Zum Inhalt springen
Qries Qries Qries Qries Qries Qries

4. Þua


EMRE

Empfohlene Beiträge

Dördüncü Þua

 

 

 

[Manen ve rütbeten Beþinci Lem'a ve sureten ve makamen Otuzbirinci Mektub'un Otuzbirinci Lem'asýnýn kýymetdar Dördüncü Þuaý ve Âyet-i Hasbiyenin mühim bir nüktesidir.]

 

Ýhtar: Risâle-i Nur, sair kitablara muhalif olarak baþta perdeli gidiyor; gittikçe inkiþaf eder. Hususan bu risalede, "Birinci Mertebe" çok kýymetdar bir hakikat olmakla beraber çok ince ve derindir. Hem bu birinci mertebe, bana mahsus gayet ehemmiyetli bir muhakeme-i hissî ve gayet ruhlu bir muamele-i îmanî ve gayet gizli bir mükâleme-i kalbî suretinde mütenevvi ve derin dertlerime þifa olarak tebarüz etmiþ. Bana tam tevafuk eden tam hissedebilir, yoksa tam zevkedemez.

 

* * *

 

sh: » (Þ:58)

 

بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

 

حَسْبُنَا اللّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ

 

Bir zaman ehl-i dünya beni her þeyden tecrid ettiklerinden beþ çeþit gurbetlere düþmüþtüm. Ve ihtiyarlýk zamanýmda kýsmen teessürattan gelen beþ nevi hastalýklara giriftar olmuþtum.

 

Sýkýntýdan gelen bir gafletle, Risâle-i Nur'un teselli verici ve meded edici envarýna bakmayarak, doðrudan doðruya kalbime baktým ve ruhumu aradým. Gördüm ki; gayet kuvvetli bir aþk-ý beka ve þedid bir muhabbet-i vücud ve büyük bir iþtiyak-ý hayat ve hadsiz bir acz ve nihayetsiz bir fakr, bende hükmediyorlar. Halbuki müdhiþ bir fena, o bekayý söndürüyor. O haletimde, yanýk bir þâirin dediði gibi dedim:

 

Dil bekasý hak fenasý istedi mülk-ü tenim.

 

Bir devâsýz derde düþtüm, ah ki Lokman bîhaber.

 

Me'yusâne baþýmý eðdim; birden حَسْبُنَا اللّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ âyeti imdadýma geldi, dedi: "Beni dikkatle oku." Ben günde beþyüz defa okudum. Benim için aynelyakîn suretinde inkiþaf eden çok kýymetdar envarýndan bir kýsmýný ve yalnýz dokuz nurunu ve mertebesini icmalen yazýp, eskiden aynelyakîn ile deðil, belki ilmelyakîn ile bilinen tafsilâtýný Risâle-i Nur'a havale ediyorum.

 

Birinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Bendeki aþk-ý beka, bendeki bekaya deðil, belki sebebsiz ve bizzât mahbub olan kemal-i mutlak sahibi, Zât-ý Zülkemal'in ve Zülcemal'in bir isminin bir cilvesinin mahiyetimde bir gölgesi bulunduðundan, fýtratýmda o Kâmil-i Mutlak'ýn varlýðýna ve kemaline ve bekasýna müteveccih olan muhabbet-i fýtriye, gaflet yüzünden yolunu þaþýrmýþ, gölgeye yapýþmýþ, âyinenin bekasýna âþýk olmuþtu. حَسْبُنَا اللّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ geldi, perdeyi kaldýrdý. Gördüm

 

sh: » (Þ:59)

 

ve hissettim ve hakkalyakîn zevkettim ki; bekamýn lezzet ve saadeti, aynen ve daha mükemmel bir tarzda Bâki-i Zülkemal'in bekasýna ve benim Rabbim ve Ýlahým olduðuna îmanýmda ve iz'anýmda ve îkanýmda vardýr. Çünki onun bekasýyla benim için lâyemut bir hakikat tahakkuk eder. Zira benim mahiyetim, hem bâki, hem sermedî bir ismin gölgesi olur, daha ölmez diye þuur-u îmaniyle takarrur eder.

 

Hem o þuur-u îmanla mahbub-u mutlak olan Kemal-i Mutlak'ýn varlýðý bilinmekle, þedid ve fýtrî olan muhabbet-i zâtî tatmin edilir. Hem Bâki-i Sermedî'nin bekasýna ve varlýðýna ait o þuur-u îmaniyle kâinatýn ve nev'-i insanýn kemalâtý bilinir ve bulunur ve kemalâta karþý fýtrî meftuniyet, hadsiz elemlerden kurtulup zevk ve lezzetini alýr.

 

Hem o þuur-u îmaniyle o Bâki-i Sermedî'ye bir intisab ve o intisabýn îmanýyla umum mülküne bir münasebet peyda olur ve o münasebet-i intisabî ile hadsiz bir mülke bir nevi mâlikiyet gibi îman gözüyle bakar, manen istifade eder.

 

Hem þuur-u îmaniyle ve intisab ve münasebet ile umum mevcudata bir alâka, bir nevi ittisal peyda olur. Ve o halde, ikinci derecede vücud-u þahsîsinden baþka hadsiz bir vücud, o þuur-u îmanî ve intisab ve münasebet ve alâka ve ittisal cihetinde güya onun bir nevi varlýðýdýr gibi var olur; varlýða karþý fýtrî aþk teskin edilir.

 

Hem o þuur-u îmanî ve intisab ve münasebet ve alâkadarlýðý cihetiyle bütün ehl-i kemalâta karþý bir uhuvvet peyda olur. O halde Bâki-i Sermedî'nin varlýðýyla ve bekasýyla o hadsiz ehl-i kemal mahvolmayýp zayi olmadýklarýný bilmekle, takdir ve tahsin ile merbut ve dost olduðu hadsiz dostlarýnýn bekalarý ve devam-ý kemalâtý, o þuur-u îmanî sahibine ulvî bir zevk verir.

 

Hem o þuur-u îmânî ve intisab ve münasebet ve alâkadarlýk ve uhuvvet vasýtasýyla bütün dostlarýmýn -ki hayatýmý ve bekamý maalmemnuniye onlarýn saadetleri için feda ediyorum- onlarýn mes'udiyetleri ile hadsiz bir saadet kendim de hissedebilir gördüm.

 

Çünki bir samimî dostun saadetiyle, þefkatli dostu dahi saadetlenir ve lezzetlenir. Þu halde Bâki-i Zülkemal'in bekasý ve varlýðýyla, baþta Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ve âl ve ashabý olarak umum sâdâtým ve ahbabým olan enbiya ve evliya ve asfiya ve bütün sair hadsiz dostlarým idam-ý ebedîden kurtulduðunu ve bir saadet-i sermediyeye mazhariyetlerini o þuur-u îmanî

 

sh: » (Þ:60)

 

ile hissettim. Ve münasebet, alâka, uhuvvet, dostluk sýrrýyla saadetleri bana in'ikas edip saadetlendirdiðini zevkettim.

 

Hem o þuur-u îmaniyle rikkat-i cinsiye ve þefkat-i akraba yüzünden gelen hadsiz teellümattan kurtulup, hadsiz bir zevk-i ruhanî duydum. Çünki hayatýmý ve bekamý maaliftihar onlarýn tehlikelerden kurtulmalarý için feda etmeyi fýtrî arzu ettiðim baþta pederlerim ve validelerim ve bütün neslî ve nesebî ve manevî akrabalarým, Bâki-i Hakikî'nin bekasý ve varlýðýyla mahvdan ve ademden ve idam-ý ebedîden ve hadsiz elemlerden kurtulup o hadsiz rahmetine mazhariyetlerini þuur-u îmaniyle hissettim. Ve medar-ý gam ve elem olan cüz'î ve tesirsiz þefkatime bedel, nihayetsiz bir rahmet, onlara nezaret ve himayet ettiðini duydum, hissettim. Bir valide veledinin lezzetiyle, zevkiyle, rahatýyla zevklenmesi gibi; ben de o bütün þefkat ettiðim zâtlarýn, o rahmetin himayeti altýndaki necatlarýyla ve istirahatlarýyla zevklendim ve ferahlandým ve çok derin þükrettim.

 

Hem o þuur-u îmaniyle, netice-i hayatým ve sebeb-i saadetim ve vazife-i fýtratým olan Resâil-ün Nur dahi ziya'dan, mahvdan, faidesiz kalmasýndan ve manen kurumasýndan kurtulmalarýný ve meyvedar bâki kalmalarýný o intisab-ý îmanî ile bildim, hissettim, kanaat getirdim. Kendi bekamýn lezzetinden çok ziyade bir manevî lezzet duydum, tam hissettim. Çünki îman ettim ki: Bâki-i Zülkemal'in bekasý ve varlýðýyla Resâil-ün Nur yalnýz insanlarýn hâfýzalarýnda ve kalblerinde nakþolmuyor; belki hadsiz zîþuur mahlukatýn ve ruhanîlerin bir mütalaagâhlarý olmakla beraber rýza-i Ýlahîye mazhar ise Levh-i Mahfuz'da ve elvah-ý mahfuzada irtisam ederek sevab meyveleriyle tezeyyün eder. Ve bilhassa Kur'ana mensubiyeti ve kabul-ü Nebevî ve -inþâallah- marzî-i Ýlahî cihetiyle bir anda vücudu ve nazar-ý Rabbaniyeye mazhariyeti, umum ehl-i dünyanýn takdirinden daha ziyade kýymetdar bildim.

 

Ýþte hayatýmý ve bekamý o resâilin hakaik-i îmaniyeyi isbat eden herbir risalenin bekasýna, devamýna, ifadesine, makbuliyetine feda etmeðe her vakit hazýr olduðumu ve saadetimi onlarýn Kur'ana hizmet etmelerinde bildim. Ve o halde beka-i Ýlahî ile yüz derece insanlarýn tahsinlerinden daha ziyade bir takdire mazhariyetlerini o intisab-ý îmanî ile anladým. Bütün kuvvetimle حَسْبُنَا اللَّهُ و نِعْمَ الوَكِيل

 

dedim.

 

Hem o þuur-u îmanî ile ebedî bir beka ve daimî bir hayat veren Bâki-i Zülcelal'in bekasýna ve vücuduna îman ve îmanýn a'mal-i

 

sh: »(Þ:61)

 

sâliha gibi neticeleri, bu fâni hayatýn bâki meyveleri ve ebedî bir bekanýn vesileleri olduðunu bildim. Meyvedar bir aðaca inkýlab etmek için kabuðunu terkeden bir çekirdek gibi, ben de o bâki meyveleri vermek için bu beka-i dünyevînin kabuðunu býrakmaða nefsimi kandýrdým. Nefsimle beraber حَسْبُنَا اللَّهُ و نِعْمَ الوَكِيل, Onun bekasý bize yeter" dedim.

 

Hem þuur-u îmanî ve intisab-ý ubudiyet ile toprak perdesinin arkasý ýþýklanmasýný ve aðýr tabaka-i turabiye dahi ölülerin üstünden kalktýðýný ve kabir kapýsýyla girilen yeraltý dahi, adem-âlûd karanlýklar olmadýðýný ilmelyakîn ile bildim. Bütün kuvvetimle حَسْبُنَا اللَّهُ و نِعْمَ الوَكِيل dedim.

 

Hem gayet kat'î bir surette hissettim ve o þuur-u îmanî ile hakkalyakîn bildim ki: Fýtratýmda çok þiddetli olan aþk-ý beka Bâki-i Zülkemal'in bekasýna, varlýðýna iki cihetle bakarken; enaniyetin perde çekmesiyle, mahbubunu kaçýrmýþ, âyinesine perestiþ etmiþ bir serseme dönmüþ gördüm. Ve o çok derin ve kuvvetli aþk-ý beka, bizzât ve sebebsiz, fýtraten sevilen ve perestiþ edilen kemal-i mutlak bir isminin gölgesi vasýtasýyla mahiyetimde hükmedip o aþk-ý bekayý vermiþ ve muhabbet için hiçbir illet ve hiçbir garazý ve zâtýndan baþka hiçbir sebeb iktiza etmeyen kemal-i zâtý perestiþe kâfi ve vâfi iken, sâbýkan beyan ettiðimiz ve her birisine bir hayat ve bir beka deðil, belki elden gelse binler hayat-ý dünyeviye ve beka feda edilmeðe lâyýk olan mezkûr bâki meyveleri dahi ihsan etmekle, o fýtrî aþký þiddetlendirmiþ hissettim. Elimden gelse idi bütün zerrat-ý vücudumla حَسْبُنَا اللَّهُ و نِعْمَ الوَكِيل diyecektim ve o niyetle dedim. Ve bekasýný arayan ve beka-yý Ýlahîyi bulan o þuur-u îmanî -ki bir kýsým meyvelerine sâbýkan "Hem... Hem... Hem..."ler ile iþaret ettim- bana öyle bir zevk ve þevk verdi ki; bütün ruhumla, bütün kuvvetimle, en derin kalbimde nefsimle beraber حَسْبُنَا اللَّهُ و نِعْمَ الوَكِيل dedim.

 

Ýkinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Fýtratýmdaki hadsiz aczimle beraber, ihtiyarlýk ve gurbet ve kimsesizlik ve tecridim

 

sh: » (Þ:62)

 

içinde; ehl-i dünya desiseleriyle, casuslarýyla bana hücum ettikleri hengâmda kalbimde dedim: "Elleri baðlý, zaîf ve hasta bir tek adama ordular taarruz ediyor. O bîçarenin (yani benim için) bir nokta-i istinad yok mu?" diye حَسْبُنَا اللّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ âyetine müracaat ettim. Bana bildirdi ki; intisab-ý îmanî tezkeresiyle, Kadîr-i Mutlak öyle bir sultana istinad edersin ki; zemin yüzünde her baharda dörtyüzbin milletten mürekkeb nebatat ve hayvanat ordularýnýn bütün cihazatlarýný kemal-i intizamla vermekle beraber, her sene eþcar ve tuyur denilen o iki muazzam ordusunun elbiselerini tazelendirerek yeni libaslar giydirir, urbalarýný ve formalarýný deðiþtirir ve tavuðun ve kuþun fistanlarýný ve çarþaflarýný tazelendirdiði gibi, daðýn libasýný ve sahranýn yüz örtüsünü deðiþtirir. Ve baþta insan olarak, hayvanatýn muazzam ordusunun bütün erzaklarýný, deðil medenî insanlarýn son zamanda keþfettikleri et ve þeker vesâir taamlarýn hülâsalarý gibi, belki yüz derece o medenî hülâsalardan daha mükemmel ve bütün taamlarýn her nev'inden tohum ve çekirdek denilen Rahmanî hülâsalara koyup; ve o hülâsalarý dahi, onlarýn piþirmelerine ve inbisatlarýna dair kaderî tarifeleri içine sarýp muhafaza için küçücük sandukçalara koyup tevdi eder. O sandukçuklarýn icadý "Kâf-Nun" fabrikasýndan o kadar çabuk ve kolay ve çoklukladýr ki, Kur'an der: "Bir emir ile yapýlýr." Hem o umum hülâsalar bir þehri doldurmadýðý ve birbirine benzedikleri ve ayný madde olduklarý halde, Rezzak-ý Kerim onlardan bir yaz mevsiminde piþirdiði gayet mütenevvi ve leziz taamlar, zeminin bütün þehirlerini bir cihette doldurabilir.

 

Ýþte sen, intisab-ý îmanî tezkeresiyle böyle bir nokta-i istinad bulabildiðinden hadsiz bir kuvvete ve kudrete dayanabilirsin. Ben de âyetten bu dersimi aldýkça öyle bir kuvve-i maneviyeyi buldum ki, deðil þimdiki düþmanlarýma belki dünyaya meydan okutturabilir bir iktidar-ý îmanî hissederek bütün ruhum ile حَسْبُنَا اللَّهُ و نِعْمَ الوَكِيل dedim. Ve hadsiz fakrým ve ihtiyacým cihetinde dahi bir nokta-i istimdad için yine o âyete müracaat ettim. Bana dedi ki: "Sen memlûkiyet ve ubudiyet intisabýyla öyle bir Mâlik-i Kerim'e mensub ve iaþe defterinde mukayyedsin ki; her bahar ve yazda gaybdan ve hiçten umulmadýðý yerden ve kuru bir topraktan kaldýrýr, indirir tarzýnda yüz defa zemin sofrasýný ayrý ayrý yemekleriyle tezyin eder, serer. Güyâ zamanýn

 

sh: » (Þ:63)

 

seneleri ve her senenin günleri, birbiri arkasýndan gelen ihsan meyvelerine ve rahmet taamlarýna birer kap ve bir Rezzak-ý Rahîm'in küllî ve cüz'î ihsanat mertebelerine birer meþherdirler. Ýþte sen böyle bir Ganiyy-i Mutlak'ýn abdisin. Abdiyetine þuurun varsa, senin elîm fakrýn leziz bir iþtiha olur." Ben de o dersimi aldým. Nefsimle beraber "Evet evet, doðrudur." deyip mütevekkilane حَسْبُنَا اللَّهُ و نِعْمَ الوَكِيل dedim.

 

Üçüncü Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Ben o gurbetler ve hastalýklar ve mazlumiyetlerin tazyikýýyle dünyadan alâkamý kesilmiþ bularak, ebedî bir dünyada ve bâki bir memlekette daimî bir saadete namzed olduðumu îman telkin ettiði hengâmda "of! of!"tan vazgeçtim, "oh! oh!" dedim. Fakat bu gaye-i hayal ve hedef-i ruh ve netice-i fýtratýn tahakkuku, ancak ve ancak bütün mahlukatýn bütün harekât ve sekenatlarýný ve ahval ve a'mallerini, kavlen ve fiilen bilen ve kaydeden ve bu küçücük ve âciz-i mutlak olan insaný kendine dost ve muhatab eden ve bütün mahlukat üstünde bir makam veren bir Kadîr-i Mutlak'ýn hadsiz kudretiyle ve insana nihayetsiz inayet ve ehemmiyet vermesiyle olabilir, diye düþünüp bu iki noktada; yani böyle bir kudretin faaliyeti ve zâhiren bu ehemmiyetsiz insanýn hakikatlý ehemmiyeti hakkýnda îmanýn inkiþafýný ve kalbin itminaný veren bir izah istedim. Yine o âyete müracaat ettim; dedi ki: " حَسْبُنَا daki نَا ya dikkat edip, senin ile beraber lisan-ý hal ve lisan-ý kal ile kimler حَسْبُنَا yý söylüyorlar, dinle!" emretti.

 

Birden baktým ki, hadsiz kuþlar ve kuþçuklar ve sinekler ve hesabsýz hayvanlar ve hayvancýklar ve nihayetsiz nebatlar, yeþilcikler ve gayetsiz aðaçlar ve aðaççýklar dahi benim gibi lisan-ý hal ile حَسْبُنَا اللَّهُ و نِعْمَ الوَكِيل manasýný yâdediyorlar ve yâda getiriyorlar ki; bütün þerait-i hayatiyelerini tekeffül eden öyle bir vekilleri var ki, birbirine benzeyen ve maddeleri bir olan yumurtalar ve birbirinin misli gibi katreler ve birbirinin ayný gibi habbeler ve birbirine müþabih çekirdeklerden kuþlarýn yüzbin çeþitlerini ve hayvanlarýn yüzbin tarzlarýný, nebatatýn yüzbin nev'-

 

sh: » (Þ:64)

 

ini, aðaçlarýn yüzbin sýnýfýný yanlýþsýz, noksansýz, iltibassýz, süslü, mizanlý, intizamlý, birbirinden ayrý, fârikalý bir surette gözümüz önünde, hususan her baharda gayet çabuk, gayet kolay, gayet geniþ bir dairede gayet çoklukla halkeder, yapar. Kudretinin azamet ve haþmeti içinde, beraberlik ve benzeyiþlik ve birbiri içinde ve bir tarzda yapýlmalarý vahdetini ve ehadiyetini bize gösterir ve böyle hadsiz mu'cizatý ibraz eden bir fiil-i rububiyete ve bir tasarruf-u Hallakýyete müdahale ve iþtirak mümkün olmadýðýný bildirir diye bildim. Sonra حَسْبُنَا daki نَا da bulunan "ene"ye yani nefsime baktým, gördüm ki: Hayvanat içinde beni dahi menþeim olan bir katre sudan yaratan yaratmýþ, mu'cizane yapmýþ, kulaðýmý açýp gözümü takmýþ, kafama öyle bir dimað, sineme öyle bir kalb, aðzýma öyle bir dil koymuþ ki, o dimað ve kalb ve dilde rahmetin umum hazinelerinde iddihar edilen bütün rahmanî hediyeleri, atiyyeleri tartacak, bilecek yüzer mizancýklarý, ölçücükleri ve esma-i hüsnanýn nihayetsiz cilvelerinin definelerini açacak, anlayacak binler âletleri yaratmýþ, yapmýþ, yazmýþ; kokularýn, tatlarýn, renklerin adedince tarifeleri o âletlere yardýmcý vermiþ.

 

Hem kemal-i intizam ile bu kadar hassas duygularý ve hissiyatlarý ve gayet muntazam bu manevî lâtifeleri ve bâtýnî hasseleri bu cismimde dercetmekle beraber, gayet san'atlý bu cihazatý ve cevarihi ve hayat-ý insaniyece gayet lüzumlu ve mükemmel bu kadar a'za ve âletleri bu vücudumda kemal-i hikmetle yaratmýþ. Tâ ki, nimetlerinin bütün nevilerini ve umum çeþitlerini bana tattýrsýn ve ihsas etsin ve hadsiz tecelliyat-ý esmasýnýn ayrý ayrý zuhurlarýný o duygular ve hissiyatla ve hassasiyetle bana bildirsin, zevkettirsin ve bu ehemmiyetsiz görünen hakir ve fakir vücudumu -her mü'minin vücudu gibi- kâinata bir güzel takvim ve ruzname ve âlem-i ekbere muhtasar bir nüsha-i enver ve þu dünyaya bir misal-i musaggar ve masnuatýna bir mu'cize-i azhar ve nimetlerinin her nev'ine tâlib bir müþteri ve medar ve rububiyetinin kanunlarýna ve icraat tellerine santral gibi bir mazhar ve hikmet ve rahmet atiyyelerine ve çiçeklerine nümune bahçesi gibi bir liste, bir fihriste ve hitabat-ý Sübhaniyesine anlayýþlý bir muhatab yaratmýþ olmakla beraber, en büyük bir nimet olan vücudu, bu vücudumda büyütmek ve çoðaltmak için hayatý verdi. Ve o hayat ile o nimet-i vücudum âlem-i þehadet kadar inbisat edebiliyor.

 

sh: » (Þ:65)

 

Hem insaniyeti verdi; o insaniyet ile o nimet-i vücud manevî ve maddî âlemlerde inkiþaf ederek insana mahsus duygularla o geniþ sofralardan istifade yolunu açtý. Hem Ýslâmiyeti bana ihsan etti. O Ýslâmiyet ile o nimet-i vücud, âlem-i gayb ve þehadet kadar geniþlendi. Hem îman-ý tahkikîyi in'am etti. O îman ile o nimet-i vücud, dünya ve âhireti içine aldý. Hem o îmanda marifet ve muhabbetini verdi. O marifet ve muhabbetle o nimet-i vücud içinde daire-i mümkinattan âlem-i vücuba ve daire-i esma-i Ýlahiyeye kadar hamd ü sena ile istifade için ellerini uzatabilir bir mertebe ihsan etti. Hem hususî olarak bir ilm-i Kur'anî ve hikmet-i îmaniye verdi. Ve o ihsaný ile çok mahlukat üstüne bir tefevvuk verdi ve sâbýk noktalar gibi çok cihetlerle öyle bir câmiiyet vermiþ ki, ehadiyetine ve samediyetine tam bir âyine ve küllî ve kudsî rububiyetine geniþ ve küllî bir ubudiyet ile mukabele edebilen bir istidad vermiþ. Ve enbiyalarla insanlara gönderdiði bütün mukaddes kitablarýn ve suhuflarýn ve fermanlarýn icmaýyla ve bütün enbiya ve evliya ve asfiyanýn ittifakýyla, bu bendeki bulunan emaneti ve hediyesi ve atiyyesi olan vücudumu ve hayatýmý ve nefsimi -âyet-i Kur'aniyenin nassý ile- benden satýn alýyor. Tâ ki, elimde faidesiz zayi olmasýn ve iade etmek üzere muhafaza edip satmak pahasýna saadet-i ebediyeyi ve Cennet'i vereceðini kat'î bir surette çok tekrar ile vaad ve ahdettiðini ilmelyakîn ve tam îman ile anladým. Ve böyle hadsiz hayvanat ve nebatatýn yüzbinler nev'ilerinin ve çeþitlerinin suretlerini "Fettah" ismiyle mahdud ve müteþabih katrelerden ve habbelerden gayet kolay ve çabuk ve mükemmel açan ve insana sâbýkan beyan ettiðimiz gibi hayret verici bu kadar ehemmiyet veren ve rububiyetin ehemmiyetli iþlerine medar yapan bir Zât-ý Zülcelal Ve'l-ikram olan rabbim var olduðunu ve gelecek baharýn icadý gibi kolay ve kat'î ve muhakkak bir surette haþri icad ve Cennet'i ihsan ve saadet-i ebediyeyi halkedeceðini bu Âyet-i Hasbiye'den ders aldým. Elimden gelseydi bilfiil ve gelmediði için binniyet, bittasavvur, bilhayal bütün mahlukat dilleriyle "Hasbünallahü ve ni'melvekil" dedim ve ebed-ül âbidîn daima tekrar etmek istiyorum.

 

Dördüncü Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Bir vakit ihtiyarlýk, gurbet, hastalýk, maðlubiyet gibi vücudumu sarsan ârýzalar bir gaflet zamanýma rast gelip -þiddetli alâkadar ve meftun olduðum vücudum, belki mahlukatýn vücudlarý ademe gidiyor diye- elîm bir endiþe verirken yine Âyet-i Hasbiyeye müracaat ettim. Dedi: "Manama dikkat et ve îman dürbünüyle bak!" Ben de baktým ve îman gözüyle gördüm ki; bu zerrecik vücudum hadsiz bir vücudun âyinesi ve nihayetsiz bir inbisat ile hadsiz vücudlarý ka-

 

sh: » (Þ:66)

 

zanmasýna bir vesile ve kendinden daha kýymetdar bâki, müteaddid vücudlarý meyve veren bir kelime-i hikmet hükmünde bulunduðunu ve mensubiyet cihetiyle bir an yaþamasý ebedî bir vücud kadar kýymetdar olduðunu ilmelyakîn ile bildim. Çünki þuur-u îman ile bu vücudum Vâcib-ül Vücud'un eseri ve san'atý ve cilvesi olduðunu anlamakla, vahþi evhamýn hadsiz karanlýklarýndan ve hadsiz müfarakat ve firaklarýn elemlerinden kurtulup mevcudata, hususan zîhayatlara taalluk eden ef'alde, esma-i Ýlahiye adedince uhuvvet rabýtalarýyla münasebet peyda ettiðim bütün sevdiðim mevcudata muvakkat bir firak içinde daimî bir visal var olduðunu bildim. Malûmdur ki, karyeleri ve þehirleri ve memleketleri veya taburlarý ve kumandanlarý ve üstadlarý gibi rabýtalarý bir olan adamlar sevimli bir uhuvvet ve dostane bir arkadaþlýk hissederler. Ve bu gibi rabýtalardan mahrum olanlar daimî, elîm karanlýklar içinde azab çekiyorlar. Hem bir aðacýn meyveleri, þuurlarý olsa, birbirinin kardeþi ve birbirinin bedeli ve musahibi ve nâzýrý olduklarýný hissederler. Eðer aðaç olmazsa veya ondan koparýlsa, herbiri o meyveler adedince firaklarý hissedecek.

 

Ýþte îman ile ve îmandaki intisab ile, her mü'min gibi, bu vücudum dahi hadsiz vücudlarýn firaksýz envarýný kazanýr; kendisi gitse de, onlar arkada kaldýðýndan kendisi kalmýþ gibi memnun olur. Bununla beraber -Yirmidördüncü Mektub'da tafsilen kat'î isbat edildiði gibi- her zîhayatýn, hususan zîruhun vücudu bir kelime gibidir. Söylenir ve yazýlýr, sonra kaybolur. Fakat kendi vücuduna bedel ikinci derecede vücudlarý sayýlan hem manasý, hem hüviyet-i misaliyesi ve sureti, hem neticeleri, hem mübarek ise sevabý, hem hakikatý gibi çok vücudlarýný býrakýr, sonra perde altýna girdiði gibi, aynen öyle de: Bu vücudum ve her zîhayatýn vücudu, zâhirî vücuddan gitse, zîruh ise hem ruhunu, hem manasýný, hem hakikatýný, hem misalini, hem mahiyet-i þahsiyesinin dünyevî neticelerini ve uhrevî semerelerini, hem hüviyet ve suretini hâfýzalarda ve elvah-ý mahfuzada ve sermedî manzaralarýn filim þeritlerinde ve ilm-i ezelînin meþherlerinde ve kendini temsil eden ve beka veren fýtrî tesbihatýný defter-i a'malinde ve esma-i Ýlahiyenin cilvelerine ve mukteziyatlarýna fýtrî mukabelelerini ve vücudî âyinedarlýklarýný daire-i esmada ve daha bunlar gibi zâhirî vücudundan daha kýymetdar müteaddid manevî vücudlarýný kendi yerinde býrakýr, sonra gider; ilmelyakîn suretinde bildim.

 

 

 

Ýþte îman ve îmandaki þuur ve intisab ile bu mezkûr bâki, manevî vücudlara sahib olunabilir. Ýman olmazsa, bütün o vücudlardan mahrum olmakla beraber zâhirî vücudu dahi onun hakkýnda ademe ve hiçliðe gider gibi zayi' olur.

 

sh: » (Þ:67)

 

Bir zaman bahar çiçeklerinin çabuk mahvolmalarýna çok yazýðým geliyordu; hattâ o nazeninlere acýyordum. Burada beyan edilen hakikat-ý îmaniye gösterdi ki, o çiçekler âlem-i manada çekirdeklerdir. Sâbýkan beyan ettiðimiz ruhtan baþka bütün o vücudlarý meyve veren birer aðaç, birer sünbül hükmünde nur-u vücud noktasýnda kazançlarý bire yüzdür. Zâhirî vücudlarý mahvolmaz, saklanýr. Hem bâki olan hakikat-ý nev'iyesinin tazelenen suretleridir. Geçen baharda yaprak, çiçek, meyve gibi mevcudatý, bu bahardakinin mislidirler. Fark yalnýz itibarîdir. O itibarî fark dahi, bu hikmet kelimelerine ve rahmet sözlerine ve kudret harflerine ayrý ayrý, müteaddid manalarý verdirmek içindir bildim. Yazýklar yerinde "Mâþâallah, bârekâllah" dedim.

 

Ýþte îmanýn þuuruyla ve îman rabýtasýyla, arz ve semavat san'atkârýna intisab noktasýnda gökleri yýldýzlarla, zemini çiçekler ve güzel mahluklarla yapan, süslendiren ve böyle herbir san'atta yüzer mu'cize gösteren bir san'atkârýn eser-i san'atý ve böyle hadsiz hârikalý bir ustanýn yapýlýþý olmak, ne kadar antika ve kýymetdar ve þuuru varsa ne kadar iftihar eder ve þereflenir diye uzaktan hissettim. Hususan o nihayetsiz mu'cizekâr usta, koca semavat ve arzýn büyük kitabýný insan gibi küçük bir nüshada yazsa, belki insaný, o kitaba müntehab ve mükemmel bir hülâsa yapsa; o insan ne kadar büyük bir þeref, bir kemal, bir kýymete medar ve îman ile mazhar ve þuur ve intisab ile o þerefe sahib olacaðýný bu âyetten ders aldýðýmdan, niyet ve tasavvur cihetinde bütün mevcudatýn dilleriyle حَسْبُنَا اللَّهُ و نِعْمَ الوَكِيل dedim.

 

Beþinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Yine bir vakit hayatým çok aðýr þerait ile sarsýldý. Nazar-ý dikkatimi ömre ve hayata çevirdi; gördüm: Ömrüm koþarak gidiyor; âhire yakýnlaþmýþ hayatým dahi tazyikat altýnda sönmeðe yüz tutmuþ. Halbuki "Hayy" ismine dair risalede izah edilen hayatýn mühim vazifeleri ve büyük meziyetleri ve kýymetdar faideleri, böyle çabuk sönmeðe deðil, belki pek uzun yaþamaða lâyýktýr diye müteellîmane düþündüm. Yine üstadým olan حَسْبُنَا اللّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ âyetine müracaat ettim. Dedi: "Sana hayatý veren Zât-ý Hayy-ý Kayyum'a göre hayata bak!" Ben de baktým, gördüm ki: Hayatýmýn bana bakmasý bir ise, Zât-ý Hayy ve Muhyî'ye bakmasý yüzdür. Bana ait neticesi bir ise, Hâlýkýma ait bindir. O cihet uzun zaman, belki zaman

 

sh: » (Þ:68)

 

istemez; bir an yaþamasý yeter. Bu hakikat, Risâle-i Nur'un risalelerinde bürhanlar ile izah edildiðinden burada dört mes'ele içinde kýsa bir hülâsasý beyan edilecek.

 

Birinci Mes'ele: Hayatýn mahiyeti ve hakikatý Hayy-ý Kayyum'a baktýðý cihetle baktým, gördüm ki: Mahiyet-i hayatým esma-i Ýlahiyenin definelerini açan anahtarlarýn mahzeni ve nakýþlarýnýn bir küçük haritasý ve cilvelerinin bir fihristesi ve kâinatýn büyük hakikatlarýna ince bir mikyas ve mizan ve Hayy-ý Kayyum'un manidar ve kýymetdar isimlerini bilen, bildiren, fehmedip tefhim eden yazýlmýþ bir kelime-i hikmettir anladým. Ve hayatýn bu tarzdaki hakikatý bin derece kýymet kazanýyor ve bir saat devamý bir ömür kadar ehemmiyet alýr. Zamaný olmayan Zât-ý Ezeliyeye münasebeti cihetinde uzun ve kýsalýðýna bakýlmaz.

 

 

 

Ýkinci Mes'ele: Hayatýn hakikî hukukuna baktým, gördüm ki: Hayatým Rabbanî bir mektubdur; kardeþlerim olan zîþuur mahlukata kendini okutturur, yarataný bildirir bir mütalaagâhtýr. Hem Hâlýkýmýn kemalâtýný teþhir eden bir ilânnameliktir. Hem hayatý yaratanýn hayat ile ihsan ettiði kýymetdar hediyeler ve niþanlar ile bilerek süslenip her gün tekerrür eden resm-i küþadda mü'minane, þuurdarane, þakirane, minnetdarane Padiþah-ý Bîmisalinin nazarýna arzetmektir. Hem hadsiz zîhayatlarýn Hâlýklarýna vasýfane tahiyyatlarýný ve þakirane tesbihat hediyelerini anlamak, müþahede etmek ve þehadetle ilân etmektir. Hem lisan-ý hal ve lisan-ý kal ve lisan-ý ubudiyet ile Hayy-ý Kayyum'un mehasin-i rububiyetini izhar etmektir. Ýþte bunlar gibi hayatýn yüksek hukuklarý uzun zaman istemediði gibi, hayatý bin derece i'lâ eder ve dünyevî olan hukuk-u hayatiyeden yüz derece daha kýymetdardýr diye ilmelyakîn ile bildim ve dedim: Sübhanallah! Ýman ne kadar kýymetdar ve hayatdardýr ki, hangi þeye girse canlandýrýr ve bir þu'lesi böyle fâni hayatý, bâkiyane hayatlandýrýr, üstündeki fenayý siler.

 

Üçüncü Mes'ele: Hayatýmýn Hâlýkýma bakan fýtrî vazifelerine ve manevî faidelerine baktým, gördüm ki: Hayatým, hayatýn Hâlýkýna üç cihetle âyinedarlýk ediyor:

 

Birinci Vecih: Hayatým, acz ve za'fýyla ve fakr ve ihtiyacýyla Hâlýk-ý Hayat'ýn kudret ve kuvvetine ve gýna ve rahmetine âyinedarlýk eder. Evet nasýlki açlýk derecesiyle yemeðin lezzet dereceleri ve karanlýðýn mertebeleriyle ýþýk mertebeleri ve soðuðun mikyasýyla hararetin mizan dereceleri bilinir; öyle de hayatýmdaki hadsiz acz ve fakr ile beraber hadsiz ihtiyaçlarýmý izale ve had-

 

 

 

 

 

sh: » (Þ:69)

 

siz düþmanlarýmý def'etmek noktasýnda Hâlýkýmýn hadsiz kudret ve rahmetini bildim; sual ve dua ve iltica ve tezellül ve ubudiyet vazifesini anladým ve aldým.

 

 

 

Ýkinci Vecih: Hayatýmdaki cüz'î ilim ve irade ve sem' ve basar gibi manalarýyla, Hâlýkýmýn küllî ve ihatalý sýfatlarýna ve þuunatýna âyinedarlýktýr. Evet ben kendi hayatýmda ve þuurlu fiillerimde bilmek, iþitmek, görmek, söylemek, istemek gibi çok manalarýyla bildim ki; bu kâinatýn þahsýmdan büyüklüðü derecesinde daha büyük bir mikyasta Hâlýkýmýn muhit ilmini, iradesini, sem' ve basar ve kudret ve hayat gibi evsafýný ve muhabbet ve gazab ve þefkat gibi þuunatýný anladým; îman ederek tasdik ettim ve itiraf ederek bir marifet yolunu daha buldum.

 

Üçüncü Vecih: Hayatýmda nakýþlarý ve cilveleri bulunan esma-i Ýlahiyeye âyinedarlýktýr. Evet ben kendi hayatýma ve cismime baktýkça, yüzer tarzda mu'cizane eserler, nakýþlar, san'atlar görmekle beraber çok þefkatkârane beslendiðimi müþahede ettiðimden, beni yaratan ve yaþatan zât, ne kadar fevkalâde sehavetli, merhametli, san'atkâr, lütufkâr, ne derece hârika iktidarlý, -tabirde hata olmasýn- meharetli, hüþyar, iþgüzar olduðunu îman nuruyla bildim, tesbih ve takdis ve hamd ve þükür ve tekbir ve tazim ve tevhid ve tehlil gibi fýtrat vazifeleri ve hilkat gayeleri ve hayat neticeleri ne olduðunu bildim. Ve kâinatta en kýymetdar mahluk hayat olduðunun sebebini ve her þey hayata müsahhar olmasýnýn sýrrýný ve hayata karþý herkeste fýtrî bir iþtiyak bulunduðunun hikmetini ve hayatýn hayatý îman olduðunu ilmelyakîn ile anladým.

 

Dördüncü Mes'ele: Dünyadaki bu hayatýmýn hakikî lezzeti ve saadeti nedir diye yine bu حَسْبُنَا اللّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ âyetine baktým, gördüm ki: Bu hayatýmýn en saf lezzeti ve en hâlis saadeti îmandadýr. Yani, beni yaratan ve yaþatan bir Rabb-ý Rahîm'in mahluku ve masnuu ve memlûkü ve terbiyegerdesi ve nazarý altýnda olmasýna ve ona her vakit muhtaç bulunmasýna ve o ise hem Rabbim, hem Ýlahým, hem bana karþý gayet merhametli ve þefkatli bulunduðuna kat'î îmaným öyle kâfi ve vâfi ve elemsiz ve daimî bir lezzet ve saadettir ki, tarif edilmez. Ve "Elhamdülillahi alâ nimet-il îman" ne kadar yerindedir diye âyetten fehmettim.

 

sh: » (Þ:70)

 

Ýþte hayatýn hakikatýna ve hukukuna ve vazifelerine ve manevî lezzetine ait olan bu dört mes'ele gösterdiler ki; hayat, Zât-ý Bâki-i Hayy-ý Kayyum'a baktýkça ve îman dahi hayata hayat ve ruh oldukça, hem beka bulur, hem bâki meyveler verir. Hem öyle yükseklenir ki, sermediyet cilvesini alýr; daha ömrün kýsa ve uzunluðuna bakmaz diye bu âyetten dersimi aldým ve niyet ve tasavvur ve hayalce bütün hayatlarýn ve zîhayatlarýn namýna حَسْبُنَا اللَّهُ و نِعْمَ الوَكِيل dedim.

 

Altýncý Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Müfarakat-ý umumiye hengâmý olan harab-ý dünyadan haber veren âhirzaman hâdisatý içinde müfarakat-ý hususiyemi ihtar eden ihtiyarlýk ve âhir ömrümde bir hassasiyet-i fevkalâde ile fýtratýmdaki cemalperestlik ve güzellik sevdasý ve kemalâta meftuniyet hisleri inkiþaf ettikleri bir zamanda daimî ve tahribatçý olan zeval ve fena ve mütemadi ve tefrik edici olan mevt ve adem, dehþetli bir surette bu güzel dünyayý ve bu güzel mahlukatý hýrpaladýðýný, parça parça edip güzelliklerini bozduðunu fevkalâde bir þuur ve teessürle gördüm. Fýtratýmdaki aþk-ý mecazî bu hale karþý þiddetli galeyan ve isyan ettiði zamanda bir medar-ý teselli bulmak için yine bu Âyet-i Hasbiye'ye müracaat ettim. dedi: "Beni oku ve dikkatle manama bak!" Ben de, Sûre-i Nur'daki Âyet-i Nur'un rasathanesine girip îmanýn dürbünüyle Âyet-i Hasbiye'nin en uzak tabakalarýna ve þuur-u îmanî hurdebini ile en ince esrarýna baktým, gördüm:

 

Nasýlki âyineler, þiþeler, þeffaf þeyler, hattâ kabarcýklar güneþ ziyasýnýn gizli ve çeþit çeþit cemalini ve o ziyanýn elvan-ý seb'a denilen yedi renginin mütenevvi güzelliklerini gösteriyorlar ve teceddüd ve taharrükleriyle ve ayrý ayrý kabiliyetleriyle ve inkisaratlarýyla o cemali ve o güzellikleri tazelendiriyorlar ve inkisaratlarýyla güneþin ve ziyasýnýn ve elvan-ý seb'asýnýn gizli güzelliklerini izhar ediyorlar. Aynen öyle de: Þems-i Ezel ve Ebed olan Cemil-i Zülcelal'in cemal-i kudsîsine ve nihayetsiz güzel olan esma-i hüsnasýnýn sermedî güzelliklerine âyinedarlýk edip cilvelerini tazelendirmek için bu güzel masnular, bu tatlý mahluklar ve bu cemalli mevcudat hiç durmayarak gelip gidiyorlar. Kendilerinde görünen güzellikler ve cemaller, kendilerinin malý olmadýðýný, belki tezahür etmek isteyen sermedî ve mukaddes bir cemalin ve daimî tecelli eden ve görünmek isteyen mücerred ve münezzeh bir hüsnün iþaretleri ve alâmetleri ve lem'alarý ve cilveleri olduðu, pek çok kuvvetli delilleri ile Risâle-i Nur'da tafsilen izah edilmiþ. Burada o bürhanlardan üç tanesine kýsaca iþaret edilecek:

 

sh: » (Þ:71)

 

Birinci Bürhan: Nasýlki iþlenmiþ bir eserin güzelliði iþlemesinin güzelliðine ve iþlemek güzelliði ustalýðýn o san'attan gelen ünvanýnýn güzelliðine ve ustadaki san'atkârlýk ünvanýnýn güzelliði o san'atkârýn o san'ata ait sýfatýnýn güzelliðine ve sýfatýnýn güzelliði kabiliyet ve istidadýnýn güzelliðine ve kabiliyetinin güzelliði zâtýnýn ve hakikatýnýn güzelliðine derece-i bedahette gayet kat'î bir surette delalet ettiði gibi, aynen öyle de: Bu kâinatýn baþtan baþa bütün güzel mahluklarýnda ve yapýlýþlarý güzel umum masnularýndaki hüsün ve cemal dahi San'atkâr-ý Zülcelal'deki fiillerinin hüsüný ve cemaline kat'î þehadet ve ef'alindeki hüsün ve cemal ise, o fiillere bakan ünvanlarýn, yani isimlerin hüsün ve cemaline þüphesiz delalet ve isimlerin hüsün ve cemali ise, isimlerin menþei olan kudsî sýfatlarýn hüsün ve cemaline kat'î þehadet ve sýfatlarýn hüsün ve cemali ise, sýfatlarýn mebdei olan þuunat-ý zâtiyenin hüsün ve cemaline kat'î þehadet ve þuunat-ý zâtiyenin hüsün ve cemali ise, fâil ve müsemma ve mevsuf olan zâtýnýn hüsün ve cemaline ve mahiyetinin kudsî kemaline ve hakikatýnýn mukaddes güzelliðine bedahet derecede kat'î bir surette þehadet eder. Demek Sâni'-i Zülcemal'in kendi Zât-ý Akdesine lâyýk öyle hadsiz bir hüsün ve cemali var ki, bir gölgesi bütün mevcudatý baþtan baþa güzelleþtirmiþ ve öyle münezzeh ve mukaddes bir güzelliði var ki, bir cilvesi kâinatý serbeser güzelleþtirmiþ ve bütün daire-i mümkinatý hüsün ve cemal lem'alarýyla tezyin edip ýþýklandýrmýþ. Evet iþlenmiþ bir eser fiilsiz olmadýðý gibi, fiil dahi fâilsiz olamaz. Ve isimler müsemmasýz olmasý muhal olduðu gibi, sýfatlar dahi mevsufsuz mümkün deðildir. Madem bir san'atýn ve eserin vücudu, bedahetle o eseri iþleyenin fiiline delalet ve o fiilin vücudu, fâilinin ve ünvanýnýn ve eseri intac eden sýfatýn ve isminin vücudlarýna delalet eder. Elbette bir eserin kemali ve cemali dahi fiilin kendine mahsus kemal ve cemaline, o da ismin kendine münasib muvafýk güzelliðine, o dahi zâtýn ve hakikatýn -fakat zâta ve hakikata lâyýk ve muvafýk- kemaline ve cemaline ilmelyakîn ile ve bedahetle delalet eder. Aynen öyle de: Bu eserler perdesi altýndaki faaliyet-i daime fâilsiz olmasý muhal olduðu gibi, bu masnuat üstünde cilveleri ve nakýþlarý göz ile görünen isimler dahi müsemmasýz hiç bir cihetle mümkün olmadýðý ve müþahede derecesinde hissedilen kudret, irade gibi sýfatlar dahi mevsufsuz olmasý muhal olduðundan, þu kâinatta bütün eserler, mahluklar, masnular hadsiz vücudlarýyla, hâlýk ve sâni' ve fâillerinin vücud-u ef'aline ve esmasýnýn vücuduna ve evsafýnýn vücuduna ve þuunat-ý zâtiyesinin vücuduna ve Zât-ý Akdesinin vücub-u vücuduna kat'î bir surette delalet ettikleri gibi, o masnuatýn umumunda görünen

 

sh: » (Þ:72)

 

muhtelif kemalât ve ayrý ayrý cemaller ve çeþit çeþit güzellikler, Sâni'-i Zülcelal'de olan fiillerin ve isimlerin ve sýfatlarýn ve þe'nlerin ve zâtýnýn kendilerine mahsus münasib ve lâyýk ve vâcibiyetine ve kudsiyetine muvafýk olarak hadsiz kemalâtlarýna ve nihayetsiz cemallerine ve ayrý ayrý ve umum kâinatýn fevkinde güzelliklerine gayet sarih þehadet ve gayet kat'î delalet ederler.

 

Ýkinci Bürhan'ýn beþ noktasý var:

 

Birinci Nokta: Meþreblerinde, mesleklerinde birbirinden ayrý ve uzak olan bütün ehl-i hakikatýn reisleri, zevk ve keþfe istinad ederek icma' ile, ittifak ile îman edip hükmediyorlar ki; bütün mevcudattaki hüsün ve cemal, bir Zât-ý Vâcib-ül Vücud'da bulunan mukaddes hüsün ve cemalin gölgesi ve lemaatý ve perdelerin arkasýnda cilvesidir.

 

Ýkinci Nokta: Bütün güzel mahluklar, kafile kafile arkasýnda durmayarak gelip gidiyorlar, fenaya girip kayboluyorlar. Fakat o âyineler üstünde kendini gösteren ve cilvelenen yüksek ve tebeddül etmez bir güzellik, tecellisinde devam ettiðinden kat'î bir surette gösterir ki, o güzellikler o güzellerin malý ve o âyinelerin cemali deðildir. Belki güneþin cemal-i þuaatý cereyan eden suyun üzerindeki kabarcýklarda göründüðü gibi, sermedî bir cemalin ýþýklarýdýrlar.

 

Üçüncü Nokta: Nurun gelmesi elbette nuraniden ve vücud vermesi her halde mevcuddan ve ihsan ise gýnadan ve sehavet ise servetten ve talim ilimden gelmesi bedihî olduðu gibi, hüsün vermek dahi hasenden ve güzelleþtirmek güzelden ve cemal vermek cemilden olabilir, baþka olamaz. Ýþte bu hakikata binaen îman ederiz ki: Bu kâinattaki görünen bütün güzellikler öyle bir güzelden geliyor ki; bu mütemadiyen deðiþen ve tazelenen kâinat, bütün mevcudatýyla âyinedarlýk dilleriyle, o güzelin cemalini tavsif ve tarif eder.

 

Dördüncü Nokta: Nasýlki cesed ruha dayanýr, ayakta durur, hayatlanýr ve lafýz manaya bakar, ona göre nurlanýr ve suret hakikata istinad eder, ondan kýymet alýr. Aynen öyle de; bu maddî ve cismanî olan âlem-i þehadet dahi bir ceseddir, bir lafýzdýr, bir surettir; âlem-i gaybýn perdesi arkasýndaki esma-i Ýlahiyeye dayanýr, hayatlanýr, istinad eder, can alýr, ona bakar, güzelleþir. Bütün maddî güzellikler, kendi hakikatlarýnýn ve manalarýnýn manevî güzelliklerinden ileri geliyor. Ve hakikatlarý ise, esma-i Ýlahiyeden feyz alýrlar ve onlarýn bir nevi gölgeleridir. Ve bu hakikat, Risâle-i Nur'da kat'î isbat edilmiþtir.

 

sh: » (Þ:73)

 

Demek bu kâinatta bulunan bütün güzelliklerin enva'ý ve çeþitleri, âlem-i gayb arkasýnda tecelli eden ve kusurdan mukaddes, maddeden mücerred bir cemalin esma vasýtasýyla cilveleri ve iþaretleri ve emaratlarýdýr. Fakat nasýlki Vâcib-ül Vücud'un Zât-ý Akdesi, baþkalara hiç bir cihette benzemez ve sýfatlarý mümkinatýn sýfatlarýndan hadsiz derece yüksektir. Öyle de, onun kudsî cemali, mümkinatýn ve mahlukatýn hüsünlerine benzemez, hadsiz derecede daha âlîdir.

 

Evet koca Cennet bütün hüsn ü cemaliyle bir cilvesi bulunan ve bir saat müþahedesi ehl-i Cennet'e, Cennet'i unutturan bir cemal-i sermedî, elbette nihayeti ve þebihi ve nazîri ve misli olamaz. Malûmdur ki; herþeyin hüsnü kendine göredir, hem binler tarzda bulunur ve nevilerin ihtilafý gibi güzellikleri de ayrý ayrýdýr. Meselâ; göz ile hissedilen bir güzellik, kulak ile hissedilen bir hüsün bir olmamasý ve akýl ile fehmedilen bir hüsn-ü aklî, aðýz ile zevkedilen bir hüsn-ü taam bir olmadýðý gibi.. kalb, ruh vesair zâhirî ve bâtýnî duygularýn istihsan ettikleri ve güzel hissettikleri güzellikler, onlarýn ihtilafý gibi muhteliftir. Meselâ: Ýmanýn güzelliði ve hakikatýn güzelliði ve nurun hüsnü ve çiçeًin hüsnü ve ruhun cemali ve suretin cemali ve þefkatin güzelliði ve adaletin güzelliði ve merhametin hüsnü ve hikmetin hüsnü ayrý ayrý olduklarý gibi, Cemil-i Zülcelal'in nihayet derecede güzel olan esma-i hüsnasýnýn güzellikleri dahi ayrý ayrý olduðundan, mevcudatta bulunan hüsünler ayrý ayrý düþmüþ.

 

Eðer Cemil-i Zülcelal'in esmasýndaki hüsünlerin mevcudat âyinelerinde bir cilvesini müþahede etmek istersen, zeminin yüzünü bir küçük bahçe gibi temaþa edecek bir geniþ, hayalî göz ile bak ve hem bil ki: Rahmaniyet, rahîmiyet, hakîmiyet, âdiliyet gibi tabirler, Cenab-ý Hakk'ýn hem isim, hem fiil, hem sýfat, hem þe'nlerine iþaret ederler.

 

Ýþte baþta insan olarak bütün hayvanatýn muntazaman bir perde-i gaybdan gelen erzaklarýna bak, rahmaniyet-i Ýlahiyenin cemalini gör.

 

Hem bütün yavrularýn mu'cizane iaþelerine ve baþlarý üstünde ve annelerinin sinelerinde asýlmýþ tatlý, safi, âb-ý kevser gibi iki tulumbacýk süte temaþa eyle, rahîmiyet-i Rabbaniyenin cazibedar cemalini gör.

 

sh: » (Þ:74)

 

Hem bütün kâinatý enva'ýyla beraber bir kitab-ý kebir-i hikmet ve öyle bir kitab ki; her harfi yüz kelime, her kelimesi yüzer satýr, her satýrý bin bab, her babý binler küçük kitab hükmüne getiren hakîmiyet-i Ýlahiyenin cemal-i bîmisaline bak, gör.

 

Hem kâinatý bütün mevcudatýyla mizaný altýna alan ve bütün ecram-ý ulviye ve süfliyenin müvazenelerini idame ettiren ve güzelliðin en mühim bir esasý olan tenasübü veren ve her þeye en güzel vaziyeti verdiren ve her zîhayata hakk-ý hayatý verip ihkak-ý hak eden ve mütecavizleri durduran ve cezalandýran bir âdiliyetin haþmetli güzelliðine bak gör.

 

Hem insanýn geçmiþ tarihçe-i hayatýný, buðday tanesi küçüklüðündeki kuvve-i hâfýzasýnda ve her nebat ve aðacýn gelecek tarihçe-i hayat-ý saniyesini çekirdeðinde yazmasýna ve her zîhayatýn muhafazasýna lüzumu bulunan âlât ve cihazata, meselâ arýnýn kanatçýklarýna ve zehirli iðnesine ve dikenli çiçeklerin süngücüklerine ve çekirdeklerin sert kabuklarýna bak ve hafîziyet ve hâfiziyet-i Rabbaniyenin letafetli cemalini gör.

 

Hem zemin sofrasýnda Kerim-i Mutlak olan Rahman-ý Rahîm'in misafirlerine, rahmet tarafýndan ihzar edilen hadsiz taamlarýn ayrý ayrý ve güzel kokularýna ve muhtelif, süslü renklerine ve mütenevvi, hoþ tatlarýna ve her zîhayatýn zevk ve safasýna yardým eden cihazlara bak, ikram ve kerimiyet-i Rabbaniyenin gayet þirin cemalini ve gayet tatlý güzelliðini gör.

 

Hem Fettah ve Musavvir isimlerinin tecellileriyle baþta insan olarak bütün hayvanatýn, su katrelerinden açýlan pek çok manidar suretlerine ve bahar çiçeklerinin habbe ve zerreciklerinden açtýrýlan çok cazibedar sîmalarýna bak, fettahiyet ve musavviriyet-i Ýlahiyyenin mu'cizatlý cemalini gör.

 

Ýþte bu mezkûr misallere kýyasen esma-i hüsnanýn her birisinin kendine mahsus öyle kudsî bir cemali var ki; birtek cilvesi, koca bir âlemi ve hadsiz bir nev'i güzelleþtiriyor. Birtek çiçekte bir ismin cilve-i cemalini gördüðün gibi, bahar dahi bir çiçektir ve Cennet dahi görülmedik bir çiçektir. Baharýn tamamýna bakabilirsen ve Cennet'i îman gözüyle görebilirsen bak gör. Cemal-i Sermedî'nin derece-i haþmetini anla. O güzelliðe karþý îman güzelliðiyle ve ubudiyet cemali ile mukabele etsen, çok güzel bir mahluk olursun. Eðer dalaletin hadsiz çirkinliðiyle ve isyanýn menfur kubhuyla mukabele edip karþýlasan, en çirkin bir mahluk olmakla beraber, bütün güzel mevcudatýn manen menfurlarý olursun.

 

Beþinci Nokta: Nasýlki yüzer hüner ve san'at ve kemal ve cemalleri bulunan bir zât; herbir hüner kendini teþhir etmek ve her bir güzel san'at kendini takdir ettirmek ve herbir kemal kendini izhar etmek ve herbir cemal kendini göstermek istemesi kaidesince o zât dahi bütün hünerlerini ve san'atlarýný ve kemalâ

 

sh: » (Þ:75)

 

týný ve gizli güzelliklerini tarif edecek, teþhir edecek, gösterecek olan bir hârika sarayý yapmýþ. Her kim o mu'cizeli sarayý temaþa etse, birden ustasýnýn ve sahibinin hünerlerine ve mehasinine ve kemalâtýna intikal eder ve gözüyle görür gibi inanýr, tasdik eder ve der ki: "Her cihetle güzel ve hünerli olmayan bir zât, böyle her cihetle güzel bir eserin masdarý, mûcidi ve taklidsiz muhterii olamaz. Belki onun manevî hüsünleri ve kemalleri bu saray ile tecessüm etmiþ gibidir." hükmeder. Aynen öyle de, bu kâinat denilen meþher-i acaib ve saray-ý muhteþemin hüsünlerini gören ve aklý çürük ve kalbi bozuk olmayan elbette intikal edecek ki; bu saray bir âyinedir, baþkasýnýn cemalini ve kemalini göstermek için böyle süslenmiþ. Evet madem bu saray-ý âlemin baþka emsali yok ki güzellikleri ondan iktibas edip taklid edilsin. Elbette ve her halde bunun ustasý kendi zâtýnda ve esmasýnda kendine lâyýk güzellikleri var ki, kâinat ondan iktibas ediyor ve ona göre yapýlmýþ ve onlarý ifade etmek için bir kitab gibi yazýlmýþ.

 

Üçüncü Bürhan'ýn üç nüktesi var:

 

Birinci Nükte: Otuzikinci Söz'ün Üçüncü Mevkýfýnda gayet güzel bir tafsil ve kuvvetli hüccetlerle beyan edilen bir hakikattýr. Tafsilini ona havale ederek burada kýsa bir iþaretle ona bakacaðýz; þöyle ki:

 

Bu masnuata, hususan hayvanat ve nebatata bakýyoruz, görüyoruz ki: Kasd ve iradeyi gösteren ve ilim ve hikmeti bildiren daimî bir tezyin, bir süslemek ve tesadüfe hamli imkânsýz bir tanzim, bir güzelleþtirmek hükmediyor. Hem kendi san'atýný beðendirmek ve nazar-ý dikkati celbetmek ve masnuunu ve seyircilerini memnun etmek için her þeyde öyle bir nazik san'at ve ince hikmet ve âlî zînet ve þefkatli bir tertib ve tatlý vaziyet görünüyor; bedahet derecesinde anlaþýlýr ki, kendini zîþuurlara bildirmek ve tanýttýrmak isteyen perde-i gayb arkasýnda öyle bir san'atkâr var ki, herbir san'atýyla çok hünerlerini ve kemalâtýný teþhir ile kendini sevdirmek ve medh ü senasýný ettirmek ister. Hem zîþuur mahluklarý minnettar ve mesrur ve kendine dost etmek için tesadüfe havalesi imkân haricinde ve umulmadýðý yerden leziz nimetlerin her çeþidini onlara ihsan ediyor. Hem derin bir þefkati ve yüksek bir merhameti ihsas eden manevî ve kerîmane bir muamele, bir muarefe ve lisan-ý hal ile ve dostane bir mükâleme ve dualarýna rahîmane bir mukabele görünüyor. Demek bu güneþ gibi zâhir olan tanýttýrmak ve sevdirmek keyfiyeti arkasýnda müþahede edilen lezzetlendirmek ve nimetlendirmek ikramý ise, gayet

 

 

 

sh: » (Þ:76)

 

esaslý bir irade-i þefkat ve gayet kuvvetli bir arzu-yu merhametten ileri geliyor. Ve böyle kuvvetli bir irade-i þefkat ve rahmet ise, hiçbir cihette ihtiyacý olmayan bir Müstaðni-i Mutlak'ta bulunmasý elbette ve herhalde kendini âyinelerde görmek ve göstermek isteyen ve tezahür etmek, mahiyetinin muktezasý ve tebarüz etmek, hakikatýnýn þe'ni bulunan nihayet kemalde bir cemal-i bîmisal ve ezelî bir hüsn-ü lâyezalî ve sermedî bir güzellik vardýr ki; o cemal kendini muhtelif âyinelerde görmek ve göstermek için merhamet ve þefkat suretine girmiþ, sonra zîþuur âyinelerinde in'am ve ihsan vaziyetini almýþ, sonra tahabbüb ve taarrüf -yani kendini tanýttýrmak ve bildirmek- keyfiyetini takmýþ, sonra masnuatý zînetlendirmek, güzelleþtirmek ýþýðýný vermiþ.

 

Ýkinci Nükte: Nev-i insanda, hususan yüksek tabakasýnda, meslekleri ayrý ayrý hadsiz zâtlarda, gayet esaslý bir surette bulunan þedid bir aþk-ý lahutî ve kuvvetli bir muhabbet-i Rabbaniye, bilbedahe misilsiz bir cemale iþaret, belki þehadet eder. Evet böyle bir aþk, öyle bir cemale bakar, iktiza eder. Ve öyle bir muhabbet, böyle bir hüsn ister. Belki bütün mevcudatta lisan-ý hal ve lisan-ý kal ile edilen umum hamd ve senalar, o ezelî hüsne bakýyor, gidiyor. Belki Þems-i Tebrizî gibi bir kýsým âþýklarýn nazarýnda bütün kâinatta bulunan umum incizablar, cezbeler, cazibeler, cazibedar hakikatlar; ezelî ve ebedî bir hakikat-ý cazibedara iþaretlerdir. Ve ecramý ve mevcudatý mevlevî-misal pervane gibi raks ve semaa kaldýran cezbedarane harekât ve deveran, o hakikat-ý cazibedarýn cemal-i kudsîsinin hükümdarane tezahüratý karþýsýnda âþýkane ve vazifedarane bir mukabeledir.

 

Üçüncü Nükte: Bütün ehl-i tahkikin icmaýyla vücud hayr-ý mahzdýr, nurdur; adem þerr-i mahzdýr, zulmettir. Bütün hayýrlar, iyilikler, güzellikler, lezzetler -tahlil neticesinde- vücuddan neþ'et ettiklerini ve bütün fenalýklar, þerler, musibetler, elemler -hattâ masiyetler- ademe raci' olduðunu ehl-i akýl ve ehl-i kalbin büyükleri ittifak etmiþler.

 

Eðer desen: Madem bütün güzelliklerin menbaý vücuddur, vücudda küfür ve enaniyet-i nefsiye dahi var?

 

Elcevap: Küfür ise hakaik-i îmaniyeyi inkâr ve nefy olduðundan ademdir. Enaniyetin vücudu ise, haksýz temellük ve âyinedarlýðýný bilmemek ve mevhumu muhakkak bilmekten ileri geldiðinden, vücud rengini ve suretini almýþ bir ademdir. Madem bütün güzelliklerin menbaý vücuddur ve bütün çirkinliklerin madeni ademdir. Elbette vücudun en kuvvetlisi ve en yükseði ve en par

 

sh: » (Þ:77)

 

laðý ve ademden en uzaðý vâcib bir vücud ve ezelî ve ebedî bir varlýk, en kuvvetli ve en yüksek ve en parlak ve kusurdan en uzak bir cemal ister, belki öyle bir cemali ifade eder, belki öyle bir cemal olur. Güneþe ihatalý bir ziyanýn lüzumu gibi, Vâcib-ül Vücud dahi sermedî bir cemal istilzam eder, onun ile ýþýk verir.

 

اَلْحَمْدُ لِلّهِ عَلَى نِعْمَةِ اْلاِيمَانِ { رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا اِنْ نَسِينَا اَوْ اَخْطَاْنَا

 

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

 

Ýhtar: Âyet-i Hasbiye-i Nuriyenin meratibinden dokuz mertebesi yazýlacaktý, fakat bazý esbaba binaen þimdilik üç mertebe te'hir edildi.

 

Tenbih: Risâle-i Nur, Kur'anýn ve Kur'andan çýkan bürhanî bir tefsir olduðundan, Kur'anýn nükteli, hikmetli, lüzumlu usandýrmayan tekraratý gibi onun da lüzümlu, hikmetli, belki zarurî ve maslahatlý tekraratý vardýr. Hem Risâle-i Nur, zevk ve þevk ile dillerde usandýrmayan, daima tekrar edilen kelime-i tevhidin delilleri olmasýndan zarurî tekraratý kusur deðil; usandýrmaz ve usandýrmamalý.

 

* * *

 

sh: » (Þ: 78)

 

اَلْبَابُ الْخَامِسُ

 

فِى مَراتِبِ ( حَسْبُنَا اللّهُ وَ نِعْمَ الْوَكِيلُ )

 

وَ هُوَ خَمْسُ نُكَتٍ

 

اَلنُّكْتَةُ اْلاُولَى : فَهذَا الْكَلاَمُ دَوَاءٌ مُجَرَّبٌ لِمَرَضِ الْعَجْزِ الْبَشَرِىِّ وَ سَقَمِ الْفَقْرِ اْلاِنْسَانِىِّ*

 

حَسْبُنَا اللّهُ وَ نِعْمَ الْوَكِيلُ اِذْ هُوَ الْمُوجِدُ الْمَوْجُودُ الْبَاقِى فَلاَ بَأْسَ بِزَوَالِ الْمَوْجُودَاتِ لِدَوَامِ الْوُجُودِ الْمَحْبُوبِ بِبَقَاءِ مُوجِدِهِ الْوَاجِبِ الْوُجوُدِ وَ هُوَ الصَّانِعُ الْفَاطِرُ الْبَاقِى فَلاَ حُزْنَ عَلَى زَوَالِ الْمَصْنُوعِ لِبَقَاءِ مَدَارِ

 

الْمَحَبَّةِ فِى صَانِعِهِ وَ هُوَ الْمَلِكُ الْمَالِكُ الْبَاقِى*

 

 

 

 

 

فَلاَ تَأَسُّفَ عَلَى زَوَالِ الْمُلْكِ الْمُتَجَدِّدِ فِى زَوَالٍ وَ ذَهَابٍ

 

وَ هُوَ الشَّاهِدُ الْعَالِمُ الْبَاقِى فَلاَ تَحَسُّرَ عَلَى غَيْبُوبَةِ الْمَحْبُوبَاتِ مِنَ الدُّنْيَا لِبَقَائِهَا فِى دَائِرَةِ عِلْمِ شَاهِدِ هَا وَ فِى نَظَرِهِ وَ هُوَ الصَّاحِبُ الْفَاطِرُ الْبَاقِى فَلاَ كَدَرَ عَلَى زَوَالِ الْمُسْتَحْسَنَاتِ لِدَوَامِ مَنْشَاءِ مَحَاسِنِهَا فِى اَسْمَاءِ فَاطِرِهَاَ وَهُوَ الْوَارِثُ الْبَاعِثُ الْبَاقِى فَلاَ تَلَهُّفَ عَلَى فِرَاقِ

 

sh: » (Þ: 79)

 

اْلاَحْبَابِ لِبَقَاءِ مَنْ يَرِثُهُمْ وَ يَبْعَثُهُمْ وَ هُوَ الْجَمِيلُ الْجَلِيلُ الْبَاقِى فَلاَ تَحَزُّنَ عَلَى زَوَالِ الْجَمِيلاَتِ الَّتِى هِىَ مَرَايَا لِلْلاَسْمَاءِ الْجَمِيلاَتِ لِبَقَاءِ اْلاَسْمَاءِ بِجَمَالِهَا بَعْدَ زَوَالِ الْمَرَايَا وَ هُوَ الْمَعْبُودُ الْمَحْبُوبُ الْبَاقِى فَلاَ تَاَلُّمَ مِنْ زَوَالِ الْمَحْبُوبَاتِ الْمَجَازِيَّةِ لِبَقَاءِ الْمَحْبُوبِ الْحَقِيقِىِّ *

 

وَ هُوَ الرَّحْمَنُ الرَّحِيمُ الْوَدُودُ الرَّؤُفُ الْبَاقِى فَلاَ غَمَّ وَ لاَ مَأْيُوسِيَّةَ وَ لاَ اَهَمِّيَّةَ مِنْ زَوَالِ الْمُنْعِمِينَ الْمُشْفِقِينَ

 

لظَّاهِرِينَ لِبَقَاءِ مَنْ وَسِعَتْ رَحْمَتُهُ وَ شَفْقَتُهُ كُلَّ شَيْءٍ * وَ هُوَ الْجَمِيلُ اللَّطِيفُ الْعَطُوفُ الْبَاقِى فَلاَ حِرْقَةَ وَ لاَ عِبْرَةَ بِزَوَالِ اللَّطِيفَاتِ الْمُشْفِقَاتِ لِبَقَاءِ مَنْ يَقُومُ مَقَامَ كُلِّهَا وَ لاَ يَقُومُ الْكُلُّ مَقَامَ تَجَلٍّ وَاحِدٍ مِنْ تَجَلِّيَاتِهِ فَبَقَائُهُ بِهذِهِ اْلاَوْصَافِ يَقُومُ مَقَامَ كُلِّ مَا فَنَى وَ زَوَالَ مِنْ اَنْوَاعِ مَحْبُوبَاتِ كُلِّ اَحَدٍ مِنَ الدُّنْيَا حَسْبُنَا اللّهُ وَ نِعْمَ الْوَكِيلُ

 

نَعَمْ حَسْبِى مِنْ بَقَاءِ الدُّنْيَا وَ مَا فِيهَا بَقَاءُ مَالِكِهَا وَ صَانِعِهَا وَ فَاطِرِهَا{

 

اَلنُّكْتَةُ الثَّانِيَةُ :

 

حَسْبِى مِنَ الْبَقَاءِ اَنَّ اللّهَ هُوَ اِلهِىَ الْبَاقِى وَ خَالِقِىَ الْبَاقِى وَ مُوجِدِىَ الْبَاقِى

 

sh: » (Þ: 80)

 

وَ فَاطِرِىَ الْبَاقِى وَ مَالِكِىَ الْبَاقِىِ وَ شَاهِدِىَ الْبَاقِىِ وَ مَعْبُودِىَ الْبَاقِى وَ بَاعِثِىَ الْبَاقِى فَلاَ بَاْسَ وَ لاَ حُزْنَ وَلاَ

 

تَأَسُّفَ وَ لاَ تَحَسُّرَ عَلَى زَوَالِ وُجُودِى لِبَقَاءِ مُوجِدِى وَ اِيجَادِهِ بِاَسْمَائِهِ وَ مَا فِى شَخْصِى مِنْ صِفَةٍ اِلاَّ وَ هِىَ مِنْ شُعَاعِ اِسْمٍ مِنْ اَسْمَائِهِ الْبَاقِيَةِ فَزَوَالُ

 

تِلْكَ الصِّفَةِ وَ فَنَائُهَا لَيْسَ اِعْدَامًا لَهَا ِلاَنَّهَا مَوْجُودَةٌ فِى دَائِرَةِ الْعِلْمِ وَ بَاقِيَةٌ وَ مَشْهُودَةٌ لِخَالِقِهَا وَ كَذَا حَسْبِى مِنَ الْبَقَاءِ وَ لَذَّتِهِ عِلْمِ

 

وَ اِذْعَانِى وَ شُعُورِى وَ اِيمَانِى بِاَنَّهُ اِلهِىَ الْبَاقِى الْمُتَمَثِّلُ شُعَاعُ اِسْمِهِ الْبَاقِى فِى مِرْآةِ مَا هِيَّتِى وَ مَا حَقِيقَةُ مَا هِيَّتِى اِلاَّ ظِلٌّ لِذلِكَ اْلاِسْمِ فَبِسِرِّ تَمَثُّلِهِ فِى مِرْآةِ حَقِيقَتِى صَارَتْ نَفْسُ حَقِيقَتِى مَحْبُوبَةً لاَ لِذَاتِهَا بَلْ بِسِرِّ مَا فِيهَا وَ بَقَاءُ مَا تَمَثَّلَ فِيهَا اَنْوَاعُ بَقَاءٍ لَهَا *

 

اَلنُّكْتَةُ الثَّالِثَةُ : حَسْبُنَا اللّهُ وَ نِعْمَ الْوَكِيلُ : اِذْ هُوَ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى مَا هذِهِ الْمَوْجُودَاتُ

 

سَّيَّالَةُ اِلاَّ مَظَاهِرَ

 

وَجَدُّدِ تَجَلِّيَاتِ اِيجَادِهِ وَوُجُودِهِ وَ بِهِ وَ بِاْلاِنْتِسَابِ اِلَيْهِ وَ بِمَعْرِفَتِهِ اَنْوَارُالْوُجوُدِ بِلاَ حَدٍِّ وَ بِدُونِهِ ظُلُمَاتُ

 

sh: » (Þ: 81)

 

الْعَدَمَاتِ وَ آلاَمُ الْفِرَاقَاتِ الْغَيْرِ الْمَحْدُودَاتِ وَ مَا هذِهِ الْمَوْجُودَاتُ السَّيَّالَةُ اِلاَّ وَ هِىَ مَرَايَا وَ هِىَ مُتَجَدِّدَةُ بِتَبَدُّلِ التَّعَيُّنَاتِ اْلاِعْتِبَارِيَّةِ فِى فِنَائِهَا وَ زَوَالِهَا وَ بَقَائِهَا بِسِتَّةِ وُجُوهٍ .

 

َاْلاَوَّلُ : بَقَاءُ مَعَانِيهَا الْجَمِيلَةِ وَ هُوِيَّاتِهَا الْمِثَالِيَّةِ .

 

وَ الثَّانِى : بَقَاءُ صُوَرِهَا فِى اْلاَلْوَاحِ الْمِثَالِيَّةِ .

 

وَالثَّالِثُ : بَقَاءُ ثَمَرَاتِهَا اْلاُخْرَوِيَّةِ .

 

وَ الرَّابِعُ : بَقَاءُ تَسْبِيحَاتِهَا الرَّبَّانِيَّةِ الْمُتَمَثِّلَةِ لَهَا الَّتِى هِىَ نَوْعُ وُجُودٍ لَهَا .

 

وَ الْخَامِسُ : بَقَائُهَا فِى الْمَشَاهِدِ الْعِلْمِيَّةِ وَ الْمَنَاظِرِ السَّرْمَدِيَّةِ .

 

وَ السَّادِسُ : بَقَاءُ اَرْوَاحِهَا اِنْ كَانَتْ مِنْ ذَوِى اْلاَرْوَاحِ {

 

وَ مَا وَظِيفَتُهَا فِى كَيْفِيَّاتِهَا الْمُتَخَالِفَةِ فِى مَوْتِهَا وَ فَنَائِهَا وَ زَوَالِهَا وَ عَدَمِهَا وَ ظُهُورِهَا وَ اِنْطِفَائِهَا اِلاَّ اِظْهَارُالْمُقْتَضِيَاتِ ِلاَسْمَاءٍ اِلهِيَّةٍ فَمِنْ سِرِّ هذِهِ الْوَظِيفَةِ صَارَتِ الْمَوْجُودَاتُ كَسَيْلٍ فِىغَايَةِ السُّرْعَةِ تَتَمَوَّجُ

 

مَوْتًا وَ حَيَاةً وَ وُجُودًا وَ عَدَمًَ * ا

 

وَ مِنْ هذِهِ الْوَظِيفَةِ تَتَظَاهَرُ الْفَعَّالِيَّةُ الدَّائِمَةُ وَ الْخَلاَّقِيَّةُ الْمُسْتَمِرَّةُ فَلاَ

 

sh: » (Þ: 82)

 

بُدَّ لِى وَ لِكُلِّ اَحَدٍ اَنْ يَقُولَ : ( حَسْبُنَا اللّهُ وَ نِعْمَ الْوَكِيلُ

 

* يَعْنِى حَسْبِى مِنَ الْوُجُودِ اَنِّى اَثَرٌ مِنْ آثَارِ وَاجِبِ الْوُجُودِ كَفَانِى آنٌ سَيَّالٌ مِنْ هذَا الْوُجُودِ الْمُنَوَّرِ الْمَظْهَرِ مِنْ مَلاَيِينَ سَنَةٍ مِنَ الْوُجُودِ الْمُزَوَّرِ اْلاَبْتَرِ * نَعَمْ بِسِرِّ اْلاِنْتِسَابِ اْلاِيمَانِىِّ يَقُومُ دَقِيقَةٌ مِنَ الْوُجُودِ مَقَامَ اُلُوفِ سَنَةٍ بِلاَ اِنْتِسَابٍ اِيمَانِىٍّ بَلْ تِلْكَ الدَّقِيقَةُ اَتَمُّ وَ اَوْسَعُ بِمَرَاتِبَ مِنْ تِلْكَ اْلآلاَفِ سَنَةٍ .

 

وَ كَذَا حَسْبِى مِنَ الْوُجُودِ وَ قِيْمَتِهِ اَنِّى صَنْعَةُ مَنْ هُوَ فِى السَّمَاءِ عَظَمَتُهُ وَ فِى اْلاَرْضِ آيَاتُهُ وَ خَلَقَ السَّموَاتِ وَ اْلاَرْضِ فِى سِتَّةِ اَيَّامٍ .

 

وَ كَذَا حَسْبِى مِنَ الْوُجُودِ وَ كَمَالِهِ اَنِّى مَصْنُوعُ مَنْ زَيَّنَ وَ نَوَّرَ السَّمَاءَ بِمَصَابِيحَ وَ زَيَّنَ وَ بَهَّرَ اْلاَرْضَ بِاَزَاهِيرَ .

 

وَ كَذَا حَسْبِى مِنَ الْفَخْرِ وَ الشَّرَفِ اَنِّى مَخْلُوقٌ وَ مَمْلُوكٌ وَ عَبْدٌ لِمَنْ هذِهِ الْكَائِنَاتُ بِجَمِيعِ كَمَالاَتِهَا وَ مَحَاسِنِهَا ظِلٌّ ضَعِيفٌ بِالنِّسْبَةِ اِلَى كَمَالِهِ وَ جَمَالِهِ وَ مِنْ آيَاتِ كَمَالِهِ وَ اِشَارَاتِ جَمَالِهِ .

 

وَ كَذَا حَسْبِى مِنْ كُلِّ شَيْءٍ مَنْ يَدَّخِرُ مَا لاَ يُعَدُّ وَ لاَ يُحْصَى مِنْ نِعَمِهِ فِى صُنَيْدِقَاتٍ لَطِيفَةٍ هِىَ بَيْنَ الْكَافِ وَ النُّونِ فَيَدَّخِرُ بِقُدْرَتِهِ مَلاَيِينَ قِنْطَارٍ فِى قَبْضَةٍ وَاحِدَةٍ فِيهَا

 

sh: » (Þ: 83)

 

صُنَيْدِقَاتٌ لَطِيفَةٌ تُسَمَّى بُذُورًا وَ نَوَاةً .

 

وَ كَذَا حَسْبِى مِنْ كُلِّ ذِى جَمَالٍ وَ ذِى اِحْسَانٍ اَلْجَمِيلُ الرَّحِيمُ الَّذِى مَا ذِهِ الْمَصْنُوعَاتُ الْجَمِيلاَتُ اِلاَّ مَرَايَا مُتَفَانِيَةٌ لِتَجَدُّدِ اَنْوَرِ جَمَالِهِ بِمَرِّ الْفُصُولِ وَ الْعُصُورِ وَ الدُّهُورِ وَ هذِهِ النِّعَمُ الْمُتَوَاتِرَةُ وَ اْلاَثْمَارُ الْمُتَعَاقِبَةُ فِى الرَّبِيعِ وَ الصَّيْفِ مَظَاهِرُ لِتَجَدُّدِ مَرَاتِبِ اِنْعَامِهِ الدَّائِمِ عَلَى مَرِّ اْلاَنَامِ وَ اْلاَيَّامِ وَ اْلاَعْوَامِ .

 

وَ كَذَا حَسْبِى مِنَ الْحَيَاةِ وَ مَاهِيَّتِهَا اَنِّى خَرِيطَةٌ وَ فِهْرِسْتَةٌ وَ فَذْلَكَةٌ وَ مِيزَانٌ وَ مِقْيَاسٌ لِجَلَوَاتِ اَسْمَاءِ خَالِقِ الْمَوْتِ وَ الْحَيَاةِ .

 

وَ كَذَا حَسْبِى مِنَ الْحَيَاةِ وَ وَظِيفَتِهَا كَوْنِى كَكَلِمَةٍ مَكْتُوبَةٍ بِقَلَمِ الْقُدْرَةِ وَ مُفْهِمَةٍ دَالَّةٍ عَلَى اَسْمَاءِ الْقَدِيرِ الْمُطْلَقِ الْحَىِّ الْقَيُّومِ بِمَظْهَرِيَّةِ حَيَاتِى للِشُّؤُنِ الذَّاتِيَّةِ لِفَاطِرِىَ الَّذِى لَهُ اْلاَسْمَاءُ الْحُسْنَى .

 

وَ كَذَا حَسْبِى مِنَ الْحَيَاةِ وَ حُقُوقِهَا اِعْلاَنِى وَ تَشْهِيرِى بَيْنَ اِخْوَانِىَ الْمَخْلُوقَاتِ وَ اِعْلاَنِى وَ اِظْهَارِى لِنَظَرِ شُهُودِ خَالِقِ الْكَائِنَاتِ بِتَزَيُّنِى بِجَلَوَاتِ اَسْمَاءِ خَالِقِىَ الَّذِى زَيَّنَنِى بِمُرَصَّعَاتِ حُلَّةِ وُجُودِى وَ خِلْعَةِ فِطْرَتِى وَ قِلاَدَةِ حَيَاتِىَ

 

sh: » (Þ:84)

 

 

 

الْمُنْتَظَمَةِ فِيهَا مُزَيَّنَاتُ هَدَايَا رَحْمَتِهِ .

 

وَ كَذَا مِنْ حُقُوقِ حَيَاتِى فَهْمِى لِتَحِيَّاتِ ذَوِى الْحَيَاةِ لِوَاهِبِ الْحَيَاةِ وَ شُهُودِى لَهَا وَ شَهَادَاتِى عَلَيْهَا

 

وَ كَذَا حَسْبِى

 

مِنْ حُقُوقِ حَيَاتِى تَبَرُّجِى وَ تَزَيُّنِى بِمُرَصَّعَاتِ جَوَاهِرِ اِحْسَانِهِ بِشُعُورٍ اِيمَانِىٍّ لِلْعَرْضِ لِنَظَرِ شُهُودِ سُلْطَانِىَ اْلاَزَلِىِّ*

 

وَ كَذَا حَسْبِى مِنَ الْحَيَاتِ وَ لَذَّاتِهَا عِلْمِى وَ اِذْعَانِى وَ شُعُورِى وَ اِيمَانِى بِاَنِّى عَبْدُهُ وَ مَصْنُوعُهُ وَ مَخْلُوقُهُ وَ فَقِيرُهُ وَ مُحْتَاجٌ اِلَيْهِ وَ هُوَ خَالِقِى رَحِيمٌ بِى كَرِيمٌ لَطِيفٌ مُنْعِمٌ عَلَىَّ يُرَبِّينِى كَمَا يَلِيقُ بِحِكْمَتِهِ وَ رَحْمَتِهِ* .

 

وَ كَذَا حَسْبِى مِنَ الْحَيَاتِ وَ قِيْمَتِهَا مِقْيَاسِيَّتِى بِاَمْثَالِ عَجْزِىَ الْمُطْلَقِ وَ فَقْرِىَ الْمُطْلَقِ وَ ضَعْفِىَ الْمُطْلَقِ لِمَرَاتِبِ قُدْرَةِ الْقَدِيرِ الْمُطْلَقِ وَ دَرَجَاتِ رَحْمَةِ الرَّحِيمِ الْمُطْلَقِ وَ طَبَقَاتِ قُوَّةِ الْقَوِىِّ الْمُطْلَقِ*

 

وَ كَذَا بِمَعْكَسِيَّتِى بِجُزْئِيَاتِ صِفَاتِى مِنَ الْعِلْمِ وَ اْلاِرَادَةِ وَ الْقُدْرَةِ الْجُزْئِيَّةِ لِفَهْمِ الصِّفَاتِ الْمُحِيطَةِ لِخَالِقِى فَاَفْهَمُ عِلْمَهُ الْمُحِيطَ بِمِيزَانِ عِلْمِىَ الْجُزْئِيِّ*

 

 

 

sh: » (Þ: 85)

 

وَ هكَذَا حَسْبِى مِنَ الْكَمَالِ عِلْمِى بِاَنَّ اِلهِى هُوَ الْكَامِلُ الْمُطْلَقُ فَكُلُّ مَا فِى الْكَوْنِ مِنَ الْكَمَالِ مِنْ آيَاتِ

 

كَمَالِهِ وَ اِشَارَاتٌ اِلَى كَمَالِهِ .

 

 

 

وَ كَذَا حَسْبِى مِنَ الْكَمَالِ فِى نَفْسِى اْلاِيمَانُ بِاللّهِ اِذِ اْلاِيمَانُ لِلْبَشَرِ مَنْبَعٌ لِكُلِّ كَمَالاَتِهِ .

 

وَ كَذَا حَسْبِى مِنْ كُلِّ شَيْءٍ ِلاَنْوَاعِ حَاجَاتِىَ الْمَطْلُوبَةِ بِاَنْوَاعِ اَلْسِنَةِ جِهَازَاتِىَ الْمُخْتَلِفَةِ اِلهِى وَ رَبِّى وَ خَالِقِى وَ مُصَوِّرِىَ الَّذِى لَهُ اْلاَسْمَاءُ الْحُسْنَى اَلَّذِى هُوَ يُطْعِمُنِى وَ يَسْقِينِى وَ يُرَبِّينِى وَ يُدَبِّرُنِى وَ يُكَلِّمُنِى جَلَّ جَلاَلُهُ وَ عَمَّ نَوَالُهُ .

 

اَلنُّكْتَةُ الرَّابِعَةُ : حَسْبِى لِكُلِّ مَطَالِبِى مَنْ فَتَحَ صُورَتِى وَ صُورَةَ اَمْثَالِى مِنْ ذَوِى الْحَيَاةِ فِى الْمَاءِ بِلَطِيفِ صُنْعِهِ وَ لَطِيفِ قُدْرَتِهِ وَ حِكْمَتِهِ وَ لَطِيفِ رُبُوبِيَّتِهِ .

 

وَ كَذَا حَسْبِى لِكُلِّ مَقَاصِدِى مَنْ اَنْشَأَنِى وَ شَقَّ سَمْعِى وَ بَصَرِى وَ اَدْرَجَ فِى جِسْمِى لِسَانًا وَ جَنَانًا وَ اَوْدَعَ فِيهَا وَ فِى جِهَازَاتِى مَوَازِينَ حَسَّاسَةً لاَتُعَدُّ لِوَزْنِ مُدَخَّرَاتِ اَنْوَاعِ خَزَائِنِ رَحْمَتِهِ .

 

وَ كَذَا اَدْرَجَ فِى لِسَانِى وَ جَنَانِى وَ

 

sh: » (Þ: 86)

 

فِطْرَتِى آلاَتٍ حَسَّاسَةً لاَتُحْصَى لِفَهْمِ اَنْوَاعِ كُنُوزِ اَسْمَائِهِ .

 

وَ كَذَا حَسْبِى مَنْ اَدْرَجَ فِى شَخْصِىَ الصَّغِيرِ الْحَقِيرِ وَ اَدْرَجَ فِى وُجُودِى الضَّعِيفِ الْفَقِيرِ هذِهِ اْلاَعْضَاءَ وَ اْلآلاَتِ وَ هذِهِ الْجَوَارِحَ وَ الْجِهَازَاتِ وَ هذِهِ الْحَوَاسَّ وَ الْحِسِّيَّاتِ وَ هذِهِ اللَّطَائِفَ وَ الْمَعْنَوِيَّاتِ ِلاِحْسَاسِ جَمِيعِ اَنْوَاعِ نِعَمِهِ وَ ِلاِذَاقَةِ اَكْثَرِ تَجَلِّيَاتِ اَسْمَائِهِ بِجَلِيلِ اُلُوهِيَّتِهِ وَ جَمِيلِ رَحْمَتِهِ وَ بِكَبِيرِ رُبُوبِيَّتِهِ وَ كَرِيمِ رَأْفَتِهِ وَ بِعَظِيمِ قُدْرَتِهِ وَ لَطِيفِ حِكْمَتِهِ .

 

اَلنُّكْتَةُ الْخَامِسَةُ : لاَ بُدَّ لِى وَ لِكُلِّ اَحَدٍ اَنْ يَقُولَ حَالاً وَ قَالاً وَ مُتَشَكِّرًا وَ مُفْتَخِرًا : حَسْبِى مَنْ خَلَقَنِى وَ اَخْرَجَنِى مِنْ ظُلْمَةِ الْعَدَمِ وَ اَنْعَمَ عَلَىَّ بِنُورِ الْوُجُودِ .

 

وَ كَذَا حَسْبِى مَنْ جَعَلَنِى حَيًّا فَاَنْعَمَ عَلَىَّ نِعْمَةَ الْحَيَاةِ الَّتِى تُعْطِى لِصَاحِبِهَا كُلَّ شَيْءٍ وَ تُمِدُّ يَدَ صَاحِبِهَا اِلَى كُلِّ شَيْءٍ .

 

وَ كَذَا حَسْبِى مَنْ جَعَلَنِى اِنْسَانًا فَاَنْعَمَ عَلَىَّ بِنِعْمَةِ اْلاِنْسَانِيَّةِ الَّتِى صَيَّرَتِ اْلاِنْسَانَ عَالَمًاصَغِيرًا اَكْبَرَ مَعْنًى مِنَ

 

الْعَالَمِ الْكَبِيرِ.

 

 

 

sh: » (Þ: 87)

 

 

 

وَ كَذَا حَسْبِى مَنْ جَعَلَنِى مُؤْمِنًا فَاَنْعَمَ عَلَىَّ نِعْمَةَ اْلاِيمَانِ الَّذِى يُصَيِّرُ الدُّنْيَا وَ اْلاَخِرَةَ كَسُفْرَتَيْنِ مَمْلُوئَتَيْنِ مِنَ النِّعَمِ يُقَدِّمُهَا اِلَى الْمُؤْمِنِ بِيَدِ اْلاِيمَانِ .

 

وَ كَذَا حَسْبِى مَنْ جَعَلَنِى مِنْ اُمَّةِ حَبِيبِهِ مُحَمَّدٍ عَلَيْهِ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ فَاَنْعَمَ عَلَىَّ بِمَا فِى اْلاِيمَانِ مِنَ الْمَحَبَّةِ وَ الْمَحْبُوبِيَّةِ اْلاِلهِيَّةِ اَلَّتِى هِىَ مِنْ اَعْلَى مَرَاتِبِ الْكَمَالاَتِ الْبَشَرِيَّةِ وَ بِتِلْكَ الْمَحَبَّةِ اْلاِيمَانِيَّةِ تَمْتَدُّ اَيَادِى اِسْتِفَادَةِ الْمُؤْمِنِ اِلَى مَا لاَيَتَنَاهَى مِنْ مُشتَمِلاَتِ دَائِرَةِ اْلاِمْكَانِ وَ الْوُجُوبِ .

 

وَ كَذَا حَسْبِى مَنْ فَضَّلَنِى جِنْسًا وَ نَوْعًا وَ دِينًا وَ اِيمَانًا عَلَى كَثِيرٍ مِنْ مَخْلُوقَاتِهِ فَلَمْ يَجْعَلْنِى جَامِدًا وَ لاَحَيَوَانًا وَ لاَضَالاًّ فَلَهُ الْحَمْدُ وَ لَهُ الشُّكْرُ .

 

وَ كَذَا حَسْبِى مَنْ جَعَلَنِى مَظْهَرًا جَامِعًا لِتَجَلِّيَاتِ اَسْمَائِهِ وَ اَنْعَمَ عَلَىَّ بِنِعْمَةٍ لاَتَسَعُهَا الْكَائِنَاتُ* بِسِرِّ حَادِيثِ ( لاَيَسَعُنِى اَرْضِى وَ لاَسَمَائِ وَ يَسَعُنِى قَلْبُ عَبْدِىَ الْمُؤْمِنِ *

 

يَعْنِى اَنَّ الْمَاهِيَّةَ اْلاِنْسَانِيَّةَ مَظْهَرٌ جَامِعٌ لِجَمِيعِ تَجَلِّيَاتِ اْلاَسْمَاءِ الْمُتَجَلِّيَةِ فِى جَمِيعِ الْكَائِنَاتِ .

 

وَ كَذَا حَسْبِى مَنِ اشْتَرَى مُلْكَهُ الَّذِى عِنْدِى

 

 

 

sh: » (Þ: 88)

 

مِنِّى لِيَحْفَظَهُ لِى ثُمَّ يُعِيدَهُ اِلَىَّ وَ اَعْطَانَا ثَمَنَهُ الْجَنَّةَ فَلَهُ الشُّكْرُ وَ لَهُ الْحَمْدُ بِعَدَدِ ضَرْبِ ذَرَّاتِ وُجُودِى فِى ذَرَّاتِ الْكَائِنَاتِ*

 

حَسْبِى رَبِّى جَلَّ اللّهُ* نُورْ مُحَمَّدْ صَلَّى اللّهُ

 

لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ *حَسْبِى رَبِّى جَلَّ اللّهُ *سِرُّ قَلْبِى ذِكْرُ اللّهِ *ذِكْرُ اَحْمَدْ صَلَّى اللّه لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ

 

 

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

Gast
Dieses Thema wurde nun für weitere Antworten gesperrt.
×
×
  • Neu erstellen...