet yüzleri þeffaf ve parlak olmasýndan, kudret-i mutlakanýn cilvesi, tesiri birtek nefsin icadýnda bulunmasý kolaylýðý derecesinde bütün hayvanatý yaratýr. Az-çok, büyük-küçük, fark yok.

 

Hem nasýlki daðlarý tartacak derecede gayet büyük ve tam hassas bir teraziye iki müsavi ceviz konulsa, bir küçük çekirdek bir cevi-

 

 

 

sh: » (Þ:535)

 

ze ilâve edilse, terazinin bir gözü dað baþýna, bir gözü de derin dereye indirmesi kolaylýðý derecesinde, o iki ceviz yerine iki müsavi dað mizanýn iki gözüne konulsa birisine bir ceviz ilâvesiyle bir daðý göklere kaldýrýr, bir daðý derelere indirir. Aynen öyle de; ilm-i Kelâm'ýn tabirince "Ýmkân, müsavi-üt tarafeyn"dir. Yani, vâcib ve mümteni olmayan, belki mümkün ve muhtemel olan þeylerin vücud ve ademleri, bir sebeb bulunmazsa müsavidir, farklarý yoktur. Bu imkân ve müsavatta az-çok, büyük-küçük birdirler. Ýþte mahlukat mümkündürler ve imkân dairesinde vücud ve ademleri müsavi olmasýndan, Vâcib-ül Vücud'un hadsiz kudret-i ezeliyesi birtek mümküne vücud vermesi kolaylýðýnda bütün mümkinatýn vücudu, ademin müvazenesini bozar, herþeye lâyýk bir vücudu giydirir. Ve vazifesi bitmiþ ise, zâhirî vücud libasýný çýkarýyor, sureta ademe, belki daire-i ilimdeki manevî vücuda gönderir. Demek eþya, Kadîr-i Mutlak'a verilse; bahar bir çiçek kadar, bütün insanlarýn haþirde ihyalarý bir nefis kadar kolay olur. Eðer esbaba isnad edilse, bir çiçek bir bahar kadar ve bir sinek bütün hayvanat kadar müþkilâtlý olur.

 

Hem nasýlki intizam sýrrýyla, bir koca sefine veya tayyareyi bir parmaðý düðmesine dokunmak ile harekete getirmesi, bir saatin zenbereðine anahtarla parmak dokunmasýyla harekete girmesi derecesinde kolay ve rahattýr. Aynen öyle de; ilm-i ezelînin düsturlarýyla ve hikmet-i sermediyenin kanunlarýyla ve irade-i Rabbaniyenin küllî cilveleri ve muayyen usûlleriyle herþeye küllî ve cüz'î, büyük-küçük, az-çok bir manevî kalýp, bir hususî mikdar, bir hâlis hudud verildiðinden, tam intizam-ý ilmî ve irade kanunu içindedirler. Elbette Kadîr-i Mutlak hadsiz kudretiyle manzume-i þemsiyeyi çevirmesi ve arz sefinesini medar-ý senevîsinde gezdirmesi, bir cesedde kaný ve kandaki küreyvat-ý hamra ve beyzayý ve o küreciklerdeki zerreleri nizamlý, hikmetli çevirmesi derecesinde sühuletli ve kolaydýr ki; bir insaný kâinat sisteminde hârika cihazlarýyla bir katre sudan birden zahmetsiz yaratýr. Demek o ezelî ve hadsiz kudrete isnad edilse; bu kâinatýn icadý, bir insanýn icadý kadar sühulet peyda eder, kolay olur. Eðer ona verilmezse; birtek insaný, acib cihazlarý ve duygularýyla yaratmak, kâinat kadar müþkilâtlý olur.

 

Hem nasýlki itaat ve imtisal ve emir dinlemek sýrrýyla; bir kumandan bir arþ emriyle bir neferi hücuma sevkettiði gibi.. ayný emirle koca bir muti' orduyu dahi kolayca hücuma tahrik eder. Aynen öyle de: Ýrade-i Ýlahî kanunlarýna kemal-i itaate ve tekvinî emr-i Rabbanînin iþaretine emirber nefer ve emir kulu misillü fýtrî meyil ve þevk içinde ve ilm-i ezelî ve hikmetin tayin ettikleri hatt-ý

 

 

 

sh: » (Þ:536)

 

hareket düsturlarý dairesinde ve ordu neferlerinden bin derece ziyade itaatli ve emir dinler ve emir kulu hükmünde olan masnuat, hususan zîhayatlardan birtek ferdi, "Ademden haydi vücuda çýk, vazife baþýna gir!" diye emr-i Rabbanî ile ve ilmin tayin ettiði tarzda ve iradenin tahsis eylediði surette kudret ona mahsus bir vücud giydirip, elini tutup, meydana çýkarmak kolaylýðýnda bahardaki zîhayatýn ordusunu ayný kuvvet ve kudretle icad eder, vazifeler verir. Demek herþey o kudrete isnad edilse; bütün zerrat ordusunun ve yýldýzlar fýrkalarýnýn icadý, bir zerre bir tek yýldýz kadar kolay ve sühuletli olur. Eðer esbaba isnad edilse bir zîhayatýn gözbebeðinde ve dimaðýndaki zerrenin acib vazifelerini yerine getirecek bir kabiliyetle yaratýlmasý, hayvanat ordusu kadar müþkilâtlý ve zahmetli olur.

 

Üçüncü Basamak:

 

وَبِسرِّ اِمْدَادِ الْوَاحِدِيَّةِ وَ يُسْرِ الْوَحْدَةِ وَ تَجَلِّى اْلاَحَدِيَّةِ dir. Kýsacýk iþaretlerle mealine bakacaðýz. Yani, nasýlki bir padiþah ve kumandan-ý azam, hâkimiyetinin vâhidiyeti ve bütün raiyeti yalnýz onun emirlerine göre hareketi cihetiyle; o hâkim-i azam, koca memleketi ve büyük milleti idare etmesi, bir köy ehlini idare etmek kadar kolay olur. Çünki hükümde vâhidiyet itibariyle; efrad-ý millet aynen asker neferatý gibi teshilâta vesile olup, kolayca emirler, kanunlar tatbik edilir. Eðer muhtelif hâkimlere býrakýlsa; çok keþmekeþe düþmesiyle beraber, birtek köyün belki bir hanenin o memleket kadar idaresi müþkil olur. Hem o itaatlý millet, birtek kumandana baðlanmasý haysiyetiyle; herbir ferd-i nefer gibi, o kumandanýn kuvvetine ve cihazat depolarýna ve ordusuna dayandýðý bir kuvvet ile bir þahý esir edebilir, bin derece þahsî kuvvetinden ziyade iþ görebilir. Onun o padiþaha intisabý hadsiz bir kuvveti ve iktidarý olup pek büyük iþler yapar. Eðer o intisab kesilse; o büyük kuvvet gider, kendi bileðindeki cüz'î kuvvetiyle ve belindeki az cephane ve fiþekleri mikdarýnca iþ görebilir. Yoksa intisab kuvvetine dayanan mezkûr askerin gördüðü bütün iþler ondan istenilse, bileðinde bir ordu kuvveti ve belinde padiþahýn cephaneler anbarý bulunmak gerektir. Aynen öyle de: Sultan-ý Ezel ve Ebed, Sâni'-i Kadîr, vâhidiyet-i saltanat ve hâkimiyet-i mutlaka cihetiyle, kâinatý bir þehir kolaylýðýnda ve bir baharý bir bahçe sühuletinde ve haþirde bütün ölmüþleri ihya etmek, o bahçe aðaçlarýnýn yaprak, çiçek, meyvelerini gelen baharda yaratmak kolaylýðýnda yapar. Ve kolayca bir sineði, koca kartal kuþu sisteminde yaratýr. Ve sühuletle bir insaný bir küçük kâinat hükmüne

 

sh: » (Þ:537)

 

getirir. Eðer esbaba verilse; bir mikrop bin gergedan, bir meyve bir büyük aðaç kadar müþkilâtlý olur. Ve belki zîhayatýn bedeninde acib vazifeleri gören herbir zerreye herþeyi görecek bir göz ve herþeyi bilecek bir ilim verilmek lâzýmdýr ki, o ince ve mükemmel vazife-i hayatiyeyi yapabilsin. Hem vahdette yüsr ve sühulet ve kolaylýk o dereceye gelir. Nasýlki bir ordu teçhizatý bir tek elden, birtek fabrikadan gelmesiyle, birtek neferin teçhizat-ý askeriyesi gibi kolaylaþýr, eðer ayrý ayrý eller karýþsa ve muhtelif cihazat herbiri baþka fabrikadan alýnsa, o vakit birtek nefer teçhizatý, kemmiyet noktasýnda bin müþkilâtla tedarik edilebilir, müteaddid âmir ve zabitler karýþtýðý cihetiyle bin nefer kadar suubet peyda eder. Hem bin neferin idaresi ve kumandanlýðý birtek zabite verilse, bir cihette bir nefer kadar kolay olur, eðer on zabite veya neferlere býrakýlsa, pek karýþýk ve müþkil düþer. Aynen öyle de; herþey Vâhid-i Ehad'e verilse, birtek þey gibi kolay olur. Eðer esbaba isnad edilse, birtek zîhayat, zemin kadar müþkil, belki imkânsýz olur. Demek vahdette kolaylýk, vücub ve lüzum derecesine gelir. Ve kesretli eller karýþmakta suubet, imkânsýzlýk derecesine düþer.

 

Risâle-i Nur Mektûbat'ýnda denildiði gibi, eðer gece-gündüzdeki tebeddülâtý ve yýldýzlarýn harekâtý ve senedeki güz, kýþ, bahar, yaz gibi mevsimlerin tahavvülâtý birtek müdebbire ve âmire býrakýlsa; o kumandan-ý azam, bir neferi olan küre-i arza emreder ki: "Kalk, dön, gez!" O da, o iltifat ve emrin neþ'e ve sevincinden meczub mevlevî gibi iki hareketiyle yevmî ve senevî tahavvülâta ve yýldýzlarýn zâhirî ve hayalî hareketlerine gayet kolayca bir vesile olup vahdetteki tam sühulet ve gayet kolaylýðý gösterir. Eðer o tek âmire deðil, belki esbaba ve yýldýzlarýn keyiflerine býrakýlsa ve arza "Sen dur, gezme" denilse; o halde, arzdan binler derece büyük, binler yýldýzlar ve güneþler, her gece ve her sene milyonlar ve milyarlar senelik mesafeleri kesmek ve gezmekle mevsimler ve gece gündüz gibi o vaziyet-i arziye ve semaviye husul bulabilir. Ve imkânsýzlýk ve muhaliyet derecesinde müþkil ve suubetli düþer.

 

Üçüncü Basamaktaki وَتَجَلِّى اْلاَحَدِيَّةِ

 

kelimesi, pek büyük ve çok ince ve derin ve gayet geniþ bir hakikata iþaret eder. Onun izah ve isbatýný Risâle-i Nur'a havale edip, gayet kýsa bir temsil ile birtek nüktesini beyan edeceðiz.

 

Evet nasýlki güneþ, ziyasýyla umum zemini ýþýklandýrýp vâhidiyete bir misal olduðu gibi, âyine gibi mukabilindeki her þeffaf

 

 

 

sh: » (Þ:538)

 

þeyde timsali ve aksi ve yedi renkli ziyasýyla ve zâtýnýn suretiyle bulunup ehadiyete dahi bir misal teþkil eder. Eðer güneþin ilmi ve kudreti ve ihtiyarý olsa idi ve cam parçalarýnýn ve içinde güneþçikler görünen katrelerin ve kabarcýklarýn kabiliyetleri bulunsa idi; irade-i Ýlahiyenin kanunuyla herbirisinde ve yanýnda timsaliyle ve sýfatlarýyla tam bir güneþ bulunup, sair yerlerde bulunmasý onun tasarrufatýna hiç noksan vermeyerek kudret-i Rabbaniyenin emriyle, tesiriyle, hükmüyle pek büyük zuhurata sebeb olarak, ehadiyetteki fevkalâde kolaylýk ve sühuleti gösterir. Aynen öyle de; Sâni'-i Zülcelal, vâhidiyet itibariyle bütün eþyayý ihata eden ilim ve iradesi ve kudretiyle bakar ve hazýr ve nâzýr olduðu gibi, ehadiyet cihetiyle ve tecellisiyle herþeyin, hususan zîhayatýn yanýnda isimleri ve sýfatlarýyla bulunur ki; kolayca, bir anda sineði kartal sisteminde, bir insaný küçük bir kâinat sisteminde icad eder. Ve zîhayatý öyle mu'cizatlý bir þekilde yaratýr ki; eðer bütün esbab toplansa, bir bülbülü, bir sineði yapamazlar. Ve bir bülbülü yaratan, bütün kuþlarý yaratan olabilir ve bir insaný halk eden, ancak kâinatý icad eden zâttýr.

 

Dördüncü ve Beþinci Basamak:

 

وَ بِسِرِّ الْوُجُوبِ وَ التَّجَرُّدِ وَ مُبَايَنَةِ الْمَاهِيَّةِ وَ بِسِرِّ عَدَمِ التَّقَيُّدِ وَ عَدَمِ التَّحَيُّزِ وَ عَدَمِ التَّجَزِّى

 

Bu iki basamaðýn hakikatýný umuma ifade etmek çok müþkil olmasýndan, yalnýz kýsacýk bir-iki nüktesi ve muhtasar meali beyan edilecek. Yani, vücud mertebelerinin en kuvvetli ve sarsýlmaz olan vücub mertebesinde ve ezelî ve ebedî derecesinde bir vücud sahibi ve maddiyattan münezzeh ve mücerred ve bütün mahiyetlere mübayin bir mahiyet-i mukaddeseyi taþýyan bir Kadîr-i Mutlak'ýn kudretine nisbeten, yýldýzlar zerreler gibi ve haþir bir bahar misillü ve haþirde bütün insanlarý diriltmesi bir nefsin ihyasý dercesinde kolaydýr. Çünki vücud tabakalarýndan kuvvetli bir nev'in bir týrnaðý, hafif bir tabakanýn bir daðýný eline alýr, çevirir. Meselâ; kuvvetli vücud-u haricîden bir âyine ve kuvve-i hâfýza, zaîf ve hafif olan vücud-u misalî ve manevîden yüz daðý ve bin kitabý içine alýrlar ve çevirebilirler. Ýþte vücud-u misalî ne derece kuvvetçe vücud-u haricîden aþaðý ise, müm-

 

 

 

sh: » (Þ:539)

 

kinatýn hâdis ve ârýzî vücudlarý dahi ezelî, sermedî, vâcib bir vücuddan binler derece daha aþaðý ve hafiftir ki, o mukaddes vücud, bir zerre tecellisiyle, mümkinatýn bir âlemini çevirir. Maatteessüf þimdilik semli hastalýk gibi üç ehemmiyetli sebeb müsaade etmediklerinden, bu pek uzun hakikatý ve nüktelerini Risâle-i Nur'a ve baþka zamana havale ederiz.

 

Altýncý Basamak:

 

وَ بِسِرِّ اِنْقِلاَبِ الْعَوَائِقِ وَ الْمَوَانِعِ اِلَى حُكْمِ الْوَسَائِلِ الْمُسَهِّلاَتِ

 

Yani: Nasýlki fennin tabirince ukde-i hayatiye namýnda bir cilve-i irade-i Ýlahiyenin ve emr-i tekvinînin bir kanunu ile ve o emir ve iradenin teveccühleriyle koca bir aðacýn þuursuz dal ve sert budaklarý, meyvelerine ve yaprak ve çiçeklerine zenbereði ve midesi hükmündeki o ukde-i hayatiyeden onlara gidecek lüzumlu maddeler ve erzaklara avaik ve mevani' ve sed olmazlar, belki teshilâta vesile oluyorlar; aynen öyle de: Kâinat ve bütün mahlukatýn icadýnda bütün maniler bir cilve-i irade ve teveccüh-ü emr-i Rabbanîye karþý mümanaatý býrakýp kolaylýða âlet olmasýndan, kudret-i sermediye o tek aðacý icad kolaylýðýnda, kâinatý ve zemindeki enva'-ý mahlukatý icad eder, hiçbirþey ona aðýr gelmez. Eðer bütün icadlar o kudrete verilmezse; o vakit o tek aðacýn inþa ve idaresi, bütün aðaçlar, belki zeminin icadý ve idaresi kadar müþkil olacak. Çünki o zaman herþey mani' ve sed olur. O halde bütün esbab toplansa; bir aðacýn emirden, iradeden gelen ukde-i hayatiye midesinden, zenbereðinden intizam ile meyve, yaprak, dal ve budaklara lâzým erzak ve cihazatý gönderemezler. Ýllâ ki, aðacýn herbir cüz'üne, hattâ herbir zerresine bütün aðacý ve eczasýný ve zerratýný görecek ve bilecek ve yardým edecek bir göz, bir ihatalý ilim, bir hârika kudret ve fevkalâde muavenet verilsin.

 

Ýþte bu beþ aded basamaklardan çýk, bak. Küfür ve þirkte ne derece müþkilât, belki muhalât bulunduðunu ve ne kadar akýldan, mantýktan uzak ve mümteni' olduðunu; ve îmanda ve Kur'an yolunda ne kadar sühulet ve vücub derecesinde kolaylýk ve ne kadar makul ve makbul ve lüzum derecesinde kat'î ve rahat bir hak ve hakikat bulunduðunu gör, bil. اَلْحَمْدُ لِلَّهِ عَلَي نِعْمَةِ اْلاِيمَانِ de.

 

(Rahatsýzlýk ve sýkýntýlar, bu ehemmiyetli basamaðýn bâki kýsmýný te'hire sebeb oldular.)

 

 

 

 

 

sh: » (Þ:540)

 

Yedinci Basamak:

 

وَ بِسِرِّ اَنَّ الذَرَّةَ وَ الْجُزْءَ وَ الْجُزْئِىَّ وَ النَّوَاةَ وَ اْلاِنْسَانَ لَيْسَتْ بِاَقَلَّ صَنْعَةً وَ جَزَالَةً مِنَ النَّجْمِ وَ الْكُلِّ وَ الْكُلِّىِّ وَ الشَّجَرِ وَ الْعَالَمِ

 

Bir Ýhtar: Bu dokuz basamaklarýn hakikatlarýnýn esasý ve madeni ve güneþi, Sûre-i Ýhlâs'tan قُلْ هُوَ اللّهُ اَحَدٌ اَللّهُ الصَّمَدُ âyetleridir. Sýrr-ý ehadiyet ve samediyet cilvesinden gelen lem'alara kýsa iþaretlerdir. Bu yedincinin mealine bir-iki nükte ile gayet muhtasar bakýp, tafsilini Risâle-i Nur'a havale ederiz. Yani; göz ve beyindeki acib vazifeleri gören bir zerre, bir yýldýzdan ve bir cüz', küll mecmuundan.. meselâ; dimað ve göz, insanýn tamamýndan ve cüz'î bir ferd, hüsn-ü san'atça ve garabet-i hilkatça umum bir neviden ve bir insan, acib cihazlarýyla küllî cins hayvandan ve bir fihriste ve program ve kuvve-i hâfýza hükmünde olan bir çekirdek, mükemmel masnuiyeti ve mahzeniyetçe koca aðacýndan ve bir küçük kâinat olan bir insan, kemal-i hilkati ve cem'iyetli hârika cihazlarýnýn binler acib vazifeleri görecek bir tarzda mahlukiyeti kâinattan aþaðý deðiller. Demek zerreyi icad eden, yýldýzýn icadýndan âciz kalamaz. Ve lisan gibi bir uzvu halkeden, elbette insaný kolayca halkeder. Ve birtek insaný böyle mükemmel yaratan, herhalde bütün hayvanatý kemal-i sühuletle yaratabilecek ve gözümüz önünde yaratýyor. Ve çekirdeði bir liste, bir fihriste, bir defter-i kavanin-i emriye, bir ukde-i hayatiye mahiyetinde yaratan, elbette bütün aðaçlarýn hâlýký olabilir. Ve âlemin bir nevi manevî çekirdeði ve cem'iyetli meyvesi olan insaný halk edip bütün esma-i Ýlahiyeye mazhar ve âyine ve bütün kâinatla alâkadar ve zeminin halifesi yapan zâtýn, elbette ve elbette öyle bir kudreti var ki, koca kâinatý insan icadýnýn kolaylýðý ve sühuleti derecesinde halkedip tanzim eder. Öyle ise; zerrenin ve cüz' ve cüz'î ve çekirdek ve bir insanýn hâlýký, sânii, rabbi kim ise; elbette bedahetle yýldýzlarýn ve nevilerin ve küll ve külliyatlarýn ve aðaçlarýn ve bütün kâinatýn hâlýký, sânii, rabbi aynen odur. Baþka olmasý muhal ve mümteni'dir.

 

sh: » (Þ:541)

 

Sekizinci Basamak:

 

وَبِسِرِّ اَنَّ الْمُحَاطَ وَ الْجُزْئِيَّاتِ كَاْلاَمْثِلَةِ الْمَكْتُوبَةِ الْمُسَغَّرَةِ اَوْ كَا لنُّقَطِ الْمَحْلُوبَةِ الْمُعَصَّرَةِ فَلاَ بُدَّ اَنْ يَكُونَ الْمُحِيطُ وَ الْكُلِّيَّاتُ فِى قَبْضَةِ خَالِقِ الْمُحَاطِ وَ الْجُزْئِيَّاتِ لِيُدْرِجَ مِثَالَهَا فِيهَا بِمَوَازِينِ عِلْمِهِ اَوْ يُعَصِّرَ هَا مِنْهَا بِدَسَاتِيرِ حِكْمَتِهِ

 

Yani: Ýhata edilen cüz'iyat ve küll ve külliyatýn içinde bulunan ferdler ve tohumlar ve çekirdeklerin, ihata eden büyük külliyata nisbetleri; güya küçücük nümune ve gayet ince yazý ile çok küçük kýt'ada yazýlmýþ ayný küll ve külliyatýn nüshalarý, misalleridir. Öyle ise, ihata eden külliyat, o cüz'iyat Hâlýkýnýn kabzasýnda ve tamamen tasarrufunda bulunmak lâzýmdýr. Tâ ilminin mizanlarýyla ve ince kalemleriyle o büyük muhitin kitabýný, o çok küçücük yüzer kýt'alarda, defterlerde dercedebilsin. Hem ihata edilen ecza ve cüz'iyatýn muhit ile nisbetleri, temsilleri, güya süt gibi muhitlikten saðýlmýþ katreler.. veya biri o muhiti sýkmýþ, o noktalar ondan akmýþ. Meselâ; kavun çekirdeði, onun umum etrafýndan saðýlmýþ bir katre veya o kitab tamamen içinde yazýlmýþ bir noktadýr ki; fihristesini, listesini, programýný taþýyor.

 

 

 

Madem böyledir, elbette o cüz'iyat ve katreler ve noktalar ve ferdler Sâniinin elinde, o muhit küll ve külliyat bulunmak elzemdir. Tâ hikmetinin hassas düsturlarýyla o ferdleri, katreleri, noktalarý ondan saðsýn. Demek birtek tohumu, birtek ferdi yaratan, elbette o büyük küll ve külliyatý ve onlarý ihata eden ve onlardan çok büyük olan diðer külliyatlarý ve cinsleri yaratan yine odur, baþka olamaz. Öyle ise, birtek nefsi yaratan, bütün insanlarý yaratabilir. Ve birtek ölüyü dirilten, haþirde bütün cin ve ins ölülerini diriltebilir ve diriltecek. Ýþte مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ âyetinin hükmü ve davasý gayet kat'î ve parlak bir surette hak ve ayn-ý hakikat olduðunu gör.

 

 

 

sh: » (Þ:542)

 

Dokuzuncu Basamak:

 

وَ بِسِرِّ كَمَا اَنَّ قُرْآنَ الْعِزَّةِ الْمَكْتُوبَ عَلَى الذَّرَّةِ الْمُسَمَّاةِ بِالْجَوْهَرِ الْفَرْدِ بِذَرَّاتِ اْلاَثِيرِ لَيْسَ بِاَقَلَّ جَزَالَةً وَ خَارِقِيَّةَ صَنْعَةٍ مِنْ قُرْآنِ الْعَظَمَةِ الْمَكْتُوبِ عَلَى صَحِيفَةِ السَّمَاءِ بِمِدَادِ النُّجُومِ وَ الشُّمُوسِ كَذلِكَ اَنَّ وَرْدَ الزَّهْرَةِ لَيْسَتْ بِاَقَلَّ جَزَالَةً وَ صَنْعَةً مِنْ دُرِّىِّ نَجْمِ الزُّهْرَةِ وَ لاَ النَّمْلَةُ مِنَ الْفِيلَةِ وَ لاَ اْلمِكْرُوبِ مِنَ الْكَرْ كَدَانِ وَ لاَ النَّحْلَةُ مِنَ النَّخْلَةِ بِالنِّسْبَةِ اِلَى قُدْرَةِ خَالقِ الْكَائِنَاتِ فَكَمَا اَنَّ غَايَةَ كَمَالِ السُّرْعَةِ وَ السُّهُولَةِ فِى اِيجَادِ اْلاَشْيَاءِ اَوْ قَعَتْ اَهْلَ الضَّلاَلةِ فِى اِلْتِبَاسِ التَّشْكِيلِ بِالتَّشَكُّلِ الْمُستَلْزِمِ لِمُحَالاَتٍ غَيْرِ مَحْدُودَةٍ تَمُجُّهَا اْلاَوْهَامُ كَذلِكَ اثْبَتَتْ ِلاَ هْلِ الْهِدَايَةِ تَسَاوِىَ النُّجُومُ مَعَ الذَّرَّاتِ بِالنِّسْبَةِ اِلَى قُدْرَةِخَالِقِ الْكَائِنَاتِ جَلَّ جَلاَلُهُ وَ لاَ اِلهَ ِالاَّ هُوَاللّهُ اَكْبَرُ

 

[bu son basamaðýn uzun bir beyanla mealini söylemek isterdim. Fakat maatteessüf keyfî tahakküm ve tazyiklerden gelen þiddetli sýkýntýlar ve tesemmümden gelen za'fiyet ve elîm hastalýklar mani' olmasýndan, mealine yalnýz pek kýsa bir iþaretle iktifaya mecbur oldum.]

 

 

 

sh: » (Þ:543)

 

Yani: Nasýlki faraza kabil-i inkýsam olmayan ve ilm-i Kelâm ve felsefede cevher-i ferd namýný alan bir zerrede, ondan daha küçücük olan madde-i esîriye zerreleriyle bir Kur'an-ý Azîmüþþan yazýlsa ve semavat sahifelerinde dahi yýldýzlar ve güneþlerle diðer bir Kur'an-ý Kebir yazýlsa, ikisi müvazene edilse; elbette cevher-i ferd zerresinden yazýlan hurdebinî Kur'an, gökler yüzlerini yaldýzlayan Kur'an-ý Azîm ve Kebir'den acaibce ve san'atýn i'cazýnda geri deðil, belki bir cihette ileri olduðu gibi; aynen öyle de: Hâlýk-ý Kâinat'ýn kudretine nisbeten masnuiyetindeki garabet ve cezalet noktasýnda zühre çiçeði, Zühre yýldýzýndan geri deðil ve karýnca, filden aþaðý olmaz ve mikrop, gergedandan hilkatça daha acib ve arý sineði, hurma aðacýndan fýtrat-ý acibesiyle daha ileridir. Demek bir arýyý yaratan, bütün hayvanlarý yaratabilir. Bir nefsi dirilten, haþirde bütün insanlarý ihya edip haþir meydanýnda toplayabilir ve toplayacak. Hiçbir þey ona aðýr gelmez ki; gözümüz önünde gayet çabuk ve kolaylýkla her baharda haþrin yüzbin nümunelerini yaratýyor.

 

Son cümle-i Arabiyenin gayet kýsacýk meali þudur: Yani; ehl-i dalalet, mezkûr basamaklarýn sarsýlmaz hakikatlarýný bilmediklerinden ve gayet çabuk ve gayet kolaylýkla birden mahlukat vücuda geldiklerinden, teþkili ve bir Sâniin hadsiz kudretiyle icadý, teþekkül ve kendi kendilerine vücud bulmak tevehhüm edip; hiçbir zihin, hattâ vehim dahi kabul etmediði ve her cihetle muhal ve imkânsýz hurafelerin kapýsýný kendilerine açmýþlar. Meselâ; o halde zîhayatýn herbir zerresine hadsiz bir kudret, bir ilim, herþeyi görecek bir göz ve her san'atý yapabilecek bir iktidar vermek lâzým gelir. Birtek ilahý kabul etmemekle, zerreler adedince ilaheleri mezheblerince kabul etmeðe mecbur olarak Cehennem'in esfel-i sâfilînine girmeðe müstehak düþerler.

 

Amma ehl-i hidayet ise, geçen basamaklardaki kuvvetli hakikatlar ve sarsýlmaz hüccetler, selim kalblerine ve müstakim akýllarýna gayet kat'î kanaat ve kuvvetli îman ve aynelyakîn bir tasdik vermiþ ki, þüphesiz ve vesvesesiz itminan-ý kalb ile itikad ederler ki; yýldýzlar, zerreler, en küçük, en büyük; kudret-i Ýlahîye nisbeten farklarý yoktur ki, gözümüz önünde bu acaibler oluyor. Ve herbir acibe-i san'at مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ âyetinin davasýný tasdik ve hükmü ayn-ý hak ve hakikat olduðuna þehadet ederler, lisan-ý hal ile Allahü Ekber derler. Biz dahi onlarýn adedince Al-

 

sh: » (Þ:544)

 

lahü Ekber deriz. Ve þu âyetin davasýný bütün kuvvet ve kanaatimizle tasdik ve hükmü ayn-ý hak ve nefs-i hakikat olduðuna hadsiz hüccetlerle þehadet ederiz.

 

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

 

اَللّهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى مَنْ اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ وَ الْحَمْدُ لِلّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

 

 

 

[Risâle-i Nur nedir ve hakikatlar müvacehesinde Risâle-i Nur ve Tercümaný ne mahiyettedirler diye bir takriznamedir]

 

Her asýr baþýnda hadîsçe geleceði tebþir edilen dinin yüksek hâdimleri; emr-i dinde mübtedi' deðil, müttebi'dirler. Yani, kendilerinden ve yeniden bir þey ihdas etmezler, yeni ahkâm getirmezler. Esasat ve ahkâm-ý diniyeye ve sünen-i Muhammediyeye (A.S.M.) harfiyen ittiba' yoluyla dini takvim ve tahkim ve dinin hakikat ve asliyetini izhar ve ona karýþtýrýlmak istenilen ebatýlý

 

 

 

sh: » (Þ:545)

 

ref' ve ibtal ve dine vâki tecavüzleri redd ü imha ve evamir-i Rabbaniyeyi ikame ve ahkâm-ý Ýlahiyenin þerafet ve ulviyetini izhar ve ilân ederler. Ancak tavr-ý esasîyi bozmadan ve ruh-u aslîyi rencide etmeden yeni izah tarzlarýyla, zamanýn fehmine uygun yeni ikna' usûlleriyle ve yeni tevcihat ve tafsilât ile îfa-i vazife ederler.

 

Bu memurîn-i Rabbaniye, fiiliyatlarýyla ve amelleriyle de memuriyetlerinin musaddýký olurlar. Salabet-i îmaniyelerinin ve ihlaslarýnýn âyinedarlýðýný bizzât îfa ederler. Mertebe-i îmanlarýný fiilen izhar ederler. Ve ahlâk-ý Muhammediyenin (A.S.M.) tam âmili ve miþvar-ý Ahmediyenin (A.S.M.) ve hilye-i Nebeviyenin (A.S.M.) hakikî lâbisi olduklarýný gösterirler. Hülâsa: Amel ve ahlâk bakýmýndan ve sünnet-i Nebeviyeye (A.S.M.) ittiba ve temessük cihetinden ümmet-i Muhammed'e (A.S.M.) tam bir hüsn-ü misal olurlar ve nümune-i iktida teþkil ederler. Bunlarýn Kitabullah'ýn tefsiri ve ahkâm-ý diniyenin izahý ve zamanýn fehmine ve mertebe-i ilmine göre tarz-ý tevcihi sadedinde yazdýklarý eserler, kendi tilka-yý nefislerinin ve kariha-i ulviyelerinin mahsulü deðildir, kendi zekâ ve irfanlarýnýn neticesi deðildir. Bunlar, doðrudan doðruya menba-i vahy olan Zât-ý Pâk-i Risalet'in (A.S.M.) manevî ilham ve telkinatýdýr. Celcelutiye ve Mesnevî-i Þerif ve Fütuh-ul Gayb ve emsali âsâr hep bu nevidendir. Bu âsâr-ý kudsiyeye o zevat-ý âliþan ancak tercüman hükmündedirler. Bu zevat-ý mukaddesenin, o âsâr-ý bergüzidenin tanziminde ve tarz-ý beyanýnda bir hisseleri vardýr; yani bu zevat-ý kudsiye, o mananýn mazharý, mir'atý ve ma'kesi hükmündedirler.

 

Risâle-i Nur ve Tercümanýna Gelince: Bu eser-i âlîþanda þimdiye kadar emsaline rastlanmamýþ bir feyz-i ulvî ve bir kemal-i nâmütenahî mevcud olduðundan ve hiçbir eserin nail olmadýðý bir þekilde meþ'ale-i Ýlahiye ve þems-i hidayet ve neyyir-i saadet olan Hazret-i Kur'anýn füyuzatýna vâris olduðu meþhud olduðundan; onun esasý nur-u mahz-ý Kur'an olduðu ve evliyaullahýn âsârýndan ziyade feyz-i envar-ý Muhammedîyi (A.S.M.) hâmil bulunduðu ve Zât-ý Pâk-i Risalet'in ondaki hisse ve alâkasý ve tasarruf-u kudsîsi evliyaullahýn âsârýndan ziyade olduðu ve onun mazharý ve tercümaný olan manevî zâtýn mazhariyeti ve kemalâtý ise o nisbette âlî ve emsalsiz olduðu güneþ gibi aþikâr bir hakikattýr.

 

Evet o zât daha hal-i sabavette iken ve hiç tahsil yapmadan zevahiri kurtarmak üzere üç aylýk bir tahsil müddeti içinde ulûm-u evvelîn ve âhirîne ve ledünniyat ve hakaik-i eþyaya ve esrar-ý kâinata ve hikmet-i Ýlahiyeye vâris kýlýnmýþtýr ki, þimdiye kadar böyle mazhariyet-i ulyaya kimse nail olmamýþtýr. Bu hârika-i il-

 

 

 

sh: » (Þ:546)

 

miyenin eþi aslâ mesbuk deðildir. Hiç þübhe edilemez ki; Tercüman-ý Nur, bu haliyle baþtan baþa iffet-i mücesseme ve þecaat-ý hârika ve istiðna-yý mutlak teþkil eden hârikulâde metanet-i ahlâkiyesi ile bizzât bir mu'cize-i fýtrattýr ve tecessüm etmiþ bir inayettir ve bir mevhibe-i mutlakadýr.

 

O zât-ý zîhavarýk daha hadd-i bülûða ermeden bir allâme-i bîadîl halinde bütün cihan-ý ilme meydan okumuþ, münazara ettiði erbab-ý ulûmu ilzam ve iskât etmiþ, her nerede olursa olsun vâki' olan bütün suallere mutlak bir isabetle ve aslâ tereddüd etmeden cevab vermiþ, ondört yaþýndan itibaren üstadlýk pâyesini taþýmýþ ve mütemadiyen etrafýna feyz-i ilim ve nur-u hikmet saçmýþ, izahlarýndaki incelik ve derinlik ve beyanlarýndaki ulviyet ve metanet ve tevcihlerindeki derin feraset ve basiret ve nur-u hikmet, erbab-ý irfaný þaþýrtmýþ ve hakkýyla "Bediüzzaman" ünvan-ý celilini bahþettirmiþtir. Mezaya-yý âliye ve fezail-i ilmiyesiyle de din-i Muhammedî'nin (A.S.M.) neþrinde ve isbatýnda bir kemal-i tam halinde rû-nüma olmuþ olan böyle bir zât elbette Seyyid-ül Enbiya Hazretlerinin (A.S.M.) en yüksek iltifatýna mazhar ve en âlî himaye ve himmetine naildir. Ve þübhesiz o Nebiyy-i Akdes'in (A.S.M.) emr ve fermanýyla yürüyen ve tasarrufuyla hareket eden ve onun envar ve hakaikýna vâris ve ma'kes olan bir zât-ý kerim-üs sýfattýr.

 

Envar-ý Muhammediyeyi (A.S.M.) ve maarif-i Ahmediyeyi (A.S.M.) ve füyuzat-ý þem'-i Ýlahîyi en müþa'þa bir þekilde parlatmasý ve Kur'anî ve hadîsî olan iþarat-ý riyaziyenin kendisinde müntehî olmasý ve hitabat-ý Nebeviyeyi (A.S.M.) ifade eden âyât-ý celilenin riyazî beyanlarýnýn kendi üzerinde toplanmasý delaletleriyle, o zât hizmet-i îmaniye noktasýnda risaletin bir mir'at-ý mücellasý ve þecere-i risaletin bir son meyve-i münevveri ve lisan-ý risaletin irsiyet noktasýnda son dehan-ý hakikatý ve þem'-i Ýlahînin hizmet-i îmaniye cihetinde bir son hâmil-i zîsaadeti olduðuna þüphe yoktur.

 

Üçüncü Medrese-i Yusufiye'nin Elhüccetüzzehra ve Zühretünnur olan tek dersini dinleyen Nur Þakirdleri namýna

 

Ahmed Feyzi, Ahmed Nazif, Salahaddin, Zübeyr, Ceylân, Sungur, Tabancalý

 

Benim hissemi haddimden yüz derece ziyade vermeleriyle beraber, bu imza sahiblerinin hatýrlarýný kýrmaða cesaret edemedim. Sükût ederek o medhi Risâle-i Nur þakirdlerinin þahs-ý manevîsi namýna kabul ettim.

 

Said Nursî

 

* * *

 

 

 

sh: » (Þ:547)

 

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

 

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

 

Çok Sevgili, Çok Mübarek, Çok Kýymetdar, Çok Müþfik üstadýmýz Efendimiz Hazretlerine!

 

Ey irade-i cüz'iyesini tamamýyla terk edip her umûrunu irade-i Rabbaniyeye býrakan ve her zâhirî musibet ve sýkýntýda kader-i Ýlahînin merhamet ve hikmetini görüp kemal-i tevekkül ve teslimiyetle o cilve-i Rabbaniyenin dahi netaicini sabýr ile bekleyen muhterem üstad! Bazý yerlerde, ehl-i îmanýn nokta-i istinadýnýn yýkýlmaða baþladýðý ve bir kýsým esbab ve neþriyat, îmanýn erkânýna karþý muhalif cephe alýp, Allah'ý inkâr eden insanlar alenen ve tefahurla dolaþtýðý ve Kur'anýn evamirine muhalif hareket etmek ve manevî kuvvetlere inanmamak, icad ve tasni' hakkýný þuursuz, kör, saðýr tabiata vermek bir þiar-ý medeniyet ve irfan ve münevverlik telakki edildiði yürekler titreten þu dehþetli asýrda, Kur'anýn bir mu'cize-i maneviyesi olan Risâle-i Nur'u te'lif ederek muzdarib ve îman âb-ý hayatýna muhtaç pekçok bîçare gönüllere panzehir hükmünde olan devalarýný vererek onlara saadet-i ebediyeyi müjdeleyen ve davalarýný gayet kat'î bürhan ve hüccetlerle isbat eden, hakikat cadde-i kübrasýnda kudsî ve muazzez rehberimiz ve اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِ sýrrýyla Risâle-i Nur ile îmanlarýný kurtaran yüzbinler Nur talebesinin hasenatýnýn bir misli defter-i a'maline geçen faziletmeab efendimiz!

 

Nasýlki Cenab-ý Hak, Denizli hapsinin sýkýntýlarýný hiçe indirecek derecede þifa-bahþ olan Meyve Risalesi'ni orada ihsan etmiþ ve gülün çiçeðindeki gayet þirin rayihasý, dikeninin acýsýný hiçe býraktýðý gibi, fâni sýkýntýlarýnýzý izale etmiþti; aynen öyle de, yine kerim olan Rahîm-i Zülcemal Hazretleri, Denizli hapsinin bir

 

 

 

sh: » (Þ:548)

 

aylýk sýkýntýsýna bir günlük maddî ýzdýrabý mukabil gelen bu Afyon hapishanesinde siz sevgili üstadýmýz eliyle tiryak ve panzehir hükmünde tevhid, tahmid ve istiane ve risalet-i Muhammediyeyi (A.S.M.) tasdik ve muazzam hüccetlerini ihsan etmiþ bulunuyor. Okumak ve yazmayý Risâle-i Nur'un feyziyle öðrenen çok kusurlu talebeleriniz bizler, bu üç küçük risaleyi -çam çekirdeðinin koca çam aðacýnýn fihristesini, proðramýný içinde sakladýðý misillü- hem Risâle-i Nur'un hakkaniyetinin kat'î bir hücceti, hem bir nevi hülâsat-ül hülâsasý olarak telakki ettik.

 

Fezailini tariften âciz bulunduðumuz, fakat okumasý ruhumuzda pek büyük bir inþiraha vesile olan ve maddî elemlerimizi sürura kalbeden ve îman bahçesinden hadsiz meyveleri getiren bu üç küçük risaleden birisi, zamanýmýzdaki mevcud küfür, dalalet, tabiat karanlýklarýný daðýtacak ve izale edecek onbir hüccet-i tevhidi; ikincisi; Risâle-i Nur'un bütün müvazenelerinin menbaý ve esasý ve üstadý içinde bulunan Fatiha-i Þerife'nin îmanî ve kudsî hüccetlerini hâvi bir þirin tefsirini; üçüncüsü, yine Afyon Medrese-i Yusufiyesinde siz sevgili üstadýmýzýn kalb-i mübareklerine hutur eden risalet-i Muhammediyeye (A.S.M.) dair kýsmýnýn gayet parlak ve tam bir itminan temin eden bir mükemmel tercümesini beyan buyuruyordu.

 

Hiçbir cihette hiçbir þeye liyakatýmýz olmayan bizler, bütün kuvvetimizle neþrine çalýþacaðýmýz bu mahiyetteki eserlerinizi aldýk. Cenab-ý Hakk'a hadsiz þükür ederek "Ya Erhamerrâhimîn! üstadýmýzdan ebediyen razý ol!" diye dua ettik.

 

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

 

Risâle-i Nur Talebeleri namýna

 

Zübeyr, Ceylân, Sungur, Ýbrahim

 

* * *

 

 

 

sh: » (Þ: 549)

 

ELHUBET-ÜÞ-ÞÂMÝYE Namýndaki Arabî Dersin

 

Tercümesinden Mukaddimesidir.

 

 

 

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

 

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللّهِ وَبَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

 

Aziz, Sýddýk Kardeþlerim!

 

(Kýrk sene evvel Þam'daki Câmi-i Emevî'de Þam ulemasýnýn ýsrariyla içinde yüz ehl-i ilim bulunan onbin adama yakýn bir azîm cemaate verilen bu Arabî ders risalesindeki hakikatlarý bir hiss-i kablelvuku ile Eski Said hissetmiþ, kemal-i kat'iyetle müjdeler vermiþ ve pek yakýn bir zamanda o hakikatlar görünecek zannetmiþ. Halbuki iki harb-i umumî ve yirmibeþ sene bir istibdad-ý mutlak, o hiss-i kablelvukuun kýrk elli sene te'hirine sebeb olmuþ; ve þimdi o zamandaki verdiði haberlerin aynen tezahürleri Âlem-i Ýslâmiyette baþlamýþ. Demek bu pek ehemmiyetli ders, zamaný geçmiþ eski bir hutbe deðil, belki doðrudan doðruya 1327'ye bedel, 1371'de ve Câmi-i Emevî yerine âlem-i Ýslâm câmiinde üçyüz yetmiþ milyon bir cemaate hakikatlý ve taze bir ders-i içtimaî ve Ýslâmîdir, diye tercümesini neþretmek zamanýdýr tahmin ederim.)

 

Gayet mühim bir suale verilen çok ehemmiyetli bir cevabý burada yazmaða münasebet geldi. Çünki kýrk sene evvel Eski Said, o dersinde bir hiss-i kablelvuku ile Risâle-i Nur'un hârika derslerini ve tesiratýný görmüþ gibi bahsediyor. Onun için o sual ve cevabý yazacaðýz. Þöyle ki:

 

Çoklar tarafýndan hem bana, hem bazý Nur kardeþlerime sual etmiþler ve ediyorlar ki:

 

"Neden bu kadar muarýzlara karþý ve muannid feylesoflara ve ehl-i dalalete mukabil Risâle-i Nur maðlub olmuyor? Milyonlar kýymettar hakikî kütüb-ü îmaniye ve Ýslâmiyenin

 

sh: » (Þ: 550)

 

intiþarlarýna bir derece sed çektikleri halde; sefahet ve hayat-ý dünyeviyenin lezzetleriyle çok bîçare gençleri ve insanlarý hakaik-i îmaniyeden mahrum býraktýklarý halde; en þiddetli hücum ve en gaddarane muamele ve en ziyade yalanlarla ve aleyhinde yapýlan propagandalarla Risâle-i Nur'u kýrmak, insanlarý ondan ürkütmek ve vazgeçirmeye çalýþtýklarý halde; hiçbir eserde görülmediði bir tarzda Risâle-i Nur'un intiþarý, hattâ çoðu el yazmasý ile altýyüz bin nüsha risalelerinden kemal-i iþtiyak ile perde altýnda intiþar etmesi ve dâhil ve hariçte kemal-i iþtiyak ile kendini okutturmasý hikmeti nedir? Sebebi nedir?" diye bu mealde çok suallere karþý "Elcevap" deriz ki:

 

Kur'an-ý Hakîm'in sýrr-ý i'cazýyla hakikî bir tefsiri olan Risâle-i Nur; bu dünyada bir manevî cehennemi, dalalette gösterdiði gibi; îmanda dahi bu dünyada manevî bir cennet bulunduðunu isbat ediyor. Ve günahlarýn ve fenalýklarýn ve haram lezzetlerin içinde, manevî elîm elemleri gösterip hasenat ve güzel hasletlerde ve hakaik-i þeriatýn amelinde cennet lezaizi gibi manevî lezzetler bulunduðunu isbat ediyor. Sefahet ehlini ve dalalete düþenlerini -o cihetle- aklý baþýnda olanlarýný kurtarýyor. Çünki bu zamanda iki dehþetli hal var:

 

Birincisi: âkibeti görmiyen ve bir dirhem hazýr lezzeti, ileride bir batman lezzetlere tercih eden hissiyat-ý insaniye akýl ve fikre galebe ettiðinden, ehl-i sefaheti sefahetinden kurtarmanýn çare-i yegânesi; ayný lezzetinde elemini gösterip hissini maðlub etmektir. Ve يَسْتَحِبّوُنَ اْلحَيَاةَ الدُّنْيَا عَلَى اْلآخِرَةِ آ âyetinin iþaretiyle; bu zamanda âhiretin elmas gibi nimetlerini, lezzetlerini bildiði halde, dünyevî kýrýlacak þiþe parçalarýný ona tercih etmek, ehl-i îman iken ehl-i dalalete o hubb-u dünya ve o sýr için tâbi olmak tehlikesinden kurtarmanýn çare-i yegânesi, dünyada dahi cehennem azabýný ve elemlerini göstermekle olur ki; Risâle-i Nur o meslekten gidiyor.

 

Yoksa bu zamandaki küfr-ü mutlakýn ve fenden gelen dalâletin ve sefahetten gelen tiryakiliðin inadý karþýsýnda, Cenab-ý Hakk'ý tanýttýrdýktan sonra ve Cehennem'in vücudunu isbat ile ve onun azâbý ile insanlarý fenalýktan, seyyiattan vazgeçirmek; ondan, belki yirmiden birisi ders alabilir. Ders aldýktan sonra da, "Cenab-ý Hak Gafur-ur Rahîm'dir, hem Cehennem pek uzaktýr" der, sefahetine devam edebilir. Kalbi, ruhu hissiyatýna maðlub olur. Ýþte Risâle-i Nur'daki ekser müvazeneler küfür ve dalâletin dünyadaki elîm ve ürkütücü neticelerini göstermekle, en muannid ve nefisperest insanlarý dahi o menhus, gayr-ý meþru lezzetlerden ve sefahetlerden

 

sh: » (Þ: 551)

 

bir nefret verip aklý baþýnda olanlarý tevbeye sevkeder. O müvazenelerden Altýncý, Yedinci, Sekizinci Sözlerdeki küçük müvazeneler ve Otuzikinci Söz'ün Üçüncü Mevkýfý'ndaki uzun müvazene; en sefih ve dalalette giden adamý da ürkütüyor, dersini kabul ettiriyor. Meselâ: Âyet-i Nur'daki seyahat-ý hayaliye ile hakikat olarak gördüðü vaziyetleri gayet kýsaca iþaret edeceðiz. Tafsilini isteyen Sikke-i Gaybiye'nin âhirindeki 256'dan 259'uncu sahifeye kadar baksýn.

 

Ezcümle: O seyahat-ý hayaliyede, rýzka muhtaç hayvanat âlemini gördüðüm vakit, maddî felsefe ile baktým. Hadsiz ihtiyacat ve þiddetli açlýklarýyla beraber za'f ve aczleri, o zîhayat âlemini bana çok acýklý ve elîm gösterdi. Ehl-i dalalet ve gafletin gözüyle baktýðýmdan feryad eyledim. Birden hikmet-i Kur'aniye ve îmanýn dürbünü ile gördüm:Rahman ismi Rezzak burcunda, parlak bir güneþ gibi tulû' etti. O aç, bîçare zîhayat âlemini rahmet ýþýðýyla yaldýzladý. Sonra hayvanat âlemi içinde, yavrularýn za'f ve acz ve ihtiyaç içinde çýrpýndýklarý hazîn ve elîm ve herkesi rikkat ve acýmaða getirecek bir karanlýk içinde diðer bir âlemi gördüm. Ehl-i dalâletin nazarýyla baktýðýma eyvah dedim. Birden îman bana bir gözlük verdi, gördüm ki: Rahîm ismi þefkat burcunda tulû' etti. O kadar güzel ve þirin bir surette o acý âlemi sevinçli âleme çevirip ýþýklandýrdý ki; þekva ve acýmak ve hüzünden gelen göz yaþlarýmý, sevinç ve þükrün lezzetlerinden gelen damlalara çevirdi.

 

Sonra sinema perdesi gibi insan âlemi bana göründü. Ehl-i dalâletin dürbünü ile baktým. O âlemi o kadar karanlýklý, dehþetli gördüm ki; en derin kalbimden feryad ettim. "Eyvah!" dedim. Çünki insanlarda ebede uzanýp giden arzularý, emelleri ve kâinatý ihata eden tasavvurat ve efkârlarý ve ebedî beka ve saadet-i ebediyeyi ve Cennet'i gayet ciddî isteyen himmetleri ve fýtrî istidadlarý ve fýtrî had konulmayan, serbest býrakýlan kuvveleri ve hadsiz maksadlara müteveccih ihtiyaçlarý ve za'f ve aczleriyle beraber hücumlarýna maruz kaldýklarý hadsiz musibet ve a'dalarý ile beraber gayet kýsa bir ömür, hergün ve her saat ölüm endiþesi altýnda, gayet daðdaðalý bir hayat, yaþamak için gayet periþan bir maiþet içinde kalbe, vicdana en elîm ve en müdhiþ halet olan mütemadî zeval ve firak belasýný çekmek içinde ehl-i gaflet için zulümat-ý ebediye kapýsý suretinde görülen kabre ve mezaristana bakýyorlar. Birer birer ve taife taife o zulümat kuyusuna atýlýyorlar.

 

Ýþte bu insan âlemini bu zulümat içinde gördüðüm anda, kalb ve ruh ve aklýmla, bütün letaif-i insaniyem, belki bütün zerrat-ý vücudum feryad ile aðlamaða hazýr iken, birden Kur'an'dan gelen Nur ve kuvvet-i îman o dalâlet gözlüðünü kýrdý, kafama bir göz verdi. Gördüm ki:

 

Cenab-ý Hakk'ýn Âdil ismi Hakîm

 

sh: » (Þ: 552)

 

burcunda, Rahman ismi Kerim burcunda, Rahîm ismi Gafur, burcunda -yani manasýnda- Bâis ismi, Vâris burcunda, Muhyî ismi Muhsin burcunda, Rab ismi Mâlik burcunda birer güneþ gibi tulû' ettiler. O karanlýklý insan âlemi içinde çok âlemler bulunan umumunu ýþýklandýrdýlar, þenlendirdiler. Cehennemî haletleri daðýtýp, nuranî âhiret âleminden pencereler açýp o periþan insan dünyasýna nurlar serptiler. Zerrat-ý kâinat adedince, "Elhamdülillah, Eþþükrülillah" dedim. Ve aynelyakîn gördüm ki; îmanda manevî bir cennet ve dalâlette manevî bir cehennem bu dünyada da vardýr, yakînen bildim.

 

Sonra küre-i arzýn âlemi göründü. O seyahat-ý hayaliyemde dine itaat etmeyen felsefenin karanlýklý kavanin-i ilmiyeleri, hayalime dehþetli bir âlem gösterdi. Yetmiþ defa top güllesinden daha sür'atli hareketiyle, yirmibeþ bin sene mesafeyi bir senede gezip devreden ve her vakit daðýlmaða ve parçalanmaya müstaid ve içi zelzeleli, çok ihtiyar ve çok yaþlý Küre-i Arz içinde ve o dehþetli gemi üstünde kâinatýn hadsiz boþluðunda seyahat eden bîçare nev'-i insan vaziyeti, bana vahþetli bir karanlýk içinde göründü. Baþým döndü, gözüm karardý. Felsefenin gözlüðünü yere vurdum, kýrdým. Birden hikmet-i Kur'aniye ile ýþýklanmýþ bir göz ile baktým, gördüm ki:

 

Hâlýk-ý Arz ve Semavat'ýn Kadîr, Alîm, Rab, Allah ve (Rabb-üs Semavati ve-l Arz) ve (Müsahhir-üþ Þemsi ve-l Kamer) isimleri Rahmet, Azamet, Rubûbiyet Burçlarýnda güneþ gibi tulû' ettiler. O karanlýklý, vahþetli, dehþetli âlemi öyle ýþýklandýrdýlar ki; o halette, benim îmanlý gözüme küre-i arz gayet muntazam, müsahhar, mükemmel, hoþ, emniyetli, herkesin erzaký içinde bir seyahat gemisi ve tenezzüh ve keyif ve ticaret için müheyya edilmiþ ve zîruhlarý güneþin etrafýnda, memleket-i Rabbaniyede gezdirmek ve yaz ve bahar ve güzün mahsulatýný rýzýk isteyenlere getirmek için bir gemi, bir tayyare, bir þimendifer hükmünde gördüm. Küre-i arzýn zerratý adedince "Elhamdülillahi alâ nimet-il îman" dedim.

 

Ýþte buna kýyasen Risâle-i Nur'da pekçok müvazenelerle ehl-i sefahet ve dalâlet, dünyada dahi bir manevî cehennem içinde azab çektiklerini ve ehl-i îman ve salahat, dünyada dahi bir manevî cennet içinde, Ýslâmiyet ve insaniyet midesiyle ve îmanýn tecelliyatýyle ve cilveleriyle, manevî cennet lezzetleri tadabilirler. Belki derece-i îmanlarýna göre istifade edebilirler. Fakat, bu fýrtýnalý zamanýn hissi iptal eden ve beþerin nazarýný âfâka daðýtan ve boðan cereyanlar, iptal-i his nev'inden bir sersemlik vermiþ ki; ehl-i dalalet manevî azabýný muvakkaten tam

 

sh: » (Þ: 553)

 

hissedemiyor. Ehl-i hidayete dahi gaflet basýyor, hakikî lezzetini takdir edemiyor.

 

Bu asýrda ikinci dehþetli hâl: Eski zamanda küfr-ü mutlak ve fenden gelen dalaletler ve küfr-ü inadîden gelen temerrüd, bu zamana nisbeten pek azdý. Onun için eski Ýslâm muhakkiklerinin dersleri, hüccetleri o zamanlarda tam kâfi olurdu. Küfr-ü meþkuku çabuk izale ederlerdi. Allah'a îman umumî olduðundan, Allah'ý tanýttýrmakla ve Cehennem azabýný ihtar etmekle çoklarý sefahetlerden, dalaletlerden vazgeçebilirlerdi. Þimdi ise; eski zamanda bir memlekette bir kâfir-i mutlak yerine, þimdi bir kasabada yüz tane bulunabilir. Eskide, fen ve ilim ile dalalete girip inad ve temerrüd ile hakaik-i îmana karþý çýkana nisbeten þimdi yüz derece ziyade olmuþ. Bu mütemerrid inadçýlar, firavunluk derecesinde bir gurur ile ve dehþetli dalaletleriyle hakaik-i îmaniyeye karþý muaraza ettiklerinden, elbette bunlara karþý atom bombasý gibi -bu dünyada onlarýn temellerini parça parça edecek- bir hakikat-ý kudsiye lâzýmdýr ki; onlarýn tecavüzatýný durdursun ve bir kýsmýný îmana getirsin.

 

Ýþte Cenab-ý Hakk'a hadsiz þükürler olsun ki; bu zamanýn tam yarasýna bir tiryak olarak Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan'ýn bir mu'cize-i maneviyesi ve lemaatý bulunan Risâle-i Nur pekçok müvazenelerle, en dehþetli muannid mütemerridleri, Kur'an'ýn elmas kýlýncý ile kýrýyor. Ve kâinat zerreleri adedince vahdaniyet-i Ýlahiyeye ve îmanýn hakikatlarýna hüccetleri, delilleri gösteriyor ki; yirmibeþ seneden beri en þiddetli hücumlara karþý maðlub olmayýp galebe etmiþ.

 

Evet Risâle-i Nur'da îman ve küfür müvazeneleri ve hidayet ve dalâlet mukayeseleri, bu mezkûr hakikatý bilmüþahede isbat ediyor. Meselâ: Yirmiikinci Söz'ün Ýki Makamýnýn Bürhanlarý ve Lem'alarýna.. ve Otuzikinci Söz'ün Birinci Mevkýfý'na ve Otuzüçüncü Mektub'un Pencerelerine ve Asâ-yý Musa'nýn onbir Hüccetine, sair müvazeneler kýyas edilse ve dikkat edilse, anlaþýlýr ki; bu zamanda küfr-ü mutlaký ve mütemerrid dalâletin inadýný kýracak, parçalayacak Risâle-i Nur'da tecelli eden hakikat-ý Kur'aniyedir.

 

Ýnþâallah nasýl Týlsýmlar Mecmuasý'nda, dinin mühim týlsýmlarýný ve hilkat-ý âlemin muammalarýný keþfeden parçalar, o mecmuada toplanmýþ. Aynen öyle de, ehl-i dalâletin dünyada dahi cehennemlerini ve ehl-i hidayetin dünyada dahi lezaiz-i cennetlerini gösteren ve îman Cennet'in bir manevî çekirdeði ve küfür ise Cehennem zakkumunun bir tohumu olduðunu gösteren Nur'un o gibi parçalarý, kýsacýk bir tarzda bir mecmuacýk olarak yazýlacak ve Ýnþâallah neþredilecek.

 

Said Nursi.

 

 

 

 

 

sh: » (Þ:554)

 

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

 

Aziz, Sýddýk, Sarsýlmaz, Sebatkâr, Fedakâr, Vefadâr Kardeþlerim!

 

Bilirsiniz ki Ankara ehl-i vukufu Risâle-i Nur'a ait kerametleri ve iþaret-i gaybiyeleri inkâr edememiþler. Yalnýz, yanlýþ olarak o kerametlerde hissedar zannedip itiraz ederek, "Böyle þeyler kitabda yazýlmamalý idi, keramet izhar edilmez." diye hafif bir tenkide mukabil müdafaatýmda onlara cevaben demiþtim ki:

 

Onlar bana ait deðil ve o kerametlere sahib olmak benim haddim deðil. Belki Kur'anýn mu'cize-i maneviyesinin tereþþuhatý ve lem'alarýdýr ki hakikî bir tefsiri olan Risâle-i Nur'da kerametler þeklini alarak, þakirdlerinin kuvve-i maneviyelerini takviye etmek için ikramat-ý Ýlahiye nev'indendir. Ýkram ise, izharý bir þükürdür, caizdir, hem makbuldür.

 

Þimdi ehemmiyetli bir sebebe binaen cevabý bir parça izah edeceðim. Ve "ne için izhar ediyorum ve ne için bu noktada bu kadar tahþidat yapýyorum ve ne için birkaç aydýr bu mevzuda çok ileri gidiyorum. Ekser mektublar o keramete bakýyor?" diye sual edildi.

 

Elcevap: Risâle-i Nur'un hizmet-i îmaniyesinde bu zamanda binler tahribatçýlara mukabil yüzbinler tamiratçý lâzým gelirken, hem benimle lâakal yüzer kâtib ve yardýmcý bulunmak ihtiyaç varken, deðil çekinmek ve temas etmemek, belki millet ve ehl-i idare takdir ile ve teþvik ile yardým ve temas etmek zarurî iken ve o hizmet-i îmaniye hayat-ý bâkiyeye baktýðý için hayat-ý fâniyenin meþgalelerine ve faidelerine tercih etmek ehl-i îmana vâcib iken, kendimi misal alarak derim ki: Beni herþeyden ve temastan ve yardýmcýlardan men'etmek ile beraber aleyhimizde olanlar bü-

 

sh: » (Þ:555)

 

tün kuvvetleriyle arkadaþlarýmýn kuvve-i maneviyelerini kýrmak ve benden ve Risâle-i Nur'dan soðutmak ve benim gibi ihtiyar, hasta, zaîf, garib, kimsesiz bîçareye, binler adamýn göreceði vazifeyi (baþýna) yüklemek ve bu tecrid ve tazyiklerde maddî bir hastalýk nev'inde insanlar ile temas ve ihtilattan çekilmeðe mecbur olmak, hem o derece tesirli bir tarzda halklarý ürküttürmek ile kuvve-i maneviyeyi kýrmak cihetleriyle ve sebebleriyle, ihtiyarým haricinde bütün o manilere karþý Risâle-i Nur þakirdlerinin kuvve-i maneviyelerinin takviyesine medar ikramat-ý Ýlahiyeyi beyan ederek Risâle-i Nur etrafýnda manevî bir tahþidat yaptýrmak ve Risâle-i Nur kendi kendine, tek baþýyla (baþkalarýna muhtaç olmayarak) bir ordu kadar kuvvetli olduðunu göstermek hikmetiyle bu çeþit þeyler bana yazdýrýlmýþ. Yoksa, hâþâ kendimizi satmak ve beðendirmek ve temeddüh etmek ve hodfüruþluk etmek ise; Risâle-i Nur'un ehemmiyetli bir esasý olan ihlas sýrrýný bozmaktýr. Ýnþâallah Risâle-i Nur kendi kendine, hem kendini müdafaa ettiði, hem kýymetini tam gösterdiði gibi, bizi de manen müdafaa edip kusurlarýmýzý afvettirmeðe vesile olacaktýr. Umum kardeþlerimin ve hemþirelerimin, hâssaten dualarý makbul ve mübarek masumlar taifesi ve muhterem ihtiyarlar cemaatinden herbirerlerine binler selâm ve dua ederek Ramazan-ý Þeriflerini tebrik ederiz, dualarýný rica ederiz.

 

Hasta kardeþiniz

 

Said Nursî

 

* * *

 

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

 

Bu âciz kardeþiniz, hem itiraz eden o eski dost zâta, hem ehl-i dikkate ve sizlere beyan ediyorum ki: Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan'ýn feyziyle Yeni Said hakaik-i îmaniyeye dair o derece mantýkça ve hakikatça bürhanlar zikrediyor ki; deðil müslüman ulemasý, belki en muannid Avrupa feylesoflarýný da teslime mecbur ediyor ve etmektedir. Amma Risâle-i Nur'un kýymet ve ehemmiyetine iþarî ve remzî bir tarzda Hazret-i Ali (R.A.) ve Gavs-ý Azam'ýn (R.A.) ihbaratý nev'inden, Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan dahi bu zamanda bir mu'cize-i maneviyesi olan Risâle-i Nur'a nazar-ý dikkati celbetmesine mana-yý iþarî tabakasýndan rumuz ve imalarý, i'cazýnýn þe'nindendir. Ve o lisan-ý gaybýn belâgat-ý mu'cizekâranesinin muktezasýdýr.

 

Evet Eskiþehir hapishanesinde dehþetli bir zamanda ve kudsî bir teselliye çok muhtaç olduðumuz hengâmda, manevî bir ihtarla: "Risâle-i Nur'un makbuliyetine eski evliyalardan þahid getiriyorsun. Halbuki وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ sýrrýyla en ziyade bu mes'elede söz sahibi Kur'andýr. Acaba Risâle-i

 

sh: » (Þ:556)

 

Nur'u Kur'an kabul eder mi? Ona ne nazarla bakýyor?" denildi. O acib sual karþýsýnda bulundum. Ben de Kur'andan istimdad eyledim. Birden otuzüç âyetin mana-yý sarihinin teferruatý nev'indeki tabakattan mana-yý iþarî tabakasýndan (ve o mana-yý iþarî külliyetinde dâhil) bir ferdi Risâle-i Nur olduðunu ve dühûlüne ve medar-ý imtiyazýna birer kuvvetli karine bulunmasýný bir saat zarfýnda hissettim. Ve bir kýsmý bir derece izahlý ve bir kýsmýný mücmelen gördüm. Kanaatýma hiçbir þek ve þüphe ve vehim ve vesvese kalmadý. Ve ben de ehl-i îmanýn îmanýný Risâle-i Nur ile takviye etmek niyetiyle o kat'î kanaatýmý yazdým ve has kardeþlerime mahrem tutulmak þartýyla verdim. Ve o risalede biz demiyoruz ki, âyâtýn mana-yý sarihi budur. Tâ hocalar فِيهِ نَظَرٌ desin. Hem dememiþiz ki mana-yý iþarînin külliyeti budur. Belki diyoruz ki, mana-yý sarihinin tahtýnda müteaddid tabakalar var. Bir tabakasý da mana-yý iþarî ve remzîdir. Ve o mana-yý iþarî de bir küllîdir, her asýrda cüz'iyatlarý var. Ve Risâle-i Nur dahi bu asýrda o mana-yý iþarî tabakasýnýn külliyetinde bir ferddir ve o ferdin kasden bir medar-ý nazar olduðuna ve ehemmiyetli bir vazife göreceðine, eskiden beri ulema beyninde bir düstur-u cifrî ve riyazî ile karineler, belki hüccetler gösterilmiþ iken, Kur'anýn âyetine veya sarahatine deðil incitmek, belki i'caz ve belâgatýna hizmet ediyor. Bu nevi iþarat-ý gaybiyeye itiraz edilmez. Ehl-i hakikatýn nihayetsiz iþarat-ý Kur'aniyeden had ve hesaba gelmeyen istihraclarýný inkâr edemeyen, bunu da inkâr etmemeli ve edemez.

 

Amma benim gibi ehemmiyetsiz bir adamýn elinde böyle ehemmiyetli bir eserin zuhur etmesini istiðrab ve istib'ad edip böyle itiraz eden zât, eðer buðday tanesi kadar çam çekirdeðinden dað gibi çam aðacýný halkeylemek azamet ve kudret-i Ýlahiyeye delil olduðunu düþünse, elbette bizim gibi âciz-i mutlak ve fakir-i mutlakta böyle ihtiyac-ý þedid zamanýnda böyle bir eser zuhuru, vüs'at-i rahmet-i Ýlahiyeye delildir demeye mecbur olur. Ben sizi ve mu'terizleri Risâle-i Nur'un þeref ve haysiyetiyle temin ediyorum ki: Bu iþaretler ve evliyanýn îmalý haberleri, remizleri, beni daima þükre ve hamde ve kusurlarýmdan istiðfara sevketmiþ. Hiçbir vakitte ve hiçbir dakika nefs-i emmareme medar-ý fahr ve gurur olacak bir enaniyet ve benlik vermediðini, size bu yirmi sene hayatýmýn gözünüz önünde tereþþuhatýyla isbat ediyorum. Evet bu hakikatla beraber insan kusurdan, nisyandan hâlî deðil. Benim bilmediðim çok kusurlarým var. Belki de fikrim karýþmýþ, risalelerde bazý hatalar olmuþ. Fakat Kur'an'ýn

 

sh: » (Þ:557)

 

hurufat-ý kudsiyesinin yerine beþerin tercümesini ikame perdesi altýnda, noksan huruflarla yeni hat altýnda tahrifkârane ehl-i dalaletin te'vilat-ý fasideleri âyâtýn sarahatýný incitmelerine bakmýyor gibi, bîçare mazlum bir adamýn kardeþlerinin îmanýný kuvvetlendirmek için bir nükte-i i'caziyeyi beyan ettiði için hizmet-i îmaniyesine fütur verecek derecede itiraz, elbette deðil ehl-i hakikat zâtlar belki zerre mikdar insafý bulunan itiraz edemez.

 

Bunu da ilâveten beyan ediyorum. Bu zamanda gayet kuvvetli ve hakikatlý milyonlarla fedakârlarý bulunan meþrebler, meslekler, tarîkatlar, bu dehþetli dalalet hücumuna karþý zâhiren maðlubiyete düþtükleri halde benim gibi yarým ümmî ve kimsesiz ve mütemadiyen tarassud altýnda, karakol karþýsýnda ve müdhiþ, müteaddid cihetlerle aleyhimde propagandalar ve herkesi benden tenfir etmek vaziyetinde bulunan bir adam, o mesleklerden daha ileri, daha kuvvetli dayanan Risâle-i Nur'a sahib deðildir ve o eser onun hüneri olamaz, onunla iftihar edemez. Belki doðrudan doðruya Kur'an-ý Hakîm'in bu zamanda bir nevi mu'cize-i maneviyesi olarak rahmet-i Ýlahiye tarafýndan ihsan edilmiþtir. O adam, binler arkadaþýyla beraber o hediye-i Kur'aniyeye el atmýþlar. Her nasýlsa birinci tercümanlýk vazifesi ona düþmüþ. Onun fikri ve ilmi ve zekâsýnýn eseri olmadýðýna delil, Risâle-i Nur'da öyle parçalar var ki, bazý altý saatte, bazý iki saatte, bazý bir saatte, bazý on dakikada yazýlan risaleler var. Ben yemin ile temin ediyorum ki, Eski Said'in (R.A.) (Haþiyecik) kuvve-i hâfýzasý da beraber olmak þartýyla o on dakika iþi on saatte fikrim ile yapamýyorum. O bir saatlik risaleyi, iki gün istidadýmla, zihnimle yapamýyorum ve o bir günde altý saatlik risale olan Otuzuncu Söz'ü ne ben ve ne de en müdakkik dindar feylesoflar altý günde o tahkikatý yapamazlar ve hâkeza...

 

Demek biz müflis olduðumuz halde, gayet zengin bir mücevherat dükkânýnýn dellâlý ve bir hizmetçisi olmuþuz. Cenab-ý Hak fazl ve keremiyle þu hizmette hâlisane, muhlisane bizi ve umum Risâle-i Nur talebelerini daim ve muvaffak eylesin. Âmîn bihürmeti Seyyid-il Mürselîn.

 

Said Nursî

 

--------------------------

 

(Haþiyecik): Bazý müstensihler, bu bîçare Said hakkýnda (R.A.) kelimesini bir dua niyetiyle yazmýþlar. Ben bozmak istedim, hatýra geldi ki: "Allah razý olsun" manasýnda bir duadýr, iliþme. Ben de bozmadým.

 

 

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

Gast
Dieses Thema wurde nun für weitere Antworten gesperrt.
×
×
  • Neu erstellen...