Zum Inhalt springen
Qries Qries Qries Qries Qries Qries

28. Lema


EMRE

Empfohlene Beiträge

Yirmisekizinci Lem'a

 

[bazý kýsýmlarý buraya dercedilen bu Risalenin tamamý, teksir Lem'alar mecmûasýnda neþredilmiþtir.]

 

Ýkinci Nükte

 

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ

 

وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَاْلاِنْسَ اِلاَّ لِيَعْبُدُونِ *مَا اُرِيدُ مِنْهُمْ مِنْ رِزْقٍ وَمَا اُرِيدُ اَنْ يُطْعِمُونِ *اِنَّ اللَّهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ اْلمَتِينُ

 

Þu âyet-i kerimenin zâhir mânâsý çok tefsirlerin beyanýna göre yüksek i'caz-ý Kur'anîyi göstermediðinden, çok zaman zihnime iliþiyordu. Kur'anýn feyzinden gelen gâyet güzel ve yüksek mânâlarýndan üç veçhini icmalen beyan edeceðiz.

 

Birincisi: Cenab-ý Hak, Resulüne ait olabilecek bazý halleri, Resulünü tekrim ve teþrif noktasýnda bazen kendine isnad eder.

 

Ýþte burada da: "Resulüm size vazife-i Risalet ve teblið-i ubûdiyet hizmetine mukabil sizden bir ecir ve ücret ve mükâfat, bir it'am istemez." mânâsýnda, "Ben sizi ibadet için halketmiþim; bana rýzk vermek ve it'am etmek için deðil." mealindeki âyet, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a ait it'am ve irzaký murad etmek gerektir. Yoksa gâyet bedihî bir malûmu i'lam kabilinden olur; i'caz-ý Kur'anýn belâgatýna uygun gelmez.

 

 

 

 

 

Ýkinci Vecih: Ýnsan rýzka çok mübtela olduðu için, rýzka çalýþmak bahanesi, ubûdiyete

 

mani tevehhüm edip, kendine bir özür bulmamak için

 

sh: » (L:255)

 

âyet-i kerime diyor ki: "Siz ubûdiyet için halkolunmuþsunuz. Netice-i hilkatiniz ubûdiyettir. Rýzka çalýþmak, emr-i Ýlahî noktasýnda bir nevi ubûdiyettir. Benim mahlûkatým ve rýzýklarýný deruhde ettiðim nefisleriniz ve iyaliniz ve hayvanatýnýzýn rýzkýný tedarik etmek, âdeta bana ait rýzk ve it'amý ihzar etmek için yaratýlmamýþsýnýz. Çünki Rezzak benim. Sizin müteallikatýnýz olan ibadýmýn rýzkýný ben veriyorum. Siz bunu bahane edip ubûdiyeti terketmeyiniz!" Eðer bu mânâ olmazsa Cenab-ý Hakk'a rýzýk vermek ve it'am etmek muhaliyeti bedihî ve malûm olduðundan, i'lam-ý malûm kabilinden olur. Ýlm-i Belâgat'ta bir kaide-i mukarreredir ki: Bir kelâmýn mânâsý malûm ve bedihî ise, o mânâ murad deðil, onun bir lâzýmý, bir tâbii muraddýr. Meselâ, sen birisine desen: "Sen hâfýzsýn." O, malûmunu i'lam kabilinden olur. Demek maksud mânâsý budur ki: "Ben senin hâfýz olduðunu biliyorum." Bildiðimi bilmediði için ona bildiriyorum.

 

Ýþte bu kaideye binaen, âyet Cenab-ý Hakk'a rýzýk vermeyi ve it'am etmeyi nefyetmekten kinaye olan mânâ þudur: "Bana ait olup ve rýzýklarýný taahhüd ettiðim mahlûkatýma rýzýk yetiþtirmek için halkolunmamýþsýnýz. Belki asýl vazifeniz ubûdiyettir. Evamirime göre rýzka çabalamak da bir nevi ibadettir."

 

Üçüncü Vecih: Sure-i Ýhlas'ta nasýlki لَمْ يَلِدْ وَ لَمْ يُولَدْ zâhir mânâsý malûm ve bedihî olduðundan, o mânânýn bir lâzýmý muraddýr. Yâni: "Valide ve veledi bulunanlar, ilah olamazlar." mânâsýnda ve Hazret-i Ýsa (A.S.) ve Üzeyr (A.S.) ve melaike ve nücumlarýn ve gayr-ý hak mabudlarýn uluhiyetlerini nefyetmek kasdýyla ezelî ve ebedî mânâsýnda Cenab-ý Hakk'ýn لَمْ يَلِدْ وَ لَمْ يُولَدْ gâyet bedihî ve malûm hükmettiði gibi, aynen onun gibi, bu misalimizde de "rýzk ve it'am kabiliyeti olan eþya, ilah ve mabud olamazlar" mânâsýnda Mabudunuz olan Rezzak-ý Zülcelâl sizden kendine rýzýk istemez ve siz onu it'am için yaratýlmamýþsýnýz mealindeki âyet; rýzka muhtaç ve it'am edilen mevcudat, mabudiyete lâyýk deðiller, demektir.

 

Said Nursî

 

* * *

 

 

 

sh: » (L: 256)

 

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ

 

اَوْ هُمْ قَائِلُونَ

 

Re'fet, اَوْ هُمْ قَائِلُونَ âyet-i celilesindeki قَائِلُونَ kelimesinin mânâsýný merak edip sormasý münasebetiyle ve hapiste sabah namazýndan sonra sairler gibi yatmasýndan gelen rehavet dolayýsýyla, elmas gibi kalemini atalete uðratmamak için yazýlmýþtýr. Uyku üç nevidir:

 

Birincisi: Gayluledir ki, fecirden sonra tâ vakt-i kerahet bitinceye kadardýr. Bu uyku, rýzkýn noksaniyetine ve bereketsizliðine Hadîsçe sebebiyet verdiði için, hilaf-ý sünnettir. Çünki rýzýk için sa'yetmenin mukaddematýný ihzar etmenin en münasib zamaný, serinlik vaktidir. Bu vakit geçtikten sonra bir rehavet ârýz olur. O günkü sa'ye ve dolayýsýyla da rýzka zarar verdiði gibi, bereketsizliðe de sebebiyet verdiði, çok tecrübelerle sabit olmuþtur.

 

Ýkincisi: Feyluledir ki, ikindi namazýndan sonra maðribe kadardýr. Bu uyku ömrün noksaniyetine, yâni uykudan gelen sersemlik cihetiyle o günkü ömrü nevm-âlûd, yarý uyku, kýsacýk bir þekil aldýðýndan maddî bir noksaniyet gösterdiði gibi, mânevî cihetiyle de o gün hayatýnýn maddî ve mânevî neticesi ekseriya ikindiden sonra tezahür ettiðinden, o vakti uyku ile geçirmek, o neticeyi görmemek hükmüne geçtiðinden, güya o günü yaþamamýþ gibi oluyor.

 

Üçüncüsü: Kayluledir ki, bu uyku sünnet-i Seniyyedir. Duha vaktinden, öðleden biraz sonraya kadardýr. Bu uyku, gece kýyamýna sebebiyet verdiði için sünnet olmakla beraber, Ceziret-ül Arab'da vakt-üz zuhr denilen þiddet-i hararet zamanýnda bir ta'til-i eþgal, âdet-i kavmiye ve muhitiye olduðundan, o sünnet-i Seniyyeyi daha ziyade kuvvetlendirmiþtir. Bu uyku, hem ömrü, hem rýzký tezyide medârdýr. Çünki yarým saat kaylule, iki saat gece uykusuna muadil gelir. Demek ömrüne hergün bir buçuk saat ilâve ediyor. Rýzýk için çalýþmak müddetine, yine bir buçuk saati ölümün kardeþi olan uykunun elinden kurtarýp yaþatýyor ve çalýþmak zamanýna ilâve ediyor.

 

Said Nursî

 

* * *

 

 

 

sh: » (L: 257)

 

"Bu da güzeldir"

 

اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَ اَلْفُ اَلْفِ سَلاَمٍ عَلَيْكَ يَا رَسُولَ اللّهِ

 

cümlesi, namaz tesbihatýnda okunurken inkiþaf eden lâtif bir nükteyi uzaktan uzaða gördüm. Tamamýný tutamadým, fakat iþaret nev'inden bir iki cümlesini söyleyeceðim. Gördüm ki: Gece âlemi, dünyanýn yeni açýlmýþ bir menzili gibidir. Yatsý namazýnda o âleme girdim. Hayalin fevkalâde inbisatýndan ve mahiyet-i insaniyenin bütün dünya ile alâkadarlýðýndan, koca dünyayý o gecede bir menzil gibi gördüm. Zîhayatlar ve insanlar o derece küçüldüler, görünmeyecek derecede küçüldüler. Yalnýz o menzili þenlendiren ve ünsiyetlendiren ve nurlandýran tek þahsiyet-i maneviye-i Muhammediyeyi (A.S.M.) hayalen müþahede ettim. Bir adam yeni bir menzile girdiði zaman, menzildeki zatlara selâm ettiði gibi, "Binler selâm (Haþiye) sana Ya Resulallah!" demeye bir arzuyu içimde coþar buldum. Güya bütün ins ve cinin adedince selâm ediyorum, yâni sana tecdid-i biat, memuriyetini kabul ve getirdiðin kanunlarýna itaat ve evamirine teslim ve taarruzumuzdan selâmet bulacaðýný selâm ile ifade edip, benim dünyamýn eczalarý, zîþuur mahluklarý olan umum cin ve insi konuþturup, herbirerlerinin namýna bir selâmý, mezkûr mânâlarla takdim ettim. Hem o getirdiði nur ve hediye ile, benim bu dünyamý tenvir ettiði gibi, herkesin bu dünyadaki dünyalarýný tenvir ediyor, nimetlendiriyor diye, o hediyesine þâkirane bir mukabele nev'inden "Binler salavat sana insin!" dedim. Yâni senin bu iyiliðine karþý biz mukabele edemiyoruz, belki Hâlýkýmýzýn hazine-i Rahmetinden gelen ve semavat ehlinin adedince Rahmetler sana gelmesini niyaz ile þükranýmýzý izhar ediyoruz, mânâsýný hayalen hissettim.

 

 

 

O Zat-ý Ahmediye (A.S.M.) ubûdiyeti cihetiyle -halktan Hakk'a teveccühü hasebiyle- Rahmet mânâsýndaki salâtý ister. Risaleti cihetiyle -Hak'tan halka elçiliði haysiyetiyle- selâm ister. Nasýlki cin ve ins adedince selâ

 

_______________________________

 

(Haþiye): Zat-ý Ahmediyeye (A.S.M.) gelen Rahmet, umum ümmetin ebedî zamandaki ihtiyacatýna bakýyor. Onun için gayr-ý mütenahî salât yerindedir. Acaba, dünya gibi koca büyük ve gafletle karanlýklý, vahþetli ve hâlî bir haneye birisi girse; ne kadar tedehhüþ, tevahhuþ, telaþ eder; ve birden o haneyi tenvir ederek enis, munis, habib, mahbub bir Yaver-i Ekrem sadýrda görünüp, o hanenin Mâlik-i Rahîm-i Kerimini o hanenin her eþyasýyla tarif edip tanýttýrsa ne kadar sevinç, ünsiyet, sürur, ýþýk, ferah verdiðini kýyas ediniz. Zat-ý Risaletteki salavatýn kýymetini ve lezzetini takdir ediniz!

 

sh: » (L:258)

 

ma lâyýk ve cin ve ins adedince umumî tecdid-i biatý takdim ediyoruz. Öyle de, semavat ehli adedince, hazine-i Rahmetten herbirinin namýna bir salâta lâyýktýr. Çünki getirdiði nur ile herbir þeyin kemali görünür ve herbir mevcudun kýymeti tezahür eder ve herbir mahlukun vazife-i Rabbaniyesi müþahede olunur ve herbir masnu'daki makasýd-ý Ýlahiye tecelli eder. Onun için herbir þey, lisan-ý hal ile olduðu gibi, lisan-ý kali de olsaydý, "

 

الصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلَيْكَ يَارَسُولَ اللَّهْ diyecekleri kat'î olduðundan biz umum onlarýn namýna اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَالْفُ اَلْفِ سَلاَمٍ عَلَيْكَ يَارَسُولَ اللَّهْ بِعَدَدِ الْجِنِّ وَالاِنْسِ وَبِعَدَدِ الْمَلَكِ وَالنُّجُومِ manen deriz.

 

فَيَكْفِيكَ اَنَّ اللّهَ صَلَّى بِنَفْسِهِ وَ اَمْلاَكَهُ صَلَّتْ عَلَيْهِ وَ سَلَّمَتْ

 

Said Nursî

 

* * *

 

Aziz kardeþim!

 

Vahdet-ül vücuda dair bir parça izahat istiyorsunuz. Bu mes'eleye dair Otuzbirinci Mektub'un bir Lem'asýnda, Hazret-i Muhyiddin'in bu mes'eledeki fikrine karþý gâyet kuvvetli ve izahlý bir cevap vardýr. Þimdilik bu kadar deriz ki:

 

Bu mes'ele-i vahdet-ül vücudu þimdiki insanlara telkin etmek, ciddî zarar verir. Nasýlki teþbihat ve temsiller, havassýn elinden avamýn eline ve ilmin elinden cehlin eline girse, hakikat telakki edilir. (Haþiye) Öyle de vahdet-ül vücud mes'elesi gibi hakaik-i ulviye, ehl-i gaflet ve esbab içine dalan avamlara girse, tabîat telakki edilir ve üç mühim zarar verir:

 

 

 

Birincisi: Vahdet-ül vücudun meþrebi, Cenab-ý Hak hesabýna kâinatý âdeta inkâr etmek iken, avama girdikçe, gafil avamlara, hususan maddiyyun fikirleriyle âlûde olan fikirlere girdikçe, kâinat ve maddiyat hesabýna uluhiyeti inkâr yoluna gider.

 

Ýkincisi: Vahdet-ül vücud meþrebi, masiva-yý Ýlahînin Rubûbiyetini

 

__________________________________

 

(Haþiye): Nasýlki iki melaike, teþbihin sýrrý münasebetiyle Sevr ve Hût tesmiye edilen, avamca koca bir öküz ve koca bir balýk telakki edilmiþtir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

sh: » (L:259)

 

 

 

Ýkincisi:Vahdet-ül vücud mertebesi meþrebi, mâsivâ-yý Ýlâhinin rubûbiyetini o derece þiddetle reddeder ki, masivayý inkâr ve ikiliði ref'ediyor. Deðil nüfus-u emmarenin, belki herbir þeyin müstakil vücudunu görmemek iken, bu zamanda fikr-i tabîatýn istilâsýyla ve gurur ve enaniyetin nefs-i emmareyi þiþirmesiyle ve âhireti ve Hâlýký bir derece unutmak cihetiyle bazý nüfus-u emmare küçük birer firavun, âdeta nefsini mabud ittihaz etmek istidadýnda bulunan insanlara vahdet-ül vücudu telkin etmek, nefs-i emmareyi "el'iyazübillah" öyle þýmartýr ki, ele avuca sýðmaz.

 

Üçüncüsü: Tegayyür, tebeddül, tecezzi, tahayyüzden mukaddes, münezzeh, müberra, muallâ olan Zat-ý Zülcelâl'in vücub-u vücuduna ve tekaddüs ve tenezzühüne muvafýk düþmeyen tasavvurata sebebiyet verir ve telkinat-ý bâtýlaya medâr olur. Evet vahdet-ül vücuddan bahseden; fikren seradan süreyyaya çýkarak, kâinatý arkasýnda býrakýp nazarýný Arþ-ý A'lâ'ya diken, istiðrakî bir surette kâinatý madum sayýp herþeyi doðrudan doðruya kuvvet-i îman ile Vâhid-i Ehad'dan görebilir. Yoksa kâinatýn arkasýnda durup kâinata bakan ve önünde esbabý gören ve ferþten nazar eden, elbette esbab içinde boðulup, tabîat bataklýðýna düþmek ihtimali var. Fikren Arþ'a çýkan, Celaleddin-i Rûmî gibi diyebilir: "Kulaðýný aç! Herkesten iþittiðin sözleri, fýtrî fonoðraflar gibi Cenab-ý Hak'tan iþitebilirsin." Yoksa, Celaleddin gibi bu derece yükseðe çýkamayan ve Ferþ'ten Arþ'a kadar mevcudatý âyine þeklinde görmeyen adama, "Kulak ver, herkesten Kelâmullah'ý iþitirsin" desen, manen Arþ'tan Ferþ'e sukut eder gibi, hilaf-ý hakikat tasavvurat-ý bâtýlaya giriftar olur!..

 

قُلِ اللّهُ ثُمَّ ذَرْهُمْ فِى خَوْضِهِمْ يَلْعَبُونَ * مَا للِتُّرَابِ وَ لِرَبِّ اْلاَرْبَابِ

 

سُبْحَانَ مَنْ تَقَدَّسَ عَنِ اْلاَشْبَاهِ ذَاتُهُ وَتَنَزَّهَتْ عَنْ مُشَابَهَةِ اْلاَمْثَالِ صِفَاتُهُ وَشَهِدَ عَلَى رُبُوبِيَّتِهِ آيَاتُهُ جَلَّ جَلاَلُهُ وَلاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ

 

Said Nursî

 

Bir Suale Cevap

 

Mustafa Sabri ile Musa Bekuf'un efkârlarýný müvazene etmek için vaktim müsaid deðildir. Yalnýz bu kadar derim ki: "Birisi ifrat etmiþ, diðeri tefrit ediyor." Mustafa Sabri gerçi müdafaatýnda Musa Bekuf'e nisbeten haklýdýr, fakat Muhyiddin gibi ulûm-u Ýslâmiyenin bir mu'cizesi bulunan bir zatý tezyifte haksýzdýr. Evet Muhyiddin, kendisi hâdî ve makbuldür. Fakat her kitabýnda mühdî ve mürþid olamýyor. Hakaikte çok

 

sh: » (L:260)

 

zaman mizansýz gittiðinden, kavaid-i Ehl-i Sünnete muhâlefet ediyor. Ve bazý kelâmlarý, zâhiri dalâlet ifade ediyor fakat kendisi dalâletten müberrâdýr. Bazen kelâm küfür görünür, fakat sahibi kâfir olamaz. Mustafa Sabri bu noktalarý nazara almamýþ. Kavaid-i Ehl-i Sünnete taassub cihetiyle bazý noktalarda tefrit etmiþ. Musa Bekuf ise, ziyade teceddüde taraftar ve asrîliðe mümaþatkâr efkârýyla çok yanlýþ gidiyor. Bazý hakaik-i Ýslâmiyeyi yanlýþ teviller ile tahrif ediyor. Ebu-l Alâ-i Maarrî gibi merdud bir adamý, muhakkikînlerin fevkinde tuttuðundan ve kendi efkârýna uygun gelen Muhyiddin'in Ehl-i Sünnete muhâlefet eden mes'elelerine ziyade tarafdarlýðýndan, ziyade ifrat ediyor. قَالَ مُحْيِى الدِّينْ : تَحْرُمُ مُطَالَعَةُ كُتُبِنَا عَلَى مَنْ لَيْسَ مِنَّا yâni: "Bizden olmayan ve makamýmýzý bilmeyen, kitablarýmýzý okumasýn, zarar görür." Evet bu zamanda Muhyiddin'in kitablarý, hususan vahdet-ül vücuda dair mes'elelerini okumak, zararlýdýr.

 

Said Nursî

 

* * *

 

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ

 

Nev-i beþerin aðlanacak gülmelerine, endiþe-i istikbal ve akibet-bînlik adesesiyle, gâyet þaþaalý bir gece bayramýnda, hapishane penceresinden bakarken, nazar-ý hayalime inkiþaf eden bir vaziyeti beyan ediyorum. Sinemada, eski zamanda mezaristanda yatanlarýn vaziyet-i hayatiyeleri göründüðü gibi, yakýn bir istikbalde mezaristan ehli olanlarýn, müteharrik cenazelerini görmüþ gibi oldum. O gülenlere aðladým. Birden bir tevahhuþ, bir acýmak hissi geldi. Aklýma döndüm, hakikattan sordum: "Bu hayal nedir?" Hakikat dedi ki: "Elli sene sonra, bu kemal-i neþ'e ile gülen ve eðlenen zavallýlardan, elliden beþi, beli bükülmüþ yetmiþ yaþlý ihtiyarlar gibi; kýrkbeþi, mezaristanda çürümüþ bulunacaklar. O güzel sîmâlar, o neþ'eli gülmeler, zýdlarýna inkýlab etmiþ olacaklar. كُلُّ آتٍ قَرِيبٌ kaidesiyle; madem yakýnda gelecek þeylerin gelmiþ gibi görülmesi bir derece hakikattýr; elbette gördüðün hayal deðildir. Madem dünyanýn gafletkârane gülmeleri, böyle aðlanacak acý hallerin perdesidir ve muvakkat ve zevale maruzdur; elbette bîçare insanlarýn ebedperest kalbini ve aþk-ý bekaya meftun olan ruhunu güldürecek, sevindirecek, meþru dairesinde ve müteþekkirane, huzurkârane, gafletsiz, masumane eðlence

 

sh: » (L:261)

 

lerdir ve sevab cihetiyle bâki kalan sevinçlerdir. Bunun içindir ki, bayramlarda gaflet istilâ edip, gayr-ý meþru daireye sapmamak için, rivayetlerde zikrullaha ve þükre çok azîm tergibat vardýr. Tâ ki; bayramlarda o sevinç ve sürur nimetlerini þükre çevirip, o nimeti idame ve ziyadeleþtirsin. Çünki þükür, nimeti ziyadeleþtirir, gafleti kaçýrýr.

 

Said Nursî

 

* * *

 

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ

 

اِنَّ النَّفْسَ َلاَمَّارَةٌ بِالسُّوءِ

 

Meali: (Haþiye) "Nefis daima kötü þeylere sevkeder." âyetinin, hem de اَعْدَى عَدُوِّكَ نَفْسُكَالَّتِى بَيْنَ جَنْبَيْكَ mânâ-yý þerifi: "Senin en zararlý düþmanýn nefsindir." Hadîsinin bir nüktesidir.

 

 

 

Tezkiyesiz nefs-i emmaresi bulunmak þartýyla kendi nefsini beðenen ve seven adam, baþkasýný sevmez. Eðer zâhirî sevse de samimî sevemez, belki ondaki menfaatini ve lezzetini sever. Daima kendini beðendirmeye ve sevdirmeye çalýþýr ve kusuru nefsine almaz; belki avukat gibi kendini müdafaa ve tebrie eyler. Mübalaðalar ile, belki yalanlarla nefsini medh ü tenzih ederek âdeta takdis eder ve derecesine göre مَنِ اتَّخَذَ اِلهَهُ هَوَيهُ âyetinin bir tokadýný yer. Temeddühü ve sevdirmesi ise, aks-ül amel ile istiskali celbeder, soðuk düþürtür. Hem amel-i uhrevîde ihlâsý kaybeder, riyayý karýþtýrýr. Akibeti görmeyen ve neticeleri düþünmeyen ve lezzet-i hazýraya mübtela olan hisse ve heva-yý nefse maðlub olup, yolunu þaþýrmýþ hissin fetvasýyla, bir saat lezzet için bir sene hapiste yatar. Bir dakika gurur veya intikam yüzünden on sene ceza görür. Âdeta ders aldýðý Amme Cüz'ünü bir tek þekerlemeye satan hevaî bir çocuk gibi, elmas kýymetinde bulunan hasenatýný, hissini okþamak için ve hevasýný memnun etmek için ve hevesini tatmin etmek için, ehemmiyetsiz cam parçalarý hükmündeki lezzetlere, enaniyetlere vesile edip, kârlý iþlerde hasaret eder.

 

اَللّهُمَّ احْفَظْنَا مِنْ شَرِّ النَّفْسِ وَالشَّيْطَانِ وَمِنْ شَرِّ الْجِنِّ وَاْلاِنْسَانِ

 

____________________________________

 

(Haþiye): Bu parçanýn da, herkese faidesi var.

 

* * *

 

sh: » (L:262)

 

SUAL: Kýsa bir zamandaki küfre mukabil, hadsiz bir zaman Cehennem'de hapis nasýl adâlet olur?

 

ELCEVAP: Sene, üçyüz altmýþbeþ gün hesabýyla, bir dakikada katl, yedi milyon sekiz yüz seksen dört bin dakika hapis iktizasý kanun-u adâlet iken; bir dakika küfür, bin katl hükmünde olduðundan, yirmi sene ömrünü küfürle geçiren ve küfür ile ölen bir adam, kanun-u adâletle elli yedi trilyon ikiyüz bir milyar iki yüz milyon sene beþerin kanun-u adâletiyle hapse müstehak olur. Elbette خَالِدِينَ فِيهَا اَبَدًا adâlet-i Ýlahî ile vech-i muvafakatý bundan anlaþýlýyor.

 

Birbirinden gâyet uzak iki adedin sýrr-ý münasebeti þudur ki: Katl ve küfür, tahrib ve tecavüz olduðu için, gayre tesirat yapar. Bir dakikada katl, lâakal zâhirî âdete göre onbeþ sene maktulün hayatýný selbeder, onun yerine hapse girer. Bir dakika küfür, binbir Esmâ-i Ýlahîyi inkâr ve nukuþlarýný tezyif ve kâinatýn hukukuna tecavüz ve kemalâtýný inkâr ve hadsiz delail-i vahdaniyeti tekzib ve þEhadetlerini reddetmek olduðundan.. kâfiri, binler seneden ziyade esfel-i safilîne atar, خَالِدِينَ de hapseder.

 

Said Nursî

 

* * *

 

Manidar bir tevâfuk-u lâtife

 

Risale-i Nur þakirdlerini ittiham ettikleri ve cezalarýný istedikleri 163. maddesine, Risale-i Nur müellifinin medresesine, yüzelli bin lira verilmesine dair lâyihanýn, 200 meb'ustan 163 meb'usun adedine tevâfuk edip, manen o tevâfuk diyor ki: Hükûmet-i Cumhuriyenin 163 meb'usun takdirkârane imzalarý, 163. madde-i kanuniyenin hükmünü, onun hakkýnda ibtal ediyor.

 

Hem yine manidar bir tevâfukat-ý lâtifedendir ki, Risale-i Nur'un 128 parçasý, 115 parça kitab ediyor. Risale-i Nur'un þakirdlerinin ve müellifinin mebde-i tevkifi olan 27/Nisan/1935 tarihi ile, mahkemenin karar ve hüküm tarihi olan 19/Aðustos/1935 tarihi olmasýna nazaran, 115 gün olup, Risale-i Nur kitablarý adedine tevâfuk etmekle beraber, istintak edilen, 115 suçlu gösterilen eþhasýn da

 

sh: » (L:263)

 

adedine tam tamýna tevâfuk ettiði gibi.. gösteriyor ki: Risale-i Nur müellifinin ve þakirdlerinin baþýna gelen musîbet, bir dest-i inayetle tanzim ediliyor. (Haþiye)

 

 

 

* * *

 

Bu Lem'anýn baþýnda Ýmam-ý Ali (R.A.), Risale-i Nur'a iþaret ettiðinden, bir kardeþimiz heyecanlý bir iþtiyakla Risale-i Nur'a, Elmas, Cevher, Nur ismini takýp tekrar ederek yazmýþtý. Bu Lem'anýn âhirinde derci münasib görüldü:

 

Takva dairesinde bulunan talebe deli de olsa, acaba Risale-i Nur'un ve kýymetli elmasýn nurundan ayrýlabilir mi? Öyle tahmin ederim ki: Risale-i Nur'un bu âciz talebeniz kadar kerametini, faziletini, lezzetini yiyen, tatlý meyvesinden koparan nadirdir. Hem bu kadar âcizliðim ile beraber, Risale-i Nur'a hizmet edemediðim halde göstermiþ olduðunuz teveccühe medyun-u þükraným. Binaenaleyh Risale-i Nur'dan bendeniz deðil, hiç bir talebeniz o mübarek elmastan ve lezzetten ayrýlamaz. Affýnýza maðruren Risale-i Nur'un bu defaki taharriyatýnda iki kerameti meydana aynen çýkmýþtýr. Hapishane içerisinde polis, jandarma ve gardiyanlar müdhiþ arama yaparken, o esnada hiç kimse görmeden, yedi sekiz yaþýnda, hemþiremin mahdumu, mekteb çantasýnýn içerisine Risale-i Nur'un nüshalarýný koyarak alýp gitmiþtir. Arama, bendenizin odasýnda idi. Çocuk odaya geldi, odada telaþ görünce, odanýn bir tarafýnda ayrýca duran Risale-i Nur'larý çantasýna koydu ve içerideki memurlarýn hiçbirisi farkýna varmadý, çocuða da birþey demediler. Fedakâr çocuk doðruca validesine gidiyor. "Dayýmýn daima bize okuduðu Risale-i Nur'larý getirdim. Bunlarý alacaklarmýþ. Ben onlarýn haberi olmadan, onlar baþka mektub, kitab karýþtýrýrlarken aldým, çantama koydum. Bunlarý iyice bir yere koyunuz, muhafaza ediniz. Ben bunlarýn okunmasýný çok seviyorum. Dayým bize bunlarý okuyordu. O okurken ben baþka bir hâlet kesbediyordum." diye validesine söylüyor ve mektebine avdet ediyor. Bu sayede Elmas, Cevher, Nurlar ele geçmemiþ oluyor. Bu keramet deðil de nedir? Kur'anî bir mu'cize deðil de nedir? Acaba bu fazilet, acaba bu lezzet, acaba bu Elmas, Cevher, hangi te'lifatta vardýr ki, bu Elmas, Cevher, Nurlar, þimdiye kadar hangi zatýn aðzýndan dökülmüþtür. Ben de; hapis deðil, bu Elmas, Cevher, Nurlar için her an, her dakika, her fedakârlýðý memnuniyetle kabul ederim.

 

_______________________________

 

(Haþiye): Cây-ý dikkattir ki: Risale-i Nur þakirdlerinin tevkiflerinin bir kýsmý 25/Nisan/1935 tarihinde baþlamýþ olup, kararnamede suçlu gösterilen 117 kimse ise de, ikisinin ismi mükerrer olmasýna nazaran bu suretle þakirdlerin adedi 117 adedine o kýsmýn tevkifinden hüküm tarihine kadar 117 gün olmakla tevâfuk edip, evvelki tevâfukata bir letafet daha katmýþtýr.

 

sh: » (L:264)

 

Benden sonra bu Elmas, Cevher, Nurlar yoluna evlâdým Emin de bütün hayatýný sarfetmeye hazýrdýr.

 

Ýþte bu Elmas, Cevher, Nur'un ikinci kerametini isbat ile, üç yaþýndan sekiz yaþýna kadar akrabalarým ve evlâdým, bu Elmas, Cevher, Nurlar için fedakârane ve bu yolda hayatlarýný hiç düþünmeden feda edeceklerini isbat ederim. Çünki bu Elmas, Cevher, Nur'u okurken hepsi baþýma toplandý. Onlarý sevdim ve birer çay verdim; bu Elmas, Cevher, Nur'u okumaða devam ettim. Hepsi birden "Bu nedir? Bu yazý nasýl yazýdýr?" sordular. Ben de dedim: "Bu Elmas, Cevher, Nur'dur!" diye bunlara okumaða baþladým. Onuncu Söz'ü okurken saatler geçmiþ. Çocuklar merakýndan, anlayamadýklarý zaman hemen bendenize soruyorlardý. Ben de bu Elmas, Cevher, Nur'u onlarýn anlayabileceði þekilde izah ederken çocuklarýn renkleri, renk renk oluyordu ve güzelleþiyordu. Bendeniz de çocuklarýn yüzüne baktýkça hepsinde ayrý ayrý nurlu Said görüyordum. Suallerinde "Nur hangisi? Cevher hangisi ve Elmas hangisi?" diye sorduklarýnda; "Evet Nur, bunu okumaktýr. Bak sizde bir güzellik meydana geldi." Onlar da birbirinin yüzüne baktýlar tasdik ettiler. "Ya elmas nedir? Bu sözleri yazmaktýr." O zaman, yâni yazdýðýnýz zaman sizin yazýlarýnýz elmas gibi kýymetli olur. Tasdik ettiler. "Ya cevher nedir? Ýþte o da bu kitabdan aldýðýnýz îmandýr." Hepsi birden þEhadet getirdiler. Bu sohbette üç dört saat geçmiþ, bendeniz farkýna varmadým.

 

Ýþte Elmas, Cevher, Nur budur dedim. Tasdik ettiler. Hepsi birden bana bakýyorlardý ve "Bunu kim yazdý?" diyorlardý.

 

Âciz talebeniz

 

Þefik

 

* * *

 

Zekâi'nin Rü'yasý

 

Bu sabah rü'yamda, Ýstanbul'un Tophane sahiline benzer saf ve berrak bir deniz kenarýndayým. Kuþluk zamanýnda olduðunu zannettiðim Güneþ'in ziyasý, o derya-yý azîmin üzerinde hoþ parýltýlar husule getiriyor. Ben deryaya müteveccihim. Denizin orta ve cenubu tarafýndan yüze yüze sahile gelen bir genç, omuzundaki bir sabaný sahile çýkardý. Orada bütün kardeþlerimize (tahliyeden sonra) istikbal edilmekteler iken, sahil boyunu takiben, garbdan dolu dizgin iki atlý geliyor. "Üstad geliyor!" dediler. Bu izdiham yarýldý, hiç durmaksýzýn bu mühib yaðýz atlý ve esmer çehreli iki zat, þarka doðru uzaklaþtýlar. Ben, o deryaya dalmak üzere iken uyandým.

 

Zekâi

 

* * *

 

 

 

 

 

sh: » (L:265)

 

 

 

Tarafgirane ve Risale-i Nur'a rakibane söylenen sözlere mukabildir.

 

Ger medhetmekse tefahurla kendinizi maksadýn

 

Risale-i Nur'un en sönük yýldýzýnýn peykisiniz

 

Zinhar seyyare zannetme kardeþim, Risale-i Nur'un

 

Arz deðil, Âfitab dahi peykidir onun

 

Pek yakýnda parlayacaktýr âlemde Risale-i Nur

 

Sönmez, belki gizlenir, zira nurun alâ nur

 

Bir nur ki, bahr-ý hakikat ve mahz-ý hidayettir o

 

مَنْ اَصْحَابُ الصِّرَاطِ السَّوِىِّ وَ مَنِ اهْتَدَى yý oku.

 

Hak'tan olmaz þikayet, belki maksad hikâyet

 

Þer'in üzere giderken Hakk'a malûm

 

Risale-i Nur'a ki, eylemiþtim hem de hizmet

 

Risale-i Nur ki, Aliyy-ül Murtaza ve Gavs-ý Azam

 

Celcelutiye'de ve bazý kasaidde etmiþler iþaret

 

Risale-i Nur ki, urvet-ül vüska, lenfisam

 

Temessük etmiþtim zira, hem hidayet ve ayn-ý hakikat

 

Koydular bizleri ki, orada durmuþtu Yûsuf Aleyhisselâm

 

Hem de beraberimizde idi Hazret-i Üstad.

 

Halil Ýbrahim

 

* * *

 

 

 

Yirmisekizinci Lem'anýn Yirmisekizinci Nüktesi

 

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ

 

لاَ يَسَّمَّعُونَ اِلَى اْلَمَلاِ اْلاَعْلَى وَيُقْذَفُونَ مِنْ كُلِّ جَانِبٍ* دُحُورًا وَلَهُمْ عَذَابٌ وَاصِبٌ اِلاَّ مَنْ خَطِفَ اْلخَطْفَةَ فَاَتْبَعَهُ شِهَابٌ ثَاقِبٌ *

 

وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَاءَ الدُّنْيَا ِبمَصَابِيحَ وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشَّيَاطِينِ

 

gibi âyetlerin mühim bir nüktesi, ehl-i dalâletin bir tenkidi münasebetiyle beyan edilecek. Þöyle ki:

 

sh: » (L:266)

 

Cin ve þeytanýn casuslarý, semavat haberlerine kulak hýrsýzlýðý yapýp, gaybî haberleri getirerek, kâhinler ve maddiyyunlar ve bazý ispirtizmacýlar gibi, gaibden haber vermelerini, nüzul-ü vahyin bidayetinde vahye bir þübhe getirmemek için onlarýn o daimî casusluðu, o zaman daha ziyade þahablarla recm ve men'edildiðine dair olan mezkûr âyetler münasebetiyle gâyet mühim üç baþlý bir suale muhtasar bir cevapdýr.

 

Sual: Þu gibi âyetlerden anlaþýlýyor ki, cüz'î ve bazen þahsî bir hâdise-i gaybiyeyi de haber almak için, gâyet uzak bir mesafe olan semavat memleketine casus þeytanlarýn sokulmasý ve o çok geniþ memleketin her tarafýnda o cüz'î hâdisenin bahsi varmýþ gibi; hangi þeytan olsa, hangi yere sokulsa, yarým yamalak o haberi iþitecek, getirecek diye bir mânâyý akýl ve hikmet kabul etmiyor. Hem nass-ý âyetle, semavatýn üstünde bulunan Cennet'in meyvelerini bazý ehl-i Risalet ve ehl-i keramet, yakýn bir yerden alýr gibi alýyormuþ. Bazen yakýndan Cennet'i temaþa ediyormuþ diye nihayet uzaklýk nihayet yakýnlýk içinde bir mes'eledir ki, bu asrýn aklýna sýðmaz? Hem cüz'î bir þahsýn cüz'î bir ahvali; küllî ve geniþ olan semavat memleketindeki Mele-i A'lâ'nýn medâr-ý bahsi olmasý, gâyet hakîmane olan tedvir-i kâinatýn hikmetine muvafýk gelmiyor? Halbuki bu üç mes'ele de hakaik-i Ýslâmiyeden sayýlýyor?

 

Elcevap: Evvelâ: Onbeþinci Söz namýndaki bir Risalede, "yedi basamak" namýnda, yedi kat'î mukaddeme ile,

 

وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَاءَ الدُّنْيَا ِبمَصَابِيحَ وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشَّيَاطِينِ

 

âyetinin ifade ettiði, yýldýzlarla þeytan casuslarýnýn semavattan ref' ve tardý, öyle bir surette isbat edilmiþ ki, en muannid maddiyyunu dahi ikna eder, susturur ve kabul ettirir.

 

Sâniyen: Bu uzak zannedilen o üç hakikat-ý Ýslâmiyeyi, kýsa zihinlere yakýnlaþtýrmak için bir temsil ile iþaret edeceðiz. Meselâ: Bir hükûmetin daire-i askeriyesi memleketin þarkýnda ve daire-i adliyesi garbýnda ve daire-i maarifi þimalinde ve daire-i ilmiyesi cenubunda ve daire-i mülkiyesi ortasýnda bulunsa; telsiz telefon, telgrafla, gâyet muntazam bir surette her daire alâkadar olduðu vaziyetleri görse, haber alsa; âdeta umum o memleket, adliye dairesi olduðu halde, askerî dairesidir ve mülkiye dairesi olduðu gibi, ilmiye dairesi oluyor.

 

 

 

 

 

sh: » (L:267)

 

Hem meselâ: Müteaddid devletler ve ayrý ayrý payitahtlarý bulunan hükûmetlerin bazen oluyor ki, müstemlekât cihetiyle veya imtiyazat haysiyetiyle veya ticaretler münasebetiyle bir tek memlekette ayrý ayrý hâkimiyetlikleri bulunur. Raiyet ve millet bir olduðu halde, herbir hükûmet, kendi imtiyazý cihetiyle, o raiyetle münasebetdardýr. Birbirinden çok uzak o hükûmetlerin muamelatý, birbirine temas ediyor. Her hanede birbirine yakýnlaþýyor ve her adamda iþtirakleri oluyor. Cüz'î mes'eleleri, temas noktalarýndaki cüz'î bir dairede görülür. Yoksa her cüz'î bir mes'ele, daire-i külliyeden alýnmýyor, fakat o cüz'î mes'elelerden bahsedildiði zaman, doðrudan doðruya daire-i külliyenin kanunuyla olduðu cihetiyle daire-i külliyeden alýnýyor gibi ve o dairede medâr-ý bahsolunmuþ bir mes'ele þekli verilir tarzda ifade edilir.

 

Ýþte bu iki temsil gibi, semavat memleketi, payitaht ve merkez itibariyle gâyet uzak olduðu halde, Arz memleketinde insanlarýn kalblerine uzanmýþ mânevî telefonlarý olduðu gibi, semavat âlemi, yalnýz âlem-i cismanîye bakmýyor; belki âlem-i ervâhý ve âlem-i melekûtu tazammun ettiðinden, bir cihette perde altýnda âlem-i þEhadeti ihata etmiþtir. Hem âlem-i bâkiden ve dâr-ý bekadan olan Cennet dahi, hadsiz uzaklýðýyla beraber, yine o daire-i tasarrufatý, perde-i þEhadet altýnda, her tarafta nuranî bir surette uzanmýþ, yayýlmýþ. Sâni-i Hakîm-i Zülcelâl'in hikmetiyle, kudretiyle, nasýlki insanýn baþýnda yerleþtirdiði duygularýnýn merkezleri ayrý ayrý olduðu halde, herbiri umum o vücuda, o cisme hükmediyor ve daire-i tasarrufuna alabiliyor. Öyle de; bu insan-ý ekber olan kâinat dahi, mütedâhil ve birbiri içinde bulunan daireler gibi, binler âlemleri ihtiva ediyor. Onlarda cereyan eden ahvalin ve hâdiselerin küllî ve cüz'iyeti ve hususiyeti ve azameti cihetiyle medâr-ý nazar olur, yâni o cüz'ler, cüz'î ve yakýn yerlerde ve küllî ve azametliler küllî ve büyük makamlarda görülür. Fakat bazen cüz'î ve hususî bir hâdise, büyük bir âlemi istila eder. Hangi köþede dinlenilse, o hâdise iþitilir. Ve bazen da büyük tahþidat, düþmanýn kuvvetine karþý deðil, belki izhar-ý haþmet için yapýlýr. Meselâ: Hâdise-i Muhammediye (A.S.M.) ve vahy-i Kur'anýn hâdise-i kudsiyesi, umum semavat memleketinde, hatta o memleketin her köþesinde en mühim bir hâdise olduðundan, doðrudan doðruya çok uzak ve çok yüksek olan koca semavatýn burçlarýna nöbetdarlar dizilip, yýldýzlardan mancýnýklarý atarak, casus þeytanlarý tard ve def'ediyorlar vaziyetinde göstermek ve ifade etmekle, vahy-i Kur'anînin derece-i haþmetini ve þaþaa-i saltanatýný ve hiçbir cihette þübhe girmeyen derece-i hakkaniyetini ilâna bir iþaret-i Rabbaniye olarak, o vakitte ve o asýrda daha ziyade yýldýzlar düþürülüyormuþ ve atýlýyormuþ. Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan dahi, o ilân-ý tekvinîyi tercüme edip ilân ediyor ve o iþaret-i semaviyeye

 

sh: » (L:268)

 

iþaret eder. Evet bir melaikenin üfürmesiyle uçurulabilir olan casus þeytanlarý, böyle bir iþaret-i azîme-i semaviye ile, melaikelerle mübareze ettirmek, elbette o vahy-i Kur'anînin haþmet-i saltanatýný göstermek içindir. Hem bu haþmetli olan beyan-ý Kur'anî ve azametli tahþidat-ý semaviye ise; cinîlerin, þeytanlarýn, semavat ehlini mübarezeye ve müdafaaya sevkedecek bir iktidarlarý, bir müdafaalarý bulunduðunu ifade için deðil, belki kalb-i Muhammedîden (A.S.M.) tâ semavat âlemine, tâ Arþ-ý Azam'a kadar olan uzun yolda, hiçbir yerde cin ve þeytanýn müdahâleleri olmamasýna iþaret için, vahy-i Kur'anî, koca semavatta, umum melaikece medâr-ý bahsolan bir hakikattýr ki, bir derece ona temas etmek için, þeytanlar tâ semavata kadar çýkmaya mecbur olup, hiçbir þeye muvaffak olamayarak recmedilmesiyle iþaret ediyor ki; kalb-i Muhammedîye (A.S.M.) gelen vahy ve huzur-u Muhammediyeye (A.S.M.) gelen Cebrail ve nazar-ý Muhammedîye (A.S.M.) görünen hakaik-i gaybiye, saðlam ve müstakimdir, hiçbir cihetle þüphe girmez diye Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan mu'cizane haber veriyor.

 

Amma Cennet'in uzaklýðýyla beraber âlem-i bekadan olduðu halde en yakýn yerlerde görülmesi ve bazen ondan meyve alýnmasý ise; evvelki iki temsil sýrrýyla anlaþýldýðý gibi, bu âlem-i fâni ve âlem-i þEhadet ise âlem-i gayba ve dâr-ý bekaya bir perdedir. Cennet'in merkez-i kübrasý uzakta olmakla beraber, âlem-i misal âyinesi vasýtasýyla her tarafta görünmesi mümkün olduðu gibi, hakkalyakîn derecesindeki îmanlar vasýtasýyla, Cennet'in bu âlem-i fânide -temsilde hata olmasýn- bir nevi müstemlekeleri ve daireleri bulunabilir ve kalb telefonuyla yüksek ruhlar ile muhabereleri olabilir, hediyeleri gelebilir.

 

Amma bir daire-i külliyenin cüz'î bir hâdise-i þahsiye ile meþgul olmasý, yâni kâhinlere gaybî haberleri getirmek için þeytanlar, tâ semavata çýkýp kulak veriyorlar, yarým yamalak yanlýþ haberler getiriyorlar diye tefsirlerdeki ifadelerin bir hakikatý þu olmak gerektir ki: Semavat memleketinin payitahtýna kadar gidip o cüz'î haberi almak deðildir. Belki cevv-i havaya dahi þümulü bulunan semavat memleketinin -teþbihte hata yok- karakol haneleri hükmünde bazý mevkileri var ki, o mevkilerde Arz memleketi ile münasebetdarlýk oluyor; cüz'î hâdiseler için, o cüz'î makamlardan kulak hýrsýzlýðý yapýyorlar. Hatta kalb-i insanî dahi o makamlardan birisidir ki, melek-i ilham ile þeytan-ý hususî o mevkide mübareze ediyorlar. Ve hakaik-i îmaniye ve Kur'aniye ve hâdisat-ý Muhammediye (A.S.M.) ise, ne kadar cüz'î de olsa, en büyük, en küllî bir hâdise-i mühimme hükmünde en küllî bir daire olan Arþ-ý Azam'da ve daire-i

 

 

 

sh: » (L:269)

 

semavatta -(temsilde hata olmasýn)- mukadderat-ý kâinatýn mânevî ceridelerinde neþrolunuyor gibi her köþede medâr-ý bahsoluyor, diye beyan ile beraber, kalb-i Muhammedî'den (A.S.M.) tâ daire-i Arþ'a varýncaya kadar ise, hiçbir cihetle müdahâle imkâný olmadýðýndan, semavatý dinlemekten baþka, þeytanlarýn çaresi kalmadýðýný ifade ile, vahy-i Kur'anî ve Nübüvvet-i Ahmediye (A.S.M.) ne derece yüksek bir derece-i hakkaniyette olduðunu ve hiçbir cihetle hilaf ve yanlýþ ve hile ona yanaþmak mümkün olmadýðýný, gâyet belîgane belki mu'cizane ilân etmek ve göstermektir.

 

Said Nursî

 

 

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

Gast
Dieses Thema wurde nun für weitere Antworten gesperrt.
×
×
  • Neu erstellen...