Zum Inhalt springen
Qries Qries Qries Qries Qries Qries

2. Þuâ


EMRE

Empfohlene Beiträge

Ýkinci Þuâ

 

Eskiþehir Hapishanesinin Son Meyvesi

 

Otuzbirinci Lem'anýn Ýkinci Þuaý

 

بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيم

 

Onaltý sene evvel, Eskiþehir Hapishanesinde, arkadaþlarýmýn tahliyeleriyle yalnýz kaldýðým bir vakitte þu Þua, gayet acele, pek noksan kalemimle, sýkýntýlý, rahatsýzlýk bir zamanda te'lif edildiðinden bir derece intizamsýz olmakla beraber, bugünlerde tashih ederken îman ve tevhid noktasýnda pek çok kýymetdar ve kuvvetli ve ehemmiyetli gördüm.

 

Said Nursî

 

 

 

sh » (Þ: 6)

 

["Allahü Ehad" ism-i azamýna dair yedinci nükte-i azam ve altý ism-i azamýn altý nüktesinin yedincisi.]

 

Ýhtar

 

Bu risale benim nazarýmda çok mühimdir. Çünki, içinde çok mühim ve ince olan esrar-ý îmaniye inkiþaf ediyor. Bu risaleyi anlayarak okuyan adam îmanýný kurtarýr inþâallah. Maatteessüf ben burada kimse ile görüþemediðimden, kendime tebyiz edip yazdýramadým. Bu risalenin kýymetini anlamak istersen, baþta bulunan Ýkinci ve Üçüncü Meyve'yi ve âhirdeki hâtimeyi ve hâtimeden iki sahife evvelki mes'eleyi evvelce dikkatle okuduktan sonra tamamýný teenni ile mütalaa eyle!..

 

 

 

Altý ism-i azamýn altý nüktelerinin "Allahü Ehad"e dair yedinci nükte-i azamdýr.

 

بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

 

فَاعْلَمْ اَنَّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ âyetinin bir muhteþem nüktesiyle, meþhur bir kasem-i Nebevînin iþaretiyle ve ilhamýyla hissettiðim gayet güzel ve çok þirin ve nihayet derecede latif üç meyve-i tevhid ve üç muktazîsi ve üç hüccetine dair bir nüktedir.

 

Ýþte Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm yemin ettiði vakit, en çok istimal ve tekrar ile her zaman ferman ettiði þu وَالَّذِى نَفْسُ مُحَمَّدٍ بِيَدِهِ kasemidir. Ve bu kasem gösteriyor ki, þecere-i kâinatýn en geniþ dairesi ve en müntehasý ve nihayatý ve teferruatý dahi Zât-ý Vâhid-i Ehad'in kudretiyle ve iradesiyledir. Çünki

 

sh » (Þ: 7)

 

 

 

mahlukatýn en müntehab ve en müstesnasý olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn nefsi, kendi kendine mâlik olmazsa ve ef'alinde serbest bulunmazsa ve harekâtý baþka bir ihtiyara baðlý ise; elbette hiçbir þey, hiçbir þe'n, hiçbir hal, hiçbir keyfiyet -cüz'î olsun küllî olsun- o muhit iktidarýn, o þamil ihtiyarýn daire-i tasarrufunun haricinde olamaz. Evet, bu çok manidar kasem-i Muhammedî'nin (A.S.M.) ifade ettiði gayet muazzam ve muhit bir tevhid-i Rububiyettir. Ve bu tevhidin isbatýna dair yüz belki bin bâhir bürhanlar, Siracünnur olan Risâle-i Nur'da beyan edildiðinden, bu hakikat-ý âliyenin tafsilât ve isbatýný ona havale ederek bu Ýkinci Þua'da muhtasar üç makam içinde bu çok ehemmiyetli hakikat-ý îmaniyenin birinci makamýnda gayet latif ve tatlý ve çok kýymettar ve nurlu, hadsiz semerelerinden üç küllî meyvelerini gayet muhtasar bir surette beyanla, o meyvelere benim kalbimi sevkeden zevklerime ve hislerime iþaret edilecek. Ýkinci Makamda ise bu kudsî hakikatýn üç küllî muktazîsi ve esbab-ý mûcibesi beyan edilir ve o üç muktazî üçbin muktazîlerin kuvvetindedir. Ve Üçüncü Makamda, o hakikat-ý tevhidiyenin üç alâmetleri zikredilecek ve o üç alâmet üçyüz alâmet ve emare ve delil kuvvetindedirler.

 

Birinci Makam'ýn Birinci Meyvesi

 

Tevhid ve vahdette cemal-i Ýlâhî ve kemâl-i Rabbanî tezahür eder. Eðer vahdet olmazsa, o hazine-i ezeliye gizli kalýr. Evet, hadsiz cemâl ve kemalât-ý Ýlâhiye ve nihayetsiz mehasin ve hüsn-ü Rabbanî ve hesabsýz ihsanat ve baha-i Rahmanî ve gayetsiz kemal-i cemal-i Samedanî, ancak vahdet âyinesinde ve vahdet vasýtasýyla þecere-i hilkatin nihayatýndaki cüz'iyatýn sîmalarýnda temerküz eden cilve-i esmada görünür. Meselâ; iktidarsýz ve ihtiyarsýz bir yavrunun imdadýna umulmadýk bir yerden, yani kan ve fýþký ortasýndan beyaz, safi, temiz bir süt göndermek olan cüz'î fiil ise; tevhid nazarýyla bakýldýðý vakit, birden bütün yavrularýn pek çok hârikulâde ve pek çok þefkatkârane olan küllî ve umumî iaþeleri ve validelerini onlara müsahhar etmeleriyle rahmet-i Rahman'ýn cemâl-i lâyezalîsi kemâl-i þa'þaa ile görünür. Eðer tevhid nazarýyla bakýlmazsa, o cemal gizlenir ve o cüz'î iaþe dahi esbaba ve tesadüfe ve tabiata havale edilir; bütün bütün kýymetini, belki mahiyetini kaybeder.

 

Hem meselâ, müdhiþ bir hastalýktan þifa bulmak, eðer tevhid nazarýyla bakýlsa; birden zemin denilen hastahane-i kübrada bulunan bütün dertlilere, âlem denilen eczahane-i ekberden ilâçlarý ve dermanlarýyla þifa ihsan etmek yüzünde, Rahîm-i Mutlak'ýn cemâl-i

 

sh » (Þ: 8)

 

þefkati ve mehasin-i Rahîmiyeti küllî ve þa'þaalý bir surette görünür. Eðer tevhid nazarýyla bakýlmazsa; o cüz'î fakat alîmane, basîrane, þuurkârane olan þifa vermek dahi, camid ilâçlarýn hasiyetlerine ve kör kuvvete ve þuursuz tabiata verilir. Bütün bütün mahiyetini ve hikmetini ve kýymetini kaybeder.

 

Bu makam münasebetiyle hatýra gelen bir salavatýn bir nüktesini beyan ediyorum. Þöyle ki: Namaz tesbihatýnýn âhirinde Þafiîlerde gayet müstamel ve meþhur bir salavat olan

 

اَللّهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وََعَلَى آلِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ بِعَدَدِ كُلِّ دَاءٍ وَدَوَاءٍ وَبَارِكْ وَسَلِّمْ عَلَيْهِ وَعَلَيْهِمْ كَثِيرًا كَثِيرًا

 

nin ehemmiyeti yüzündendir ki, insanýn hikmet-i hilkatý ve sýrr-ý câmiiyeti ise; her zaman, her dakika hâlýkýna iltica ve yalvarmak ve hamd ve þükür etmek olduðundan, insaný dergâh-ý Ýlâhiyeye kamçý vurup sevkeden en keskin ve en müessir saik, hastalýklar olduðu gibi; insaný, kemâl-i þevk ile þükre sevkeden ve tam manasýyla minnetdar edip hamdettiren tatlý nimetler ise, baþta þifalar ve devalar ve âfiyetler olduðundan bu salavat-ý þerife gayet müþerref ve manidar olmuþtur. Ben bazan بِعَدَدِ كُلِّ دَاءٍ وَ دَوَاءٍ dedikçe, küre-i arzý bir hastahane suretinde ve maddî ve manevî bütün dertlerin ve ihtiyaçlarýn dermanlarýný ihsan eden Þâfi-i Hakikî'nin pek aþikâr bir mevcudiyetini ve küllî bir þefkatini ve kudsî ve geniþ bir rahîmiyetini hissediyorum.

 

Hem meselâ: Dalaletin gayet müdhiþ manevî elemini hisseden bir adama, îman ile hidayet ihsan etmek, eðer tevhid nazarýyla bakýlsa, birden o cüz'î ve fâni ve âciz adam bütün kâinatýn hâlýký ve sultaný olan Mabudunun muhatab bir abdi olmak ve o îman vasýtasýyla bir saadet-i ebediyeyi ve þahane ve çok geniþ ve þa'þaalý bir mülk-i bâki ve bâki bir dünyayý ihsan etmek ve onun gibi bütün mü'minleri dahi derecelerine göre o lütfa mazhar etmek olan bu ihsan-ý ekber yüzünde ve sîmasýnda, bir Zât-ý Kerim ve Muhsin'in öyle bir hüsn-ü ezelîsi ve öyle bir cemal-i lâyezalîsi görünür ki, bir lem'asýyla bütün ehl-i îmaný kendine dost ve has kýsmýný da âþýk yapýyor. Eðer tevhid nazarýyla bakýlmazsa; o cüz'î îmaný, ya müte

 

sh » (Þ: 9)

 

hakkim ve hodbin Mu'tezileler gibi kendi nefsine veya bazý esbaba havale eder ki, hakikî fiyatý ve bahasý Cennet olan o Rahmanî pýrlanta bir cam parçasýna inip âyinedarlýk ettiði kudsî cemalin lem'asýný kaybeder.

 

Ýþte bu üç misale kýyasen, daire-i kesretin müntehasýndaki cüz'iyatýn, cüz'iyat-ý ahvalinde tevhid noktasýnda cemal-i Ýlahînin ve kemal-i Rabbanînin binler enva'ý ve yüzbin çeþitleri onlarda temerküz cihetinde görünür, anlaþýlýr, bilinir, tahakkuku sabit olur. Ýþte tevhidde cemal ve kemal-i Ýlahînin kalben görünmesi ve ruhen hissedilmesi içindir ki; bütün evliya ve asfiya, en tatlý zevklerini ve en þirin manevî rýzýklarýný kelime-i tevhid olan "Lâ ilahe illallah" zikrinde ve tekrarýnda buluyorlar. Hem kelime-i tevhidde azamet-i kibriya ve celal-i Sübhanî ve saltanat-ý mutlaka-i rububiyet-i Samedaniyye tahakkuk etmesi içindir ki, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiþ: اَفْضَلُ مَا قُلْتُ اَنَا وَالنَّبِيُّونَ مِنْ قَبْلِى لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ Yani: "Ben ve benden evvel gelen peygamberlerin en ziyade faziletli ve kýymetli sözleri, "Lâ ilahe illallah" kelâmýdýr." Evet bir meyve, bir çiçek, bir ýþýk gibi küçücük bir ihsan, bir nimet, bir rýzýk; bir küçük âyine iken, tevhidin sýrrýyla birden bütün emsaline omuz omuza verip ittisal ettiðinden, o nevi büyük âyineye dönüp o nev'e mahsus cilvelenen bir çeþit cemal-i Ýlahîyi gösterir. Ve fâni, muvakkat olan güzellik ile, bâki bir nevi hüsn-ü sermedîyi irae eder. Ve Mevlâna Celaleddin'in dediði gibi,

 

آنْ خَيَا لاَتِى كِه دَامِ اَوْلِيَاسْتْ { عَكْسِ مَهْرُويَانِ بُوسْتَانِ خُدَاسْتْ

 

sýrrýyla bir âyine-i cemal-i Ýlahî olur. Yoksa eðer tevhid sýrrý olmazsa, o cüz'î meyve tek baþýna kalýr. Ne o kudsî cemal, ne de o ulvî kemali gösterir. Ve içindeki cüz'î bir lem'a dahi söner, kaybolur. Âdeta baþaþaðý olup elmastan þiþeye döner.

 

Hem tevhid sýrrýyla, þecere-i hilkatýn meyveleri olan zîhayatta bir þahsiyet-i Ýlahiye, bir ehadiyet-i Rabbaniye ve sýfât-ý seb'aca manevî bir sîma-i Rahmanî ve temerküz-ü esmaî ve اِيّاكَ نَعْبُدُ وَاِيّاكَ نَسْتَعِينُ deki hitaba muhatab olan zâtýn bir cilve-i taayyünü ve teþahhusu tezahür eder. Yoksa o þahsiyet,

 

sh » (Þ: 10

 

o ehadiyet, o sîma, o taayyünün cilvesi inbisat ederek kâinat nisbetinde geniþlenir, daðýlýr, gizlenir. Ancak çok büyük ve ihatalý, kalbî gözlere görünür. Çünki azamet ve kibriya perde olur, herkesin kalbi göremez. Hem o cüz'î zîhayatlarda pek zâhir bir surette anlaþýlýr ki; onun Sânii, onu görür, bilir, dinler, istediði gibi yapar. Âdeta o zîhayatýn masnuiyeti arkasýnda muktedir, muhtar, iþitici, bilici, görücü bir zâtýn manevî bir teþahhusu, bir taayyünü îmana görünür. Ve bilhassa zîhayattan insanýn mahlukýyeti arkasýnda gayet aþikâr bir tarzda o manevî teþahhus, o kudsî taayyün sýrr-ý tevhid ile, îmanla müþahede olunur. Çünki o teþahhus-u ehadiyetin esaslarý olan ilim ve kudret ve hayat ve sem' ve basar gibi manalarýn hem nümuneleri insanda var; o nümuneler ile onlara iþaret eder. Çünki meselâ, gözü veren zât, hem gözü görür, hem ince bir mana olan gözün gördüðünü görür, sonra verir. Evet senin gözüne bir gözlük yapan gözlükçü usta, göze gözlüðün yakýþtýðýný görür, sonra yapar. Hem kulaðý veren zât, elbette o kulaðýn iþittiklerini iþitir, sonra yapar, verir. Sair sýfatlar buna kýyas edilsin.

 

Hem esmanýn nakýþlarý ve cilveleri insanda var; onlar ile o kudsî manalara þehadet eder. Hem insan, za'fýyla ve acziyle ve fakrýyla ve cehliyle diðer bir tarzda âyinedarlýk edip, yine za'fýna fakrýna merhamet eden ve meded veren zâtýn kudretine, ilmine, iradesine ve hakeza sair evsafýna þehadet eder. Ýþte daire-i kesretin müntehasýnda ve en daðýnýk cüz'iyatýnda, sýrr-ý vahdetle binbir esma-i Ýlahiye, zîhayat denilen küçücük mektublarda temerküz edip açýk okunduðundan, o Sâni'-i Hakîm zîhayat nüshalarýný çok teksir ediyor. Ve bilhassa zîhayatlardan küçüklerin taifelerini pek çok tarzda nüshalarýný teksir eder ve her tarafa neþreder.

 

Bu birinci meyvenin hakikatýna beni îsal ve sevkeden zevkî bir hissimdir. قöyle ki:

 

Bir zaman, ziyade rikkatimden ve fazla þefkatten ve acýmak duygusundan zîhayat ve hususan onlardan zîþuur ve bilhassa insanlar ve bilhassa mazlumlar ve musibete giriftar olanlarýn halleri çok ziyade rikkatime ve þefkatime ve kalbime dokunuyordu. Kalben diyordum: "Bu âciz ve zaîf bîçarelerin dertlerini, âlemde hükmeden bu yeknesak kanunlar dinlemedikleri gibi; istilâ edici ve saðýr olan unsurlar, hâdiseler dahi iþitmezler. Bunlarýn bu periþan hallerine merhamet edip hususî iþlerine müdahale eden yok mu?" diye ruhum çok derin feryad ediyordu. Hem "O çok güzel memlûklerin ve çok kýymetdar mallarýn ve çok müþtak ve minnetdar dostlarýn iþlerine bakacak ve onlara sahabet edecek ve himayet edecek bir mâlikleri, bir sahibleri, bir hakikî dostlarý yok mu?" diye

 

sh » (Þ: 11)

 

kalbim bütün kuvvetiyle baðýrýyordu. Ýþte ruhumun feryadýna ve kalbimin vaveylâsýna vâfi ve kâfi ve teskin edici ve kanaat verici cevab ise: Sýrr-ý tevhid ile Rahman ve Rahîm olan Zât-ý Zülcelal'in umumî kanunlarýn tazyikatlarý ve hâdisatýn tehacümatý altýnda aðlayan ve sýzlayan o sevimli memlûklerine kanunlarýn fevkinde olarak, ihsanat-ý hususiyesi ve imdadat-ý hassasý ve doðrudan doðruya herþeye karþý rububiyet-i hususiyesi ve herþeyin tedbirini bizzât kendisi görmesi ve herþeyin derdini bizzât dinlemesi ve herþeyin hakikî mâliki, sahibi, hâmisi olduðunu sýrr-ý Kur'an ve nur-u îman ile bildim. O hadsiz me'yusiyet yerinde nihayetsiz bir mesruriyet hissettim. Ve herbir zîhayat öyle bir Mâlik-i Zülcelal'e mensubiyeti ve memlûkiyeti cihetiyle nazarýmda binler derece bir ehemmiyet, bir kýymet kesbettiler. Çünki madem herkes efendisinin þerefiyle ve mensub olduðu zâtýn makamýyla ve þöhretiyle iftihar eder, bir izzet peyda eder; elbette nur-u îman ile bu mensubiyetin ve memlûkiyetin inkiþafý suretinde, bir karýnca bir firavunu o mensubiyet kuvvetiyle maðlub ettiði gibi (o mensubiyet þerefiyle dahi) gafil ve kendi kendine mâlik ve baþýboþ kendini zanneden ve ecdadýyla ve mülk-ü Mýsýr ile iftihar eden ve kabir kapýsýnda o iftiharý sönen bin fir'avun kadar iftihar edebilir. Ve sinek dahi Nemrud'un sekerat vaktinde azaba ve hicaba inkýlab eden iftiharýna karþý kendi mensubiyetinin þerefini irae edip, onunkini hiçe indirebilir.

 

Ýþte اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظِيمٌ âyeti, þirkte hadsiz ve çok büyük bir zulüm bulunduðunu ifade ile bildirir. Þirk öyle bir cürümdür ki, herbir mahlukun hakkýna ve þerefine ve haysiyetine bir tecavüzdür. Ancak onu Cehennem temizler.

 

Tevhidin Ýkinci Meyvesi

 

Birinci meyve Hâlýk-ý Kâinat olan Zât-ý Akdes'e baktýðý gibi, ikinci meyve dahi kâinatýn zâtýna ve mahiyetine bakar. Evet sýrr-ý vahdetle kâinatýn kemalâtý tahakkuk eder ve mevcudatýn ulvî vazifeleri anlaþýlýr ve mahlukatýn netice-i hilkatleri takarrur eder ve masnuatýn kýymetleri bilinir ve bu âlemdeki makasýd-ý Ýlahiye vücud bulur ve zîhayat ve zîþuurlarýn hikmet-i hilkatlarý ve sýrr-ý icadlarý tezahür eder ve bu dehþet-engiz tahavvülât içinde kahharane fýrtýnalarýn hiddetli, ekþi sîmalarý arkasýnda rahmetin ve hikmetin güler, güzel yüzleri görünür ve fena ve zevalde kaybolan mevcudatýn neticeleri ve hüviyetleri ve mahiyetleri ve ruhlarý ve tesbihatlarý gibi çok vücudlarý kendilerine bedel âlem-i þehadette býrakýp,

 

sh » (Þ: 12)

 

sonra gittikleri bilinir. Ve kâinat baþtan baþa gayet manidar bir kitab-ý Samedanî ve mevcudat ferþten arþa kadar gayet mu'cizane bir mecmua-i mektûbat-ý Sübhaniye ve mahlukatýn bütün taifeleri, gayet muntazam ve muhteþem bir ordu-yu Rabbanî ve masnuatýn bütün kabileleri mikroptan, karýncadan tâ gergedana, tâ kartallara, tâ seyyarata kadar Sultan-ý Ezelî'nin gayet vazifeperver memurlarý olduðu bilinmesi ve herþey, âyinedarlýk ve intisab cihetiyle binler derece kýymet-i þahsiyesinden daha yüksek kýymet almalarý ve "Seyl-i mevcudat ve kafile-i mahlukat nereden geliyor ve nereye gidecek ve ne için gelmiþler ve ne yapýyorlar?" diye halledilmeyen týlsýmlý suallerin manalarý ona inkiþaf etmesi, ancak ve ancak sýrr-ý tevhid iledir. Yoksa kâinatýn bu mezkûr yüksek kemalâtlarý sönecek ve o ulvî ve kudsî hakikatlarý zýdlarýna inkýlab edecek.

 

Ýþte þirk ve küfür cinayeti, kâinatýn bütün kemalâtýna ve ulvî hukuklarýna ve kudsî hakikatlarýna bir tecavüz olduðu cihetledir ki, ehl-i þirk ve küfre karþý kâinat kýzýyor ve semavat ve arz hiddet ediyor ve onlarýn mahvýna anasýr ittifak edip, kavm-i Nuh Aleyhisselâm ve Âd ve Semud ve Firavun gibi ehl-i þirki boðuyor, gark ediyor. تَكَادُ تَمَيَّزُ مِنَ الْغَيْظِ âyetinin sýrrýyla Cehennem dahi ehl-i þirk ve küfre öyle kýzýyor ve kýzýþýyor ki, parçalanmak derecesine geliyor. Evet þirk, kâinata karþý büyük bir tahkir ve azîm bir tecavüzdür. Ve kâinatýn kudsî vazifelerini ve hilkatin hikmetlerini inkâr etmekle þerefini kýrýyor. Nümune için binler misallerinden birtek misale iþaret edeceðiz.

 

Meselâ Sýrr-ý vahdet ile kâinat öyle cesîm ve cismanî bir melaike hükmünde olur ki, mevcudatýn nevileri adedince yüzbinler baþlý ve her baþýnda o nevide bulunan ferdlerin sayýsýnca yüzbinler aðýz ve her aðzýnda o ferdin cihazat ve ecza ve a'za ve hüceyratý mikdarýnca yüzbinler diller ile Sâniini takdis ederek tesbihat yapan Ýsrafil-misal ubudiyette ulvî bir makam sahibi bir acaib-ül mahlukat iken hem sýrr-ý tevhid ile âhiret âlemlerine ve menzillerine çok mahsulât yetiþtiren bir mezraa ve dâr-ý saadet tabakalarýna a'mal-i beþeriye gibi çok hasýlatýyla levazýmat tedarik eden bir fabrika ve âlem-i bekada hususan Cennet-i Alâ'daki ehl-i temaþaya dünyadan alýnma sermedî manzaralarý göstermek için mütemadiyen iþleyen yüzbin yüzlü sinemalý bir fotoðraf iken; þirk ise, bu çok acib ve tam muti', hayatdar ve cismanî melaikeyi; camid, ruhsuz, fâni, vazifesiz, halik, manasýz hâdisatýn herc ve merci altýnda ve inkýlablarýn fýrtýnalarý içinde, adem zulümatýnda yuvarlanan bir pe

 

sh » (Þ: 13)

 

riþan mecmua-yý vâhiyesi, hem bu çok garib ve tam muntazam, menfaatdar fabrikayý; mahsulâtsýz, neticesiz, iþsiz, muattal, karmakarýþýk olarak þuursuz tesadüflerin oyuncaðý ve saðýr tabiatýn ve kör kuvvetin mel'abegâhý ve umum zîþuurun matemhanesi ve bütün zîhayatýn mezbahasý ve hüzüngâhý suretine çevirir. Ýþte اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظِيمٌ sýrrýyla, þirk birtek seyyie iken ne kadar çok ve büyük cinayetlere medar oluyor ki, Cehennem'de hadsiz azaba müstehak eder. Her ne ise... "Siracünnur"da bu ikinci meyvenin izahatý ve hüccetleri mükerreren beyan edildiðinden, o uzun kýssayý kýsa býraktýk. Bu ikinci meyveye beni sevkedip îsal eden acib bir his ve garib bir zevktir. Þöyle ki:

 

Bir zaman, bahar mevsiminde temaþa ederken gördüm ki: Zemin yüzünde haþir ve neþr-i âzamýn yüzbinler nümunelerini gösteren bir seyeran ve seyelan içinde kafile kafile arkasýnda gelen geçen mevcudatýn ve bilhassa zîhayat mahlukatýn, hususan küçücük zîhayatlarýn kýsa bir zamanda görünüp der'akab kaybolmalarý ve daimî bir faaliyet-i müdhiþe içinde mevt ve zeval levhalarý bana çok hazîn görünüp, rikkatime þiddetle dokunarak beni aðlatýyordu. O güzel hayvancýklarýn vefatlarýný gördükçe kalbim acýyordu. "Of, yazýk! Ah, yazýk!" diyerek, bu ahlarýn, oflarýn altýnda derinden derine bir vaveylâ-i ruhî hissediyordum. Ve bu âkibete uðrayan hayat ise, ölümden beter bir azab gördüm. Hem nebatat ve hayvanat âleminde gayet güzel, sevimli ve çok kýymetdar san'atta olan zîhayatlarýn bir dakikada gözünü açýp bu seyrangâh-ý kâinata bakar, dakikasýyla mahvolur, gider. Bu hali temaþa ettikçe, ciðerlerim sýzlýyordu. Aðlamak ile þekva etmek istiyor; neden geliyorlar, hiç durmadan gidiyorlar?.. diye feleðe karþý kalbim dehþetli sualler soruyor ve böyle faydasýz, gayesiz, neticesiz, çabuk idam edilen bu masnu'cuklar gözümüz önünde bu kadar ihtimam ve dikkat ve san'at ve cihazat ve terbiye ve tedbir ile kýymetdar bir surette icad edildikten sonra, gayet ehemmiyetsiz paçavralar gibi parçalanýp, hiçlik karanlýklarýna atýlmalarýný gördükçe; kemalâta meftun ve güzelliklere mübtela ve kýymetdar þeylere âþýk olan bütün latifelerim ve duygularým feryad edip baðýrýyorlardý ki: "Neden bunlara merhamet edilmiyor? Yazýk deðiller mi? Bu baþ döndürücü deverandaki fena ve zeval nereden gelip bu bîçarelere musallat olmuþ?" diye mukadderat-ý hayatiyenin dýþ yüzünde bulunan elîm keyfiyetleriyle kadere karþý müdhiþ itirazlar baþladýðý hengâmda; birden nur-u Kur'an, sýrr-ý îman, lütf-u Rahman ile tevhid imdadýma yetiþti; o karanlýklarý aydýnlattý, benim bütün "Ah!" ve

 

sh » (Þ: 14)

 

"Of!"larýmý ve aðlamalarýmý sürurlara ve yazýk demelerimi mâþâallah, bârekâllahlara çevirdi. "Elhamdülillahi alâ nur-il îman" dedirtti. Çünki sýrr-ý vahdetle þöyle gördüm ki: Herbir mahluk, hususan herbir zîhayatýn sýrr-ý tevhid ile çok büyük neticeleri ve umumî faydalarý vardýr. Ezcümle:

 

Herbir zîhayat, meselâ bu süslü çiçek ve þu tatlýcý sinek, öyle manidar, Ýlahî, manzum bir kasideciktir ki, hadsiz zîþuurlar onu kemal-i lezzetle mütalaa ederler. Ve öyle kýymetdar bir mu'cize-i kudrettir ve bir ilânname-i hikmettir ki, Sâni'inin san'atýný nihayetsiz ehl-i takdire cazibedarane teþhir eder. Hem kendi san'atýný kendisi temaþa etmek ve kendi cemal-i fýtratýný kendisi müþahede etmek ve kendi cilve-i esmasýnýn güzelliklerini âyineciklerde kendisi seyretmek isteyen Fâtýr-ý Zülcelal'in nazar-ý þuhuduna görünmek ve mazhar olmak, gayet yüksek bir netice-i hilkatidir. Hem kâinattaki hadsiz faaliyeti iktiza eden tezahür-ü rububiyete ve tebarüz-ü kemalât-ý Ýlahiyeye (Yirmidördüncü Mektub'da beyan edildiði gibi) beþ vecihle hizmeti dahi, ulvî bir vazife-i fýtratýdýr. Ve böyle faideleri ve neticeleri vermekle beraber; kendi yerinde, bu âlem-i þehadette zîruh ise ruhunu ve hadsiz hâfýzalarda ve sair elvah-ý mahfuzalarda suretini ve hüviyetini ve tohumlarýnda ve yumurtacýklarýnda mahiyetinin kanunlarýný ve bir nevi müstakbel hayatýný ve âlem-i gaybda ve daire-i esmada âyinedarlýk ettiði kemalleri ve güzellikleri býrakýp, mesrurane terhis manasýnda bir zâhirî mevt ile bir zeval perdesi altýna girer; yalnýz dünyevî gözlerden saklanýr mahiyetinde gördüm, "Oh Elhamdülillah!" dedim.

 

Evet kâinatýn bütün tabakatýnda ve umum nevilerinde göz ile görünen ve her tarafa kök salan gayet esaslý ve çok kuvvetli ve kusursuz ve nihayet derecede parlak olan bu cemaller ve güzellikler, elbette þirkin iktiza ettiði çok çirkin ve haþin ve gayet menfur ve periþan olan evvelki vaziyet muhal ve mevhum olduðunu gösteriyor. Çünki böyle çok esaslý bir cemal perdesi altýnda, böyle dehþetli bir çirkinlik saklanamaz ve bulunamaz. Eðer bulunsa; o hakikatlý cemal hakikatsýz, asýlsýz, vâhî ve vehmî olur. Demek þirkin hakikatý yok, yolu kapalý, bataklýkta saplanýr; hükmü muhal, mümteni'dir. Bu mezkûr hissî olan hakikat-ý îmaniye, tafsilatla ve kat'î bürhanlar ile Siracünnur'un müteaddid risalelerinde beyan edildiðinden burada bu kýsacýk iþaretle iktifa ederiz.

 

Üçüncü Meyve

 

Zîþuura, bilhassa insana bakar. Evet sýrr-ý vahdet ile insan, bütün mahlukat içinde büyük bir kemal sahibi ve kâinatýn en

 

sh » (Þ: 15)

 

kýymetdar meyvesi ve mahlukatýn en nazenini ve en mükemmeli ve zîhayatýn en bahtiyarý ve en mes'udu ve Hâlýk-ý Âlem'in muhatabý ve dostu olabilir. Hattâ bütün kemalât-ý insaniye ve beþerin bütün ulvî maksadlarý tevhid ile baðlýdýr. Ve sýrr-ý vahdetle vücud bulur. Yoksa eðer vahdet olmazsa, insan mahlukatýn en bedbahtý ve mevcudatýn en süflîsi ve hayvanatýn en bîçaresi ve zîþuurun en hüzünlüsü ve azablýsý ve gamlýsý olur. Çünki insan nihayetsiz bir aczi ve nihayetsiz düþmanlarý ve hadsiz bir fakrý ve hadsiz ihtiyaçlarý bulunmakla beraber, mahiyeti öyle çok ve mütenevvi âlâtla ve hissiyatla teçhiz edilmiþ ki, yüz bin çeþit elemleri hisseder ve yüzbinler tarzlarda lezzetleri zevkederek ister. Ve öyle maksadlarý ve arzularý var ki, bütün kâinata birden hükmü geçmeyen bir zât o arzularý yerine getiremez. Meselâ, insanda gayet þedid bir arzu-yu beka var. Ýnsanýn bu maksadýný öyle bir zât verebilir ki, bütün kâinatý bir saray hükmünde tasarruf eder. Bir odanýn kapýsýný kapayýp, diðer bir menzilin kapýsýný açmak gibi kolay bir surette dünya kapýsýný kapayýp âhiret kapýsýný açabilsin. Beþerin bu arzu-yu beka gibi ebed tarafýna uzanmýþ ve aktar-ý âleme yayýlmýþ binler menfî ve müsbet arzularý var ki, onlarý vermekle beþerin iki dehþetli yaralarý olan aczini ve fakrýný tedavi eden zât ise, ancak sýrr-ý vahdetle bütün kâinatý kabzasýnda tutan Zât-ý Ehad olabilir.

 

Hem beþerde, kalbinin selâmetine ve istirahatine ait öyle incecik ve gizli ve cüz'î matlablarý ve ruhunun bekasýna ve saadetine medar öyle büyük ve muhit ve küllî maksadlarý var ki, onlarý öyle bir zât verebilir ki, kalbin en ince ve görünmez perdelerini görür, lâkayd kalmaz. Hem en gizli ve iþitilmez gayet mahfî seslerinýi iþitir, cevabsýz býrakmaz.

 

Hem semavat ve arzý, iki muti' nefer gibi emrine müsahhar ederek küllî hizmetlerde çalýþtýracak derecede muktedir olabilsin. Hem insanýn bütün cihazatlarý ve hissiyatlarý, sýrr-ý vahdetle, gayet yüksek bir kýymet alýrlar ve þirk ve küfür ile gayet derecede sukut ederler. Meselâ: Ýnsanýn en kýymetdar cihazý akýldýr. Eðer sýrr-ý tevhid ile olsa, o akýl, hem Ýlahî kudsî defineleri, hem kâinatýn binler hazinelerini açan pýrlanta gibi bir anahtarý olur. Eðer þirk ve küfre düþse, o akýl, o halde geçmiþ zamanýn elîm hüzünlerini ve gelecek zamanýn vahþi korkularýný insanýn baþýna toplattýran meþ'um ve sebeb-i taciz bir âlet-i bela olur.

 

Hem meselâ: Ýnsanýn en latif ve þirin bir seciyesi olan þefkat; eðer sýrr-ý tevhid onun yardýmýna yetiþmezse, öyle müdhiþ bir hýrkat, bir firkat, bir rikkat, bir musibet olur ki, insaný en bedbaht bir

 

sh » (Þ: 16)

 

dereceye indirir. Tek bir güzel yavrusunu ebedî kaybeden bir gafil valide, bu hýrkatý tam hisseder.

 

Hem meselâ: Ýnsanýn en lezzetli ve tatlý ve kýymetli hissi olan muhabbet, eðer sýrr-ý tevhid yardým etse, bu küçücük insaný, kâinat kadar büyüttürür ve geniþlik verir ve mahlukata nazenin bir sultan yapar. Eðer þirk ve küfre düþse el'iyazübillah öyle bir musibet olur ki, mütemadiyen zeval ve fenada mahvolan hadsiz mahbublarýnýn ebedî firaklarý ile bîçare kalb-i insanîyi her dakika parça parça eder. Fakat gaflet veren lehviyatlar, muvakkaten ibtal-i his nev'inden zâhiren hissettirmiyor.

 

Ýþte bu üç misale yüzer cihazat ve hissiyat-ý beþeriyeyi kýyas etsen; vahdet, tevhid ne derece kemalât-ý insaniyeye medar olduðunu anlarsýn. Bu Üçüncü Meyve dahi Siracünnur'un belki yirmi risalelerinde gayet güzel bir tafsil ve hüccetli bir surette beyan edildiðinden burada kýsa bir iþaretle iktifa ederiz.

 

Beni bu meyveye sevk ve îsal eden þöyle bir histir: Bir zaman yüksek bir dað baþýnda idim. Gafleti daðýtacak bir intibah-ý ruhî vasýtasýyla, kabir tam manasýyla, ölüm bütün çýplaklýðýyla ve zeval ve fena aðlattýrýcý lehvalarýyla bana göründü. Herkes gibi fýtratýmdaki fýtrî aþk-ý beka, birden zevale karþý isyan edip galeyana geldi. Ve muhabbet ve takdir ile pek çok alâkadar olduðum ehl-i kemalât ve meþahir-i enbiya ve evliya ve asfiyanýn sönmelerine ve mahvolmalarýna karþý mahiyetimdeki rikkat-i cinsiye ve þefkat-i nev'iye dahi kabre karþý tuðyan edip feveran etti. Ve altý cihete istimdadkârane baktým. Hiç bir teselli, bir meded göremedim. Çünki zaman-ý mazi tarafý bir mezar-ý ekber ve müstakbel bir karanlýk ve yukarý bir dehþet ve aþaðý ve sað ve sol taraflarýndan elîm ve hazîn haller, hadsiz muzýr þeylerin tehacümatýný gördüm. Birden sýrr-ý tevhid imdadýma yetiþti, perdeyi açtý. Hakikat-ý halin yüzünü gösterdi. Bak, dedi. En evvel beni çok korkutan ölümün yüzüne baktým. Gördüm ki ölüm, ehl-i îman için bir terhistir; ecel, terhis tezkeresidir. Bir tebdil-i mekândýr, bir hayat-ý bâkiyenin mukaddimesi ve kapýsýdýr. Zindan-ý dünyadan çýkmak ve baðistan-ý cinana bir uçmaktýr. Hizmetinin ücretini almak için huzur-u Rahman'a girmeðe bir nöbettir ve dâr-ý saadete gitmeðe bir davettir diye kat'î anladýðýmdan, ölümü ve mevti sevmeðe baþladým. Sonra, zeval ve fenaya baktým. Gördüm ki: Sinema perdeleri gibi ve güneþe mukabil akan kabarcýklar misillü, lezzet verici bir teceddüd-ü emsaldir, bir tazelenmektir. Ve esma-i hüsnanýn çok hasna ve güzel cilvelerini tazelendirmek için âlem-i gaybdan gelip, âlem-i þehadette

 

sh » (Þ: 17)

 

vazifedarane bir seyerandýr, bir cevelandýr. Ve Cemal-i Rububiyyetin hikmetdarane bir tezahüratýdýr ve mevcudatýn hüsn-ü sermedîye karþý bir âyinedarlýðýdýr, yakînen bildim.

 

Sonra altý cihete baktým, gördüm ki: Sýrr-ý tevhid ile o kadar nuranidir ki, göz kamaþtýrýyor. Geçmiþ zaman bir mezar-ý ekber olmadýðýný, belki zaman-ý istikbale inkýlab edip binler mecalis-i münevvere ve mecma-i ahbab, binler menazýr-ý nuraniye gördüm. Ve hakeza bu iki madde gibi binler maddelerin hakikî yüzlerine baktým; sürur ve þükürden baþka bir tesir, bir keyfiyet vermediklerini gördüm.

 

Bu üçüncü meyveye ait bu zevkimi ve hissimi Siracünnur'un belki kýrk risalelerinde cüz'î, küllî deliller ile beyan etmiþim. Ve bilhassa "Yirmialtýncý Lem'a" olan Ýhtiyarlar Risalesi'nin onüç aded ricalarýnda o derece kat'î ve güzel izah edilmiþtir ki, daha fevkinde izah olmaz. Onun için bu pek uzun kýssayý bu makamda pek çok kýsa kestim.

 

 

 

sh: » (Þ: 18)

 

Ýkinci Makam

 

[Tevhidi ve vahdaniyeti ve vahdeti, kat'î bir surette iktiza ve istilzam ve îcab eden ve þirki ve iþtiraki kabul etmeyen ve müsaade vermeyen deliller hadsizdirler. Onlardan yüzler, belki binler bürhanlar Risâle-i Nur'da tafsilen isbat edildiðinden, burada muktazîlerin üç adedine icmalen iþaret edilecek.]

 

Birincisi: Bu kâinatta göz ile görünen hakîmane ef'alin ve basîrane tasarrufatýn þehadetiyle; bu masnuat bir Hâkim-i Hakîm'in, bir Kebir-i Kâmil'in hududsuz sýfât ve isimleriyle ve nihayetsiz mutlak olan ilim ve kudretiyle yapýlýyor, icad ediliyor.

 

Evet bir hads-i kat'î ile bu eserlerden o Sâniin hem rububiyet-i âmme derecesinde hâkimiyeti ve âmiriyeti, hem ceberutiyet-i mutlaka derecesinde kibriyasý ve azameti, hem uluhiyet-i mutlaka derecesinde kemali ve istiðnasý, hem hiçbir kayýd altýna girmeyen ve hiçbir hadd-i nihayet bulunmayan faaliyeti ve saltanatý var olduðu anlaþýlýr ve kat'î bilinir, belki görünür. Hâkimiyet ve kibriya ve kemal ve istiðna ve ýtlak ve ihata ve nihayetsizlik ve hadsizlik ise vahdeti istilzam edip, iþtirake zýddýrlar. Amma hâkimiyet ve âmiriyetin vahdete þehadetleri ise; Risâle-i Nur'un çok yerlerinde gayet kat'î bir surette isbat edilmiþ. Hülâsat-ül hülâsasý þudur ki:

 

Hâkimiyetin þe'ni ve muktezasý, istiklaliyet ve infiraddýr ve gayrýn müdahalesini reddir. Hattâ aczleri için muavenete fýtraten muhtaç olan insanlar dahi, o hâkimiyetin bir gölgesi cihetiyle gayrýn müdahalesini red ve istiklaliyetini muhafaza etmek için bir memlekette iki padiþah, bir vilayette iki vali, bir nahiyede iki müdür, hattâ bir mahallede iki muhtar bulunmuyor. Eðer bulunsa herc ü merc olur, ihtilâl baþlar, intizam bozulur. Madem hâkimiyetin bir gölgesi, âciz ve muavenete muhtaç olan insanlarda bu derece müdahale-i gayrý ve iþtiraki reddedip kabul etmezse; elbette acizden münezzeh bir Kadir-i Mutlak'ta, rububiyet suretindeki hâkimiyet, hiçbir cihetle iþtiraki ve müdahale-i gayrý kabul etmez.

 

sh » (Þ: 19)

 

Belki gayet þiddetle reddeder ve þirki tevehhüm ve itikad edenleri gayet hiddetle dergâhýndan tardeder. Ýþte Kur'an-ý Hakîm'in, ehl-i þirk aleyhinde gayet þiddet ve hiddetle beyanatý bu mezkûr hakikattan ileri geliyor.

 

Amma kibriya ve azamet ve celalin vahdete þehadetleri ise, o dahi Risâle-i Nur'da parlak bürhanlarýyla beyan edilmiþ. Burada gayet muhtasar bir mealine iþaret edilecek.

 

Meselâ: Nasýlki güneþin azamet-i nuru ve kibriya-yý ziyasý, perdesiz ve yakýnýnda bulunan baþka zaîf nurlara hiçbir cihetle ihtiyaç býrakmadýðý ve tesir vermediði gibi, öyle de kudret-i Ýlahiyenin azamet ve kibriyasý dahi, ayrý hiçbir kuvvete, hiçbir kudrete ihtiyaç býrakmadýðý gibi, onlara hiçbiri icadý, hiçbir hakikî tesiri vermez. Ve bilhassa kâinattaki bütün makasýd-ý Rabbaniyenin temerküz ettiði yeri ve medarlarý olan zîhayat ve zîþuurlarý baþkalara havalesi kabil deðil. Hem hilkat-ý insaniyenin ve hadsiz enva'-ý nimetin icadýndaki gayelerin tezahür ettiði yerleri, menþe'leri olan zîhayatlarýn cüz'iyatýndaki ahval ve semeratý ve neticeleri baþka ellere havalenin hiçbir cihet-i imkâný yoktur. Meselâ bir zîhayat, cüz'î bir þifasý veya bir rýzký veya bir hidayeti için Cenab-ý Hak'tan baþkasýna hakikî minnetdar olmak ve baþkasýna perestiþkârane medih ve sena etmek, rububiyetin azametine dokunur ve uluhiyetin kibriyasýna iliþir ve mabudiyet-i mutlakanýn haysiyetine dokundurur, celalini müteessir eder.

 

Amma kemalin sýrr-ý vahdete iþareti ise, yine Risâle-i Nur'da çok parlak bürhanlarýyla beyan edilmiþtir. Gayet muhtasar bir meali þudur ki: Semavat ve arzýn hilkatý, bilbedahe gayet kemalde bir kudret-i mutlakayý ister. Belki her bir zîhayatýn acaib cihazatý dahi, kemal-i mutlakta bir kudreti iktiza eder. Ve aczden münezzeh ve kayýddan müberra bir kudret-i mutlakadaki kemal ise, elbette vahdeti istilzam eder. Yoksa kemaline nakîse ve ýtlakýna kayýd konmak ve nihayetsizliðine nihayet vermek ve en kavî bir kudreti en zayýf bir acze sukut ettirmek ve nihayetsiz bir kudrete, nihayetsiz olduðu bir vakitte, bir mütenahî ile nihayet vermek lâzým gelecek. Bu ise, beþ vecihle muhal içinde muhaldir.

 

Amma, ýtlak ve ihata ve nihayetsizliðin vahdete þehadetleri ise; o dahi Siracünnur Risalelerinde tafsilen zikredilmiþ. Bir muhtasar meali þudur: Madem kâinattaki ef'alin herbiri, kendi eserinin etrafa istilakârane yayýlmasý ile her bir fiilin ihatasýný ve ýtlakýný ve hadsiz bulunduðunu ve kayýdsýzlýðýný gösterir. Ve madem iþtirak ve þirk ise, o ihatayý inhisar altýna ve o ýtlaký kayýd

 

sh » (Þ: 20)

 

altýna ve o hadsizliði had altýna alýp ýtlakýn hakikatýný ve ihatanýn mahiyetini bozuyor. Elbette mutlak ve muhit olan o ef'alde iþtirak muhaldir, imkâný yoktur. Evet ýtlakýn mahiyeti, iþtirake zýddýr. Çünki ýtlakýn manasý, hattâ mütenahî ve maddî ve mahdud bir þeyde dahi olsa, yine istilakârane ve istiklaldarane etrafa, her yere yayýlýr, intiþar eder. Meselâ: Hava ve ziya ve nur ve hararet, hattâ su, ýtlaka mazhar olsalar, her tarafa yayýlýrlar. Madem ýtlak ciheti, cüz'îde dahi olsa, maddîleri mahdudlarý böyle müstevli yapýyor. Elbette küllî bir ýtlak-ý hakikî, böyle hem nihayetsiz, hem maddeden münezzeh, hem hududsuz, hem kusurdan müberra olan sýfatlara öyle bir istilâ ve ihata verir ki, þirk ve iþtirakin hiçbir cihet-i imkâný ve ihtimali olamaz.

 

Elhasýl: Kâinatta görünen binlerle ef'al-i umumiyenin ve cilveleri görünen yüzer esma-i Ýlahiyenin her birinin hem hâkimiyeti, hem kibriyasý, hem kemali, hem ihatasý, hem ýtlaký, hem nihayetsizliði; vahdetin ve tevhidin gayet kuvvetli birer bürhanýdýrlar.

 

Hem nasýlki, bir fevkalâde kuvvet, faaliyete girmek için istilâ etmek ister, baþka kuvvetleri daðýtýr. Öyle de, herbir fiil-i rububiyet ve herbir cilve-i esma-i Uluhiyet, o derece fevkalâde kuvvetleri, eserlerinde görünüyor ki; eðer hikmet-i âmme ve adalet-i mutlaka olmasa idi ve onlarý durdurmasa idi, herbiri umum mevcudatý istilâ edecekti. Meselâ: Kavak aðacýný umum zeminde halkeden ve tedbirini gören bir kuvvet, hiç mümkün müdür ki; onun yanýnda ve efradý içinde yayýlmýþ ve karýþmýþ olan ceviz ve elma ve zerdali misillü aðaçlarýn kavaða bitiþik olan cüz'î ferdlerini, o kavak nev'ini tamamen, birden zabteden küllî kuvveti altýna ve tedbiri içine almasýn ve istilâ etmesin ve baþka kuvvetlere kaptýrsýn. Evet her bir nevi mahlukatta, belki her bir ferdde tasarruf eden öyle bir kuvvet ve kudret hissediliyor ki, bütün kâinatý istilâ ve bütün eþyayý zabt ve bütün mevcudatý hükmü altýna alabilir bir mahiyette görünüyor. Elbette böyle bir kuvvet, iþtiraki hiç bir cihette kabul edemez, þirke meydan vermez.

 

Hem nasýlki bir meyvedar aðacýn sahibi, o aðaçtan en ziyade ehemmiyet verdiði ve alâkadarlýk gösterdiði cihet ve madde, o aðacýn meyveleri ve dallarýnýn uçlarýndaki semereleri ve tohumluk için o meyvelerin kalblerinde ve bizzât kalbleri olan çekirdekleridir. Ve onun mâliki, aklý varsa, o dallardaki meyveleri baþkalara daimî temlik edip, boþboþuna mâlikiyetini bozmaz. Aynen öyle de; þu kâinat denilen aðacýn dallarý olan unsurlar ve unsurlarýn uçlarýnda bulunan ve çiçekleri ve yapraklarý hükmünde olan nebatat

 

sh » (Þ: 21)

 

ve hayvanat ve o yapraklarýn ve çiçeklerin en yukarýsýndaki meyveler olan insanlar ve o meyvelerin en mühim meyveleri ve semereleri ve netice-i hilkatlarý olan ubudiyetlerini ve þükürlerini ve bilhassa o meyvelerin cem'iyetli çekirdekleri olan kalblerini ve zahr-ý kalb denilen kuvve-i hâfýzalarýný baþka kuvvetlere hiçbir cihetle kaptýrmaz ve kaptýrmakla saltanat-ý rububiyetini kýrmaz ve kýrmakla mabudiyetini bozmaz.

 

Hem daire-i mümkinatýn ve kesretin en müntehasýnda bulunan cüz'iyatta, belki o cüz'iyatýn cüz'iyat-ý ahvalinde ve keyfiyatýnda makasýd-ý rububiyet temerküz ettiðinden, hem de mabudiyete uzanan ve mabuda bakan minnetdarlýklarýn ve teþekküratlarýn ve perestiþliklerin menþe'leri onlar olduðundan, elbette onlarý baþka ellere vermez ve vermekle hikmetini ibtal etmez. Ve hikmetini ibtal etmekle uluhiyetini iskat etmez. Çünki mevcudatýn icadýndaki en mühim makasýd-ý Rabbaniye, kendini zîþuurlara tanýttýrmak ve sevdirmek ve medh ü senasýný ettirmek ve minnetdarlýklarýný kendine celbetmektir.

 

Bu ince sýr içindir ki; þükrü ve perestiþi ve minnetdarlýðý ve muhabbeti ve medhi ve ubudiyeti intac eden rýzk ve þifa ve bilhassa hidayet ve îman gibi daire-i kesretin en âhirindeki cüz'î ve küllî bu gibi fiiller ve in'amlar, doðrudan doðruya kâinat Hâlýkýnýn ve umum mevcudat sultanýnýn eseri ve ihsaný ve in'amý ve hediyesi ve fiili olduðunu göstermek için Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan (Haþiye) tekrar ile rýzký ve hidayeti ve þifayý Zât-ý Vâcib-ül Vücud'a veriyor ve onlarý ihsan etmek ona mahsus ve ona münhasýrdýr diyor ve gayet þiddetle gayrýn müdahalesini reddediyor. Evet ebedî bir dâr-ý saadeti kazandýran îman nimetini veren, elbette ve her halde o dâr-ý saadeti halk eden ve îmaný ona anahtar yapan bir Zât-ý Zülcelal'in nimeti olabilir. Baþkasý bu derece büyük bir nimetin mün'imi olarak mabudiyetin en büyük penceresini kapayýp, en ehemmiyetli vesilesini kapamaz ve çalamaz.

 

Elhasýl: Þecere-i hilkatýn en müntehasýndaki en cüz'î ahval ve semerat, iki cihetle tevhide ve vahdete iþaret ve þehadet ederler:

 

Birincisi: Rububiyetin kâinattaki maksadlarý onlarda tecemmu' ve gayeleri onlarda temerküz ve ekser esma-i hüsnanýn cilveleri ve zuhurlarý ve taayyünleri ve hilkat-ý mevcudatýn neti

 

__________________________

 

(Haþiye): Meselâ: اِنَّ اللّهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتِينُ

 

sh » (Þ: 22)

 

celeri ve faideleri onlarda içtima ettiðinden, onlarýn her birisi, bu temerküz noktasýndan der: Ben bütün kâinatý halk eden zâtýn malýyým, fiiliyim, eseriyim.

 

Ýkinci cihet ise: O cüz'î meyvenin kalbi, hem hadîsçe zahr-ý kalb denilen insanýn hâfýzasý, ekser enva'ýn bir çeþit muhtasar fihristesi ve bir küçük nümune haritasý ve þecere-i kâinatýn bir manevî çekirdeði ve ekser esma-i Ýlahiyenin incecik bir âyinesi olduðu; hem o kalbin ve hâfýzanýn emsalleri ve sikkeleri bir tarzda bulunan bütün kalblerin ve hâfýzalarýn kâinat yüzünde müstevliyane intiþarlarý, elbette bütün kâinatý kabza-i tasarrufunda tutan bir zâta bakar ve yalnýz onun eseriyim ve onun san'atýyým derler.

 

Elhasýl: Nasýlki bir meyve, faydalýlýðý cihetiyle, tamam aðacýnýn mâlikine bakar. Ve çekirdeði cihetiyle, bütün o aðacýn ecza ve a'za ve mahiyetine nazar eder. Ve bütün emsalinde ayný bulunan yüzündeki sikkesi cihetiyle, o aðacýn bütün meyvelerini temaþa eder: "Biz biriz ve bir elden çýkmýþýz, birtek zâtýn malýyýz. Ve birimizi yapan, elbette umumumuzu o yapar." derler. Öyle de daire-i kesretin nihayetlerindeki zîhayat ve zîhayatýn ve hususan insanýn yüzündeki sikke ve kalbindeki fihristiyet ve mahiyetindeki neticelik ve meyvelik cihetiyle, doðrudan doðruya bütün kâinatý kabza-i rububiyetinde tutan zâta bakar ve vahdetine þehadet eder.

 

Vahdaniyetin ikinci muktazîsi: Vahdette vücub derecesinde bir sühulet, bir kolaylýk ve þirkte, imtina' derecesinde bir suubet ve müþkilât bulunmasýdýr. Bu hakikat ise; Ýmam-ý Ali Radýyallahü Anh'ýn tabirince Siracünnur'un çok risalelerinde ve bilhassa Yirminci Mektub'da tafsilen ve Otuzuncu Lem'anýn Dördüncü Nüktesinde icmalen gayet kat'î ve parlak bir surette isbat ve izah edilmiþ ve gayet kuvvetli bürhanlar ile gösterilmiþtir ki: Bütün eþya birtek zâta verilse, bu kâinatýn icadý ve tedbiri, bir aðaç kadar kolay ve bir aðacýn halký ve inþasý, bir meyve kadar sühuletli ve bir baharýn ibdaý ve idaresi, bir çiçek kadar âsân ve hadsiz efradý bulunan bir nev'in terbiyesi ve tedbiri, bir ferd kadar müþkilatsýz olur.

 

Eðer, þirk yolunda esbab ve tabiata verilse; bir ferdin icadý, bir nevi, belki neviler kadar ve bir çekirýdeþðýiýn icadý, bir aþðacþþ, belki yüz aðaç kadar ve bir aðacýn icad ve inþa ve ihya ve idare ve terbiye ve tedbiri kâinat kadar, belki daha ziyade müþkil olur.

 

Madem Siracünnur'da hakikat-ý hal böyle isbat edilmiþ ve madem bilmüþahede gözümüz önünde görüyoruz ki, gayet

 

sh » (Þ: 23)

 

derecede san'atlý ve kýymetdarlýk ile beraber nihayet derecede bir mebzuliyet var. Ve her bir zîhayat fevkalâde mu'cizane ve hârika ve çok cihazatlarý bulunan birer makine-i acibe olmakla beraber, sehavet-i mutlaka içinde kibrit çakar gibi bir sür'at-i hârika ile gayet derecede kolaylýk ve sühulet ve külfetsiz bir surette vücuda geliyorlar. Elbette bizzarure ve bilbedahe gösterir ki, o mebzuliyet ve o sühulet, vahdetten ve birtek zâtýn iþleri olmasýndan ileri geliyor. Yoksa deðil ucuzluk ve çokluk ve çabukluk ve kolaylýk ve kýymetdarlýk, belki þimdi beþ para ile alýnan bir meyve, beþyüz lira ile alýnmayacaktý; belki bulunmayacak derecede nâdir olacaktý. Ve þimdi saati kurmak ve elektriðin düðmelerine dokunmakla iþleyen muntazam makineler gibi vücudlarý, icadlarý kolay ve âsân olan zîhayat þeyler; imtina' derecesinde suubetli, müþkilatlý olacak ve bir günde ve bir saatte ve bir dakikada bütün cihazat ve þerait-i hayatýyla vücuda gelen bir kýsým hayvanlar bir senede, belki bir asýrda, belki hiç gelmeyecek idi.

 

Siracünnur'un yüz yerinde en muannid bir münkiri dahi susturacak bir kat'iyetle isbat edilmiþ ki: Bütün eþya birtek Zât-ý Vâhid-i Ehad'e verilse, birtek þey gibi kolay ve çabuk ve ucuz olur. Eðer esbaba ve tabiata dahi hisse verilse, birtek þeyin icadý bütün eþya kadar çetin ve geç ve ehemmiyetsiz ve pahalý olacak. Bu hakikatýn bürhanlarýný görmek istersen Yirminci ve Otuzüçüncü Mektublara ve Yirmiikinci ve Otuzikinci Sözlere ve tabiata dair Yirmiüçüncü ve ism-i azama dair Otuzuncu Lem'alara ve bilhassa Otuzuncu Lem'anýn Ýsm-i Ferd ve Ýsm-i Kayyum'a dair Dördüncü ve Altýncý Nüktelerine baksan göreceksin ki, iki kerre iki dört eder kat'iyetinde bu hakikat isbat edilmiþtir. Burada, o yüzer bürhanlarýndan bir tanesine iþaret edilecek. Þöyle ki:

 

Eþyanýn icadý, ya ademden olur, ya terkib suretinde sair anasýrdan ve mevcudattan toplanýr. Eðer birtek zâta verilse, o vakit her halde o zâtýn herþeye muhit bir ilmi ve herþeye müstevli bir kudreti bulunacak. Ve bu surette onun ilminde suretleri ve vücud-u ilmîleri bulunan eþyaya vücud-u haricî vermek ve zâhir bir ademden çýkarmak ise, bir kibrit çakar gibi veya göze görünmeyen bir yazý ile yazýlan bir hattý göze göstermek için, gösterici bir maddeyi üstüne geçirmek ve sürmek gibi veya fotoðrafýn âyinesindeki sureti kâðýt üstüne nakleden kolay ameliyat gibi gayet kolay bir surette Sâniin ilminde plânlarý ve proðramlarý ve manevî mikdarlarý bulunan eþyayý, "Emr-i Kün Feyekûn" ile adem-i zâhirîden vücud-u haricîye çýkarýr. Eðer inþa ve terkib suretinde olsa ve hiçten, ademden icad etmeyip belki anasýrdan ve etraftan toplamak suretiyle yapsa; yine nasýlki bir taburun istirahat

 

sh » (Þ: 24)

 

için her tarafa daðýlmýþ olan efradlarýnýn bir boru sadasýyla toplanmalarý ve muntazam bir vaziyete girmeleri ve o sevkiyatý teshil ve o vaziyeti muhafaza hususunda, bütün ordu kendi kumandanýnýn kuvveti ve kanunu ve gözü hükmünde olduðu gibi, aynen öyle de: Sultan-ý Kâinat'ýn kumandasý altýndaki zerreler, onun kaderî ve ilmî düsturlarýyla ve müstevli kudretinin kanunlarýyla ve temas ettikleri sair mevcudat dahi, o Sultan'ýn kuvveti ve kanunu ve memurlarý gibi teshilatçý olarak o zerreler sevkolunup gelirler. Bir zîhayatýn vücudunu teþkil etmek için ilmî, kaderî birer manevî kalýp hükmünde bir mikdar-ý muayyen içine girerler, dururlar. Eðer eþya, ayrý ayrý ellere ve esbaba ve tabiat gibi þeylere havale edilse, o halde bütün ehl-i aklýn ittifakýyla; hiçbir sebeb hiçbir cihetten, hiçten ademden icad edemez. Çünki o sebebin muhit bir ilmi, müstevli bir kudreti olmadýðýndan, o adem ise, yalnýz zâhirî ve haricî bir adem olmaz, belki adem-i mutlak olur. Adem-i mutlak ise, hiçbir cihetle menþe-i vücud olamaz. Öyle ise, her halde terkib edecek. Halbuki inþa ve terkib suretinde bir sineðin, bir çiçeðin cesedini, cismini zeminin yüzünden toplamak ve ince bir elek ile eledikten sonra binler müþkilatla o mahsus zerreler gelebilirler. Hem geldikten sonra dahi, o cisimde daðýlmadan muntazam bir vaziyeti muhafaza etmek için -manevî ve ilmî kalýplarý bulunmadýðýndan- maddî ve tabiî bir kalýp, belki a'zalarý adedince kalýplar lâzýmdýr. Tâ ki o gelen zerreler, o cism-i zîhayatý teþkil etsinler.

 

Ýþte bütün eþya birtek zâta verilmesi, vücub ve lüzum derecesinde bir kolaylýk ve müteaddid esbaba verilmesi, imtina' ve muhal derecesinde müþkilatlar bulunduðu gibi; herþey Zât-ý Vâhid-i Ehad'e verilse, nihayet derecede ucuzluk içinde gayet derecede kýymetdar ve fevkalâde san'atlý ve çok manidar ve gayet kuvvetli olur. Eðer þirk yolunda müteaddid esbaba ve tabiata havale edilse; nihayet derecede pahalýlýk içinde, gayet derecede ehemmiyetsiz, san'atsýz, manasýz, kuvvetsiz olur. Çünki nasýl bir adam, askerlik haysiyetiyle bir kumandan-ý azama intisab ve istinad ettiðinden, hem bir ordu onun arkasýnda -lüzum olursa- tahþid edilebilir bir kuvve-i maneviyeyi, hem o kumandanýn ve ordunun kuvveti, onun ihtiyat kuvveti olmasýyla, kuvvet-i þahsiyesinden binler defa ziyade maddî bir kudreti, hem o ehemmiyetli kuvvetinin menabiini ve cephanesini -ordu taþýdýðý için- kendisi taþýmaða mecbur olmadýðýndan fevkalâde iþleri yapabilecek bir iktidarý kazandýðýndan, o tek nefer, düþman olaný bir müþiri esir ve bir þehri tehcir ve bir kaleyi teshir edebilir. Ve eseri, hârika ve kýymetdar olur. Eðer askerliði terkedip, kendi kendine kalsa, o hârika kuv

 

sh » (Þ: 25)

 

ve-i maneviyeyi ve o fevkalâde kudreti ve o mu'cizekâr iktidarý birden kaybederek, âdi bir baþýbozuk gibi kuvvet-i þahsiyesine göre cüz'î, kýymetsiz, ehemmiyetsiz iþleri görebilir ve eseri de o nisbette küçülür.

 

Aynen öyle de: Tevhid yolunda herþey Kadîr-i Zülcelal'e intisab ve istinad ettiðinden, bir karýnca bir Firavunu, bir sinek bir Nemrudu, bir mikrop bir cebbarý maðlub ettikleri gibi, týrnak gibi bir çekirdek, dað gibi bir aðacý omuzunda taþýyarak o aðacýn bütün âlât ve cihazatýnýn menþei ve mahzeni bir tezgâh olmakla beraber, her bir zerre dahi yüzbin san'atlarda ve tarzlarda bulunan cisimleri ve suretleri teþkil etmek hizmetinde bulunmak olan hadsiz vazifeleri, o intisab ve istinad ile görebilir. Ve o küçücük memurlarýn ve bu incecik askerlerin mazhar olduklarý eserler gayet mükemmel ve san'atlý ve kýymetdar olur. Çünki o eserleri yapan zât, Kadir-i Zülcelal'dir. Onlarýn ellerine vermiþ, onlarý perde yapmýþ. Eðer þirk yolunda esbaba havale edilse; karýncanýn eseri karýnca gibi ehemmiyetsiz ve zerrenin san'atý zerre kadar kýymeti kalmaz ve herþey manen sukut ettiði gibi maddeten dahi o derece sukut edecekti ki, koca dünyayý beþ para ile kimse almazdý.

 

Madem hakikat budur. Ve madem herþey nihayet derecede hem kýymetdar, hem san'atlý, hem manidar, hem kuvvetli görünüyor, gözümüzle görüyoruz. Elbette tevhid yolundan baþka yol yoktur ve olamaz. Eðer olsa, bütün mevcudatý deðiþtirmek ve dünyayý ademe boþaltýp, yeniden ehemmiyetsiz müzahrafatla doldurmak lâzým gelecek. Tâ ki, þirke yol açýlabilsin. Ýþte Ýmam-ý Ali'nin (R.A.) tabirince Siracünnur ve Siracüssürc olan Resâil-in Nur'da tevhide dair beyan ve izah edilen yüzler bürhanlardan birtek bürhanýn icmalini iþittin, ötekileri kýyas edebilirsin.

 

Tevhidin üçüncü muktazîsi: Her þeyde, hususan zîhayat masnulardaki hilkat fevkalâde san'atkârane olmakla beraber, bir çekirdek bir meyvenin ve bir meyve bir aðacýn ve bir aðaç bir nev'in ve bir nev' bir kâinatýn bir küçük nümunesi, bir misal-i musaððarasý, bir muhtasar fihristesi, bir mücmel haritasý, bir manevî çekirdeði ve ilmî düsturlar ile ve hikmet mizanlarý ile kâinattan süzülmüþ, saðýlmýþ, toplanmýþ birer câmi' noktasý ve mayelik birer katresi olduðundan, onlardan birisini icad eden zât, her halde bütün kâinatý icad eden ayný zâttýr. Evet bir kavun çekirdeðini halk eden zât, bilbedahe kavunu halk edendir; ondan baþkasý olamaz ve olmasý muhal ve imkânsýzdýr.

 

Evet biz bakýyoruz, görüyoruz ki: Kanda her bir zerre o kadar muntazam ve çok vazifeleri görüyor ki, yýldýzlardan geri kal-

 

sh » (Þ: 26)

 

mýyor. Ve kanda bulunan herbir küreyvat-ý hamra ve beyza, o derece þuurkârane cesed için muhafaza ve iaþe hususunda öyle iþleri görüyor ki, en mükemmel erzak memurlarýndan ve muhafaza askerinden daha mükemmeldir. Ve cisimdeki hüceyrelerinin her birisi, o derece muntazam muamelata ve varidat ve sarfiyata mazhardýr ki, en mükemmel bir cesedden ve bir saraydan daha mükemmel idare edilir. Ve hayvanatýn ve nebatatýn her bir ferdi, yüzünde öyle bir sikkeyi ve içinde ve sinesinde öyle bir makinayý taþýyor ki, bütün hayvanlarý ve nebatlarý icad eden bir zât, ancak o sikkeyi o yüzde ve o makinayý o sine içinde yapabilir. Ve zîhayattan her bir nevi, o derece zemin yüzünde muntazaman yayýlmýþ ve sair nevilere münasebetdarane karýþmýþ ki, bütün o enva'ý birden icad, idare, tedbir, terbiye etmeyen ve zemin yüzünü örten ve dörtyüz bin nebatî ve hayvanî olan atký ipleriyle dokunan gayet nakýþlý ve san'atlý hayatdar bir haliçeyi nesc ve icad edemeyen, o tek nev'i icad ve idare edemez. Daha bunlara baþka þeyler kýyas edilse anlaþýlýr ki; kâinat mecmuasý, halk ve icad cihetinde tecezzi kabul etmez bir külldür ve tedbir ve rububiyet cihetinde inkýsamý imkânsýz bir küllîdir.

 

Bu üçüncü muktazî Siracünnur'un çok risalelerinde, hususan Otuzikinci Söz'ün Birinci Mevkýfýnda o kadar kat'î ve parlak izah ve isbat edilmiþtir ki, güneþin akisleri gibi her þeyin âyinesinde bir bürhan-ý vahdet temessül ve bir hüccet-i tevhid in'ikas ediyor. Biz o izaha iktifaen burada o uzun kýssayý kýsa kestik.

 

sh: » (Þ: 27)

 

Üçüncü Makam

 

[bu makam, tevhidin üç küllî alâmetini icmalen beyan edecek.]

 

Vahdetin tahakkukuna ve vücuduna delalet eden deliller ve alâmetler ve hüccetler had ve hesaba gelmez. Onlardan binler bürhanlar Siracünnur'da tafsilen beyan edildiðinden bu "Üçüncü Makam"da yalnýz üç küllî hüccetlerin icmalen beyanýyla iktifa edildi.

 

Birinci Alâmet ve Hüccet ki, وَحْدَهُ kelimesi onun neticesidir. Her þeyde bir vahdet var. Vahdet ise, bir vâhide delalet ve iþaret eder. Evet vâhid bir eser, bilbedahe vâhid bir sâni'den sudûr eder. Bir elbette birden gelir. Her þeyde bir birlik bulunduðundan, elbette birtek zâtýn eseri ve san'atý olduðunu gösterir. Evet bu kâinat, bin birlikler perdeleri içinde sarýlý bir gül goncasý gibidir. Belki esma ve ef'al-i umumiye-i Ýlahiyenin adedince vahdetleri giymiþ birtek insan-ý ekberdir. Belki enva'-ý mahlukat sayýsýnca dallarýna vahdetler, birlikler asýlmýþ bir þecere-i tuba-i hilkattir. Evet kâinatýn idaresi bir ve tedbiri bir ve saltanatý bir ve sikkesi bir, bir bir bir tâ binbir bir birler kadar... Hem bu kâinatý çeviren isimler ve fiiller bir iken, herbiri kâinatý veya ekserini ihata eder. Yani, içinde iþleyen hikmeti bir ve inayeti bir ve tanzimatý bir ve iaþesi bir ve muhtaçlarýnýn imdadlarýna koþan rahmet bir ve o rahmetin bir þerbetçisi olan yaðmur bir ve hâkeza bir bir bir tâ binler bir birler... Hem bu kâinatýn sobasý olan Güneþ bir, lâmbasý olan Kamer bir, aþçýsý olan ateþ bir, levazýmat deposu ve hazineli direði olan dað bir, sakacý ve sucusu bir ve baðlarý sulayan süngeri bir ve hâkeza bir bir bir tâ binbir birler kadar...

 

Ýþte âlemin bu kadar birlikleri ve vahdetleri, güneþ gibi zâhir birtek Vâhid-i Ehad'e iþaret ve delalet eden bir hüccet-i bâhiredir. Hem kâinat unsurlarýnýn ve nevilerinin herbirisi bir olmasýyla beraber, zeminin yüzünü ihata etmesi ve birbirinin içine girmesi ve münasebetdarane ve belki muavenetkârane birleþmesi, elbette mâlik ve sahib ve sâni'lerinin bir olmasýna bir alâmet-i zâhiredir.

 

sh » (Þ: 28)

 

Ýkinci Alâmet ve Hüccet ki, لاَ شَرِيكَ لَهُ kelimesini intac ediyor. Bütün kâinatta zerrelerden tâ yýldýzlara kadar herþeyde kusursuz bir intizam-ý ekmel ve noksansýz bir insicam-ý ecmel ve zulümsüz bir mizan-ý âdilin bulunmasýdýr. Evet kemal-i intizam, insicam-ý mizan ise, yalnýz vahdetle olabilir. Müteaddid eller birtek iþe karýþýrsa, karýþtýrýr. Sen gel, bu intizamýn haþmetine bak ki; bu kâinatý gayet mükemmel öyle bir saray yapmýþ ki, herbir taþý bir saray kadar san'atlý ve gayet muhteþem öyle bir þehir etmiþ ki, hadsiz olan varidat ve sarfiyatý ve nihayetsiz kýymetdar mallarý ve erzaký, bir perde-i gaybdan kemal-i intizamla vakti vaktine umulmadýðý yerlerden geliyor. Ve gayet manidar öyle mu'cizane bir kitaba çevirmiþ ki, herbir harfi yüz satýr ve herbir satýrý yüz sahife ve her sahifesi yüz bab ve her babý yüz kitab kadar manalarý ifade eder. Hem bütün bablarý, sahifeleri, satýrlarý, kelimeleri, harfleri birbirine bakar, birbirine iþaret ederler.

 

Hem sen gel, bu intizam-ý acib içinde þu tanzimin kemaline bak ki; bu koca kâinatý tertemiz medenî bir þehir, belki temizliðine gayet dikkat edilen bir güzel kasr, belki yetmiþ süslü hulleleri birbiri üstüne giymiþ bir huri'l-în, belki, yetmiþ latif zînetli perdelere sarýlmýþ bir gül goncasý gibi pâk ve temizdir. Hem sen gel, bu intizam ve nezafet içindeki bu mizanýn kemal-i adaletine bak ki, bin derece büyütmekle ancak görülebilen küçücük ve incecik mahluklarý ve huveynatý ve bin defa küre-i arzdan büyük olan yýldýzlarý ve güneþleri, o mizanýn ve o terazinin vezniyle ve ölçüsüyle tartýlýr ve onlara lâzým olan her þeyleri noksansýz verilir. Ve o küçücük mahluklar, o fevkalâde büyük masnu'lar ile beraber, o mizan-ý adalet karþýsýnda omuz omuzadýrlar. Halbuki o büyüklerden öyleleri var ki, eðer bir saniye kadar müvazenesini kaybetse, müvazene-i âlemi bozacak ve bir kýyameti koparacak kadar bir tesir yapabilir.

 

Hem sen gel, bu intizam, nezafet, mizanýn içinde, bu fevkalâde cazibedar cemale ve güzelliðe bak ki; bu koca kâinatý gayet güzel bir bayram ve gayet süslü bir meþher ve çiçekleri yeni açýlmýþ bir bahar þeklini vermiþ ve koca baharý gayet güzel bir saksý, bir gül destesi yapmýþ ki; her bahara, zeminin yüzünde mevsim be mevsim açýlan yüzbinler nakýþlý bir muhteþem çiçek suretini vermiþ. Ve o baharda herbir çiçeði çeþit çeþit zînetlerle güzelleþtirmiþ. Evet nihayet derecede hüsün ve cemalleri bulunan esma-i hüsnanýn güzel cilveleriyle, kâinatýn herbir nev'i, hattâ herbir ferdi, kabiliyetine göre öyle bir hüsne mazhar olmuþlar ki; Hüccet-ül Ýslâm Ýmam-ý Gazalî demiþ:

 

sh » (Þ: 29)

 

لَيْسَ فِى اْلاِمْكَانِ اَبْدَعُ مِمَّا كَانَ Yani: "Daire-i imkânda bu mükevvenattan daha bedi' daha güzel yoktur." Ýþte bu muhit ve cazibedar olan hüsün ve bu umumî ve hârikulâde nezafet ve bu müstevli ve þümullü ve gayet hassas mizan ve bu ihatalý ve her cihette mu'cizane intizam ve insicam, vahdete ve tevhide öyle bir hüccettir, bir alâmettir ki, gündüzün ortasýndaki ziyanýn güneþe iþaretinden daha parlaktýr.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

sh » (Þ: 30)

 

[bu makama ait gayet mühim iki þýklý bir suale gayet muhtasar ve kuvvetli bir cevaptýr.]

 

Sualin Birinci Þýkký: Bu makamda diyorsun ki: Kâinatý hüsün ve cemal ve güzellik ve adalet ihata etmiþtir. Halbuki gözümüz önünde bu kadar çirkinliklere ve musibetlere ve hastalýklara ve beliyyelere ve ölümlere ne diyeceksin?

 

Elcevap: Çok güzellikleri intac veya izhar eden bir çirkinlik dahi, dolayýsýyla bir güzelliktir. Ve çok güzelliklerin görünmemesine ve gizlenmesine sebeb olan bir çirkinliðin yok olmasý, görünmemesi, yalnýz bir deðil, belki müteaddid defa çirkindir. Meselâ; vâhid-i kýyasî gibi bir kubh bulunmazsa, hüsnün hakikatý birtek nevi olur; pek çok mertebeleri gizli kalýr. Ve kubhun tedahülü ile mertebeleri inkiþaf eder. Nasýlki soðuðun vücuduyla, hararetin mertebeleri ve karanlýðýn bulunmasýyla ziyanýn dereceleri tezahür eder. Aynen öyle de: Cüz'î þer ve zarar ve musibet ve çirkinliðin bulunmasýyla, küllî hayýrlar ve küllî menfaatler ve küllî nimetler ve küllî güzellikler tezahür ederler. Demek çirkinin icadý çirkin deðil, güzeldir. Çünki, neticelerin çoðu güzeldir. Evet yaðmurdan zarar gören tenbel bir adam, yaðmura rahmet namýný verdiren hayýrlý neticelerini hükümden iskat etmez; rahmeti zahmete çeviremez.

 

Amma fena ve zeval ve mevt ise, Yirmidördüncü Mektub'da gayet kuvvetli ve kat'î bürhanlar ile isbat edilmiþ ki: Onlar umumî rahmete ve ihatalý hüsne ve þümullü hayra münafî deðiller, belki muktezalarýdýrlar. Hattâ þeytanýn dahi, manevî terakkiyat-ý beþeriyenin zenbereði olan müsabakaya ve mücahedeye sebeb olduðundan, o nev'in icadý dahi hayýrdýr, o cihette güzeldir. Hem hattâ kâfir, küfür ile bütün kâinatýn hukukuna bir tecavüz ve þerefini tahkir ettiðinden, ona Cehennem azabý vermek güzeldir. Baþka risalelerde bu iki nokta tamamen tafsil edildiðinden burada bir kýsa iþaretle iktifa ediyoruz.

 

Sualin ikinci þýkký: (Haþiye) Haydi þeytana ve kâfire ait bu cevabý umumî noktasýnda kabul edelim. Fakat Cemil-i Mutlak ve Rahîm-i Mutlak ve hayr-ý mutlak olan Zât-ý Ganiyy-i Alel-

 

______________________

 

(Haþiye): Bu ikinci þýkkýn cevabý çok mühimdir, çok evhamý izale eder.

 

sh » (Þ: 31)

 

ýtlak, nasýl oluyor ki, bîçare cüz'î ferdleri ve þahýslarý musibete, þerre, çirkinliðe mübtela ediyor?

 

Elcevap: Ne kadar iyilik ve güzellik ve nimet varsa, doðrudan doðruya o Cemil ve Rahîm-i Mutlak'ýn hazine-i rahmetinden ve ihsanat-ý hususiyesinden gelir. Ve musibet ve þerler ise, saltanat-ý rububiyetin âdetullah namý altýnda ve küllî iradelerin mümessilleri olan umumî ve küllî kanunlarýnýn çok neticelerinden tek-tük cüz'î neticeleri olmasýndan, o kanunlar cereyanýnýn cüz'î muktezalarý olduðundan, elbette küllî maslahatlara medar olan o kanunlarý muhafaza ve riayet etmek için o þerli, cüz'î neticeleri dahi halkeder. Fakat o cüz'î ve elîm neticelere karþý, imdadat-ý hassa-i Rahmaniye ve ihsanat-ý hususiye-i Rabbaniye ile musibete düþen efradýn feryadlarýna ve beliyyelere giriftar olan eþhasýn istiðaselerine yetiþir. Ve fâil-i muhtar olduðunu ve her bir þeyin her bir iþi, onun meþietine baðlý bulunduðunu ve umum kanunlarý dahi, daima irade ve ihtiyarýna tâbi' bulunmalarýný ve o kanunlarýn tazyikinden feryad eden ferdleri, bir Rabb-ý Rahîm dinlediðini ve imdadlarýna ihsanýyla yetiþtiðini göstermekle; esma-i hüsnanýn kayýdsýz ve hadsiz cilvelerine, hadsiz ve kayýdsýz bir meydan açmak için o küllî âdetullah düsturlarýnýn ve o umumî kanunlarýn þüzuzatýyla ve hem þerli cüz'î neticeleriyle, hususî ihsanat ve hususî teveddüdat, yani sevdirmekle hususî tecelliyat kapýlarýný açmýþtýr. Bu ikinci alâmet-i tevhid Siracünnur'un belki yüz yerlerinde beyan edildiðinden, burada hafif bir iþaretle iktifa ettik.

 

Üçüncü Hüccet ve Alâmet: لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ ile iþaret edilen had ve hesaba gelmeyen tevhid sikkeleridir. Evet her þeyin yüzünde, cüz'î olsun küllî olsun, zerrattan tâ seyyarata kadar öyle bir sikke var ki, âyinede güneþin cilvesi güneþi gösterdiði gibi, öyle de o sikke âyinesi dahi, Þems-i Ezel ve Ebed'e iþaret ederek, vahdetine þehadet eder. O hadsiz sikkelerden pek çoklarý Siracünnur'da tafsilen beyan edildiðinden burada yalnýz kýsa bir iþaretle üç tanesine bakacaðýz. Þöyle ki:

 

Mecmu-u kâinatýn yüzüne, enva'ýn birbirine karþý gösterdikleri teavün, tesanüd, teþabüh, tedahülden mürekkeb geniþ bir sikke-i vahdet konulduðu gibi, zeminin yüzüne de, dörtyüz bin hayvanî ve nebatî taifelerden mürekkeb bir ordu-yu Sübhanînin ayrý ayrý erzak, esliha, elbise, talimat, terhisat cihetinde gayet intizam ile hiçbirini þaþýrmayarak, vakti vaktine verilmesiyle koyduðu o sikke-i tevhid misillü insanýn yüzüne de, herbir yüzün umum yüzlere karþý birer alâmet-i farika bulunmasýyla koyduðu sikke-i vahdaniyet gibi herbir masnu'un yüzünde -cüz'î olsun küllî ol

 

sh » (Þ: 32)

 

sun- birer sikke-i tevhid ve herbir mahlukun baþýnda -büyük olsun, küçük olsun, az ve çok olsun- birer hâtem-i ehadiyet müþahede edilir. Ve bilhassa zîhayat mahluklarýn sikkeleri çok parlaktýrlar. Belki herbir zîhayat kendisi dahi birer sikke-i tevhid, birer hâtem-i vahdet, birer mühr-ü ehadiyet, birer turra-i samediyettirler.

 

Evet herbir çiçek, herbir meyve, herbir yaprak, herbir nebat, herbir hayvan; öyle bir mühr-ü ehadiyet, birer hâtem-i samediyettir ki, herbir aðacý birer mektub-u Rabbanî ve herbir taife-i mahlukatý birer kitab-ý Rahmanî ve herbir bahçeyi, birer ferman-ý Sübhanî suretine çevirerek, o aðaç mektubuna, çiçekleri adedince mühürler ve meyveleri sayýsýnca imzalar ve yþapraklarý mikdarýnca turralar basýlmýþ ve o nev' ve taife kitabýna dahi, onun kâtibini göstermek, bildirmek için ferdleri adedince hâtemler basýlmýþ. Ve o bahçe fermanýna, onun sultanýný tanýttýrmak, tarif etmek için o bað içinde bulunan nebat, aðaç, hayvan sayýsýnca sikkeler basýlmýþ. Hattâ herbir aðacýn mebdeinde ve müntehasýnda ve üstünde ve içinde هُوَ اْلاَوَّلُ وَاْلآخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ isimlerinin iþaret ettikleri dört sikke-i tevhid var:

 

Ýsm-i Evvel ile iþaret edildiði gibi: Herbir meyvedar aðacýn menþe-i aslîsi olan çekirdek (Haþiye) öyle bir sandukçadýr ki, o aðacýn proðramýný ve fihristesini ve plânýný.. ve öyle bir tezgahtýr ki, onun cihazatýný ve levazýmatýný ve teþkilatýný.. ve öyle bir makinedir ki, onun ibtidadaki incecik varidatýný ve latifane masarýfýný ve tanzimatýný taþýyor.

 

Ve Ýsm-i Âhir'le iþaret edildiði gibi: Herbir aðacýn neticesi ve meyvesi öyle bir tarifenamedir ki, o aðacýn eþkalini ve ahvalini ve evsafýný ve öyle bir beyannamedir ki, onun vazifelerini ve menfaatlerini ve hassalarýný ve öyle bir fezlekedir ki, o aðacýn emsalini ve ensalini ve nesl-i âtisini o meyvenin kalbinde bulunan çekirdekler ile beyan ediyor, ders veriyor.

 

______________________________

 

(Haþiye): Eski zamandan beri darb-ý mesel olarak umumun dilinde ve lisan-ý nâsta gezen þu "Çekirdekten yetiþme" sözü bu risalenin müellifine bir iþaret-i gaybiye-i örfiye denilebilir. Çünki Risâle-i Nur hâdimi olan þahýs Kur'anýn feyziyle, çekirdek ve çiçekte tevhid için iki mi'rac-ý marifet keþfederek tabiiyyunlarý boðan ayný yerde âb-ý hayat bulmuþ ve çekirdekten hakikata ve nur-u marifete yetiþmiþ ve bu iki þeyin Risâle-i Nur'da ziyade tekrarlarý bu hikmete binaendir.

 

sh: » (Þ: 33)

 

Ve Ýsm-i Zâhir'le iþaret edildiði gibi: Her aðacýn giydiði suret ve þekil öyle musanna ve münakkaþ bir hulledir, bir libastýr

 

ki, o aðacýn dal ve budak ve a'za ve eczasýyla tam kametine göre biçilmiþ, kesilmiþ, süslendirilmiþ. Ve öyle hassas ve mizanlý ve manidardýr ki, o aðacý bir kitab, bir mektub, bir kaside suretine çevirmiþtir.

 

Ve Ýsm-i Bâtýn ile iþaret edildiði gibi: Her aðacýn içinde iþleyen tezgâh, öyle bir fabrikadýr ki, o aðacýn bütün ecza ve a'zasýný teþkil ve tedvir ve tedbirini gayet hassas mizanla ölçtüðü gibi, bütün ayrý ayrý a'zalarýna lâzým olan maddeleri ve rýzýklarý, gayet mükemmel bir intizam altýnda sevk ve taksim ve tevzi ile beraber akýllarý hayret içinde býrakan þimþek çakmak gibi bir sür'at ve saati kurmak gibi bir sühulet ve bir orduya arþ demek gibi bir birlik ve beraberlik ile o hârika fabrika iþliyor. Elhasýl: Herbir aðacýn evveli, öyle bir sandukça ve proðram.. ve âhiri, öyle bir tarifename ve nümune.. ve zâhiri, öyle bir musanna hulle ve bir münakkaþ libas.. ve bâtýný, öyle bir fabrika ve tezgâhtýr ki, bu dört cihet öyle birbirine bakýyorlar ve dördün mecmuundan öyle bir sikke-i azam, belki bir ism-i azam tezahür eder ki, bilbedahe bütün kâinatý idare eden bir Sâni'-i Vâhid-i Ehad'den baþkasý o iþleri yapamaz. Ve aðaç gibi her zîhayatýn evveli, âhiri, zâhiri, bâtýný birer sikke-i tevhid, birer hâtem-i vahdet, birer mühr-ü ehadiyet, birer turra-i vahdaniyet taþýyor.

 

Ýþte bu üç misaldeki aðaca kýyasen, bahar dahi çok çiçekli bir aðaçtýr: Güz mevsiminin eline emanet edilen tohumlar, çekirdekler, kökler, Ýsm-i Evvel'in sikkesini.. ve yaz mevsiminin kucaðýna dökülen, eteðini dolduran meyveler, hububat ve sebzevatlar Ýsm-i Âhir'in hâtemini.. ve bahar mevsimi, huri'l-în misillü birbiri üstüne giydiði sündüs-misal hulleler ve yüzbin nakýþlar ile süslenmiþ fýtrî libaslar Ýsm-i Zâhir'in mührünü.. ve baharýn içinde ve zeminin batnýnda iþleyen samedanî fabrikalar ve kaynayan rahmanî kazanlar ve yemekleri piþirttiren rabbanî matbahlar, Ýsm-i Bâtýn'ýn turrasýný taþýyorlar.

 

Hattâ herbir nevi, meselâ nev'-i beþer dahi bir aðaçtýr: Kökü ve çekirdeði mazide ve semereleri, neticeleri müstakbelde olarak hayat-ý cinsiye ve beka-yý nev'î içinde gayet muntazam kanunlarýn bulunmasý gibi, hal-i hazýr vaziyeti dahi, hayat-ý þahsiye ve hayat-ý içtimaiye düsturlarýnýn hükmü altýnda bir sikke-i tevhid ve zâhirî karýþýklýklar altýnda gizli, muntazam bir hâtem-i vahdet ve müþevveþ ahval-i beþeriye altýnda mukadderat-ý hayatiye denilen kaza ve kaderin düsturlarýnýn hükmü altýnda bir mühr-ü vahdaniyet taþýyor.

 

sh: » (Þ: 34)

 

Hâtime

 

[sýrr-ý tevhid içinde sair erkân-ý îmaniyeye birer kelâmla kýsacýk birer iþarettir.]

 

Ey insan-ý gafil! Gel bir kerre düþün ve bu risalenin üç makamýnda beyan edilen "Üç Meyve, Üç Muktazî, Üç Hücceti" nazara al, bak ki; bu kâinatta tasarruf eden ve en cüz'î bir þifayý ve en küçük bir þükrü dahi nazara alan ve sinek kanadý gibi en az bir san'atý, baþkalarýna havale etmeyen ve vermeyen ve lâkayd kalmayan ve en basit bir tohuma bir aðaç kadar vazifeler ve hikmetler takan ve kendi Rahmaniyetini ve Rahîmiyetini ve Hakîmliðini herbir san'atýyla ihsas eden ve kendini herbir vesile ile tanýttýran ve herbir nimetle sevdiren bir Sâni'-i Kadîr, Hakîm, Rahîm, Alîm hiç mümkün müdür ki ve hiç bir cihetle kabil midir ki, kâinatý manen istilâ eden mehasin-i hakikat-ý Muhammediyeye (A.S.M.) ve tesbihat-ý Ahmediyeye (A.S.M.) ve envar-ý Ýslâmiyeye karþý lâkayd kalsýn? Ve hiçbir cihetle mümkün müdür ki; bütün masnuatýný yaldýzlayan ve bütün mahlukatýný sevindiren ve kâinatý ýþýklandýran ve semavat ve arzý velveleye veren ve küre-i arzýn yarýsýný ve nev'-i beþerin beþten birisini ondört asýr bilâ-fasýla saltanat-ý maddiye ve maneviyesi altýna alan ve daima o muhteþem saltanatý Hâlýk-ý Kâinat hesabýna ve namýna süren risalet-i Ahmediye (A.S.M.), o Sâniin en mühim bir maksadý, bir nuru, bir âyinesi olmasýn? Hem Muhammed (A.S.M.) gibi ayný hakikata hizmet eden enbiyalar dahi o Sâniin elçileri ve dostlarý ve memurlarý olmasýn? Hâþâ, mu'cizat-ý enbiya adedince hâþâ ve kellâ!..

 

Hem hiçbir cihetle mümkün müdür ki, dal ve budak gibi en cüz'î bir þeye yüz hikmetleri ve meyveleri takan ve kendi rububiyetini fevkalâde hikmetleriyle ve umumî rahmaniyetiyle tanýttýrýp, sevdiren bir Hâlýk-ý Hakîm-i Rahîm, kudretine nisbeten bir bahar kadar kolay olan haþri getirmeyerek, bir dâr-ý saadet, bir menzil-i beka açmayýp, bütün hikmetlerini ve rahmetlerini hattâ rububiyetini ve kemalâtýný inkâr etsin ve ettirsin ve çok sevdiði bütün mahbub mahluklarýný ebedî bir surette idam etsin? Hâþâ,

 

sh: » (Þ: 35)

 

yüzbin defa hâþâ!.. O Cemal-i Mutlak, böyle bir kubh-u mutlaktan yüzbinler derece münezzeh ve mukaddestir.

 

Uzunca bir haþiye:

 

Haþir münasebetiyle bir sual: Kur'anda mükerreren:

 

اِنْ كَانَتْ اِلاَّ صَيْحَةً وَاحِدَةً hem وَمَا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ

 

fermanlarý gösteriyor ki: Haþr-i azam bir anda, zamansýz vücuda geliyor. Dar akýl ise, bu hadsiz derece hârika ve emsalsiz olan mes'eleyi iz'an ile kabul etmesine medar olacak meþhud bir misal ister.

 

Elcevap: Haþirde, ruhlarýn cesedlere gelmesi var. Hem cesedlerin ihyasý var. Hem cesedlerin inþasý var. Üç mes'eledir.

 

Birinci Mes'ele: Ruhlarýn cesedlerine gelmesine misal ise: Gayet muntazam bir ordunun efradý, istirahat için her tarafa daðýlmýþ iken, yüksek sadalý bir boru sesiyle toplanmalarýdýr. Evet, Ýsrafil'in borusu olan Sur'u, ordunun borazanýndan geri olmadýðý gibi, ebedler tarafýnda ve zerreler âleminde iken ezel canibinden gelen اَلَسْتُبِرَبِّكُمْ hitabýný iþiten ve قَالُوا بَلَى ile cevab veren ervahlar, elbette ordunun neferatýndan binler derece daha müsahhar ve muntazam ve muti'dirler. Hem deðil yalnýz ruhlar, belki bütün zerreler dahi, bir ordu-yu Sübhanî ve emirber neferleri olduðunu ga‏‏yet kat'î bürhanlarla Otuzuncu Söz isbat etmiþ.

 

Ýkinci Mes'ele: Cesedlerin ihyasý misali ise: Çok büyük bir þehirde, þenlik bir gecede, birtek merkezden, yüzbin elektrik lâmbalarý, âdeta zamansýz bir anda canlanmalarý ve ýþýklanmalarý gibi, bütün küre-i arz yüzünde dahi, birtek merkezden yüz milyon lâmbalara nur vermek mümkündür. Madem Cenab-ý Hakk'ýn elektrik gibi bir mahluku ve bir misafirhanesinde bir hizmetkârý ve bir mumdarý, Hâlýkýndan aldýðý terbiye ve intizam dersiyle bu keyfiyete mazhar oluyor. Elbette elektrik gibi binler nurani hizmetkârlarýnýn temsil ettikleri hikmet-i Ýlahiyenin muntazam kanunlarý dairesinde haþr-i azam tarfet-ül aynda vücuda gelebilir.

 

Üçüncü Mes'ele: Ecsadýn def'aten inþasýnýn misali ise; bahar mevsiminde birkaç gün zarfýnda nev-i beþerin umumundan bin derece ziyade olan umum aðaçlarýn bütün yapraklarýyla beraber evvelki baharýn ayný gibi birden mükemmel bir surette inþa

 

sh: » (Þ: 36)

 

larý ve yine umum aðaçlarýn umum çiçekleri ve meyveleri ve yapraklarý, geçmiþ baharýn mahsulatý gibi, berk gibi bir sür'atle icadlarý; hem o baharýn mebde'leri olan hadsiz tohumcuklarýn, çekirdeklerin, köklerin, birden beraber intibahlarý ve inkiþaflarý ve ihyalarý; hem kemiklerden ibaret olarak ayakta duran emvat gibi bütün aðaçlarýn cenazeleri bir emir ile def'aten "Ba'sü ba'delmevt" sýrrýna mazhariyetleri ve neþirleri; hem küçücük hayvan taifelerinin hadsiz efradlarýnýn gayet derecede san'atlý bir surette ihyalarý; hem bilhassa sinekler kabilelerinin haþirleri ve bilhassa daima yüzünü, gözünü, kanadýný temizlemekle bize abdesti ve nezafeti ihtar eden ve yüzümüzü okþayan gözümüz önündeki kabilenin bir senede neþrolan efradý, benî-âdemin Âdem zamanýndan beri gelen umum efradýndan fazla olduðu halde, her baharda sair kabileler ile beraber birkaç gün zarfýnda inþalarý ve ihyalarý, haþirleri; elbette kýyamette ecsad-ý insaniyenin inþasýna bir misal deðil, belki binler misaldirler.

 

Evet dünya dâr-ül hikmet ve âhiret dâr-ül kudret olduðundan; dünyada Hakîm, Mürettib, Müdebbir, Mürebbi gibi çok isimlerin iktizasýyla, dünyada icad-ý eþya bir derece tedricî ve zaman ile olmasý; hikmet-i Rabbaniyenin muktezasýyla olmuþ. Âhirette ise, hikmetten ziyade kudret ve rahmetin tezahürleri için maddeye ve müddete ve zamana ve beklemeye ihtiyaç býrakmadan birden eþya inþa ediliyor. Burada bir günde ve bir senede yapýlan iþler, âhirette bir anda ve bir lemhada inþasýna iþareten Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan وَمَا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ اَقْرَبُ ferman eder. Eðer haþrin gelmesini, gelecek baharýn gelmesi gibi kat'î bir surette anlamak istersen; haþre dair Onuncu Söz ile Yirmidokuzuncu Söz'e dikkat ile bak, gör. Eðer baharýn gelmesi gibi inanmaz isen, gel parmaðýný gözüme sok.

 

Amma bir dördüncü mes'ele olan mevt-i dünya ve kýyamet kopmasý ise: Bir anda bir seyyare veya bir kuyruklu yýldýzýn emr-i Rabbanî ile küremize, misafirhanemize çarpmasý; bu hanemizi harab edebilir. On senede yapýlan bir saray, bir dakikada harab olmasý gibi...

 

Bu haþrin dört mes'elesinin icmali þimdilik yeter. Yine sadedimize dönüyoruz.

 

Hem hiç mümkün müdür ki, kâinatýn bütün hakikî ve âlî hakikatlarýnýn belîð tercümaný ve Hâlýk-ý Kâinat'ýn bütün kemalâtýnýn

 

sh: » (Þ: 37)

 

mu'ciz lisaný ve bütün maksadlarýnýn hârika mecmuasý olan Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan o Hâlýk'ýn kelâmý olmasýn? Hâþâ, âyâtýnýn esrarý adedince hâþâ!..

 

Hem hiç mümkün müdür ki: Bir Sâni'-i Hakîm, bütün zîhayat, zîþuur masnu'larýný birbiriyle konuþtursun ve dillerinin binler çeþitleriyle birbiriyle söyleþtirsin ve onlarýn sözlerini ve seslerini bilsin ve iþitsin ve ef'aliyle ve in'amýyla zâhir bir surette cevap versin, fakat kendisi konuþmasýn ve konuþamasýn? Hiç kabil midir ve hiç ihtimali var mý?..

 

Madem bilbedahe konuþur ve madem konuþmasýna karþý tam anlayýþlý muhatab en baþta insandýr.

 

Elbette baþta Kur'an olarak meþhur kütüb-ü mukaddese onun konuþmalarýdýr. Hem hiç mümkün müdür ki: Bir Sâni'-i Hakîm, kendini tanýttýrmak ve sevdirmek ve medih ve senasýný ettirmek ve enva'-ý ihsanatýyla zîhayatlarý mesrur ve memnun etmekle minnetdarlýklarýný ve þükürlerini rububiyetine mühim bir medar yapmak için koca kâinatý enva'ýyla, erkânýyla, zîhayata musahhar bir hizmetkâr, bir mesken, bir meþher, bir ziyafetgâh yaptýktan sonra, zîhayatlarýn çeþit çeþit, binlerce enva'larýnýn nüshalarýný o derece teksirini istiyor ki; kavak ve karaaðaç gibi meyvesizlerin bir kýsým yapraklarýndan her bir yapraðý, bir tabur sineklere yani havada zikreden zîhayatlara hem beþik, hem rahm-ý mader, hem erzaklarýnýn mahzeni yaptýðý halde; bu zînetli semavatý ve bu nurani yýldýzlarý sahipsiz, hayatsýz, ruhsuz, sekenesiz, boþ, hâlî, faydasýz yani melaikesiz, ruhanîsiz býraksýn? Hâþâ, melekler ve ruhanîler adedince hâþâ ve kellâ!..

 

Hem hiç mümkün müdür ki: Bir Sâni'-i Hakîm-i Müdebbir, en ehemmiyetsiz bir nebatýn, en küçük bir aðacýn mebdelerini ve müntehalarýný kemal-i intizam içinde mukadderat-ý hayatiyesini çekirdeðinde ve meyvesinde kalem-i kader ile yazmakla beraber, koca baharý birtek aðaç gibi mukaddematýný ve neticelerini kemal-i imtiyaz ve intizam ile yazsa ve en ehemmiyetsiz þeylere de lâkayd kalmazsa; fakat kâinatýn neticesi ve arzýn halifesi ve enva'-ý mahlukatýn nâzýrý ve zabiti olan insanýn çok ehemmiyetli bulunan ef'alini ve harekâtýný yazmasýn, daire-i kaderine almasýn, onlara lâkayd kalsýn? Hâþâ, insanlarýn mizana girecek olan amelleri adedince hâþâ ve kellâ!..

 

Elhasýl, kâinat bütün hakaikýyla baðýrarak diyor:

 

sh: » (Þ: 38)

 

آمَنْتُ بِاللّهِ وَ مَلئِكَتِهِ وَ كُتُبِهِ وَ رُسُلِهِ وَ بِالْيَومِ اْلآخِرِ وَ بِالْقَدَرِ خَيْرِهِ وَ شَرِّهِ مِنَ اللّهِ تَعَالَى وَ الْبَعْثُ بَعْدَ الْمَوْتِ حَقٌّ اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ وَ اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدً رَسُولَُ اللّهِ صَلَّى اللّهُ عَلَيْهِ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ وَ اِخْوَانِهِ وَ سَلَّمَ آمِينَ

 

 

 

TEVHÝDÝ BÝR MÜNACAT VE MUKADDÝMESÝ

 

Hazret-i Ýmam-ý Ali Radýyallahü Anh ve Kerremallahu Vechehu, Kaside-i Celcelutiye'sinde kerametkârane Risâle-i Nur'dan haber verdiði yerde Risâle-i Nur'u Siracünnur ve Siracüssürc namlarýyla tesmiye ederek, Risâle-i Nur'un üç ismine iki isim ilâve etmesi cihetiyle ve bu risalede Siracünnur namý tekrarý münasebetiyle, bu risalenin âhirinde Ýmam-ý Ali Radýyallahü Anh'ýn en mühim bir münacatýný iki derece tevsi' ederek onun ulvî lisanýyla ve dilimizi onun bir dili hesabýyla istimal edip, bu gelen münacatý dergâh-ý Vâhid-i Ehad'e takdim ederiz.

 

 

 

sh: » (Þ:39)

 

Münacat

 

 

 

اَللّهُمَّ اِنَّهُ لَيْسَ فِى السَّموَاتِ دَوَرَاتٌ وَ نُجُومٌ مُحَرَّكَاتٌ سَيَّارَاتٌ وَ لاَ فِى الْجَوِّ السَّحَابَاتٌ وَ بُرُو قٌ مُسَبِّحَاتٌ وَ رَعَدَاتٌ وَ لاَ فىِ اْلاَرْضِ غَمَرَاتٌ وَ حَيَوَانَاتٌ وَ عَجَائِبُ مَصْنُوعَاتٍ. وَ لاَ فِى الْبِحَارِ قَطَرَاتٌ وَ سَمَكَاتٌ وَ غَرَائِبُ مَخْلُوقَاتٍ. وَ لاَ فِى الْجِبَالِ حَجَرَاتٌ وَ نَبَاتَاتٌ وَ مُدَّخَرَاتُ مَعْدَنِيَّاتٍ. وَ لاَ فِى اْلاَشْجَارِ وَرَقَاتٌ وَ زَهَرَاتٌ مُزَيَّنَاتٌ وَ ثَمَرَاتٌ. وَ لاَ فِى اْلاَجْسَامِ حَرَكَاتٌ وَ الآتٌ وَ مُنَظَّمَاتُ جِهَازَاتٍ. وَ لاَ فِى الْقُلُوبِ خَطَرَاتٌ وَ اِلْهَامَاتٌ وَ مُنَوَّرَاتُ اِعْتِقَادَاتٍ اِلاَّ وَ هِىَ كُلُّهَا عَلَى وُجُوبِ وُجودِكَ شَاهِدَاتٌ وَ عَلَى وَ حْدََانِيَّتِكَ دَالاّتٌ وَ فِى مُلْكِكَ مُسَخَّرَاتٌ فَبِاالْقُدْرَةِ الَّتِى سَخَّرْتَ بِهَا اْلاَرَضِينَ وَ السَّموَاتِ سَخِّرْلِى نَفْسِى وَ سَخِّرْ لِى مَطْلُوبِ وَ سَخِّرْ لِى لِرَسَائِلِ النُّورِ لِخِدْمَةِ الْقُرْآنِ وَ اْلاِيمَانِ قُلُوبَ عِبَادِكَ وَ قُلُوبَ الْمَخْلُوقَاتِ الرُّوحَانِيَّاتِ مِنَ الْعُلْوِيَّاتِ وَ السُّفْلِيَّاتِ يَا سَمِيعُ يَا قَرِيبُ يَا مُجِيبُ الدَّعَوَاتِ وَ الْحَمْدُ ِللّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ.

 

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

Gast
Dieses Thema wurde nun für weitere Antworten gesperrt.
×
×
  • Neu erstellen...