Zum Inhalt springen
Qries Qries Qries Qries Qries Qries

27. Söz


Webmaster

Empfohlene Beiträge

Yirmiyedinci Söz

 

Ýçtihad Risalesi

 

 

 

Beþ-altý sene mukaddem, Arabî bir risalede, içtihada dair yazdýðým bir mes'ele, iki kardeþimin arzularýyla, o mes'eleye dair haddinden tecavüz edenin haddini bildirmek için, þu söz, o mes'ele-i içtihadiyeye dair yazýldý.

 

بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

 

وَلَوْ رَدُّوهُ اِلَى الرَّسُولِ وَاِلَى اُولِى اْلاَمْرِ مِنْهُمْ لَعَلِمَهُ الَّذِينَ يَسْتَنْبِطُونَهُ مِنْهُمْ

 

Ýçtihad kapýsý açýktýr. Fakat þu zamanda oraya girmeye "altý mâni" vardýr.

 

Birincisi: Nasýlki kýþta, fýrtýnalarýn þiddetli olduðu bir vakitte, dar delikler dahi seddedilir. Yeni kapýlarý açmak, hiçbir cihetle kâr-ý akýl deðil. Hem nasýlki büyük bir selin hücumunda, tamir için duvarlarda delikler açmak gark olmaða vesiledir. Öyle de, þu münkerat zamanýnda ve âdât-ý ecânibin istilâsý anýnda ve bid'alarýn kesreti vaktinde ve dalâletin tahrîbatý hengâmýnda, içtihad namýyla,

 

 

 

sh: » (S: 507)

 

kasr-ý Ýslâmiyetten yeni kapýlar açýp, duvarlarýndan muharriblerin girmesine vesile olacak delikler açmak, Ýslâmiyet'e cinâyettir.

 

Ýkincisi: Dinin zaruriyâ tý ki, içtihad onlara giremez. Çünki kat'î ve muayyendirler. Hem o zaruriyâ t, kut ve gýda hükmündedirler. Þu zamanda terke uðruyorlar ve tezelzüldedirler ve bütün himmet ve gayreti, onlarýn ikamesine ve ihyasýna sarfetmek lâzým gelirken, Ýslâmiyet'in nazariyât kýsmýnda ve selefin içtihadat-ý sâfiyane ve hâlisanesiyle, bütün zamanlarýn hâcâtýna dar gelmeyen efkârlarý olduðu halde, onlarý býrakýp heveskârane yeni içtihadlar yapmak, bid'akârane bir hýyanettir.

 

 

 

Üçüncüsü: Nasýlki çarþýda mevsimlere göre, birer metâ mergub oluyor. Vakit be-vakit birer mal revaç buluyor. Öyle de, âlem meþherinde, içtimaiyat-ý insâniye ve medeniyet-i beþeriye çarþýsýnda, her asýrda birer metâ mergub olup revaç buluyor. Sûkunda yâni çarþýsýnda teþhir ediliyor, raðbetler ona celboluyor, nazarlar ona teveccüh ediyor, fikirler ona müncezib oluyor. Meselâ: Þu zamanda siyaset metâý ve hayat-ý dünyeviyenin temini ve felsefenin revaçlarý gibi... Ve selef-i sâlihîn asrýnda ve o zaman çarþýsýnda en mergub metâ, Hâlýk-ý Semâvat ve Arz'ýn marziyatlarýný ve bizden arzularýný, kelâmýndan istinbat etmek ve nur-u nübüvvet ve Kur'an ile, kapatýlmayacak derecede açýlan âhiret âlemindeki saadet-i ebediyeyi kazandýrmak vesâilini elde etmek idi.

 

Ýþte o zamanda zihinler, kalbler, ruhlar, bütün kuvvetleriyle, yerler ve gökler Rabbinin marziyatýný anlamaða müteveccih olduðundan, içtimaiyat-ý beþeriyenin sohbetleri, muhavereleri, vukuatlarý, ahvâlleri ona bakýyordu. Ona göre cereyan ettiðinden her kimin güzelce bir istidadý bulunsa, onun kalbi ve fýtratý, þuursuz olarak herþeyden bir ders-i mârifet alýr. O zamanda cereyan eden ahvâl ve vukuat ve muhâverattan taallüm ediyordu. Güya herbir þey, ona bir muallim hükmüne geçip, onun fýtrat ve istidadýna, içtihada bir istidad-ihzârýný telkin ediyordu. Hattâ o derece þu fýtrî ders tenvir ediyordu ki; yakýn idi ki, kesbsiz içtihada kabiliyeti ola, ateþsiz nurlana... Ýþte þu tarzda fýtrî bir ders alan bir müstaid, içtihada çalýþmaða baþladýðý vakit, kibrit hükmüne geçen istidadý, "nûrun alâ nûr" sýrrýna mazhar olur; çabuk ve az zamanda müçtehid olurdu.

 

sh: » (S: 508)

 

Amma þu zamanda, medeniyet-i Avrupa'nýn tahakkümüyle, felsefe-i tâbiiyenin tasallutuyla, þerait-i hayat-ý dünyeviyenin aðýrlaþmasýyla, efkâr ve kulûb daðýlmýþ, himmet ve inâyet inkýsam etmiþtir. Zihinler mâneviyata karþý yabanileþmiþtir. Ýþte bunun içindir ki, þu zamanda birisi; dört yaþýnda Kur'an'ý hýfzedip, âlimlerle mübahase eden Süfyan Ýbn-i Uyeyne olan bir müçtehidin zekâsýnda bulunsa, Süfyan'ýn içtihadý kazandýðý zamânâ nisbeten, on defa daha fazla zamânâ muhtaçtýr. Süfyan, on senede içtihadý tahsil etmiþ ise, þu adam yüz seneye muhtaçtýr ki tahsil edebilsin. Çünki Süfyan'ýn ibtida-i tahsil-i fýtrîsi sinn-i temyiz zamanýndan baþlar. Yavaþ yavaþ istidadý müheyya olur, nurlanýr, herþeyden ders alýr, kibrit hükmüne geçer. Amma onun nazîri, þu zamanda çünki zihni felsefede boðulmuþ, aklý siyasete dalmýþ, kalbi hayat-ý dünyeviyede sersem olmuþ, istidadý içtihaddan uzaklaþmýþ, elbette fünun-u hâzýrada tevaggulü derecesinde istidadý içtihad-ý þer'î kabiliyetinden uzaklaþmýþ ve ulûm-u arziyede tefennünü derecesinde içtihadýn kabûlünden geri kalmýþtýr. Onun için "Ben de onun gibi zekiyim, niçin ona yetiþemiyorum?" diyemez ve demeye hakký yoktur ve yetiþemez.

 

Dördüncüsü: Nasýlki bir cisimde, neþv ü nema için tevessü' meyli bulunur. O meyl-i tevessü' ise, -çünki dâhildendir- vücud ve cisim için bir tekemmüldür. Fakat eðer hariçte tevsi' için bir meyl ise, o vücudun cildini yýrtmaktýr, tahrib etmektir; tevsi' deðildir. Öyle de, Ýslâmiyetin dairesine selef-i sâlihîn gibi takvâ-yý kâmile kapýsýyla ve zaruriyâ t-ý diniyenin imtisâli tarîkýyla dâhil olanlarda meyl-üt tevessü' ve irade-i içtihad bulunsa; o Kemâldir ve tekemmüldür. Yoksa zaruriyâ tý terk eden ve hayat-ý dünyeviyeyi hayat-ý uhreviyeye tercih eden ve felsefe-i maddiye ile âlûde olanlardan olan o meyl-üt tevsi' ve irade-i içtihad, vücud-u Ýslâmiyeyi tahrib ve boynundaki þer'î zincirini çýkarmaða vesiledir.

 

Beþincisi: Üç nokta-i nazar, þu zamanýn içtihadatýný arziye yapar, semâvîlikten çýkarýyor. Halbuki Þeriat semâviyedir ve içtihadat-ý Þer'iye dahi, onun ahkâm-ý mestûresini izhar ettiðinden semâviyedirler.

 

Birincisi: Bir hükmün hikmeti ayrýdýr, illeti ayrýdýr. Hikmet ve maslahat ise; tercihe sebebdir, îcaba icada medâr deðildir. Ýllet ise, vücuduna medârdýr. Meselâ: Seferde namaz kasredilir, iki

 

sh: » (S: 509)

 

rek'at kýlýnýr. Þu ruhsat-ý þer'iyenin illeti seferdir, hikmeti ise meþakkattir. Sefer bulunsa, meþakkat hiç olmasa da namaz kasredilir. Çünki illet var. Fakat sefer bulunmasa, yüz meþakkat bulunsa, namazýn kasredilmesine illet olamaz. Ýþte þu hakikatýn aksine olarak, þu zamanýn nazarý ise, maslahat ve hikmeti illet yerine ikame edip ona göre hükmediyor. Elbette böyle içtihadat arziyedir, semâvî deðildir.

 

Ýkincisi: Þu zamanýn nazarý, evvelâ ve bizzat saadet-i dünyeviyeye bakýyor ve ahkâmlarý ona tevcih ediyor. Halbuki Þeriatýn nazarý ise, evvelâ ve bizzât saadet-i uhreviyeye bakar, ikinci derecede -âhirete vesile olmak dolayýsýyla- dünyanýn saadetine nazar eder. Demek þu zamanýn nazarý, ruh-u Þeriattan yabanidir. Öyle ise, Þeriat namýna içtihad edemez.

 

Üçüncüsü: اِنَّ الضَّرُورَاتِ تُبِيحُ الْمَحْظُورَاتِ kaidesi, yâni "Zaruret, haramý helâl derecesine getirir." Ýþte þu kaide ise, küllî deðil. Zaruret eðer haram yoluyla olmamýþ ise, haramý helâl etmeye sebebiyet verir. Yoksa sû'-i ihtiyarýyla, gayr-ý meþru sebeblerle zaruret olmuþ ise, haramý helâl edemez, ruhsatlý ahkâmlara medâr olamaz, özür teþkil edemez. Meselâ: Bir adam sû'-i ihtiyarýyla, haram bir tarzda kendini sarhoþ etse; tasarrufatý, ülemâ-i Þeriatça aleyhinde câridir, mâzur sayýlmaz. Tatlîk etse, talâký vâki olur. Bir cinâyet etse, ceza görür. Fakat sû'-i ihtiyarýyla olmazsa, talâk vâki olmaz, ceza da görmez. Hem meselâ, bir içki mübtelâsý zaruret derecesinde mübtelâ olsa da, diyemez ki: "Zarurettir, bana helâldir."

 

Ýþte þu zamanda zaruret derecesine geçen ve insanlarý mübtelâ eden bir beliyye-i âmme Sûretine giren çok umûrlar vardýr ki; sû'-i ihtiyardan, gayr-ý meþru meyillerden ve haram muâmelelerden tevellüd ettiklerinden, ruhsatlý ahkâmlara medâr olup, haramý helâl etmeye medâr olamazlar. Halbuki þu zamanýn ehl-i içtihadý, o zaruratý ahkâm-ý þer'iyeye medâr yaptýklarýndan, içtihadlarý arziyedir, hevesîdir, felsefîdir, semâvî olamaz, þer'î deðil. Halbuki semâvat va arzýn Hâlýkýnýn ahkâm-ý Ýlahiyesinde tasarruf ve ibâdýnýn ibâdâtýna müdahale o Hâlýkýn izn-i mânevîsi olmazsa; o tasarruf o müdahale merduddur. Meselâ: Bâzý gafiller, hutbe gibi

 

sh: » (S: 510)

 

bâzý þeâir-i Ýslâmiyeyi, Arabîden çýkarýp her milletin lisanýyla söylemeyi, iki sebeb için istihsan ediyorlar.

 

Birincisi: "Tâ, siyaset-i hâzýra avâm-ý müslimîne de o Sûretle tefhim edilsin." Halbuki siyaset-i hâzýra, o kadar çok yalan ve hile ve þeytanet içine girmiþ ki, vesvese-i þeyatîn hükmüne geçmiþtir. Halbuki minber, vahy-i Ýlahînin teblið makamý olduðundan, o vesvese-i siyasiyenin hakký yoktur ki, o makam-ý âlîye çýkabilsin .

 

Ýkinci sebeb: "Hutbe, Bâzý suver-i Kur'aniyenin nasihatlarý anlaþýlmak içindir." Evet eðer millet-i Ýslâm, Ýslâmiyetin zaruriyâ tý ve müsellemâtý ve mâlûm olan ahkâmýný, ekseriyet itibariyle imtisâl edip yerine getirseydi, o vakit nazariyâ t-ý þer'iye ve mesâil-i dakika ve nasâyih-i hafiyeyi anlamak için, bildiði lisan ile hutbe okunmasý ve suver-i Kur'aniyenin -eðer mümkün olsaydý- tercümesi (Haþiye) belki müstahsen olurdu. Fakat namaz, zekat, orucun vücubu ve katl, zina ve þarabýn haramiyeti gibi mâlûm olan ahkâm-ý kat'iye-i Ýslâmiye mühmel kalýyor. Avâm-ý nas, onlarýn vücubunu ve haramiyetini ders almaða muhtaç deðiller. Belki teþvik ve ihtar ile o ahkâm-ý kudsiyeyi hatýrlatýp, Ýslâmiyet damarýný ve îmân hissini tahrik etmekle imtisâllerine teþvik ve tezkire ve ihtara muhtaçtýrlar. Halbuki bir âmi ne kadar câhil dahi olsa, Kur'an'dan ve hutbe-i Arabiyeden þu meal-i icmâliyeyi anlar ki: "Herkese ve bana mâlûm olan îmânýn rükünlerini ve Ýslâmiyet'in umdelerini hatib ve hâfýz ihtar ediyor ve ders veriyor, okuyor" der; kalbinde onlara karþý bir iþtiyak hasýl olur. Acaba kâinatta hangi tâbirat var ki; arþ-ý âzamdan gelen Kur'an-ý Hakîm'in i'câzkârane, müfehhîmâne ihtarlarýna, tezkirlerine, teþviklerine mukabil gelebilsin!

 

Altýncýsý: Selef-i Sâlihînin müçtehidîn-i izâmý, asr-ý nur ve asr-ý hakikat olan asr-ý sahabeye yakýn olduklarýndan, safi bir nur alýp, hâlis bir içtihad edebilirlerdi. Þu zamanýn ehl-i içtihadý ise, o kadar perdeler arkasýnda ve uzak bir mesâfede hakikat kitabýna bakar ki, en vâzýh bir harfini de zor ile görebilirler.

 

Eðer desen: "Sahabeler de insandýrlar, hatâdan, hilâftan hâlî olmazlar. Halbuki içtihadatýn ve ahkâm-ý þeriatýn medârý, sahabe

 

___________________________

 

(Haþiye): Ý'câza dair olan Yirmibeþinci Söz, Kur'anýn hakikî tercümesi mümkün olmadýðýný göstermiþtir.

 

 

 

sh: » (S: 511)

 

lerin

 

adâlet i ve sýdkýdýr ki, hattâ ümmet "Sahabeler umumen âdildirler, doðru söylerler" diye ittifak etmiþler.

 

Elcevab: Evet sahabeler ekseriyet-i mutlaka itibariyle hakka aþýk, sýdka müþtak, adâlet e hahiþgerdirler. Çünki yalanýn ve kizbin çirkinliði, bütün çirkinliðiyle ve sýdkýn ve doðruluðun güzelliði, bütün güzelliðiyle o asýrda öyle bir tarzda gösterilmiþ ki, ortalarýndaki mesâfe Arþdan Ferþe kadar açýlmýþ. Esfel-i sâfilîndeki Müseylime-i Kezzâb'ýn derekesinden â'lâ-yý illiyyînde olan Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn derece-i sýdký kadar bir ayrýlýk görülmüþtür. Evet Müseylime'yi esfel-i safilîne düþüren kizb olduðu gibi, Muhammed-ül Emin Aleyhissalâtü Vesselâm'ý âlâ'yý illiyyîne çýkaran sýdktýr ve doðruluktur.

 

Ýþte, hissiyat-ý ulviyeyi taþýyan ve mehâsin-i ahlâkiyeye perestiþ eden ve Þems-i Nübüvvetin ziya-i sohbetiyle nurlanan sahabeler, o derece çirkin ve sukuta sebeb ve Müseylime'nin maskara-âlûd müzahrafat dükkânýndaki kizbe, ihtiyarýyla ellerini uzatmamak ve küfürden çekindikleri gibi küfrün arkadaþý olan kizbden çekinmeleri ve o derece güzel ve medâr-ý fahr ve mübahat ve mi'rac-ý suud ve terakki ve Fahr-i Risâlet'in hazine-i âliyesinde en revaçlý bulunan ve þaþaa-i cemâliyle içtimaat-ý insâniyeyi nurlandýran sýdkavedoðruluðave hakka -ve bilhassa ahkâm-ý þer'iyye rivayetinde ve tebliðinde- elbette ellerinden geldiði kadar talib ve muvafýk ve âþýk olmalarý kat'îdir, zarurîdir, þübhesizdir. Halbuki þu zamanda, kizb ve sýdkýn ortasýndaki mesâfe o kadar kýsalmýþ ki, âdeta omuz omuza vermiþler. Sýdktan yalana (geçmek) pek kolay gidiliyor. Hattâ siyaset propagandasý vasýtasýyla yalancýlýk, doðruluða tercih ediliyor. Ýþte en çirkin þey, en güzel þeylerle beraber bir dükkânda, bir fiatla satýlsa; elbette pek âlî olan ve hakikat cevherine giden sýdk ve hak pýrlantasý o dükkâncýnýn mârifetine ve sözüne itimad edip, körü körüne alýnmaz.

 

* * *

 

 

 

sh: » (S:512)

 

Hâtime

 

Asýrlara göre Þeriatlar deðiþir. Belki bir asýrda, kavimlere göre ayrý ayrý þeriatlar, peygamberler gelebilir ve gelmiþtir. Hâtem-ül Enbiya'dan sonra Þeriat-ý kübrâsý, her asýrda, her kavme kâfi geldiðinden, muhtelif þeriatlara ihtiyaç kalmamýþtýr. Fakat teferruatta, bir derece ayrý ayrý mezheblere ihtiyaç kalmýþtýr. Evet nasýlki mevsimlerin deðiþmesiyle elbiseler deðiþir, mizaçlara göre ilâçlar tebeddül eder. Öyle de, asýrlara göre Þeriatlar deðiþir, milletlerin istidadýna göre ahkâm tahavvül eder. Çünki: Ahkâm-ý Þer'iyenin teferruat kýsmý, ahvâl-i beþeriyeye bakar. Ona göre gelir, ilâç olur. Enbiya-yý salife zamanýnda, tabakat-ý beþeriyye birbirinden çok uzak ve seciyeleri hem bir derece kaba, hem þiddetli ve efkârca ibtidaî ve bedeviyete yakýn olduðundan, o zamandaki Þeriatlar, onlarýn haline muvafýk bir tarzda ayrý ayrý gelmiþtir. Hattâ bir kýt'ada bir asýrda, ayrý ayrý peygamberler ve Þeriatlar bulunurmuþ. Sonra âhirzaman Peygamberinin gelmesiyle, insanlar güya ibtidaî derecesinden, idadiye derecesine terakki ettiðinden, çok inkýlâbat ve ihtilâtat ile akvam-ý beþeriyye birtek ders alacak, birtek muallimi dinleyecek, birtek Þeriatla amel edecek vaziyete geldiðinden, ayrý ayrý Þeriata ihtiyaç kalmamýþtýr, ayrý ayrý muallime de lüzum görülmemiþtir. Fakat tamamen bir seviyeye gelmediðinden ve bir tarz-ý hayat-ý içtimaiyede gitmediðinden, mezhebler taaddüd etmiþtir. Eðer beþerin ekseriyet-i mutlakasý bir mekteb-i âlînin talebesi gibi, bir tarz-ý hayat-ý içtimaiyeyi giyse, bir seviyeye girse; o vakit mezhebler tevhid edilebilir. Fakat bu hâl-i âlem, o hâle müsaade etmediði gibi, mezahib de bir olmaz.

 

Eðer desen: Hak bir olur; nasýl böyle dört ve oniki mezhebin muhtelif ahkâmlarý hak olabilir?

 

Elcevab: Bir su, beþ muhtelif mizaçlý hastalara göre nasýl beþ hüküm alýr; þöyle ki: Birisine, hastalýðýnýn mizacýna göre su ilâçtýr, týbben vacibdir. Diðer birisine, hastalýðý için zehir gibi muzýrdýr; týbben ona haramdýr. Diðer birisine, az zarar verir; týbben ona mekruhtur. Diðer birisine,zararsýz menfaat verir; týbben ona sünnettir. Diðer birisine ne zarardýr, ne menfaattir; âfiyetle içsin, týbben ona mübahtýr. Ýþte hak burada taaddüd etti. Beþi de haktýr. Sen diyebilir misin ki: "Su yalnýz ilâçtýr, yalnýz vâcibdir, baþka hükmü yoktur."

 

sh: » (S: 513)

 

Ýþte bunun gibi, ahkâm-ý Ýlahiye mezheblere hikmet-i Ýlahiyenin sevkiyle ittiba edenlere göre deðiþir, hem hak olarak deðiþir ve herbirisi de hak olur, maslahat olur. Meselâ, hikmet-i Ýlahiyenin tensibiyle Ýmam-ý Þafiî'ye ittiba eden, ekseriyet itibariyle hânefîlere nisbeten köylülüðe ve bedevîliðe daha yakýn olup Cemâatý birtek vücud hükmüne getiren hayat-ý içtimaiye de nâkýs olduðundan, herbiri bizzât dergâh-ý Kadýyy-ül Hâcâtta kendi derdini söylemek ve hususî matlubunu istemek için, imam arkasýnda Fatihayý birer birer okuyorlar. Hem ayn-ý hak ve mahz-ý hikmettir. Ýmam-ý Azam'a ittiba edenler, ekseriyet-i mutlaka itibariyle, Ýslâmî hükûmetlerin ekserisi, o mezhebi iltizâm etmesiyle medeniyete, þehirliliðe daha yakýn ve hayat-ý içtimaiyeye müstaid olduðundan; bir Cemâat, bir þahýs hükmüne girip, birtek adam umum namýna söyler; umum kalben onu tasdik ve rabt-ý kalb edip, onun sözü umumun sözü hükmüne geçtiðinden, hânefî Mezhebi'ne göre imam arkasýnda Fatiha okunmaz. Okunmamasý ayn-ý hak ve mahz-ý hikmettir.

 

Hem meselâ, mâdem þeriat, tabiatýn tecavüzatýna sed çekmekle onu tadil edip nefs-i emmâreyi terbiye eder. Elbette ekser etbâý, köylü ve nim-bedevî ve amelelikle meþgul olan Þafiî Mezhebi'ne göre: "Kadýna temas ile abdest bozulur, az bir necaset zarar verir." Ekseriyet itibariyle hayat-ý içtimaiyeye giren, nim-medenî þeklini alan insanlar, ittiba ettikleri mezheb-i hânefîye göre "Mess-i nisvan abdesti bozmaz, bir dirhem kadar necasete fetva var."

 

Ýþte bir amele ile bir efendiyi nazara alacaðýz. Amele, tarz-ý maiþet itibariyle ecnebi kadýnlarla ihtilâta, temasa ve bir ocak yanýnda oturmaya ve mülevves þeylerin içine karýþmaya mübtelâ olduðundan; san'at ve maiþet itibariyle, tabiat ve nefs-i emmâresi meydaný boþ bulup tecavüz edebilir. Onun için, Þeriat onlarýn hakkýnda, o tecavüzata sed çekmek için, "Abdest bozulur, temas etme; namazýný ibtal eder, bulaþma" mânevî kulaðýnda bir sada-yý semâvî çýnlattýrýr. Amma o efendi, namuslu olmak þartýyla âdât-ý içtimaiyesi itibariyle, ahlâk-ý umumiye namýna, ecnebi kadýnlara temasa mübtelâ deðil, mülevves þeylerle nezafet-i medeniye namýna kendini o kadar bulaþtýrmaz. Onun için Þeriat, mezheb-i hânefî namýyla ona þiddet ve azimet göstermemiþ; ruhsat tarafýný gösterip, hafifleþtirmiþtir. "Elin dokunmuþ ise, abdestin bozulmaz; hicab edip, kalabalýk içinde su ile istinca etmemenin zararý yoktur.

 

sh: » (S: 514)

 

Bir dirhem kadar fetva vardýr." der, onu vesveseden kurtarýr. Ýþte denizden iki katre sana misâl.. onlara kýyas et. Mizân-ý Þârânî mizanýyla, Þeriat mizanlarýný bu Sûretle müvazene edebilirsen et.

 

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

 

اَللّهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى مَنْ تَمَثَّلَ فِيهِ اَنْوَارُ مُحَبَّتِكَ لِجَمَالِ صِفَاتِكَ وَ اَسْمَائِكَ بِكَوْنِهِ مِرْآةً جَامِعَةً لِتَجَلِّيَاتِ اَسْمَائِكَ الْحُسْنَى وَ مَنْ تَمَرْكَزَ فِيهِ شُعَاعَاتُ مَحَبَّتِكَ لِصَنْعَتِكَ فِى مَصْنُوعَاتِكَ بِكَوْنِهِ اَكْمَلَ وَ اَبْدَعَ مَصْنُوعَاتِكَ وَ صَيْرُورَتِهِ اَنْمُوذَجَ كَمَالاَتِ صَنْعَتِكَ وَ فِهْرِسْتَةَ مَحَاسِنِ نُقُوشِكَ وَ مَنْ تَظَاهَرَ فِيهِ لَطَائِفُ مَحَبَّتِكَ وَ رَغْبَتِكَ ِلاِسْتِحْسَانِ صَنْعَتِكَ بِكَوْنِهِ اَعْلَى دَلاَّلِى مَحَاسِنِ صَنْعَتِكَ وَ اَرْفَعَ الْمُسْتَحْسِنِينَ صَوْتًا فِى اِعْلاَنِ حُسْنِى نُقُوشِكَ وَ اَبْدَعِهِمْ نَعْتًا لِكَمَالاَتِ صَنْعَتِكَ وَ مَنْ تَجَمَّعَ فِيهِ اَقْسَامُ مَحَبَّتِكَ وَ اِسْتِحْسَانِكَ لِمَحَاسِنِ اَخْلاَقِ مَخْلُو قَاتِكَ وَلَطَاءِفِ اَوْصَافِ مَصْنُو عَاتِكَ بِكَونَهِ جَمِعًالَمِحَاسِنِ الاخلاق كَافَّةً بِاِحْسَانِكَ وَ لِلَطَائِفِ اْلاَوْصَافِ قَاطِبَةً بِفَضْلِكَ وَ مَنْ صَارَ مِصْدَاقًا صَادِقًا وَ مِقْيَاسًا فَائِقًا لِجَمِيعِ مَنْ ذَكَرْتَ فِى فُرْقَانِكَ اِنَّكَ تُحِبُّهُمْ مِنَ الْمُحْسِنِينَ وَ الصَّابِرِينَ وَ الْمُؤْمِنِينَ وَ الْمُتَّقِينَ وَ التَّوَّابِينَ وَ اْلاَوَّابِينَ وَ جَمِيعِ اْلاَصْنَافِ الَّذِينَ اَحْبَبْتَهُمْ وَ شَرَفْتَهُمْ لِمَحَبَّتِكَ فِى فُرْقَانِكَ حَتَّى صَارَ اِمَامَ الْحَبِيبِينَ لَكَ وَ سَيِّدَ الْمَحْبُوبِينَ لَكَ وَ رَئِيسَ اَوِدَّائِكَ وَ عَلَى آلِهِ وَ اَصْحَابِهِ وَ اِخْوَانِهِ اَجْمَعِينَ آمِينَ بِرَحْمَتِكَ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ.

 

 

 

* * *

 

 

 

sh: » (S:515)

 

Yirmiyedinci Söz'ün Zeyli

 

Sahabeler hakkýndadýr

 

Mevlâna Câmî'nin dediði gibi derim:

 

يا رسول اللّه ه باشد ون سكِ اصحابِ كهف

 

داخلِ جنّت شَوَمْ دَرْ زمرهء اصحابِ تو

 

او رَوَدْ دَرْ جنّت من دَرْ جهنّم كى رَوَاست

 

او سكِ اصحابِ كهف من سكِ اصحابِ تو

 

بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

 

مُحَمّدٌ رَسُولُ اللّهِ وَالّذِينَ مَعَهُ اَشِدّاءُ عَلَى الْكُفّارِ رُحَمَاءُ بَيْنَهُمْ ilâ âhir-i âyet...

 

Sual ediyorsunuz: Bâzý rivayetlerde vardýr ki; "Bid'alarýn revacý hengâmýnda ehl-i îmân ve takvâdan bir kýsým sulehâ, sahabe derecesinde veya daha ziyade efdal olabilir" diye rivayetler vardýr. Bu rivayetler sahih midir? Sahih ise, hakikatlarý nedir?

 

 

 

sh: » (S: 516)

 

Elcevab: Enbiyadan sonra nev'-i beþerin en efdali sahabe olduðu, Ehl-i Sünnet ve Cemâatýn icmâý bir hüccet-i katýadýr ki, o rivayetlerin sahih kýsmý, fazilet-i cüz'iye hakkýndadýr. Çünki cüz'î fazilette ve hususî bir Kemâlde, mercuh râcihe tereccuh edebilir. Yoksa Sûre-i Feth'in âhirinde sitayiþkârane tavsifat-ý Rabbâniyeye mazhar ve Tevrat ve Ýncil ve Kur'anýn medh ü senasýna mazhar olan sahabelere, fazilet-i külliye nokta-i nazarýnda yetiþilemez. Þu hakikatýn pekçok esbab ve hikmetlerinden, þimdilik üç sebebi tâzammun eden üç hikmeti Beyân edeceðiz:

 

Birinci Hikmet: Sohbet-i Nebeviye öyle bir iksirdir ki, bir dakikada ona mazhar bir zât, senelerle seyr ü sülûke mukabil, hakikatýn envarýna mazhar olur. Çünki: Sohbette insibað ve in'ikâs vardýr. Mâlûmdur ki: Ýn'ikâs ve tebaiyetle, o Nur-u âzam-ý Nübüvvetle beraber en azîm bir mertebeye çýkabilir. Nasýlki, bir sultanýn hizmetkârý ve onun tebaiyeti ile öyle bir mevkiye çýkar ki, bir þah çýkamaz. Ýþte þu sýrdandýr ki, en büyük veliler sahabe derecesine çýkamýyorlar. Hattâ Celâleddin-i Süyutî gibi, uyanýk iken çok defa sohbet-i Nebeviyeye mazhar olan veliler, Resul-i Ekrem (A.S.M.) ile yakazaten görüþseler ve þu âlemde sohbetine müþerref olsalar, yine sahabeye yetiþemiyorlar. Çünki Sahabelerin sohbeti, Nübüvvet-i Ahmediye (A.S.M.) nûruyla, yâni Nebi olarak onunla sohbet ediyorlar. Evliyalar ise, vefat-ý Nebevîden sonra Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ý görmeleri, velâyet-i Ahmediye (A.S.M.) nuruyla sohbettir. Demek Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn onlarýn nazarlarýna temessül ve tezahür etmesi, velâyet-i Ahmediye (A.S.M.) cihetindedir; nübüvvet itibariyle deðil. Mâdem öyledir; nübüvvet derecesi, velâyet derecesinden ne kadar yüksek ise, o iki sohbet de o derece tefavüt etmek lâzým gelir. Sohbet-i Nebeviye ne derece bir iksîr-i nûrani olduðu bununla anlaþýlýr ki: Bir bedevî adam, kýzýný sað olarak defnedecek derecede bir kasavet-i vahþiyânede bulunduðu halde, gelip bir saat sohbet-i Nebeviyeye müþerref olur, daha karýncaya ayaðýný basamaz derecede bir þefkat-i rahîmâneyi kesbederdi. Hem câhil, vahþi bir adam, bir gün sohbet-i Nebeviyeye mazhar olur; sonra Çin ve Hind gibi memleketlere giderdi, o mütemeddin kavimlere muallim-i hakaik ve rehber-i Kemâlât olurdu.

 

Ýkinci Sebeb: Yirmiyedinci Söz'deki içtihad bahsinde Beyân ve isbat edildiði gibi; sahabeler, ekseriyet-i mutlaka itibariyle kema

 

 

 

sh: » (S: 517)

 

lât-ý insâniyenin en a'lâ derecesindedirler. Çünki o zamanda, o inkýlâb-ý azîm-i

 

Ýslâmîde hayýr ve hak bütün güzelliðiyle, þer ve bâtýl bütün çirkinliðiyle görülmüþ ve maddeten hissedilmiþ. Þer ve hayýr ortasýnda öyle bir ayrýlýk ve kizb ve sýdk mabeyninde öyle bir mesâfe açýlmýþtý ki, küfür ve îmân kadar, belki Cehennem ve Cennet kadar beynleri uzaklaþtý. Kizb ve þer ve bâtýlýn dellâlý ve nümunesi olan Müseylime-i Kezzâb ve maskaraca kelimeleri olduðundan, fýtraten hissiyat-ý ulviye sahibi ve maâlî-i ahlâka meftun ve izzet ve mübahatâ meyyal olan sahabeler, elbette ihtiyarlarýyla, kizb ve þerre ellerini uzatýp, Müseylime derekesine düþmemiþler. Sýdk ve hayýr ve hakkýn dellâlý ve nümunesi olan Habibullah'ýn (A.S.M.) a'lâ-yý illiyyîn-i Kemâlâtýndaki makamýna bakarak, bütün kuvvet ve himmetleriyle, o tarafa koþmak mukteza-yý seciyeleridir. Meselâ: Nasýlki zaman oluyor; medeniyet-i beþeriye çarþýsýnda ve hayat-ý içtimaiye-i insâniye dükkânýnda, Bâzý þeylerin verdiði müdhiþ neticeleri ve çirkin eserleri zehr-i katil gibi herkes onu satýn almak deðil, bütün kuvvetiyle ondan nefret edip kaçar ve Bâzý þeylerin ve mânevî metâ'larýn verdikleri güzel neticeler ve kýymetdar eserler, bir tiryak-ý nâfi' ve bir pýrlanta gibi, herkesin nazar-ý raðbetini kendine celbeder. Herkes elinden geldiði kadar onlarý satýn almaða çalýþýr. Öyle de, Asr-ý Saadette hayat-ý içtimaiye-i insâniyenin çarþýsýnda, kizb ve þer ve küfür gibi maddeler, þekavet-i ebediye gibi neticeleri ve Müseylime-i Kezzâb gibi süflî maskaralarý tevlid ettiðinden, secaya-yý âliye ve hubb-u maâlîye meftun olan sahabelerin zehr-i katilden kaçar gibi ondan kaçmalarý ve nefret etmeleri bedihîdir. Ve saadet-i ebediye gibi netice veren ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm gibi nuranî meyveler gösteren sýdk ve hakka ve imânâ en nâfi' bir tiryak, en kýymetdar bir elmas gibi, o fýtratlarý sâfiye ve seciyeleri sâmiye olan sahabeler, bütün kuvvetleriyle ve hissiyat ve letâifleriyle, onlara müþteri ve müþtak olmasý zarurîdir. Halbuki o zamandan sonra, git gide ve gele gele sýdk ve kizb ortasýndaki mesâfe azala azala, omuz-omuza geldi. Bir dükkânda, ikisi beraber satýlmaða baþladýðý gibi, ahlâk-ý içtimaiye bozuldu. Propaganda-i siyaset, yalana fazla revaç verdi. Yalanýn müdhiþ çirkinliði gizlenip, doðruluðun parlak güzelliði görünmemeye baþladýðý zamanda, kimin haddi var ki, sahabenin adâlet ve sýdk ve ulviyet ve hakkaniyet hususundaki kuvvetlerine, metânetlerine, takvâlarýna yetiþebilsin veya derece

 

sh: » (S: 518)

 

lerinden geçsin. Geçen mes'eleyi bir derece tenvir edecek, baþýma gelmiþ bir halimi Beyân ediyorum. Þöyle ki:

 

Bir zaman kalbime geldi, niçin Muhyiddin-i Arabî gibi hârika zâtlar sahabelere yetiþemiyorlar? Sonra namaz içinde سُبْحَانَ رَبِّىَ اْلاَعْلَى derken, þu kelimenin mânâsý inkiþaf etti.

 

Tam mânâsýyla deðil, fakat bir parça hakikatý göründü. Kalben dedim: Keþki, birtek namaza bu kelime gibi muvaffak olsaydým, bir sene ibâdetten daha iyi idi. Namazdan sonra anladým ki, o hatýra ve o hal, sahabelerin ibâdetteki derecelerine yetiþilmediðine bir irþaddýr. Evet Kur'an-ý Hakîm'in envârýyla hasýl olan o inkýlâb-ý azîm-i içtimaîde, ezdad birbirinden çýkýp ayrýlýrken; þerler bütün tevabiiyle, zulümatýyla ve teferruatýyla ve hayýr ve Kemâlât bütün envarýyla ve netâiciyle karþý karþýya gelip, bir vaziyette ve müheyyic bir zamanda, her zikir ve tesbih, bütün mânâsýnýn tabakatýný turfanda ve taravetli ve taze ve genç bir Sûrette ifade ettiði gibi; o inkýlab-ý azîmin tarrakasý altýnda olan insanlarýn bütün hissiyatýný, letâif-i mâneviyesini uyandýrmýþ; hattâ vehim ve hayal ve sýr gibi duygular hüþyar ve müteyakkýz bir Sûrette o zikir, o tesbihlerdeki müteaddid mânâlarý kendi zevklerine göre alýr.. emer. Ýþte, þu hikmete binaen bütün hissiyatlarý uyanýk ve letâifleri hüþyar olan sahabeler, envâr-ý îmâniye ve tesbihiyeyi câmi' olan kelimât-ý mübarekeyi dedikleri vakit, kelimenin bütün mânâsýyla söyler ve bütün letâifiyle hisse alýrlardý. Halbuki o infilâk ve inkýlâbdan sonra, gitgide letâif uykuya ve havas o hakaik noktasýnda gaflete düþüp, o kelimât-ý mübareke, meyveler gibi gitgide, ülfet perdesiyle letafetini ve taravetini kaybeder. Âdeta sathîlik havasýyla kuruyor gibi, az bir yaþlýk kalýyor ki; kuvvetli, tefekkürî bir ameliyatla, ancak evvelki hali iade edilebilir. Ýþte bundandýr ki, kýrk dakikada bir sahabenin kazandýðý fazilete ve makama, kýrk günde, hattâ kýrk senede baþkasý ancak yetiþebilir.

 

Üçüncü Sebeb: Onikinci ve Yirmidördüncü ve Yirmibeþinci Sözlerde isbat edildiði gibi, nübüvvetin velâyete nisbeti, Güneþin ayn-ý zâtýyla, âyinelerde görülen Güneþin misâli gibidir. Ýþte daire-i nübüvvet, daire-i velâyetten ne kadar yüksek ise, daire-i nübüvvetin hademeleri ve o güneþin yýldýzlarý olan sahabeler dahi, daire-i velâyetteki sulehâya o derece tefevvuku olmak lâzým geliyor. Hattâ velâ

 

sh: » (S: 519)

 

yet-i kübrâ olan veraset-i nübüvvet ve sýddîkýyet ki, sahabelerin velâyetidir; bir veli kazansa, yine saff-ý evvel olan sahabelerin makamýna yetiþmez. Þu üçüncü sebebin müteaddid vücuhundan üç vechini Beyân ederiz:

 

Birinci Vecih: Ýçtihadda yâni istinbat-ý ahkâmda, yâni Cenâb-ý Hakk'ýn marziyâtýný kelâmýndan anlamakta, sahabelere yetiþilmez. Çünki o zamandaki o büyük inkýlâb-ý Ýlâhî, marziyât-ý Rabbâniyeyi ve ahkâm-ý Ýlâhiyeyi anlamak üzere dönerdi. Bütün ezhan, istinbat-ý ahkâma müteveccih idi. Bütün kalbler, "Rabbimizin bizden istediði nedir!" diye merak ederdi. Ahvâl-i zaman, bu hâli iþmam ve ihsas edecek bir tarzda cereyan ediyordu. Muhâverat, bu mânâlarý tâzammun ederek vuku buluyordu.

 

Ýþte bunun için herþey ve her hâl ve muhavereler ve sohbetler ve hikâyeler, bütün o mânâlarý bir derece ders verecek bir tarzda cereyan ettiðinden; sahabenin istidadýný tekmil ve fikirlerini tenvir ettiðinden; içtihad ve istinbatta istidadý kibrit derecesinde nurlanmaya hâzýr olduðundan; bir günde veya bir ayda kazandýðý mertebe-i istinbat ve içtihadý, o sahabenin derece-i zekâvetinde ve istidadýnda olan bir adam, þu zamanda on senede, belki yüz senede kazanmayacaktýr. Çünki: Þimdi saadet-i ebediyeye bedel, saadet-i dünyeviye medâr-ý nazardýr. Beþerin nazar-ý dikkati, baþka maksadlara müteveccihtir. Tevekkülsüzlük içinde derd-i maiþet, ruha sersemlik ve felsefe-i tabiiye ve maddiye akla körlük verdiðinden; beþerin muhit-i içtimaîsi, o þahsýn zihnine ve istidadýna, içtihad hususunda kuvvet vermediði gibi, teþettüt veriyor.. daðýtýyor. Yirmiyedinci Söz'ün içtihad bahsinde, Süfyan Ýbn-i Uyeyne ile onun zekâveti derecesinde birinin müvazenesinde isbat etmiþiz ki; Süfyan'ýn on senede kazandýðýný, öteki yüz senede kazanamýyor.

 

Ýkinci Vecih: Sahabelerin kurbiyet-i Ýlâhiye noktasýndaki makamlarýna velâyet ayaðýyla yetiþilmez. Çünki Cenâb-ý Hak bize akrebdir ve herþeyden daha ziyade yakýndýr. Biz ise, ondan nihayetsiz uzaðýz. Onun kurbiyetini kazanmak iki Sûretle olur. Birisi: Akrebiyetin inkiþafýyladýr ki, nübüvvetteki kurbiyet ona bakar ve nübüvvet veraseti ve sohbeti cihetiyle sahabeler o sýrra mazhardýrlar. Ýkinci Sûret: Bu'diyetimiz noktasýnda kat'-ý merâtib edip bir derece kurbiyete müþerref olmaktýr ki, ekser seyr ü sülûk-ü velâyet ona göre ve seyr-i enfüsî ve seyr-i âfâkî bu Sûretle cereyan ediyor. Ýþte birinci Sûret sýrf vehbîdir, kesbî deðil, incizab

 

sh: » (S: 520)

 

dýr, cezb-i Rahmânîdir ve mahbubiyettir. Yol kýsadýr, fakat çok metin ve çok yüksektir ve çok hâlistir ve gölgesizdir. Diðeri; kesbîdir, uzundur, gölgelidir. Acaib hârikalarý çok ise de; kýymetçe kurbiyetçe evvelkisine yetiþemez. Meselâ: Nasýlki dünkü güne, bugün yetiþmek için iki yol var. Birincisi: Zamanýn cereyanýna tabi olmýyarak, bir kuvvet-i kudsiye ile; fevk-az zaman çýkýp, dünü bugün gibi hâzýr görmektir. Ýkincisi: Bir sene kat'-ý mesâfe edip, dönüp dolaþýp, düne gelmektir; fakat, yine dünü elde tutamýyor, onu býrakýp gidiyor. Öyle de, zâhirden hakikata geçmek iki Sûretledir. Biri: Doðrudan doðruya hakikatýn incizabýna kapýlýp, tarîkat berzahýna girmeden, hakikatý ayn-ý zâhir içinde bulmaktýr. Ýkincisi: Çok merâtibden seyr-ü sülûk Sûretiyle geçmektir. Ehl-i velâyet, çendan fena-i nefse muvaffak olurlar, nefs-i emmâreyi öldürürler. Yine sahabeye yetiþemiyorlar. Çünki sahabelerin nefisleri tezkiye ve tathir edildiðinden; nefsin mahiyetindeki cihazat-ý kesîre ile, ubûdiyetin enva'ýna ve þükür ve hamdin aksamýna daha ziyade mazhardýrlar. Fena-i nefisten sonra, ubûdiyet-i evliya besatet peyda eder.

 

Üçüncü Vecih: Fazilet-i a'mâl ve sevab-ý ef'âl ve fazilet-i uhreviye cihetinde sahabelere yetiþilmez. Çünki nasýl bir asker bâzý þerait dâhilinde, mühim ve mahuf bir mevkide, bir saat nöbette, bir sene ibâdet kadar bir fazilet kazanabilir ve bir dakikada bir kurþunu yemekle, en ekall kýrk günde ancak kazanýlacak velâyet derecesi gibi bir makama çýkýyor. Öyle de, sahabelerin tesis-i Ýslâmiyette ve neþr-i ahkâm-ý Kur'aniyede hizmetleri ve Ýslâmiyet için bütün dünyaya ilân-ý harb etmeleri o kadar yüksektir ki, bir dakikasýna baþkalarý bir senede yetiþemez. Hattâ denilebilir ki; bütün dakikalarý, -o hizmet-i kudsiyede- o þehid olan neferin dakikasý gibidir. Bütün saatleri, müdhiþ bir makamda bir saat nöbet tutan fedâkâr bir neferin nöbeti gibidir ki; amel az, ücreti çok, kýymeti yüksektir. Evet sahabeler mâdem Ýslâmiyetin tesisinde ve envar-ý Kur'aniyenin neþrinde, saff-ý evvel teþkil ediyorlar. اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِ sýrrýnca, bütün ümmetin hasenatýndan onlara hisse çýkar. Ümmetin اَللّهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِهِ وَاَصْحَابِهِ demesiyle;

 

sh: » (S: 521)

 

sahabelerin, bütün ümmetin hasenatýndan hissedârlýklarýný gösteriyor. Hem nasýlki bir aðacýn kökündeki küçük bir meziyet; aðacýn dallarýnda büyük bir Sûret alýr, büyük bir daldan daha büyüktür. Hem nasýlki mebde'de küçük bir irtifa, gittikçe bir yekûn teþkil eder. Hem nasýlki nokta-i merkeziyeye yakýn bir iðne ucu kadar bir ziyadelik; daire-i muhîtada, bâzan bir metre 0kadar ziyadeye mukabil geliyor. Aynen þu dört misâl gibi, sahabeler, Ýslâmiyetin þecere-i nûraniyesinin köklerinden, esâslarýndan olduklarý, hem bina-yý Ýslâmiyetin hutut-u nurâniyesinin mebde'inde, hem Cemâat-ý Ýslâmiyenin imamlarýndan ve adedlerinin evvellerinde, hem Þems-i Nübüvvet ve Sirac-ý Hakikat'ýn merkezine yakýn olduklarýndan; az amelleri çoktur, küçük hizmetleri büyüktür. onlara yetiþmek için, hakikî sahabe olmak lâzým geliyor.

 

اَللّهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ الَّذِى قَالَ اَصْحَابِى كَا لنُّجُومِ بِاَيِّهِمْ اِقْتَدَيْتُمْ اِهْتَدَيْتُمْ وَ خَيْرُ الْقُرُونِ قَرْنِى وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ وَ سَلِّمْ

 

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

 

sh: » (S: 522)

 

Sual: Deniliyor ki: Sahabeler Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ý gördüler, sonra îmân ettiler. Biz ise görmeden îmân ettik. Öyle ise, îmânýmýz daha kavîdir. Hem, kuvvet-i îmânýmýza delâlet eden rivayet var?

 

Elcevab: Sahabeler o zamanda, efkâr-ý âmme-i âlem hakaik-i Ýslâmiyeye muârýz ve muhalif iken; -sahabeler- yalnýz Sûret-i insâniyede Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ý görüp, bâzan mu'cizesiz olarak, öyle bir îmân getirmiþler ki; bütün efkâr-ý âmme-i âlem, onlarýn îmalarýný sarsmýyordu. Þübhe deðil, bâzýsýna vesvese de vermezdi. Sizler iseniz kendi îmânýnýzý, sahabelerin îmânlarýyla müvazene ediyorsunuz. Bütün efkâr-ý âmme-i Ýslâmiye, îmânýnýza kuvvet ve sened olduðu halde; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn þecere-i tûbâ-i nübüvvetinin çekirdeði olan beþeriyeti ve Sûret-i cismâniyesini deðil, belki umum envar-ý Ýslâmiye ve hakaik-i Kur'aniye ile nurani muhteþem þahs-ý mânevîsini bin mu'cizât ile muhat olarak akýl gözüyle gördüðünüz halde, bir Avrupa feylesofunun sözüyle vesveseye ve þübheye düþen îmânýnýz nerede! Bütün âlem-i küfrün ve Nasara ve Yehûd'un ve feylesoflarýn hücumlarýna karþý sarsýlmayan sahabelerin îmânlarý nerede! Hem, sahabelerin kuvvet-i îmânlarýný gösteren ve îmânlarýnýn tereþþuhatý olan þiddet-i takvâlarý ve Kemâl-i salâhatlarý nerede! Ey müddei! Senin þiddet-i za'fýndan, ferâizi tamamýyla senden göstermeyen sönük îmânýn nerede! Amma hadîste varid olan ki, "Âhirzamanda beni görmeyen ve îmân getiren, daha ziyade makbûldür" meâlindeki rivayet, hususî fazilete dairdir. Has Bâzý eþhas hakkýndadýr. Bahsimiz ise, fazilet-i külliye ve ekseriyet itibariyledir.

 

Ýkinci Sual: Diyorlar ki: Ehl-i velâyet ve ashâb-ý Kemâlât, dünyayý terketmiþler. Hattâ hadîste var ki: "Dünya muhabbeti bütün hatâlarýn baþýdýr." Halbuki, sahabeler dünyaya pek çok girmiþler; terk-i dünya deðil, belki bir kýsým sahabe, o zamanýn ehl-i medeniyetinden daha ileri gitmiþler. Nasýl oluyor ki, böyle sahabelerin en ednâsýna, en büyük bir veli kadar kýymeti var, diyorsunuz?

 

 

 

sh: » (S: 523)

 

Elcevab: Otuzikinci Söz'ün Ýkinci ve Üçüncü Mevkýflarýnda gâyet kat'î isbat edilmiþtir ki: Dünyanýn âhirete bakan yüzüyle, Esmâ-i Ýlâhiyeye mukabil olan yüzünü sevmek; sebeb-i noksaniyet deðil, belki medâr-ý Kemâldir ve o iki yüzde ne kadar ileri gitse, daha ziyade ibâdet ve mârifetullahta ileri gider. Sahabelerin dünyasý ise, iþte o iki yüzdedir. Dünyayý âhiret mezraasý görüp, ekip biçmiþler. Mevcûdâtý, Esmâ-i Ýlâhiyenin âyinesi görüp, müþtakane temaþa edip bakmýþlar. Fena-i dünya ise, fâni yüzüdür ki, insanýn hevesâtýna bakar.

 

Üçüncü Sual: Tarîkatlar, hakikatlarýn yollarýdýr. Tarîkatlarýn içerisinde en meþhur ve en yüksek ve cadde-i kübrâ iddia olunan tarîk-ý Nakþbendî hakkýnda, o tarîkatýn kahramanlarýndan ve imamlarýndan bâzýlarý esâsýný böyle târif etmiþler. Demiþler ki:

 

دَرْ طَرِيقِ نَقْشِبَنْدِى لاَزِمْ آمَدْ َارِ تَرْكْ

 

تَرْكِ دُنْيَا تَرْكِ عُقْبَى تَرْكِ هَسْتِى تَرْكِ تَرْكْ

 

Yâni, tarîk-ý Nakþîde dört þeyi býrakmak lâzým. Hem dünyayý, hem nefis hesabýna âhireti dahi maksud-u hakikî yapmamak; hem vücudunu unutmak, hem ucbe, fahre girmemek için bu terkleri düþünmemektir. Demek hakikî mârifetullah ve Kemâlât-ý insâniye terk-i mâsiva ile olur?

 

Elcevab: Eðer insan yalnýz bir kalbden ibaret olsaydý; bütün mâsivayý terk, hattâ Esmâ ve sýfâtý dahi býrakmak, yalnýz Cenâb-ý Hakk'ýn zâtýna rabt-ý kalb etmek lâzým gelirdi. Fakat insanýn akýl, ruh, sýr, nefis gibi pek çok vazifedâr letâifi ve hâssalarý vardýr. Ýnsan-ý kâmil odur ki: Bütün o letâifi; kendilerine mahsus ayrý ayrý tarîk-ý ubûdiyette, hakikat canibine sevketmek ile sahabe gibi geniþ bir dairede, zengin bir Sûrette.. kalb bir kumandan gibi, letâif askerleriyle kahramânâne maksada yürüsün. Yoksa kalb, yalnýz kendini kurtarmak için askerini býrakýp tek baþýyla gitmek, medâr-ý iftihar deðil, belki netice-i ýztýrardýr.

 

Dördüncü Sual: Sahabelere karþý iddia-yý rüchan nereden çýkýyor? Kim çýkarýyor? Þu zamanda, bu mes'eleyi medâr-ý bahsetmek nedendir? Hem müçtehidîn-i Ýzâma karþý müsavat dâva etmek neden ileri geliyor?

 

sh: » (S: 524)

 

Elcevab: Þu mes'eleyi söyleyen iki kýsýmdýr: Bir kýsmý, sâfi ehl-i diyanet ve ehl-i ilimdir ki; Bâzý ehadîsi görmüþler, þu zamanda ehl-i takvâ ve salâhatý teþvik ve tergib için öyle mebhaslar açýyorlar. Bu kýsma karþý sözümüz yok. Zâten onlar azdýrlar, çabuk da intibaha gelirler. Diðer kýsým ise gâyet müdhiþ maðrur insanlardýr ki; mezhebsizliklerini, müçtehidîn-i Ýzâma müsâvat dâvasý altýnda neþretmek istiyorlar ve dinsizliklerini, sahabeye karþý müsavat dâvasý altýnda icra etmek istiyorlar. Çünki evvelen: O ehl-i dalâlet sefahete girmiþ, sefahette tiryaki olmuþ; sefahete mâni olan tekâlif-i Þer'iyeyi yapamýyor. Kendine bir bahane bulmak için der ki: "Þu mesâil, içtihadiyedirler. O mesâilde, mezhebler birbirine muhalif gidiyor. Hem onlar da bizim gibi insanlardýr; hatâ edebilirler. Öyle ise biz de onlar gibi içtihad ederiz, istediðimiz gibi ibâdetimizi yaparýz. Onlara tâbi olmaya ne mecburiyetimiz var?" Ýþte bu bedbahtlar, bu desise-i þeytâniye ile, baþlarýný mezahibin zincirinden çýkarýyorlar. Bunlarýn þu dâvalarý ne kadar çürük, ne kadar esâssýz olduðu Yirmiyedinci Söz'de kat'î bir Sûrette gösterildiðinden ona havale ederiz.

 

Sâniyen; o kýsým ehl-i dalâlet baktýlar ki, müçtehidînlerde iþ bitmiyor. Onlarýn omuzlarýndaki yalnýz nazariyâ t-ý diniyedir. Halbuki bu kýsým ehl-i dalâlet, zaruriyâ t-ý dîniyeyi terk ve taðyir etmek istiyorlar. "Onlardan daha iyiyiz" deseler, mes'eleleri tamam olmuyor. Çünki; müçtehidîn, nazariyâ ta ve kat'î olmayan teferruata karýþabilirler. Halbuki bu mezhebsiz ehl-i dâlalet, zaruriyâ t-ý diniyede dahi fikirlerini karýþtýrmak ve kabil-i tebdil olmayan mesâili tebdil etmek ve kat'î erkân-ý Ýslâmiyeye karþý gelmek istediklerinden; elbette zaruriyâ t-ý diniyenin hameleleri ve direkleri olan sahabelere iliþecekler. Heyhat! Deðil bunlar gibi insan Sûretindeki hayvanlar, belki hakikî insanlar ve hakikî insanlarýn en kâmilleri olan evliyanýn büyükleri; sahabenin küçüklerine karþý müsavat dâvasýný kazanamadýklarý, gâyet kat'î bir Sûrette Yirmiyedinci Söz'de isbat edilmiþtir.

 

اَللّهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى رَسُولِكَ الَّذِى قَالَ لاَتَسُبّوُا اَصْحَابِى.. لَوْ اَنْفَقَ اَحَدُكُمْ مِثْلَ اُحُدٍ ذَهَبًا مَا بَلَغَ نِصْفَ مُدٍّ مِنْ اَصْحَابِى صَدَقَ رَسُولُ اللّهِ

 

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

 

 

 

 

 

* * *

 

 

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

Gast
Dieses Thema wurde nun für weitere Antworten gesperrt.
×
×
  • Neu erstellen...