Zum Inhalt springen
Qries Qries Qries Qries Qries Qries

29. Mektup


EMRE

Empfohlene Beiträge

Yirmidokuzuncu Mektub

 

[Yirmidokuzuncu Mektub "Dokuz Kýsým"dýr. Bu kýsým, Birinci Kýsýmdýr; "Dokuz Nükte"dir.]

 

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ

 

وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

 

Aziz, sýddýk kardeþim ve hizmet-i Kur'aniyede pek ciddî bir arkadaþým!

 

Bu defaki mektubunda, vaktim ve halim müsaade etmediði mühim bir mes'eleye dair cevab istiyorsun.

 

Kardeþim, bu sene elhamdülillah risaleleri yazanlar pek çoðalmýþ. Ýkinci tashih bana geliyor. Sabahtan akþama kadar sür'atli bir tarzda meþgul oluyorum. Çok mühim iþlerim de geri kalýyor ve bu vazifeyi daha azîm görüyorum. Hususan Þaban ve Ramazanda, akýldan ziyade kalb hissedardýr, ruh hareket eder. Þu mes'ele-i azîmeyi baþka vakte ta'lik edip, ne vakit Cenâb-ý Hakk'ýn rahmetinden kalbe sünuhat gelse, tedricen size yazýlýr. Þimdilik "Üç Nükte"yi (Hâþiye) beyan edeceðim:

 

Birinci Nükte: "Kur'an-ý Hakîm'in esrarý bilinmiyor, müfessirler hakikatýný anlamamýþlar." diye beyan olunan fikrin iki yüzü var ve onu diyen, iki taifedir.

 

Birincisi: Ehl-i hak ve ehl-i tedkiktir. Derler ki: "Kur'an, bitmez ve tükenmez bir hazinedir. Her asýr nusus ve muhkematýný teslim ve kabul ile beraber, tetimmat kabilinden hakaik-i hafiyesinden dahi hissesini alýr; baþkasýnýn gizli kalmýþ hissesine iliþmez." Evet zaman geçtikçe, Kur'an-ý Hakîm'in daha ziyade hakaiki inkiþaf eder demektir. Yoksa hâþâ ve kellâ selef-i sâlihînin beyan ettikleri hakaik-i zâhiriye-i Kur'aniyeye þüphe getirmek deðil. Çünki onlara îman lâzýmdýr. Onlar nasstýr, kat'îdir,

 

________________________________

 

(Hâþiye): Bilâhare Dokuz Nükteye tamamlanmýþtýr.

 

 

 

sh: » (M: 415)

 

esastýrlar, temeldirler. Kur'an عَرَبِىّ ٌ مُبِينٌ fermanýyla mânasý vazýh olduðunu bildirir. Baþtan baþa hitab-ý Ýlâhî, o mânalar üzerine döner, takviye eder, bedahet derecesine getirir. O mensus mânalarý kabul etmemekten, hâþâ sümme hâþâ, Cenâb-ý Hakk'ý tekzib ve Hazret-i Risalet'in fehmini tezyif etmek çýkar. Demek maânî-i mensusa, müteselsilen menba'-ý Risaletten alýnmýþtýr. Hattâ Ýbn-i Cerir-i Taberî bütün maânî-i Kur'aný muan'an sened ile müteselsilen menba'-ý Risalete îsal etmiþ ve o tarzda, mühim ve büyük tefsirini yazmýþ.

 

Ýkinci Taife: Ya akýlsýz bir dosttur, kaþ yapayým derken göz çýkarýyor veya þeytan akýllý bir düþmandýr ki, ahkâm-ý Ýslâmiye ve hakaik-i îmaniyeye karþý gelmek istiyor. Kur'an-ý Hakîm'in -senin tabirinle- birer polat kal'asý hükmünde olan surlu sureleri içinde yol bulmak istiyor. Böyleler, hâþâ hakaik-i îmaniye ve Kur'aniyeye þüphe îras etmek için bu nevi sözleri iþaa ediyorlar.

 

Ýkinci Nükte: Cenâb-ý Hak, Kur'anda çok þeylere kasem etmiþ. Kasemat-ý Kur'aniyede çok büyük nükteler var, çok sýrlar var.

 

Meselâ: وَالشَّمْسِ وَضُحَيهَا da kasem, Onbirinci Söz'deki muhteþem temsilin esasýna iþaret eder. Kâinatý bir saray ve bir þehir suretinde gösterir.

 

Hem يس* وَالْقُرْآنِ اْلحَكِيمِ deki kasem ile, i'cazat-ý Kur'aniyenin kudsiyetini ve ona kasem edilecek bir derece-i hürmette olduðunu ihtar eder.

 

وَ النّجْمِ اِذَا هَوَى * فَلاَ اُقْسِمُ ِبمَوَاقِعِ النُّجُومِ *وَاِنَّهُ لَقَسَمٌ لَوْ تَعْلَمُونَ عَظِيمٌ

 

deki kasem; yýldýzlarýn sukutuyla vahye þüphe îrâs etmemek için cin ve þeytanlarýn gaybî haberlerden kesilmelerine alâmet olduðuna iþaret etmekle beraber; yýldýzlarý dehþetli azametleriyle ve kemal-i intizam ile yerlerine yerleþtirmek ve seyyaratlarý hayret-engiz bir surette döndürmekteki azamet-i kudret ve kemal-i hikmeti, o kasem ile ihtar ediyor.

 

وَالذَّارِيَاتِ * وَالْمُرْسَلاَتِ

 

sh: » (M: 416)

 

daki kasemde; havanýn temevvücatý ve tasrifatý içinde mühim hikmetleri ihtar etmek için, rüzgârlara memur melâikelere kasem ile nazar-ý dikkati celbediyor ki, tesadüfî zannolunan unsurlar, çok nazik hikmetleri ve ehemmiyetli vazifeleri görüyorlar. Ve hâkeza... Herbir mevkiin, ayrý ayrý nüktesi ve faidesi vardýr. Vakit müsaid olmadýðý için, yalnýz icmalen وَ التِّينِ وَ الزَّيْتُونِ kasemindeki çok nüktelerinden bir nükteye iþaret edeceðiz. Þöyle ki:

 

Cenâb-ý Hak, tîn ve zeytin ile kasem vasýtasýyla, azamet-i kudretini ve kemal-i rahmetini ve büyük nimetlerini ihtar ederek, esfel-i sâfilîn tarafýna giden insanýn yüzünü o taraftan çevirip, þükür ve fikir ve îman ve amel-i sâlih ile tâ a'lâ-yý illiyyîne kadar terakkiyat-ý maneviyeye mazhar olabilmesine iþaret ediyor. Nimetler içinde tîn ve zeytinin tahsisinin sebebi; o iki meyvenin çok mübarek ve nâfi' olmasý ve hilkatlerinde de, medar-ý dikkat ve nimet çok þeyler bulunmasýdýr. Çünki hayat-ý içtimaiye ve ticariye ve tenviriye ve gýda-yý insaniye için zeytin en büyük bir esas teþkil ettiði gibi; incirin hilkati, zerre gibi bir çekirdekte koca incir aðacýnýn cihazatýný saklayýp dercetmek gibi, bir hârika mu'cize-i kudreti gösterdiði gibi; taamýnda, menfaatinde ve ekser meyvelere muhalif olarak devamýnda ve daha sair menafiindeki nimet-i Ýlâhiyeyi kasem ile hatýra getiriyor. Buna mukabil, insaný îman ve amel-i sâlihe çýkarmak ve esfel-i sâfilîne düþürmemek için bir ders veriyor.

 

Üçüncü Nükte: Surelerin baþlarýndaki huruf-u mukattaa Ýlâhî bir þifredir. Has abdine, onlarla bazý iþaret-i gaybiye veriyor. O þifrenin miftahý, o abd-i hastadýr, hem onun veresesindedir. Kur'an-ý Hakîm mâdem her zaman ve her taifeye hitab ediyor; her asrýn her tabakasýnýn hissesini câmi' çok mütenevvi' vücuhlarý, manalarý olabilir. Selef-i Sâlihîn ise, en hâlis parça onlarýndýr ki, beyan etmiþler. Ehl-i velayet ve tahkik, seyr ü sülûk-u ruhaniyeye ait çok muamelât-ý gaybiye iþaratýný onlarda bulmuþlar. Ýþarat-ül Ý'caz Tefsirinde, "El-Bakara" Suresinin baþýnda, i'caz-ý belâgat noktasýnda bir nebze onlardan bahsetmiþiz; müracaat edilsin.

 

Dördüncü Nükte: Kur'an-ý Hakîm'in hakikî tercümesi kabil

 

sh: » (M: 417)

 

olmadýðýný Yirmibeþinci Söz isbat etmiþtir. Hem manevî i'cazýndaki ulviyet-i üslûb ise, tercümeye gelmez. Manevî i'cazýnda olan ulviyet-i üslûb cihetinden gelen zevk ve hakikatý beyan ve ifham etmek pek müþkil. Fakat yolu göstermek için bir-iki cihete iþaret edeceðiz. Þöyle ki:

 

Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan

 

وَمِنْ آيَاتِهِ خَلْقُ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفُ اَلْسِنَتِكُمْ وَ اَلْوَانِكُمْ

 

وَالسَّموَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ * يَخْلُقُكُمْ فِى بُطُونِ اُمَّهَاتِكُمْ خَلْقًا مِنْ بَعْدِ خَلْقٍ فِى ظُلُمَاتٍ ثَلَثٍ * خَلَقَ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضَ فِى سِتَّةِ اَيَّامٍ * يَحُولُ بَيْنَ اْلمَرْءِ وَقَلْبِهِ * لاَ يَعْزُبُ عَنْهُ مِثْقَالُ ذَرَّةٍ * يُولِجُ الّيْلَ فِى النّهَارِ وَيُولِجُ النّهَارَ فِى الّيْلِ وَ هُوَ عَلِيمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ

 

gibi âyetlerle, o derece hârika bir ulviyet-i üslûb ve i'cazkârane bir cem'iyet içinde hallakýyetin hakikatýný hayale tasvir ediyor, gösteriyor ki: "Sâni'-i Âlem olan þu kâinatýn ustasý, iþ baþýnda olarak Þems ve Kamer'i hangi çekiç ile yerlerine çakýyorsa; ayný çekiç ile, ayný anda zerreleri yerlerine -meselâ zîhayatlarýn gözbebeklerinde- yerleþtiriyor. Semavatý hangi ölçü ile, hangi manevî âlet ile tertib edip açýyorsa; ayný anda, ayný tertib ile gözün perdelerini açar, yapar, tanzim eder, yerleþtirir. Hem Sâni'-i Zülcelâl manevî kudretin hangi manevî çekici ile yýldýzlarý göklere çakýyorsa, ayný o manevî çekiç ile, beþerin sîmasýndaki hadsiz alâmet-i farika noktalarýný ve zâhirî ve bâtýnî duygularýný yerlerine nakþediyor" diye ifade eder. Demek o Sâni'-i Zülcelal iþ baþýnda... Ýþlerini hem göze, hem kulaða göstermek için, âyât-ý Kur'aniye ile, bir çekici zerreye vuruyor; ayný âyetin diðer kelimesiyle, o çekici Þems'e vuruyor; merkezine çakar gibi ulvî üslûb ile vahdaniyeti ayn-ý ehadiyet içinde ve nihayet celâli nihayet cemal içinde ve nihayet azameti nihayet hafâ içinde ve nihayet vüs'ati nihayet dikkat içinde ve nihayet haþmeti nihayet rahmet içinde ve nihayet bu'diyeti nihayet kurbiyet içinde gösterir. Muhal telakki edilen cem'-i ezdadýn en uzak mertebesini, vâcib derecesindeki bir suretini

 

sh: » (M: 418)

 

ifade eder, isbat edip gösterir. Ýþte bu tarz ifadesi ve üslûbudur ki; en hârika edibleri, belâgatýna secde ettiriyor.

 

Hem meselâ وَمِنْ آيَاتِهِ اَنْ تَقُومَ السّمَاءُ وَاْلاَرْضُ بِاَمْرِهِ ثُمَّ اِذَا دَعَاكُمْ دَعْوَةً مِنَ اْلاَرْضِ اِذَا اَنْتُمْ تَخْرُجُونَ âyetiyle, þöyle bir üslûb-u âlî ile saltanat-ý rububiyetindeki haþmeti gösterir. Þöyle ki:

 

"Gökler ve zemin; iki muti' kýþla hükmünde ve iki muntazam ordu merkezi suretinde tek bir emirle veya boru gibi bir iþaretle, o iki kýþlada fena ve adem perdesinde yatan mevcudat, o emre kemal-i sür'atle ve itaatle "Lebbeyk!" deyip, meydan-ý haþir ve imtihana çýkarlar."

 

Ýþte haþir ve kýyameti ne kadar mu'cizane bir üslûb-u âlî ile ifade edip ve o davanýn içinde bir delil-i iknaîye iþaret ediyor ki: Bilmüþahede nasýlki zeminin cevfinde saklanmýþ ve ölmüþ hükmündeki tohumlar ve cevv-i semada, ademde ve küre-i havaiyede daðýlmýþ, saklanmýþ katreler; nasýl kemal-i intizam ve sür'atle haþrolup her baharda meydan-ý tecrübe ve imtihana çýkýyorlar; zeminde hububat, semada katarat her vakit bir mahþer-nümun suretini alýrlar; öyle de, haþr-i ekber dahi öyle kolay zuhur eder. Mâdem bunu görüyorsunuz, onu dahi inkâr edemezsiniz. Ve hâkeza... Þu âyetlere, sair âyâttaki derece-i belâgatý kýyas edebilirsiniz. Acaba, þu tarzdaki âyâtýn hakikî tercümesi mümkün müdür? Elbette deðildir! Olsa olsa, ya kýsa bir meal-i icmalî veya âyetin her cümlesi için beþ-altý satýr tefsir yazmak lâzým gelir.

 

Beþinci Nükte: Meselâ "Elhamdülillah" bir cümle-i Kur'aniyedir. Bunun en kýsa mânasý, ilm-i Nahiv ve Beyan kaidelerinin iktiza ettiði þudur:

 

كُلُّ فَرْدٍ مِنْ اَفْرَادِ الْحَمْدِ مِنْ اَىِّ حَامِدٍ صَدَرَ وَعَلَى اَىِّ مَحْمُودٍ وَقَعَ مِنَ اْلاَزَلِ اِلَى اْلاَبَدِ خَاصٌّ وَمُسْتَحِقٌّ لِلذَّاتِ الْوَاجِبِ الْوُجُودِ الْمُسَمّىَ بِاللّهِ

 

sh: » (M: 419)

 

Yani: "Ne kadar hamd ve medh varsa, kimden gelse, kime karþý da olsa, ezelden ebede kadar hastýr ve lâyýktýr o Zât-ý Vâcib-ül Vücud'a ki, Allah denilir." Ýþte "ne kadar hamd varsa", "el-i istiðrak"tan çýkýyor. "Her kimden gelse" kaydý ise, "hamd" masdar olup fâili terk edildiðinden, böyle makamda umumiyeti ifade eder. Hem mef'ulün terkinde, yine makam-ý hitabîde külliyet ve umumiyeti ifade ettiði için, "her kime karþý olsa" kaydýný ifade ediyor. "Ezelden ebede kadar" kaydý ise; fi'lî cümlesinden ismî cümlesine intikal kaidesi, sebat ve devama delalet ettiði için, o manayý ifade ediyor. "Has ve müstehak" manasýný "Lillah"taki "lâm-ý cer" ifade ediyor. Çünki o "lâm", ihtisas ve istihkak içindir. "Zât-ý Vâcib-ül Vücud" kaydý ise; vücub-u vücud, Ulûhiyetin lâzým-ý zarurîsi ve Zât-ý Zülcelâl'e karþý bir ünvan-ý mülahaza olduðundan, "Lafzullah" sair esmâ ve sýfâta câmiiyeti ve ism-i azam olduðu itibariyle, delalet-i iltizamiye ile delalet ettiði gibi; Vâcib-ül Vücud ünvanýna dahi, o delalet-i iltizamiye ile delalet ediyor.

 

Ýþte, "Elhamdülillah" cümlesinin en kýsa ve ulema-yý Arabiyece müttefek-un aleyh bir manâ-yý zâhirîsi þöyle olursa, baþka bir lisana o i'caz ve kuvvetle nasýl tercüme edilebilir?

 

Hem elsine-i âlem içinde lisan-ý nahvî Arabî'den baþka birtek lisan var; o da hiçbir vakit Arab lisanýnýn câmiiyetine yetiþemez. Acaba o câmi' ve i'cazdarane olan lisan-ý nahvî ile mu'cizekârane bir surette ve her ciheti birden bilir, irade eder bir ilm-i muhit içinde zuhur eden kelimat-ý Kur'aniye; sair elsine-i terkibiye ve tasrifiye vasýtasýyla, zihni cüz'î, þuuru kýsa, fikri müþevveþ, kalbi karanlýklý bazý insanlarýn kelimat-ý tercümiyesi nasýl o mukaddes kelimat yerini tutabilir? Hattâ diyebilirim ve belki isbat edebilirim ki: Herbir harf-i Kur'an, bir hakaik hazinesi hükmüne geçer; bazan birtek harf, bir sahife kadar hakikatlarý ders verir.

 

Altýncý Nükte: Bu manayý tenvir için, kendi baþýmdan geçmiþ nurlu bir hali ve hakikatlý bir hayali söylüyorum. Þöyle ki:

 

Bir vakit اِيّاكَ نَعْبُدُ وَاِيّاكَ نَسْتَعِينُ deki nun-u mütekellim-i maalgayrý düþündüm ve mütekellim-i vahde sîgasýndan "Na'büdü" sîgasýna intikalin sebebini kalbim aradý. Birden, namazdaki cemaatin fazileti ve sýrrý, o nun'dan inkiþaf etti.

 

sh: » (M: 420)

 

Gördüm ki: Namaz kýldýðým o Bayezid Câmiindeki cemaatle iþtirakimi ve herbiri benim bir nevi þefaatçim hükmüne ve kýraatýmda izhar ettiðim hükümlere ve davalara birer þahid ve birer müeyyid gördüm. Nâkýs ubudiyetimi, o cemaatin büyük ve kesretli ibadatý içinde dergâh-ý Ýlâhiyeye takdime cesaret geldi. Birden bir perde daha inkiþaf etti: Yani Ýstanbul'un bütün mescidleri ittisal peyda etti. O þehir, o Bayezid Câmii hükmüne geçti. Birden, onlarýn dualarýna ve tasdiklerine manen bir nevi mazhariyet hissettim. Onda dahi; rûy-i zemin mescidinde, Kâ'be-i Mükerreme etrafýnda dairevî saflar içinde kendimi gördüm. اَلْحَمْدُ لِلّهِ رَبِّ اْلعَالَمِينَ dedim. Benim bu kadar þefaatçilerim var; benim namazda söylediðim herbir sözü aynen söylüyorlar, tasdik ediyorlar. Mâdem hayalen bu perde açýldý; Kâ'be-i Mükerreme mihrab hükmüne geçti. Ben bu fýrsattan istifade ederek o saflarý iþhad edip, tahiyyatta getirdiðim, اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ وَ اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّهِ olan îmanýn tercümanýný mübarek Hacer-ül Esved'e tevdi' edip emanet býrakýyorum derken, birden bir vaziyet daha açýldý. Gördüm ki: Dâhil olduðum cemaat üç daireye ayrýldý:

 

Birinci Daire: Rûy-i zeminde mü'minler ve muvahhidîndeki cemaat-ý uzma.

 

Ýkinci Daire: Baktým, umum mevcudat, bir salât-ý kübrada, bir tesbihat-ý uzmada, her taife kendine mahsus salavat ve tesbihat ile meþgul bir cemaat içindeyim. "Vezaif-i Eþya" tabir edilen hidemat-ý meþhude, onlarýn ubudiyetlerinin ünvanlarýdýr. O halde "Allahü Ekber" deyip hayretten baþýmý eðdim, nefsime baktým:

 

Üçüncü bir daire içinde, hayret-engiz zâhiren ve keyfiyeten küçük, hakikaten ve vazifeten ve kemmiyeten büyük, bir küçük âlemi gördüm ki zerrat-ý vücudiyemden tâ havass-ý zâhiriyeme kadar, taife taife vazife-i ubudiyetle ve þükraniye ile meþgul bir cemaat gördüm. Bu dairede, kalbimdeki latife-i Rabbaniyem, اِيّاكَ نَعْبُدُ وَاِيّاكَ نَسْتَعِينُ o cemaat namýna diyor. Nasýl, evvelki iki cemaatte de lisaným, o iki cemaat-ý uzmâyý niyet ederek demiþti.

 

sh: » (M: 421)

 

Elhâsýl: "Na'büdü" nun'u, þu üç cemaate iþaret ediyor. Ýþte bu halette iken birden Kur'an-ý Hakîm'in tercümaný ve mübelliði olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn, Medine-i Münevvere denilen manevî minberinde, þahsiyet-i maneviyesi, haþmetiyle temessül ederek, يَا اَيُّهَا النّاسُ اعْبُدُوا رَبَّكُمْ hitabýný, mânen herkes gibi ben de iþitip; o üç cemaatte herkes benim gibi اِيَّاكَ نَعْبُدُ ile mukabele ediyor tahayyül ettim. اِذَا ثَبَتَ الشَّيْءُ ثَبَتَ بِلَوَازِمِهِ kaidesince, þöyle bir hakikat fikre göründü ki:

 

Mâdem bütün âlemlerin Rabbi, insanlarý muhatab ittihaz edip, umum mevcudatla konuþur ve þu Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, o hitab-ý izzeti, nev'-i beþere belki umum zîruha ve zîþuura teblið ediyor. Ýþte bütün mazi ve müstakbel, zaman-ý hazýr hükmüne geçti; bütün nev'-i beþer bir mecliste, saflarý muhtelif bir cemaat þeklinde olarak; o hitab, o suretle onlara ediliyor. O vakit herbir âyât-ý Kur'aniye; gayet haþmetli ve vüs'atli bir makamdan, gayet kesretli ve muhtelif ve ehemmiyetli muhatabýndan, nihayetsiz azamet ve celâl sahibi Mütekellim-i Ezelî'den ve makam-ý mahbubiyet-i uzma sahibi Tercüman-ý Âlîþanýndan aldýðý bir kuvvet-i ulviyet, cezalet ve belâgat içinde; parlak, hem pek parlak bir nur-u i'cazý içinde gördüm. O vakit, deðil umum Kur'an; ya bir sure, yahut bir âyet, belki herbir kelimesi birer mu'cize hükmüne geçti: "Elhamdülillahi alâ nûr-il îman ve-l Kur'an" dedim. O ayn-ý hakikat olan hayalden "Na'büdü" nûn'una girdiðim gibi çýktým ve anladým ki: Kur'anýn deðil âyetleri, kelimeleri, belki Nun-u Na'büdü gibi bazý harfleri dahi mühim hakikatlarýn nurlu anahtarlarýdýr.

 

Kalb ve hayal, o Nûn-u Na'büdü'den çýktýktan sonra, akýl karþýlarýna çýktý, dedi: "Ben de hisse isterim. Sizin gibi uçamam. Ayaklarým delildir, hüccettir. Ayný نَعْبُدُ ve نَسْتَعِينُ de, Mabud ve Müsteân olan Hâlýk'a giden yolu göstermek lâzýmdýr ki, sizin ile gelebileyim." O vakit kalbe þöyle geldi ki: De o mütehayyir akla:

 

 

 

sh: » (M: 422)

 

Bak kâinattaki bütün mevcudata; zîhayat olsun, camid olsun, kemal-i itaat ve intizam ile vazife suretinde ubudiyetleri var. Bir kýsmý þuursuz, hissiz olduklarý halde, gayet þuurkârane, intizamperverane ve ubudiyetkârane vazife görüyorlar. Demek bir Mabud-u Bilhak ve bir Âmir-i Mutlak vardýr ki, bunlarý ibadete sevkedip istihdam ediyor.

 

Hem bak, bütün mevcudata, hususan zîhayat olanlara.. herbirinin gayet kesretli ve gayet mütenevvi' ihtiyacatý var ve vücud ve bekasýna lâzým pek kesretli, muhtelif matlublarý var; en küçüðüne elleri ulaþmaz, kudretleri yetiþmez. Halbuki o hadsiz matlablarý, ummadýðý yerden, vakt-i münasipte, muntazaman onlarýn ellerine veriliyor ve bilmüþahede görünüyor.

 

Ýþte þu mevcudatýn bu hadsiz fakr ve ihtiyacatý ve bu fevkalâde iânât-ý gaybiye ve imdâdât-ý Rahmaniye bilbedahe gösterir ki: Bir Ganiyy-i Mutlak ve Kerim-i Mutlak ve Kadîr-i Mutlak olan bir hâmi ve râzýklarý vardýr ki, herþey ve her zîhayat ondan istiane eder, meded bekliyor. Manen اِيَّاكَ نَسْتَعِينُ der. O vakit akýl, "Âmennâ ve saddaknâ" dedi.

 

Yedinci Nükte: Sonra o halde اِهْدِنَا الصِّرَاطَ اْلمُسْتَقِيمَ صِرَاطَ الّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ dediðim vakit, baktým ki: Mazi tarafýna göçüp giden kafile-i beþer içinde gayet nuranî, parlak enbiya, sýddýkîn, þüheda, evliya, sâlihîn kafilelerini gördüm ki, istikbal zulümatýný daðýtýp, ebede giden yolda bir cadde-i kübra-yý müstakimde gidiyorlar. Bu kelime beni o kafileye iltihak etmek için yol gösteriyor, belki iltihak ettiriyor. Birden, fesübhanallah dedim. Zulümat-ý istikbali tenvir eden ve kemal-i selâmetle giden bu nuranî kafile-i uzmaya iltihak etmemek, ne kadar hasaret ve helâket olduðunu zerre mikdar þuuru olan bilmesi lâzým. Acaba bid'alarý icad etmekle o kafile-i uzmadan inhiraf eden; nereden nur bulabilir, hangi yoldan gidebilir? Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, rehberimiz ferman etmiþ ki: كُلُّ بِدْعَةٍ ضَلاَلَةٌ وَكُلُّ ضَلاَلَةٍ فِى النَّارِ Acaba bu ferman-ý kat'îye karþý ulema-üs sû' tabirine lâyýk bazý bedbahtlar hangi maslahatý buluyorlar, hangi fetvayý veriyorlar ki; lüzumsuz, zararlý bir

 

sh: » (M: 423)

 

surette þeâir-i Ýslâmiyenin bedihiyyatýna karþý geliyorlar; tebdili kabil görüyorlar? Olsa olsa, muvakkat bir cilve-i manadan gelen bir intibah-ý muvakkat, o ulema-i sû'u aldatmýþtýr. Meselâ: Nasýlki bir hayvanýn veyahut bir meyvenin derisi soyulsa, muvakkat bir zarafet gösterir; fakat az bir zamanda o zarif et ve o güzel meyve, o yabanî ve paslý ve kesif ve ârýzî deri altýnda siyahlanýr, taaffün eder. Öyle de þeair-i Ýslâmiyedeki tabirat-ý Nebeviye ve Ýlâhiye, hayatdar ve sevabdar bir cild, bir deri hükmündedir. Onlarýn soyulmasýyla, maânîdeki bir nuraniyet, muvakkaten çýplak -bir derece- görünür; fakat cildden cüda olmuþ bir meyve gibi, o mübarek mânalarýn ruhlarý uçar, zulmetli kalb ve kafalarda beþerî postunu býrakýp gider.. nur uçar, dumaný kalýr. Her ne ise...

 

Sekizinci Nükte: Buna dair bir düstur-u hakikatý beyan etmek lâzým. Þöyle ki:

 

 

 

Nasýl "hukuk-u þahsiye" ve bir nevi hukukullah sayýlan "hukuk-u umumiye" namýyla iki nevi hukuk var; öyle de: Mesail-i þer'iyede bir kýsým mesail, eþhasa taalluk eder; bir kýsým, umuma, umumiyet itibariyle taalluk eder ki; onlara "Þeair-i Ýslâmiye" tabir edilir. Bu þeairin umuma taalluk cihetiyle umum onda hissedardýr. Umumun rýzasý olmazsa onlara iliþmek, umumun hukukuna tecavüzdür. O þeairin en cüz'îsi (sünnet kabilinden bir mes'elesi) en büyük bir mes'ele hükmünde nazar-ý ehemmiyettedir. Doðrudan doðruya umum âlem-i Ýslâma taalluk ettiði gibi; Asr-ý Saadetten þimdiye kadar bütün eâzým-ý Ýslâmýn baðlandýðý o nuranî zincirleri koparmaya, tahrib ve tahrif etmeye çalýþanlar ve yardým edenler düþünsünler ki, ne kadar dehþetli bir hataya düþüyorlar. Ve zerre miktar þuurlarý varsa, titresinler!..

 

Dokuzuncu Nükte: Mesail-i þeriattan bir kýsmýna "taabbüdî" denilir; aklýn muhakemesine baðlý deðildir; emrolduðu için yapýlýr. Ýlleti, emirdir.

 

Bir kýsmýna "Mâkul-ül mâna" tabir edilir. Yani: Bir hikmet ve bir maslahatý var ki, o hükmün teþriine müreccih olmuþ; fakat sebeb ve illet deðil. Çünki hakikî illet, emir ve nehy-i Ýlâhîdir.

 

Þeairin taabbüdî kýsmý; hikmet ve maslahat onu taðyir edemez, taabbüdîlik ciheti tereccuh ediyor, ona iliþilmez. Yüzbin maslahat gelse onu taðyir edemez. Öyle de: "Þeairin faidesi, yalnýz malûm mesalihtir" denilmez ve öyle bilmek hatadýr. Belki o maslahatlar

 

sh: » (M: 424)

 

ise, çok hikmetlerinden bir faidesi olabilir. Meselâ biri dese: "Ezanýn hikmeti, müslümanlarý namaza çaðýrmaktýr; þu halde bir tüfenk atmak kâfidir." Halbuki o divane bilmez ki, binler maslahat-ý ezaniye içinde o bir maslahattýr. Tüfenk sesi, o maslahatý verse; acaba nev'-i beþer namýna, yahut o þehir ahalisi namýna, hilkat-ý kâinatýn netice-i uzmasý ve nev'-i beþerin netice-i hilkatý olan ilân-ý tevhid ve Rububiyet-i Ýlâhiyeye karþý izhar-ý ubudiyete vasýta olan ezanýn yerini nasýl tutacak?

 

Elhasýl: Cehennem lüzumsuz deðil; çok iþler var ki, bütün kuvvetiyle "Yaþasýn Cehennem!" der. Cennet dahi ucuz deðildir, mühim fiat ister. لاَ يَسْتَوِى اَصْحَابُ النَّارِ وَاَصْحَابُ اْلجَنَّةِ اَصْحَابُ الْجَنَّةِ هُمُ الْفَائِزُونَ ilh...

 

* * *

 

sh: » (M: 425)

 

Ýkinci Risale olan Ýkinci Kýsým

 

Ramazan-ý Þerife dairdir

 

[birinci kýsmýn âhirinde þeair-i Ýslâmiyeden bir nebze bahsedildiðinden þeairin içinde en parlak ve muhteþem olan Ramazan-ý Þerife dair olan bu ikinci kýsýmda, bir kýsým hikmetleri zikredilecektir.

 

Bu Ýkinci Kýsým, Ramazan-ý Þerifin pek çok hikmetlerinden dokuz hikmeti beyan eden "Dokuz Nükte"dir.]

 

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ

 

شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذِى اُنْزِلَ فِيهِ الْقُرْآنُ هُدًى لِلنَّاسِ وَ بَيِّنَاتٍ مِنَ الْهُدَى وَ الْفُرْقَانِ

 

Birinci Nükte: Ramazan-ý Þerifteki savm, Ýslâmiyetin erkân-ý hamsesinin birincilerindendir. Hem þeair-i Ýslâmiyenin âzamlarýndandýr.

 

Ýþte Ramazan-ý Þerifteki orucun çok hikmetleri; hem Cenâb-ý Hakk'ýn Rububiyetine, hem insanýn hayat-ý içtimaiyesine, hem hayat-ý þahsiyesine, hem nefsin terbiyesine, hem niam-ý Ýlâhiyenin þükrüne bakar hikmetleri var.

 

Cenâb-ý Hakk'ýn Rububiyeti noktasýnda orucun çok hikmetlerinden bir hikmeti þudur ki:

 

Cenâb-ý Hak, zemin yüzünü bir sofra-i nimet suretinde halkettiði ve bütün enva'-ý nimeti o sofrada مِنْ حَيْثُ لاَ يَحْتَسِبُ bir tarzda o sofraya dizdiði cihetle, kemal-i Rububiyetini ve rahmaniyet ve rahîmiyetini o vaziyetle ifade ediyor. Ýnsanlar

 

sh: » (M: 426)

 

gaflet perdesi altýnda ve esbab dairesinde o vaziyetin ifade ettiði hakikatý tam göremiyor, bazan unutuyor. Ramazan-ý Þerifte ise, ehl-i îman birden muntazam bir ordu hükmüne geçer. Sultan-ý Ezelî'nin ziyafetine davet edilmiþ bir surette akþama yakýn "Buyurunuz" emrini bekliyorlar gibi bir tavr-ý ubudiyetkârane göstermeleri, o þefkatli ve haþmetli ve külliyetli rahmaniyete karþý, vüs'atli ve azametli ve intizamlý bir ubudiyetle mukabele ediyorlar. Acaba böyle ulvî ubudiyete ve þeref-i keramete iþtirak etmeyen insanlar insan ismine lâyýk mýdýrlar?

 

Ýkinci Nükte: Ramazan-ý Mübareðin savmý, Cenâb-ý Hakk'ýn nimetlerinin þükrüne baktýðý cihetle, çok hikmetlerinden bir hikmeti þudur ki: Birinci Söz'de denildiði gibi, bir padiþahýn matbahýndan bir tablacýnýn getirdiði taamlar bir fiat ister. Tablacýya bahþiþ verildiði halde, çok kýymetdar olan o nimetleri kýymetsiz zannedip onu in'am edeni tanýmamak nihayet derecede bir belahet olduðu gibi, Cenâb-ý Hak hadsiz enva'-ý nimetini nev'-i beþere zemin yüzünde neþretmiþ. Ona mukabil, o nimetlerin fiatý olarak, þükür istiyor. O nimetlerin zâhirî esbabý ve ashabý, tablacý hükmündedirler. O tablacýlara bir fiat veriyoruz, onlara minnetdar oluyoruz; hattâ müstehak olmadýklarý pek çok fazla hürmet ve teþekkürü ediyoruz. Halbuki Mün'im-i Hakikî, o esbabdan hadsiz derecede o nimet vasýtasýyla þükre lâyýktýr. Ýþte ona teþekkür etmek; o nimetleri doðrudan doðruya ondan bilmek, o nimetlerin kýymetini takdir etmek ve o nimetlere kendi ihtiyacýný hissetmekle olur.

 

Ýþte Ramazan-ý Þerif'teki oruç, hakikî ve hâlis, azametli ve umumî bir þükrün anahtarýdýr. Çünki sair vakitlerde mecburiyet tahtýnda olmayan insanlarýn çoðu, hakikî açlýk hissetmedikleri zaman, çok nimetlerin kýymetini derk edemiyor. Kuru bir parça ekmek, tok olan adamlara, hususan zengin olsa, ondaki derece-i nimet anlaþýlmýyor. Halbuki iftar vaktinde o kuru ekmek, bir mü'minin nazarýnda çok kýymetdar bir nimet-i Ýlâhiye olduðuna kuvve-i zaikasý þehadet eder. Padiþahtan tâ en fukaraya kadar herkes, Ramazan-ý Þerifte o nimetlerin kýymetlerini anlamakla bir þükr-ü manevîye mazhar olur. Hem gündüzdeki yemekten memnuiyeti cihetiyle; "O nimetler benim mülküm deðil. Ben bunlarýn tenavülünde hür deðilim; demek baþkasýnýn malýdýr ve in'amýdýr. Onun emrini bekliyorum." diye nimeti nimet bilir; bir þükr-ü manevî eder. Ýþte bu suretle oruç, çok ci-

 

sh: » (M: 427)

 

hetlerle hakikî vazife-i insaniye olan þükrün anahtarý hükmüne geçer.

 

Üçüncü Nükte: Oruç, hayat-ý içtimaiye-i insaniyeye baktýðý cihetle çok hikmetlerinden bir hikmeti þudur ki: Ýnsanlar, maiþet cihetinde muhtelif bir surette halkedilmiþler. Cenâb-ý Hak o ihtilafa binaen, zenginleri fukaralarýn muavenetine davet ediyor. Halbuki zenginler, fukaranýn acýnacak acý hallerini ve açlýklarýný, oruçtaki açlýkla tam hissedebilirler. Eðer oruç olmazsa, nefisperest çok zenginler bulunabilir ki, açlýk ve fakirlik ne kadar elîm ve onlar þefkate ne kadar muhtaç olduðunu idrak edemez. Bu cihette insaniyetteki hemcinsine þefkat ise, þükr-ü hakikînin bir esasýdýr. Hangi ferd olursa olsun, kendinden bir cihette daha fakiri bulabilir. Ona karþý þefkate mükelleftir. Eðer nefsine açlýk çektirmek mecburiyeti olmazsa, þefkat vasýtasýyla muavenete mükellef olduðu ihsaný ve yardýmý yapamaz; yapsa da tam olamaz. Çünki hakikî o haleti kendi nefsinde hissetmiyor.

 

Dördüncü Nükte: Ramazan-ý Þerifteki oruç, nefsin terbiyesine baktýðý cihetindeki çok hikmetlerinden bir hikmeti þudur ki: Nefis, kendini hür ve serbest ister ve öyle telakki eder. Hattâ mevhum bir Rububiyet ve keyfemayeþa hareketi, fýtrî olarak arzu eder. Hadsiz nimetlerle terbiye olunduðunu düþünmek istemiyor. Hususan dünyada servet ve iktidarý da varsa, gaflet dahi yardým etmiþ ise; bütün bütün gasýbane, hýrsýzcasýna nimet-i Ýlâhiyeyi hayvan gibi yutar.

 

Ýþte Ramazan-ý Þerifte en zenginden en fakire kadar herkesin nefsi anlar ki: Kendisi mâlik deðil, memlûktür; hür deðil, abddir. Emir olunmazsa en âdi ve en rahat þeyi de yapamaz, elini suya uzatamaz diye mevhum Rububiyeti kýrýlýr, ubudiyeti takýnýr, hakikî vazifesi olan þükre girer.

 

Beþinci Nükte: Ramazan-ý Þerifin orucu, nefsin tehzib-i ahlâkýna ve serkeþane muamelelerinden vazgeçmesi cihetine baktýðý noktasýndaki çok hikmetlerinden birisi þudur ki: Nefs-i insaniye gafletle kendini unutuyor. Mahiyetindeki hadsiz aczi, nihayetsiz fakrý, gayet derecedeki kusurunu göremez ve görmek istemez. Hem ne kadar zaîf ve zevale maruz ve musibetlere hedef bulunduðunu ve çabuk bozulur daðýlýr et ve kemikten ibaret olduðunu düþünmez. Âdeta polattan bir vücudu var gibi, lâyemûtane kendini ebedî tahayyül eder gibi dünyaya saldýrýr.

 

sh: » (M: 428)

 

Þedid bir hýrs ve tama' ile ve þiddetli alâka ve muhabbet ile dünyaya atýlýr. Her lezzetli ve menfaatli þeylere baðlanýr. Hem kendini kemal-i þefkatle terbiye eden Hâlýkýný unutur. Hem netice-i hayatýný ve hayat-ý uhreviyesini düþünmez; ahlâk-ý seyyie içinde yuvarlanýr.

 

Ýþte Ramazan-ý Þerifteki oruç; en gafillere ve mütemerridlere, za'fýný ve aczini ve fakrýný ihsas ediyor. Açlýk vasýtasýyla midesini düþünüyor. Midesindeki ihtiyacýný anlar. Zaîf vücudu, ne derece çürük olduðunu hatýrlýyor. Ne derece merhamete ve þefkate muhtaç olduðunu derk eder. Nefsin firavunluðunu býrakýp, kemal-i acz ve fakr ile dergâh-ý Ýlâhiyeye ilticaa bir arzu hisseder ve bir þükr-ü manevî eliyle rahmet kapýsýný çalmaða hazýrlanýr. Eðer gaflet kalbini bozmamýþ ise...

 

Altýncý Nükte: Ramazan-ý Þerifin sýyamý, Kur'an-ý Hakîm'in nüzulüne baktýðý cihetle ve Ramazan-ý Þerif, Kur'an-ý Hakîm'in en mühim zaman-ý nüzulü olduðu cihetindeki çok hikmetlerinden birisi þudur ki: Kur'an-ý Hakîm, mâdem Þehr-i Ramazan'da nüzul etmiþ; o Kur'anýn zaman-ý nüzulünü istihzar ile o semavî hitabý hüsn-ü istikbal etmek için Ramazan-ý Þerifte nefsin hacat-ý süfliyesinden ve malayaniyat hâlattan tecerrüd ve ekl ve þürbün terkiyle melekiyet vaziyetine benzemek ve bir surette o Kur'aný yeni nâzil oluyor gibi okumak ve dinlemek ve ondaki hitabat-ý Ýlâhiyeyi güya geldiði ân-ý nüzulünde dinlemek ve o hitabý Resul-i Ekrem (A.S.M.)dan iþitiyor gibi dinlemek, belki Hazret-i Cebrâil'den, belki Mütekellim-i Ezelî'den dinliyor gibi bir kudsî halete mazhar olur. Ve kendisi tercümanlýk edip baþkasýna dinlettirmek ve Kur'anýn hikmet-i nüzulünü bir derece göstermektir.

 

Evet Ramazan-ý Þerifte güya âlem-i Ýslâm bir mescid hükmüne geçiyor; öyle bir mescid ki, milyonlarla hâfýzlar, o mescid-i ekberin kûþelerinde o Kur'aný, o hitab-ý semavîyi Arzlýlara iþittiriyorlar. Her Ramazan شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذِى اُنْزِلَ فِيهِ الْقُرْآنُ âyetini, nuranî parlak bir tarzda gösteriyor. Ramazan, Kur'an ayý olduðunu isbat ediyor. O cemaat-ý uzmanýn sair efradlarý, bazýlarý huþu' ile o hâfýzlarý dinlerler. Diðerleri, kendi kendine okurlar. Þöyle bir vaziyetteki bir mescid-i mukaddeste, nefs-i süflînin hevesatýna tabi olup, yemek içmek ile o vaziyet-i nuranîden çýkmak ne kadar çirkin ise ve o mesciddeki cemaatýn manevî nefretine ne

 

sh: » (M: 429)

 

kadar hedef ise; öyle de Ramazan-ý Þerifte ehl-i sýyama muhalefet edenler de, o derece umum o âlem-i Ýslâmýn manevî nefretine ve tahkirine hedeftir.

 

Yedinci Nükte: Ramazanýn sýyamý, dünyada âhiret için ziraat ve ticaret etmeðe gelen nev'-i insanýn kazancýna baktýðý cihetteki çok hikmetlerinden bir hikmeti þudur ki: Ramazan-ý Þerifte sevab-ý a'mal, bire bindir. Kur'an-ý Hakîm'in nass-ý hadîs ile herbir harfinin on sevabý var; on hasene sayýlýr, on meyve-i Cennet getirir. Ramazan-ý Þerifte herbir harfin, on deðil bin ve Âyet-ül Kürsî gibi âyetlerin herbir harfi binler ve Ramazan-ý Þerifin Cum'alarýnda daha ziyadedir. Ve Leyle-i Kadir'de otuzbin hasene sayýlýr. Evet herbir harfi otuzbin bâki meyveler veren Kur'an-ý Hakîm, öyle bir nuranî þecere-i tuba hükmüne geçiyor ki; milyonlarla o bâki meyveleri, Ramazan-ý Þerif'te mü'minlere kazandýrýr. Ýþte gel, bu kudsî, ebedî, kârlý ticarete bak, seyret ve düþün ki: Bu hurufatýn kýymetini takdir etmeyenler ne derece hadsiz bir hasarette olduðunu anla!

 

Ýþte Ramazan-ý Þerif âdeta bir âhiret ticareti için gayet kârlý bir meþher, bir pazardýr. Ve uhrevî hasýlât için, gayet münbit bir zemindir. Ve neþvünema-i a'mal için, bahardaki mâh-i Nisandýr. Saltanat-ý Rububiyet-i Ýlâhiyeye karþý ubudiyet-i beþeriyenin resm-i geçit yapmasýna en parlak, kudsî bir bayram hükmündedir. Ve öyle olduðundan, yemek-içmek gibi nefsin gafletle hayvanî hacatýna ve malayani ve hevaperestane müþtehiyata girmemek için oruçla mükellef olmuþ. Güya muvakkaten hayvaniyetten çýkýp melekiyet vaziyetine veyahut âhiret ticaretine girdiði için, dünyevî hacatýný muvakkaten býrakmakla, uhrevî bir adam ve tecessüden tezahür etmiþ bir ruh vaziyetine girerek; savmý ile, Samediyete bir nevi âyinedarlýk etmektir. Evet Ramazan-ý Þerif; bu fâni dünyada, fâni ömür içinde ve kýsa bir hayatta bâki bir ömür ve uzun bir hayat-ý bâkiyeyi tazammun eder, kazandýrýr.

 

Evet birtek Ramazan, seksen sene bir ömür semeratýný kazandýrabilir. Leyle-i Kadir ise, nass-ý Kur'an ile bin aydan daha hayýrlý olduðu bu sýrra bir hüccet-i katýadýr. Evet nasýlki bir padiþah, müddet-i saltanatýnda belki her senede, ya cülûs-u hümayûn namýyla veyahut baþka bir þaþaalý cilve-i saltanatýna mazhar bazý günleri bayram yapar. Raiyetini, o günde umumî kanunlar dairesinde deðil; belki hususî ihsanatýna ve perdesiz hu-

 

sh: » (M: 430)

 

zuruna ve has iltifatýna ve fevkalâde icraatýna ve doðrudan doðruya lâyýk ve sâdýk milletini, has teveccühüne mazhar eder. Öyle de: Ezel ve Ebed Sultaný olan onsekiz bin âlemin Padiþah-ý Zülcelal'i; o onsekiz bin âleme bakan, teveccüh eden ferman-ý âlîþaný olan Kur'an-ý Hakîm'i Ramazan-ý Þerifte inzal eylemiþ. Elbette o Ramazan, mahsus bir bayram-ý Ýlâhî ve bir meþher-i Rabbanî ve bir meclis-i ruhanî hükmüne geçmek, mukteza-yý hikmettir. Mâdem Ramazan o bayramdýr; elbette bir derece, süflî ve hayvanî meþâðilden insanlarý çekmek için oruca emredilecek. Ve o orucun ekmeli ise: Mide gibi bütün duygularý; gözü, kulaðý, kalbi, hayali, fikri gibi cihazat-ý insaniyeye dahi bir nevi oruç tutturmaktýr. Yani: Muharremattan, malayaniyattan çekmek ve her birisine mahsus ubudiyete sevketmektir. Meselâ: Dilini yalandan, gýybetten ve galiz tabirlerden ayýrmakla ona oruç tutturmak. Ve o lisaný, tilavet-i Kur'an ve zikir ve tesbih ve salavat ve istiðfar gibi þeylerle meþgul etmek... Meselâ: Gözünü nâmahreme bakmaktan ve kulaðýný fena þeyleri iþitmekten men'edip, gözünü ibrete ve kulaðýný hak söz ve Kur'an dinlemeðe sarfetmek gibi sair cihazata da bir nevi oruç tutturmaktýr. Zâten mide en büyük bir fabrika olduðu için, oruç ile ona ta'til-i eþgal ettirilse, baþka küçük tezgâhlar kolayca ona ittiba ettirilebilir.

 

Sekizinci Nükte: Ramazan-ý Þerif, insanýn hayat-ý þahsiyesine baktýðý cihetindeki çok hikmetlerinden bir hikmeti þudur ki:

 

Ýnsana en mühim bir ilâç nev'inden maddî ve manevî bir perhizdir ve týbben bir hýmyedir ki: Ýnsanýn nefsi, yemek içmek hususunda keyfemayeþa hareket ettikçe, hem þahsýn maddî hayatýna týbben zarar verdiði gibi; hem helâl-haram demeyip rast gelen þeye saldýrmak, âdeta manevî hayatýný da zehirler. Daha kalbe ve ruha itaat etmek, o nefse güç gelir. Serkeþane dizginini eline alýr. Daha insan ona binemez, o insana biner. Ramazan-ý Þerifte oruç vasýtasýyla bir nevi perhize alýþýr; riyazete çalýþýr ve emir dinlemeyi öðrenir. Bîçare zaîf mideye de, hazýmdan evvel yemek yemek üzerine doldurmak ile hastalýklarý celbetmez. Ve emir vasýtasýyla helâli terkettiði cihetle, haramdan çekinmek için akýl ve þeriattan gelen emri dinlemeðe kabiliyet peyda eder. Hayat-ý maneviyeyi bozmamaða çalýþýr.

 

Hem insanýn ekseriyet-i mutlakasý açlýða çok defa mübtela

 

sh: » (M: 431)

 

olur. Sabýr ve tahammül için bir idman veren açlýk, riyazete muhtaçtýr. Ramazan-ý Þerifteki oruç onbeþ saat, sahursuz ise yirmidört saat devam eden bir müddet-i açlýða sabýr ve tahammül ve bir riyazettir ve bir idmandýr. Demek, beþerin musibetini ikileþtiren sabýrsýzlýðýn ve tahammülsüzlüðün bir ilâcý da oruçtur.

 

Hem o mide fabrikasýnýn çok hademeleri var. Hem onunla alâkadar çok cihazat-ý insaniye var. Nefis, eðer muvakkat bir ayýn gündüz zamanýnda ta'til-i eþgal etmezse; o fabrikanýn hademelerinin ve o cihazatýn hususî ibadetlerini onlara unutturur, kendiyle meþgul eder, tahakkümü altýnda býrakýr. O sair cihazat-ý insaniyeyi de, o manevî fabrika çarklarýnýn gürültüsü ve dumanlarýyla müþevveþ eder. Nazar-ý dikkatlerini daima kendine celbeder. Ulvî vazifelerini muvakkaten unutturur. Ondandýr ki; eskiden beri çok ehl-i velayet, tekemmül için riyazete, az yemek ve içmeðe kendilerini alýþtýrmýþlar. Fakat Ramazan-ý Þerif orucuyla o fabrikanýn hademeleri anlarlar ki; sýrf o fabrika için yaratýlmamýþlar. Ve sair cihazat, o fabrikanýn süflî eðlencelerine bedel, Ramazan-ý Þerifte melekî ve ruhanî eðlencelerde telezzüz ederler, nazarlarýný onlara dikerler. Onun içindir ki; Ramazan-ý Þerifte mü'minler, derecatýna göre ayrý ayrý nurlara, feyizlere, manevî sürurlara mazhar oluyorlar. Kalb ve ruh, akýl, sýr gibi letaifin o mübarek ayda oruç vasýtasýyla çok terakkiyat ve tefeyyüzleri vardýr. Midenin aðlamasýna raðmen, onlar masumane gülüyorlar.

 

Dokuzuncu Nükte: Ramazan-ý Þerifin orucu, doðrudan doðruya nefsin mevhum Rububiyetini kýrmak ve aczini göstermekle ubudiyetini bildirmek cihetindeki hikmetlerinden bir hikmeti þudur ki:

 

Nefis Rabbisini tanýmak istemiyor, firavunane kendi Rububiyet istiyor. Ne kadar azablar çektirilse, o damar onda kalýr. Fakat açlýkla o damarý kýrýlýr. Ýþte Ramazan-ý Þerifteki oruç doðrudan doðruya nefsin firavunluk cephesine darbe vurur, kýrar. Aczini, za'fýný, fakrýný gösterir. Abd olduðunu bildirir.

 

Hadîsin rivayetlerinde vardýr ki: Cenab-ý Hak nefse demiþ ki: "Ben neyim, sen nesin?" Nefis demiþ: "Ben benim, sen sensin!" Azab vermiþ, Cehennem'e atmýþ, yine sormuþ. Yine demiþ: "Ene ene, ente ente." Hangi nevi azabý vermiþ, enaniyetten

 

sh: » (M: 432)

 

vazgeçmemiþ. Sonra açlýk ile azab vermiþ, yani aç býrakmýþ. Yine sormuþ: "Men ene vema ente?" Nefis demiþ: اَنْتَ رَبِّى الرَّحِيمُ وَاَنَا عَبْدُكَ الْعَاجِزُ Yani: "Sen benim Rabb-i Rahîmimsin, ben senin âciz bir abdinim."

 

اَللّهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ صَلَةً تَكُونُ لَكَ رِضَاءً وَ لِحَقِّهِ اَدَاءً بِعَدَدِ ثَوَابِ قِرَائَةِ حُرُوفِ الْقُرْآنِ فِى شَهْرِ رَمَضَانَ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ وَ سَلِّمْ

 

سُبْحَانَ رَبِّكَ رَبِّ الْعِزَّةِ عَمَّا يَصِفُونَ *وَسَلاَمٌ عَلَى الْمُرْسَلِينَ *وَ الْحَمْدُ لِلّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ آمِينَ

 

* * *

 

Ýtizar: Þu ikinci kýsým, kýrk dakikada sür'atle yazýlmasýndan, ben ve müsvedde yazan kâtib ikimiz de hasta olduðumuzdan, elbette içinde müþevveþiyet ve kusur bulunacaktýr. Nazar-ý müsamaha ile bakmalarýný ihvanlarýmýzdan bekleriz. Münasib gördüklerini tashih edebilirler.

 

 

 

sh: » (M: 433)

 

Üçüncü Risale olan Üçüncü Kýsým

 

[Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan'ýn ikiyüz aksam-ý i'caziyesinden nakþî bir kýsmýný gösterecek bir tarzda, Kur'an-ý Azîmüþþan'ý, Hâfýz Osman hattýyla taayyün eden ve Âyet-i Müdayene mikyas tutulan sahifeleri ve Sure-i Ýhlas vâhid-i kýyasî tutulan satýrlarý muhafaza etmekle beraber, o nakþ-ý i'cazý göstermek tarzýnda bir Kur'an yazmaða dair mühim bir niyetimi; hizmet-i Kur'andaki kardeþlerimin nazarlarýna arzedip meþveret etmek ve onlarýn fikirlerini istimzac etmek ve beni ikaz etmek için þu kýsmý yazdým, onlara müracaat ediyorum. Þu üçüncü kýsým "Dokuz Mes'ele"dir.]

 

Birinci Mes'ele: Kur'an-ý Azîmüþþan'ýn enva'-ý i'cazý kýrka balið olduðu, Ý'caz-ý Kur'an namýndaki Yirmibeþinci Söz'de bürhanlarýyla isbat edilmiþ. Bazý enva'ý tafsilen, bir kýsmý icmalen muannidlere karþý dahi gösterilmiþ.

 

Hem Kur'anýn i'cazý, tabakat-ý insaniyede kýrk tabakaya karþý ayrý ayrý i'cazýný gösterdiði, Ondokuzuncu Mektub'un Onsekizinci Ýþaretinde beyan edilmiþ ve o tabakatýn on kýsmýnýn ayrý ayrý hisse-i i'caziyelerini isbat etmiþ. Sair otuz tabaka-i âher, ehl-i velayetin muhtelif meþrebler ashabýna ve ulûm-u mütenevvianýn ayrý ayrý ashablarýna ayrý ayrý i'cazýný gösterdiðini, onlarýn ilmelyakîn, aynelyakîn, hakkalyakîn derecesinde Kur'an hak Kelâmullah olduðunu, îman-ý tahkikîleri göstermiþler. Demek herbiri, ayrý ayrý bir tarzda bir vech-i i'cazýný görmüþler. Evet ehl-i marifet bir velinin fehmettiði i'caz ile, ehl-i aþk bir velinin müþahede ettiði cemâl-i i'caz bir olmadýðý gibi; muhtelif meþaribe göre cemâl-i i'cazýn cilveleri deðiþir. Bir Ýlm-i Usûl-üd Din allâmesinin ve bir imamýnýn gördüðü vech-i i'caz ile füruat-ý þeriattaki bir müçtehidin gördüðü vech-i i'caz bir deðil ve hâkeza... Bunlarýn tafsilen ayrý ayrý vücuh-u i'cazýný göstermek elimden gelmiyor. Havsalam dardýr, ihata edemiyor; nazarým kýsadýr, göremiyor. Onun için yalnýz on tabaka beyan edilmiþ, mütebâkisi icmalen iþaret edilmiþ. Þimdi o tabakalardan iki tabaka, Mu'cizat-ý Ahmediye Risalesinde çok izaha muhtaç iken, o vakit pek noksan kalmýþtý.

 

sh: » (M: 434)

 

Birinci Tabaka: "Kulaklý tabaka" tabir ettiðimiz âmî avam; yalnýz kulak ile Kur'aný dinler, kulak vasýtasýyla i'cazýný anlar. Yani der: "Bu iþittiðim Kur'an, baþka kitablara benzemez. Ya bütününün altýnda olacak veya bütününün fevkýnde olacak. Umumunun altýndaki þýk ise kimse diyemez ve dememiþ, þeytan dahi diyemez. Öyle ise, umumun fevkýndedir." Ýþte bu kadar icmal ile Onsekizinci Ýþaret'te yazýlmýþtý. Sonra onu izah için Yirmialtýncý Mektub'un "Hüccet-ül Kur'an Alâ Hizb-iþ Þeytan" namýndaki Birinci Mebhasý, o tabakanýn i'cazdaki fehmini tasvir ve isbat eder.

 

Ýkinci Tabaka: Gözlü tabakasýdýr. Yani: Âmi avamdan veyahut aklý gözüne inmiþ maddiyyunlar tabakasýna karþý, Kur'anýn göz ile görünecek bir iþaret-i i'caziyesi bulunduðu, Onsekizinci Ýþaret'te dava edilmiþ. Ve o davayý tenvir ve isbat etmek için, çok izaha lüzum vardý. Þimdi anladýðýmýz mühim bir hikmet-i Rabbaniye cihetiyle o izah verilmedi. Pek cüz'î birkaç cüz'iyatýna iþaret edilmiþti. Þimdi o hikmetin sýrrý anlaþýldý ve te'hiri daha evlâ olduðuna kat'î kanaatýmýz geldi. Þimdi o tabakanýn fehmini ve zevkini teshil etmek için; kýrk vücuh-u i'cazdan göz ile görülen bir vechini, bir Kur'aný yazdýrdýk ki o yüzü göstersin.

 

(Bu üçüncü kýsmýn mütebâki mes'eleleri ile Dördüncü Kýsým tevafukata dair olduðu için; tevafukata dair olan fihriste ile iktifa edilerek, burada yazýlmamýþlardýr. Yalnýz Dördüncü Kýsma ait bir ihtar ile Üçüncü Nükte yazýlmýþtýr.)

 

ÝHTAR: Lafz-ý Resuldeki nükte-i azîmenin beyanýnda yüzaltmýþ âyet yazýldý. Ýþbu âyetlerin hasiyeti pek azîm olmakla beraber; mana cihetiyle birbirini isbat ve tekmil ettiðinden, çok manidar olduðu için, muhtelif âyâtý hýfzetmek veya okumak arzusunda bulunanlara bir hizb-i Kur'anî olduðu gibi; Kur'an kelimesindeki nükte-i azîmenin beyanýnda, altmýþdokuz âyât-ý azîmenin derece-i belâgatý pek fevkalâde ve kuvvet-i cezaleti pek ulvîdir. Bu da ikinci bir hizb-i Kur'anî olarak ihvana tavsiye edilir. Yalnýz Kur'an kelimesi, yedi silsile-i Kur'anda mevcud olup, umum o kelimeyi tutmuþ, hariç iki kalmýþ. O iki de kýraet manasýnda olduðundan; o huruc, nükteye kuvvet vermiþtir. Resul lafzý ise o kelime ile en ziyade münasebetdar sureler içinde Sure-i Muhammed ile Sure-i Fetih olduðundan, o iki sureden

 

sh: » (M: 435)

 

çýkan silsilelere hasrettiðimizden, hariç kalan Resul lafzý þimdilik dercedilmemiþtir. Vakit müsaade etse, bundaki esrar yazýlacaktýr inþâallah.

 

Üçüncü Nükte: "Dört Nükte"dir.

 

Birinci Nükte: Lafzullah, mecmu'-u Kur'anda ikibin sekizyüz altý defa zikredilmiþtir. Bismillah'takilerle beraber Lafz-ý Rahman, yüz ellidokuz defa; Lafz-ý Rahîm, ikiyüz yirmi; Lafz-ý Gafûr, altmýþbir; Lafz-ý Rab, sekizyüz kýrkaltý; Lafz-ý Hakîm, seksenaltý; Lafz-ý Alîm, yüzyirmialtý; Lafz-ý Kadîr, otuzbir; Lâ Ýlâhe Ýllâ Hû'daki Hû, yirmialtý defa zikredilmiþtir. (Hâþiye) Lafzullah adedinde çok esrar ve nükteler var. Ezcümle: Lafzullah ve Rab'dan sonra en ziyade zikredilen Rahman, Rahîm, Gafûr ve Hakîm ile beraber Lafzullah, Kur'an âyetlerinin nýsfýdýr. Hem Lafzullah ve Allah lafzý yerinde zikredilen Lafz-ý Rab ile beraber, yine nýsfýdýr. Çendan Rab lafzý sekizyüz kýrkaltý defa zikredilmiþ, fakat dikkat edilse, beþyüz küsuru Allah lafzý yerinde zikredilmiþ, ikiyüz küsuru öyle deðildir.

 

Hem Allah, Rahman, Rahîm, Alîm ve Lâ Ýlâhe Ýllâ Hû'daki Hû adediyle beraber yine nýsfýdýr. Fark yalnýz dörttür. Ve Hû yerinde Kadîr ile beraber, yine mecmu'-u âyâtýn nýsfýdýr. Fark dokuzdur. Lafz-ý Celâl'in mecmuundaki nükteler çoktur. Yalnýz þimdilik bu nükte ile iktifa ediyoruz.

 

Ýkinci Nükte: Sureler itibariyledir. Onun dahi çok nükteleri var. Bir intizam, bir kasd ve bir iradeyi gösterir bir tarzda tevafukatý vardýr.

 

Sure-i Bakara'da, âyâtýn adediyle Lafz-ý Celâl'in adedi birdir. Fark dörttür ki, Allah lafzý yerinde dört Hû lafzý var. Meselâ: Lâ Ýlâhe Ýllâ Hû'daki Hû gibi. Onunla muvafakat tamam olur. Âl-i Ýmran'da yine âyâtýyla Lafz-ý Celâl tevafuktadýr, müsavidirler. Yalnýz Lafz-ý Celâl, ikiyüz dokuzdur, âyet ikiyüzdür. Fark dokuzdur. Böyle meziyyat-ý kelâmiyede ve belâgat nüktelerinde küçük farklar zarar vermez, takribî tevafukat kâfidir. Sure-i Nisa, Maide, En'am üçünün mecmu'-u âyetleri, mecmuundaki Lafz-ý Celâl'in

 

__________________________

 

(Hâþiye): Kur'andaki âyâtýn mecmu'-u adedi, altýbin altýyüz altmýþaltý olmasý.. ve þu geçen seksendokuzuncu sahifede, mezkûr Esmâ-i Hüsnânýn adedi, altý rakamýyla alâkadar bulunmasý ehemmiyetli bir sýrra iþaret ediyor. Þimdilik mühmel kaldý.

 

 

 

sh: » (M: 436)

 

adedine tevafuktadýr. Âyetlerin adedi dörtyüz altmýþdört, Lafz-ý Celâ'in adedi dörtyüz altmýþbir; Bismillah'taki Lafzullah ile beraber tam tevafuktadýr. Hem meselâ: Baþtaki beþ surenin Lafz-ý Celâ adedi; Sure-i A'raf, Enfal, Tevbe, Yunus, Hud'daki Lafz-ý Celâl adedinin iki mislidir. Demek bu âhirdeki beþ, evvelki beþin nýsfýdýr. Sonra gelen Sure-i Yûsuf, Ra'd, Ýbrahim, Hicr, Nahl surelerindeki Lafz-ý Celâl adedi, o nýsfýn nýsfýdýr. Sonra Sure-i Ýsra, Kehf, Meryem, Tâhâ, Enbiya,Hacc; (Hâþiye) o nýsfýn nýsfýnýn nýsfýdýr. Sonra gelen beþer beþer, takriben o nisbetle gidiyor; yalnýz bazý küsuratla fark var. Öyle farklar, böyle makam-ý hitabîde zarar vermez. Meselâ: Bir kýsým yüz yirmibir, bir kýsmý yüz yirmibeþ, bir kýsmý yüz ellidört, bir kýsmý yüz ellidokuzdur. Sonra Sure-i Zuhruf'tan baþlayan beþ sure; o nýsf-ý nýsf-ý nýsfýn nýsfýna iniyor. Sure-i Necm'den baþlayan beþ; o nýsf-ý nýsf-ý nýsf-ý nýsfýn nýsfýdýr; fakat takribîdir. Küçük küsuratýn farklarý, böyle makamat-ý hitabiyede zarar vermez. Sonra gelen küçük beþler içinde, üç beþlerin yalnýz üçer aded Lafz-ý Celâl'i var. Ýþte bu vaziyet gösteriyor ki: Lafz-ý Celâl'in adedine tesadüf karýþmamýþ, bir hikmet ve intizam ile adedleri tayin edilmiþ.

 

Lafzullah'ýn Üçüncü Nüktesi: Sahifeler nisbetine bakar. Þöyle ki:

 

Bir sahifede olan Lafz-ý Celâl adedi, o sahifenin sað yüzü ve o yüze karþýki sahifeye ve bazan soldaki karþýki sahife ve karþýnýn arka yüzüne bakar. Ben kendi nüsha-i Kur'aniyemde bu tevafuku tedkik ettim. Ekseriyetle gayet güzel bir nisbet-i adediye ile bir tevafuk gördüm. Nüshama da iþaretler koydum. Çok defa müsavi olur. Bazan nýsýf veyahud sülüs oluyor. Bir hikmet ve intizamý ihsas eden bir vaziyeti vardýr.

 

Dördüncü Nükte: Sahife-i vâhiddeki tevafukattýr. Kardeþlerimle üç-dört ayrý ayrý nüshalarý mukabele ettik. Umumunda tevafukat matlub olduðuna kanaatýmýz geldi. Yalnýz, matbaa müstensihleri baþka maksadlarý takib ettiklerinden, bir derece tevafukatta intizamsýzlýk düþmüþ. Tanzim edilse, pek nadir istisna ile, mecmu'-u Kur'anda ikibin sekizyüz altý Lafz-ý Celâl'in ade-

 

__________________________

 

(Hâþiye): Bu beþer taksimat üzere bir sýr inkiþaf etmiþti. Hiçbirimizin haberi olmadan þuradaki altý sure kaydolmuþ. Þüphemiz kalmadý ki; gaibden, ihtiyarýmýzýn haricinde altýncýsý girmiþ; tâ bu nýsfiyet sýrr-ý mühimmi kaybolmasýn.

 

 

 

sh: » (M: 437)

 

dinde tevafukat görünecektir. Ve bunda bir þu'le-i i'caz parlýyor. Çünki fikr-i beþer, bu pek geniþ sahifeyi ihata edemez ve karýþamaz. Tesadüfün ise, bu manidar ve hikmetdar vaziyete eli ulaþamaz.

 

Dördüncü Nükte'yi bir derece göstermek için, yeni bir Mushaf yazdýrýyoruz ki; en münteþir Mushaflarýn ayný sahife, ayný satýrlarýný muhafaza etmekle beraber, san'atkârlarýn lâkaydlýðý te'siriyle adem-i intizama maruz kalan yerleri tanzim edip, tevafukatýn hakikî intizamý inþâallah gösterilecektir.. ve gösterildi.

 

اَللّهُمَّ يَا مُنْزِلَ الْقُرْآنِ بِحَقِّ الْقُرْآنِ فَهِّمْنَا اَسْرَارَ الْقُرْآنِ مَادَارَ الْقَمَرَانِ وَ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى مَنْ اَنْزَلْتَ عَلَيْهِ الْقُرْآنَ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ آمِينَ

 

 

 

sh: » (M: 438)

 

Beþinci Risale olan Beþinci Kýsým

 

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ

 

اَللّهُ نُورُ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ...الخ âyet-i pür-envarýnýn çok envar-ý esrarýndan bir nurunu, Ramazan-ý Þerif'te bir halet-i ruhaniyede hissettim, hayal-meyal gördüm. Þöyle ki:

 

Üveys-i Karanî'nin:

 

اِلهِى اَنْتَ رَبِّى وَ اَنَا الْعَبْدُ * وَ اَنْتَ الْخَالِقُ وَ انَا الْمَخْلُوقُ * وَ اَنْتَ الرَّزَّاقُ وَ اَنَا الْمَرْزُوقُ * الخ...

 

münacat-ý meþhuresi nev'inden, bütün mevcudat-ý zevilhayat, Cenâb-ý Hakk'a karþý ayný münacatý ettiklerini ve onsekiz bin âlemin herbirinin ýþýðý, birer ism-i Ýlâhî olduðunu bana kanaat verecek bir vakýa-ý kalbiye-i hayaliyeyi gördüm. Þöyle ki:

 

Birbirine sarýlý çok yapraklý bir gül goncasý gibi, þu âlem binler perde perde içinde sarýlý, birbiri altýnda saklý âlemleri bu âlem içinde gördüm. Herbir perde açýldýkça, diðer bir âlemi görüyordum. O âlem ise, âyet-i Nur'un arkasýndaki

 

اَوْ كَظُلُمَاتٍ فِى بَحْرٍ ُلجِّيٍّ يَغْشَاهُ مَوْجٌ مِنْ فَوْقِهِ مَوْجٌ مِنْ فَوْقِهِ سَحَابٌ ظُلُمَاتٌ بَعْضُهَا فَوْقَ بَعْضٍ اِذَا اَخْرَجَ يَدَهُ لَمْ يَكَدْ يَرَيهَا وَمَنْ لَمْ يَجْعَلِ اللّهُ لَهُ نُورًا فَمَا لَهُ مِنْ نُورٍ

 

 

 

âyeti tasvir ettiði gibi; bir zulümat, bir vahþet, bir dehþet karanlýðý içinde bana görünüyordu. Birden bir ism-i Ýlâhînin cilvesi, bir nur-u azîm gibi görünüp ýþýklandýrýyordu. Hangi perde akla karþý açýlmýþsa, hayale karþý baþka bir âlem fakat gafletle karanlýklý bir âlem görünüyorken, güneþ gibi bir ism-i Ýlâhî tecelli eder, baþtan baþa o âlemi tenvir eder ve hâkeza... Bu seyr-i kalbî ve seyahat-ý hayaliye çok devam etti. Ezcümle:

 

Hayvanat âlemini gördüðüm vakit, hadsiz ihtiyacat ve þiddetli açlýklarýyla beraber za'f ve aczleri, o âlemi bana çok karanlýklý ve hazîn gösterdi. Birden Rahman ismi, Rezzak burcunda (yani

 

sh: » (M: 439)

 

mânasýnda) bir þems-i tâban gibi tulû' etti; o âlemi baþtan baþa rahmet ziyasýyla yaldýzladý.

 

Sonra o âlem-i hayvanat içinde, etfal ve yavrularýn za'f ve acz ve ihtiyaç içinde çýrpýndýklarý, hazîn ve herkesi rikkate getirecek bir karanlýk içinde diðer bir âlemi gördüm. Birden Rahîm ismi þefkat burcunda tulû' etti, o kadar güzel ve þirin bir surette o âlemi ýþýklandýrdý ki; þekva ve rikkat ve hüzünden gelen yaþ damlalarýný, ferah ve sürura ve þükrün lezzetinden gelen damlalara çevirdi.

 

Sonra sinema perdesi gibi bir perde daha açýldý, âlem-i insanî bana göründü. O âlemi o kadar karanlýklý, o kadar zulümatlý, dehþetli gördüm ki; dehþetimden feryad ettim, "Eyvah!" dedim. Çünki gördüm ki: Ýnsanlardaki ebede uzanýp giden arzularý, emelleri ve kâinatý ihata eden tasavvurat ve efkârlarý ve ebedî beka ve saadet-i ebediyeyi ve Cennet'i gayet ciddî isteyen himmetleri ve istidadlarý ve hadsiz makasýda ve metalibe müteveccih fakr ve ihtiyacatlarý ve za'f ve acziyle beraber, hücuma maruz kaldýklarý hadsiz musibet ve a'dâlarýyla beraber; gayet kýsa bir ömür, gayet daðdaðalý bir hayat, gayet periþan bir maiþet içinde, kalbe en elîm ve en müdhiþ halet olan mütemadî zeval ve firak belasý içinde, ehl-i gaflet için zulümat-ý ebedî kapýsý suretinde görülen kabre ve mezaristana bakýyorlar, birer birer ve taife taife o zulümat kuyusuna atýlýyorlar. Ýþte bu âlemi bu zulümat içinde gördüðüm anda, kalb ve ruh ve aklýmla beraber bütün letaif-i insaniyem, belki bütün zerrat-ý vücudum feryad ile aðlamaya hazýr iken; birden Cenâb-ý Hakk'ýn Âdil ismi Hakîm burcunda, Rahman ismi Kerim burcunda, Rahîm ismi Gafur burcunda (yani mânasýnda), Bâis ismi Vâris burcunda, Muhyî ismi Muhsin burcunda, Rab ismi Mâlik burcunda tulû' ettiler. O âlem-i insanî içindeki çok âlemleri tenvir ettiler, ýþýklandýrdýlar ve nuranî âhiret âleminden pencereler açýp, o karanlýklý insan dünyasýna nurlar serptiler.

 

Sonra muazzam bir perde daha açýldý, âlem-i Arz göründü. Felsefenin karanlýklý kavanin-i ilmiyeleri, hayale dehþetli bir âlem gösterdi. Yetmiþ defa top güllesinden daha sür'atli bir hareketle, yirmibeþbin sene mesafeyi bir senede devreden ve her vakit daðýlmaða ve parçalanmaða müstaid ve içi zelzeleli, ihtiyar ve çok yaþlý Küre-i Arz içinde, âlemin hadsiz fezasýnda seyahat eden bîçare nev'-i insan vaziyeti, bana vahþetli bir karanlýk içinde göründü.

 

sh: » (M: 440)

 

Baþým döndü, gözüm karardý. Birden Hâlýk-ý Arz ve Semavat'ýn Kadîr, Alîm, Rab, Allah ve Rabb-üs- Semavati Vel-Arz ve Müsahhir-üþ -Þemsi Vel-Kamer isimleri; Rahmet, Azamet, Rububiyet burcunda tulû' ettiler. O âlemi öyle nurlandýrdýlar ki; o halette bana Küre-i Arz gayet muntazam, müsahhar, mükemmel, hoþ, emniyetli bir seyahat gemisi tenezzüh ve keyf ve ticaret için müheyya edilmiþ bir þekilde gördüm.

 

Elhasýl: Binbir ism-i Ýlâhînin, kâinata müteveccih olan o esmâdan herbiri bir âlemi ve o âlem içindeki âlemleri tenvir eden bir güneþ hükmünde ve sýrr-ý ehadiyet cihetiyle, herbir ismin cilvesi içinde sair isimlerin cilveleri dahi bir derece görünüyordu. Sonra kalb, her zulümat arkasýnda ayrý ayrý bir nuru gördüðü için, seyahata iþtihasý açýlýyordu. Hayale binip, semaya çýkmak istedi. O vakit, gayet geniþ bir perde daha açýldý. Kalb, semavat âlemine girdi gördü ki: O nuranî tebessüm eden suretinde görülen yýldýzlar, Küre-i Arz'dan daha büyük ve ondan daha sür'atli bir surette birbiri içinde geziyorlar, dönüyorlar. Bir dakika birisi yolunu þaþýrtsa, baþkasýyla müsademe edecek, öyle bir patlak verecek ki, kâinatýn ödü patlayýp âlemi daðýtacak. Nur deðil, ateþ saçarlar; tebessümle deðil, vahþetle bana baktýlar. Hadsiz büyük, geniþ hâlî, boþ, dehþet, hayret zulümatý içinde semavatý gördüm. Geldiðime bin piþman oldum. Birden

 

رَبُّ السَّموَاتِ وَ اْلاَرْضِ * رَبُّ الْمَلاَئِكَةِ وَ الرُّوحِ

 

un esmâ-i hüsnâsý, وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَاءَ الدُّنْيَا ِبمَصَابِيحَ * وَ سَخَّرَ الشّمْسَ وَ الْقَمَرَ burcunda cilveleriyle zuhur ettiler. O mâna cihetiyle, karanlýk üstüne çökmüþ olan yýldýzlar, o envar-ý azîmeden birer lem'a alýp, yýldýzlar adedince elektrik lâmbalarý yakýlmýþ gibi, o âlem-i semavat nurlandý. O boþ ve hâlî tevehhüm edilen semavat dahi melâikelerle, ruhanîlerle doldu, þenlendi. Sultan-ý Ezel ve Ebed'in hadsiz ordularýndan bir ordu hükmünde hareket eden güneþler ve yýldýzlar, bir manevra-i ulvî yapýyorlar tarzýnda, o Sultan-ý Zülcelâl'in haþmetini ve þaþaa-i Rububiyetini gösteriyorlar gibi gördüm. Bütün kuvvetimle ve mümkün olsaydý bütün zerratýmla ve beni dinleselerdi bütün mahlukatýn lisanlarýyla diyecektim, hem umum onlarýn namýna dedim:

 

sh: » (M: 441)

 

اَللّهُ نُورُ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكَاةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ َاْلمِصْبَاحُ فِى زُجَاجَةٍ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّىٌّ يُوقَدُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ زَيْتُونَةٍ لاَ شَرْقِيَّةٍ وَلاَ غَرْبِيَّةٍ يَكَادُ زَيْتُهَا يُضِيءُ وَلَوْ لَمْ َتمْسَسْهُ نَارٌ نُورٌ عَلَى نُورٍ يَهْدِى اللّهُ لِنُورِهِ مَنْ يَشَاءُ

 

âyetini okudum; döndüm, indim, ayýldým; "Elhamdülillahi alâ nur-il iman ve-l Kur'an" dedim.

 

sh: » (M: 442)

 

Altýncý Risale olan Altýncý Kýsým

 

[Kur'an-ý Hakîm'in tilmizlerini ve hâdimlerini ikaz etmek ve aldanmamak için yazýlmýþtýr.]

 

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ

 

وَلاَ تَرْكَنُوا اِلَى الَّذِينَ ظَلَمُوا فَتَمَسَّكُمُ النَّارُ

 

Þu Altýncý Kýsým, ins ve cin þeytanlarýnýn altý desiselerini inþâallah akîm býrakýr ve hücum yollarýnýn altýsýný seddeder.

 

Birinci Desise: Þeytan-ý ins, þeytan-ý cinnîden aldýðý derse binaen; hizb-ül Kur'anýn fedakâr hâdimlerini hubb-u câh vasýtasýyla aldatmak ve o kudsî hizmetten ve o manevî ulvî cihaddan vazgeçirmek istiyorlar. Þöyle ki:

 

Ýnsanda, ekseriyet itibariyle hubb-u câh denilen hýrs-ý þöhret ve hodfüruþluk ve þan ü þeref denilen riyakârane halklara görünmek ve nazar-ý âmmede mevki sahibi olmaða, ehl-i dünyanýn her ferdinde cüz'î-küllî arzu vardýr. Hattâ o arzu için, hayatýný feda eder derecesinde þöhretperestlik hissi onu sevkeder. Ehl-i âhiret için bu his gayet tehlikelidir, ehl-i dünya için de gayet daðdaðalýdýr; çok ahlâk-ý seyyienin de menþeidir ve insanlarýn da en zaîf damarýdýr. Yani: Bir insaný yakalamak ve kendine çekmek; onun o hissini okþamakla kendine baðlar, hem onun ile onu maðlub eder. Kardeþlerim hakkýnda en ziyade korktuðum, bunlarýn bu zaîf damarýndan ehl-i ilhadýn istifade etmek ihtimalidir. Bu hal beni çok düþündürüyor. Hakikî olmayan bazý bîçare dostlarýmý o suretle çektiler, manen onlarý tehlikeye attýlar.(Hâþiye)

 

Ey kardeþlerim ve ey hizmet-i Kur'anda arkadaþlarým! Bu hubb-u câh cihetinden gelen dessas ehl-i dünyanýn hafiyelerine

 

________________________

 

(Hâþiye): O bîçareler, "Kalbimiz Üstad ile beraberdir" fikriyle kendilerini tehlikesiz zannederler. Halbuki ehl-i ilhadýn cereyanýna kuvvet veren ve propagandalarýna kapýlan, belki bilmeyerek hafiyelikte istimal edilmek tehlikesi bulunan bir adamýn, "Kalbim safidir. Üstadýmýn mesleðine sâdýktýr." demesi, bu misale benzer ki: Birisi namaz kýlarken karnýndaki yeli tutamýyor, çýkýyor; hades vuku buluyor. Ona "Namazýn bozuldu" denildiði vakit, o diyor: "Neden namazým bozulsun, kalbim safidir."

 

 

 

sh: » (M: 443)

 

veya ehl-i dalaletin propagandacýlarýna veya þeytanýn þakirdlerine deyiniz ki: "Evvelâ rýza-yý Ýlâhî ve iltifat-ý Rahmanî ve kabul-ü Rabbanî öyle bir makamdýr ki; insanlarýn teveccühü ve istihsaný, ona nisbeten bir zerre hükmündedir. Eðer teveccüh-ü rahmet varsa, yeter. Ýnsanlarýn teveccühü; o teveccüh-ü rahmetin in'ikasý ve gölgesi olmak cihetiyle makbuldür, yoksa arzu edilecek bir þey deðildir.. çünki kabir kapýsýnda söner, beþ para etmez!"

 

Hubb-u câh hissi eðer susturulmazsa ve izale edilmezse, yüzünü baþka cihete çevirmek lâzýmdýr. Þöyle ki:

 

Sevab-ý uhrevî için, dualarýný kazanmak niyetiyle ve hizmetin hüsn-ü tesiri noktasýnda gelecek temsildeki sýrra binaen, belki o hissin meþru bir ciheti bulunur. Meselâ: Ayasofya Câmii, ehl-i fazl ve kemalden mübarek ve muhterem zâtlarla dolu olduðu bir zamanda, tek-tük, sofada ve kapýda haylaz çocuklar ve serseri ahlâksýzlar bulunup câmiin pencerelerinin üstünde ve yakýnýnda ecnebilerin eðlenceperest seyircileri bulunsa, bir adam o câmi içine girip ve o cemaat içine dâhil olsa; eðer güzel bir sada ile þirin bir tarzda Kur'andan bir aþir okusa, o vakit binler ehl-i hakikatýn nazarlarý ona döner, hüsn-ü teveccühle, manevî bir duâ ile, o adama bir sevab kazandýrýrlar. Yalnýz, haylaz çocuklarýn ve serseri mülhidlerin ve tek-tük ecnebilerin hoþuna gitmeyecek. Eðer o mübarek câmiye ve o muazzam cemaat içine o adam girdiði vakit, süfli ve edebsizce fuhþa ait þarkýlarý baðýrýp çaðýrsa, raksedip zýplasa; o vakit o haylaz çocuklarý güldürecek, o serseri ahlâksýzlarý fuhþiyata teþvik ettiði için hoþlarýna gidecek ve Ýslâmiyetin kusurunu görmekle mütelezziz olan ecnebilerin istihzakârane tebessümlerini celbedecek. Fakat umum o muazzam ve mübarek cemaatýn bütün efradýndan, bir nazar-ý nefret ve tahkir celbedecektir. Esfel-i sâfilîne sukut derecesinde nazarlarýnda alçak görünecektir.

 

Ýþte aynen bu misal gibi; âlem-i Ýslâm ve Asya, muazzam bir câmidir. Ve içinde ehl-i îman ve ehl-i hakikat, o câmideki muhterem cemaattir. O haylaz çocuklar ise, çocuk akýllý dalkavuklardýr. O serseri ahlâksýzlar; firenkmeþreb, milliyetsiz, dinsiz heriflerdir. Ecnebi seyircileri ise, ecnebilerin naþir-i efkârý olan gazetecilerdir. Herbir müslüman, hususan ehl-i fazl ve kemâl ise; bu câmide derecesine göre bir mevkii olur, görünür, nazar-ý dikkat ona çevrilir. Eðer Ýslâmiyetin bir sýrr-ý esasý olan ihlas ve rýza-yý Ýlâhî cihetinde, Kur'an-ý Hakîm'in ders verdiði ahkâm ve hakaik-i kudsiyeye

 

sh: » (M: 444)

 

dair harekât ve a'mal ondan sudûr etse, lisan-ý hali mânen âyât-ý Kur'aniyeyi okusa; o vakit manen âlem-i Ýslâmýn herbir ferdinin vird-i zebaný olan اَللّهُمَّ اغْفِرْ لِلْمُؤْمِنِينَ وَ الْمُؤْمِنَاتِ duâsýnda dâhil olup hissedar olur ve umumu ile uhuvvetkârane alâkadar olur. Yalnýz hayvanat-ý muzýrra nev'inden bazý ehl-i dalaletin ve sakallý çocuklar hükmündeki bazý ahmaklarýn nazarlarýnda kýymeti görünmez. Eðer o adam, medar-ý þeref tanýdýðý bütün ecdadýný ve medar-ý iftihar bildiði bütün geçmiþlerini ve ruhen nokta-i istinad telakki ettiði selef-i sâlihînin cadde-i nuranîlerini terkedip heveskârane, hevaperestane, riyakârane, þöhretperverane, bid'akârane iþlerde ve harekâtta bulunsa; mânen bütün ehl-i hakikat ve ehl-i îmanýn nazarýnda en alçak mevkie düþer. اِتَّقُوا فِرَاسَةَ الْمُؤْمِنِ فَاِنَّهُ يَنْظُرُ بِنُورِ اللّهِ sýrrýna göre; ehl-i îman ne kadar âmi ve cahil de olsa, aklý derketmediði halde, kalbi öyle hodfüruþ adamlarý görse; soðuk görür, manen nefret eder.

 

Ýþte hubb-u câha meftun ve þöhretperestliðe mübtela adam -ikinci adam-, hadsiz bir cemaatin nazarýnda esfel-i sâfilîne düþer. Ehemmiyetsiz ve müstehzi ve hezeyancý bazý serserilerin nazarýnda, muvakkat ve menhus bir mevki kazanýr. َاْلاَخِلاَّءُ يَوْمَئِذٍ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ عَدُوّ ٌاِلاَّ اْلمُتَّقِينَ sýrrýna göre; dünyada zarar, berzahta azab, âhirette düþman bazý yalancý dostlarý bulur.

 

 

 

Birinci suretteki adam, faraza hubb-u câhý kalbinden çýkarmazsa, fakat ihlasý ve rýza-yý Ýlâhîyi esas tutmak ve hubb-u câhý hedef ittihaz etmemek þartýyla; bir nevi meþru makam-ý manevî, hem muhteþem bir makam kazanýr ki, o hubb-u câh damarýný kemaliyle tatmin eder. Bu adam az, hem pek az ve ehemmiyetsiz bir þey kaybeder; ona mukabil, çok hem pek çok kýymetdar, zararsýz þeyleri bulur. Belki birkaç yýlaný kendinden kaçýrýr; ona bedel, çok mübarek mahluklarý arkadaþ bulur, onlarla ünsiyet eder. Veya ýsýrýcý yabani eþek arýlarýný kaçýrýp, mübarek rahmet þerbetçileri olan arýlarý kendine celbeder. Onlarýn ellerinden bal yer gibi, öyle dostlar bulur ki; daima dualarýyla âb-ý kevser gibi feyizler, âlem-i Ýslâmýn etrafýndan onun ruhuna içirilir ve

 

sh: » (M: 445)

 

defter-i a'maline geçirilir.

 

Bir zaman, dünyanýn bir büyük makamýný iþgal eden küçük bir insan, þöhretperestlik yolunda büyük bir kabahat iþlemekle, âlem-i Ýslâmýn nazarýnda maskara olduðu vakit, geçen temsilin mealini ona ders verdim; baþýna vurdum. Ýyi sarstý, fakat kendimi hubb-u câhtan kurtaramadýðým için, o ikazým dahi onu uyandýrmadý.

 

Ýkinci Desise: Ýnsanda en mühim ve esaslý bir his, hiss-i havftýr. Dessas zalimler, bu korku damarýndan çok istifade etmektedirler. Onunla, korkaklarý gemlendiriyorlar. Ehl-i dünyanýn hafiyeleri ve ehl-i dalaletin propagandacýlarý, avamýn ve bilhassa ulemanýn bu damarýndan çok istifade ediyorlar. Korkutuyorlar, evhamlarýný tahrik ediyorlar. Meselâ: Nasýlki damda bir adamý tehlikeye atmak için, bir dessas adam, o evhamlýnýn nazarýnda zararlý görünen bir þey'i gösterip, vehmini tahrik edip, kova kova tâ damýn kenarýna gelir, baþ aþaðý düþürür, boynu kýrýlýr. Aynen onun gibi; çok ehemmiyetsiz evham ile, çok ehemmiyetli þeyleri feda ettiriyorlar. Hattâ bir sinek beni ýsýrmasýn diyerek, yýlanýn aðzýna girer.

 

Bir zaman -Allah rahmet etsin- mühim bir zât kayýða binmekten korkuyordu. Onun ile beraber bir akþam vakti, Ýstanbul'dan köprüye geldik. Kayýða binmek lâzým geldi. Araba yok. Sultan Eyyüb'e gitmeðe mecburuz. Israr ettim. Dedi: "Korkuyorum, belki batacaðýz!" Ona dedim: "Bu Haliç'te tahminen kaç kayýk var?" Dedi: "Belki bin var." Dedim: "Senede kaç kayýk garkolur." Dedi: "Bir-iki tane, bazý sene de hiç batmaz." Dedim: "Sene kaç gündür?" Dedi: "Üçyüzaltmýþ gündür." Dedim: "Senin vehmine iliþen ve korkuna dokunan batmak ihtimali, üçyüz altmýþ bin ihtimalden bir tek ihtimaldir. Böyle bir ihtimalden korkan; insan deðil, hayvan da olamaz!" Hem ona dedim: "Acaba kaç sene yaþamayý tahmin ediyorsun?" Dedi: "Ben ihtiyarým, belki on sene daha yaþamam ihtimali vardýr." Dedim: "Ecel gizli olduðundan, herbir günde ölmek ihtimali var; öyle ise üçbin altýyüz günde hergün vefatýn muhtemel. Ýþte kayýk gibi üçyüzbinden bir ihtimal deðil, belki üçbinden bir ihtimal ile bugün ölümün muhtemeldir, titre ve aðla, vasiyet et!" dedim. Aklý baþýna geldi, titreyerek kayýða bindirdim. Kayýk içinde ona dedim: "Cenâb-ý Hak havf damarýný hýfz-ý hayat için vermiþ, hayatý tahrib için deðil! Ve hayatý aðýr ve müþkil ve elîm ve azab yapmak için vermemiþtir.

 

sh: » (M: 446)

 

Havf iki, üç, dört ihtimalden bir olsa.. hattâ beþ-altý ihtimalden bir olsa, ihtiyatkârane bir havf meþru olabilir. Fakat yirmi, otuz, kýrk ihtimalden bir ihtimal ile havf etmek evhamdýr, hayatý azaba çevirir."

 

Ýþte ey kardeþlerim! Eðer ehl-i ilhadýn dalkavuklarý, sizi korkutmak ile kudsî cihad-ý manevînizden vazgeçirmek için size hücum etseler; onlara deyiniz: "Biz hizb-ül Kur'anýz. اِنّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَ اِنّا لَهُ لَحَافِظُونَ sýrrýyla, Kur'anýn kal'asýndayýz.

 

حَسْبُنَا اللّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ etrafýmýzda çevrilmiþ muhkem bir surdur. Binler ihtimalden bir ihtimal ile, þu kýsa hayat-ý fâniyeye küçük bir zarar gelmesi korkusundan, hayat-ý ebediyemize yüzde yüz binler zarar verecek bir yola, bizi ihtiyarýmýzla sevkedemezsiniz!" Ve deyiniz: "Acaba hizmet-i Kur'aniyede arkadaþýmýz ve o hizmet-i kudsiyenin tedbirinde üstadýmýz ve ustabaþýmýz olan Said Nursî'nin yüzünden, bizim gibi hak yolunda ona dost olan ehl-i haktan kim zarar görmüþ? Ve onun has talebelerinden kim bela görmüþ ki, biz de göreceðiz ve o görmek ihtimali ile telaþ edeceðiz? Bu kardeþimizin binler uhrevî dostlarý ve kardeþleri var. Yirmi otuz senedir dünya hayat-ý içtimaiyesine tesirli bir surette karýþtýðý halde, onun yüzünden bir kardeþinin zarar gördüðünü iþitmedik. Hususan o zaman elinde siyaset topuzu vardý. Þimdi o topuz yerine nur-u hakikat var. Eskiden 31 Mart hâdisesinde çendan onu da karýþtýrdýlar, bazý dostlarýný da ezdiler. Fakat sonra tebeyyün etti ki, mes'ele baþkalarý tarafýndan çýkmýþ. Onun dostlarý, onun yüzünden deðil, onun düþmanlarý yüzünden bela gördüler. Hem o zaman çok dostlarýný da kurtardý. Buna binaen; bin deðil, binler ihtimalden bir tek ihtimal-i tehlike korkusuyla, bir hazine-i ebediyeyi elimizden kaçýrmak, sizin gibi þeytanlarýn hatýrýna gelmemeli!" deyip ehl-i dalaletin dalkavuklarýnýn aðzýna vurup tardetmelisiniz. Hem o dalkavuklara deyiniz ki:

 

"Yüzbinler ihtimalden bir ihtimal deðil, yüzden yüz ihtimal ile bir helâket gelse; zerre kadar aklýmýz varsa, korkup, onu býrakýp kaçmayacaðýz!" Çünki mükerrer tecrübelerle görülmüþ ve görülüyor ki: Büyük kardeþine veyahut üstadýna tehlike zamanýnda ihanet edenlerin, gelen bela en evvel onlarýn baþýnda patlar. Hem merhametsizcesine onlara ceza verilmiþ ve alçak nazarýyla

 

 

 

sh: » (M: 447)

 

bakýlmýþ. Hem cesedi ölmüþ, hem ruhu zillet içinde manen ölmüþ. Onlara ceza verenler, kalblerinde bir merhamet hissetmezler. Çünki derler: "Bunlar mâdem kendilerine sâdýk ve müþfik üstadlarýna hain çýktýlar; elbette çok alçaktýrlar, merhamete deðil tahkire lâyýktýrlar."

 

Mâdem hakikat budur. Hem mâdem bir zalim ve vicdansýz bir adam, birisini yere atýp ayaðýyla onun baþýný kat'î ezecek bir surette davransa, o yerdeki adam eðer o vahþi zalimin ayaðýný öpse; o zillet vasýtasýyla kalbi baþýndan evvel ezilir, ruhu cesedinden evvel ölür. Hem baþý gider, hem izzet ve haysiyeti mahvolur. Hem o canavar vicdansýz zalime karþý za'f göstermekle, kendisini ezdirmeye teþci' eder. Eðer ayaðý altýndaki mazlum adam, o zalimin yüzüne tükürse; kalbini ve ruhunu kurtarýr, cesedi bir þehid-i mazlum olur. Evet tükürün zalimlerin hayasýz yüzlerine!..

 

Bir zaman Ýngiliz Devleti, Ýstanbul Boðazý'nýn toplarýný tahrib ve Ýstanbul'u istilâ ettiði hengâmda; o devletin en büyük daire-i diniyesi olan Anglikan Kilisesi'nin baþpapazý tarafýndan Meþihat-ý Ýslâmiyeden dinî altý sual soruldu. Ben de o zaman Dâr-ül Hikmet-il Ýslâmiye'nin âzasý idim. Bana dediler: "Bir cevap ver." Onlar altý suallerine, altý yüz kelime ile cevap istiyorlar. Ben dedim: "Altýyüz kelime ile deðil, altý kelime ile de deðil, hattâ bir kelime ile dahi deðil; belki bir tükürük ile cevap veriyorum! Çünki o devlet, iþte görüyorsunuz; ayaðýný boðazýmýza bastýðý dakikada, onun papazý maðrurane üstümüzde sual sormasýna karþý, yüzüne tükürmek lâzým geliyor. Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!.." demiþtim. Þimdi diyorum:

 

Ey kardeþlerim! Ýngiliz gibi cebbar bir hükûmetin istilâ ettiði bir zamanda, bu tarzda matbaa lisanýyla onlara mukabele etmek, tehlike yüzde yüz iken, hýfz-ý Kur'anî bana kâfi geldiði halde; size de, yüzde bir ihtimal ile, ehemmiyetsiz zalimlerin elinden gelen zararlara karþý, elbette yüz derece daha kâfidir.

 

Hem ey kardeþlerim! Çoðunuz askerlik etmiþsiniz. Etmeyenler de elbette iþitmiþlerdir. Ýþitmeyenler de benden iþitsinler ki: "En ziyade yaralananlar, siperini býrakýp kaçanlardýr. En az yara alanlar, siperinde sebat edenlerdir!."

 

قُلْ اِنَّ اْلمَوْتَ الَّذِى تَفِرُّونَ مِنْهُ فَاِنَّهُ مُلاَقِيكُمْ mana-yý iþarîsiyle gösteri-

 

sh: » (M: 448)

 

yor ki: "Firar edenler, kaçmalarýyla ölümü daha ziyade karþýlýyorlar!"

 

Üçüncü Desise-i Þeytaniye: Tama' yüzünden çoklarýný avlýyorlar.

 

Kur'an-ý Hakîm'in âyât ve beyyinatýndan istifaza ettiðimiz kat'î bürhanlarla çok risalelerde isbat etmiþiz ki: "Meþru rýzk, iktidar ve ihtiyarýn derecesine göre deðil; belki acz ve iftikarýn nisbetinde geliyor." Bu hakikatý gösteren hadsiz iþaretler, emareler, deliller vardýr. Ezcümle:

 

Bir nevi zîhayat ve rýzka muhtaç olan eþcar yerinde durup, onlarýn rýzýklarý onlara koþup geliyor. Hayvanat hýrs ile rýzýklarýnýn peþinde koþtuklarýndan, aðaçlar gibi mükemmel beslenmiyorlar.

 

Hem hayvanat nev'inden balýklarýn en aptal, iktidarsýz ve kum içinde bulunduðu halde mükemmel beslenmesi ve umumiyetle semiz olarak görünmesi; maymun ve tilki gibi zeki ve muktedir hayvanat, sû'-i maiþetinden alîz ve zaîf olmasý, gösteriyor ki: Vasýta-i rýzk; iktidar deðil, iftikardýr.

 

Hem insanî olsun hayvanî olsun bütün yavrularýn hüsn-ü maiþeti ve süt gibi hazine-i rahmetin en latif bir hediyesi, umulmadýk bir tarzda onlara za'f ve aczlerine þefkaten ihsan edilmesi ve vahþi canavarlarýn dîk-ý maiþetleri dahi gösteriyor ki: Vesile-i rýzk-ý helâl; acz ve iftikardýr, zekâ ve iktidar deðildir.

 

Hem dünyada, milletler içinde þiddet-i hýrs ile meþhur olan Yahudi Milletinden daha ziyade rýzk peþinde koþan olmuyor. Halbuki zillet ve sefalet içinde en ziyade sû'-i maiþete onlar maruz oluyorlar. Onlarýn zenginleri dahi süflî yaþýyorlar. Zâten riba gibi gayr-ý meþru yollarla kazandýklarý mal, rýzk-ý helâl deðil ki mes'elemizi cerhetsin.

 

Hem çok ediblerin ve çok ulemanýn fakr-ý hali ve çok aptallarýn servet ve gýnasý dahi gösteriyor ki: Celb-i rýzkýn medarý, zekâ ve iktidar deðildir; belki acz ve iftikardýr, tevekkülvari bir teslimdir ve lisan-ý kal ve lisan-ý hal ve lisan-ý fiil ile bir duâdýr.

 

Ýþte bu hakikatý ilân eden اِنَّ اللّهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ اْلمَتِينُ âyeti, bu davamýza o kadar kavî ve metin bir bürhandýr ki; bütün nebatat ve hayvanat ve etfal lisanýyla okunuyor. Ve rýzk isteyen her

 

sh: » (M: 449)

 

taife, þu âyeti lisan-ý hal ile okuyor.

 

Mâdem rýzk mukadderdir ve ihsan ediliyor ve veren de Cenâb-ý Hak'týr; o hem Rahîm, hem Kerim'dir. Onun rahmetini ittiham etmek derecesinde ve keremini istihfaf eder bir surette gayr-ý meþru bir tarzda yüz suyu dökmekle; vicdanýný belki bazý mukaddesatýný rüþvet verip, menhus, bereketsiz bir mal-i haramý kabul eden düþünsün ki, ne kadar muzaaf bir divaneliktir.

 

Evet ehl-i dünya, hususan ehl-i dalalet; parasýný ucuz vermez, pek pahalý satar. Bir senelik hayat-ý dünyeviyeye bir derece yardým edecek bir mala mukabil, hadsiz bir hayat-ý ebediyeyi tahrib etmeye bazan vesile olur. O pis hýrs ile gazab-ý Ýlâhîyi kendine celbeder ve ehl-i dalaletin rýzasýný celbe çalýþýr.

 

Ey kardeþlerim! Eðer ehl-i dünyanýn dalkavuklarý ve ehl-i dalaletin münafýklarý, sizi insaniyetin þu zaîf damarý olan tama' yüzünden yakalasalar; geçen hakikatý düþünüp, bu fakir kardeþinizi nümune-i imtisal ediniz. Sizi bütün kuvvetimle temin ederim ki: Kanaat ve iktisad; maaþtan ziyade sizin hayatýnýzý idame ve rýzkýnýzý temin eder. Bahusus size verilen o gayr-ý meþru para, sizden ona mukabil bin kat fazla fiat isteyecek. Hem her saati size ebedî bir hazineyi açabilir olan hizmet-i Kur'aniyeye sed çekebilir veya fütur verir. Bu öyle bir zarar ve boþluktur ki; her ay binler maaþ verilse, yerini dolduramaz.

 

ÝHTAR: Ehl-i dalalet, Kur'an-ý Hakîm'den alýp neþrettiðimiz hakaik-i îmaniye ve Kur'aniyeye karþý müdafaa ve mukabele elinden gelmediði için, münafýkane ve desisekârane iðfal ve hile dâmýný (tuzaðýný) istimal ediyor. Dostlarýmý hubb-u câh, tama' ve havf ile aldatmak ve beni bazý isnadat ile çürütmek istiyorlar. Biz, kudsî hizmetimizde daima müsbet hareket ediyoruz. Fakat maatteessüf herbir emr-i hayýrda bulunan manileri def'etmek vazifesi, bizi bazan menfî harekete sevkediyor.

 

Ýþte bunun içindir ki, ehl-i nifakýn hilekârane propagandasýna karþý, kardeþlerimi sâbýk üç nokta ile ikaz ediyorum. Onlara gelen hücumu def'e çalýþýyorum.

 

Þimdi en mühim bir hücum benim þahsýmadýr. Diyorlar ki: "Said Kürddür, neden bu kadar ona hürmet ediyorsunuz, arkasýna düþüyorsunuz?"

 

Ýþte bilmecburiye böyle herifleri susturmak için, Dördüncü Desise-i Þeytaniyeyi, istemeyerek Eski Said lisanýyla zikredeceðim.

 

sh: » (M: 450)

 

Dördüncü Desise-i Þeytaniye: Þeytanýn telkini ile ve ehl-i dalaletin ilkaatýyla, bana karþý propaganda ile hücum eden ve mühim mevkileri iþgal eden bazý mülhidler, kardeþlerimi aldatmak ve asabiyet-i milliyelerini tahrik etmek için diyorlar ki: "Siz Türksünüz. Mâþâallah Türklerde her nevi ulema ve ehl-i kemal vardýr. Said bir Kürddür. Milliyetinizden olmayan birisiyle teþrik-i mesaî etmek hamiyet-i milliyeye münafîdir?"

 

Elcevap: Ey bedbaht mülhid! Ben Felillahilhamd müslümaným. Her zamanda, kudsî milletimin üçyüz elli milyon efradý vardýr. Böyle ebedî bir uhuvveti tesis eden ve dualarýyla bana yardým eden ve içinde Kürdlerin ekseriyet-i mutlakasý bulunan üçyüz elli milyon kardeþi, unsuriyet ve menfî milliyet fikrine feda etmek ve o mübarek hadsiz kardeþlere bedel, Kürd namýný taþýyan ve Kürd unsurundan addedilen mahdud birkaç dinsiz veya mezhebsiz bir mesleðe girenleri kazanmaktan yüzbin defa istiaze ediyorum!.. Ey mülhid! Senin gibi ahmaklar lâzým ki, Macar kâfirleri veyahut dinsiz olmuþ ve firenkleþmiþ birkaç Türkleri muvakkaten, dünyaca dahi faidesiz uhuvvetini kazanmak için; üçyüz elli milyon hakikî, nuranî menfaatdar bir cemaatin bâki uhuvvetlerini terketsin. Yirmialtýncý Mektub'un Üçüncü Mes'elesinde, delilleriyle menfî milliyetin mahiyetini ve zararlarýný gösterdiðimizden ona havale edip, yalnýz o Üçüncü Mes'elenin âhirinde icmal edilen bir hakikatý burada bir derece izah edeceðiz. Þöyle ki:

 

O Türkçülük perdesi altýna giren ve hakikaten Türk düþmaný olan hamiyet-füruþ mülhidlere derim ki: Din-i Ýslâmiyet milletiyle ebedî ve hakikî bir uhuvvet ile, Türk denilen bu vatan ehl-i îmanýyla þiddetli ve pek hakikî alâkadarým. Ve bin seneye yakýn, Kur'anýn bayraðýný cihanýn cihat-ý sittesinin etrafýnda galibane gezdiren bu vatan evlâdlarýna, Ýslâmiyet hesabýna müftehirane ve tarafdarane muhabbetdarým. Sen ise ey hamiyet-füruþ sahtekâr! Türk'ün mefahir-i hakikiye-i milliyesini unutturacak bir surette mecazî ve unsurî ve muvakkat ve garazkârane bir uhuvvetin var. Senden soruyorum: Türk Milleti, yalnýz yirmi ile kýrk yaþý ortasýndaki gafil ve heveskâr gençlerden ibaret midir? Hem onlarýn menfaati ve onlarýn hakkýnda hamiyet-i milliyenin iktiza ettiði hizmet, yalnýz onlarýn gafletini ziyadeleþtiren ve ahlâksýzlýklara alýþtýran ve menhiyata teþci eden firenk-meþrebane terbiyede midir? Ve ihtiyarlýkta onlarý aðlattýracak olan muvakkat bir güldürmekte midir? Eðer hamiyet-i milliye

 

sh: » (M: 451)

 

bunlardan ibaret ise ve terakki ve saadet-i hayatiye bu ise; evet sen böyle Türkçü isen ve böyle milliyetperver isen; ben o Türkçülükten kaçýyorum, sen de benden kaçabilirsin! Eðer zerre miktar hamiyet ve þuurun ve insafýn varsa, þimdiki taksimata bak, cevab ver. Þöyle ki:

 

Türk Milleti denilen þu vatan evlâdý altý kýsýmdýr. Birinci kýsmý, ehl-i salahat ve takvadýr. Ýkinci kýsmý, musibetzede ve hastalar taifesidir. Üçüncü kýsmý, ihtiyarlar sýnýfýdýr. Dördüncü kýsmý, çocuklar taifesidir. Beþinci kýsmý, fakirler ve zaîfler taifesidir. Altýncý kýsmý, gençlerdir. Acaba bütün evvelki beþ taife Türk deðiller mi? Hamiyet-i milliyeden hisseleri yok mu? Acaba altýncý taifeye sarhoþcasýna bir keyf vermek yolunda, o beþ taifeyi incitmek, keyfini kaçýrmak, tesellilerini kýrmak; hamiyet-i milliye midir, yoksa o millete düþmanlýk mýdýr? "Elhükmü lil'ekser" sýrrýnca, eksere zarar dokunduran düþmandýr; dost deðildir!

 

Senden soruyorum: Birinci kýsým olan ehl-i îman ve ehl-i takvanýn en büyük menfaati, firenk-meþrebane bir medeniyette midir? Yoksa hakaik-i îmaniyenin nurlarýyla saadet-i ebediyeyi düþünüp, müþtak ve âþýk olduklarý tarîk-i hakta sülûk etmek ve hakikî teselli bulmakta mýdýr? Senin gibi dalalet-piþe hamiyet-füruþlarýn tuttuðu meslek; müttaki ehl-i imanýn manevî nurlarýný söndürüyor ve hakikî tesellilerini bozuyor ve ölümü idam-ý ebedî ve kabri daimî bir firak-ý lâyezalî kapýsý olduðunu gösteriyor.

 

Ýkinci kýsým olan musibetzede ve hastalarýn ve hayatýndan me'yus olanlarýn menfaati; firenk-meþrebane, dinsizcesine medeniyet terbiyesinde midir? Halbuki o bîçareler bir nur isterler, bir teselli isterler. Musibetlerine karþý bir mükâfat isterler. Ve onlara zulmedenlerden intikamlarýný almak isterler. Ve yakýnlaþtýklarý kabir kapýsýndaki dehþeti def'etmek istiyorlar. Sizin gibilerin sahtekâr hamiyetiyle, pek çok þefkate ve okþamaya ve týmar etmeye çok lâyýk ve muhtaç o bîçare musibetzedelerin kalblerine iðne sokuyorsunuz, baþlarýna tokmak vuruyorsunuz! Merhametsizcesine ümidlerini kýrýyorsunuz, ye's-i mutlaka düþürüyorsunuz! Hamiyet-i milliye bu mudur? Böyle mi millete menfaat dokunduruyorsunuz?

 

Üçüncü taife olan ihtiyarlar, bir sülüs teþkil ediyor. Bunlar kabre yakýnlaþýyorlar, ölüme yaklaþýyorlar, dünyadan uzaklaþýyorlar, âhirete yanaþýyorlar. Böylelerin menfaati ve nuru ve te-

 

sh: » (M: 452)

 

sellisi, Hülâgu ve Cengiz gibi zalimlerin gaddarane sergüzeþtlerini dinlemesinde midir? Ve âhireti unutturacak, dünyaya baðlandýracak, neticesiz, manen sukut, zâhiren terakki denilen þimdiki nevi hareketinizde midir? Ve uhrevî nur, sinemada mýdýr? Ve hakikî teselli, tiyatroda mýdýr? Bu bîçare ihtiyarlar hamiyetten hürmet isterlerken, manevî býçakla o bîçareleri kesmek hükmünde ve "idam-ý ebedîye sevkediliyorsunuz" fikrini vermek ve rahmet kapýsý tasavvur ettikleri kabir kapýsýný ejderha aðzýna çevirmek, "Sen oraya gideceksin" diye manevî kulaðýna üflemek; hamiyet-i milliye ise, böyle hamiyetten yüzbin defa el'iyazübillah!..

 

Dördüncü taife ki, çocuklardýr. Bunlar, hamiyet-i milliyeden merhamet isterler, þefkat beklerler. Bunlar da za'f ve acz ve iktidarsýzlýk noktasýnda; merhametkâr, kudretli bir Hâlýký bilmekle ruhlarý inbisat edebilir, istidadlarý mes'udane inkiþaf edebilir. Ýleride, dünyadaki müdhiþ ehval ve ahvale karþý gelebilecek bir tevekkül-ü îmanî ve teslim-i Ýslâmî telkinatýyla o masumlar hayata müþtakane bakabilirler. Acaba alâkalarý pek az olduðu terakkiyat-ý medeniye dersleri ve onlarýn kuvve-i maneviyesini kýracak ve ruhlarýný söndürecek, nursuz sýrf maddî felsefî düsturlarýn taliminde midir? Eðer insan bir cesed-i hayvanîden ibaret olsaydý ve kafasýnda akýl olmasaydý; belki bu masum çocuklarý muvakkaten eðlendirecek terbiye-i medeniye tabir ettiðiniz ve terbiye-i milliye süsü verdiðiniz bu firengî usûl, onlara çocukçasýna bir oyuncak olarak, dünyevî bir menfaatý verebilirdi. Mâdemki o masumlar hayatýn daðdaðalarýna atýlacaklar, mâdemki insandýrlar; elbette küçük kalblerinde çok uzun arzularý olacak ve küçük kafalarýnda büyük maksadlar tevellüd edecek. Mâdem hakikat böyledir; onlara þefkatin muktezasý, gayet derecede fakr ve aczinde, gayet kuvvetli bir nokta-i istinadý ve tükenmez bir nokta-i istimdadý; kalblerinde îman-ý billah ve îman-ý bil-âhiret suretiyle yerleþtirmek lâzýmdýr. Onlara þefkat ve merhamet bununla olur. Yoksa, divane bir validenin, veledini býçakla kesmesi gibi, hamiyet-i milliye sarhoþluðuyla, o bîçare masumlarý manen boðazlamaktýr. Cesedini beslemek için, beynini ve kalbini çýkarýp ona yedirmek nev'inden, vahþiyane bir gadirdir, bir zulümdür.

 

Beþinci taife, fakirler ve zaîfler taifesidir. Acaba, hayatýn aðýr tekâlifini fakirlik vasýtasýyla elîm bir tarzda çeken fakirlerin ve hayatýn müdhiþ daðdaðalarýna karþý çok müteessir olan zaîflerin, hamiyet-i milliyeden hisseleri yok mudur? Bu bîçarelerin ye'sini

 

sh: » (M: 453)

 

ve elemini artýran ve sefih bir kýsým zenginlerin mel'abe-i hevesatý ve zalim bir kýsým kavîlerin vesile-i þöhret ve þekaveti olan firenk-meþrebane ve perde-birunane ve firavunane medeniyetperverlik namý altýnda yaptýðýnýz harekâtta mýdýr? Bu bîçare fukaralarýn fakirlik yarasýna merhem ise; unsuriyet fikrinden deðil, belki Ýslâmiyetin eczahane-i kudsiyesinden çýkabilir. Zaîflerin kuvveti ve mukavemeti, karanlýk ve tesadüfe baðlý, þuursuz, tabiî felsefeden alýnmaz; belki hamiyet-i Ýslâmiye ve kudsî Ýslâmiyet milliyetinden alýnýr!..

 

Altýncý taife gençlerdir. Bu gençlerin gençlikleri eðer daimî olsaydý; menfî milliyetle onlara içirdiðiniz þarabýn muvakkat bir menfaatý, bir faidesi olurdu. Fakat o gençliðin lezzetli sarhoþluðu; ihtiyarlýkla elemle ayýlmasý ve o tatlý uykunun ihtiyarlýk sabahýnda esefle uyanmasýyla, o þarabýn humarý ve sýkýntýsý onu çok aðlattýracak ve o lezzetli rü'yanýn zevalindeki elem, ona çok hazîn teessüf ettirecek. "Eyvah! Hem gençlik gitti, hem ömür gitti, hem müflis olarak kabre gidiyorum; keþki aklýmý baþýma alsaydým." dedirecek. Acaba bu taifenin hamiyet-i milliyeden hissesi, az bir zamanda muvakkat bir keyf görmek için, pek uzun bir zamanda teessüfle aðlattýrmak mýdýr? Yoksa onlarýn saadet-i dünyeviyeleri ve lezzet-i hayatiyeleri; o güzel, þirin gençlik nimetinin þükrünü vermek suretinde, o nimeti sefahet yolunda deðil, belki istikamet yolunda sarfetmekle; o fâni gençliði, ibadetle manen ibka etmek ve o gençliðin istikametiyle Dâr-ý Saadette ebedî bir gençlik kazanmakta mýdýr? Zerre miktar þuurun varsa söyle!..

 

Elhasýl: Eðer Türk Milleti, yalnýz altýncý taife olan gençlerden ibaret olsa ve gençlikleri daimî kalsa ve dünyadan baþka yerleri bulunmasa, sizin Türkçülük perdesi altýndaki firenk-meþrebane harekâtýnýz, hamiyet-i milliyeden sayýlabilirdi. Benim gibi hayat-ý dünyeviyeye az ehemmiyet veren ve unsuriyet fikrini firengi illeti gibi bir maraz telakki eden ve gençleri nâ-meþru keyf ve hevesattan men'e çalýþan ve baþka memlekette dünyaya gelen bir adama, "O Kürddür, arkasýna düþmeyiniz." diyebilirdiniz ve demeye bir hak kazanabilirdiniz. Fakat mâdemki Türk namý altýnda olan þu vatan evlâdý, sâbýkan beyan edildiði gibi altý kýsýmdýr. Beþ kýsma zarar vermek ve keyflerini kaçýrmak, yalnýz birtek kýsma muvakkat ve dünyevî ve akibeti meþ'um bir keyf vermek, belki sarhoþ etmek; elbette o Türk Milletine dostluk deðil,

 

sh: » (M: 454)

 

düþmanlýktýr. Evet ben unsurca Türk sayýlmýyorum; fakat Türklerin ehl-i takva taifesine ve musibetzedeler kýsmýna ve ihtiyarlar sýnýfýna ve çocuklar taifesine ve zaîfler ve fakirler zümresine bütün kuvvetimle ve kemal-i iþtiyakla müþfikane ve uhuvvetkârane çalýþmýþým ve çalýþýyorum. Altýncý taife olan gençleri dahi, hayat-ý dünyeviyesini zehirlettirecek ve hayat-ý uhreviyesini mahvedecek ve bir saat gülmeye bedel, bir sene aðlamayý netice veren harekât-ý nâmeþruadan vazgeçirmek istiyorum. Yalnýz bu altý-yedi sene deðil, belki yirmi senedir Kur'andan ahzedip Türkçe lisanýyla neþrettiðim âsâr meydandadýr. Evet Lillahilhamd, Kur'an-ý Hakîm'in maden-i envarýndan iktibas edilen âsâr ile, ihtiyar taifesinin en ziyade istedikleri nur gösteriliyor. Musibetzedelerin ve hastalarýn tiryak gibi en nâfi' ilâçlarý, eczahane-i kudsiye-i Kur'aniyede gösteriliyor. Ve ihtiyarlarý en ziyade düþündüren kabir kapýsý, rahmet kapýsý olduðu ve idam kapýsý olmadýðý, o envar-ý Kur'aniye ile gösterildi. Ve çocuklarýn nazik kalblerinde hadsiz mesaib ve muzýr eþyaya karþý gayet kuvvetli bir nokta-i istinad ve hadsiz âmâl ve arzularýna medar bir nokta-i istimdad Kur'an-ý Hakîm'in madeninden çýkarýldý ve gösterildi ve bilfiil istifade ettirildi. Ve fukaralar ve zuafalar kýsmýný en ziyade ezen ve müteessir eden hayatýn aðýr tekâlifi, Kur'an-ý Hakîm'in hakaik-i îmaniyesiyle hafifleþtirildi.

 

Ýþte bu beþ taife ki, Türk Milletinin altý kýsmýndan beþ kýsmýdýr; menfaatlerine çalýþýyoruz. Altýncý kýsým ki, gençlerdir. Onlarýn iyilerine karþý ciddî uhuvvetimiz var. Senin gibi mülhidlere karþý hiçbir cihetle dostluðumuz yok! Çünki ilhada giren ve Türkün hakikî bütün mefahir-i milliyesini taþýyan Ýslâmiyet milliyetinden çýkmak isteyen adamlarý Türk bilmiyoruz, Türk perdesi altýna girmiþ firenk telakki ediyoruz! Çünki yüzbin defa Türkçüyüz deyip dava etseler, ehl-i hakikatý kandýramazlar. Zira fiilleri, harekâtlarý, onlarýn davalarýný tekzib ediyor.

 

Ýþte ey firenk-meþrebler ve propagandanýzla hakikî kardeþlerimi benden soðutmaya çalýþan mülhidler! Bu millete menfaatiniz nedir? Birinci taife olan ehl-i takva ve salahatýn nurunu söndürüyorsunuz. Merhamete ve týmar etmeye þayan ikinci taifesinin yaralarýna zehir serpiyorsunuz. Ve hürmete çok lâyýk olan üçüncü taifenin tesellisini kýrýyorsunuz, ye's-i mutlaka atýyorsunuz. Ve þefkate çok muhtaç olan dördüncü taifenin bütün bütün kuvve-i maneviyesini kýrýyorsunuz ve hakikî insaniyetini söndürüyorsunuz. Ve muavenet ve yardýma ve teselliye çok

 

sh: » (M: 455)

 

muhtaç olan beþinci taifenin ümidlerini, istimdadlarýný akîm býrakýp, onlarýn nazarýnda hayatý, mevtten daha ziyade dehþetli bir surete çeviriyorsunuz. Ýkaza ve ayýlmaða çok muhtaç olan altýncý taifesine, gençlik uykusu içinde öyle bir þarab içiriyorsunuz ki; o þarabýn humarý pek elîm, pek dehþetlidir. Acaba bu mudur hamiyet-i milliyeniz ki, o hamiyet-i milliye uðrunda çok mukaddesatý feda ediyorsunuz. O Türkçülük menfaati, Türklere bu suretle midir? Yüz bin defa el'iyazübillah.

 

Ey efendiler! Bilirim ki, hak noktasýnda maðlub olduðunuz zaman, kuvvete müracaat edersiniz. Kuvvet hakta olduðu, hak kuvvette olmadýðý sýrrýyla; dünyayý baþýma ateþ yapsanýz, hakikat-ý Kur'aniyeye feda olan bu baþ size eðilmeyecektir. Hem size bunu da haber veriyorum ki: Deðil sizler gibi mahdud, manen millet nazarýnda menfur bir kýsým adamlar, belki binler sizler gibi bana maddî düþmanlýk etseler, ehemmiyet vermeyeceðim ve bir kýsým muzýr hayvanattan fazla kýymet vermeyeceðim. Çünki bana karþý ne yapacaksýnýz? Yapacaðýnýz iþ, ya hayatýma hâtime çekmekle veya hizmetimi bozmak suretiyle olur. Bu iki þeyden baþka dünyada alâkam yok. Hayatýn baþýna gelen ecel ise, þuhud derecesinde kat'î îman etmiþim ki; tegayyür etmiyor, mukadderdir. Mâdem böyledir; Hak yolunda þehadet ile ölsem, çekinmek deðil, iþtiyak ile bekliyorum. Bahusus ben ihtiyar oldum, bir seneden fazla yaþamayý zor düþünüyorum. Zâhirî bir sene ömrü, þehadet vasýtasýyla kazanýlan hadsiz bir ömr-ü bâkiye tebdil etmek; benim gibilerin en âlî bir maksadý, bir gayesi olur. Amma hizmet ise, felillahilhamd hizmet-i Kur'aniye ve îmaniyede Cenâb-ý Hak rahmetiyle öyle kardeþleri bana vermiþ ki; vefatým ile, o hizmet bir merkezde yapýldýðýna bedel, çok merkezlerde yapýlacak. Benim dilim ölüm ile susturulsa; pek çok kuvvetli diller benim dilime bedel konuþacaklar, o hizmeti idame ederler. Hattâ diyebilirim: Nasýlki bir tane tohum toprak altýna girip ölmesiyle bir sünbül hayatýný netice verir; bir taneye bedel, yüz tane vazife baþýna geçer. Öyle de; mevtim, hayatýmdan fazla o hizmete vasýta olur ümidini besliyorum!..

 

Beþinci Desise-i Þeytaniye: Ehl-i dalaletin tarafgirleri, enaniyetten istifade edip, kardeþlerimi benden çekmek istiyorlar. Hakikaten insanda en tehlikeli damar, enaniyettir ve en zaîf damarý da odur. Onu okþamakla, çok fena þeyleri yaptýrabilirler. Ey kardeþlerim! Dikkat ediniz; sizi enaniyette vurmasýnlar, onun-

 

sh: » (M: 456)

 

la sizi avlamasýnlar. Hem biliniz ki: Þu asýrda ehl-i dalalet eneye binmiþ, dalalet vadilerinde koþuyor. Ehl-i hak, bilmecburiye eneyi terketmekle hakka hizmet edebilir. Ene'nin istimalinde haklý dahi olsa; mâdemki ötekilere benzer ve onlar da onlarý kendileri gibi nefisperest zannederler, hakkýn hizmetine karþý bir haksýzlýktýr. Bununla beraber etrafýna toplandýðýmýz hizmet-i Kur'aniye, ene'yi kabul etmiyor. "Nahnü" istiyor. "Ben demeyiniz, biz deyiniz" diyor. Elbette kanaatýnýz gelmiþ ki, bu fakir kardeþiniz ene ile meydana çýkmamýþ. Sizi enesine hâdim yapmýyor. Belki, enesiz bir hâdim-i Kur'anî olarak kendini size göstermiþ. Ve kendini beðenmemeyi ve enesine tarafdar olmamayý meslek ittihaz etmiþ. Bununla beraber, kat'î deliller ile sizlere isbat etmiþtir ki: Meydan-ý istifadeye vaz'edilen eserler, mîrî malýdýr; yani Kur'an-ý Hakîm'in tereþþuhatýdýr. Hiç kimse, enesiyle onlara temellük edemez! Haydi farz-ý muhal olarak ben enemle o eserlere sahib çýkýyorum, benim bir kardeþimin dediði gibi: Mâdem bu Kur'anî hakikat kapýsý açýldý, benim noksaniyetime ve ehemmiyetsizliðime bakýlmayarak, ehl-i ilim ve kemal arkamda bulunmaktan çekinmemeli ve istiðna etmemelidirler. Selef-i sâlihînin ve muhakkikîn-i ulemanýn âsârlarý, çendan her derde kâfi ve vâfi bir hazine-i azîmedir; fakat bazý zaman olur ki, bir anahtar bir hazineden ziyade ehemmiyetli olur. Çünki hazine kapalýdýr; fakat bir anahtar, çok hazineleri açabilir. Zannederim ki, o enaniyet-i ilmiyeyi fazla taþýyan zâtlar da anladýlar ki: Neþrolunan Sözler, hakaik-i Kur'aniyenin birer anahtarý ve o hakaiki inkâr etmeye çalýþanlarýn baþlarýna inen birer elmas kýlýnçtýr. O ehl-i fazl ve kemal ve kuvvetli enaniyet-i ilmiyeyi taþýyan zâtlar bilsinler ki; bana deðil, Kur'an-ý Hakîm'e talebe ve þakird oluyorlar. Ben de onlarýn bir ders arkadaþýyým. Haydi farz-ý muhal olarak ben üstadlýk dava etsem, mâdem þimdi ehl-i îmanýn tabakatýný, avamdan havassa kadar, maruz kaldýklarý evham ve þübehattan kurtarmak çaresini bulduk; o ulema ya daha kolay bir çaresini bulsunlar veyahut bu çareyi iltizam edip ders versinler, tarafdar olsunlar. Ulema-üs sû' hakkýnda bir tehdid-i azîm var. Bu zamanda ehl-i ilim ziyade dikkat etmeli. Haydi farzetseniz ki, düþmanlarýmýzýn zanný gibi ben, benlik hesabýna böyle bir hizmette bulunuyorum. Acaba dünyevî ve millî bir maksad için, çok zâtlar enaniyeti terkedip, firavun-meþreb bir adamýn kemâl-i sadakatla etrafýna toplanýp, þiddetli bir tesanüdle iþ gördükleri halde; acaba bu kardeþiniz, hakikat-ý

 

sh: » (M: 457)

 

Kur'aniye ve hakaik-i îmaniye etrafýnda, kendi enaniyetini setretmekle beraber, o dünyevî komitenin onbaþýlarý gibi, terk-i enaniyetle hakaik-i Kur'aniye etrafýnda bir tesanüdü sizden istemeye hakký yok mudur? Sizin en büyük âlimleriniz de, ona "Lebbeyk" dememesinde haksýz deðil midirler?

 

Kardeþlerim, enaniyetin iþimizde en tehlikeli ciheti, kýskançlýktýr. Eðer sýrf lillah için olmazsa, kýskançlýk müdahale eder, bozar. Nasýlki bir insanýn bir eli, bir elini kýskanmaz ve gözü, kulaðýna hased etmez ve kalbi aklýna rekabet etmez. Öyle de: Bu heyetimizin þahs-ý manevîsinde herbiriniz bir duygu, bir âza hükmündesiniz. Birbirinize karþý rekabet deðil, bilakis birbirinizin meziyetiyle iftihar etmek, mütelezziz olmak bir vazife-i vicdaniyenizdir.

 

Bir þey daha kaldý, en tehlikesi odur ki: Ýçinizde ve ahbabýnýzda, bu fakir kardeþinize karþý bir kýskançlýk damarý bulunmak, en tehlikelidir. Sizlerde mühim ehl-i ilim de var. Ehl-i ilmin bir kýsmýnda, bir enaniyet-i ilmiye bulunur. Kendi mütevazi de olsa, o cihette enaniyetlidir. Çabuk enaniyetini býrakmaz. Kalbi, aklý ne kadar yapýþsa da; nefsi, o ilmî enaniyeti cihetinde imtiyaz ister, kendini satmak ister, hattâ yazýlan risalelere karþý muaraza ister. Kalbi risaleleri sevdiði ve aklý istihsan ettiði ve yüksek bulduðu halde; nefsi ise, enaniyet-i ilmiyeden gelen kýskançlýk cihetinde zýmnî bir adâvet besler gibi, Sözler'in kýymetlerinin tenzilini arzu eder tâ ki kendi mahsulât-ý fikriyesi onlara yetiþsin, onlar gibi satýlsýn. Halbuki bilmecburiye bunu haber veriyorum ki:

 

"Bu dürûs-u Kur'aniyenin dairesi içinde olanlar, allâme ve müçtehidler de olsalar; vazifeleri -ulûm-u îmaniye cihetinde- yalnýz yazýlan þu Sözler'in þerhleri ve izahlarýdýr veya tanzimleridir. Çünki çok emarelerle anlamýþýz ki: Bu ulûm-u îmaniyedeki fetva vazifesiyle tavzif edilmiþiz. Eðer biri, dairemiz içinde nefsin enaniyet-i ilmiyeden aldýðý bir his ile, þerh ve izah haricinde birþey yazsa; soðuk bir muaraza veya nâkýs bir taklidcilik hükmüne geçer. Çünki çok delillerle ve emarelerle tahakkuk etmiþ ki: Risale-i Nur eczalarý, Kur'anýn tereþþuhatýdýr; bizler, taksim-ül a'mal kaidesiyle, herbirimiz bir vazife deruhde edip, o âb-ý hayat tereþþuhatýný muhtaç olanlara yetiþtiriyoruz!.."

 

Altýncý Desise-i Þeytaniye þudur ki: Ýnsandaki tenbellik ve tenperverlik ve vazifedarlýk damarýndan istifade eder. Evet

 

sh: » (M: 458)

 

þeytan-ý ins ve cinnî her cihette hücum ederler. Arkadaþlarýmýzdan metin kalbli, sâdakatý kuvvetli, niyeti ihlaslý, himmeti âlî gördükleri vakit baþka noktalardan hücum ederler. Þöyle ki:

 

Ýþimize sekte ve hizmetimize fütur vermek için, onlarýn tenbelliklerinden ve tenperverliklerinden ve vazifedarlýklarýndan istifade ederler. Onlar, öyle desiselerle onlarý hizmet-i Kur'aniyeden alýkoyuyorlar ki; haberleri olmadan bir kýsmýna fazla iþ buluyorlar, tâ ki hizmet-i Kur'aniyeye vakit bulmasýn. Bir kýsmýna da, dünyanýn cazibedar þeylerini gösteriyorlar ki; hevesi uyanýp, hizmete karþý bir gaflet gelsin ve hâkeza...

 

Bu hücum yollarý uzun çeker. Bu uzunlukta kýsa keserek, dikkatli fehminize havale ederiz.

 

Ey kardeþlerim! Dikkat ediniz: Vazifeniz kudsiyedir, hizmetiniz ulvîdir. Herbir saatiniz, bir gün ibadet hükmüne geçebilecek bir kýymettedir. Biliniz ki, elinizden kaçmasýn!...

 

يَا اَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اصْبِرُوا وَصَابِرُوا وَرَابِطُوا وَاتَّقُوا اللّهَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ { وَلاَ تَشْتَرُوا بِآيَاتِى ثَمَنًا قَلِيلاً

 

سُبْحَانَ رَبِّكَ رَبِّ الْعِزَّةِ عَمَّا يَصِفُونَ وَسَلاَمٌ عَلَى الْمُرْسَلِينَ وَ الْحَمْدُ لِلّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

 

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

 

اَللّهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ النَّبِىِّ اْلاُمِّىِّ الْحَبِيبِ الْعَالِى الْقَدْرِ الْعَظِيمِ الْجَاهِ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ وَ سَلِّمْ آمِينَ

 

* * *

 

sh: » (M: 459)

 

Kudsî Bir Tarihçe

 

Kur'an-ý Hakîm'in mühim bir sýrr-ý i'cazîsinin zuhur ettiði senenin tarihi, yine lafz-ý Kur'andadýr. Þöyle ki:

 

Kur'an kelimesi, ebced hesabýyla üçyüz ellibirdir. Ýçinde iki elif var; mahfî elif "Elfün" okunsa, bin manasýndaki "Elfün"dür.(Hâþiye) Demek 1351 senesine, Sene-i Kur'aniye tabir edilebilir. Çünki Lafz-ý Kur'andaki tevafukatýn sýrr-ý acibi, Kur'anýn tefsiri olan Risale-i Nur eczalarýnda o sene göründü. Ve Kur'andaki Lafz-ý Celâl'in i'cazkârane sýrr-ý tevafuku, ayný senede tezahür etti. Ve bir nakþ-ý i'cazîyi gösterecek bir Kur'anýn yeni bir tarzda yazýlmasý, ayný senede oluyor. Ve hatt-ý Kur'anýn tebdiline karþý, Kur'an þakirdlerinin bütün kuvvetleriyle hatt-ý Kur'anîyi muhafazaya çalýþmasý ayný senededir. Ve Kur'anýn mühim ezvak-ý i'caziyesi, ayný senede tezahür ediyor. Hem ayný senede Kur'an ile çok münasebetdar hâdisat olmuþ ve olacak gibi...

 

* * *

 

_______________________________

 

(Hâþiye): Ýlm-i Sarf kaidesince: feilün, fe'lün okunur. Ketifün, ketfün okunmasý gibi. Buna binaen elifün, elfün okunur. O halde, bin üçyüz ellibir olur.

 

* * *

 

 

 

sh: » (M: 460)

 

Altýncý Risale olan Altýncý Kýsmýn Zeyli

 

Es'ile-i Sitte

 

[Ýstikbalde gelecek nefret ve tahkirden sakýnmak için, þu mahrem zeyil yazýlmýþtýr. Yani "Tuh o asrýn gayretsiz adamlarýna!" denildiði zaman, yüzümüze tükürükleri gelmemek için veyahud silmek için yazýlmýþtýr.

 

Avrupa'nýn insaniyetperver maskesi altýnda vahþi reislerinin saðýr kulaklarý çýnlasýn!.. Ve bu vicdansýz gaddarlarý bize musallat eden o insafsýz zalimlerin görmeyen gözlerine sokulsun! Ve bu asýrda, yüzbin cihette "Yaþasýn Cehennem" dedirten mimsiz medeniyetperestlerin baþlarýna vurulmak için yazýlmýþ bir arzuhaldir.]

 

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ

 

وَمَا لَنَا اَلاَّ نَتَوَكَّلَ عَلَى اللّهِ وَقَدْ هَدَينَا سُبُلَنَا وَلَنَصْبِرَنَّ عَلَى مَا آذَيْتُمُونَا وَعَلَى اللّهِ فَلْيَتَوَكَّلِ اْلمُتَوَكِّلُونَ

 

Bu yakýnlarda ehl-i ilhadýn perde altýnda tecavüzleri gayet çirkin bir suret aldýðýndan; çok bîçare ehl-i îmana ettikleri zalimane ve dinsizcesine tecavüz nev'inden; bana, hususî ve gayr-ý resmî, kendim tamir ettiðim bir mabedimde, hususî bir-iki kardeþimle hususî ibadetimde, gizli ezan ve kametimize müdahale edildi. "Ne için Arabça kamet ediyorsunuz ve gizli ezan okuyorsunuz?" denildi. Sükûtta sabrým tükendi. Kabil-i hitab olmayan öyle vicdansýz alçaklara deðil; belki milletin mukadderatýyla, keyfî istibdad ile oynayan firavun-meþreb komitenin baþlarýna derim ki: Ey ehl-i bid'a ve ilhad!.. Altý sualime cevab isterim.

 

Birincisi: Dünyada hükûmet süren, hükmeden her kavmin,

 

sh: » (M: 461)

 

hattâ insan eti yiyen yamyamlarýn, hattâ vahþi canavar bir çete reisinin bir usûlü var, bir düstur ile hükmeder. Siz hangi usûlle bu acib tecavüzü yapýyorsunuz? Kanununuzu ibraz ediniz! Yoksa bazý alçak memurlarýn keyiflerini, kanun mu kabul ediyorsunuz? Çünki böyle hususî ibadatta kanun yapýlmaz ve kanun olamaz!

 

Ýkincisi: Nev'-i beþerde, hususan bu asr-ý hürriyette ve bilhassa medeniyet dairesinde hemen umumiyetle hüküm-ferma "hürriyet-i vicdan" düsturunu kýrmak ve istihfaf etmek ve dolayýsýyla nev'-i beþeri istihkar etmek ve itirazýný hiçe saymak kadar cür'etinizle, hangi kuvvete dayanýyorsunuz? Hangi kuvvetiniz var ki, siz kendinize "lâdinî" ismi vermekle, ne dine ne dinsizliðe iliþmemeyi ilân ettiðiniz halde; dinsizliði mutaassýbane kendine bir din ittihaz etmek tarzýnda, dine ve ehl-i dine böyle tecavüz, elbette saklý kalmayacak! Sizden sorulacak!.. Ne cevab vereceksiniz? Yirmi hükûmetin en küçüðünün itirazýna karþý dayanamadýðýnýz halde, nasýl yirmi hükûmetin birden itirazýný hiçe sayar gibi, hürriyet-i vicdaniyeyi cebrî bir surette bozmaða çalýþýyorsunuz.

 

Üçüncüsü: Mezheb-i Hanefî'nin ulviyetine ve safiyetine münafî bir surette, vicdanýný dünyaya satan bir kýsým ulema-üs sû'un yanlýþ fetvalarýyla, benim gibi Þâfi-ül Mezheb adamlara, hangi usûl ile teklif ediyorsunuz? Bu meslekte milyonlar etbaý bulunan Þafiî Mezhebini kaldýrýp, bütün Þafiîleri Hanefîleþtirdikten sonra, bana zulüm suretinde cebren teklif edilse, sizin gibi dinsizlerin bir usûlüdür denilebilir. Yoksa, keyfî bir alçaklýktýr! Öylelerin keyfine tabi deðiliz ve tanýmayýz!

 

Dördüncüsü: Ýslâmiyet ile eskiden beri imtizaç ve ittihad eden, ciddî dindar ve dinine samimî hürmetkâr Türklük milliyetine bütün bütün zýd bir surette, firenklik mânasýnda Türkçülük namýyla, tahrifdarane ve bid'akârane bir fetva ile "Türkçe kamet et!" diye benim gibi baþka milletten olanlara teklif etmek hangi usûlledir? Evet hakikî Türklere pek hakikî dostane ve uhuvvetkârane münasebetdar olduðum halde, böyle sizin gibi firenk-meþreblerin Türkçülüðü ile hiçbir cihette münasebetim yoktur. Nasýl bana teklif ediyorsunuz? Hangi kanun ile? Eðer milyonlarla efradý bulunan ve binler seneden beri milliyetini ve lisanýný unutmayan ve Türklerin hakikî bir vatandaþý ve eskiden beri

 

sh: » (M: 462)

 

cihad arkadaþý olan Kürdlerin milliyetini kaldýrýp, onlarýn dilini onlara unutturduktan sonra; belki bizim gibi ayrý unsurdan sayýlanlara teklifiniz, bir nevi usûl-ü vahþiyane olur. Yoksa sýrf keyfîdir. Eþhasýn keyfine tebaiyet edilmez ve etmeyiz!

 

Beþincisi: Bir hükûmet, kendi raiyetine ve raiyet kabul ettiði adamlara herbir kanununu tatbik etse de; raiyet kabul etmediði adamlara, kanununu tatbik edemez. Çünki onlar diyebilirler ki: "Mâdem biz raiyetiniz deðiliz, siz de bizim hükûmetimiz deðilsiniz!"

 

Hem hiçbir hükûmet, iki cezayý birden vermez. Bir katili, ya hapse atar veyahud idam eder. Hem hapisle ceza, hem idamla ceza bir yerde vermek, hiçbir usûlde yoktur!

 

Ýþte mâdem vatana ve millete hiçbir zararým dokunmadýðý halde; beni sekiz senedir, en yabani ve hariç bir milletten cani bir adama dahi yapýlmayan bir esaret altýna aldýnýz. Canileri afvettiðiniz halde, hürriyetimi selbedip, hukuk-u medeniyeden iskat ederek muamele ettiniz. "Bu da vatan evlâdýdýr." demediðiniz halde; hangi usûl ile, hangi kanun ile bîçare milletinize rýzalarý hilafýna olarak tatbik ettiðiniz bu hürriyet-þiken usûlünüzü, benim gibi her cihetle size yabancý bir adama teklif ediyorsunuz? Mâdem Harb-i Umumî'de ordu kumandanlarýnýn þehadetiyle, vasýta olduðumuz çok fedakârlýklarý ve vatan uðrunda cansiperane mücahedeleri cinayet saydýnýz. Ve bîçare milletin hüsn-ü ahlâkýný muhafaza ve saadet-i dünyeviye ve uhreviyelerinin teminine pek ciddî ve tesirli çalýþmayý hýyanet saydýnýz. Ve manen menfaatsiz, zararlý, hatarlý, keyfî, küfrî firenk usûlünü kendinde kabul etmeyen bir adama sekiz sene ceza verdiniz. (Þimdi ceza yirmisekiz sene oldu.) Ceza bir olur. Tatbikini kabul etmedim, cezayý çektirdiniz. Ýkinci bir cezayý cebren tatbik etmek, hangi usûl iledir?

 

Altýncýsý: Mâdem sizlerle, itikadýnýzca ve bana edilen muameleye nazaran, küllî bir muhalefetimiz var. Siz dininizi ve âhiretinizi, dünyanýz uðrunda feda ediyorsunuz. Elbette mabeynimizde -tahmininizce- bulunan muhalefet sýrrýyla, biz dahi hilafýnýza olarak; dünyamýzý, dinimiz uðrunda ve âhiretimize her vakit feda etmeye hazýrýz. Sizin zalimane ve vahþiyane hükmünüz altýnda bir-iki sene zelilane geçecek hayatýmýzý, kudsî bir þehadeti kazanmak için feda etmek; bize âb-ý

 

sh: » (M: 463)

 

kevser hükmüne geçer. Fakat Kur'an-ý Hakîm'in feyzine ve iþaratýna istinaden, sizi titretmek için, size kat'î haber veriyorum ki:

 

Beni öldürdükten sonra yaþayamayacaksýnýz! Kahhar bir el ile, cennetiniz ve mahbubunuz olan dünyadan tardedilip ebedî zulümata çabuk atýlacaksýnýz! Arkamdan, pek çabuk sizin Nemrudlaþmýþ reisleriniz gebertilecek, yanýma gönderilecek. Ben de huzur-u Ýlahîde yakalarýný tutacaðým. Adalet-i Ýlâhiye, onlarý esfel-i sâfilîne atmakla intikamýmý alacaðým!

 

Ey din ve âhiretini dünyaya satan bedbahtlar! Yaþamanýzý isterseniz, bana iliþmeyiniz! Ýliþseniz, intikamým muzaaf bir surette sizden alýnacaðýný biliniz, titreyiniz! Ben rahmet-i Ýlâhîden ümid ederim ki: Mevtim, hayatýmdan ziyade dine hizmet edecek ve ölümüm baþýnýzda bomba gibi patlayýp baþýnýzý daðýtacak! Cesaretiniz varsa iliþiniz! Yapacaðýnýz varsa, göreceðiniz de var! Ben bütün tehdidatýnýza karþý, bütün kuvvetimle bu âyeti okuyorum:

 

اَلَّذِينَ قَالَ لَهُمُ النَّاسُ اِنَّ النَّاسَ قَدْ جَمَعُوا لَكُمْ فَاخْشَوْهُمْ فَزَادَهُمْ اِيمَانًا وَ قَالُوا حَسْبُنَا اللّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ

 

* * *

 

sh: » (M: 464)

 

Yedinci Kýsým

 

Ýþarat-ý Seb'a

 

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ

 

فَآمِنُوا بِاللّهِ وَرَسُولِهِ النَّبِىِّ اْلاُمِّىِّ الَّذِى يُؤْمِنُ بِاللّهِ وَكَلِمَاتِهِ وَاتَّبِعُوهُ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ { يُرِيدُونَ اَنْ يُطْفِئُوا نُورَ اللّهِ ِباَفْوَاهِهِمْ وَيَاْبَى اللّهُ اِلاَّ اَنْ يُتِمَّ نُورَهُ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ

 

[Üç sualin cevabý olarak "Yedi Ýþaret"tir. Birinci sual, dört iþarettir.]

 

Birinci Ýþaret: Þeair-i Ýslâmiyeyi taðyire teþebbüs edenlerin senedleri ve hüccetleri, yine her fena þeylerde olduðu gibi, ecnebileri körükörüne taklidcilik yüzünden geliyor. Diyorlar ki:

 

"Londra'da ihtida edenler ve ecnebilerden îmana gelenler; memleketlerinde ezan ve kamet gibi çok þeyleri kendi lisanlarýna tercüme ediyorlar, yapýyorlar. Âlem-i Ýslâm onlara karþý sükût ediyor, itiraz etmiyor. Demek bir cevaz-ý þer'î var ki, sükût ediliyor?"

 

Elcevap: Bu kýyasýn o kadar zâhir bir farký var ki, hiçbir cihette onlara kýyas etmek ve onlarý taklid etmek zîþuurun kârý deðildir. Çünki ecnebi diyarýna, lisan-ý þeriatta "Dâr-ý Harb" denilir. Dâr-ý Harbde çok þeylere cevaz olabilir ki, "Diyar-ý Ýslâm"da mesað olamaz.

 

Hem Firengistan diyarý, Hýristiyan þevketi dairesidir. Istýlahat-ý

 

sh: » (M: 465)

 

þer'iyenin maânîsini ve kelimat-ý mukaddesenin mefahimini lisan-ý hal ile telkin edecek ve ihsas edecek bir muhit olmadýðýndan; bilmecburiye kudsî maânî, mukaddes elfaza tercih edilmiþ; maânî için elfaz terkedilmiþ,ehvenüþþer ihtiyar edilmiþ. Diyar-ý Ýslâmda ise; muhit, o kelimat-ý mukaddesenin meal-i icmalîsini ehl-i Ýslâma lisan-ý hal ile ders veriyor. An'ane-i Ýslâmiye ve Ýslâmî tarih ve umum þeair-i Ýslâmiye ve umum erkân-ý Ýslâmiyete ait muhaverat-ý ehl-i Ýslâm, o kelimat-ý mukaddesenin mücmel meâllerini, mütemadiyen ehl-i îmana telkin ediyorlar. Hattâ þu memleketin maabid ve medaris-i diniyesinden baþka makberistanýn mezar taþlarý dahi, birer telkin edici, birer muallim hükmündedir ki; o maânî-i mukaddeseyi, ehl-i îmana ihtar ediyorlar. Acaba kendine müslüman diyen bir adam, dünyanýn bir menfaati için, bir günde elli kelime Firengî lügatýndan taallüm ettiði halde; elli senede ve her günde elli defa tekrar ettiði Sübhanallah, Elhamdülillah ve Lâilahe Ýllâllah ve Allahü Ekber gibi mukaddes kelimeleri öðrenmezse, elli defa hayvandan daha aþaðý düþmez mi? Böyle hayvanlar için, bu kelimat-ý mukaddese tercüme ve tahrif edilmez ve tehcir edilmezler! Onlarý tehcir ve taðyir etmek, bütün mezar taþlarýný hâkketmektir; bu tahkire karþý titreyen mezaristandaki ehl-i kuburu aleyhlerine döndürmektir.

 

Ehl-i ilhada kapýlan ulema-üs sû', milleti aldatmak için diyorlar ki: Ýmam-ý Azam, sair imamlara muhalif olarak demiþ ki: "Ýhtiyaç olsa, diyar-ý baidede, Arabî hiç bilmeyenlere, ihtiyaç derecesine göre; Fatiha yerine Farisî tercümesi cevazý var." Öyle ise, biz de muhtacýz, Türkçe okuyabiliriz?

 

Elcevap: Ýmam-ý A'zam'ýn bu fetvasýna karþý, baþta azamî imamlarýn en mühimleri ve sair oniki eimme-i müçtehidîn, o fetvanýn aksine fetva veriyorlar. Âlem-i Ýslâmýn cadde-i kübrasý, o umum eimmenin caddesidir. Mu'zam-ý Ümmet, cadde-i kübrada gidebilir. Baþka hususî ve dar caddeye sevkedenler, idlâl ediyorlar. Ýmam-ý A'zam'ýn fetvasý, beþ cihette hususîdir:

 

Birincisi: Merkez-i Ýslâmiyetten uzak diyar-ý âherde bulunanlara aittir.

 

Ýkincisi: Ýhtiyac-ý hakikîye binaendir.

 

Üçüncüsü: Bir rivayette, lisan-ý ehl-i Cennet'ten sayýlan Farisî li-

 

sh: » (M: 466)

 

sanýyla tercümeye mahsustur.

 

Dördüncüsü: Fatiha'ya mahsus olarak cevaz verilmiþ, tâ Fatiha'yý bilmeyen namazý terketmesin.

 

Beþincisi: Kuvvet-i îmandan gelen bir hamiyet-i Ýslâmiye ile, maânî-i mukaddesenin, avamýn tefehhümüne medar olmak için cevaz gösterilmiþ. Halbuki za'f-ý îmandan gelen ve menfî fikr-i milliyetten çýkan ve lisan-ý Arabîye karþý nefret ve za'f-ý îmandan tevellüd eden meyl-i tahrib saikasýyla tercüme edip Arabî aslýný terketmek, dini terk ettirmektir!

 

Ýkinci Ýþaret: Þeair-i Ýslâmiyeyi taðyir eden ehl-i bid'a, evvelâ ulema-üs sû'dan fetva istediler. Sâbýkan beþ vecihle hususî olduðunu gösterdiðimiz fetvayý gösterdiler. Sâniyen: Ehl-i bid'a, ecnebi inkýlabcýlarýndan böyle meþ'um bir fikir aldýlar ki: Avrupa, Katolik Mezhebini beðenmeyerek baþta ihtilâlciler, inkýlabcýlar ve feylesoflar olarak -Katolik mezhebine göre ehl-i bid'a ve Mu'tezile telakki edilen Protestanlýk Mezhebini iltizam edip, Fransýzlarýn Ýhtilâl-i Kebirinden istifade ederek, Katolik Mezhebini kýsmen tahrib edip, Protestanlýðý ilân ettiler.

 

Ýþte körükörüne taklidciliðe alýþan buradaki hamiyet-füruþlar diyorlar ki: "Mâdem Hýristiyan dininde böyle bir inkýlab oldu; bidayette inkýlabcýlara mürted denildi, sonra Hýristiyan olarak yine kabul edildi. Öyle ise, Ýslâmiyette de böyle dinî bir inkýlab olabilir?"

 

 

 

Elcevap: Bu kýyasýn, Birinci Ýþaret'teki kýyastan daha ziyade farký zâhirdir. Çünki Din-i Îsevî'de yalnýz esasat-ý diniye Hazret-i Îsâ Aleyhisselâm'dan alýndý. Hayat-ý içtimaiyeye ve füruat-ý þer'iyeye dair ekser ahkâmlar, Havariyyun ve sair rüesa-yý ruhaniye tarafýndan teþkil edildi. Kýsm-ý azamý, kütüb-ü sâbýka-i mukaddeseden alýndý. Hazret-i Îsâ Aleyhisselâm, dünyaca hâkim ve sultan olmadýðýndan ve kavanin-i umumiye-i içtimaiyeye merci' olmadýðýndan; esasat-ý diniyesi, hariçten bir libas giydirilmiþ gibi, þeriat-ý Hýristiyaniye namýna örfî kanunlar, medenî düsturlar alýnmýþ, baþka bir suret verilmiþ. Bu suret tebdil edilse, o libas deðiþtirilse, yine Hazret-i Îsâ Aleyhisselâm'ýn esas dini bâki kalabilir. Hazret-i Îsâ Aleyhisselâm'ý inkâr ve tekzib çýkmaz. Halbuki din ve þeriat-ý Ýslâmiyenin sahibi olan Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâm iki cihanýn sultaný, þark ve garb ve Endülüs

 

sh: » (M: 467)

 

ve Hind, birer taht-ý saltanatý olduðundan; Din-i Ýslâm'ýn esasatýný bizzât kendisi gösterdiði gibi, o dinin teferruatýný ve sair ahkâmýný, hattâ en cüz'î âdâbýný dahi bizzât o getiriyor, o haber veriyor, o emir veriyor. Demek füruat-ý Ýslâmiye, deðiþmeye kabil bir libas hükmünde deðil ki; onlar tebdil edilse, esas-ý din bâki kalabilsin. Belki esas-ý dine bir ceseddir, lâakal bir cilddir. Onunla imtizaç ve iltiham etmiþ; kabil-i tefrik deðildir. Onlarý tebdil etmek, doðrudan doðruya sahib-i þeriatý inkâr ve tekzib etmek çýkar.

 

Mezahibin ihtilafý ise: Sahib-i þeriatýn gösterdiði nazarî düsturlarýn tarz-ý tefehhümünden ileri gelmiþtir. "Zaruriyat-ý Diniye" denilen ve kabil-i te'vil olmayan ve "Muhkemat" denilen düsturlarý ise, hiç bir cihette kabil-i tebdil deðildir ve medar-ý içtihad olamaz. Onlarý tebdil eden, baþýný dinden çýkarýyor; يَمْرُقُونَ مِنَ الدِّينِ كَمَا يَمْرُقُ السَّهْمُ مِنَ الْقَوْسِ kaidesine dâhil oluyor.

 

Ehl-i bid'a, dinsizliklerine ve ilhadlarýna þöyle bir bahane buluyorlar. Diyorlar ki: "Âlem-i insaniyetin müteselsil hâdisatýna sebeb olan Fransýz Ýhtilâl-i Kebirinde, papazlara ve rüesa-yý ruhaniyeye ve onlarýn mezheb-i hâssý olan Katolik mezhebine hücum edildi ve tahrib edildi. Sonra çoklarý tarafýndan tasvib edildi. Firenkler dahi, ondan sonra daha ziyade terakki ettiler?"

 

Elcevap: Bu kýyasýn dahi, evvelki kýyaslar gibi farký zâhirdir. Çünki Fransýzlarda, havas ve hükûmet adamlarý elinde çok zaman Din-i Hýristiyanî, bahusus Katolik Mezhebi; bir vasýta-i tahakküm ve istibdad olmuþtu. Havas, o vasýta ile nüfuzlarýný avam üzerinde idame ediyorlardý. Ve "serseri" tabir ettikleri avam tabakasýnda intibaha gelen hamiyetperverlerini ve havas zalimlerin istibdadýna karþý hücum eden hürriyetperverlerin mütefekkir kýsýmlarýný ezmeye vasýta olduðundan ve dörtyüz seneye yakýn Firengistanda ihtilâller ile istirahat-ý beþeriyeyi bozmaða ve hayat-ý içtimaiyeyi zîr ve zeber etmeye bir sebeb telakki edildiðinden; o mezhebe, dinsizlik namýna deðil, belki Hýristiyanlýðýn diðer bir mezhebi namýna hücum edildi. Ve tabaka-i avamda ve feylesoflarda bir küsmek, bir adâvet hasýl olmuþtu ki; malûm hâdise-i tarihiye vukua gelmiþtir. Halbuki Din-i Muhammedî (A.S.M.) ve þeriat-ý Ýslâmiyeye karþý; hiçbir

 

sh: » (M: 468)

 

mazlumun, hiçbir mütefekkirin hakký yoktur ki, ondan þekva etsin. Çünki onlarý küstürmüyor, onlarý himaye ediyor. Tarih-i Ýslâm meydandadýr. Ýslâmlar içinde bir-iki vukuattan baþka dâhilî muharebe-i diniye olmamýþ. Katolik Mezhebi ise, dörtyüz sene ihtilâlât-ý dâhiliyeye sebeb olmuþ.

 

Hem Ýslâmiyet, havastan ziyade avamýn tahassüngâhý olmuþtur. Vücub-u zekat ve hurmet-i riba ile; havassý, avamýn üstünde müstebid yapmak deðil, bir cihette hâdim yapýyor.

 

سَيِّدُ الْقَوْمِ خَادِمُهُمْ *خَيْرُ النَّاسِ مَنْ يَنْفَعُ النَّاسَ diyor.

 

Hem Kur'an-ý Hakîm lisanýyla

 

اَفَلاَ تَعْقِلُونَ * اَفَلاَ يَتَدَبَّرُونَ * اَفَلاَ يَتَفَكَّرُونَ gibi kudsî havaleler ile, aklý istiþhad ediyor ve ikaz ediyor ve akla havale ediyor, tahkike sevkediyor. Onun ile, ehl-i ilim ve ashab-ý akla din namýna makam veriyor, ehemmiyet veriyor. Katolik mezhebi gibi aklý azletmiyor, ehl-i tefekkürü susturmuyor, körükörüne taklid istemiyor.

 

Hakikî Hýristiyanlýk deðil, belki þimdiki Hýristiyan dininin esasýyla Ýslâmiyetin esasý mühim bir noktadan ayrýldýðýndan; sâbýk farklar gibi çok cihetlerle ayrý ayrý gidiyorlar. O mühim nokta þudur:

 

Ýslâmiyet, tevhid-i hakikî dinidir ki; vasýtalarý, esbablarý iskat ediyor. Enaniyeti kýrýyor, ubudiyet-i hâlisa te'sis ediyor. Nefsin rububiyetinden tut, tâ her nevi rububiyet-i bâtýlayý kat'ediyor, reddediyor. Bu sýr içindir ki; havastan bir büyük insan tam dindar olsa, enaniyeti terketmeye mecbur olur. Enaniyeti terketmeyen, salabet-i diniyeyi ve kýsmen de dinini terkeder.

 

Þimdiki Hýristiyanlýk dini ise; "Velediyet Akidesi"ni kabul ettiði için vesait ve esbaba tesir-i hakikî verir. Din namýna enaniyeti kýrmaz, belki Hazret-i Îsâ Aleyhisselâm'ýn bir mukaddes vekili diye o enaniyete bir kudsiyet verir. Onun için, dünyaca en büyük makam iþgal eden Hýristiyan havaslarý, tam dindar olabilirler. Hattâ Amerika'nýn esbak Reis-i Cumhuru Wilson ve Ýngiliz'in esbak Reis-i Vükelasý Loid George gibi çoklar var ki, mutaassýb birer papaz hükmünde dindar oldular. Müslümanlarda ise öyle makamlara girenler, nâdiren tam dindar ve salabetli

 

 

 

sh: » (M: 469)

 

kalýrlar. Çünki gururu ve enaniyeti býrakamýyorlar. Takva-yý hakikî ise, gurur ve enaniyetle içtima edemiyor.

 

Evet nasýlki Hýristiyan havassýnýn taassubu, müslüman havaslarýnýn adem-i salabeti mühim bir farký gösteriyor; öyle de: Hýristiyandan çýkan feylesoflar, dinlerine karþý lâkayd veya muarýz vaziyeti almasý ve Ýslâmdan çýkan hükemalarýn kýsm-ý azamý, hikmetlerini esasat-ý Ýslâmiyeye bina etmesi; yine mühim bir farký gösteriyor.

 

Hem ekseriyetle zindanlara ve musibetlere düþen âmi Hýristiyanlar, dinden meded beklemiyorlar. Eskiden çoðu dinsiz oluyordular. Hattâ Fransa'nýn Ýhtilâl-i Kebirini çýkaran ve "Serseri Dinsiz" tabir edilen tarihçe meþhur inkýlabcýlar, o musibetzede avam kýsmýdýr. Ýslâmiyette ise, ekseriyet-i mutlaka ile hapse ve musibete düþenler, dinden meded beklerler ve dindar oluyorlar. Ýþte bu hal dahi mühim bir farký gösteriyor.

 

Üçüncü Ýþaret: Ehl-i bid'a diyorlar ki: "Bu taassub-u dinî, bizi geri býraktý. Bu asýrda yaþamak, taassubu býrakmakla olur. Avrupa, taassubu býraktýktan sonra terakki etti?"

 

Elcevap: Yanlýþsýnýz ve aldanmýþsýnýz veya aldatýyorsunuz. Çünki Avrupa, dinine mutaassýbdýr. Hattâ bir âdi Bulgar'a veya bir nefer-i Ýngiliz'e veya bir serseri Fransýz'a "Sarýk sar. Sarmazsan hapse atýlacaksýn!" denilse, taassublarý muktezasýnca diyecek: "Hapse deðil, öldürseniz bile, dinime ve milliyetime bu hakareti yapmayacaðým!"

 

Hem tarih þahiddir ki: Ehl-i Ýslâm ne vakit dinine tam temessük etmiþ ise, o zamana nisbeten terakki etmiþ. Ne vakit salabeti terketmiþse, tedenni etmiþ. Hýristiyanlýk ise, bilakistir. Bu da, mühim bir fark-ý esasîden neþ'et etmiþ.

 

Hem Ýslâmiyet, sair dinlere kýyas edilmez. Bir müslüman Ýslâmiyetten çýksa ve dinini terketse, daha hiçbir peygamberi kabul edemez; belki Cenâb-ý Hakk'ý dahi ikrar edemez ve belki hiçbir mukaddes þey'i tanýmaz; belki kendinde kemalâta medar olacak bir vicdan bulunmaz, tefessüh eder. Onun için Ýslâmiyet nazarýnda, harbî kâfirin hakk-ý hayatý var. Hariçte olsa musalaha etse, dâhilde olsa cizye verse; Ýslâmiyetçe hayatý mahfuzdur. Fakat mürtedin hakk-ý hayatý yoktur. Çünki vicdaný tefessüh eder, hayat-ý içtimaiyeye bir zehir hükmüne geçer. Halbuki

 

sh: » (M: 470)

 

Hýristiyanýn bir dinsizi, yine hayat-ý içtimaiyeye nâfi' bir vaziyette kalabilir. Bazý mukaddesatý kabul eder ve bazý peygamberlere inanabilir ve Cenâb-ý Hakk'ý bir cihette tasdik edebilir.

 

Acaba bu ehl-i bid'a ve doðrusu ehl-i ilhad, bu dinsizlikte hangi menfaati buluyorlar? Eðer idare ve asayiþi düþünüyorlarsa; Allah'ý bilmeyen dinsiz on serserinin idaresi ve þerlerini def'etmesi, bin ehl-i diyanetin idaresinden daha müþkildir. Eðer terakkiyi düþünüyorlarsa; öyle dinsizler idare-i hükûmete muzýr olduklarý gibi, terakkiye dahi manidirler. Terakki ve ticaretin esasý olan emniyet ve asayiþi kýrýyorlar. Doðrusu onlar, meslekçe tahribatçýdýrlar. Dünyada en büyük ahmak odur ki, böyle dinsiz serserilerden terakki ve saadet-i hayatiyeyi beklesin. Böyle ahmaklardan mühim bir mevkii iþgal eden birisi demiþ ki: "Biz, Allah Allah diye diye geri kaldýk. Avrupa, top tüfek diye diye ileri gitti."

 

"Cevab-ül ahmak-is sükût" kaidesince, böylelere karþý cevab sükûttur. Fakat bazý ahmaklarýn arkasýnda bedbaht âkýller bulunduðundan deriz ki:

 

Ey bîçareler! Bu dünya bir misafirhanedir. Her günde otuzbin þahid, cenazeleriyle "El-mevtü hak" hükmünü imza ediyorlar ve o davaya þehadet ediyorlar. Ölümü öldürebilir misiniz? Bu þahidleri tekzib edebilir misiniz? Mâdem edemiyorsunuz; mevt, Allah Allah dedirtir. Sekeratta Allah Allah yerine; hangi topunuz, hangi tüfeðiniz, zulümat-ý ebedîyi o sekerattakinin önünde ýþýklandýrýr, ye's-i mutlakýný ümid-i mutlaka çevirebilir? Mâdem ölüm var, kabre girilecek; bu hayat gidiyor, bâki bir hayat geliyor. Bir defa top tüfek denilse; bin defa Allah Allah demek lâzým gelir. Hem Allah yolunda olsa; tüfek de Allah der, top da Allahü Ekber diye baðýrýr, Allah ile iftar eder, imsak eder.

 

Dördüncü Ýþaret: Tahribatçý ehl-i bid'a iki kýsýmdýr.

 

Bir kýsmý -güya din hesabýna, Ýslâmiyete sâdakat namýna- güya dini milliyetle takviye etmek için, "Za'fa düþmüþ din þecere-i nuraniyesini, milliyet topraðýnda dikmek, kuvvetleþtirmek istiyoruz." diye, dine taraftar vaziyeti gösteriyorlar.

 

Ýkinci kýsým; millet namýna, milliyet hesabýna, unsuriyete kuvvet vermek fikrine binaen, "Milleti, Ýslâmiyetle aþýlamak istiyoruz." diye, bid'alarý îcad ediyorlar.

 

sh: » (M: 471)

 

Birinci kýsma deriz ki: Ey "sâdýk ahmak" ýtlakýna mâsadak bîçare ulema-üs sû' veya meczub, akýlsýz, cahil sofîler! Hakikat-ý kâinat içinde kökü yerleþmiþ ve hakaik-i kâinata kökler salmýþ olan Þecere-i Tûba-i Ýslâmiyet; mevhum, muvakkat, cüz'î, hususî, menfî, belki esassýz, garazkâr, zulümkâr, zulmanî unsuriyet topraðýna dikilmez! Onu oraya dikmeye çalýþmak, ahmakane ve tahribkârane, bid'akârane bir teþebbüstür.

 

Ýkinci kýsým milliyetçilere deriz ki: Ey sarhoþ hamiyet-füruþlar! Bir asýr evvel milliyet asrý olabilirdi. Þu asýr unsuriyet asrý deðil! Bolþevizm, sosyalizm mes'eleleri istilâ ediyor; unsuriyet fikrini kýrýyor, unsuriyet asrý geçiyor. Ebedî ve daimî olan Ýslâmiyet milliyeti; muvakkat, daðdaðalý unsuriyetle baðlanmaz ve aþýlanmaz. Ve aþýlamak olsa da; Ýslâm milletini ifsad ettiði gibi, unsuriyet milliyetini dahi ýslah edemez, ibka edemez. Evet muvakkat aþýlamakta bir zevk ve bir muvakkat kuvvet görünüyor, fakat pek muvakkat ve akibeti hatarlýdýr.

 

Hem Türk unsurunda ebedî kabil-i iltiyam olmamak suretinde bir inþikak çýkacak. O vakit milletin kuvveti, bir þýk, bir þýkkýn kuvvetini kýrdýðý için, hiçe inecek. Ýki dað birbirine karþý bir mizanýn iki gözünde bulunsa; bir batman kuvvet, o iki kuvvet ile oynayabilir; yukarý kaldýrýr, aþaðý indirir.

 

Ýkinci Sual, iki iþarettir:

 

Birinci Ýþaret ki: "Beþinci Ýþaret"tir. Mühim bir sualin gayet muhtasar bir cevabýdýr.

 

Sual: Âhirzamanda Hazret-i Mehdi geleceðine ve fesada girmiþ âlemi ýslah edeceðine dair müteaddid rivayat-ý sahiha var. Halbuki þu zaman, cemaat zamanýdýr; þahýs zamaný deðil! Þahýs ne kadar dâhî ve hattâ yüz dâhî derecesinde olsa, bir cemaatýn mümessili olmazsa, bir cemaatin þahs-ý manevîsini temsil etmezse; muhalif bir cemaatýn þahs-ý manevîsine karþý maðlubdur. Þu zamanda -kuvvet-i velayeti ne kadar yüksek olursa olsun- böyle bir cemaat-ý beþeriyenin ifsadat-ý azîmesi içinde nasýl ýslah eder? Eðer Mehdi'nin bütün iþleri hârika olsa, þu dünyadaki hikmet-i Ýlâhiyeye ve kavanin-i âdetullaha muhalif düþer. Bu Mehdi mes'elesinin sýrrýný anlamak istiyoruz?

 

Elcevap: Cenâb-ý Hak kemal-i rahmetinden, þeriat-ý Ýslâmiyenin ebediyetine bir eser-i himayet olarak, herbir fesad-ý

 

sh: » (M: 472)

 

ümmet zamanýnda bir muslih veya bir müceddid veya bir halife-i zîþan veya bir kutb-u azam veya bir mürþid-i ekmel veyahud bir nevi Mehdi hükmünde mübarek zâtlarý göndermiþ; fesadý izale edip, milleti ýslah etmiþ; Din-i Ahmedîyi (A.S.M.) muhafaza etmiþ. Mâdem âdeti öyle cereyan ediyor, âhirzamanýn en büyük fesadý zamanýnda; elbette en büyük bir müçtehid, hem en büyük bir müceddid, hem hâkim, hem mehdi, hem mürþid, hem kutb-u azam olarak bir zât-ý nuranîyi gönderecek ve o zât da Ehl-i Beyt-i Nebevîden olacaktýr. Cenâb-ý Hak bir dakika zarfýnda beyn-es sema vel-arz âlemini bulutlarla doldurup boþalttýðý gibi, bir saniyede denizin fýrtýnalarýný teskin eder ve bahar içinde bir saatte yaz mevsiminin nümunesini ve yazda bir saatte kýþ fýrtýnasýný îcad eden Kadîr-i Zülcelâl; Mehdi ile de âlem-i Ýslâmýn zulümatýný daðýtabilir. Ve va'detmiþtir, va'dini elbette yapacaktýr. Kudret-i Ýlâhiye noktasýnda bakýlsa, gayet kolaydýr. Eðer daire-i esbab ve hikmet-i Rabbaniye noktasýnda düþünülse, yine o kadar makul ve vukua lâyýktýr ki; eðer Muhbir-i Sadýk'tan rivayet olmazsa dahi, herhalde öyle olmak lâzým gelir ve olacaktýr diye ehl-i tefekkür hükmeder. Þöyle ki: Felillahilhamd

 

للّهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى سَيِّدِِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ كَمَا صَلَّيْتَ عَلَى اِبْرَاهِيمَ وَ عَلَى آلِ اِبْرَاهِيمَ فِى الْعَالَمِينَ اِنَّكَ حَمِيدٌ مَجِيدٌ

 

duâsý -umum ümmet, umum namazýnda, günde beþ defa tekrar ettikleri bu duâ- bilmüþahede kabul olmuþtur ki; Âl-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, Âl-i Ýbrahim Aleyhisselâm gibi öyle bir vaziyet almýþ ki; umum mübarek silsilelerin baþýnda, umum aktar ve a'sarýn mecma'larýnda o nuranî zâtlar kumandanlýk ediyorlar.(Hâþiye) Ve öyle bir kesrettedirlerki; o kumandanlarýn mecmu'u, muazzam bir ordu teþkil ediyorlar. Eðer maddî þekle girse ve bir tesanüd ile bir fýrka vaziyetini alsalar, Ýslâmiyet dinini milliyet-i mukaddese hükmünde rabýta-i ittifak ve intibah yapsalar, hiçbir milletin ordusu onlara karþý dayanamaz! Ýþte o pek

 

____________________________________

 

(Hâþiye): Hattâ onlardan bir tanesi olan Seyyid Ahmed-üs Sünusî, milyonlar müride kumandanlýk ediyor. Seyyid Ýdris gibi diðer bir zât, yüzbinden fazla müslümanlara kumandanlýk ediyor. Seyyid Yahya gibi bir baþka seyyid, yüzbinler adamlara emirlik ediyor ve hâkeza... Bu seyyidler kabilesinin efradlarýnda böyle zâhirî kahramanlar çok olduðu gibi; Seyyid Abdülkadir-i Geylanî, Seyyid Ebulhasen-i Þazelî, Seyyid Ahmed-i Bedevî gibi manevî kahramanlarýn kahramanlarý dahi varlarmýþ...

 

sh: » (M: 473)

 

kesretli o muktedir ordu, Âl-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'dýr ve Hazret-i Mehdi'nin en has ordusudur.

 

Evet bugün tarih-i âlemde hiçbir nesil, þecere ile ve senedlerle ve an'ane ile birbirine muttasýl ve en yüksek þeref ve âlî haseb ve asil neseb ile mümtaz hiçbir nesil yoktur ki, Âl-i Beyt'ten gelen seyyidler nesli kadar kuvvetli ve ehemmiyetli bulunsun. Eski zamandan beri bütün ehl-i hakikatýn fýrkalarý baþýnda onlar ve ehl-i kemalin namdar reisleri yine onlardýr. Þimdi de, kemmiyeten milyonlarý geçen bir nesl-i mübarektir. Mütenebbih ve kalbleri îmanlý ve muhabbet-i Nebevî ile dolu ve cihandeðer þeref-i intisabýyla serfirazdýrlar. Böyle bir cemaat-ý azîme içindeki mukaddes kuvveti tehyic edecek ve uyandýracak hâdisat-ý azîme vücuda geliyor. Elbette o kuvvet-i azîmedeki bir hamiyet-i âliye feveran edecek ve Hazret-i Mehdi baþýna geçip, tarîk-ý hak ve hakikata sevkedecek. Böyle olmak ve böyle olmasýný; bu kýþtan sonra baharýn gelmesi gibi, âdetullahtan ve rahmet-i Ýlâhiyeden bekleriz ve beklemekte haklýyýz.

 

Ýkinci Ýþaret, yani Altýncý Ýþaret: Hazret-i Mehdi'nin cem'iyet-i nuraniyesi, Süfyan komitesinin tahribatçý rejim-i bid'akâranesini tamir edecek, Sünnet-i Seniyeyi ihya edecek; yani âlem-i Ýslâmiyette Risalet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) inkâr niyetiyle Þeriat-ý Ahmediyeyi (A.S.M.) tahribe çalýþan Süfyan komitesi, Hazret-i Mehdi cem'iyetinin mu'cizekâr manevî kýlýncýyla öldürülecek ve daðýtýlacak.

 

Hem âlem-i insaniyette inkâr-ý Ulûhiyet niyetiyle medeniyet ve mukaddesat-ý beþeriyeyi zîr ü zeber eden Deccal komitesini, Hazret-i Îsâ Aleyhisselâm'ýn din-i hakikîsini Ýslâmiyetin hakikatýyla birleþtirmeye çalýþan hamiyetkâr ve fedakâr bir Ýsevî cemaatý namý altýnda ve "Müslüman Îsevîleri" ünvanýna lâyýk bir cem'iyet, o Deccal komitesini, Hazret-i Îsâ Aleyhisselâm'ýn riyaseti altýnda öldürecek ve daðýtacak; beþeri, inkâr-ý Ulûhiyetten kurtaracak.

 

Þu mühim sýr pek uzundur. Baþka yerlerde bir nebze bahsettiðimizden burada bu kýsa iþaretle iktifa ediyoruz.

 

Yedinci Ýþaret yani Üçüncü Sual: Diyorlar ki: "Senin eski zamandaki müdafaatýn ve Ýslâmiyet hakkýndaki mücahedatýn, þimdiki tarzda deðil. Hem Avrupa'ya karþý Ýslâmiyet'i müdafaa eden mütefekkirîn tarzýnda gitmiyorsun. Neden Eski Said vaziye-

 

sh: » (M: 474)

 

tini deðiþtirdin? Neden manevî mücahidîn-i Ýslâmiye tarzýnda hareket etmiyorsun?

 

Elcevap: Eski Said ile mütefekkirîn kýsmý, felsefe-i beþeriyenin ve hikmet-i Avrupaiyenin düsturlarýný kýsmen kabul edip, onlarýn silâhlarýyla onlarla mübareze ediyorlar; bir derece onlarý kabul ediyorlar. Bir kýsým düsturlarýný, fünun-u müsbete suretinde lâyetezelzel teslim ediyorlar, o suretle Ýslâmiyetin hakikî kýymetini gösteremiyorlar. Âdeta kökleri çok derin zannettikleri hikmetin dallarýyla Ýslâmiyeti aþýlýyorlar, güya takviye ediyorlar. Bu tarzda galebe az olduðundan ve Ýslâmiyetin kýymetini bir derece tenzil etmek olduðundan, o mesleði terkettim. Hem bilfiil gösterdim ki: Ýslâmiyetin esaslarý o kadar derindir ki; felsefenin en derin esaslarý onlara yetiþmez, belki sathî kalýr. Otuzuncu Söz, Yirmidördüncü Mektub, Yirmidokuzuncu Söz bu hakikatý bürhanlarýyla isbat ederek göstermiþtir. Eski meslekte, felsefeyi derin zannedip, ahkâm-ý Ýslâmiyeyi zâhirî telakki edip felsefenin dallarýyla baðlamakla durutmak ve muhafaza edilmek zannediliyordu. Halbuki felsefenin düsturlarýnýn ne haddi var ki, onlara yetiþsin?

 

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

 

َاْلحَمْدُ لِلّهِ الَّذِى هَدَينَا لِهذَا وَمَا كُنَّا لِنَهْتَدِىَ لَوْلاَ اَنْ هَدَينَا اللّهُ لَقَدْ جَاءَتْ رُسُلُ رَبِّنَا بِاْلحَقِّ

 

اَللّهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ كَمَا صَلَّيْتَ عَلَى سَيِّدِنَا اِبْرَاهِيمَ وَ عَلَى آلِ اِبْرَاهِيمَ فِى الْعَالَمِينَ اِنَّكَ حَمِيدٌ مَجِيدٌ

 

* * *

 

Sekizinci Kýsým olan Rumuzat-ý Semaniye

 

"Sekiz Remiz"dir, yani sekiz küçük risaledir. Þu remizlerin esasý, Ýlm-i Cifr'in mühim bir düsturu ve ulûm-u hafiyenin mühim bir anahtarý ve bir kýsým esrar-ý gaybiye-i Kur'aniyenin mühim bir miftahý olan tevafuktur.

 

Ýleride müstakillen neþredileceðinden buraya dercedilmedi.

 

* * *

 

sh: » (M: 475)

 

Dokuzuncu Kýsým

 

Telvihat-ý Tis'a

 

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ

 

اَلاَ اِنَّ اَوْلِيَاءَ اللّهِ لاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَهُمْ يَحْزَنُونَ

 

[Þu kýsým, turuk-u velayet hakkýnda olup "Dokuz Telvih"tir.]

 

BÝRÝNCÝ TELVÝH: "Tasavvuf", "tarîkat", "velayet", "seyr ü sülûk" namlarý altýnda þirin, nuranî, neþ'eli, ruhanî bir hakikat-ý kudsiye vardýr ki; o hakikat-ý kudsiyeyi ilân eden, ders veren, tavsif eden binler cild kitab ehl-i zevk ve keþfin muhakkikleri yazmýþlar, o hakikatý ümmete ve bize söylemiþler. جَزَاهُمُ اللّهُ خَيْرًا كَثِيرًا Biz, o muhit denizinden birkaç katre hükmünde birkaç reþhalarýný þu zamanýn bazý ilcaatýna binaen göstereceðiz.

 

Sual: Tarîkat nedir?

 

Elcevap: Tarîkatýn gaye-i maksadý, mârifet ve inkiþaf-ý hakaik-i îmaniye olarak, Mi'raç-ý Ahmedî'nin (A.S.M.) gölgesinde ve sayesi altýnda kalb ayaðýyla bir seyr ü sülûk-u ruhanî neticesinde, zevkî, halî ve bir derece þuhudî hakaik-i îmaniye ve Kur'aniyeye mazhariyet; "tarîkat", "tasavvuf" namýyla ulvî bir sýrr-ý insanî ve bir kemâl-i beþerîdir.

 

Evet þu kâinatta insan bir fihriste-i câmia olduðundan, insanýn kalbi binler âlemin harita-i maneviyesi hükmündedir. Evet insanýn kafasýndaki dimaðý, hadsiz telsiz telgraf ve telefonlarýn santral denilen merkezi misillü, kâinatýn bir nevi merkez-i manevîsi olduðunu gösteren hadsiz fünun ve ulûm-u beþeriye olduðu gibi, insanýn mahiyetindeki kalbi dahi, hadsiz hakaik-i kâinatýn mazharý, medarý, çekirdeði olduðunu; hadd ve hesaba gel-

 

 

 

Sh: » (M: 476)

 

meyen ehl-i velayetin yazdýklarý milyonlarla nuranî kitablar gösteriyorlar.

 

Ýþte mâdem kalb ve dimað-ý insanî bu merkezdedir; çekirdek haletinde bir þecere-i azîmenin cihazatýný tazammun eder ve ebedî, uhrevî, haþmetli bir makinenin âletleri ve çarklarý içinde dercedilmiþtir. Elbette ve her halde o kalbin Fâtýrý, o kalbi iþlettirmesini ve bilkuvve tavýrdan bilfiil vaziyetine çýkarmasýný ve inkiþafýný ve hareketini irade etmiþ ki, öyle yapmýþ. Mâdem irade etmiþ, elbette o kalb dahi akýl gibi iþleyecek. Ve kalbi iþlettirmek için en büyük vasýta, velayet meratibinde zikr-i Ýlâhî ile tarîkat yolunda hakaik-i îmaniyeye teveccüh etmektir.

 

ÝKÝNCÝ TELVÝH: Bu seyr ü sülûk-u kalbînin ve hareket-i ruhaniyenin miftahlarý ve vesileleri, zikr-i Ýlâhî ve tefekkürdür. Bu zikir ve fikrin mehasini, ta'dad ile bitmez. Hadsiz fevaid-i uhreviyeden ve kemalât-ý insaniyeden kat-ý nazar, yalnýz þu daðdaðalý hayat-ý dünyeviyeye ait cüz'î bir faidesi þudur ki: Her insan, hayatýn daðdaðasýndan ve aðýr tekâlifinden bir derece kurtulmak ve teneffüs etmek için; herhalde bir teselli ister, bir zevki arar ve vahþeti izale edecek bir ünsiyeti taharri eder. Medeniyet-i insaniye neticesindeki içtimaat-ý ünsiyetkârane, on insanda bir ikisine muvakkat olarak, belki gafletkârane ve sarhoþçasýna bir ünsiyet ve bir ülfet ve bir teselli verir. Fakat yüzde sekseni ya daðlarda, derelerde münferid yaþýyor, ya derd-i maiþet onu hücra köþelere sevkediyor, ya musibetler ve ihtiyarlýk gibi âhireti düþündüren vasýtalar cihetiyle insanlarýn cemaatlerinden gelen ünsiyetten mahrumdurlar. O hal onlara ünsiyet verip teselli etmez.

 

Ýþte böylelerin hakikî tesellisi ve ciddî ünsiyeti ve tatlý zevki; zikir ve fikir vasýtasýyla kalbi iþletmek, o hücra köþelerde, o vahþetli dað ve sýkýntýlý derelerde kalbine müteveccih olup "Allah!" diyerek kalbi ile ünsiyet edip, o ünsiyet ile, etrafýnda vahþetle ona bakan eþyayý ünsiyetkârane tebessüm vaziyetinde düþünüp, "Zikrettiðim Hâlýkýmýn hadsiz ibadý her tarafta bulunduðu gibi, bu vahþetgâhýmda da çokturlar. Ben yalnýz deðilim, tevahhuþ manasýzdýr." diyerek, îmanlý bir hayattan ünsiyetli bir zevk alýr. Saadet-i hayatiye mânasýný anlar, Allah'a þükreder.

 

ÜÇÜNCÜ TELVÝH: Velayet, bir hüccet-i risalettir; tarîkat, bir bürhan-ý þeriattýr. Çünki risaletin teblið ettiði hakaik-i

 

sh: » (M: 477)

 

îmaniyeyi, velayet bir nevi þuhud-u kalbî ve zevk-i ruhanî ile aynelyakîn derecesinde görür, tasdik eder. Onun tasdiki, risaletin hakkaniyetine kat'î bir hüccettir. Þeriat ders verdiði ahkâmýn hakaikini, tarîkat zevkiyle, keþfiyle ve ondan istifadesiyle ve istifazasýyla o ahkâm-ý þeriatýn hak olduðuna ve Hak'tan geldiðine bir bürhan-ý bâhirdir. Evet nasýlki velayet ve tarîkat, risalet ve þeriatýn hücceti ve delilidir; öyle de Ýslâmiyetin bir sýrr-ý kemali ve medar-ý envarý ve insaniyetin Ýslâmiyet sýrrýyla bir maden-i terakkiyatý ve bir menba-ý tefeyyüzatýdýr.

 

Ýþte bu sýrr-ý azîmin bu derece ehemmiyetiyle beraber, bazý fýrak-ý dâlle onun inkârý tarafýna gitmiþler. Kendileri mahrum kaldýklarý o envardan, baþkalarýnýn mahrumiyetine sebeb olmuþlar. En ziyade medar-ý teessüf þudur ki: Ehl-i Sünnet ve Cemaatin bir kýsým zâhirî ulemasý ve Ehl-i Sünnet ve Cemaate mensub bir kýsým ehl-i siyaset gafil insanlar; ehl-i tarîkatýn içinde gördükleri bazý sû'-i istimalâtý ve bir kýsým hatiatý bahane ederek, o hazine-i uzmayý kapatmak, belki tahrib etmek ve bir nevi âb-ý hayatý daðýtan o kevser menba'ýný kurutmak için çalýþýyorlar. Halbuki eþyada, kusursuz ve her ciheti hayýrlý þeyler, meþrebler, meslekler az bulunur. Alâküllihal bazý kusurlar ve sû'-i istimalât olacak. Çünki ehil olmayanlar bir iþe girseler, elbette sû'-i istimal ederler. Fakat Cenâb-ý Hak âhirette muhasebe-i a'mal düsturuyla, adalet-i Rabbaniyesini, hasenat ve seyyiatýn müvazenesiyle gösteriyor. Yani hasenat racih ve aðýr gelse, mükâfatlandýrýr, kabul eder; seyyiat racih gelse cezalandýrýr, reddeder. Hasenat ve seyyiatýn müvazenesi, kemmiyete bakmaz, keyfiyete bakar. Bazý olur, birtek hasene bin seyyiata tereccuh eder, afvettirir. Mâdem adalet-i Ýlâhiye böyle hükmeder ve hakikat dahi bunu hak görür; tarîkat, yani Sünnet-i Seniye dairesinde tarîkatýn hasenatý, seyyiatýna kat'iyen müreccah olduðuna delil: Ehl-i tarîkat, ehl-i dalaletin hücumu zamanýnda îmanlarýný muhafaza etmesidir. Âdi bir samimî ehl-i tarîkat; sûrî, zâhirî bir mütefenninden daha ziyade kendini muhafaza eder. O zevk-i tarîkat vasýtasýyla ve o muhabbet-i evliya cihetiyle îmanýný kurtarýr. Kebairle fâsýk olur, fakat kâfir olmaz; kolaylýkla zýndýkaya sokulmaz. Þedid bir muhabbet ve metin bir itikad ile aktab kabul ettiði bir silsile-i meþayihi, onun nazarýnda hiçbir kuvvet çürütemez. Çürütmediði için, onlardan itimadýný kesemez. Onlardan itimadý kesilmezse, zýndýkaya giremez. Tarîkatta hissesi olmayan ve kalbi harekete

 

sh: » (M: 478)

 

gelmeyen, bir muhakkik âlim zât da olsa, þimdiki zýndýklarýn desiselerine karþý kendini tam muhafaza etmesi müþkilleþmiþtir.

 

Birþey daha var ki: Daire-i takvadan hariç, belki daire-i Ýslâmiyetten hariç bir suret almýþ bazý meþreblerin ve tarîkat namýný haksýz olarak kendine takanlarýn seyyiatýyla, tarîkat mahkûm olamaz. Tarîkatýn dinî ve uhrevî ve ruhanî çok mühim ve ulvî neticelerinden sarf-ý nazar, yalnýz âlem-i Ýslâm içindeki kudsî bir rabýta olan uhuvvetin inkiþafýna ve inbisatýna en birinci, te'irli ve hararetli vasýta tarîkatlar olduðu gibi; âlem-i küfrün ve siyaset-i Hýristiyaniyenin, nur-u Ýslâmiyeti söndürmek için müdhiþ hücumlarýna karþý dahi, üç mühim ve sarsýlmaz kal'a-i Ýslâmiyeden bir kal'asýdýr. Merkez-i Hilafet olan Ýstanbul'u beþyüz elli sene bütün âlem-i Hýristiyaniyenin karþýsýnda muhafaza ettiren, Ýstanbul'da beþyüz yerde fýþkýran envar-ý tevhid ve o merkez-i Ýslâmiyedeki ehl-i îmanýn mühim bir nokta-i istinadý, o büyük câmilerin arkalarýndaki tekyelerde "Allah Allah!" diyenlerin kuvvet-i îmaniyeleri ve marifet-i Ýlâhiyeden gelen bir muhabbet-i ruhanî ile cûþ u huruþlarýdýr.

 

Ýþte ey akýlsýz hamiyet-füruþlar ve sahtekâr milliyetperverler! Tarîkatýn, hayat-ý içtimaiyenizde bu hasenesini çürütecek hangi seyyiatlardýr, söyleyiniz?

 

DÖRDÜNCÜ TELVÝH: Meslek-i velayet çok kolay olmakla beraber çok müþkilâtlýdýr, çok kýsa olmakla beraber çok uzundur, çok kýymetdar olmakla beraber çok hatarlýdýr, çok geniþ olmakla beraber çok dardýr.

 

Ýþte bu sýrlar içindir ki; o yolda sülûk edenler bazan boðulur, bazan zararlý düþer, bazan döner baþkalarýný yoldan çýkarýr.

 

Ezcümle: Tarîkatta "seyr-i enfüsî" ve "seyr-i âfâkî" tabirleri altýnda iki meþreb var.

 

Birinci meþreb, enfüsî meþrebidir; nefisten baþlar, hariçten gözünü çeker, kalbe bakar, enaniyeti deler geçer, kalbinden yol açar, hakikatý bulur. Sonra âfâka girer. O vakit âfâký nuranî görür. Çabuk o seyri bitirir. Enfüsî dairesinde gördüðü hakikatý, büyük bir mikyasta onda da görür. Turuk-u hafiyenin çoðu bu yol ile gidiyor. Bunun da en mühim esasý; enaniyeti kýrmak, hevayý terketmek, nefsi öldürmektir.

 

sh: » (M: 479)

 

Ýkinci meþreb; âfâktan baþlar, o daire-i kübranýn mezahirinde cilve-i esmâ ve sýfâtý seyredip, sonra daire-i enfüsiyeye girer. Küçük bir mikyasta, daire-i kalbinde o envarý müþahede edip, onda en yakýn yolu açar. Kalb, âyine-i Samed olduðunu görür, aradýðý maksada vâsýl olur.

 

Ýþte birinci meþrebde sülûk eden insanlar nefs-i emmareyi öldürmeye muvaffak olamazsa, hevayý terkedip enaniyeti kýrmazsa; þükür makamýndan, fahr makamýna düþer.. fahirden gurura sukut eder. Eðer muhabbetten gelen bir incizab ve incizabdan gelen bir nevi sekir beraber bulunsa, "þatahat" namýyla haddinden çok fazla davalar ondan sudûr eder. Hem kendi zarar eder, hem baþkasýnýn zararýna sebeb olur. Meselâ: Nasýlki bir mülâzým, kendinde bulunan kumandanlýk zevkiyle ve neþesiyle gururlansa, kendini bir müþir zanneder. Küçücük dairesini, o küllî daire ile iltibas eder. Ve bir küçük âyinede görünen bir Güneþi, denizin yüzünde haþmetiyle cilvesi görünen Güneþle bir cihet-i müþabehetle iltibasa sebeb olur; öyle de: Çok ehl-i velayet var ki; bir sineðin bir tavus kuþuna nisbeti gibi, kendinden o derece büyük olanlardan kendini büyük görür ve öyle de müþahede ediyor, kendini haklý buluyor. Hattâ ben gördüm ki: Yalnýz kalbi intibaha gelmiþ uzaktan uzaða velayetin sýrrýný kendinde hissetmiþ, kendini kutb-u azam telakki edip o tavrý takýnýyordu. Ben dedim: "Kardeþim! Nasýlki kanun-u saltanatýn, sadrazam dairesinden tâ nahiye müdürü dairesine kadar bir tarzda cüz'î-küllî cilveleri var; öyle de velayetin ve kutbiyetin dahi, öyle muhtelif daire ve cilveleri var. Herbir makamýn çok zýlleri ve gölgeleri var. Sen, sadrazam-misal kutbiyetin azam cilvesini, bir müdür dairesi hükmünde olan kendi dairende o cilveyi görmüþsün, aldanmýþsýn. Gördüðün doðrudur, fakat hükmün yanlýþtýr. Bir sineðe bir kap su, bir küçük denizdir." O zât þu cevabýmdan inþâallah ayýldý ve o vartadan kurtuldu.

 

Hem ben müteaddid insanlarý gördüm ki, bir nevi Mehdi kendilerini biliyorlardý ve "Mehdi olacaðým" diyorlardý. Bu zâtlar yalancý ve aldatýcý deðiller, belki aldanýyorlar. Gördüklerini, hakikat zannediyorlar. Esmâ-i Ýlâhînin nasýlki tecelliyatý, Arþ-ý Azam dairesinden tâ bir zerreye kadar cilveleri var ve o esmâya mazhariyet de, o nisbette tefavüt eder. Öyle de mazhariyet-i esmâdan ibaret olan meratib-i velayet dahi öyle mütefavittir. Þu iltibasýn en mühim sebebi þudur:

 

sh: » (M: 480)

 

Makamat-ý evliyadan bazý makamlarda Mehdi vazifesinin hususiyeti bulunduðu ve kutb-u azama has bir nisbeti göründüðü ve Hazret-i Hýzýr'ýn bir münasebet-i hâssasý olduðu gibi, bazý meþahirle münasebetdar bazý makamat var. Hattâ o makamlara "Makam-ý Hýzýr", "Makam-ý Üveys", "Makam-ý Mehdiyet" tabir edilir.

 

Ýþte bu sýrra binaen, o makama ve o makamýn cüz'î bir nümunesine veya bir gölgesine girenler, kendilerini o makamla has münasebetdar meþhur zâtlar zannediyorlar. Kendini Hýzýr telakki eder veya Mehdi itikad eder veya kutb-u azam tahayyül eder. Eðer hubb-u câha talib enaniyeti yoksa, o halde mahkûm olmaz. Onun haddinden fazla davalarý, þatahat sayýlýr. Onunla belki mes'ul olmaz. Eðer enaniyeti perde ardýnda hubb-u câha müteveccih ise; o zât enaniyete maðlub olup, þükrü býrakýp fahre girse, fahirden git gide gurura sukut eder. Ya divanelik derecesine sukut eder veyahut tarîk-ý haktan sapar. Çünki büyük evliyayý, kendi gibi telakki eder, haklarýndaki hüsn-ü zanný kýrýlýr. Zira nefis ne kadar maðrur da olsa, kendisi kendi kusurunu derkeder. O büyükleri de kendine kýyas edip, kusurlu tevehhüm eder. Hattâ enbiyalar hakkýnda da hürmeti noksanlaþýr.

 

Ýþte bu hale giriftar olanlar, mizan-ý þeriatý elde tutmak ve Usûl-üd Din ulemasýnýn düsturlarýný kendine ölçü ittihaz etmek ve Ýmam-ý Gazalî ve Ýmam-ý Rabbanî gibi muhakkikîn-i evliyanýn talimatlarýný rehber etmek gerektir. Ve daima nefsini ittiham etmektir. Ve kusurdan, acz ve fakrdan baþka nefsin eline vermemektir. Bu meþrebdeki þatahat, hubb-u nefisten neþ'et ediyor. Çünki muhabbet gözü, kusuru görmez. Nefsine muhabbeti için, o kusurlu ve liyakatsýz bir cam parçasý gibi nefsini, bir pýrlanta, bir elmas zanneder. Bu nevi içindeki en tehlikeli bir hata þudur ki; kalbine ilhamî bir tarzda gelen cüz'î manalarý "Kelâmullah" tahayyül edip, âyet tabir etmeleridir. Ve onunla, vahyin mertebe-i ulya-yý akdesine bir hürmetsizlik gelir. Evet bal arýsýnýn ve hayvanatýn ilhamatýndan tut, tâ avam-ý nâsýn ve havass-ý beþeriyenin ilhamatýna kadar ve avam-ý melâikenin ilhamatýndan, tâ havass-ý kerrûbiyyunun ilhamatýna kadar bütün ilhamat, bir nevi kelimat-ý Rabbaniyedir. Fakat mazharlarýn ve makamlarýn kabiliyetine göre kelâm-ý Rabbanî; yetmiþ bin perdede telemmu' eden ayrý ayrý cilve-i hitab-ý Rabbanîdir.

 

sh: » (M: 481)

 

Amma vahiy ve kelâmullahýn ism-i hassý ve onun en bâhir misal-i müþahhasý olan Kur'anýn necimlerine ism-i has olan "âyet" namý öyle ilhamata verilmesi, hata-yý mahzdýr. Onikinci ve Yirmibeþinci ve Otuzbirinci Sözlerde beyan ve isbat edildiði gibi, elimizdeki boyalý âyinede görünen küçük ve sönük ve perdeli Güneþin misali, semadaki Güneþe ne nisbeti varsa; öyle de o müddeilerin kalbindeki ilham dahi, doðrudan doðruya kelâm-ý Ýlâhî olan Kur'an Güneþinin âyetlerine nisbeti, o derecededir. Evet herbir âyinede görünen güneþin misalleri, güneþindir ve onunla münasebetdardýr denilse, haktýr; fakat o Güneþçiklerin âyinesine Küre-i Arz takýlmaz ve onun cazibesiyle baðlanmaz!

 

BEÞÝNCÝ TELVÝH: Tarîkatýn gayet mühim bir meþrebi olan "Vahdet-ül Vücud" namý altýndaki Vahdet-üþ Þuhud, yani Vâcib-ül Vücud'un vücuduna hasr-ý nazar edip, sair mevcudatý, o vücud-u Vâcib'e nisbeten o kadar zaîf ve gölge görür ki, vücud ismine lâyýk olmadýðýný hükmedip, hayal perdesine sarýp, terk-i masiva makamýnda onlarý hiç saymak, hattâ madum tasavvur etmek, yalnýz cilve-i esmâ-i Ýlâhiyeye hayalî bir âyine vaziyeti vermek kadar ileri gider.

 

Ýþte bu meþrebin ehemmiyetli bir hakikatý var ki: Vâcib-ül Vücud'un vücudu, iman kuvvetiyle ve yüksek bir velayetin hakkalyakîn derecesinde inkiþafýyla, vücud-u mümkinat o derece aþaðýya düþer ki, hayal ve ademden baþka onun nazarýnda makamlarý kalmaz; âdeta Vâcib-ül Vücud'un hesabýna kâinatý inkâr eder.

 

Fakat bu meþrebin tehlikeleri var. En birincisi þudur ki: Erkân-ý îmaniye altýýdýr. Îman-ý billahtan baþka, îman-ý bilyevmil'âhir gibi rükünler var. Bu rükünler ise, mümkinatýn vücudlarýný ister. O muhkem erkân-ý imaniye, hayal üstünde bina edilmez! Onun için, o meþreb sahibi, âlem-i istiðrak ve sekirden âlem-i sahve girdiði vakit, o meþrebi beraber almamak gerektir ve o meþrebin muktezasýyla amel etmemek lâzýmdýr. Hem kalbî ve halî ve zevkî olan bu meþrebi, aklî ve kavlî ve ilmî suretine çevirmemektir. Çünki Kitab ve Sünnetten gelen desatir-i akliye ve kavanin-i ilmiye ve usûl-ü kelâmiye o meþrebi kaldýramýyor; kabil-i tatbik olamýyor. Onun için, Hulefa-yý Raþidînden ve Eimme-i Müçtehidînden ve selef-i sâlihînin büyüklerinden, o meþreb sarihan görünmüyor. Demek, en âlî bir

 

sh: » (M: 482)

 

meþreb deðil. Belki yüksek, fakat nâkýs. Çok ehemmiyetli, fakat çok hatarlý. Çok aðýr, fakat çok zevklidir. O zevk için ona girenler, ondan çýkmak istemiyorlar, hodgâmlýk ile en yüksek mertebe zannediyorlar. Bu meþrebin esasýný ve mahiyetini, Nokta Risalesinde ve bir kýsým Sözlerde ve Mektubatta bir derece beyan ettiðimizden, onlara iktifaen, þurada o mühim meþrebin ehemmiyetli bir vartasýný beyan edeceðiz. Þöyle ki:

 

O meþreb, daire-i esbabdan geçip, terk-i masiva sýrrýyla mümkinattan alâkasýný kesen ehass-ý havassýn istiðrak-ý mutlak haletinde mazhar olduðu sâlih bir meþrebdir. Þu meþrebi, esbab içinde boðulanlarýn ve dünyaya âþýk olanlarýn ve felsefe-i maddiye ile tabiata saplananlarýn nazarýna ilmî bir surette telkin etmek, tabiat ve maddede onlarý boðdurmaktýr ve hakikat-ý Ýslâmiyeden uzaklaþtýrmaktýr. Çünki dünyaya âþýk ve daire-i esbaba baðlý bir nazar, bu fâni dünyaya bir nevi beka vermek ister. O dünya mahbubunu elinden kaçýrmak istemiyor; vahdet-ül vücud bahanesiyle ona bir bâki vücud tevehhüm eder, o mahbubu olan dünya hesabýna ve beka ve ebediyeti ona tam mal etmesine binaen, bir mabudiyet derecesine çýkarýr. -Neûzübillah- Allah'ý inkâr etmek vartasýna yol açar. Þu asýrda maddiyyunluk fikri o derece istilâ etmiþ ki, maddiyatý herþey'e merci' biliyorlar. Böyle bir asýrda has ehl-i îman, maddiyatý idam eder derecesinde ehemmiyetsiz gördüklerinden; Vahdet-ül Vücud meþrebi ortaya atýlsa belki maddiyyunlar sahib çýkacaklar, "Biz de böyle diyoruz" diyecekler. Halbuki dünyada meþarib içinde, maddiyyunlarýn ve tabiatperestlerin mesleðinden en uzak meþreb, Vahdet-ül Vücud meþrebidir. Çünki ehl-i Vahdet-ül Vücud, o kadar vücud-u Ýlâhîye kuvvet-i îman ile ehemmiyet veriyorlar ki, kâinatý ve mevcudatý inkâr ediyorlar. Maddiyyunlar ise, o kadar mevcudata ehemmiyet veriyorlar ki; kâinat hesabýna, Allah'ý inkâr ediyorlar. Ýþte bunlar nerede? Ötekiler nerede?

 

ALTINCI TELVÝH: "Üç Nokta"dýr.

 

Birinci Nokta: Velayet yollarý içinde en güzeli, en müstakimi, en parlaðý, en zengini; Sünnet-i Seniyeye ittiba'dýr. Yani: A'mal ve harekâtýnda Sünnet-i Seniyeyi düþünüp ona tabi olmak ve taklid etmek ve muamelât ve ef'alinde ahkâm-ý þer'iyeyi düþünüp rehber ittihaz etmektir.

 

Ýþte bu ittiba ve iktida vasýtasýyla, âdi ahvali ve örfî muamele

 

sh: » (M: 483)

 

leri ve fýtrî hareketleri ibadet þekline girmekle beraber; herbir ameli, sünneti ve þer'i o ittiba' noktasýnda düþündürmekle, bir tahattur-u hükm-ü þer'î veriyor. O tahattur ise, sahib-i þeriatý düþündürüyor. O düþünmek ise, Cenâb-ý Hakk'ý hatýra getiriyor. O hâtýra, bir nevi huzur veriyor. O halde mütemadiyen ömür dakikalarý, huzur içinde bir ibadet hükmüne getirilebilir. Ýþte bu cadde-i kübra, velayet-i kübra olan ehl-i veraset-i Nübüvvet olan Sahabe ve selef-i sâlihînin caddesidir.

 

Ýkinci Nokta: Velayet yollarýnýn ve tarîkat þubelerinin en mühim esasý, ihlastýr. Çünki ihlas ile hafî þirklerden halas olur. Ýhlasý kazanmayan, o yollarda gezemez. Ve o yollarýn en keskin kuvveti, muhabbettir. Evet muhabbet, mahbubunda bahaneler aramaz ve kusurlarýný görmek istemez. Ve kemaline delalet eden zaîf emareleri, kavî hüccetler hükmünde görür. Daima mahbubuna tarafdardýr.

 

Ýþte bu sýrra binaendir ki, muhabbet ayaðýyla marifetullaha teveccüh eden zâtlar; þübehata ve itirazata kulak vermezler, ucuz kurtulurlar. Binler þeytan toplansa, onlarýn mahbub-u hakikîsinin kemaline iþaret eden bir emareyi, onlarýn nazarýnda ibtal edemez. Eðer muhabbet olmazsa, o vakit kendi nefsi ve þeytaný ve haricî þeytanlarýn ettikleri itirazat içinde çok çýrpýnacak. Kahramancasýna bir metanet ve kuvvet-i îman ve dikkat-i nazar lâzýmdýr ki, kendisini kurtarsýn.

 

Ýþte bu sýrra binaendir ki; umum meratib-i velayette marifetullahtan gelen muhabbet, en mühim maye ve iksirdir. Fakat muhabbetin bir vartasý var ki: Ubudiyetin sýrrý olan niyazdan, mahviyetten naza ve davaya atlar, mizansýz hareket eder. Masiva-yý Ýlâhiyeye teveccühü hengâmýnda, mâna-yý harfîden mâna-yý ismîye geçmesiyle; tiryak iken zehir olur. Yani; gayrullahý sevdiði vakit, Cenâb-ý Hak hesabýna ve onun namýna, onun bir âyine-i esmâsý olmak cihetiyle rabt-ý kalb etmek lâzýmken; bazan o zâtý, o zât hesabýna, kendi kemalât-ý þahsiyesi ve cemal-i zâtîsi namýna düþünüp, mana-yý ismiyle sever. Allah'ý ve peygamberi düþünmeden yine onlarý sevebilir. Bu muhabbet, muhabbetullaha vesile deðil, perde oluyor. Mâna-yý harfî ile olsa, muhabbetullaha vesile olur, belki cilvesidir denilebilir.

 

Üçüncü Nokta: Bu dünya, dâr-ül hikmettir, dâr-ül hizmettir; dâr-ül ücret ve mükâfat deðil. Buradaki a'mal ve hizmetlerin

 

sh: » (M: 484)

 

ücretleri berzahta ve âhirettedir. Buradaki a'mal, berzahta ve âhirette meyve verir. Mâdem hakikat budur, a'mal-i uhreviyeye ait neticeleri dünyada istememek gerektir. Verilse de memnunane deðil, mahzunane kabul etmek lâzýmdýr. Çünki Cennet'in meyveleri gibi, kopardýkça yerine ayný gelmek sýrrýyla, bâki hükmünde olan amel-i uhrevî meyvesini, bu dünyada fâni bir surette yemek, kâr-ý akýl deðildir. Bâki bir lâmbayý, bir dakika yaþayacak ve sönecek bir lâmba ile mübadele etmek gibidir.

 

Ýþte bu sýrra binaen; ehl-i velayet, hizmet ve meþakkat ve musibet ve külfeti hoþ görüyorlar, nazlanmýyorlar, þekva etmiyorlar. "Elhamdülillahi alâküllihal" diyorlar. Keþf ve keramet, ezvak ve envar verildiði vakit, bir iltifat-ý Ýlâhî nev'inden kabul edip setrine çalýþýyorlar. Fahre deðil, belki þükre, ubudiyete daha ziyade giriyorlar. Çoklarý o ahvalin istitar ve inkýtaýný istemiþler, tâ ki amellerindeki ihlas zedelenmesin. Evet makbul bir insan hakkýnda en mühim bir ihsan-ý Ýlâhî, ihsanýný ona ihsas etmemektir; tâ niyazdan naza ve þükürden fahre girmesin.

 

Ýþte bu hakikata binaendir ki, velayeti ve tarîkatý isteyenler; eðer velayetin bazý tereþþuhatý olan ezvak ve keramatý isterlerse ve onlara müteveccih ise ve onlardan hoþlansa; bâki uhrevî meyveleri, fâni dünyada, fâni bir surette yemek kabilinden olmakla beraber; velayetin mayesi olan ihlasý kaybedip, velayetin kaçmasýna meydan açar.

 

YEDÝNCÝ TELVÝH: "Dört Nükte"dir.

 

Birinci Nükte: Þeriat doðrudan doðruya, gölgesiz, perdesiz, sýrr-ý ehadiyet ile Rububiyet-i mutlaka noktasýnda hitab-ý Ýlâhînin neticesidir. Tarîkatýn ve hakikatýn en yüksek mertebeleri, þeriatýn cüzleri hükmüne geçer. Yoksa daima vesile ve mukaddime ve hâdim hükmündedirler. Neticeleri, þeriatýn muhkematýdýr. Yani: Hakaik-i þeriata yetiþmek için, tarîkat ve hakikat meslekleri, vesile ve hâdim ve basamaklar hükmündedir. Git gide en yüksek mertebede, nefs-i þeriatta bulunan mana-yý hakikat ve sýrr-ý tarîkata inkýlab ederler. O vakit, þeriat-ý kübranýn cüzleri oluyorlar. Yoksa bazý ehl-i tasavvufun zannettikleri gibi, þeriatý zâhirî bir kýþýr, hakikatý onun içi ve neticesi ve gayesi tasavvur etmek doðru deðildir. Evet þeriatýn, tabakat-ý nâsa göre inkiþafatý ayrý ayrýdýr. Avam-ý nâsa göre zâhir-i þeriatý, hakikat-ý

 

sh: » (M: 485)

 

þeriat zannedip, havassa münkeþif olan þeriatýn mertebesine "hakikat ve tarîkat" namý vermek yanlýþtýr. Þeriatýn umum tabakata bakacak meratibi var.

 

Ýþte bu sýrra binaendir ki: Ehl-i tarîkat ve ashab-ý hakikat ileri gittikçe, hakaik-i þeriata karþý incizablarý, iþtiyaklarý, ittibalarý ziyadeleþiyor. En küçük bir Sünnet-i Seniyeyi, en büyük bir maksad gibi telakki edip, onun ittibaýna çalýþýyorlar, onu taklid ediyorlar. Çünki vahiy ne kadar ilhamdan yüksek ise; semere-i vahiy olan âdâb-ý þer'iye, o derece semere-i ilham olan âdâb-ý tarîkattan yüksek ve ehemmiyetlidir. Onun için, tarîkatýn en mühim esasý, Sünnet-i Seniyeye ittiba' etmektir.

 

Ýkinci Nükte: Tarîkat ve hakikat, vesilelikten çýkmamak gerektir. Eðer maksud-u bizzât hükmüne geçseler; o vakit þeriatýn muhkematý ve ameliyatý ve Sünnet-i Seniyeye ittiba', resmî hükmünde kalýr; kalb öteki tarafa müteveccih olur. Yani: Namazdan ziyade halka-i zikri düþünür; feraizden ziyade, evradýna müncezib olur; kebairden kaçmaktan ziyade, âdâb-ý tarîkatýn muhalefetinden kaçar. Halbuki muhkemat-ý þeriat olan farzlarýn bir tanesine, evrad-ý tarîkat mukabil gelemez; yerini dolduramaz. Âdâb-ý tarîkat ve evrad-ý tasavvuf, o feraizin içindeki hakikî zevke medar-ý teselli olmalý, menþe olmamalý. Yani: Tekyesi, câmideki namazýn zevkine ve ta'dil-i erkânýna vesile olmalý; yoksa câmideki namazý çabuk resmî kýlýp, hakikî zevkini ve kemalini tekyede bulmayý düþünen, hakikattan uzaklaþýyor.

 

Üçüncü Nükte: "Sünnet-i Seniye ve ahkâm-ý þeriat haricinde tarîkat olabilir mi?" diye sual ediliyor.

 

Elcevap: Hem var, hem yok. Vardýr, çünki bazý evliya-yý kâmilîn, þeriat kýlýncýyla idam edilmiþler. Hem yoktur, çünki muhakkikîn-i evliya, Sa'dî-i Þirazî'nin bu düsturunda ittifak etmiþler:

 

مُحَالَسْتْ سَعْدِى بَرَاهِ صَفَا * ظَفَرْ بُرْدَنْ جُزْدَرْ َىِ مُصْطَفَى

 

Yani: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn caddesinden hariç ve onun arkasýndan gitmeyen muhaldir ki; hakikî envar-ý hakikata vâsýl olabilsin." Bu mes'elenin sýrrý þudur ki: Mâdem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Hâtem-ül Enbiya'dýr ve umum

 

sh: » (M: 486)

 

nev'-i beþer namýna muhatab-ý Ýlâhîdir; elbette nev'-i beþer, onun caddesi haricinde gidemez ve bayraðý altýnda bulunmak zarurîdir. Ve mâdem ehl-i cezbe ve ehl-i istiðrak, muhalefetlerinden mes'ul olamazlar; ve mâdem insanda bazý letaif var ki, teklif altýna giremez; o latife hâkim olduðu vakit, tekâlif-i þer'iyeye muhalefetiyle mes'ul tutulmaz; ve mâdem insanda bazý letaif var ki, teklif altýna girmediði gibi, ihtiyar altýna da girmez; hattâ aklýn tedbiri altýna da girmez, o latife, kalbi ve aklý dinlemez; elbette o latife bir insanda hâkim olduðu zaman -fakat o zamana mahsus olarak- o zât, þeriata muhalefette velayet derecesinden sukut etmez, mazur sayýlýr. Fakat bir þartla ki, hakaik-i þeriata ve kavaid-i îmaniyeye karþý bir inkâr, bir tezyif, bir istihfaf olmasýn. Ahkâmý yapmasa da, ahkâmý hak bilmek gerektir. Yoksa o hale maðlub olup, neûzübillah, o hakaik-i muhkemeye karþý inkâr ve tekzibi iþmam edecek bir vaziyet, alâmet-i sukuttur!

 

Elhasýl: Daire-i þeriatýn haricinde bulunan ehl-i tarîkat iki kýsýmdýr:

 

Bir kýsmý: -Sâbýkan geçtiði gibi- ya hale, istiðraka, cezbeye ve sekre maðlub olup veya teklifi dinlemeyen veya ihtiyarý iþitmeyen latifelerin mahkûmu olup, daire-i þeriatýn haricine çýkýyor. Fakat o çýkmak, ahkâm-ý þeriatý beðenmemekten veya istememekten deðil; belki mecburiyetle ihtiyarsýz terkediyor. Bu kýsým ehl-i velayet var. Hem mühim veliler, bunlarýn içinde muvakkaten bulunmuþ. Hattâ bu neviden; deðil yalnýz daire-i þeriattan, belki daire-i Ýslâmiyet haricinde bulunduðunu bazý muhakkikîn-i evliya hükmetmiþler. Fakat bir þartla: Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn getirdiði ahkâmýn hiçbirini tekzib etmemektir. Belki, ya düþünmüyor veya müteveccih olamýyor veyahut bilemiyor ve bilmiyor. Bilse, kabul etmese olmaz!

 

Ýkinci kýsým ise: Tarîkat ve hakikatýn parlak ezvaklarýna kapýlýp, mezâkýndan çok yüksek olan hakaik-i þeriatýn derece-i zevkine yetiþemediði için; zevksiz, resmî birþey telakki edip, ona karþý lâkayd kalýr. Gitgide, þeriatý zâhirî bir kýþýr zanneder. Bulduðu hakikatý, esas ve maksud telakki eder. "Ben onu buldum, o bana yeter." der, ahkâm-ý þeriata muhalif hareket eder. Bu kýsýmdan aklý baþýnda olanlar mes'uldürler, sukut ediyorlar, belki kýsmen þeytana maskara oluyorlar.

 

Dördüncü Nükte: Ehl-i dalalet ve bid'at fýrkalarýndan bir

 

sh: » (M: 487)

 

kýsým zâtlar, ümmet nazarýnda makbul oluyorlar. Aynen onlar gibi zâtlar var; zâhirî hiçbir fark yokken, ümmet reddediyor. Bunda hayret ediyordum. Meselâ: Mu'tezile mezhebinde Zemahþerî gibi, Ýtizal'de en mutaassýb bir ferd olduðu halde, muhakkikîn-i Ehl-i Sünnet, onun o þedid itirazatýna karþý onu tekfir ve tadlil etmiyorlar, belki bir râh-ý necat onun için arýyorlar. Zemahþerî'nin derece-i þiddetinden çok aþaðý Ebu Ali Cübbaî gibi mu'tezile imamlarýný, merdud ve matrud sayýyorlar. Çok zaman bu sýr benim merakýma dokunuyordu. Sonra lütf-u Ýlâhî ile anladým ki: Zemahþerî'nin Ehl-i Sünnet'e itirazatý, hak zannettiði mesleðindeki muhabbet-i haktan ileri geliyordu. Yani, meselâ: Tenzih-i hakikî; onun nazarýnda, hayvanlar kendi ef'aline hâlýk olmasýyla oluyor. Onun için Cenâb-ý Hakk'ý tenzih muhabbetinden, Ehl-i Sünnet'in halk-ý ef'al mes'elesinde düsturunu kabul etmiyor. Merdud olan sair Mu'tezile imamlarý muhabbet-i haktan ziyade, Ehl-i Sünnet'in yüksek düsturlarýna kýsa akýllarý yetiþemediðinden ve geniþ kavanin-i Ehl-i Sünnet, onlarýn dar fikirlerine yerleþmediðinden, inkâr ettiklerinden merduddurlar. Aynen bu Ýlm-i Kelâm'daki Ehl-i Ýtizal'in Ehl-i Sünnet ve Cemaat'a muhalefeti olduðu gibi, Sünnet-i Seniye haricindeki bir kýsým ehl-i tarîkatýn muhalefeti dahi iki cihetledir:

 

Biri: Zemahþerî gibi; haline, meþrebine meftuniyet cihetinde daha derece-i zevkine yetiþemediði âdâb-ý þeriata karþý bir derece lâkayd kalýr.

 

Diðer kýsmý ise: Hâþâ âdâb-ý þeriata, desatir-i tarîkata nisbeten ehemmiyetsiz bakar. Çünki dar havsalasý, o geniþ ezvaký ihata edemiyor ve kýsa makamý, o yüksek âdâba yetiþemiyor.

 

SEKÝZÝNCÝ TELVÝH: Sekiz vartayý beyan eder:

 

Birincisi: Sünnet-i Seniyeye tamam ittibaý riayet etmeyen bir kýsým ehl-i sülûk; velayeti, nübüvvete tercih etmekle vartaya düþer. Yirmidördüncü ve Otuzbirinci Sözler'de, nübüvvet ne kadar yüksek olduðu ve velayet ona nisbeten ne kadar sönük olduðu isbat edilmiþtir.

 

Ýkincisi: Ehl-i tarîkatýn bir kýsým müfrit evliyasýný Sahabeye tercih, hattâ Enbiya derecesinde görmekle vartaya düþer. Onikinci ve Yirmiyedinci Sözler'de ve Sahabeler hakkýndaki zeylinde kat'î isbat edilmiþtir ki: Sahabelerde öyle bir hâssa-i sohbet var ki,

 

sh: » (M: 488)

 

velayet ile yetiþilmez ve Sahabelere tefevvuk edilmez ve Enbiyaya hiçbir vakit evliya yetiþmez.

 

Üçüncüsü: Ýfrat ile tarîkat taassubu taþýyanlarýn bir kýsmý, âdâb ve evrad-ý tarîkatý Sünnet-i Seniyeye tercih etmekle Sünnete muhalefet edip, Sünneti terkeder, fakat virdini býrakmaz. O suretle âdâb-ý þer'iyeye bir lâkaydlýk vaziyeti gelir, vartaya düþer.

 

Çok Sözlerde isbat edildiði gibi ve Ýmam-ý Gazalî, Ýmam-ý Rabbanî gibi muhakkikîn-i ehl-i tarîkat derler ki: "Birtek Sünnet-i Seniyeye ittiba' noktasýnda hasýl olan makbuliyet, yüz âdâb ve nevafil-i hususiyeden gelemez. Bir farz, bin Sünnete müreccah olduðu gibi; bir Sünnet-i Seniye dahi, bin âdâb-ý tasavvufa müreccahtýr." demiþler.

 

Dördüncüsü: Müfrit bir kýsým ehl-i tasavvuf; ilhamý, vahiy gibi zanneder ve ilhamý, vahiy nev'inden telakki eder, vartaya düþer. Vahyin derecesi ne kadar yüksek ve küllî ve kudsî olduðu ve ilhamat ona nisbeten ne derece cüz'î ve sönük olduðu, Onikinci Söz'de ve i'caz-ý Kur'ana dair Yirmibeþinci Söz'de ve sair risalelerde gayet kat'î isbat edilmiþtir.

 

Beþincisi: Sýrr-ý tarîkatý anlamayan bir kýsým mutasavvife, zaîfleri takviye etmek ve gevþekleri teþci' etmek ve þiddet-i hizmetten gelen usanç ve meþakkati tahfif etmek için, istenilmeyerek verilen ezvak ve envar ve keramatý hoþ görüp meftun olur; ibadata, hidemata ve evrada tercih etmekle vartaya düþer. Þu risalenin Altýncý Telvihinin Üçüncü Noktasýnda icmalen beyan olunduðu ve sair Sözlerde kat'iyen isbat edilmiþtir ki: Bu dâr-ý dünya, dâr-ül hizmettir, dâr-ül ücret deðil! Burada ücretini isteyenler; bâki, daimî meyveleri, fâni ve muvakkat bir surete çevirmekle beraber, dünyadaki beka hoþuna geliyor, müþtakane berzaha bakamýyor; âdeta bir cihette dünya hayatýný sever, çünki içinde bir nevi âhireti bulur.

 

Altýncýsý: Ehl-i hakikat olmayan bir kýsým ehl-i sülûk, makamat-ý velayetin gölgelerini ve zýllerini ve cüz'î nümunelerini, makamat-ý asliye-i külliye ile iltibas etmekle vartaya düþer. Yirmidördüncü Söz'ün Ýkinci Dalý'nda ve sair Sözlerde kat'iyen isbat edilmiþtir ki: Nasýl Güneþ, âyineler vasýtasýyla taaddüd ediyor; binler misalî Güneþ, ayný Güneþ gibi ziya ve hararet sahibi olur. Fakat o misalî Güneþler, hakikî Güneþe nisbeten çok zaîftir-

 

sh: » (M: 489)

 

ler. Aynen onun gibi: Makamat-ý Enbiya ve eazým-ý evliyanýn makamatýnýn bazý gölgeleri ve zýlleri var. Ehl-i sülûk onlara girer; kendini, o evliya-yý azîmeden daha azîm görür; belki Enbiyadan ileri geçtiðini zanneder, vartaya düþer. Fakat bu geçmiþ umum vartalardan zarar görmemek için, usûl-ü îmaniyeyi ve esasat-ý þeriatý daima rehber ve esas tutmak ve meþhudunu ve zevkini onlara karþý muhalefetinde ittiham etmekledir.

 

Yedincisi: Bir kýsým ehl-i zevk ve þevk, sülûkünde fahrý, nazý, þatahatý, teveccüh-ü nâsý ve merciiyeti; þükre, niyaza, tazarruata ve nâstan istiðnaya tercih etmekle vartaya düþer. Halbuki en yüksek mertebe ise, ubudiyet-i Muhammediyedir ki, "Mahbubiyet" ünvanýyla tabir edilir. Ubudiyetin ise sýrr-ý esasý; niyaz, þükür, tazarru', huþu', acz, fakr, halktan istiðna cihetiyle o hakikatýn kemaline mazhar olur. Bazý evliya-yý azîme, fahr ve naz ve þatahata muvakkaten, ihtiyarsýz girmiþler; fakat o noktada, ihtiyaren onlara iktida edilmez; hâdîdirler, mühdî deðillerdir; arkalarýndan gidilmez!

 

Sekizinci Varta: Hodgâm, aceleci bir kýsým ehl-i sülûk; âhirette alýnacak ve koparýlacak velayet meyvelerini, dünyada yemesini ister ve sülûkunda onlarý istemekle vartaya düþer. Halbuki وَمَا اْلحَيَوةُ الدُّنْيَا اِلاَّ مَتَاعُ الْغُرُورِ gibi âyetlerle ilân edildiði gibi, çok Sözlerde kat'iyen isbat edilmiþtir ki: Âlem-i bekada birtek meyve, fâni dünyanýn bin bahçesine müreccahtýr. Onun için, o mübarek meyveleri burada yememeli. Eðer istenilmeyerek yedirilse þükredilmeli; mükâfat için deðil, belki teþvik için bir ihsan-ý Ýlâhî olarak telakki edilmeli.

 

DOKUZUNCU TELVÝH: Tarîkatýn pek çok semeratýndan ve faidelerinden yalnýz burada "Dokuz Adedi"ni icmalen beyan edeceðiz:

 

Birincisi: Ýstikametli tarîkat vasýtasýyla, saadet-i ebediyedeki ebedî hazinelerin anahtarlarý ve menþe'leri ve madenleri olan hakaik-i îmaniyenin inkiþafý ve vuzuhu ve aynelyakîn derecesinde zuhurlarýdýr.

 

Ýkincisi: Makine-i insaniyenin merkezi ve zenbereði olan kalbi, tarîkat vasýta olup iþletmesiyle ve o iþletmekle, sair letaif-i insaniyeyi harekete getirip, netice-i fýtratlarýna sevkederek hakikî

 

sh: » (M: 490)

 

insan olmaktýr.

 

Üçüncüsü: Âlem-i berzah ve âhiret seferinde, tarîkat silsilelerinden bir silsileye iltihak edip ve o kafile-i nuraniye ile ebed-ül âbâd yolunda arkadaþ olmak ve yalnýzlýk vahþetinden kurtulmak ve onlarla, dünyada ve berzahta manen ünsiyet etmek ve evham ve þübehatýn hücumlarýna karþý, onlarýn icmaýna ve ittifakýna istinad edip, herbir üstadýný kavî bir sened ve kuvvetli bir bürhan derecesinde görüp, onlarla o hatýra gelen dalalet ve þübehatý def'etmektir.

 

Dördüncüsü: Îmandaki marifetullah ve o marifetteki muhabbetullahýn zevkini, sâfi tarîkat vasýtasýyla anlamak ve o anlamakla dünyanýn vahþet-i mutlakasýndan ve insanýn kâinattaki gurbet-i mutlakasýndan kurtulmaktýr. Çok Sözlerde isbat etmiþiz ki: Saadet-i dâreyn ve elemsiz lezzet ve vahþetsiz ünsiyet ve hakikî zevk ve ciddî saadet, îman ve Ýslâmiyetin hakikatýndadýr. Ýkinci Söz'de beyan edildiði gibi: Îman, þecere-i tûba-i Cennet'in bir çekirdeðini taþýyor. Ýþte tarîkatýn terbiyesiyle, o çekirdek neþvünema bulur, inkiþaf eder.

 

Beþincisi: Tekâlif-i þer'iyedeki hakaik-i latifeyi, tarîkattan ve zikr-i Ýlâhîden gelen bir intibah-ý kalbî vasýtasýyla hissetmek, takdir etmek... O vakit taate, suhre gibi deðil, belki iþtiyakla itaat edip ubudiyeti îfa eder.

 

Altýncýsý: Hakikî zevke ve ciddî teselliye ve kedersiz lezzete ve vahþetsiz ünsiyete, hakikî medar ve vasýta olan tevekkül makamýný ve teslim rütbesini ve rýza derecesini kazanmaktýr.

 

Yedincisi: Sülûk-u tarîkatýn en mühim þartý, en ehemmiyetli neticesi olan ihlas vasýtasýyla, þirk-i hafîden ve riya ve tasannu' gibi rezailden halâs olmak ve tarîkatýn mahiyet-i ameliyesi olan tezkiye-i nefs vasýtasýyla, nefs-i emmarenin ve enaniyetin tehlikelerinden kurtulmaktýr.

 

Sekizincisi: Tarîkatta, zikr-i kalbî ile ve tefekkür-ü aklî ile kazandýðý teveccüh ve huzur ve kuvvetli niyetler vasýtasýyla, âdetlerini ibadet hükmüne çevirmek ve muamelât-ý dünyeviyesini, a'mal-i uhreviye hükmüne getirip sermaye-i ömrünü hüsn-ü istimal etmek cihetiyle, ömrünün dakikalarýný

 

sh: » (M: 491)

 

hayat-ý ebediyenin sünbüllerini verecek çekirdekler hükmüne getirmektir.

 

Dokuzuncusu: Seyr-i sülûk-u kalbî ile ve mücahede-i ruhî ile ve terakkiyat-ý maneviye ile, insan-ý kâmil olmak için çalýþmak; yani hakikî mü'min ve tam bir müslüman olmak; yani yalnýz sûrî deðil, belki hakikat-ý îmaný ve hakikat-ý Ýslâmý kazanmak; yani þu kâinat içinde ve bir cihette kâinat mümessili olarak, doðrudan doðruya kâinatýn Hâlýk-ý Zülcelâline abd olmak ve muhatab olmak ve dost olmak ve halil olmak ve âyine olmak ve ahsen-i takvimde olduðunu göstermekle, benî-Âdemin melâikeye rüchaniyetini isbat etmek ve þeriatýn îmanî ve amelî cenahlarýyla makamat-ý âliyede uçmak ve bu dünyada saadet-i ebediyeye bakmak, belki de o saadete girmektir.

 

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

 

اَللّهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى الْغَوْثِ اْلاَكْبَرِ فِى كُلِّ الْعُصُورِ وَ الْقُطْبِ اْلاَعْظَمِ فِى كُلِّ الدُّهُورِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ الَّذِى تَظَاهَرِتْ حِشْمَةُ وَ لاَيَتِهِ وَ مَقَامُ مَحْبُوبِيَّتِهِ فِى مِعْرَاجِهِ وَ اِنْدَرَجَ كُلُّ الْوَلاَيَاتِ فِى ظِلِّ مِعْرَاجِهِ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ آمِينَ وَ الْحَمْدُ ِاللّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

 

* * *

 

 

 

sh: » (M: 492)

 

Zeyl

 

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ

 

[bu küçücük zeylin büyük bir ehemmiyeti var. Herkese menfaatlidir.]

 

Cenab-ý Hakk'a vâsýl olacak tarîkler pek çoktur. Bütün hak tarîkler Kur'andan alýnmýþtýr. Fakat tarîkatlarýn bazýsý, bazýsýndan daha kýsa, daha selâmetli, daha umumiyetli oluyor. O tarîkler içinde, kasýr fehmimle Kur'andan istifade ettiðim "Acz ve fakr ve þefkat ve tefekkür" tarîkýdýr. Evet acz dahi, aþk gibi belki daha eslem bir tarîktir ki; ubudiyet tarîkýyla mahbubiyete kadar gider. Fakr dahi, Rahman ismine îsal eder. Hem þefkat dahi aþk gibi, belki daha keskin ve daha geniþ bir tarîktir ki Rahîm ismine îsal eder. Hem tefekkür dahi aþk gibi, belki daha zengin, daha parlak, daha geniþ bir tarîktir ki, Hakîm ismine îsal eder. Þu tarîk, hafî tarîkler misillü, "Letaif-i Aþere" gibi on hatve deðil ve tarîk-ý cehriye gibi "Nüfus-u Seb'a" yedi mertebeye atýlan adýmlar deðil, belki "Dört Hatve"den ibarettir. Tarîkattan ziyade hakikattýr, þeriattýr. Yanlýþ anlaþýlmasýn: Acz ve fakr ve kusurunu, Cenab-ý Hakk'a karþý görmek demektir. Yoksa onlarý yapmak veya halka göstermek demek deðildir. Þu kýsa tarîkýn evradý: Ýttiba-ý sünnettir, feraizi iþlemek, kebairi terketmektir. Ve bilhassa namazý ta'dil-i erkân ile kýlmak, namazýn arkasýndaki tesbihatý yapmaktýr.

 

Birinci Hatveye: فَلاَ تُزَكّوُا اَنْفُسَكُمْ âyeti iþaret ediyor.

 

Ýkinci Hatveye: وَلاَ تَكُونُوا كَالَّذِينَ نَسُوا اللّهَ فَاَنْسَيهُمْ اَنْفُسَهُمْ âyeti iþaret ediyor.

 

Üçüncü Hatveye: مَا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّهِ وَمَا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ âyeti iþaret ediyor.

 

sh: » (S: 493)

 

Dördüncü Hatveye: كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ âyeti iþaret ediyor. Þu dört hatvenin kýsa bir izahý þudur ki:

 

Birinci Hatvede: فَلاَ تُزَكّوُا اَنْفُسَكُمْ âyeti iþaret ettiði gibi: Tezkiye-i nefs etmemek. Zira insan, cibilliyeti ve fýtratý hasebiyle nefsini sever. Belki evvelâ ve bizzât yalnýz zâtýný sever, baþka herþeyi nefsine feda eder. Mabud'a lâyýk bir tarzda nefsini medheder. Mabud'a lâyýk bir tenzih ile nefsini meayibden tenzih ve tebrie eder. Elden geldiði kadar kusurlarý kendine lâyýk görmez ve kabul etmez. Nefsine perestiþ eder tarzýnda þiddetle müdafaa eder. Hattâ fýtratýnda tevdi edilen ve Mabud-u Hakikî'nin hamd ve tesbihi için ona verilen cihazat ve istidadý, kendi nefsine sarfederek مَنِ اتَّخَذَ اِلهَهُ هَوَيهُ sýrrýna mazhar olur. Kendini görür, kendine güvenir, kendini beðenir. Ýþte þu mertebede, þu hatvede tezkiyesi, tathiri: Onu tezkiye etmemek, tebrie etmemektir.

 

Ýkinci Hatvede: وَلاَ تَكُونُوا كَالَّذِينَ نَسُوا اللّهَ فَاََنْسَيهُمْ اَنْفُسَهُمْ dersini verdiði gibi: Kendini unutmuþ, kendinden haberi yok. Mevti düþünse, baþkasýna verir. Fena ve zevali görse, kendine almaz ve külfet ve hizmet makamýnda nefsini unutmak, fakat ahz-ý ücret ve istifade-i huzuzat makamýnda nefsini düþünmek, þiddetle iltizam etmek, nefs-i emmarenin muktezasýdýr. Þu makamda tezkiyesi, tathiri, terbiyesi; þu haletin aksidir. Yani nisyan-ý nefs içinde nisyan etmemek. Yani huzuzat ve ihtirasatta unutmak ve mevtte ve hizmette düþünmek.

 

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

Gast
Dieses Thema wurde nun für weitere Antworten gesperrt.
×
×
  • Neu erstellen...