Zum Inhalt springen
Qries Qries Qries Qries Qries Qries

23. Söz


Webmaster

Empfohlene Beiträge

Yirmiüçüncü Söz

 

 

 

[Þu sözün iki mebhasý vardýr.]

 

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

 

لَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ فِى اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ ثُمَّ رَدَدْنَاهُ اَسْفَلَ سَافِلِينَ اِلاَّ الَّذِينَ اَمَنُوا وَ عَمِلُوا الصَّالِحَاتِ

 

Birinci Mebhas

 

Ýmanýn binler mehâsininden yalnýz beþini "BEÞ NOKTA" içinde Beyân ederiz.

 

BÝRÝNCÝ NOKTA: Ýnsan, nur-u îmân ile a'lâ-yý illiyyîne çýkar; Cennet'e lâyýk bir kýymet alýr. Ve zulmet-i küfür ile, esfel-i sâfilîne düþer; Cehennem'e ehil (olacak) bir vaziyete girer. Çünki îmân, insaný Sâni'-i Zülcelâl'ine nisbet ediyor; îman, bir intisabdýr. Öyle ise însan, îmân ile insanda tezahür eden san'at-ý Ýlahiye ve nukuþ-u Esmâ-i Rabbâniye îtibariyle bir kýymet alýr. Küfür, o nisbeti kat'eder. O kat'dan san'at-ý Rabbâniye gizlenir. Kýymeti dahi yalnýz

 

 

 

sh: » (S: 325)

 

madde îtibariyle olur. Madde ise, hem fâniye, hem zâile, hem muvakkat bir hayât-ý hayvânî olduðundan, kýymeti hiç hükmündedir.

 

Bu sýrrý bir temsil ile Beyân edeceðiz. Meselâ: Ýnsanlarýn san'atlarý içinde nasýlki maddenin kýymeti ile san'atýn kýymeti ayrý ayrýdýr. Bâzan müsavi, bâzan madde daha kýymettar, bâzan oluyor ki; beþ kuruþluk demir gibi bir maddede beþ liralýk bir san'at bulunuyor. Belki bâzan, antika olan bir san'at, bir milyon kýymeti aldýðý halde, maddesi beþ kuruþa da deðmiyor. Ýþte öyle antika bir san'at, antikacýlarýn çarþýsýna gidilse, hârika-piþe ve pek eski hünerver san'atkârýna nisbet ederek o san'atkârý yâd etmekle ve o san'atla teþhir edilse, bir milyon fiatla satýlýr. Eðer kaba demirciler çarþýsýna gidilse, beþ kuruþluk bir demir bahasýna alýnabilir.

 

Ýþte insan, Cenâb-ý Hakk'ýn böyle antika bir san'atýdýr ve en nazik ve nâzenin bir mu'cize-i kudretidir ki; insaný, bütün Esmâsýnýn cilvesine mazhar ve nakýþlarýna medâr ve kâinata bir misâl-i Mûsaggar Sûretinde yaratmýþtýr.

 

Eðer nur-u îmân, içine girse, üstündeki bütün mânidar nakýþlar, o ýþýkla okunur. O mü'min, þuur ile okur ve o intisabla okutur. Yâni: «Sâni'-i Zülcelâl'in masnuuyum, mahlukuyum, rahmet ve keremine mazharým» gibi mânâlarla Ýnsandaki san'at-ý Rabbâniye tezahür eder. Demek Sâniine intisabdan ibaret olan îman; insandaki bütün âsâr-ý san'atý izhar eder. Ýnsanýn kýymeti, o san'at-ý Rabbâniyeye göre olur ve âyine-i Samedâniye itibariyledir. O halde þu ehemmiyetsiz olan insan, þu itibarla bütün mahlukat üstünde bir muhatâb-ý Ýlâhî ve Cennet'e lâyýk bir misafir-i Rabbanî olur.

 

Eðer kat'-ý intisabdan ibaret olan küfür, insanýn içine girse; o vakit bütün o mânidar nukuþ-u Esmâ-i Ýlâhiye karanlýða düþer, okunmaz. Zira Sâni' unutulsa, Sânia müteveccih mânevî cihetler de anlaþýlmaz. Âdeta baþ aþaðý düþer. O mânidar âlî san'atlarýn ve mânevî âlî nakýþlarýn çoðu gizlenir. Bâki kalan ve göz ile görülen bir kýsmý ise; süflî esbaba ve tabiata ve tesadüfe verilip, nihayet sukut eder. Herbiri birer parlak elmas iken, birer sönük þiþe olurlar. Ehemmiyeti yalnýz madde-i hayvaniyeye bakar. Maddenin gayesi ve meyvesi ise; -dediðimiz gibi- kýsacýk bir ömürde hayvanatýn en âcizi ve en muhtacý ve en kederlisi olduðu bir halde yalnýz cüz'î bir hayat geçirmektir. Sonra tefessüh eder gider. Ýþte küfür, böyle mahiyet-i insâniyeyi yýkar, elmastan kömüre kalbeder.

 

 

 

sh: » (S: 326)

 

ÝKÝNCÝ NOKTA: Ýman nasýlki bir nurdur, insaný ýþýklandýrýyor, üstünde yazýlan bütün mektûbât-ý Samedâniyeyi okutturuyor. Öyle de, kâinatý dahi ýþýklandýrýyor. Zaman-ý mâzi ve müstakbeli, zulümattan kurtarýyor. Þu sýrrý, bir vâkýada اَللَّهُ وَلِىُّ الَّذِينَ اَمَنُوا يُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِ âyet-i kerîmesinin bir sýrrýna dair gördüðüm bir temsil ile Beyân ederiz. Þöyle ki:

 

Bir vakýa-i hayâliyede gördüm ki: Ýki yüksek dað var birbirine mukabil. Üstünde dehþetli bir köprü kurulmuþ. Köprünün altýnda pek derin bir dere. Ben o köprünün üstünde bulunuyorum. Dünyayý da, her tarafý karanlýk, kesif bir zulümat istilâ etmiþti. Ben sað tarafýma baktým; nihayetsiz bir zulümat içinde bir mezar-ý ekber gördüm, yâni tahayyül ettim. Sol tarafýma baktým; müdhiþ zulümat dalgalarý içinde azîm fýrtýnalar, daðdaðalar, dâhiyeler hâzýrlandýðýný görüyor gibi oldum. Köprünün altýna baktým; gâyet derin bir uçurum görüyorum zannettim. Bu müdhiþ zulümata karþý sönük bir cep fenerim vardý. Onu istimâl ettim, yarým yamalak ýþýðýyla baktým. Pek müdhiþ bir vaziyet bana göründü. Hattâ önümdeki köprünün baþýnda ve etrafýnda öyle müdhiþ ejderhalar, arslanlar, canavarlar göründü ki; keþke bu cep fenerim olmasa idi, bu dehþetleri görmese idim, dedim. O feneri hangi tarafa çevirdim ise, öyle dehþetler aldým. «Eyvâh! Þu fener, baþýma belâdýr» dedim. Ondan kýzdým; o cep fenerini yere çarptým, kýrdým. Güya onun kýrýlmasý, dünyayý ýþýklandýran büyük elektrik lâmbasýnýn düðmesine dokundum gibi birden o zulümat boþandý. Her taraf o lâmbanýn nuru ile doldu. Herþeyin hakikatýný gösterdi. Baktým ki: O gördüðüm köprü, gâyet muntâzam yerde, ova içinde bir caddedir. Ve sað tarafýmda gördüðüm mezar-ý ekber; baþtan baþa güzel, yeþil bahçelerle nuranî insanlarýn taht-ý riyâ setinde ibâdet ve hizmet ve sohbet ve zikir meclisleri olduðunu farkettim. Ve sol tarafýmda, fýrtýnalý, daðdaðalý zannettiðim uçurumlar, þâhikalar ise; süslü, sevimli cazibedâr olan daðlarýn arkalarýnda azîm bir ziyafetgâh, güzel bir seyrangâh, yüksek bir nüzhetgâh bulunduðunu hayal meyal gördüm. Ve o müdhiþ canavarlar, ejderhalar zannettiðim mahlûklar ise, mûnis deve, öküz, koyun, keçi gibi

 

 

 

sh: » (S: 327)

 

hayvanat-ý ehliye olduðunu gördüm. اَلْحَمْدُلِلَّهِ عَلَنُورْالاٍيمَنَ diyerek اَللَّهُ وَلِىُّ الَّذِينَ اَمَنُوا يُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِ âyet-i kerimesini okudum, o vâkýadan ayýldým.

 

Ýþte o iki dað; mebde-i hayat, âhir-i hayat.. yâni âlem-i arz ve âlem-i berzahtýr. O köprü ise, hayat yoludur. O sað taraf ise, geçmiþ zamandýr. Sol taraf ise, istikbaldir. O cep feneri ise, hodbin ve bildiðine îtimad eden ve vahy-i semâvîyi dinlemeyen enaniyet-i insâniyedir. O canavarlar zannolunan þeyler ise âlemin hâdisatý ve acib mahlûkatýdýr.

 

Ýþte enaniyetine îtimad eden, zulümat-ý gaflete düþen, dalâlet karanlýðýna mübtelâ olan adam; o vâkýada evvelki halime benzer ki: O cep feneri hükmünde nâkýs ve dalalet-âlûd mâlûmât ile zaman-ý mâziyi, bir mezar-ý ekber Sûretinde ve adem-âlûd bir zulümat içinde görüyor. Ýstikbali, gâyet fýrtýnalý ve tesadüfe baðlý bir vahþetgâh gösterir. Hem herbirisi, bir Hakîm-i Rahîm'in birer memur-u müsahharý olan hâdisat ve mevcûdatý, muzýr birer canavar hükmünde bildirir. وَالَّذِينَ كَفَرُوآ اَوْلِيَآؤُهُمُ الطَّاغُوتُ يُخْرِجُونَهُمْ مِنَ النُّورِ اِلَى الظُّلُمَاتِ hükmüne mazhar eder. Eðer hidâyet-i Ýlahiye yetiþse, îman kalbine girse, nefsin firavuniyeti kýrýlsa, Kitabullah'ý dinlese, o vâkýâda ikinci halime benzeyecek. O vakit birden kâinat bir gündüz rengini alýr, nur-u Ýlâhî ile dolar. Âlem اَللَّهُ نُورُ السَّمَوَاتِ وَاْلاَرْضِ âyetini okur. O vakit zaman-ý mâzi, bir mezar-ý ekber deðil, belki herbir asrý bir nebinin veya evliyanýn taht-ý riyâ setinde vazife-i ubûdiyeti îfâ eden ervah-ý sâfiye Cemâatlarýnýn vazife-i hayatlarýný bitirmekle «Allahu Ekber» diyerek makamat-ý âliyeye uçmalarýný ve müstakbel tarafýna geçmelerini kalb gözü ile görür. Sol tarafýna bakar ki; daðlar-misâl bâzý inkýlâbat-ý berzahiye ve uhreviye arkalarýnda Cennet'in baðlarýndaki saadet saraylarýnda kurulmuþ bir ziyafet-i Rahmâniyeyi o nûr-u imân ile uzaktan uzaða fark eder. Ve fýrtýna ve zelzele, tâun gibi hâdiseleri, birer müsahhar memur bilir. Bahar fýrtýnasý ve yaðmur gibi hâdisatý; Sûreten hâþin, mânen çok lâtif hikmetlere medâr görüyor. Hattâ mevti, hayât-ý ebediyenin

 

sh: » (S: 328)

 

mukaddemesi ve kabri, saadet-i ebediyenin kapýsý görüyor. Daha sâir cihetleri sen kýyas eyle. Hakikatý temsile tatbik et...

 

ÜÇÜNCÜ NOKTA: Ýman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet hakikî îmâný elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve îmânýn kuvvetine göre hâdisatýn tazyikatýndan kurtulabilir. «Tevekkeltü alallah» der, sefine-i hayatta Kemâl-i emniyetle hâdisâtýn daðlarvârî dalgalarý içinde seyran eder. Bütün aðýrlýklarýný Kadîr-i Mutlak'ýn yed-i kudretine emanet eder, rahatla dünyadan geçer, berzahta istirahat eder. Sonra saadet-i ebediyeye girmek için Cennet'e uçabilir. Yoksa tevekkül etmezse, dünyanýn aðýrlýklarý uçmasýna deðil, belki esfel-i sâfilîne çeker. Demek îmân tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni iktiza eder. Fakat yanlýþ anlama. Tevekkül, esbabý bütün bütün reddetmek

 

deðildir. Belki esbabý dest-i kudretin perdesi bilip riayet ederek; esbaba teþebbüs ise, bir nevi dua-i fiilî telâkki ederek; müsebbebatý yalnýz Cenâb-ý Hak'tan istemek ve neticeleri Ondan bilmek ve Ona minnettar olmaktan ibarettir.

 

Tevekkül eden ve etmeyenin misâlleri, þu hikâyeye benzer:

 

Vaktiyle iki adam hem bellerine, hem baþlarýna aðýr yükler yüklenip, büyük bir sefineye bir bilet alýp girdiler. Birisi girer girmez yükünü gemiye býrakýp, üstünde oturup nezaret eder. Diðeri hem ahmak, hem maðrur olduðundan yükünü yere býrakmýyor. Ona denildi: «Aðýr yükünü gemiye býrakýp rahat et.» O dedi: «Yok, ben býrakmayacaðým. Belki zâyî' olur. Ben kuvvetliyim. Malýmý, belimde ve baþýmda muhafaza edeceðim.» Yine ona denildi: «Bizi ve sizi kaldýran þu emniyetli sefine-i Sultaniye daha kuvvetlidir. Daha ziyade iyi muhafaza eder. Belki baþýn döner, yükün ile beraber denize düþersin. Hem gittikçe kuvvetten düþersin. Þu bükülmüþ belin, þu akýlsýz baþýn gittikçe aðýrlaþan þu yüklere takat getiremeyecek. Kaptan dahi eðer seni bu halde görse, ya divânedir diye seni tardedecek. Ya haindir, gemimizi ittiham ediyor, bizimle istihza ediyor, hapis edilsin, diye emredecektir. Hem herkese maskara olursun. Çünki ehl-i dikkat nazarýnda, za'fý gösteren tekebbürün ile, aczi gösteren gururun ile, riyâ yý ve zilleti gösteren tasannuun ile kendini halka mudhike yaptýn. Herkes sana gülüyor.» denildikten sonra o bîçârenin aklý baþýna geldi. Yükünü yere koydu, üstünde oturdu. «Oh!.. Allah

 

sh: » (S: 329)

 

senden razý olsun. Zahmetten, hapisten, maskaralýktan kurtuldum.» dedi.

 

Ýþte ey tevekkülsüz insan! Sen de bu adam gibi aklýný baþýna al, tevekkül et. Tâ bütün kâinatýn dilenciliðinden ve her hâdisenin karþýsýnda titremekten ve hodfüruþluktan ve maskaralýktan ve þekavet-i uhreviyeden ve tazyikat-ý dünyeviye hapsinden kurtulasýn.

 

DÖRDÜNCÜ NOKTA: Ýman, insaný insan eder. Belki insaný sultan eder. Öyle ise, insanýn vazife-i asliyesi, îmân ve duadýr. Küfür, insaný gâyet âciz bir canavar hayvan eder.

 

Þu mes'elenin binler delillerinden yalnýz hayvan ve insanýn dünyaya gelmelerindeki farklarý, o mes'eleye vâzýh bir delildir ve bir bürhân-ý kâtî'dýr. Evet insâniyet, îman ile insâniyyet olduðunu; insan ile hayvanýn dünyaya geliþindeki farklarý gösterir. Çünki hayvan dünyaya geldiði vakit âdeta baþka bir âlemde tekemmül etmiþ gibi istidadýna göre mükemmel olarak gelir, yâni gönderilir. Ya iki saatte, ya iki günde veya iki ayda, bütün þerait-i hayatiyesini ve kâinatla olan münasebetini ve kavanin-i hayatýný öðrenir, meleke sahibi olur. Ýnsanýn yirmi senede kazandýðý iktidar-ý hayatiyeyi ve meleke-i ameliyeyi, yirmi günde serçe ve arý gibi bir hayvan tahsil eder, yâni ona ilham olunur. Demek hayvanýn vazife-i asliyesi; taallümle tekemmül etmek deðildir ve mârifet kesbetmekle terakki etmek deðildir ve aczini göstermekle meded istemek, dua etmek deðildir. Belki vazifesi; istidadýna göre taammüldür, amel etmektir, ubûdiyet-i fiiliyedir. Ýnsan ise dünyaya geliþinde herþeyi öðrenmeye muhtaç ve hayat kanunlarýna câhil, hattâ yirmi senede tamamen þerait-i hayatý öðrenemiyor. Belki âhir-i ömrüne kadar öðrenmeye muhtaç, hem gâyet âciz ve zaîf bir Sûrette dünyaya gönderilip bir-iki senede ancak ayaða kalkabiliyor. Onbeþ senede ancak zarar ve menfaatý farkeder. Hayat-ý beþeriyenin muavenetiyle, ancak menfaatlarýný celb ve zararlardan sakýnabilir. Demek ki, insanýn vazife-i fýtriyesi; taallümle tekemmüldür, dua ile ubûdiyyettir. Yâni: "Kimin merhametiyle böyle hakîmane idare olunuyorum? Kimin keremiyle böyle müþfikane terbiye olunuyorum? Nasýl birisinin lütuflarýyla böyle nazeninane besleniyorum ve idare ediliyorum?" bilmektir ve binden ancak birisine eli yetiþemediði hâcâtýna dair Kadý-ül Hâcât'a lisan-ý acz ve fakr ile yalvarmaktýr ve istemek ve dua etmektir. Yâni aczin ve fakrýn cenahlarýyla makam-ý a'lâ-yý ubudiyyete uçmaktýr.

 

 

 

sh: » (S: 330)

 

Demek insan bu âleme ilim ve dua vasýtasýyla tekemmül etmek için gelmiþtir. Mahiyet ve istidad itibariyle herþey ilme baðlýdýr. Ve bütün ulûm-u hakikiyyenin esâsý ve madeni ve nuru ve ruhu; Mârifetullahtýr ve onun üss-ül esâsý da Ýman-ý Billahtýr.

 

Hem insan, nihayetsiz acziyle nihayetsiz beliyyata maruz ve hadsiz a'danýn hücumuna mübtelâ ve nihayetsiz fakrýyla beraber nihayetsiz hâcâta giriftar ve nihayetsiz metâlibe muhtaç olduðundan, vazife-i asliye-i fýtriyesi, îmândan sonra «dua»dýr. Dua ise, esâs-ý ubûdiyettir. Nasýl bir çocuk, eli yetiþmediði bir meramýný, bir arzusunu elde etmek için, ya aðlar, ya ister. Yâni ya fiilî, ya kavlî lisan-ý acziyle bir dua eder. Maksûduna muvaffak olur. Öyle de: Ýnsan bütün zîhayat âlemi içinde nazik, nâzenin, nâzdar bir çocuk hükmündedir. Rahmanürrahîm'in dergâhýnda; ya za'f ve acziyle aðlamak veya fakr ve ihtiyacýyla dua etmek gerektir. Tâ ki, makasýdý ona müsahhar olsun veya teshirin þükrünü edâ etsin. Yoksa bir sinekten vaveylâ eden ahmak ve haylaz bir çocuk gibi; «Ben kuvvetimle bu kabil-i teshir olmayan ve bin derece ondan kuvvetli olan acib þeyleri teshir ediyorum ve fikir ve tedbirimle kendime itaat ettiriyorum.» deyip küfrân-ý nimete sapmak, insâniyyetin fýtrat-ý asliyyesine zýd olduðu gibi, þiddetli bir azaba kendini müstehak eder.

 

BEÞÝNCÝ NOKTA: Ýman duayý bir vesile-i kat'iye olarak iktiza ettiði ve fýtrat-ý insâniyye, onu þiddetle istediði gibi; Cenâb-ý Hak dahi «Duanýz olmazsa ne ehemmiyetiniz var?» mealinde

 

قُلْ مَا يَعْبَؤُا بِكُمْ رَبِّى لَوْلاَ دُعَآؤُكُمْ ferman ediyor. Hem اُدْعُونِى اَسْتَجِبْ لَكُمْ emrediyor.

 

Eðer desen: «Bir çok defa dua ediyoruz, kabûl olmuyor. Halbuki, âyet umumîdir.. her duaya cevab var ifade ediyor.»

 

Elcevab: Cevab vermek ayrýdýr, kabûl etmek ayrýdýr. Her dua için cevab vermek var; fakat kabûl etmek, hem ayn-ý matlubu vermek Cenâb-ý Hakk'ýn hikmetine tâbi'dir. Meselâ: Hasta bir çocuk çaðýrýr: «Ya Hekim! Bana bak.» Hekim: «Lebbeyk» der.. «Ne istersin cevab ver?» Çocuk: «Þu ilâcý ver bana» der. Hekim ise; ya aynen istediðini verir, yahut onun maslahatýna binaen ondan daha iyi-

 

 

 

sh: » (S: 331)

 

sini verir, yahut hastalýðýna zarar olduðunu bilir, hiç vermez. Ýþte Cenâb-ý Hak, Hakîm-i Mutlak hâzýr, nâzýr olduðu için, abdin duasýna cevab verir. Vahþet ve kimsesizlik dehþetini, huzuruyla ve cevabýyla ünsiyete çevirir. Fakat insanýn hevaperestane ve heveskârane tahakkümüyle deðil, belki hikmet-i Rabbâniyenin iktizasýyla ya matlûbunu veya daha evlâsýný verir veya hiç vermez.

 

Hem, dua bir ubûdiyyettir. Ubudiyyet ise semeratý uhreviyyedir. Dünyevî maksadlar ise, o nevi dua ve ibâdetin vakitleridir. O maksadlar, gayeleri deðil. Meselâ: Yaðmur namazý ve duasý bir ibâdettir. Yaðmursuzluk, o ibâdetin vaktidir. Yoksa o ibâdet ve o dua, yaðmuru getirmek için deðildir. Eðer sýrf o niyyet ile olsa; o dua, o ibâdet hâlis olmadýðýndan kabûle lâyýk olmaz. Nasýlki güneþin gurubu, akþam namazýnýn vaktidir. Hem Güneþ'in ve Ay'ýn tutulmalarý, küsuf ve husuf namazlarý denilen iki ibâdet-i mahsusanýn vakitleridir. Yâni gece ve gündüzün nuranî âyetlerinin nikablanmasýyla bir âzamet-i Ýlahiyeyi ilâna medâr olduðundan, Cenâb-ý Hak ibâdýný o vakitte bir nevi ibâdete davet eder. Yoksa o namaz, (açýlmasý ve ne kadar devam etmesi, müneccim hesabýyla muayyen olan) Ay ve Güneþ'in husuf ve küsuflarýnýn inkiþaflarý için deðildir. Ayný onun gibi; yaðmursuzluk dahi, yaðmur namazýnýn vaktidir. Ve beliyyelerin istilâsý ve muzýr þeylerin tasallutu, Bâzý dualarýn evkât-ý mahsusalarýdýr ki; insan o vakitlerde aczini anlar, dua ile niyaz ile Kadîr-i Mutlak'ýn dergâhýna iltica eder. Eðer dua çok edildiði halde beliyyeler def'olunmazsa denilmeyecek ki: «Dua kabûl olmadý.» Belki denilecek ki: «Duanýn vakti, kazâ olmadý.» Eðer Cenâb-ý Hak fazl ve keremiyle belayý ref'etse; nurun alâ nur.. o vakit dua vakti biter, kaza olur. Demek dua, bir sýrr-ý ubudiyyettir.

 

Ubudiyyet ise, hâlisen livechillah olmalý. Yalnýz aczini izhar edip, dua ile ona iltica etmeli. Rububiyyetine karýþmamalý. Tedbiri ona býrakmalý. Hikmetine itimad etmeli. Rahmetini ittiham etmemeli. Evet hakikat-ý halde âyât-ý beyyinâtýn beyânýyla sâbit olan: Bütün mevcûdât, herbirisi birer mahsus tesbih ve birer husûsî ibâdet, birer has secde ettikleri gibi; bütün kâinattan dergâh-ý Ýlahiyeye giden, bir duadýr. Ya istidad lisaniyledir. (Bütün nebâtatýn dualarý gibi ki; herbiri lisan-ý istidadýyla Feyyaz-ý Mutlak'tan bir Sûret taleb ediyorlar ve Esmâsýna bir mazhariyyet-i münkeþife istiyorlar.) Veya ihtiyac-ý fýtrî lisanýyladýr. (Bütün zîhayatýn, iktidarlarý dâhilinde olmayan hâcât-ý zaruriyyeleri için dualarýdýr ki; her

 

 

 

sh: » (S: 332)

 

birisi o ihtiyâc-ý fýtrî lisanýyla Cevvad-ý Mutlak'tan idame-i hayatlarý için bir nevi rýzýk hükmünde Bâzý metâlibi istiyorlar.) Veya lisan-ý ýzdýrarýyla bir duadýr ki: Muztar kalan herbir zîruh; kat'î bir iltica ile dua eder, bir hâmi-i meçhulüne iltica eder, belki Rabb-ý Rahîm'ine teveccüh eder. Bu üç nevi dua, bir mâni olmazsa daima makbuldür.

 

Dördüncü nevi ki; en meþhurudur, bizim duamýzdýr. Bu da iki kýsýmdýr; Biri, fiilî ve hâlî; diðeri, kalbî ve kâlîdir. Meselâ: Esbaba teþebbüs, bir dua-yý fiilîdir. Esbabýn içtimaý; müsebbebi îcad etmek için deðil, belki lisan-ý hal ile müsebbebi Cenâb-ý Hak'tan istemek için bir vaziyyet-i marziyye almaktýr. Hattâ çift sürmek hazine-i rahmet kapýsýný çalmaktýr. Bu nevi dua-yý fiilî, Cevvad-ý Mutlak'ýn isim ve ünvanýna müteveccih olduðundan, kabûle mazhariyyeti ekseriyyet-i mutlakadýr. Ýkinci kýsým; lisan ile kalb ile dua etmektir. Eli yetiþmediði bir kýsým metâlibi istemektir. Bunun en mühim ciheti, en güzel gayesi, en tatlý meyvesi þudur ki: «Dua eden adam anlar ki: Birisi var; onun hâtýrât-ý kalbini iþitir, herþeye eli yetiþir, her bir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrýna meded eder.»

 

Ýþte ey âciz insan ve ey fakir beþer! Dua gibi hazine-i rahmetin anahtarý ve tükenmez bir kuvvetin medârý olan bir vesileyi elden býrakma, ona yapýþ, â'lâ-yý illiyyîn-i insâniyete çýk. Bir sultan gibi bütün kâinatýn dualarýný, kendi duan içine al. Bir abd-i küllî ve bir vekil-i umumî gibi اِيَّاكَ نَسْتَعِينُ de. Kâinâtýn güzel bir takvimi ol.

 

* * *

 

sh: » (S: 333)

 

Ýkinci Mebhas

 

ÝNSANIN SAADET VE ÞEKAVETÝNE MEDâR BEÞ NÜKTEDEN ÝBARETTÝR.

 

[Ýnsan ahsen-i takvimde yaratýldýðý ve ona gâyet câmi' bir istidad verildiði için; esfel-i sâfilînden tâ a'lâ-yý illiyyîne, ferþten tâ arþa, zerreden tâ þemse kadar dizilmiþ olan makamâta, merâtibe, derecâta, derekâta girebilir ve düþebilir bir meydan-ý imtihana atýlmýþ, nihayetsiz sukut ve suûda giden iki yol onun önünde açýlmýþ bir mu'cize-i kudret ve netice-i hilkat ve acube-i san'at olarak þu dünyaya gönderilmiþtir. Ýþte insanýn þu dehþetli terakki ve tedennisinin sýrrýný «Beþ Nükte»de Beyân edeceðiz.]

 

BÝRÝNCi NÜKTE: Ýnsan, kâinatýn ekser enva'ýna muhtaç ve alâkadardýr. Ýhtiyâcâtý âlemin her tarafýna daðýlmýþ, arzularý ebede kadar uzanmýþ... Bir çiçeði istediði gibi, koca bir baharý da ister. Bir bahçeyi arzu ettiði gibi, ebedî Cennet'i de arzu eder. Bir dostunu görmeðe müþtak olduðu gibi, Cemîl-i Zülcelâl'i de görmeye müþtaktýr. Baþka bir menzilde duran bir sevdiðini ziyaret etmek için o menzilin kapýsýný açmaya muhtaç olduðu gibi; berzaha göçmüþ yüzde doksandokuz ahbabýný ziyaret etmek ve firak-ý ebedîden kurtulmak için koca dünyanýn kapýsýný kapayacak ve bir mahþer-i acâib olan âhiret kapýsýný açacak, dünyayý kaldýrýp âhireti yerine kuracak ve koyacak bir Kadîr-i Mutlak'ýn dergâhýna ilticaya muhtaçtýr. Ýþte þu vaziyette bir insana hakikî Mâbud olacak; yalnýz, herþeyin dizgini elinde, herþeyin hazinesi yanýnda, herþeyin yanýnda nâzýr, her mekânda hâzýr, mekândan münezzeh, acizden müberra, kusurdan mukaddes, nakýstan muallâ bir Kadîr-i Zülcelâl, bir Rahîm-i Zülcemâl, bir Hakîm-i Zülkemâl olabilir. Çünki nihayetsiz hâcât-ý insâniyyeyi ihsan edecek, ancak nihayetsiz bir kudret ve muhit bir ilim sahibi olabilir. Öyle ise, Mâbudiyyete lâyýk yalnýz Odur.

 

 

 

sh: » (S: 334)

 

Ýþte ey insan! Eðer yalnýz Ona abd olsan, bütün mahlûkat üstünde bir mevki kazanýrsýn. Eðer ubûdiyetten istinkâf etsen, âciz mahlûkata zelil bir abd olursun. Eðer enaniyyetine ve iktidarýna güvenip tevekkül ve duayý býrakýp, tekebbür ve dâvaya sapsan; o vakit iyilik ve icad cihetinde arý ve karýncadan daha aþaðý, örümcek ve sinekten daha zaîf düþersin. Þer ve tahrib cihetinde; daðdan daha aðýr, tâundan daha mûzýr olursun.

 

Evet ey insan! Sende iki cihet var: Birisi, icad ve vücud ve hayýr ve müsbet ve fiil cihetidir. Diðeri; tahrib, adem, þer, nefy, infial cihetidir. Birinci cihet îtibariyle; arýdan, serçeden aþaðý.. sinekten, örümcekten daha zaîfsin. Ýkinci cihet îtibariyle; dað, yer, göklerden geçersin. Onlarýn çekindiði ve izhâr-ý acz ettikleri bir yükü kaldýrýrsýn. Onlardan daha geniþ, daha büyük bir daire alýrsýn. Çünki sen iyilik ve îcad ettiðin vakit, yalnýz vüs'atin nisbetinde, elin ulaþacak derecede, kuvvetin yetiþecek mertebede iyilik ve icad edebilirsin. Eðer fenalýk ve tahrib etsen, o vakit fenalýðýn tecavüz ve tahribin intiþar eder:

 

Meselâ: Küfür bir fenalýktýr, bir tahribdir, bir adem-i tasdiktir. Fakat o tek seyyie; bütün kâinatýn tahkirini ve bütün Esmâ-i Ýlahiyenin tezyifini, bütün insâniyyetin terzilini tâzammun eder. Çünki þu mevcûdâtýn âlî bir makamý, ehemmiyetli bir vazifesi vardýr. Zira onlar, mektûbât-ý Rabbâniye ve meraya-yý Sübhaniye ve memurîn-i Ýlahiyedirler. Küfür ise; onlarý âyinedârlýk ve vazifedârlýk ve mânidarlýk makamýndan düþürüp, abesiyyet ve tesadüfün oyuncaðý derekesine ve zeval ve firakýn tahribiyle çabuk bozulup deðiþen mevadd-ý fâniyeye ve ehemmiyetsizlik, kýymetsizlik, hiçlik mertebesine indirdiði gibi.. bütün kâinatta ve mevcûdâtýn âyinelerinde nakýþlarý ve cilveleri ve cemâlleri görünen Esmâ-i Ýlahiyyeyi inkâr ile tezyif eder. Ve insanlýk denilen, bütün Esmâ-i Kudsiye-i Ýlahiyenin cilvelerini güzelce ilân eden bir kaside-i manzume-i hikmet ve bir þecere-i bâkiyenin cihazatýný câmi' çekirdek-misâl bir mu'cize-i kudret-i bâhire ve emanet-i kübrâyý uhdesine almakla yer, gök, daða tefevvuk eden ve melâikeye karþý rüchaniyyet kazanan bir sahib-i mertebe-i hilâfet-i arziyeyi; en zelil bir hayvân-ý fâni-i zâilden daha zelil, daha zaîf, daha âciz, daha fakir bir derekeye atar. Ve mânâsýz, karmakarýþýk, çabuk bozulur bir âdi levha derekesine indirir.

 

 

 

sh: » (S: 335)

 

Elhasýl: Nefs-i emmâre tahrib ve þer cihetinde nihayetsiz cinâyet iþleyebilir, fakat îcad ve hayýrda iktidarý pek azdýr ve cüz'îdir. Evet, bir hâneyi bir günde harab eder, yüz günde yapamaz. Lâkin eðer enaniyyeti býraksa, hayrý ve vücudu tevfik-i Ýlahiyyeden istese, þer ve tahribden ve nefse itimaddan vazgeçse, istiðfar ederek tam abd olsa; o vakit يُبَدِّلُ اللَّهُ سَيِّئَاتِهِمْ حَسَنَاتٍ sýrrýna mazhar olur. Ondaki nihayetsiz kabiliyet-i þer, nihayetsiz kabiliyet-i hayra inkýlâb eder. Ahsen-i takvim kýymetini alýr, a'lâ-yý illiyyîne çýkar.

 

Ýþte ey gafil insan! Bak Cenâb-ý Hakk'ýn fazlýna ve keremine! Seyyieyi bir iken bin yazmak, haseneyi bir yazmak veya hiç yazmamak adâlet olduðu halde; bir seyyieyi bir yazar, bir haseneyi on, bâzan yetmiþ, bâzan yediyüz, bâzan yedi bin yazar. Hem þu nükteden anla ki; o müdhiþ Cehennem'e girmek ceza-yý ameldir, ayn-ý adildir. Fakat Cennet'e girmek, mahz-ý fazýldýr.

 

ÝKÝNCÝ NÜKTE: Ýnsanda iki vecih var. Birisi, enaniyyet cihetinde þu hayat-ý dünyeviyyeye nâzýrdýr. Diðeri ubûdiyet cihetinde hayat-ý ebediyeye bakar. Evvelki vecih itibariyle öyle bir bîçare mahluktur ki; sermayesi yalnýz ihtiyardan bir þa're (saç) gibi cüz'î bir cüz'-i ihtiyârî ve iktidardan zaîf bir kesb ve hayattan çabuk söner bir þu'le ve ömürden çabuk geçer bir müddetçik ve mevcûdiyetten çabuk çürür küçük bir cisimdir. O hâliyle beraber kâinatýn tabakatýnda serilmiþ hadsiz envâ'ýn hesabsýz efradýndan nazik zaîf bir ferd olarak bulunuyor.

 

Ýkinci vecih îtibariyle ve bilhassa ubudiyyete müteveccih acz ve fakr cihetinde pek büyük bir vüs'ati var. Pek büyük bir ehemmiyeti bulunuyor. Çünki Fâtýr-ý Hakîm, insanýn mahiyet-i mâneviyyesinde nihayetsiz azîm bir acz ve hadsiz cesîm bir fakr dercetmiþtir. Tâ ki, kudreti nihayetsiz bir Kadîr-i Rahîm ve gýnasý nihayetsiz bir Ganiyy-i Kerîm bir Zâtýn hadsiz tecelliyatýna câmi' geniþ bir âyine olsun.

 

Evet insan bir çekirdeðe benzer. Nasýlki o çekirdeðe kudretten mânevî ve ehemmiyetli cihazat ve kaderden ince ve kýymetli proðram verilmiþ. Tâ ki, toprak altýnda çalýþýp, tâ o dar âlemden çýkýp, geniþ olan hava âlemine girip, Hâlýkýndan istidad lisanýyla bir aðaç

 

 

 

sh: » (S: 336)

 

olmasýný isteyip, kendine lâyýk bir kemâl bulsun. Eðer o çekirdek, sû'-i mizacýndan dolayý ona verilen cihâzât-ý mânevîyyeyi, toprak altýnda Bâzý mevadd-ý muzýrrâyý celbine sarfetse; o dar yerde kýsa bir zamanda faidesiz tefessüh edip çürüyecektir. Eðer o çekirdek, o mânevî cihazatýný فَالِقُ اْلحَبِّ وَالنَّوَى nýn emr-i tekvinîsini imtisâl edip hüsn-ü istimâl etse; o dar âlemden çýkacak, meyvedâr koca bir aðaç olmakla küçücük cüz'î hakikatý ve ruh-u mânevîsi, büyük bir hakikat-ý külliye Sûretini alacaktýr. Ýþte aynen onun gibi; insanýn mahiyetine, kudretten ehemmiyetli cihâzât ve kaderden kýymetli proðramlar tevdi edilmiþ. Eðer insan, þu dar âlem-i arzîde, hayat-ý dünyyeviye topraðý altýnda o cihazat-ý mâneviyyesini nefsin hevesâtýna sarfetse; bozulan çekirdek gibi bir cüz'î telezzüz için kýsa bir ömürde, dar bir yerde ve sýkýntýlý bir halde çürüyüp tefessüh ederek, mes'uliyyet-i mâneviyyeyi bedbaht ruhuna yüklenecek, þu dünyadan göçüp gidecektir.

 

Eðer o istidad çekirdeðini Ýslâmiyet suyu ile, îmânýn ziyâsýyla ubûdiyet topraðý altýnda terbiye ederek, evâmir-i Kur'aniyeyi imtisâl edip cihâzât-ý mânevîyyesini hakikî gayelerine tevcih etse, elbette âlem-i misâl ve berzahta dal ve budak verecek ve âlem-i âhiret ve Cennet'te hadsiz kemâlât ve nimetlere medâr olacak bir þecere-i bâkiyenin ve bir hakikât-ý dâimenin cihâzâtýna câmi' kýymettar bir çekirdek ve revnakdar bir makine ve bu þecere-i kâinatýn mübarek ve münevver bir meyvesi olacaktýr.

 

Evet hakikî terakki ise; insana verilen kalb, sýr, ruh, akýl hattâ hayal ve sâir kuvvelerin hayat-ý ebediyeye yüzlerini çevirerek, herbiri kendine lâyýk hususî bir vazife-i ubûdiyyet ile meþgul olmaktadýr. Yoksa ehl-i dalaletin terakki zannettikleri, hayat-ý dünyeviyýenin bütün inceliklerine girmek ve zevklerinin her çeþitlerini, hattâ en süflisini tatmak için bütün letâifini ve kalb ve aklýný nefs-i emmâreye müsahhar edip yardýmcý verse; o terakki deðil, sukuttur. Þu hakikati bir vâkýa-i hayâliyyede, þöyle bir temsilde gördüm ki:

 

Ben büyük bir þehre giriyorum. Baktým ki, o þehirde büyük saraylar var. Bâzý saraylarýn kapýsýna bakýyorum, gâyet þenlik, parlak bir tiyatro gibi nazar-ý dikkati celbeder, herkesi eðlendirir bir cazibedârlýk vardý. Dikkat ettim ki, o sarayýn efendisi kapý-

 

 

 

sh: » (S: 337)

 

ya gelmiþ, it ile oynuyor ve oynamasýna yardým ediyor. Hanýmlar, yabanî gençlerle tatlý sohbetler ediyorlar. Yetiþmiþ kýzlar dahi, çocuklarýn oynamasýný tanzim ediyorlar. Kapýcý da onlara kumandanlýk eder gibi bir aktör tavrýný almýþ. O vakit anladým ki, o koca sarayýn içerisi bomboþ. Hep nazik vazifeler muattal kalmýþ. Ahlâklarý sukut etmiþ ki, kapýda bu Sûreti almýþlardýr.

 

Sonra geçtim, bir büyük saraya daha rast geldim. Gördüm ki; kapýda uzanmýþ vefadar bir it ve kaba, sert, sâkin bir kapýcý ve sönük bir vaziyet vardý. Merak ettim. Ne için o öyle? Bu böyle? Ýçeriye girdim. Baktým ki, içerisi çok þenlik... Daire daire üstünde, ayrý ayrý nazik vazifeler ile saray ehli meþguldürler. Birinci dairedeki adamlar sarayýn idaresini, tedbirini görüyorlar. Üstündeki dairede kýzlar, çocuklar ders okuyorlar. Daha üstünde hanýmlar, gâyet lâtif san'atlar, güzel nakýþlarla iþtigal ediyorlar. En yukarýda efendi, padiþahla muhabere edip halkýn istirahâtýný temin için ve kendi kemâlâtý ve terakkiyâtý için kendine has ve ulvî vazifeler ile iþtigal ediyor gördüm. Ben onlara görünmediðim için, «Yasak» demediler, gezebildim. Sonra çýktým, baktým. O þehrin her tarafýnda bu iki kýsým saraylar var. Sordum dediler: «O kapýsý þenlik ve içi boþ saraylar, kâfirlerin ileri gelenlerinindir ve ehl-i dalâletindir. Diðerleri, namuslu müslüman büyüklerinindir.» Sonra bir köþede bir saraya rast geldim. Üstünde «SAÝD» ismini gördüm. Merak ettim. Daha dikkat ettim, Sûretimi üstünde gördüm gibi bana geldi. Kemâl-i taaccübümden baðýrarak, aklým baþýma geldim, ayýldým.

 

Ýþte o vakýa-i hayaliyyeyi sana tâbir edeceðim. Allah hayýr etsin.

 

Ýþte o þehir ise, hayat-ý içtimaiyye-i beþeriye ve medine-i medeniyyet-i insâniyyedir. O saraylarýn herbirisi, birer insandýr. O saray ehli ise; insandaki göz, kulak, kalb, sýr, ruh, akýl gibi letâif ve nefs ve heva ve kuvve-i þeheviye ve kuvve-i gazabiyye gibi þeylerdir. Herbir insanda her bir lâtifenin ayrý ayrý vazife-i ubûdiyetleri var. Ayrý ayrý lezzetleri, elemleri var. Nefis ve heva, kuvve-i þeheviyye ve gazabiyye, bir kapýcý ve it hükmündedirler. Ýþte o yüksek letâifi, nefis ve hevaya müsahhar etmek ve vazife-i asliyyelerini unutturmak, elbette sukuttur, terakki deðildir. Sâir cihetleri sen tâbir edebilirsin.

 

ÜÇÜNCÜ NÜKTE: Ýnsan, fiil ve amel cihetinde ve sa'y-i maddî itibariyle zaîf bir hayvandýr, âciz bir mahluktur. Onun o cihette-

 

 

 

sh: » (S: 338)

 

ki daire-i tasarrufatý ve mâlikiyeti o kadar dardýr ki; elini uzatsa ona yetiþebilir. Hattâ, insanýn eline dizginini veren hayvanât-ý ehliye, insanýn za'f ve acz ve tenbelliðinden birer hisse almýþlardýr ki; yâbâni emsallerine kýyas edildikleri vakit, azîm fark görünür (Ehlî keçi ve öküz, yabanî keçi ve öküz gibi). Fakat o insan, infial ve kabûl ve dua ve sual cihetinde, þu düya hanýnda aziz bir yolcudur. Ve öyle bir Kerîm'e misafir olmuþ ki nihayetsiz rahmet hazinelerini ona açmýþ. Ve hadsiz bedi' masnuatýný ve hizmetkârlarýný ona müsahhar etmiþ. Ve o misafirin tenezzühüne ve temaþasýna ve istifadesine öyle büyük bir daire açýp müheyya etmiþtir ki; o dairenin nýsf-ý kutru -yâni merkezden muhit hattýna kadar- gözün kestiði miktar, belki hayalin gittiði yere kadar geniþtir ve uzundur.

 

Ýþte eðer insan, enaniyetine istinad edip hayat-ý dünyeviyyeyi gaye-i hayâl ederek derd-i maiþet içinde muvakkat Bâzý lezzetler için çalýþsa, gâyet dar bir daire içinde boðulur gider. Ona verilen bütün cihâzât ve âlât ve letâif, ondan þikâyet ederek haþirde onun aleyhinde þehadet edeceklerdir.

 

Ve dâvacý olacaklardýr. Eðer kendini misafir bilse, misafir olduðu Zât-ý Kerim'in izni dairesinde sermaye-i ömrünü sarfetse, öyle geniþ bir daire içinde uzun bir hayat-ý ebediye için güzel çalýþýr ve teneffüs edip istirahat eder. Sonra, a'lâ-yý illiyyîne kadar gidebilir. Hem de bu insana verilen bütün cihazat ve âlât, ondan memnun olarak âhirette lehinde þehadet ederler. Evet insana verilen bütün cihâzât-ý acîbe, bu ehemmiyetsiz hayat-ý dünyyeviye için deðil; belki, pek ehemmiyetli bir hayat-ý bâkiye için verilmiþler. Çünki insaný hayvana nisbet etsek görüyoruz ki: Ýnsan, cihâzât ve âlât itibariyle çok zengindir. Yüz derece hayvandan daha ziyadedir. Hayat-ý dünyeviye lezzetinde ve hayvanî yaþayýþýnda yüz derece aþaðý düþer. Çünki her gördüðü lezzetinde, bir elem izi vardýr. Geçmiþ zamanýn elemleri ve gelecek zamanýn korkularý ve herbir lezzetin dahi elem-i zevali, onun zevklerini bozuyor ve lezzetinde bir iz býrakýyor. Fakat hayvan öyle deðil. Elemsiz bir lezzet alýr, kedersiz bir zevk eder. Ne geçmiþ zamanýn elemleri onu incitir, ne de gelecek zamanýn korkularý onu ürkütür. Rahatla yaþar, yatar, Hâlýkýna þükreder.

 

Demek Ahsen-i Takvim Sûretinde yaratýlan insan, hayat-ý dünyeviyeye hasr-ý fikr etse; yüz derece sermayece hayvandan yüksek olduðu halde, yüz derece serçe kuþu gibi bir hayvandan aþaðý dü-

 

 

 

sh: » (S: 339)

 

þer. Baþka bir yerde bir temsil ile bu hakikatý Beyân etmiþtim. Münasebet geldi, yine o temsili tekrar ediyorum. Þöyle ki:

 

Bir adam, bir hizmetkârýna on altýn verip «Mahsus bir kumaþtan bir kat elbise yaptýr» emreder. Ýkincisine, bin altýn verir, bir pusula içinde Bâzý þeyler yazýlý o hizmetkârýn cebine koyar, bir pazara gönderir. Evvelki hizmetkâr on altýn ile a'lâ kumaþtan mükemmel bir elbise alýr. Ýkinci hizmetkâr, divânelik edip, evvelki hizmetkâra bakýp, cebine konulan hesab pusulasýný okumayarak bir dükkâncýya bin altýn vererek bir kat elbise istedi. Ýnsafsýz dükkâncý da kumaþýn en çürüðünden bir kat elbise verdi. O bedbaht hizmetkâr, seyyidinin huzuruna geldi ve þiddetli bir tedib gördü ve dehþetli bir azab çekti. Ýþte edna bir þuuru olan anlar ki, ikinci hizmetkâra verilen bin altýn, bir kat elbise almak için deðildir. Belki mühim bir ticaret içindir.

 

Aynen onun gibi: Ýnsandaki cihazat-ý mâneviye ve letâif-i insâniye ki, herbirisi hayvana nisbeten yüz derece inbisat etmiþ. Meselâ; güzelliðin bütün merâtibini farkeden insan gözü ve taamlarýn bütün çeþit çeþit ezvâk-ý mahsusalarýný temyiz eden insanýn zâika-i lisaniyesi ve hakaikýn bütün inceliklerine nüfuz eden insanýn aklý ve kemâlâtýn bütün enva'ýna müþtak insanýn kalbi gibi sâir cihazlarý, âletleri nerede... Hayvanýn pek basit yalnýz bir-iki mertebe inkiþaf etmiþ âletleri nerede... Yalnýz þu kadar fark var ki; hayvan, kendine has bir amelde (münhasýran o hayvanda bir cihaz-ý mahsus) ziyade inkiþaf eder. Fakat o inkiþaf, hususîdir.

 

Ýnsanýn cihazat cihetiyle zenginliði þu sýrdandýr ki: Akýl ve fikir sebebiyle insanýn hasseleri, duygularý fazla inkiþaf ve inbisat peyda etmiþtir. Ve ihtiyacatýn kesreti sebebiyle çok çeþit çeþit hissiyat peyda olmuþtur. Ve hassasiyeti çok tenevvü etmiþ. Ve fýtratýn câmiiyeti sebebiyle pek çok makasýda müteveccih arzulara medâr olmuþ ve pek çok vazife-i fýtriyesi bulunduðu sebebiyle, âlâ.t ve cihazatý ziyade inbisat peyda etmiþtir. Ve ibâdâtýn bütün enva'ýna müstaid bir fýtratta yaratýldýðý için bütün Kemâlâtýn tohumlarýna câmi' bir istidad verilmiþtir. Ýþte þu derece cihazatça zenginlik ve sermayece kesret, elbette ehemmiyetsiz muvakkat þu hayat-ý dünyeviyenin tahsili için verilmemiþtir. Belki þöyle bir insanýn vazife-i asliyesi, nihayetsiz makasýda müteveccih vezaifini görüp, acz ve fakr ve kusurunu ubûdiyet Sûretinde ilân etmek ve küllî nazarýyla mevcûdâtýn tesbihatýný müþahede ederek þehadet etmek ve ni'metler için-

 

 

 

sh: » (S: 340)

 

de imdadat-ý Rahmâniyyeyi görüp þükretmek ve masnuatta kudret-i Rabbaniyyenin mu'cizâtýný temaþa ederek nazar-ý ibretle tefekkür etmektir.

 

Ey dünya-perest ve hayat-ý dünyeviyeye âþýk ve sýrr-ý ahsen-i takvimden gafil insan! Þu hayat-ý dünyeviyenin hakikatýný bir vâkýâ-i hayâliyyede Eski Said görmüþ. Onu Yeni Said'e döndürmüþ olan þu vâkýâ-i temsiliyeyi dinle:

 

Gördüm ki, ben bir yolcuyum. Uzun bir yola gidiyorum. Yâni gönderiliyorum. Seyyidim olan zât, bana tahsis ettiði altmýþ altýndan tedricen birer miktar para veriyordu. Ben de sarfedip pek eðlenceli bir hana geldim. O handa bir gece içinde on altýný kumara mumara, eðlencelere ve þöhret-perestlik yoluna sarfettim. Sabahleyin elimde hiç bir para kalmadý. Bir ticaret edemedim. Gideceðim yer için bir mal alamadým. Yalnýz o paradan bana kalan elemler, günahlar ve eðlencelerden gelen yaralar, bereler, kederler benim elimde kalmýþtý. Birden ben o hazîn hâlette iken orada bir adam peyda oldu. Bana dedi: "Bütün bütün sermayeni zayi' ettin. Tokata da müstehak oldun. Gideceðin yere de müflis olarak elin boþ gideceksin. Fakat aklýn varsa, tövbe kapýsý açýktýr. Bundan sonra sana verilecek bâki kalan onbeþ altýndan her eline geçtikçe yarýsýný ihtiyaten muhafaza et. Yâni gideceðin yerde sana lâzým olacak Bâzý þeyleri al." Baktým nefsim razý olmuyor. "Üçte birisini" dedi. Ona da nefsim itaat etmedi. Sonra dörtte birisini dedi. Baktým nefsim mübtelâ olduðu âdetini terkedemiyor. O adam hiddetle yüzünü çevirdi gitti.

 

Birden o hâl deðiþti. Baktým ki; ben, tünel içinde sukut eder gibi bir sür'atle giden bir þimendifer içindeyim. Telâþ ettim. Fakat ne çare ki, hiç bir tarafa kaçýlmaz. Garâibden olarak o þimendiferin iki tarafýnda pek cazibedâr çiçekler, leziz meyveler görünüyordu. Ben de akýlsýz acemiler gibi onlara bakýp elimi uzattým. O çiçekleri koparmak, o meyveleri almak için çalýþtým. Fakat o çiçekler ve meyveler, dikenli mikenli, mülâkatýnda elime batýyor, kanatýyor. Þimendiferin gitmesiyle müfarakatýndan elimi parçalýyorlar. Bana pek pahalý düþüyorlardý. Birden þimendiferdeki bir hademe dedi: "Beþ kuruþ ver, sana o çiçek ve meyvelerden istediðin kadar vereceðim. Beþ kuruþ yerine elin parçalanmasýyla yüz kuruþ zarar ediyorsun. Hem de ceza var, izinsiz koparamazsýn." Birden sýkýntýdan ne vakit tünel bitecek diye baþýmý çýkarýp ileriye baktým. Gördüm ki, tünel kapýsý yerine çok delikler görünüyor. O uzun þimendiferden o

 

 

 

sh: » (S: 341)

 

deliklere adamlar atýlýyorlar. Bana mukabil bir delik gördüm. Ýki tarafýnda iki mezar taþý dikilmiþ. Merak ile dikkat ettim. O mezar taþýnda büyük harflerle "SAÝD" ismi yazýlmýþ gördüm. Teessüf ve hayretimden "Eyvah!" dedim. Birden o han kapýsýnda bana nasihat eden zâtýn sesini iþittim. Dedi: "Aklýn baþýna geldi mi?" Dedim: "Evet geldi fakat kuvvet kalmadý, çare yok." Dedi: "Tövbe et, tevekkül et." Dedim: "Ettim!"

 

Ayýldým... Eski Said kaybolmuþ. Yeni Said olarak kendimi gördüm.

 

Ýþte o vâkýâ-i hayâliyyeyi, -Allah hayr etsin- bir-iki kýsmýný ben tâbir edeceðim, sâir cihetleri sen kendin tâbir et.

 

O yolculuk ise; âlem-i ervahtan, rahm-ý maderden, gençlikten, ihtiyarlýktan, kabirden, berzahtan, haþirden, köprüden geçen ebed-ül âbâd tarafýna bir yolculuktur. O altmýþ altýn ise, altmýþ sene ömürdür ki; bu vâkýâyý gördüðüm vakit kendimi kýrkbeþ yaþýnda tahmin ediyordum. Senedim yok, fakat bâki kalan onbeþinden yarýsýný âhirete sarfetmek için Kur'ân-ý Hakîm'in hâlis bir tilmizi beni irþad etti. O han ise, benim için Ýstanbul imiþ. O þimendifer ise, zamandýr. Herbir yýl bir vagondur. O tünel ise, hayat-ý dünyeviyedir. O dikenli çiçekler ve meyveler ise, lezaiz-i nâmeþruadýr ve lehviyat-ý muharremedir ki; mülâkat esnasýnda tasavvur-u zevaldeki elem, kalbi kanatýyor. Müfarakatýnda parçalýyor. Cezayý dahi çektiriyor. Þimendifer hademesi demiþti: "Beþ kuruþ ver, onlardan istediðin kadar vereceðim." Onun tâbiri þudur ki: Ýnsanýn helâl sa'yiyle meþrû dairede gördüðü zevkler, lezzetler, keyfine kâfidir. Harama girmeye ihtiyaç býrakmaz. Sâir kýsýmlarý sen tâbir edebilirsin...

 

DÖRDÜNCÜ NÜKTE: Ýnsan þu kâinat içinde pek nazik ve nazenin bir çocuða benzer. Za'fýnda büyük bir kuvvet ve aczinde büyük bir kudret vardýr. Çünki o za'fýn kuvvetiyle ve aczin kudretiyledir ki, þu mevcûdât ona müsahhar olmuþ. Eðer insan za'fýný anlayýp, kâlen, hâlen, tavren dua etse ve aczini bilip istimdad eylese; o teshirin þükrünü edâ ile beraber matlubuna öyle muvaffak olur ve maksadlarý ona öyle müsahhar olur ki, iktidar-ý zâtîsiyle onun öþr-i mi'þârýna muvaffak olamaz. Yalnýz bâzý vakit lisan-ý hal duasýyla hasýl olan bir matlûbunu yanlýþ olarak kendi iktidarýna hamleder. Meselâ: Tavuðun yavrusunun za'fýndaki kuvvet, tavuðu ars-

 

 

 

sh: » (S: 342)

 

lana saldýrtýr. Yeni dünyaya gelen arslanýn yavrusu, o canavar ve aç arslaný kendine müsahhar edip onu aç býrakýp kendi tok oluyor. Ýþte cây-i dikkat, zaaftaki bir kuvvet ve þâyân-ý temaþa bir cilve-i rahmet...

 

Nasýlki nazdar bir çocuk aðlâmasýyla, ya istemesiyle, ya hazîn haliyle matlûblarýna öyle muvaffak olur ve öyle kavîler ona müsahhar olurlar ki; o matlublardan binden birisine bin defa kuvvetçiðiyle yetiþemez. Demek za'f ve acz, onun hakkýnda þefkat ve himayeti tahrik ettikleri için küçücük parmaðýyla kahramanlarý kendine müsahhar eder. Þimdi böyle bir çocuk, o þefkati inkâr etmek ve o himayeti ittiham etmek Sûretiyle ahmakane bir gurur ile «Ben kuvvetimle bunlarý teshir ediyorum» dese, elbette bir tokat yiyecektir.

 

Ýþte insan dahi Hâlýkýnýn rahmetini inkâr ve hikmetini ittiham edecek bir tarzda küfran-ý nimet Sûretinde Kârun gibi اِنَّمَا اُوتِيتُهُ عَلَى عِلْمٍ yâni: «Ben kendi ilmimle, kendi iktidarýmla kazandým» dese, elbette sille-i azaba kendini müstehak eder. Demek þu meþhud saltanat-ý insâniyyet ve terakkiyat-ý beþeriye ve Kemâlât-ý medeniyet; celb ile deðil, galebe ile deðil, cidal ile deðil, belki ona onun za'fý için teshir edilmiþ, onun aczi için ona muavenet edilmiþ, onun fakrý için ona ihsan edilmiþ, onun cehli için ona ilham edilmiþ, onun ihtiyacý için ona ikram edilmiþ. Ve o saltanatýn sebebi, kuvvet ve iktidar-ý ilmî deðil, belki þefkat ve re'fet-i Rabbaniyye ve rahmet ve hikmet-i Ýlahiyedir ki; eþyayý ona teshir etmiþtir. Evet, bir gözsüz akrep ve ayaksýz bir yýlan gibi haþerâta maðlûb olan insana, bir küçük kurttan ipeði giydiren ve zehirli bir böcekten balý yediren; onun iktidarý deðil, belki onun za'fýnýn semeresi olan teshir-i Rabbanî ve ikram-ý Rahmanîdir.

 

Ey insan! Mâdem hakikat böyledir; gururu ve enaniyyeti býrak. Ulûhiyetin dergâhýnda acz ve za'fýný, istimdad lisanýyla; fakr ve hâcâtýný, tazarru' ve dua lisanýyla ilân et ve abd olduðunu göster. Ve حَسْبُنَا اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ de, yüksel.

 

Hem deme ki: «Ben hiçim; ne ehemmiyetim var ki, bu kâinat bir Hakîm-i Mutlak tarafýndan kasdî olarak bana teshir edilsin, benden bir þükr-ü küllî istenilsin?»

 

 

 

sh: » (S: 343)

 

Çünki sen çendan, nefsin ve Sûretin itibariyle hiç hükmündesin. Fakat vazife ve mertebe noktasýnda, sen þu haþmetli kâinatýn dikkatli bir seyircisi, þu hikmetli mevcûdâtýn belâgatlý bir lisan-ý nâtýký ve þu kitab-ý âlemin anlayýþlý bir mütalâacýsý ve þu tesbih eden mahlûkatýn hayretli bir nâzýrý ve þu ibâdet eden masnuatýn hürmetli bir ustabaþýsý hükmündesin.

 

Evet ey insan! Sen, nebatî cismâniyyetin cihetiyle ve hayvanî nefsin itibariyle; sagîr bir cüz, hakir bir cüz'î, fakîr bir mahluk, zaîf bir hayvansýn ki; bütün dehþetli mevcûdât-ý seyyalenin dalgalarý içinde çalkanýp gidiyorsun. Fakat muhabbet-i Ýlahiyyenin ziyasýný tâzammun eden îmânýn nuruyla münevver olan Ýslâmiyetin terbiyesiyle tekemmül edip; insâniyyet cihetinde, abdiyyetin içinde bir sultansýn ve cüz'iyyetin içinde bir küllîsin, küçüklüðün içinde bir âlemsin ve hakaretin içinde öyle makamýn büyük ve daire-i nezaretin geniþ bir nâzýrsýn ki, diyebilirsin: «Benim Rabb-ý Rahîm'im dünyayý bana bir hâne yaptý. Ay ve güneþi, o hâneme bir lâmba; ve baharý, bir deste gül; ve yazý, bir sofra-i nîmet; ve hayvaný, bana hizmetkâr yaptý. Ve nebatâtý, o hânemin zînetli levâzýmâtý yapmýþtýr.»

 

Netice-i kelâm: Sen eðer nefis ve þeytaný dinlersen, esfel-i sâfilîne düþersin. Eðer Hak ve Kur'an'ý dinlersen, a'lâ-yý illiyyîne çýkar, kâinatýn bir güzel takvimi olursun.

 

BEÞÝNCÝ NÜKTE: Ýnsan, þu dünyaya bir memur ve misafir olarak gönderilmiþ, çok ehemmiyetli istidad ona verilmiþ. Ve o istidadata göre ehemmiyetli vazifeler tevdi edilmiþ. Ve insaný, o gayeye ve o vazifelere çalýþtýrmak için, þiddetli teþvikler ve dehþetli tehdidler edilmiþ. Baþka yerde izah ettiðimiz vazife-i insâniyyetin ve ubudiyyetin esâsâtýný þurada icmâl edeceðiz. Tâ ki, «Ahsen-i takvim» sýrrý anlaþýlsýn.

 

Ýþte insan, þu kâinata geldikten sonra «iki cihet ile» ubûdiyeti var: Bir ciheti; gaibane bir Sûrette bir ubûdiyeti, bir tefekkürü var. Diðeri; hâzýrâne, muhatâba Sûretinde bir ubûdiyyeti, bir münacatý vardýr.

 

Birinci vecih þudur ki: Kâinatta görünen saltanat-ý rubûbiyyeti, itaatkârane tasdik edip Kemâlâtýna ve mehâsinine hayretkârane nezaretidir.

 

Sonra, Esmâ-i Kudsiye-i Ýlahiyenin nukuþlarýndan ibaret olan bedi' san'atlarý, birbirinin nazar-ý ibretlerine gösterip dellâllýk ve ilâncýlýktýr.

 

 

 

sh: » (S: 344)

 

Sonra, herbiri birer gizli hazine-i mâneviye hükmünde olan Esmâ-i Rabbâniyenin cevherlerini idrâk terazisiyle tartmak, kalbin kýymet-þinaslýðý ile takdirkârane kýymet vermektir.

 

Sonra kalem-i kudretin mektâbatý hükmünde olan mevcûdât sahifelerini, arz ve semâ yapraklarýný mütalâa edip hayretkârane tefekkürdür.

 

Sonra, þu mevcûdâttaki zînetleri ve lâtif san'atlarý istihsankârâne temaþa etmekle onlarýn Fâtýr-ý Zülcemâl'inin mârifetine muhabbet etmek ve onlarýn Sâni'-i Zülkemâl'inin huzuruna çýkmaða ve iltifatýna mazhar olmaya bir iþtiyaktýr.

 

Ýkinci Vecih, huzur ve hitab makamýdýr ki; eserden müessire geçer, görür ki: Bir Sâni'-i Zülcelâl, kendi san'atýnýn mu'cizeleri ile kendini tanýttýrmak ve bildirmek ister. O da îman ile mârifet ile mukabele eder.

 

Sonra görür ki: Bir Rabb-ý Rahîm, rahmetinin güzel meyveleriyle kendini sevdirmek ister. O da Ona hasr-ý muhabbetle, tahsis-i taabbüdle kendini ona sevdirir.

 

Sonra görüyor ki: Bir Mün'im-i Kerîm, maddî ve mânevî nimetlerin lezizleriyle onu perverde ediyor. O da ona mukabil; fiiliyle, hâliyle, kâliyle, hattâ elinden gelse bütün hasseleri ile, cihâzâtý ile þükür ve hamd ü senâ eder.

 

Sonra görüyor ki: Bir Celil-i Cemil, þu mevcûdâtýn âyinelerinde kibriyâ ve Kemâlini ve celâl ve cemâlini izhar edip nazar-ý dikkati celbediyor. O da ona mukabil: «Allahu Ekber, Sübhanallâh» deyip, mahviyet içinde hayret ve muhabbet ile secde eder.

 

Sonra görüyor ki: Bir Ganiyy-i Mutlak, bir sehavet-i mutlak içinde nihayetsiz servetini, hazinelerini gösteriyor. O da ona mukabil, tazim ve sena içinde kemâl-i iftikar ile sual eder ve ister.

 

Sonra görüyor ki: O Fâtýr-ý Zülcelâl, yeryüzünü bir sergi hükmünde yapmýþ. Bütün antika san'atlarýný orada teþhir ediyor. O da ona mukabil: «Mâþâallah» diyerek takdir ile, «Bârekâllah»diyerek tahsin ile, «Sübhânallah» diyerek hayret ile, «Allahü Ekber»diyerek istihsan ile mukabele eder.

 

Sonra görüyor ki: Bir Vâhid-i Ehad, þu kâinat sarayýnda taklid edilmez sikkeleriyle, ona mahsus hâtemleriyle, ona münhasýr turralarýyla, ona has fermanlarýyla bütün mevcûdâta damga-i vahdet koyuyor ve tevhidin âyâtýný nakþediyor. Ve âfâk-ý âlemin aktarýnda Vahdâniyetin bayraðýný dikiyor ve Rubûbiyetini ilân edi-

 

 

 

sh: » (S: 345)

 

yor. O da ona mukabil; tasdik ile, îmân ile, tevhid ile, iz'an ile, þehadet ile, ubûdiyet ile mukabele eder.

 

Ýþte bu çeþit ibâdat ve tefekküratla hakikî insan olur, ahsen-i takvimde olduðunu gösterir. Ýmanýn yümnüyle emanete lâyýk, emin bir halife-i arz olur.

 

Ey ahsen-i takvimde yaratýlan ve sû'-i ihtiyarýyla esfel-i sâfilîn tarafýna giden insan-ý gâfil! Beni dinle. Ben de senin gibi gençlik sarhoþluðuyla gaflet içinde dünyayý hoþ ve güzel gördüðüm halde, gençlik sarhoþluðundan ihtiyarlýk sabahýnda ayýldýðým dakikada, o güzel zannettiðim âhirete müteveccih olmayan dünyanýn yüzünü nasýl çirkin gördüðümü ve âhirete bakan hakikî yüzü ne kadar güzel olduðunu, Onyedinci Söz'ün Ýkinci Makamýnýn 227-228'nci sahifelerinde yazýlan iki levha-i hakikate bak, sen de gör:

 

Birinci Levha: Ehl-i dalâlet gibi, fakat sarhoþ olmadan gaflet perdesiyle eskiden gördüðüm ehl-i gaflet dünyasýnýn hakikatýný tasvir eder.

 

Ýkinci Levha: Ehl-i hidâyet ve huzûrun hakikat-ý dünyalarýna iþaret eder. Eskiden ne tarzda yazýlmýþ, o tarzda býraktým. Þiire benzer, fakat þiir deðillerdir.

 

 

 

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَآ اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَآ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

 

رَبِّ اشْرَحْ لِى صَدْرِى وَيَسِّرْ لِى اَمْرِى وَاحْلُلْ عُقْدَةً مِنْ لِسَانِى يَفْقَهُوا قَوْلِى

 

اَللَّهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى الذَّاتِ الْمُحَمَّدِيَّةِ اللَّطِيفَةِ اْلاَحَادِيَّةِ شَمْسِ سَمَآءِ اْلاَسْرَارِ وَ مَظْهَرِ اْلاَنْوَارِ وَ مَرْكَزِ مَدَارِ الْجَلاَلِ وَ قُطْبِ فَلَكِ الْجَمَالِ اَللَّهُمَّ بِسِرِّهِ لَدَيْكَ وَ بِسَيْرِهِ اِلَيْكَ اَمِينْ خَوْفِى وَ اَقِلْ عُثْرَتِى وَ اَذْهِبْ حُزْنِى وَ حِرْصِى وَ كُنْ لِى وَ خُذْنِى اِلَيْكَ مِنِّى وَ ارْزُقْنِى الْفَنَآءَ عَنِّى وَ لاَ تَجْعَلْنِى مَفْتُونًا بِنَفْسِى مَحْجُوبًا بِحِسِّى وَاكْشِفْلِى عَنْ كُلِّ سِرٍّ مَكْتُومٍ يَا حَىُّ يَا قَيُّومُ يَا حَىُّ يَا قَيُّومُ يَا حَىُّ يَا قَيُّومُ. وَ ارْحَمْنِى وَارْحَمْ رُفَقَآ ئِ وَ ارْحَمْ اَهْلِ اْلاِيمَانِ وَ الْقُرْاَنِ اَمِينَ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ وَ يَا اَكْرَمَ اْلاَكْرَمِينَ

 

وَ آخِرُ دَعْوَيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

 

 

 

* * *

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

Gast
Dieses Thema wurde nun für weitere Antworten gesperrt.
×
×
  • Neu erstellen...