Zum Inhalt springen
Qries Qries Qries Qries Qries Qries

29. Söz


Webmaster

Empfohlene Beiträge

Yirmidokuzuncu Söz

 

Beka-i Ruh ve Melâike ve Haþre dairdir.

 

 

 

اَعُوذُ بِاللَّهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

 

تَنَزَّلُ اْلمَلاَئِكَةُ وَالرُّوحُ فِيهَا بِاِذْنِ رَبِّهِمْ قُلِ الرُّوحُ مِنْ اَمْرِ رَبَّى

 

 

 

[Þu makam, iki maksad-ý esâs ile bir mukaddimeden ibarettir.]

 

Mukaddime

 

 

 

Melâike ve ruhaniyatýn vücudu, insan ve hayvanlarýn vücudu kadar kat'îdir, denilebilir. Evet, Onbeþinci Söz'ün Birinci Basamaðýnda Beyân edildiði gibi: Hakikat kat'iyyen iktiza eder ve hikmet yakînen ister ki; zemin gibi, semâvâtýn dahi sekeneleri bulunsun ve zîþuur sekeneleri olsun ve o sekeneler, o semâvata münasib bulunsun. Þeriatýn lisanýnda, pekçok muhtelif-ül cins olan o sekenelere Melâike ve ruhaniyat tesmiye edilir. Evet, hakikat böyle iktiza eder. Zira þu zeminimiz, semâya nisbeten küçüklüðü ve hakaretiyle be

 

 

 

sh: » (S:534)

 

raber zîþuur mahlûklarla doldurulmasý; arasýra boþaltýp yeniden yeni zîþuurlarla þenlendirilmesi iþaret eder belki tasrih eder ki: Þu muhteþem burçlar sahibi olan müzeyyen kasýrlar misâli olan semâvat dahi, nur-u vücudun nuru olan zîhayat ve zîhayatýn ziyasý olan zîþuur ve zevil-idrâk mahlûklarla elbette doludur. O mahlûklar dahi, ins ve cin gibi, þu saray-ý âlemin seyircileri ve þu kâinat kitabýnýn mütalâacýlarý ve þu Saltanat-ý Rubûbiyyetin dellâllarýdýrlar. Küllî ve umumî ubûdiyetleri ile kâinatýn büyük ve küllî mevcûdâtýn tesbihatlarýný temsil ediyorlar. Evet þu kâinatýn keyfiyatý, onlarýn vücudlarýný gösteriyor. Çünki kâinatý hadd ü hesaba gelmeyen dakik san'atlý tezyinat ve o mânidar mehâsin ile ve hikmetdar nukuþ ile süslendirip tezyîn etmesi; bilbedâhe ona göre mütefekkir ve istihsan edicilerin ve mütehayyir takdir edicilerin enzarýný ister; vücudlarýný taleb eder. Evet, nasýlki hüsün elbette bir âþýk ister, taam ise aç olana verilir. Öyle ise, þu nihayetsiz hüsn-ü san'at içinde gýda-yý ervah ve kût-u kulûb; elbette melâike ve ruhânîlere bakar, gösterir. Mâdem bu nihayetsiz tezyînat, nihayetsiz bir vazife-i tefekkür ve ubûdiyet ister. Halbuki ins ve cin, þu nihayetsiz vazifeye, þu hikmetli nezarete, þu vüs'atli ubûdiyete karþý, milyondan ancak birisini yapabilir. Demek bu nihayetsiz ve çok mütenevvi olan þu vezaif ve ibâdete, nihayetsiz melâike enva'larý, ruhâniyat ecnaslarý lâzýmdýr ki, þu mescid-i kebir-i âlemi saflarýyla doldurup þenlendirsin. Evet þu kâinatýn herbir cihetinde, herbir dairesinde, ruhaniyat ve melâikelerden birer taife, birer vazife-i ubûdiyytle muvazzaf olarak bulunurlar. Bâzý rivayât-ý Ehadîsiyenin iþaretiyle ve þu intizâm-ý âlemin hikmetiyle denilebilir ki: Bir kýsým ecsâm-ý câmide-i seyyare, yýldýzlar seyyaratýndan tut, tâ yaðmur kataratýna kadar- bir kýsým melâikenin sefine ve merakibidirler. O melâikeler, bu seyyarelere izn-i Ýlâhî ile binerler, âlem-i þehâdeti seyredip gezerler ve o merkeblerinin tesbihatýný temsil ederler.

 

Hem denilebilir: Bir kýsým hayatdâr ecsam, -bir Hadîs-i Þerifte «Ehl-i Cennet ruhlarý, berzah âleminde yeþil kuþlarýn cevflerine girerler ve Cennet'te gezerler.» diye iþaret ettiði طُيُورٌ خُضْرٌ tesmiye edilen Cennet kuþlarýndan tut, tâ sineklere kadar- bir cins ervahýn tayyareleridir. Onlar bunlarýn içine emr-i Hak'la girerler, âlem-i cismâniyâtý seyredip, o hayatdar cesedlerdeki göz, kulak gibi duygularý ile, âlem-i cismânîdeki mu'cizât-ý fýtratý temâþa ediyorlar. Tesbîhat-ý mahsusalarýný edâ ediyorlar. Ýþte, nasýl hakikat böy-

 

sh: » (S:535)

 

le iktiza ediyor, hikmet dahi aynen öyle iktiza eyliyor. Çünki, þu kesafetli ve ruha münasebeti az olan topraktan ve þu küdûretli ve nur-u hayata münasebeti pek cüz'î olan sudan, mütemadiyen hummalý bir faaliyetle, letâfetli hayatý ve nuraniyetli zevil-idrâki halkeden Fâtýr-ý Hakîm, elbette ruha çok lâyýk ve hayata çok münasib, þu nur denizinden ve hattâ þu zulmet bahrinden, þu havadan, þu elektrik gibi sâir madde-i lâtifeden bir kýsým zîþuur mahluklarý vardýr. Hem pekçok kesretli olarak vardýr.

 

 

 

Birinci Maksad

 

Melâikenin tasdiki îmânýn bir rüknüdür. Þu maksatta dört nükte-i esâsiye vardýr.

 

Birinci Esâs

 

Vücudun Kemâli, hayat iledir. Belki vücudun hakikî vücudu, hayat iledir. Hayat, vücudun nurudur. Þuur, hayatýn ziyasýdýr. Hayat, herþeyin baþýdýr ve esâsýdýr. Hayat, herþeyi herbir zîhayat olan þey'e mal eder. Bir þey'i, bütün eþyâya mâlik hükmüne geçirir. Hayat ile bir þey'-i zîhayat diyebilir ki: «Þu bütün eþya, malýmdýr. Dünya, hânemdir. Kâinat mâlikim tarafýndan verilmiþ bir mülkümdür.» Nasýlki ziya ecsamýn görülmesine sebebdir ve renklerin -bir kavle göre- sebeb-i vücududur. Öyle de: Hayat dahi, mevcûdâtýn keþþafýdýr. Keyfiyatýn tahakkukuna sebebdir. Hem cüz'î bir cüz'îyi, küll ve küllî hükmüne getirir. Ve küllî þeyleri bir cüz'e sýðýþtýrmaya sebebdir. Ve hadsiz eþyayý, iþtirak ve ittihad ettirip bir vahdete medâr, bir ruha mazhar yapmak gibi, Kemâlât-ý vücudun umumuna sebebdir. Hattâ hayat, kesret tabakatýnda bir çeþit tecelli-i vahdettir ve kesrette Ehadiyyetin bir âyinesidir. Bak hayatsýz bir cisim, büyük bir dað dahi olsa yetimdir, garibdir, yalnýzdýr. Münasebeti yalnýz oturduðu mekân ile ve ona karýþan þeyler ile vardýr. Baþka kâinatta ne varsa, o daða nisbeten madumdur. Çünki ne hayatý var ki, hayat ile alâkadar olsun; ne þuûru var ki, taallûk etsin. Þimdi bak küçücük bir cisme, meselâ balarýsýna. Hayat ona girdiði anda, bütün kâinatla öyle münasebet te'sis eder ki, bütün kâinatla, hususan zeminin çiçekleriyle ve nebâtatlarý ile, öyle bir ticaret akdeder ki, diyebilir: "Þu arz, benim bahçemdir, ticarethanemdir."

 

Ýþte, zîhayattaki meþhur havass-ý zâhire ve bâtýna duygularýndan baþka, gayr-ý meþ'ur sâika ve þâika hisleriyle beraber o arý,

 

sh: » (S:536)

 

dünyanýn ekser envâ'ýyla ihtisas ve ünsiyet ve mübadele ve tasarrufa sahib olur. Ýþte en küçük zîhayatta hayat böyle te'sirini gösterse, elbette hayat tabaka-i insâniye olan en yüksek mertebeye çýktýkça, öyle bir inbisat ve inkiþaf ve tenevvür eder ki; hayatýn ziyasý olan þuur ile, akýl ile bir insan kendi hânesindeki odalarda gezdiði gibi, o zîhayat, kendi aklý ile avâlim-i ulviyede ve ruhiyede ve cismâniyede gezer. Yâni, o zîþuur ve zîhayat mânen o âlemlere misafir gittiði gibi, o âlemler dahi o zîþuurun mir'at-ý ruhuna misafir olup, irtisam ve temessül ile geliyorlar.

 

Hayat, Zât-ý Zülcelâlin en parlak bir bürhân-ý vahdeti ve en büyük bir mâden-i ni'meti ve en lâtif bir tecelli-i merhameti ve en hafî ve bilinmez bir nakþ-ý nezih-i san'atýdýr. Evet, hafî ve dakiktir. Çünki: Enva'-ý hayatýn en ednasý olan hayat-ý nebat ve o hayat-ý nebatýn en birinci derecesi olan çekirdekteki ukde-i hayatiyenin tenebbühü, yâni uyanýp açýlarak neþv ü nema bulmasý, o derece zâhir ve kesrette ve mebzuliyette, ülfet içinde, zaman-ý Âdem'den beri hikmet-i beþeriyenin nazarýnda gizli kalmýþtýr. Hakikatý, hakikî olarak beþerin aklý ile keþfedilmemiþ. Hem hayat, o kadar nezih ve temizdir ki; iki vechi, yâni, mülk ve melekûtiyet vecihleri temizdir, pâkdýr, þeffaftýr. Dest-i kudret, esbabýn perdesini vaz'etmeyerek, doðrudan doðruya mübaþeret ediyor. Fakat, sâir þeylerdeki umûr-u hasiseye ve kudretin izzetine uygun gelmeyen nâpâk keyfiyat-ý zâhiriyeye menþe' olmak için esbab-ý zâhiriyeyi perde etmiþtir.

 

ELHASIL: Denilebilir ki; hayat olmazsa vücud vücud deðildir, ademden farký olmaz. Hayat, ruhun ziyasýdýr. Þuur, hayatýn nûrudur. Mademki, hayat ve þuur, bu kadar ehemmiyetlidirler. Ve, mâdem þu âlemde bilmüþahede bir intizâm-ý kâmil-i ekmel vardýr. Ve þu kâinatta bir itkan-ý muhkem, bir incisam-ý ahkem görünüyor. Mâdem, þu bîçâre perîþan küremiz, sergerdan zeminimiz, bu kadar hadd ü hesaba gelmez zevil-hayat ile, zevil-ervah ile ve zevil-idrâk ile dolmuþtur. Elbette sadýk bir hads ile ve kat'î bir yakîn ile hükmolunur ki; þu kusûr-u semâviye ve þu büruc-u sâmiyenin dahi kendilerine münasib zîhayat, zîþuur sekeneleri vardýr. Balýk suda yaþadýðý gibi, güneþin ateþinde dahi, o nurânî sekeneler bulunur. «Nâr, nuru yakmaz.» Belki, «ateþ ýþýða meded verir.» Mâdem, Kudret-i Ezeliye, bilmüþahede en âdi maddelerden, en kesif unsurlardan hadsiz zîhayat ve zîruhu halkeder ve gâyet ehemmiyetle madde-i kesifeyi, hayat vasýtasýyla madde-i lâtifeye çevirir ve nur-u

 

sh: » (S:537)

 

hayatý herþeyde kesretle serpiyor ve þuur ziyâsýyla ekser þeyleri yaldýzlýyor. Elbette o Kadîr-i Hakîm, bu kusursuz kudretiyle, bu noksansýz hikmetiyle; nur gibi, esîr gibi ruha yakýn ve münâsib olan sâir seyyalat-ý lâtife maddeleri ihmâ edip hayatsýz býrakmaz, câmid býrakmaz, þuursuz býrakmaz. Belki, madde-i nurdan, hattâ zulmetten, hattâ esîr maddesinden, hattâ mânalardan, hattâ havadan, hattâ kelimelerden zîhayat, zîþuuru kesretle halkeder ki; hayvanatýn pekçok muhtelif ecnaslarý gibi pekçok muhtelif ruhânî mahlûklarý, o seyyalât-ý lâtife maddelerinden halkeder. Onlarýn bir kýsmý melâike, bir kýsmý da ruhânî ve cin ecnaslarýdýr. Melâikelerin ve ruhânîlerin kesretle vücudlarýný kabûl etmek ne derece hakikat ve bedihî ve mâkul olduðunu ve Kur'anýn Beyân ettiði gibi onlarý kabûl etmeyen, ne derece hilâf-ý hakikat ve hilâf-ý hikmet bir hurafe, bir dalalet, bir hezeyan, bir divânelik olduðunu þu temsile bak, gör:

 

 

 

Ýki adam; biri bedevî, vahþî; biri medenî, aklý baþýnda olarak arkadaþ olup Ýstanbul gibi haþmetli bir þehre gidiyorlar. O medenî muhteþem þehrin uzak bir köþesinde pis, periþan, küçük bir hâneye, bir fabrikaya rastgeliyorlar. Görüyorlar ki, o hâne; amele, sefil, miskin adamlarla doludur. Acîb bir fabrika içinde çalýþýyorlar. O hânenin etrafý da zîruh ve zîhayatlarla doludur. Fakat onlarýn medâr-ý taayyüþü ve hususî þerait-i hayatiyeleri vardýr ki, onlarýn bir kýsmý âkil-ün nebattýr; yalnýz nebâtat ile yaþýyorlar. Diðer bir kýsmý âkil-üs semektir; balýktan baþka bir þey yemiyorlar. O iki adam, bu hali görüyorlar. Sonra bakýyorlar ki, uzakta binler müzeyyen saraylar, âlî kasýrlar görünüyor. O saraylarýn ortalarýnda geniþ tezgâhlar ve vüs'atli meydanlar vardýr. O iki adam, uzaklýk sebebiyle veyahut göz zaîfliðiyle veya o sarayýn sekenelerinin gizlenmesi sebebiyle; o sarayýn sekeneleri, o iki adama görünmüyorlar. Hem þu periþan hânedeki þerait-i hayatiye, o saraylarda bulunmuyor. O vahþî bedevî, hiç þehir görmemiþ adam, bu esbaba binaen görünmediklerinden ve buradaki þerait-i hayat orada bulunmadýðýndan der: «O saraylar, sekenelerden hâlîdir, boþtur, zîruh içinde yoktur.» der, vahþetin en ahmakça bir hezeyanýný yapar. Ýkinci adam der ki: «Ey bedbaht, þu hakir, küçük hâneyi görüyorsun ki, zîruh ile, amelelerle doldurulmuþ ve biri var ki, bunlarý her vakit tazelendiriyor, istihdam ediyor. Bak, bu hâne etrafýnda boþ bir yer yoktur. Zîhayat ve zîruh ile doldurulmuþtur. Acaba hiç mümkün

 

sh: » (S:538)

 

müdür ki: Þu uzakta bize görünen þu muntâzam þehrin, þu hikmetli tezyinatýn, þu san'atlý saraylarýn onlara münasib âlî sekeneleri bulunmasýn? Elbette o saraylar, umumen doludur ve onlarda yaþayanlara göre baþka þerait-i hayatiyeleri var. Evet, ot yerine belki börek yerler; balýk yerine baklava yiyebilirler. Uzaklýk sebebiyle veyahut gözünün kabiliyetsizliði veya onlarýn gizlenmekliði ile sana görünmemeleri, onlarýn olmamalarýna hiçbir vakit delil olamaz... «Adem-i rü'yet, adem-i vücuda delâlet etmez.» «Görünmemek, olmamaða hüccet olamaz.»

 

Ýþte þu temsil gibi, ecrâm-ý ulviyye ve ecsâm-ý seyyare içinde küre-i arzýn hakaret ve kesafeti ile beraber bu kadar hadsiz zîruhlarýn, zîþuurlarýn vataný olmasý ve en hasis ve en müteaffin cüz'leri dahi, birer menba-ý hayat kesilmesi, birer mahþer-i huveynat olmasý, bizzarure ve bilbedâhe ve bittarîk-ýl evlâ ve bilhads-is sâdýk ve bilyakîn-il kat'î delâlet eder, þehadet eyler, ilân eder ki: Þu nihayetsiz fezâ-yý âlem ve þu muhteþem semâvat, burçlarýyla, yýldýzlarýyla zîþuur, zîhayat, zîruhlarla doludur. Nârdan, nurdan, ateþten, ýþýktan, zulmetten, havadan, savttan, rayihadan, kelimâttan, esîrden ve hattâ elektrikten ve sâir seyyalât-ý lâtifeden halk olunan o zîhayat ve o zîruhlara ve o zîþuûrlara, Þeriat-ý Garrâ-yý Muhammediye (Aleyhissalâtü Vesselâm), Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyân, «Melâike ve cân ve ruhaniyattýr» der, tesmiye eder. Melâikenin ise, ecsâmýn muhtelif cinsleri gibi, cinsleri muhteliftir. Evet, elbette bir katre yaðmura müekkel olan melek, þemse müekkel meleðin cinsinden deðildir. Cin ve ruhaniyat dahi, onlarýn da pekçok ecnâs-ý muhtelifeleri vardýr.

 

Þu nükte-i Esâsiyenin Hâtimesi: Bittecrübe, madde asýl deðil ki, vücud ona müsahhar kalsýn ve tâbi olsun. Belki madde, bir mâna ile kaimdir. Ýþte o mâna, hayattýr, ruhtur. Hem bilmüþahede madde, mahdum deðil ki, herþey ona irca' edilsin. Belki hâdimdir; bir hakikatýn tekemmülüne hizmet eder. O hakikat, hayattýr. O hakikatýn esâsý da ruhtur. Bilbedâhe madde hâkim deðil ki, ona müracaat edilsin, Kemâlât ondan istenilsin. Belki mahkûmdur, bir esâsýn hükmüne bakar, onun gösterdiði yollar ile hareket eder. Ýþte o esâs; hayattýr, ruhtur, þuurdur. Hem bizzarure madde lüb deðil, esâs deðil, müstekar deðil ki, iþler ve Kemâlât ona takýlsýn, ona bina edilsin; belki yarýlmaða, erimeðe, yýrtýlmaða müheyya bir kýþýrdýr, bir kabuktur ve köpüktür ve bir Sûrettir. Görülmüyor mu ki: Gözle görülmeyen hurdebînî bir hayvanýn ne kadar keskin duygularý

 

sh: » (S:539)

 

var ki, arkadaþýnýn sesini iþitir, rýzkýný görür, gâyet hassas ve keskin hisleri vardýr. Þu hal gösteriyor ki; maddenin küçülüp inceleþmesi nisbetinde âsâr-ý hayat tezayüd ediyor, nûr-u ruh teþeddüd ediyor. Güya madde inceleþtikçe, bizim maddiyatýmýzdan uzaklaþtýkça ruh âlemine, hayat âlemine, þuûr âlemine yaklaþýyor gibi hararet-i ruh, nur-u hayat daha þiddetli tecelli ediyor. Ýþte hiç mümkün müdür ki: Bu madde perdesinde bu kadar hayat ve þuûr ve ruhun tereþþuhatý bulunsun; o perde altýnda olan âlem-i bâtýn, zîruh ve zîþuûrlarla dolu olmasýn. Hiç mümkün müdür ki: Þu maddiyat ve âlem-i þehadetteki mânanýn ve ruhun ve hayatýn ve hakikatýn þu hadsiz tereþþuhatý ve lemaât ve semeratýnýn menabii, yalnýz maddeye ve maddenin hareketine irca' edilip izah edilsin. Hâþâ ve kat'â ve aslâ! Bu hadsiz tereþþuhat ve lemaât gösteriyor ki: Þu âlem-i maddiyat ve þehadet ise, âlem-i melekût ve ervah üstünde serpilmiþ tenteneli bir perdedir.

 

Ýkinci Esâs

 

Melâikenin vücuduna ve ruhânîlerin sübutuna ve hakikatlerinin vücuduna bir icmâ'-ý mânevî ile -tâbirde ihtilaflarýyla beraber- bütün ehl-i akýl ve ehl-i nakil, bilerek bilmeyerek ittifak etmiþler denilebilir. Hattâ maddiyatta çok ileri giden Hükemâ-yý Ýþrâkiyyunun Meþaiyyun kýsmý, Melâikenin mânasýný inkâr etmeyerek «Her bir nev'in bir mahiyet-i mücerrede-i ruhâniyeleri vardýr» derler. Melâikeyi öyle tâbir ediyorlar. Eski Hükemânýn Ýþrâkiyyun kýsmý dahi Melâikenin mânasýnda kabûle muztar kalarak, yalnýz yanlýþ olarak «Ukûl-ü Aþere ve Erbab-ül Enva'» diye isim vermiþler. Bütün ehl-i edyan "melek-ül cibâl, melek-ül bihar, melek-ül emtar" gibi her nev'e göre birer melek-i müekkel, vahyin ilhamý ve irþadý ile bulunduðunu kabûl ederek o namlarla tesmiye ediyorlar. Hattâ akýllarý gözlerine inmiþ ve insâniyetten cemâdat derecesine mânen sukut etmiþ olan Maddiyyun ve Tabiiyyun dahi, melâikenin mânasýný inkâr edemiyerek (Haþiye) «Kuva-yý Sâriye» namýyla bir cihette kabûle mecbur olmuþlar.

 

Ey Melâike ve rûhâniyatýn kabûlünde tereddüd gösteren bîçâ

 

______________________

 

(Haþiye): Melâike mânâsýný ve ruhaniyatýn hakikatýný inkâra mecal bulamamýþlar, belki fýtratýn namuslarýndan «Kuva-yý Sâriye» diye, "cereyan eden kuvvetler" namýný vererek yanlýþ bir Sûrette tasvir ile bir cihetten tasdikine mecbur kalmýþlar. (Ey kendini akýllý zanneden!..)

 

 

 

sh: » (S:540)

 

re adam! Neye istinad ediyorsun? Hangi hakikata güveniyorsun ki; bütün ehl-i akýl, bilerek bilmeyerek melâikenin mânasýnýn sübutuna ve tahakkukuna ve rûhanîlerin tahakkuklarý hakkýnda ittifaklarýna karþý geliyorsun, kabûl etmiyorsun? Mademki Birinci Esâs'ta isbat edildiði gibi; hayat mevcûdâtýn keþþafýdýr, belki neticesidir, zübdesidir. Bütün ehl-i akýl, mânâ-yý melâikenin kabûlünde mânen müttefiktirler ve þu zeminimiz, bu kadar zîhayat ve zîruhlarla þenlendirilmiþtir. Þu halde hiç mümkün olur mu ki: Þu fezâ-yý vesîa, sekenelerden; þu semâvât-ý lâtife mutavattinînden hâlî kalsýn. Hiç hatýrýna gelmesin ki: Þu hilkatte cârî olan namuslar, kanunlar kâinatýn hayatdar olmasýna kâfi gelir. Çünki o cereyan eden nâmuslar, þu hükmeden kanunlar; itibarî emirlerdir, vehmî düsturlardýr; ademî sayýlýr. Onlarý temsil edecek, onlarý gösterecek, onlarýn dizginlerini ellerinde tutacak melâike denilen ibâdullah olmazsa; o nâmuslara, o kanunlara bir vücud taayyün edemez. Bir hüviyet teþahhus edemez. Bir hakikat-ý hariciye olamaz. Halbuki: «Hayat, bir hakikat-ý hariciyedir. Vehmî bir emr, hakikat-ý hariciyeyi yüklenemez.»

 

ELHASIL: Mâdem ehl-i hikmetle ehl-i din ve ashâb-ý akýl ve nakil mânen ittifak etmiþler ki: Mevcûdât, þu âlem-i þehadete münhasýr deðildir. Hem mâdem zâhir olan âlem-i þehadet, câmid ve teþekkül-ü ervaha nâmuvafýk olduðu halde bu kadar zîruhlarla tezyin edilmiþ. Elbette, vücud ona münhasýr deðildir. Belki daha çok tabakat-ý vücud vardýr ki, âlem-i þehadet onlara nisbeten münakkaþ bir perdedir. Hem mâdem denizin balýða nisbeti gibi, ervaha muvafýk olan âlem-i gayb ve âlem-i mâna, ervahlar ile dolu olmak iktiza eder. Hem mâdem bütün emirler, mâna-yý melâikenin vücuduna þehadet ederler. Elbette bilâþek velâ þübhe, Melâike vücudlarýnýn ve ruhânî hakikatlarýnýn en güzel Sûretî ve ukûl-ü selime kabûl edecek ve istihsan edecek en makul keyfiyeti odur ki; Kur'an, þerh ve Beyân etmiþtir. O Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyân der ki: «Melâike, ibâd-ý mükerremdir. Emre muhalefet etmezler. Ne emrolunsa onu yaparlar. Melâike, ecsâm-ý lâtife-i nûrâniyedirler. Muhtelif nevilere münkasýmdýrlar.» Evet nasýlki beþer bir ümmettir, «Kelâm» sýfatýndan gelen Þeriat-ý Ýlâhiyenin hameleleri, mümessilleri, mütemessilleridir. Öyle de: Melâike dahi muazzam bir ümmettir ki, onlarýn amele kýsmý «Ýrâde» sýfatýndan gelen Þeriat-ý Tekvîniyenin hamelesi, mümessili ve mütemessilleridirler. Müessir-i Hakikî olan

 

 

 

sh: » (S:541)

 

Kudret-i Fâtýranýn ve Ýrade-i Ezeliyenin emirlerine tâbi bir nevi ibâdullahtýrlar ki: Ecram-ý ulviyenin herbiri onlarýn birer mescidi, birer mabedi hükmündedirler.

 

Üçüncü Esâs

 

Mes'ele-i Melâike ve ruhâniyat, o mesâildendir ki: Tek bir cüz'ün vücudu ile, bir küllün tahakkuku bilinir. Birtek þahsýn rü'yeti ile umum nev'in vücudu mâlûm olur. Çünki kim inkâr ederse, külliyyen inkâr eder. Bir tekini kabûl eden, o nev'in umumunu kabûl etmeye mecburdur. Mâdem öyledir, iþte bak: Görmüyor musun ve iþitmiyor musun ki; bütün ehl-i edyan, bütün asýrlarda, zaman-ý Âdem'den þimdiye kadar melâikenin vücuduna ve ruhânîlerin tahakkukuna ittifak etmiþler ve insanýn tâifeleri, birbirinden bâhsi ve muhaveresi ve rivayeti gibi melâikelerle muhavere edilmesine ve onlarýn müþahedesine ve onlardan rivayet etmesine icmâ' etmiþlerdir. Acaba hiçbir ferd melâikelerden bilbedâhe görünmezse, hem bilmüþâhede bir þahsýn veya müteaddid eþhasýn vücudu kat'î bilinmezse, hem onlarýn bilbedâhe, bilmüþâhede vücudlarý hissedilmezse, hiç mümkün müdür ki: Böyle bir icmâ' ve ittifak devam etsin ve böyle müsbet ve vücudî bir emirde ve þuhuda istinad eden bir halde müstemirren ve tevatüren o ittifak devam etsin. Hem hiç mümkün müdür ki: Þu îtikad-ý umumînin menþe'i, mebâdi-i zaruriye ve bedihî emirler olmasýn. Hem hiç mümkün müdür ki: Hakikatsýz bir vehim; bütün inkýlâbat-ý beþeriyede, bütün akaid-i insâniyede istimrar etsin, beka bulsun. Hem hiç mümkün müdür ki: Þu ehl-i edyânýn, bu icmâ'-i azîmin senedi; bir hads-i kat'î olmasýn, bir yakîn-i þuhudî olmasýn. Hem hiç mümkün müdür ki: O hads-i kat'î, o yakîn-i þuhudî, hadsiz emârelerden ve o emâreler, hadsiz müþahedât vâkýalarýndan ve o müþâhedat vâkýalarý, þeksiz ve þübhesiz mebâdi-i zaruriyeye istinad etmesin. Öyle ise, þu ehl-i edyandaki bu itikadat-ý umumiyenin sebebi ve senedi, tevatür-ü mânevî kuvvetini ifade eden pekçok kerrat ile Melâike müþahedelerinden ve ruhânîlerin rü'yetlerinden hâsýl olan mebâdi-i zaruriyedir, esâsât-ý kat'iyedir.

 

Hem hiç mümkün müdür, hiç mâkul mudur, hiç kabil midir ki: Hayat-ý içtimaiye-i beþeriye semâsýnýn güneþleri, yýldýzlarý, aylarý hükmünde olan Enbiya ve Evliya, tevatür Sûretiyle ve icmâ'-ý mânevî kuvveti ile ihbar ettikleri ve þehadet ettikleri melâike ve ru

 

 

 

sh: » (S:542)

 

haniyatýn vücudlarý ve müþahedeleri, bir þübhe kabûl etsin, bir þekke medâr olsun. Bâhusus onlar þu mes'elede ehl-i ihtisastýrlar. Mâlûmdur ki: Ýki ehl-i ihtisas, binler baþkasýna müreccahtýrlar. Hem þu mes'elede ehl-i isbattýrlar. Mâlûmdur ki: Ýki ehl-i isbat, binler ehl-i nefy ve inkâra müreccahtýrlar. Ve bilhassa kâinat semâsýnda daim parlayan ve hiçbir vakit gurub etmeyen, âlem-i hakikatýn Þemsüþþümus'u olan Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyân'ýn ihbaratý ve Risâlet güneþi olan Zât-ý Ahmediye'nin (A.S.M.) þehâdâtý ve müþâhedâtý, hiç kabil midir ki, bir þübhe kabûl etsin. Mâdem tek bir ruhâniyatýn vücudu, bir zamanda tahakkuk etse, þu nev'in umumen tahakkukunu gösteriyor. Ve mâdem þu nev'in vücudu tahakkuk ediyor. Elbette onlarýn Sûret-i tahakkukunun en ahseni, en mâkulü, en makbulü; Þeriatýn þerhettiði gibidir, Kur'anýn gösterdiði gibidir, Sahib-i Mi'râc'ýn gördüðü gibidir.

 

Dördüncü Esâs

 

Þu kâinatýn mevcûdâtýna nazar-ý dikkat ile bakýlsa görünür ki: Cüz'iyat gibi külliyatýn dahi birer þahs-ý mânevîsi vardýr ki, birer vazife-i külliyesi görünüyor. Onda bir hizmet-i külliye görünüyor. Meselâ: Bir çiçek, kendince bir nakþ-ý san'atý gösterip, lisan-ý hâliyle Esmâ-i Fâtýr'ý zikrettiði gibi; küre-i arz bahçesi dahi, bir çiçek hükmündedir. Gâyet muntâzam küllî vazife-i tesbîhiyyesi vardýr. Nasýlki bir meyve, bir intizâm içinde bir ilânatý, tesbihatý ifade ediyor. Öyle de: Koca bir aðacýn heyet-i umumiyesiyle gâyet muntâzam bir vazife-i fýtriyyesi ve ubûdiyyeti vardýr. Nasýl bir aðaç yaprak, meyve ve çiçeklerinin kelimâtý ile bir tesbihatý var. Öyle de: Koca semâvat denizi dahi, kelimâtý hükmünde olan güneþler, yýldýzlar ve aylarý ile Fâtýr-ý Zülcelâline tesbihat yapar ve Sâni'-i Zülcelâline hamd eder ve hâkezâ... Mevcûdât-ý hâriciyenin herbiri, Sûreten câmid, þuursuz iken, gâyet hayatkârane ve þuurdârane vazifeleri ve tesbihatlarý vardýr. Elbette nasýl melâikeler bunlarýn âlem-i melekûtta mümessilidirler, tesbihatlarýný ifade ederler; bunlar dahi âlem-i mülk ve âlem-i þehadette o melâikelerin timsâlleri, hâneleri, mescidleri hükmündedirler. Yirmidördüncü Söz'ün Dördüncü Dalýnda Beyân edildiði gibi; þu saray-ý âlemin Sâni'-i Zülcelâl'i, o saray içinde istihdam ettiði dört kýsým amelenin birincisi: Melâike ve ruhânîlerdir. Mâdem nebâtat ve cemadat bilmeyerek ve bir bilenin emrinde gâyet mühim ücretsiz hidemattadýrlar. Ve hayvanat, bir ücret-i

 

 

 

sh: » (S:543)

 

cüz'iyye mukabilinde bilmeyerek gâyet küllî maksadlara hizmet ediyorlar. Ve insan, müeccel ve muaccel iki ücret mukabilinde o Sâni'-i Zülcelâl'in makasýdýný bilerek tevfik-i hareket etmek ve herþeyde nefislerine de bir hisse çýkarmak ve sâir hademelere nezaret etmek ile istihdam edilmeleri, bilmüþahede görünüyor. Elbette dördüncü kýsým, belki en birinci kýsým olan hizmetkârlar, ameleler bulunacaktýr. Hem insana benzer ki, o Sâni'-i Zülcelâl'in makasýd-ý külliyesini bilir bir ubûdiyyet ile, tevfik-i hareket ederler. Hem, insanýn hilâfýna olarak hazz-ý nefisten ve cüz'î ücretlerden tecerrüd ederek yalnýz Sâni'-i Zülcelâl'in nazarý ile, emri ile, teveccühü ile, hesabý ile, namý ile ve kurbiyetiyle ihtisas ile ve intisab ile hâsýl ettikleri lezzet ve Kemâl ve zevk ve saadeti kâfi görüp, hâlisen muhlisen çalýþýyorlar. Cinslerine göre kâinattaki mevcûdâtýn enva'ýna göre vazife-i ibâdetleri tenevvü' ediyor. Bir hükûmetin muhtelif dairelerde, muhtelif vazifedârlarý gibi, saltanat-ý Rubûbiyyet dairelerinde vezaif-i ubûdiyyeti ve tesbihatý öyle tenevvü' ediyor. Meselâ: Hazret-i Mikâil, yeryüzü tarlasýnda ekilen masnuat-ý Ýlâhiyeye Cenâb-ý Hakk'ýn havliyle, kuvvetiyle, hesabýyla, emriyle bir nâzýr-ý umumî hükmündedir. (Tâbir caizse) umum çiftçi-misâl Melâikelerin reisidir. Hem Fâtýr-ý Zülcelâl'in izniyle, emriyle, kuvvetiyle, hikmetiyle umum hayvanatýn mânevî çobanlarýnýn reisi, büyük bir melek-i müekkeli vardýr. Ýþte mâdem þu mevcûdât-ý hariciyenin, her birisinin üstünde, birer melek-i müekkel var olmak lâzým gelir. Tâ ki o cismin gösterdiði vezaif-i ubûdiyyet ve hidemat-ý tesbihiyesini âlem-i melekûtta temsil etsin, dergâh-ý Ulûhiyyete bilerek takdim etsin. Elbette Muhbir-i Sâdýk'ýn rivayet ettiði melâikeler hakkýndaki Sûretler, gâyet münasibdir ve makûldür. Meselâ: Ferman etmiþ ki: «Bâzý melâikeler bulunur, kýrk baþý veya kýrkbin baþý var. Her baþta kýrkbin aðzý var, herbir aðýzda kýrkbin dil ile, kýrkbin tesbihat yapar.» Þu hakikat-ý Hadîsiyyenin bir mânasý var, bir de Sûreti var. Mânasý þudur ki:

 

Melâikenin ibâdâtý, hem gâyet muntâzamdýr, mükemmeldir; hem gâyet küllîdir, geniþtir.Ve þu hakikatýn sûreti ise þudur ki:

 

Bâzý büyük mevcûdat-ý cismâniyye vardýr ki, kýrkbin baþ, kýrkbin tarz ile vezaif-i ubûdiyyeti yapar. Meselâ: Semâ güneþlerle, yýldýzlarla tesbihat yapar. Zemin tek bir mahlûk iken, yüzbin baþ ile; her baþta yüzbinler aðýz ile, her aðýzda yüzbinler lisan ile vazife-i ubûdiyyeti ve tesbihat-ý Rabbâniyyeyi yapýyor. Ýþte küre-i ar

 

 

 

sh: » (S:544)

 

za müekkel melek dahi, âlem-i melekûtta þu mânâyý göstermek için öyle görülmek lâzýmdýr. Hattâ ben, mutavassýt bir bâdem aðacý gördüm ki: Kýrka yakýn baþ hükmünde büyük dallarý var. Sonra bir dalýna baktým, kýrka yakýn dili hükmünde küçük dallarý var. Sonra o küçük dalýnýn bir diline baktým, kýrk çiçek açmýþtýr. O çiçeklere nazar-ý hikmetle dikkat ettim, herbir çiçek içinde kýrka yakýn incecik, muntâzam püskülleri, renkleri ve san'atlarý gördüm ki; herbiri Sâni'-i Zülcelâl'in ayrý ayrý birer cilve-i esmâsýný ve birer ismini okutturuyor. Ýþte hiç mümkün müdür ki, þu bâdem aðacýnýn Sâni'-i Zülcelâl'i ve Hakîm-i Zülcemâl'i, bu câmid aðaca bu kadar vazifeleri yükletsin; onun mânasýný bilen, ifade eden, kâinata ilân eden, dergâh-ý Ýlahiyeye takdim eden, ona münasib ve ruhu hükmünde bir melek-i müekkeli ona bindirmesin?

 

Ey arkadaþ! Þuraya kadar Beyânâtýmýz, kalbi kabûle ihzâr etmek ve nefsi teslime mecbur etmek ve aklý iz'âna getirmek için bir mukaddeme idi. Eðer o mukaddemeyi bir derece fehmettin ise, melâikelerle görüþmek istersen hâzýr ol. Hem evham-ý seyyieden temizlen. Ýþte Kur'an âlemi kapýlarý açýktýr. Ýþte Kur'an cenneti «müfettehat-ül ebvab»dýr; gir bak. Melâikeyi o Cennet-i Kur'aniye içinde güzel bir Sûrette gör. Herbir âyet-i tenzil, birer menzildir. Ýþte þu menzillerden bak:

 

وَالْمُرْسَلاَتِ عُرْفًا فَالْعَاصِفَاتِ عَصْفًا وَالنّاشِرَاتِ نَشْرًا فَالْفَارِقَاتِ فَرْقًا فَالْمُلْقِيَاتِ ذِكْرًا

 

وَالنَّازِعَاتِ غَرْقًا وَالنَّاشِطَاتِ نَشْطًا وَالسَّابِحَاتِ سَبْحًا فَالسَّابِقَاتِ سَبْقًا فَاْلمُدَبِّرَاتِ اَمْرًا

 

تَنَزَّلُ اْلمَلاَئِكَةُ وَالرُّوحُ فِيهَا بِاِذْنِ رَبِّهِمْ

 

عَلَيْهَا مَلاَئِكَةٌ غِلاَظٌ شِدَادٌ لاَ يَعْصُونَ اللّهَ مَا اَمَرَهُمْ وَ يَفْعَلُونَ مَا يؤْمَرُونَ

 

Hem dinle: سُبْحَانَهُ بَلْ عِبَادٌ مُكْرَمُونَ لاَ يَسْبِقُونَهُ بِالْقَوْلِ وَهُمْ بِاَمْرِهِ يَعْمَلُونَ senalarýný iþit. Eðer cinnîlerle görüþmek istersen:

 

sh: » (S:545)

 

قُلْ اُوحِىَ اِلَىَّ اَنَّهُ اسْتَمَعَ نَفَرٌ مِنَ اْلجِنِّ surlu Sûreye gir, onlarý gör, dinle ne diyorlar? Onlardan ibret al. Bak, diyorlar ki:

 

اِنَّا سَمِعْنَا قُرْآنًا عَجَبًا يَهْدِى اِلَى الرُّشْدِ فَآمَنَّا بِهِ وَلَنْ نُشْرِكَ بِرَبِّنَا اَحَدًا

 

 

 

* * *

 

Ýkinci Maksad

 

[Kýyâmet ve mevt-i dünya ve hayat-ý âhiret hakkýndadýr.]

 

Þu maksadýn dört esâsý ve bir mukaddime-i temsiliyyesi vardýr.

 

Mukaddime

 

Nasýlki: Bir saray veya bir þehir hakkýnda biri dâva etse: «Þu saray veya þehir, tahrib edilip yeniden muhkem bir Sûrette bina ve tâmir edilecektir.» Elbette, onun dâvasýna karþý altý sual terettüb eder:

 

Birincisi: Niçin tahrib edilecek? Sebeb ve muktazî var mýdýr?

 

Eðer, «evet var» diye isbat etti.

 

Ýkincisi: Þöyle bir sual gelir ki: «Bunu tahrib edip, tâmir edecek usta muktedir midir? Yapabilir mi? Eðer, «evet yapabilir» diye isbat etti.

 

Üçüncüsü: Þöyle bir sual gelir ki: «Tahribi mümkün müdür? Hem, sonra tahrib edilecek midir?» Eðer, «evet» diye imkân-ý tahribi, hem vukuunu isbat etse; iki sual daha ona varid olur ki:

 

«Acaba þu acib saray veya þehrin yeniden tamiri mümkün müdür? Mümkün olsa, acaba tâmir edilecek midir?» Eðer, «evet» diye bunlarý da isbat etse; o vakit bu mes'elenin hiçbir cihette hiçbir köþesinde bir delik, bir menfez kalmaz ki, þek ve þübhe ve vesvese girebilsin.

 

Ýþte þu temsil gibi; dünya sarayýnýn, þu kâinat þehrinin tahrib ve tamiri için muktazî var. Fâil ve ustasý muktedir. Tahribi mümkün ve vâki olacak. Tamiri mümkün ve vâki olacaktýr. Ýþte þu mes'eleler, birinci esâstan sonra isbat edilecektir.

 

 

 

 

 

 

 

sh: » (S:546)

 

Birinci Esâs

 

Ruh, kat'iyen bâkidir. Birinci maksaddaki melâike ve ruhânîlerin vücudlarýna delâlet eden hemen bütün deliller, þu mes'elemiz olan beka-i ruha dahi delildirler. Bence mes'ele o kadar kat'îdir ki, fazla Beyân abes olur. Evet þu âlem-i berzahta, âlem-i ervahta bulunan ve âhirete gitmek için bekleyen hadsiz ervah-ý bâkiye kafileleri ile bizim mabeynimizdeki mesâfe o kadar ince ve kýsadýr ki, bürhân ile göstermeðe lüzum kalmaz. Hadd ü hesaba gelmeyen ehl-i keþfin ve þuhûdun onlarla temas etmeleri, hattâ ehl-i keþf-el kuburun onlarý görmeleri, hattâ bir kýsým avâmýn da onlarla muhabereleri ve umumun da rü'ya-yý sâdýkada onlarla münasebet peyda etmeleri, muzaaf tevatürler Sûretinde âdeta beþerin ulûm-u müteârifesi hükmüne geçmiþtir. Fakat þu zamanda maddiyyun fikri herkesi sersem ettiðinden, en bedihî bir þeyde zihinlere vesvese vermiþ. Ýþte þöyle vesveseleri izale için; hads-i kalbînin ve iz'ân-ý aklînin pek çok menba'larýndan, bir mukaddime ile dört menbaýna iþaret edeceðiz.

 

Mukaddime

 

Onuncu Söz'ün Dördüncü Hakikatýnda isbat edildiði gibi; ebedî, sermedî, misilsiz bir cemâl, elbette âyinedâr müþtakýnýn ebediyetini ve bekasýný ister. Hem kusursuz, ebedî bir kemâl-i san'at, mütefekkir dellâlýnýn devamýný taleb eder. Hem nihayetsiz bir rahmet ve ihsan, muhtaç müteþekkirlerinin devam-ý tena'umlarýný iktiza eder. Ýþte o âyinedâr müþtak, o dellâl mütefekkir, o muhtaç müteþekkir; en baþta ruh-u insânîdir. Öyle ise, ebed-ül âbâd yolunda; o cemâl, o kemâl, o rahmete refakat edecek, bâki kalacaktýr.

 

Yine Onuncu Söz'ün Altýncý Hakikatýnda isbat edildiði gibi; deðil ruh-u beþer, hattâ en basit tabakat-ý mevcûdât dahi, fena için yaratýlmamýþlar; bir nevi bekaya mazhardýrlar. Hattâ ruhsuz, ehemmiyetsiz bir çiçek dahi, vücud-u zâhirîden gitse, bin vecihle bir nevi bekaya mazhardýr. Çünki: Sûreti, hadsiz hâfýzalarda bâkî kalýr. Kanun-u teþekkülâtý, yüzer tohumcuklarýnda beka bulup devam eder. Mâdem bir parçacýk ruha benzeyen o çiçeðin kanun-u teþekkülü, timsal-i sûreti, bir Hafîz-i Hakîm tarafýndan ibka ediliyor. Daðdaðalý inkýlablar içinde kemâl-i intizâm ile, zerrecikler gibi tohumlarýnda muhafaza ediliyor, bâkî kalýr. Elbette gâyet cem'iy

 

 

 

sh: » (S:547)

 

etli ve gâyet yüksek bir mahiyete mâlik ve haricî vücud giydirilmiþ ve zîþuûr ve zîhayat ve nûrani kanun-u emrî olan ruh-u beþer, ne derece kat'iyetle bekaya mazhar ve ebediyetle merbut ve sermediyetle alâkadar olduðunu anlamazsan, nasýl «Zîþuûr bir insaným» diyebilirsin? Evet, koca bir aðacýn bir derece ruha benzeyen proðramýný ve kanun-u teþekkülâtýný, bir nokta gibi en küçük çekirdekte dercedip muhafaza eden bir Zât-ý Hakîm-i Zülcelâl, bir Zât-ý Hafîz-i bîzeval hakkýnda «Vefat edenlerin ruhlarýný nasýl muhafaza eder» denilir mi!

 

BÝRÝNCÝ MENBA': Enfüsîdir. Yâni, herkes hayatýna ve nefsine dikkat etse, bir ruh-u bâkiyi anlar. Evet herbir ruh, kaç sene yaþamýþ ise o kadar beden deðiþtirdiði halde, bilbedâhe aynen bâki kalmýþtýr. Öyle ise; mâdem cesed gelip geçicidir. Mevt ile bütün bütün çýplak olmak dahi ruhun bekasýna te'sir etmez ve mahiyetini de bozmaz. Yalnýz, müddet-i hayatta, tedricî cesed libasýný deðiþtiriyor. Mevtte ise birden soyunur. Gâyet kat'î bir hads ile belki müþahede ile sabittir ki, cesed ruh ile kaimdir. Öyle ise; ruh, onun ile kaim deðildir. Belki ruh, binefsihî kaim ve hâkim olduðundan; cesed istediði gibi daðýlýp toplansýn; ruhun istiklâliyetine halel vermez. Belki cesed, ruhun hânesi ve yuvasýdýr, libasý deðil. Belki, ruhun libasý bir derece sâbit ve letâfetçe ruha münasib bir gýlâf-ý lâtifi ve bir beden-i misâlîsi vardýr. Öyle ise, mevt hengâmýnda bütün bütün çýplak olmaz, yuvasýndan çýkar, beden-i misâlîsini giyer.

 

ÝKÝNCÝ MENBA': Âfâkîdir. Yâni, mükerrer müþâhedat ve müteaddid vâkýat ve kerrat ile münasebattan neþ'et eden bir nevi hükm-ü tecrübîdir. Evet tek bir ruhun bâ'delmemat bekasý anlaþýlsa, þu ruh nev'inin külliyetle bekasýný istilzam eder. Zira fenn-i mantýkça kat'îdir ki: Zâtî bir hassa, birtek ferdde görünse; bütün efradda dahi o hassanýn vücuduna hükmedilir. Çünki: Zâtîdir. Zâtî olsa, her ferdde bulunur. Halbuki deðil bir ferd, belki o kadar hadsiz, o kadar hesaba, hasra gelmez müþahedâta istinad eden âsâr ve beka-i ervaha delâlet eden emarat, o derece kat'îdir ki; bize nasýl Yeni Dünya, yâni Amerika var ve orada insanlar bulunur; o insanlarýn vücudlarýna hiç vehim hatýra gelmez. Öyle de þübhe kabûl etmez ki, þimdi âlem-i melekût ve ervahta; ölmüþ, vefat etmiþ insanlarýn ervahý pekçok kesretle vardýr ve bizimle münasebettardýrlar. Mânevî hedâyâmýz onlara gidiyor. Onlarýn nûranî feyizleri de

 

sh: » (S:548)

 

bizlere geliyor. Hem hads-i kat'î ile vicdanen hissedilebilir ki; insan öldükten sonra esâslý bir ciheti bâkidir. O esâs ise ruhtur. Ruh ise, tahrib ve inhilale mâruz deðil. Çünki: Basittir, vahdeti var. Tahrib ve inhilal ve bozulmak ise; kesret ve terkib edilmiþ þeylerin þe'nidir. Sâbýkan Beyân ettiðimiz gibi; hayat, kesrette bir tarz-ý vahdeti temin eder, bir nevi bekaya sebebiyet verir. Demek vahdet ve beka, ruhta esâstýr ki, ondan kesrete sirayet eder. Ruhun fenasý, ya tahrib ve inhilâl iledir. O tahrib ve inhilâl ise, vahdet yol vermez ki girsin, besâtet býrakmaz ki bozsun. Veyahut îdam iledir. Ýdam ise Cevâd-ý Mutlak'ýn hadsiz merhameti müsaade etmez ve nihayetsiz cûdu býrakmaz ki, verdiði nimet-i vücudu o nimet-i vücuda pek müþtak ve lâyýk olan ruh-u insânîden geri alsýn.

 

ÜÇÜNCÜ MENBA': Ruh zîhayat, zîþuûr, nuranî, vücud-u haricî giydirilmiþ; câmi', hakikatdar, külliyet kesbetmeðe müstaid bir kanun-u emrîdir. Halbuki en zaîf olan kavânin-i emriye, sebat ve bekaya mazhardýrlar. Çünki: Dikkat edilse, mâruz-u tegayyür olan bütün nevilerde birer hakikat-ý sâbite vardýr ki, bütün tegayyürat ve inkýlâbât ve etvâr-ý hayat içinde yuvarlanarak Sûretler deðiþtirip, ölmeyerek, yaþayarak bâki kalýyor. Ýþte herbir þahs-ý insanî, mahiyetinin câmiiyetiyle ve küllî þuûruyla ve umumî tasavvuratýyla bir þahýs iken, bir nev' hükmüne geçmiþtir. Bir nev'e gelen ve cârî olan kanun, o þahs-ý insânîde dahi cârîdir. Mâdem Fâtýr-ý Zülcelâl, insaný câmi' bir âyine ve küllî bir ubûdiyyetle ve ulvî bir mahiyetle yaratmýþtýr. Her ferddeki hakikat-ý ruhiye, yüzbinler Sûret deðiþtirse, izn-i Rabbânî ile ölmeyecek, yaþayarak geldiði gibi gidecek. Öyle ise o þahs-ý insânînin hakikat-ý zîþuûru ve unsur-u zîhayatý olan ruhu dahi, Allah'ýn emriyle, izni ile ve ibkasýyla daima bâkidir.

 

DÖRDÜNCÜ MENBA': Ruha bir derece müþabih ve ikisi de âlem-i emirden ve iradeden geldiklerinden masdar itibariyle ruha bir derece muvafýk, fakat yalnýz vücud-u hissî olmayan nevilerde hükümran olan kavânîne dikkat edilse ve o namuslara bakýlsa görünür ki: Eðer o kanun-u emrî, vücud-u haricî giyse idi, o nevilerin birer ruhu olurdu. Halbuki o kanun daima bâkîdir. Daima müstemir, sabittir. Hiçbir tegayyürat ve inkýlâbat, o kanunlarýn vahdetine te'sir etmez, bozmaz. Meselâ: Bir incir aðacý ölse, daðýlsa; onun ruhu hükmünde olan kanun-u teþekkülâtý, zerre gibi bir çekirdeðinde ölmeyerek bâkî kalýr. Ýþte mâdem en âdi ve zaîf emrî kanunlar dahi

 

 

 

sh: » (S:549)

 

böyle beka ile, devam ile alâkadardýr. Elbette ruh-u insanî, deðil yalnýz beka ile, belki ebed-ül âbâd ile alâkadar olmak lâzým gelir. Çünki ruh dahi Kur'anýn nassý ile, قُلِ الرُّوحُ مِنْ اَمْرِ رَبِّى ferman-ý celîli ile âlem-i emirden gelmiþ bir kanun-u zîþuûr ve bir nâmus-u zîhayattýr ki; kudret-i ezeliye, ona vücud-u haricî giydirmiþ. Demek nasýlki sýfat-ý iradeden ve âlem-i emirden gelen þuûrsuz kavânîn, daima veya aðleben bâki kalýyor. Aynen onlarýn bir nevi kardeþi ve onlar gibi sýfat-ý iradenin tecellisi ve âlem-i emirden gelen ruh, bekaya mazhar olmak daha ziyade kat'îdir, lâyýktýr. Çünki zîvücuddur, hakikat-ý hariciye sahibidir. Hem onlardan daha kavîdir, daha ulvîdir. Çünki zîþuûrdur. Hem onlardan daha daimîdir, daha kýymetdârdýr. Çünki zîhayattýr.

 

Ýkinci Esâs

 

Saadet-i ebediyyeye muktazî vardýr ve o saadeti verecek Fâil-i Zülcelâl de muktedirdir. Hem harab-ý âlem, mevt-i dünya mümkündür. Hem vâki olacaktýr. Yeniden ihya-yý âlem ve haþir, mümkündür. Hem vâki olacaktýr. Ýþte bu altý mes'eleyi, birer birer aklý ikna edecek muhtasar bir tarzda Beyân edeceðiz. Zâten Onuncu Söz'de kalbi, îman-ý kâmil derecesine çýkaracak derecede bürhânlar zikredilmiþtir. Þurada ise, yalnýz aklý ikna' edecek, susturacak, Eski Said'in «Nokta Risalesi» ndeki Beyânâtý tarzýnda bahsedeceðiz.

 

Evet saadet-i ebediyeye muktazî mevcûddur. O muktazînin vücuduna delâlet eden bürhân-ý kat'î «ON MENBA' VE MEDAR» dan süzülen bir hadstir.

 

BÝRÝNCÝ MEDâR: Dikkat edilse, þu kâinatýn umumunda bir nizâm-ý ekmel, bir intizâm-ý kasdî vardýr. Her cihette reþehat-ý ihtiyar ve lemaât-ý kasd görünür. Hattâ herþeyde bir nûr-u kasd, her þe'nde bir ziya-yý irâde, her harekette bir lem'a-i ihtiyar, her terkibde bir þû'le-i hikmet, semeratýnýn þehadetiyle nazar-ý dikkate çarpýyor. Ýþte eðer saadet-i ebediye olmazsa, þu esâslý nizâm, bir sûret-i zaîfe-i vâhiyeden ibaret kalýr. Yalancý, esâssýz bir nizâm olur. Nizâm ve intizâmýn ruhu olan mâneviyat ve revabýt ve niseb, hebâ olup gider. Demek nizâmý nizâm eden, saadet-i ebediyyedir. Öyle ise nizâm-ý âlem, saadet-i ebediyyeye iþaret ediyor.

 

 

 

sh: » (S:550)

 

ÝKÝNCÝ MEDAR: Hilkat-i kâinatta bir hikmet-i tâmme görünüyor. Evet inâyet-i Ezeliyyenin timsali olan hikmet-i Ýlahiyye, kâinatýn umumunda gösterdiði maslahatlarýn riayeti ve hikmetlerin iltizâmý lisaný ile, saadet-i ebediyyeyi ilân eder. Çünki: Saadet-i ebediyye olmazsa, þu kâinatta bilbedâhe sâbit olan hikmetleri, faideleri, mükâbere ile inkâr etmek lâzým gelir. Onuncu Söz'ün Onuncu Hakikatý, bu hakikatý güneþ gibi gösterdiðinden, ona iktifaen burada ihtisar ederiz.

 

ÜÇÜNCÜ MEDAR: Akýl ve hikmet ve istikrâ ve tecrübenin þehadetleri ile sâbit olan hilkat-ý mevcûdâttaki adem-i abesiyet ve adem-i israf, saadet-i ebediyeye iþaret eder. Fýtratta israf ve hilkatta abesiyet olmadýðýna delil, Sâni'-i Zülcelâlin herþeyin hilkatinde en kýsa yolu ve en yakýn ciheti ve en hafif Sûreti ve en güzel keyfiyeti ihtiyar ve intihab etmesidir ve bâzan bir þeyi, yüz vazife ile tavzif etmesidir ve bir ince þeye bin meyve ve gayeleri takmasýdýr. Mâdem israf yok ve abesiyet olmaz, elbette saadet-i ebediye olacaktýr. Çünki: Dönmemek üzere adem, herþeyi abes eder, herþey israf olur. Umum fýtratta, ezcümle insanda, Fenn-i Menâfi-ül-âza þehadetiyle sâbit olan adem-i israf gösteriyor ki;insanda olan hadsiz istidadât-ý mâneviyye ve nihayetsiz âmâl ve efkâr ve müyûlât dahi israf edilmeyecektir. Öyle ise, insandaki o esâslý meyl-i tekemmül, bir kemâlin vücudunu gösterir ve o meyl-i saadet, saadet-i ebediyyeye namzed olduðunu kat'î olarak ilân eder. Öyle olmazsa insanýn mahiyet-i hakikiyyesini teþkil eden o esâslý mâneviyat, o ulvî âmâl, hikmetli mevcûdâtýn hilâfýna olarak israf ve abes olur, kurur, hebâen gider. Þu hakikat, Onuncu Söz'ün Onbirinci Hakikatýnda isbat edildiðinden kýsa kesiyoruz.

 

DÖRDÜNCÜ MEDAR: Pekçok nevilerde, hattâ gece ve gündüzde, kýþ ve baharda ve cevv-i havada hattâ insanýn þahýslarýnda, müddet-i hayatýnda deðiþtirdiði bedenler ve mevte benzeyen uyku ile haþir ve neþre benzer birer nevi kýyâmet, bir kýyâmet-i kübrânýn tahakkukunu ihsas ediyor, remzen haber veriyorlar. Evet meselâ: Haftalýk bizim saatimizin saniye ve dakika ve saat ve günlerini sayan çarklarýna benzeyen; ALLAH'ýn dünya denilen büyük saatýndaki yevm, sene, ömr-ü beþer, deveran-ý dünya, birbirine mukaddeme olarak birbirinden haber veriyor, döner iþlerler. Geceden sonra sabahý, kýþtan sonra baharý iþledikleri gibi, mevtten sonra subh-u kýyamet, o destgâhtan, o saat-ý uzmâdan çýkacaðýný remzen haber

 

sh: » (S:551)

 

veriyorlar. Bir þahsýn müddet-i ömründe baþýna gelmiþ birçok kýyamet çeþitleri vardýr. Her gece bir nevi ölmekle, her sabah bir nevi dirilmekle emârât-ý haþriye gördüðü gibi, beþ-altý senede bil-ittifak bütün zerratýný deðiþtirerek, hattâ bir senede iki def'a tedricî bir kýyâmet ve haþir taklidini görmüþ. Hem hayvan ve nebat nevilerinde üçyüzbinden ziyade haþir ve neþir ve kýyamet-i nev'iyeyi her baharda müþahede ediyor. Ýþte bu kadar emârat ve îþârat-ý haþriye ve bu kadar alâmat ve rumuzat-ý neþriye elbette kýyâmet-i kübrânýn tereþþuhatý hükmünde, o haþre iþaret ediyorlar. Bir Sâni'-i Hakîm tarafýndan nevilerde böyle kýyâmet-i nev'iyyeyi yâni bütün nebâtat köklerini ve bir kýsým hayvanlarý âynen baharda ihya etmek ve yapraklarý ve çiçekleri ve meyveleri gibi sâir bir kýsým þeyleri aynýyla deðil, misliyle iade ederek bir nevi haþir ve neþir yapmak; herbir þahs-ý insânîde kýyâmet-i umumiye içinde bir kýyâmet-i þahsiyeye delil olabilir. Çünki: Ýnsanýn birtek þahsý, baþkasýnýn bir nev'i hükmündedir. Zira fikir nûru, insanýn âmâline ve efkârýna öyle bir geniþlik vermiþ ki, mâzi ve müstakbeli îhata eder. Dünyayý dahi yutsa tok olmaz. Sâir nevilerde ferdlerin mahiyyeti cüz'iyyedir; kýymeti þahsiyyedir; nazarý mahduddur; kemâli mahsurdur; lezzeti ve elemi ânîdir. Beþerin ise mâhiyeti ulvîyyedir, kýymeti galiyedir; nazarý âmmdýr; kemâli hadsizdir; mânevî lezzeti ve elemi kýsmen daimîdir. Öyle ise, bilmüþâhede sâir nevilerde tekerrür eden bir çeþit kýyâmetler ve haþirler; þu kýyâmet-i kübrâ-yý umumiyede, her þahs-ý insanî aynýyla iade edilerek haþredilmesine remz eder, haber verir. Onuncu Söz'ün Dokuzuncu Hakikatýnda iki kerre iki dört eder derecesinde kat'iyet ile isbat edildiðinden burada ihtisar ederiz.

 

BEÞÝNCÝ MEDAR: Beþerin cevher-i ruhunda derc edilmiþ gayr-ý mahdud istidadat ve o istidadatta mündemiç olan gayr-ý mahsur kabiliyetler ve o kabiliyetlerden neþ'et eden hadsiz meyiller ve o hadsiz meyillerden hasýl olan nihayetsiz emeller ve o nihayetsiz emellerden tevellüd eden gayr-ý mütenâhî efkâr ve tasavvurat-ý insâniye, þu âlem-i þehadetin arkasýnda bulunan saadet-i ebediyeye elini uzatmýþ, ona gözünü dikmiþ, o tarafa müteveccih olmuþ olduðunu ehl-i tahkik görüyor. Ýþte hiç yalan söylemeyen fýtrat ve fýtrattaki þu kat'î ve þedid ve sarsýlmaz meyl-i saadet-i ebediye, saadet-i ebediyenin tahakkukuna dair vicdana bir hads-i kat'î veri

 

sh: » (S:552)

 

yor. Onuncu Söz'ün Onbirinci Hakikatý, bu hakikatý gündüz gibi gösterdiðinden kýsa kesiyoruz.

 

ALTINCI MEDAR: «Rahmân-ý Rahîm» olan þu mevcûdâtýn Sâni'-i Zülcemâlinin rahmeti, saadet-i ebediyeyi gösteriyor. Evet ni'meti ni'met eden, ni'meti nýkmetlikten halâs eden ve mevcûdâtý, firak-ý ebedîden hasýl olan vaveylâlardan kurtaran saadet-i ebediyyeyi; o rahmetin þe'nindendir ki; beþerden esirgemesin. Çünki: Bütün nimetlerin re'si, reisi, gayesi, neticesi olan saadet-i ebediye verilmezse, dünya öldükten sonra âhiret Sûretinde dirilmezse, bütün ni'metler nýkmetlere tahavvül ederler. O tahavvül ise, bilbedâhe ve bizzarure ve umum kâinatýn þehadetiyle muhakkak ve meþhud olan rahmet-i Ýlahiyyenin vücudunu inkâr etmek lâzým gelir. Halbuki Rahmet, güneþten daha parlak bir hakikat-ý sâbitedir. Bak rahmetin cilvelerinden ve lâtif âsârýndan olan aþk ve þefkat ve akýl nimetlerine dikkat et. Eðer firak-ý ebedî ve hicran-ý lâyezalîye, hayat-ý insâniye incirar edeceðini farz etsen; görürsün ki: O lâtif muhabbet, en büyük bir musibet olur. O leziz þefkat, en büyük bir illet olur. O nurani akýl, en büyük bir belâ olur. Demek rahmet, (çünki rahmettir) hicran-ý ebedîyi, muhabbet-i hakikiyeye karþý çýkaramaz. Onuncu Söz'ün Ýkinci Hakikatý, bu hakikatý gâyet güzel bir Sûrette gösterdiðinden burada ihtisar edildi.

 

YEDÝNCÝ MEDAR: Þu kâinatta görünen ve bilinen bütün letâif, bütün mehâsin, bütün kemâlât, bütün incizabat, bütün iþtiyakat, bütün terahhumat; birer mânâdýr, birer mazmundur, birer kelime-i mâneviyyedir ki: Þu kâinatýn Sâni'-i Zülcelâlinin lütuf ve merhametinin tecelliyatýný, ihsan ve kereminin cilvelerini bizzarure, bilbedâhe kalbe gösterir, aklýn gözüne sokuyor. Mâdem þu âlemde bir hakikat vardýr. Bilbedâhe hakikî rahmet vardýr. Mâdem hakikî rahmet vardýr, Saadet-i Ebediyye olacaktýr. Onuncu Söz'ün Dördüncü Hakikatý, Ýkinci Hakikatý ile beraber þu hakikatý gündüz gibi aydýnlatmýþtýr.

 

SEKÝZÝNCÝ MEDAR: Ýnsanýn fýtrat-ý zîþûuru olan vicdaný, saadet-i ebediyeye bakar, gösterir. Evet, kim kendi uyanýk vicdanýný dinlerse «Ebed!.. Ebed!,» sesini iþitecektir. Bütün kâinat o vicdana verilse, ebede karþý olan ihtiyacýnýn yerini dolduramaz. Demek o vicdan, o ebed için mahluktur. Demek bu vicdanî olan incizab ve cezbe, bir gaye-i hakikiyenin ve bir hakikat-ý câzibe

 

sh: » (S:553)

 

dârýn yalnýz cezbi ile olabilir. Onuncu Söz'ün Onbirinci Hakikatýnýn hâtimesi bu hakikatý göstermiþtir.

 

DOKUZUNCU MEDAR: Sâdýk, masduk, Mûsaddak olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn ihbarýdýr. Evet O Zâtýn (A.S.M.) sözleri, saadet-i ebediyyenin kapýlarýný açmýþtýr ve O'nun (A.S.M.) kelâmlarý saadet-i ebediyyeye karþý birer penceredir. Zâten bütün Enbiyanýn (Aleyhimüsselâm) icmaýný ve bütün evliyânýn tevatürünü elinde tutmuþ, bütün kuvvetiyle bütün dâvalarý: Tevhid-i Ýlahîden sonra þu haþir ve saadet noktasýnda temerküz ediyor. Acaba, þu kuvveti sarsacak bir þey var mýdýr! Onuncu Söz'ün Onikinci Hakikatý, þu hakikatý pek zâhir bir Sûrette göstermiþtir.

 

ONUNCU MEDAR: Onüç asýrda yedi vecihle i'câzýný muhafaza eden ve Yirmibeþinci Söz'de isbat edildiði üzere kýrk aded enva'-ý i'câzýyla mu'cize olan Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyân'ýn ihbarat-ý kat'iyesidir. Evet o Kur'anýn nefs-i ihbarý, haþr-i cismanînin keþþafýdýr ve þu týlsým-ý muðlak-ý âlemin ve þu remz-i hikmet-i kâinatýn miftâhýdýr. Hem o Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyân'ýn tâzammun ettiði ve mükerreren tefekküre emredip nazara vaz'eylediði berâhin-i akliye-i kat'iye, binlerdir. Ezcümle: Bir kýyas-ý temsilîyi tâzammun eden قُلْ يُحْيِيهَا الّذِى اَنْشَاَهَا اَوَّلَ مَرَّةٍ ve وَ قَدْ خَلَقَكُمْ اَطْوَارًا ve bir delil-i adâlete iþaret eden وَ مَا رَبُّكَ بِظَلاَّمٍ لِلْعَبِيدِ gibi pekçok âyât ile haþr-i cismânîdeki saadet-i ebediyeyi gösterecek pekçok dürbünleri, nazar-ý beþerin dikkatine vaz'etmiþtir. Kur'anýn sâir âyetler ile izah ettiði þu وَ قَدْ خَلَقَكُمْ اَطْوَارًا ve قُلْ يُحْيِيهَا الّذِى اَنْشَاَهَا اَوَّلَ مَرَّةٍ deki kýyas-ý temsîlînin hülâsasýný «Nokta» risalesinde þöyle Beyân etmiþiz ki: Vücud-u insan, tavýrdan tavýra geçtikçe acib ve muntâzam inkýlâblar geçiriyor. Nutfeden alâkaya, alâkadan mudgaya, mudgadan azm ve lâhme, azm ve lâhmden halk-ý cedîde yâni insan Sûretine inkýlâbý, gâyet dakik düsturlara tâbi'dir. O tavýrlarýn herbirisinin öyle kavânin-i mahsusa ve öyle nizâmat-ý muayyene ve öyle harekât-ý muttarideleri vardýr ki; cam gibi, al

 

sh: » (S:554)

 

týnda bir kasd, bir irade, bir ihtiyar, bir hikmetin cilvelerini gösterir. Ýþte þu tarzda o vücudu yapan Sâni'-i Hakîm, her sene bir libas gibi o vücudu deðiþtirir. O vücudun deðiþtirilmesi ve bekasý için inhilâl eden eczalarýn yerini dolduracak, çalýþacak yeni zerrelerin gelmesi için bir terkibe muhtaçtýr. Ýþte o beden hüceyreleri, muntâzam bir kanun-u Ýlâhî ile yýkýldýðýndan yine muntâzam bir kanun-u Rabbânî ile tâmir etmek için rýzýk namýyla bir madde-i lâtifeyi ister ki, o beden uzuvlarýnýn ayrý ayrý hâcetleri nisbetinde Rezzak-ý Hakikî, bir kanun-u mahsus ile taksim ve tevzi ediyor. Þimdi O Rezzak-ý Hakîm'in gönderdiði o madde-i lâtifenin etvârýna bak; göreceksin ki; o maddenin zerratý bir kafile gibi küre-i havada, toprakta, suda daðýlmýþ iken; birden hareket emrini almýþlar gibi bir hareket-i kasdîyi iþmam eden bir keyfiyet ile toplanýyorlar. Güya onlardan herbir zerre, bir vazife ile, bir muayyen mekâna gitmek için me'murdur gibi gâyet muntâzam toplanýyorlar. Hem gidiþatýndan görünüyor ki, bir Fâil-i Muhtar'ýn bir kanun-u mahsusu ile sevkedilip, cemâdat âleminden mevâlide, yâni zîhayat âlemine girerler. Sonra nizâmat-ý muayyene ve harekât-ý muttaride ile ve desâtir-i mahsusa ile rýzk olarak bir bedene girip; o beden içinde dört matbahta piþirildikten sonra ve dört inkýlâbat-ý acibeyi geçirdikten sonra ve dört süzgeçten süzüldükten sonra bedenin aktarýna yayýlarak bütün muhtaç olan âzalarýn muhtelif, ayrý ayrý derece-i ihtiyaçlarýna göre Rezzak-ý Hakikî'nin inâyetiyle ve muntâzam kanunlarý ile inkýsam ederler. Ýþte o zerrattan hangi zerreye bir nazar-ý hikmetle baksan göreceksin ki: Basîrane, muntazamâne, semîane, alîmâne sevk olunan o zerreye, kör ittifak, kanunsuz tesadüf, saðýr tabiat, þuursuz esbab, hiç ona karýþamaz. Çünki herbirisi unsur-u muhitten tut, tâ beden hüceyresine kadar hangi tavra girmiþ ise, o tavrýn kavanin-i muayyenesi ile güya ihtiyaren amel ediyor, muntâzaman giriyor. Hangi tabakaya sefer etmiþ ise, öyle muntâzam adým atýyor ki; bilbedâhe bir Sâik-i Hakîm'in emri ile gidiyor gibi görünüyor. Ýþte böyle muntâzam tavýrdan tavýra, tabakadan tabakaya git gide hedef ve maksadýndan ayrýlmayarak tâ makam-ý lâyýkýna, meselâ Tevfik'in gözbebeðine Emr-i Rabbânî ile girer, oturur, çalýþýr. Ýþte bu halde, yâni erzaktaki tecelli-i Rubûbiyyet gösteriyor ki; ibtidâ o zerreler muayyen idiler, muvazzaf idiler, o makamlar için namzed idiler. Güya herbirisinin alnýnda ve cebhesinde «Filân hüceyrenin rýzký olacak» yazýlý gibi bir intizâmýn vücudu, her adamýn alnýnda kalem-i kader ile rýzký yazýlý olduðuna ve rýzký üstünde isminin yazýlý olma

 

 

 

sh: » (S:555)

 

sýna iþaret eder. Acaba mümkün müdür ki: Bu derece nihayetsiz bir kudret ve muhît bir hikmet ile Rubûbiyyet eden ve zerrattan tâ seyyarata kadar bütün mevcûdâtý kabza-i tasarrufunda tutmuþ ve intizâm ve mizan dairesinde döndüren Sâni'-i Zülcelâl, «Neþ'e-i uhrâ» yý yapmasýn veya yapamasýn! Ýþte çok âyât-ý Kur'aniyye, þu hikmetli neþ'e-i ûlâyý nazar-ý beþere vaz'ediyor. Haþir ve kýyametteki neþ'e-i uhrayý ona temsil ederek istib'adý izale eder. Der: قُلْ يُحْيِيهَا الّذِى اَنْشَاَهَا اَوَّلَ مَرَّةٍ Yâni: «Sizi hiçten bu derece hikmetli bir Sûrette kim inþa etmiþ ise, odur ki, sizi âhirette diriltecektir.»

 

Hem der ki: وَهُوَ الَّذِى يَبْدَاُ اْلخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ وَهُوَ اَهْوَنُ عَلَيْهِ Yâni: «Sizin haþirde iadeniz, dirilmeniz, dünyadaki hilkatinizden daha kolay, daha rahattýr.» Nasýlki bir taburun askerleri, istirahat için daðýlsa; sonra bir boru ile çaðrýlsa kolay bir Sûrette tabur bayraðý altýnda toplanmalarý; yeniden bir tabur teþkil etmekten çok kolay ve çok rahattýr. Öyle de: Bir bedende birbiriyle imtizac ile ünsiyet ve münasebet peyda eden zerrat-ý esâsiye, Hazret-i Ýsrafil Aleyhisselâm'ýn Sûr'u ile Hâlýk-ý Zülcelâl'in emrine «Lebbeyk» demeleri ve toplanmalarý; aklen birinci îcaddan daha kolay, daha mümkündür. Hem, bütün zerrelerin toplanmalarý belki lâzým deðil. Nüveler ve tohumlar hükmünde olan ve Hadîste عجب الذنب tâbir edilen eczâ-i esâsiye ve zerrat-ý asliye, ikinci neþ'e için kâfi bir esâstýr, temeldir. Sâni'-i Hakîm, beden-i insanîyi onlarýn üstünde bina eder.

 

Üçüncü âyet olan وَ مَا رَبُّكَ بِظَلاَّمٍ لِلْعَبِيدِ gibi âyetlerin iþaret ettikleri kýyâs-ý adlînin hülâsasý þudur ki:

 

Âlemde çok görüyoruz ki: Zâlim, fâcir, gaddar insanlar gâyet refah ve rahatla ve mazlum ve mütedeyyin adamlar gâyet zahmet ve zillet ile ömür geçiriyorlar. Sonra ölüm gelir, ikisini müsavi kýlar. Eðer þu müsavat nihayetsiz ise, bir nihayeti yoksa, zulüm görünür. Halbuki: Zulümden tenezzühü, kâinatýn þehadetiyle sâbit olan adâlet ve hikmet-i Ýlahiyye, bu zulmü hiçbir cihetle kabûl etmediðinden; bilbedâhe bir mecmâ'-i âheri iktiza ederler ki; birinci, cezasýný; ikinci,

 

sh: » (S:556)

 

mükâfatýný görsün. Tâ þu intizâmsýz, periþan beþer, istidadýna münasib tecziye ve mükâfat görüp adâlet -i mahzaya medâr ve hikmet-i Rabbâniyyeye mazhar ve hikmetli mevcûdât-ý âlemin bir büyük kardeþi olabilsin. Evet þu dâr-ý dünya, beþerin ruhunda mündemiç olan hadsiz istidadlarýn sünbüllenmesine müsaid deðildir. Demek baþka âleme gönderilecektir. Evet insanýn cevheri büyüktür. Öyle ise, ebede namzeddir. Mahiyeti âliyedir, öyle ise cinâyeti dahi azîmdir. Sâir mevcûdata benzemez. Ýntizâmý da mühimdir. Ýntizâmsýz olamaz; mühmel kalamaz, abes edilmez; fenâ-yý mutlak ile mahkûm olamaz, adem-i sýrfa kaçamaz. Ona Cehennem aðzýný açmýþ bekliyor. Cennet ise âðûþ-u nazdârânesini açmýþ gözlüyor. Onuncu Söz'ün Üçüncü Hakikatý bu ikinci misâlimizi gâyet güzel gösterdiðinden burada kýsa kesiyoruz.

 

Ýþte misâl için þu iki âyet-i kerime gibi pekçok berâhin-i lâtife-i akliyeyi tâzammun eden sâir âyetleri dahi kýyas eyle, tetebbu' et. Ýþte Menabi-i Aþere ve On Medâr; bir hads-i kat'î, bir bürhân-ý kat'îyi intaç ediyorlar ve o pek esâslý hads ve o pek kuvvetli bürhân, haþir ve kýyamete dâî ve muktazînin vücuduna kat'iyen delâlet ettikleri gibi, Sâni'-i Zülcelâl'in dahi -Onuncu Söz'de kat'iyen isbat edildiði üzere- Hakîm, Rahîm, Hafîz, Âdil gibi ekser Esmâ-i Hüsnâsý, haþir ve kýyametin gelmesini ve saadet-i ebediyenin vücudunu iktiza ederler ve saadet-i ebediyenin tahakkukuna kat'î delâlet ederler. Demek haþir ve kýyamete muktazî o derece kuvvetlidir ki, hiçbir þek ve þübheye medâr olamaz.

 

Üçüncü Esas

 

Fâil, muktedirdir. Evet nasýl haþrin muktazîsi, þübhesiz mevcûddur. Haþri yapacak zât da nihayet derecede muktedirdir. Onun kudretinde noksan yoktur. En büyük ve en küçük þeyler, ona nisbeten birdirler. Bir baharý halk etmek, bir çiçek kadar kolaydýr. Evet bir Kadîr ki: Þu âlem; bütün güneþleri, yýldýzlarý, avâlimi, zerratý, cevâhiri nihayetsiz lisanlarla onun âzametine ve kudretine þehadet eder. Hiçbir vehim ve vesvesenin hakký var mýdýr ki, haþr-i cismânîyi o kudretten istib'âd etsin. Evet bilmüþâhede bir Kadîr-i Zülcelâl þu âlem içinde, her asýrda birer yeni ve muntâzam dünyayý halkeden, hattâ her senede birer yeni seyyar, muntâzam kâinatý îcad eden, hattâ her günde birer yeni muntâzam âlem yapan; daima þu semâvat ve arz yüzünde ve birbiri arkasýnda geçici dünyalarý, kâinatlarý

 

 

 

sh: » (S:557)ýý

 

kemâl-i hikmet ile halkeden, deðiþtiren ve asýrlar ve seneler, belki günler adedince muntâzam âlemleri zaman ipine asan ve onunla âzamet-i kudretini gösteren ve yüzbin çeþit haþrin nakýþlarýyla tezyin ettiði koca bahar çiçeðini küre-i arzýn baþýna birtek çiçek gibi takan ve onunla kemâl-i hikmetini, cemâl-i san'atýný izhar eden bir Zât, «Nasýl kýyameti getirecek, nasýl bu dünyayý âhiretle deðiþtirecek» denilir mi! Þu Kadîr'in kemâl-i kudretini ve hiçbir þey Ona aðýr gelmediðini ve en büyük þey en küçük þey gibi Onun kudretine aðýr gelmediðini ve hadsiz efrad, birtek ferd gibi o kudrete kolay geldiðini, þu âyet-i kerîme ilân ediyor: مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ Þu âyetin hakikatýný Onuncu Söz'ün Hâtimesinde icmâlen ve «Nokta Risalesi»nde ve Yirminci Mektub'da îzâhen Beyân etmiþiz. Þu makam münasebetiyle üç mes'ele Sûretinde bir parça izah ederiz. Ýþte; Kudret-i Ýlahiyye Zâtiyyedir. Öyle ise acz tahallül edemez. Hem melekûtiyet-i eþyaya taallûk eder. Öyle ise mevâni' tedâhül edemez. Hem nisbeti kanunîdir. Öyle ise cüz', külle müsavi gelir ve cüz'î, küllî hükmüne geçer. Ýþte þu üç mes'eleyi isbat edeceðiz.

 

BÝRÝNCÝ MES'ELE: Kudret-i Ezeliyye, Zât-ý Akdes-i Ýlâhiyyenin lâzime-i zaruriyye-i zâtiyyesidir. Yâni, bizzarure zâtýn lâzýmesidir. Hiç bir cihet-i infikâki olamaz. Öyle ise, kudretin zýddý olan acz, o kudreti istilzam eden zâta bilbedâhe ârýz olamaz. Çünki: O halde cem'-i zýddeyn lâzýmgelir. Mâdem acz, zâta ârýz olamaz; bilbedâhe o zâtýn lâzýmý olan kudrete tahallül edemez. Mâdem acz, kudretin içine giremez; bilbedâhe o kudret-i zâtiyede merâtib olamaz. Çünki: herþey'in vücud merâtibi, o þey'in zýdlarýnýn tedâhülü iledir. Meselâ: Hararetteki merâtib, bürûdetin tahallülü iledir; hüsündeki derecat, kubhun tedâhülü iledir ve hâkezâ kýyâs et... Fakat mümkinatta, hakikî ve tabiî lüzum-u zâtî olmadýðýndan, mümkinatta zýdlar birbirine girebilmiþ. Mertebeler tevellüd ederek ihtilâfat ile tegâyyürat-ý âlem neþ'et etmiþtir. Mademki Kudret-i ezeliyyede merâtib olamaz. Öyle ise, makdurat dahi, bizzarure kudrete nisbeti bir olur. En büyük en küçüðe müsavi ve zerreler, yýldýzlara emsâl olur. Bütün haþr-i beþer, birtek nefsin ihyâsý gibi; bir baharýn îcadý, birtek çiçeðin sun'u gibi; o kudrete kolay gelir. Eðer esbaba isnad edilse; o vakit birtek çiçek, bir bahar kadar aðýr olur.

 

sh: » (S:558)

 

Þu Söz'ün Ýkinci Makamý'nýn Dördüncü «ALLAHÜ EKBER» Mertebesinin âhir fýkrasýnýn hâþiyesinde, hem Yirmiikinci Söz'de, hem Yirminci Mektub'da ve zeylinde isbat edilmiþ ki: Hilkat-i eþya Vâhid-i Ehad'e verilse, bütün eþya, bir þey gibi kolay olur. Eðer esbaba verilse; bir þey, bütün eþya kadar külfetli, aðýr olur.

 

ÝKÝNCÝ MES'ELE ki, kudret; melekûtiyet-i eþyaya taallûk eder. Evet, kâinatýn âyine gibi iki yüzü var. Biri, mülk ciheti ki: Âyinenin renkli yüzüne benzer. Diðeri, melekûtiyet ciheti ki; Âyinenin parlak yüzüne benzer. Mülk ciheti ise, zýdlarýn cevelângâhýdýr. Güzel, çirkin; hayýr, þer; küçük, büyük; aðýr, kolay gibi emirlerin mahall-i vürûdudur. Ýþte þunun içindir ki: Sâni'-i Zülcelâl esbab-ý zâhirîyi, tasarrufat-ý kudretine perde etmiþtir. Tâ dest-i kudret, zâhir akla göre hasis ve nâ-lâyýk emirlerle bizzat mübaþereti görünmesin. Çünki: Azamet ve izzet, öyle ister. Fakat o vesait ve esbaba hakikî tes'ir vermemiþtir. Çünki: Vahdet-i Ehadiyyet öyle ister. Melekûtiyyet ciheti ise, her þeyde parlaktýr, temizdir. Teþahhusatýn renkleri, müzahrafatlarý, ona karýþmaz. O cihet, vasýtasýz kendi Hâlýkýna müteveccihtir. Onda terettüb-ü esbab, teselsül-ü ilel yoktur. Ona; illiyet, ma'lûliyet giremez. Eðribüðrüsü yoktur. Mâniler müdahale edemezler. Zerre, Þemse kardeþ olur.

 

ELHASIL: O kudret hem basittir, hem nâmütenâhîdir, hem zâtîdir. Mahall-i taallûk-u kudret ise, hem vasýtasýz, hem lekesiz, hem isyansýzdýr. Öyle ise, o kudretin dairesinde büyük küçüðe karþý tekebbürü yok. Cemâat ferde karþý rüchâný olamaz. Küll cüz'e nisbeten, kudrete karþý fazla nazlanamaz.

 

ÜÇÜNCÜ MES'ELE ki, kudretin nisbeti kanunîdir. Yâni: Çoða-aza, büyüðe-küçüðe bir bakar. Þu mes'ele-i gamýzayý birkaç temsil ile zihne takrib edeceðiz.

 

Ýþte kâinatta «Þeffafiyet» «Mukabele» «Müvazene» «Ýntizâm» «Tecerrüd» «Ýtaat» birer emirdir ki; çoðu, aza; büyüðü, küçüðe müsavi kýlar.

 

Birinci Temsil: «Þeffafiyet» sýrrýný gösterir.

 

Meselâ: Þemsin feyz-i tecellîsi olan timsali ve aksi, denizin yüzünde ve denizin herbir katresinde ayný hüviyeti gösterir. Eðer küre-i arz, perdesiz güneþe karþý muhtelif cam parçalarýndan mürekkeb olsa; Þemsin aksi, herbir parçada ve bütün zemin yüzünde

 

sh: » (S:559)

 

müzahametsiz, tecezzisiz, tenakussuz bir olur. Eðer faraza þems, fâil-i muhtar olsa idi ve feyz-i ziyasýný, timsâl-i aksini iradesiyle verse idi; bütün zemin yüzüne verdiði feyzi, bir zerreye verdiði feyzden daha aðýr olamazdý.

 

Ýkinci Temsil:« Mukabele Sýrrýdýr» Meselâ:

 

 

 

Zîhayat ferdlerden (yâni insanlardan) terekküb eden bir daire-i azîmenin nokta-i merkeziyesindeki ferdin elinde bir mum ve daire-i muhitteki ferdlerin ellerinde de birer âyine farzedilse; nokta-i merkeziyenin muhit aynalarýna verdiði feyiz ve cilve-i aks, müzahametsiz, tecezzisiz, tenakussuz, nisbeti birdir.

 

Üçüncü Temsil: «Müvazene» sýrrýdýr. Meselâ:

 

Hakikî ve hassas ve çok büyük bir mizan bulunsa; iki gözünde iki güneþ veya iki yýldýz veya iki dað veya iki yumurta veya iki zerre herhangisi bulunursa bulunsun, sarf olunacak ayný kuvvet ile o hassas azîm terazinin bir gözü göðe, biri zemine inebilir.

 

Dördüncü Temsil: «Ýntizâm» sýrrýdýr. Meselâ:

 

En azîm bir gemi, en küçük bir oyuncak gibi çevrilebilir.

 

Beþinci Temsil: «Tecerrüd» sýrrýdýr. Meselâ:

 

Teþahhusattan mücerred bir mahiyet, bütün cüz'iyatýna en küçüðünden en büyüðüne tenakus etmeden, tecezzi etmeden bir bakar, girer. Teþahhusat-ý zâhiriye cihetindeki hususiyetler, müdahale edip þaþýrtmaz. O mahiyet-i mücerredin nazarýný taðyîr etmez. Meselâ: Ýðne gibi bir balýk, Balina balýðý gibi o mahiyet-i mücerredeye mâliktir. Bir mikrop, bir gergedân gibi mahiyet-i hayvaniyeyi taþýyor.

 

Altýncý Temsil: «Ýtâat» sýrrýný gösterir. Meselâ: Bir kumandan, «Arþ» emri ile bir neferi tahrik ettiði gibi, ayný emir ile bir orduyu tahrik eder.

 

Þu temsil-i itâat sýrrýnýn hakikatý þudur ki: Kâinatta, bittecrübe herþeyin bir nokta-i kemâli vardýr. O þeyin, o noktaya bir meyli vardýr. Muzaaf meyil, ihtiyaç olur. Muzaaf ihtiyaç, iþtiyak olur. Muzaaf iþtiyak, incizab olur ve incizab, iþtiyak, ihtiyaç, meyil; Cenâb-ý Hakk'ýn evâmir-i tekvîniyesinin, mahiyet-i eþya tarafýndan birer habbe ve nüve-i imtisâlidirler. Mümkinat mahiyetlerinin mutlak kemâli, mutlak vücuddur. Hususî kemâli, istidadlarýný kuvveden fiile çýkaran ona mahsus bir vücuddur. Ýþte bütün kâinatýn «Kün» emrine itâatý, birtek nefer hükmün

 

sh: » (S:560)

 

de olan bir zerrenin itâatý gibidir. Ýrade-i ezeliyeden gelen «Kün» emr-i ezelîsine mümkinatýn itâatý ve imtisâlinde, yine iradenin tecellisi olan meyil ve ihtiyaç ve þevk ve incizab; birden, beraber mündemiçtir. Lâtif su, nâzik bir meyille incimad emrini aldýðý vakit demiri parçalamasý, itâat sýrrýnýn kuvvetini gösterir.

 

Þu altý temsil; hem nâkýs, hem mütenâhî, hem zaif, hem tesir-i hakikîsi yok olan mümkinat kuvvetinde ve fiilinde bilmüþâhede görünse; elbette hem gayr-ý mütenahî, hem ezelî, hem ebedî, hem bütün kâinatý adem-i sýrftan îcad eden ve bütün ukulü hayrette býrakan, hem âsâr-ý âzametiyle tecelli eden kudret-i ezeliyeye nisbeten þübhesiz herþey müsavidir. Hiç þey ona aðýr gelmez (Gaflet olunmaya). Þu altý sýrrýn küçük mizanlarýyla o kudret tartýlmaz ve münasebete giremez. Yalnýz fehme takrib ve istib'âdý izale için zikredilir.

 

Üçüncü Esâs'ýn netice ve hülâsasý: Mâdem kudret-i ezeliye gayr-ý mütenahîdir. Hem Zât-ý Akdes'e lâzime-i zaruriyedir. Hem herþeyin lekesiz, perdesiz melekûtiyet ciheti, ona müteveccihtir. Hem ona mukabildir. Hem tesâvi-i tarafeynden ibaret olan imkân itibariyle müvazenettedir. Hem þeriat-ý fýtriye-i kübrâ olan nizâm-ý fýtrata ve kavanin-i âdetullaha mutî'dir. Hem mânilerden ve ayrý ayrý hususiyetlerden melekûtiyet ciheti mücerred ve sâfidir. Elbette en büyük þey, en küçük þey gibi, o kudrete ziyade nazlanmaz, mukavemet etmez. Öyle ise haþirde bütün zevil-ervahýn ihyasý, bir sineðin baharda ihyasýndan daha ziyade kudrete aðýr olmaz. Öyle ise مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ fermâný mübalâðasýzdýr, doðrudur, haktýr. Öyle ise, müddeamýz olan «Fâil muktedirdir, o cihette hiçbir mâni yoktur» kat'î bir Sûrette tahakkuk etti.

 

Dördüncü Esâs

 

Nasýl kýyamet ve haþre muktazî var ve haþri getirecek fâil dahi muktedirdir. Öyle de: Þu dünyanýn, kýyamet ve haþre kabiliyeti vardýr. Ýþte þu mahal kabildir olan müddeamýzda dört mes'ele vardýr.

 

Birincisi: Þu âlem-i dünyanýn imkân-ý mevtidir.

 

sh: » (S:561)

 

Ýkincisi: O mevtin vukuudur.

 

Üçüncüsü: O harab olmuþ, ölmüþ dünyanýn, âhiret Sûretinde tâmir ve dirilmesinin imkânýdýr.

 

Dördüncüsü: O mümkün olan tâmir ve ihyânýn vuku bulmasýdýr.

 

Birinci Mes'ele: Þu kâinatýn mevti, mümkündür. Çünki bir þey kanun-u tekâmülde dâhil ise, o þeyde alâ-külli-hal neþvünema vardýr. Neþvünema ve büyümek varsa, ona alâ-külli-hâl bir ömr-ü fýtrî vardýr. Ömr-ü fýtrîsi var ise, alâ-külli-hal bir ecel-i fýtrîsi vardýr. Gâyet geniþ bir istikra ve tetebbu ile sabittir ki, öyle þeyler mevtin pençesinden kendini kurtaramaz. Evet nasýlki insan küçük bir âlemdir, yýkýlmaktan kurtulamaz. Âlem dahi büyük bir insandýr, o dahi ölümün pençesinden kurtulamaz. O da ölecek, sonra dirilecek veya yatýp sonra subh-u haþirle gözünü açacaktýr. Hem nasýlki kâinatýn bir nüsha-i Mûsaððarasý olan bir þecere-i zîhayat, tahrib ve inhilâlden baþýný kurtaramaz. Öyle de: Þecere-i hilkatten teþa'ub etmiþ olan silsile-i kâinat tâmir ve tecdid için, tahribden, daðýlmaktan kendini kurtaramaz. «Eðer dünyanýn ecel-i fýtrîsinden evvel irade-i ezeliyenin izni ile, hâricî bir maraz veya muharrib bir hâdise baþýna gelmezse ve onun Sâni'-i Hakîm'i dahi ecel-i fýtrîden evvel onu bozmazsa, herhalde hattâ fennî bir hesab ile bir gün gelecek ki:

 

اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ وَاِذَا النُّجُومُ انْكَدَرَتْ وَاِذَا الْجِبَالِ سُيِّرَتْ اِذَا السَّمَاءُ انْفَطَرَتْ وَاِذَا الْكَوَاكِبُ انْتَثَرَتْ وَ اِذَا الْبِحَارُ فُجِّرَتْ

 

mânalarý ve sýrlarý, Kadîr-i Ezelî'nin izni ile tezahür edip, o dünya olan büyük insan sekerata baþlayýp acib bir hýrýltý ile ve müdhiþ bir savt ile fezâyý çýnlatýp dolduracak, baðýrýp ölecek; sonra emr-i Ýlahî ile dirilecektir.

 

ÝNCE REMÝZLÝ BÝR MES'ELE

 

Nasýlki su, kendi zararýna olarak incimad eder. Buz, buzun zararýna temeyyu eder. Lüb, kýþrýn zararýna kuvvetleþir. Lâfz, mâna zararýna kalýnlaþýr. Ruh, cesed hesabýna zaifleþir. Cesed, ruh hesabýna inceleþir. Öyle de: Âlem-i kesif olan dünya, âlem-i lâtif olan

 

sh: » (S:562)

 

âhiret hesabýna, hayat makinesinin iþlemesiyle þeffaflaþýr, lâtifleþir. Kudret-i Fâtýra, gâyet hayret verici bir faaliyetle kesif, câmid, sönmüþ, ölmüþ eczalarda nur-u hayatý serpmesi, bir remz-i kudrettir ki; âlem-i lâtif hesabýna þu âlem-i kesifi nur-u hayat ile eritiyor, yandýrýyor, ýþýklandýrýyor, hakikatýný kuvvetleþtiriyor. Evet, hakikat ne kadar zaif ise de ölmez, Sûret gibi mahvolmaz. Belki teþahhuslarda, Sûretlerde seyr ü sefer eder. Hakikat büyür, inkiþaf eder, gittikçe geniþlenir. Kýþýr ve Sûret ise eskileþir, inceleþir, parçalanýr. sâbit ve büyümüþ hakikatýn kametine yakýþmak için daha güzel olarak tazeleþir. Ziyade ve noksan noktasýnda hakikatla Sûret, mâkûsen mütenasibdirler. Yâni: Sûret kalýnlaþtýkça, hakikat inceleþir. Sûret inceleþtikçe, hakikat o nisbette kuvvet bulur. Ýþte þu kanun, kanun-u tekâmüle dâhil olan bütün eþyaya þamildir. Demek herhalde bir zaman gelecek ki: Kâinat hakikat-ý uzmasýnýn kýþýr ve Sûreti olan âlem-i þehadet, Fâtýr-ý Zülcelâl'in izniyle parçalanacak. Sonra daha güzel bir Sûrette tazelenecektir. يَوْمَ تُبَدَّلُ اْلاَرْضُ غَيْرَ اْلاَرْضِ sýrrý tahakkuk edecektir.

 

Elhasýl: Dünyanýn mevti mümkün, hem hiç þübhe getirmez ki mümkündür.

 

Ýkinci Mes'ele: Mevt-i dünyanýn vuku bulmasýdýr. Þu mes'eleye delil: Bütün Edyan-ý Semâviyyenin icmâýdýr ve bütün fýtrat-ý selimenin þehadetidir ve þu kâinatýn bütün tahavvülât ve tebeddülât ve tegayyüratýnýn iþaretidir. Hem asýrlar, seneler adedince zîhayat dünyalarýn ve seyyar âlemlerin, þu dünya misafirhanesinde mevtleriyle, asýl dünyanýn da onlar gibi ölmesine þehadetleridir.

 

Þu dünyanýn sekeratýný, âyât-ý Kur'aniyyenin iþaret ettiði Sûrette tahayyül etmek istersen, bak: Þu kâinatýn eczalarý, dakik, ulvî bir nizâm ile birbirine baðlanmýþ. Hafî, nâzik, lâtif bir rabýta ile tutunmuþ ve o derece bir intizâm içindedir ki; eðer ecram-ý ulviyyeden tek bir cirm, «Kün» emrine veya «Mihverinden çýk» hitabýna mazhar olunca, þu dünya sekerata baþlar. Yýldýzlar çarpýþacak, ecramlar dalgalanacak, nihayetsiz fezâ-yý âlemde milyonlar gülleleri, küreler gibi büyük toplarýn müdhiþ sadalarý gibi vâveylâya baþlar. Birbirine çarpýþarak, kývýlcýmlar saçarak, daðlar uçarak, denizler yanarak yeryüzü düzlenecek. Ýþte þu mevt ve sekerat ile Kadîr-i Ezelî kâinatý çalkalar; kâinatý tasfiye edip, Cehennem ve Cehen

 

sh: » (S:563)

 

nem'in maddeleri bir tarafa, Cennet ve Cennet'in mevadd-ý münasebeleri baþka tarafa çekilir, âlem-i âhiret tezâhür eder.

 

Üçüncü Mes'ele: Ölecek âlemin dirilmesi mümkündür. Çünki Ýkinci Esâs'ta isbat edildiði gibi; kudrette noksan yoktur. Muktazî ise, gâyet kuvvetlidir. Mes'ele ise mümkinattandýr. Mümkün bir mes'elenin gâyet kuvvetli bir muktazîsi var ise, fâilin kudretinde noksaniyet yok ise, ona mümkün deðil, belki vâki Sûretiyle bakýlabilir.

 

REMÝZLÝ BÝR NÜKTE

 

Þu kâinata dikkat edilse görünüyor ki: Ýçinde iki unsur var ki, her tarafa uzanmýþ, kök atmýþ. Hayýr þer, güzel çirkin, nef' zarar, kemâl noksan, ziya zulmet, hidâyet dalâlet, nur nâr, îman küfür, tâat isyan, havf muhabbet gibi âsârlarýyla, meyveleriyle þu kâinatta ezdad birbiriyle çarpýþýyor. Daima tegayyür ve tebeddülâta mazhar oluyor. Baþka bir âlemin mahsulâtýnýn tezgâhý hükmünde çarklarý dönüyor. Elbette o iki unsurun birbirine zýd olan dallarý ve neticeleri, ebede gidecek; temerküz edip birbirinden ayrýlacak. O vakit, Cennet-Cehennem Sûretinde tezahür edecektir. Mâdem âlem-i beka, þu âlem-i fenâdan yapýlacaktýr. Elbette anasýr-ý esâsiyesi, bekaya ve ebede gidecektir. Evet Cennet-Cehennem, þecere-i hilkatten ebed tarafýna uzanýp eðilerek giden dalýnýn iki meyvesidir ve þu silsile-i kâinatýn iki neticesidir ve þu seyl-i þuûnatýn iki mahzenidir ve ebede karþý cereyan eden ve dalgalanan mevcûdâtýn iki havzýdýr ve lûtuf ve kahrýn iki tecelligâhýdýr ki; dest-i kudret bir hareket-i þedide ile kâinatý çalkaladýðý vakit, o iki havuz münasib maddelerle dolacaktýr.

 

Þu Remizli Nükte'nin sýrrý þudur ki:

 

Hakîm-i Ezelî inâyet-i sermediye ve hikmet-i ezeliyenin iktizasý ile, þu dünyayý tecrübeye mahal ve imtihana meydan ve esmâ-i hüsnâsýna âyine ve kalem-i kader ve kudretine sahife olmak için yaratmýþ ve tecrübe ve imtihan ise neþvünemaya sebebdir. O neþvünema ise, istidadlarýn inkiþafýna sebebdir. O inkiþaf ise, kabiliyetlerin tezahürüne sebebdir. O kabiliyetlerin tezahürü ise, hakaik-i nisbiyenin zuhuruna sebebdir. Hakaik-i nisbiyenin zuhuru ise, Sâni'-i Zülcelâl'in esmâ-i hüsnâsýnýn nukuþ-u tecelliyatýný gös

 

sh: » (S:564)

 

termesine ve kâinatý mektûbât-ý Samedâniye Sûretine çevirmesine sebebdir. Ýþte þu sýrr-ý imtihan ve sýrr-ý teklif iledir ki; ervâh-ý âliyenin elmas gibi cevherleri, ervâh-ý sâfilenin kömür gibi maddelerinden tasaffi eder, ayrýlýr...

 

Ýþte bu mezkûr sýrlar gibi daha bilmediðimiz çok ince, âlî hikmetler için, âlemi bu Sûrette irade ettiðinden þu âlemin tegayyür ve tahavvülünü dahi o hikmetler için irade etti. Tahavvül ve tegayyür için zýdlarý birbirine hikmetle karýþtýrdý ve karþý karþýya getirdi. Zararlarý menfaatlara mezcederek, þerleri hayýrlara idhal ederek, çirkinlikleri güzelliklerle cem'ederek, hamur gibi yoðurarak þu kâinatý tebeddül ve tegayyür kanununa ve tahavvül ve tekâmül düsturuna tâbi kýldý. Vaktaki meclis-i imtihan kapandý. Tecrübe vakti bitti. Esmâ-i hüsnâ hükmünü icra etti. Kalem-i kader, mektûbatýný tamamýyla yazdý. Kudret, nukuþ-u san'atýný tekmil etti. Mevcûdât, vezaifini îfâ etti. Mahlûkat, hizmetlerini bitirdi. Herþey, mânâsýný ifade etti. Dünya, âhiret fidanlarýný yetiþtirdi. Zemin, Sâni'-i Kadîr'in bütün mu'cizât-ý kudretini, umum havârik-ý san'atýný teþhir edip gösterdi. Þu âlem-i fena, sermedî manzaralarý teþkil eden levhalarý zaman þeridine taktý. O Sâni'-i Zülcelâl'in hikmet-i sermediyesi ve inâyet-i ezeliyesi; o imtihan neticelerini, o tecrübenin neticelerini, o esmâ-i hüsnânýn tecellilerinin hakikatlarýný, o kalem-i kader mektûbâtýnýn hakaikýný, o nümûne-misâl nukuþ-u san'atýnýn asýllarýný, o vezaif-i mevcûdâtýn faidelerini, gayelerini, o hidemat-ý mahlûkatýn ücretlerini ve o kelimât-ý kitab-ý kâinatýn ifade ettikleri mânalarýn hakikatlarýný ve istîdad çekirdeklerinin sünbüllenmesini ve bir mahkeme-i kübrâ açmasýný ve dünyadan alýnmýþ misâlî manzaralarýn göstermesini ve esbab-ý zâhiriyenin perdesini yýrtmasýný ve herþey doðrudan doðruya Hâlýk-ý Zülcelâl'ine teslim etmesi gibi hakikatlarý iktiza etti ve o mezkûr hakikatlarý iktiza ettiði için, kâinatý daðdaða-i tegayyür ve fenadan, tahavvül ve zevalden kurtarmak ve ebedîleþtirmek için o zýdlarýn tasfiyesini istedi ve tegayyürün esbabýný ve ihtilafatýn maddelerini tefrik etmek istedi. Elbette kýyâmeti koparacak ve o neticeler için tasfiye edecek. Ýþte þu tasfiyenin neticesinde Cehennem ebedî ve dehþetli bir Sûret alýp, taifeleri وَامْتَازُوا الْيَوْمَ اَيُّهَا اْلمُجْرِمُونَ tehdidine mazhar olacak. Cennet ebedî, haþmetli bir Sûret giyerek ehil ve ashâbý

 

sh: » (S:565)

 

سَلاَمٌ عَلَيْكُمْ طِبْتُمْ فَادْخُلُوهَا خَالِدِينَ hitabýna mazhar olacak. Yirmisekizinci Söz'ün Birinci Makamýnýn Ýkinci Sualinde isbat edildiði gibi; Hakîm-i Ezelî, þu iki hânenin sekenelerine, kudret-i kâmilesiyle ebedî ve sâbit bir vücud verir ki; hiç inhilâl ve tegayyüre ve ihtiyarlýða ve inkýrâza mâruz kalmazlar. Çünki inkýrâza sebebiyet veren tegayyürün esbabý bulunmaz...

 

Dördüncü Mes'ele: Þu mümkün, vâki olacaktýr. Evet dünya, öldükten sonra âhiret olarak diriltilecektir. Dünya harab edildikten sonra, o dünyayý yapan zât, yine daha güzel bir Sûrette onu tâmir edecek, âhiretten bir menzil yapacaktýr. Þuna delil baþta Kur'an-ý Kerîm binler berâhin-i akliyyeyi tâzammun eden umum âyâtýyla ve bütün Kütüb-ü Semâviyye bunda müttefik bulunduðu gibi; Zât-ý Zülcelâl'in evsaf-ý celâliyyesi ve evsaf-ý cemâliyyesi ve esmâ-i hüsnâsý, bunun vukuuna kat'î Sûrette delâlet ederler ve enbiyaya gönderdiði bütün semâvî fermanlarý ile kýyâmeti ve haþrin îcâdýný va'detmiþ. Ýþte mâdem va'detmiþ, elbette yapacaktýr. Onuncu Söz'ün Sekizinci Hakikatýna müracaat et. Hem baþta Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn bin mu'cizâtýnýn kuvveti ile, bütün enbiya ve mürselînin ve evliya ve sýddîkînin, vukuunda müttefik olup haber verdikleri gibi; þu kâinat bütün âyât-ý tekvîniyyesiyle, vukuundan haber veriyor.

 

Elhasýl: «Onuncu Söz» bütün hakaikýyla, «Yirmisekizinci Söz Ýkinci Makamýnda Lâsiyyema»lardaki bütün berahiniyle, gurub etmiþ güneþin sabahleyin yeniden tulû' edeceði derecesinde bir kat'iyetle göstermiþtir ki: Hayat-ý dünyeviyyenin gurubundan sonra þems-i hakikat, hayat-ý uhreviyye Sûretinde çýkacaktýr.

 

Ýþte baþtan buraya kadar Beyânâtýmýz, Ýsm-i Hakîm'den istimdad ve feyz-i Kur'andan istifade Sûretinde kalbi kabûle, nefsi teslime, aklý iknaa ihzâr için «Dört Esâs» söyledik. Fakat biz neyiz ki, buna dair söz söyleyeceðiz. Asýl þu dünyanýn sahibi, þu kâinatýn Hâlýký, þu mevcûdâtýn Mâliki ne söylüyor.. Onu dinlemeliyiz. Mülk sahibi söz söylerken baþkalarýnýn ne haddi var ki, fuzûliyâne karýþsýn...

 

sh: » (S:566)

 

Ýþte o Sâni'-i Hakîm, dünya mescidinde ve arz mektebinde, asýrlar arkasýnda oturan taifelerin umum saflarýna hitaben îrad ettiði hutbe-i ezeliyyesinde, kâinatý zelzeleye veren:

 

اِذَا زُلْزِلَتِ اْلاَرْضُ زِلْزَالَهَا وَاَخْرَجَتِ اْلاَرْضُ اَثْقَالَهَا وَ قَالَ اْلاِنْسَانُ مَالَهَا يَوْمَئِذٍ تُحَدِّثُ اَخْبَارَهَا بِاَنَّ رَبَّكَ اَوْحَى لَهَا يَوْمَئِذٍ يَصْدُرُ النَّاسُ اَشْتَاتًا لِيُرَوْا اَعْمَالَهُمْ فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرّةٍ خَيْرًا يَرَهُ وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ

 

ve bütün mahlûkatý neþ'elendiren, þevke getiren

 

 

 

وَبَشِّرِ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّاِلحَاتِ اَنَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ َتجْرِى مِنْ َتحْتِهَا اْلاَنْهَارُ كُلَّمَا رُزِقُوا مِنْهَا مِنْ ثَمَرَةٍ رِزْقًا قَالُوا هذَا الَّذِى رُزِقْنَا مِنْ قَبْلُ وَاُتُوا بِهِ مُتَشَابِهًا وَلَهُمْ فِيهَا اَزْوَاجٌ مُطَهَّرَةٌ وَهُمْ فِيهَا خَالِدُونَ

 

 

 

gibi binler fermanlarý, Mâlik-ül Mülk'ten, Sâhib-i Dünya ve Âhiret'ten dinlemeliyiz. «Âmenna ve Saddakna» demeliyiz.

 

 

 

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

 

رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا اِنْ نَسِينَا اَوْ اَخْطَاْنَا

 

اَللّهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى الِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ كَمَا صَلَّيْتَ عَلَى سَيِّدِنَا اِبْرَاهِيمَ وَ عَلَى الِ سَيِّدِنَا اِبْرَاهِيمَ اِنَّكَ حَمِيدٌ مَجِيدٌ

 

 

 

* * *

 

 

 

 

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

Gast
Dieses Thema wurde nun für weitere Antworten gesperrt.
×
×
  • Neu erstellen...