Zum Inhalt springen
Qries Qries Qries Qries Qries Qries

20.Söz


el-dumano

Empfohlene Beiträge

20.Söz

 

[Ýki Makamdýr]

Birinci Makam

 

"Meleklere "Adem'e secde edin' dedigimizde, Iblis haric hepsi secde etti." Bakara Suresi, 2:34

"Allah size bir inek kesmenizi emrediyor." Bakara Suresi, 2:67

"Sonra, bütün bunlarýn ardýndan kalbiniz yine katýlastý. Sanki taþ kesildi, hatta taþtan da katýlaþtý." Bakara Suresi, 2:74

 

Bir gün þu âyetleri okurken Ýblis'in ilkaatýna karþý Kur'an-ý Hakîm'in feyzinden üç nükte ilham edildi. Vesvesenin sureti þudur:

Dedi ki: "Dersiniz: Kur'an mu'cizedir. Hem nihayetsiz belâgattadýr. Hem, umuma her vakitte hidayettir. Halbuki, þöyle bazý hâdisat-ý cüz'iyeyi tarihvari bir surette musýrrane tekrar etmekte ne mana var? Bir ineði kesmek gibi bir vakýa-i cüz'iyeyi, o kadar mühim tavsifat ile böyle zikretmek, hattâ o sure-i azîmeye de El-Bakara tesmiye etmekte ne münasebet var? Hem de Âdem'e secde olan hâdise, sýrf bir emr-i gaybîdir. Akýl ona yol bulamaz. Kavî bir imandan sonra teslim ve iz'an edilebilir. Halbuki Kur'an, umum ehl-i akla ders veriyor. Çok yerlerde "Hic düsünmüyorlar mý?" Yasin Suresi, 36:68 der, akla havale eder. Hem taþlarýn tesadüfî olan bazý hâlât-ý tabiiyesini ehemmiyetle beyan etmekte ne hidayet var?"

Ýlham olunan nüktelerin sureti þudur:

 

Birinci Nükte: Kur'an-ý Hakîm'de çok hâdisat-ý cüz'iye vardýr ki, herbirisinin arkasýnda bir düstur-u küllî saklanmýþ ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor. Nasýlki, "Adem'e bütün isimleri ögretti." Bakara Suresi, 2:31 Hazret-i Âdem'in melaikelere karþý kabiliyet-i hilafet için bir mu'cizesi olan talim-i esmadýr ki, bir hâdise-i cüz'iyedir. Þöyle bir düstur-u küllînin ucudur ki: Nev'-i beþere câmiiyet-i istidad cihetiyle talim olunan hadsiz ulûm ve kâinatýn enva'ýna muhit pek çok fünun ve Hâlýkýn þuunat ve evsafýna þamil kesretli maarifin talimidir ki; nev'-i beþere deðil yalnýz melaikelere, belki semavat ve arz ve daðlara karþý emanet-i kübrayý haml davasýnda bir rüchaniyet vermiþ ve heyet-i mecmuasýyla arzýn bir halife-i manevîsi olduðunu Kur'an ifham ettiði misillü; melaikelerin Âdem'e secdesiyle beraber, Þeytan'ýn secde etmemesi olan hâdise-i cüz'iye-i gaybiye, pek geniþ bir düstur-u külliye-i meþhudenin ucu olduðu gibi, pek büyük bir hakikatý ihsas ediyor. Þöyle ki: Kur'an, þahs-ý Âdem'e melaikelerin itaat ve inkýyadýný ve Þeytan'ýn tekebbür ve imtinaýný zikretmesiyle; nev'-i beþere kâinatýn ekser maddî enva'larý ve enva'ýn manevî mümessilleri ve müekkelleri müsahhar olduklarýný ve nev'-i beþerin hassalarýnýn bütün istifadelerine müheyya ve münkad olduklarýný ifham etmekle beraber, o nev'in istidadatýný bozan ve yanlýþ yollara sevkeden mevadd-ý þerire ile onlarýn mümessilleri ve sekene-i habiseleri, o nev'-i beþerin tarîk-i kemalâtýnda ne büyük bir engel, ne müdhiþ bir düþman teþkil ettiðini ihtar ederek, Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan, bir tek Âdem'le (A.S.) cüz'î hâdiseyi konuþurken bütün kâinatla ve bütün nev'-i beþerle bir mükâleme-i ulviye ediyor.

 

Ýkinci Nükte: Mýsýr Kýt'asý, kumistan olan Sahra-yý Kebîr'in bir parçasý olduðundan Nil-i Mübarek'in feyziyle gayet mahsuldar bir tarla hükmüne geçtiðinden, o cehennem-nümun sahra komþuluðunda þöyle cennet-misal bir mevki-i mübarekin bulunmasý, felahat ve ziraatý ahalisinde pek mergub bir surete getirmiþ ve o sekenenin seciyesine öyle tesbit etmiþ ki, ziraatý kudsiye ve vasýta-i ziraat olan "bakar"ý ve sevri mukaddes, belki mabud derecesine çýkarmýþ. Hattâ o zamandaki Mýsýr milleti sevre, bakara ibadet etmek derecesinde bir kudsiyet vermiþler. Ýþte o zamanda Benî-Ýsrail dahi, o kýt'ada neþ'et ediyordu ve o terbiyeden bir hisse aldýklarý, Ýcl mes'elesinden anlaþýlýyor.

 

Ýþte Kur'an-ý Hakîm, Hazret-i Musa Aleyhisselâm'ýn risaletiyle, o milletin seciyelerine girmiþ ve istidadlarýna iþlemiþ olan o bakarperestlik mefkûresini kesip öldürdüðünü, bir bakarýn zebhi ile ifham ediyor.

Ýþte þu hâdise-i cüz'iye ile bir düstur-u küllîyi, her vakit, hem herkese gayet lüzumlu bir ders-i hikmet olduðunu ulvî bir i'caz ile beyan eder.

Buna kýyasen bil ki: Kur'an-ý Hakîm'de bazý hâdisat-ý tarihiye suretinde zikredilen cüz'î hâdiseler, küllî düsturlarýn uçlarýdýr. Hattâ çok surelerde zikr ve tekrar edilen Kýssa-i Musa'nýn yedi cümlelerine misal olarak Lemaat'ta Ý'caz-ý Kur'an Risalesinde o cüz'î cümlelerin herbir cüz'ünün nasýl mühim bir düstur-u küllîyi tazammun ettiðini beyan etmiþiz. Ýstersen o risaleye müracaat et.

 

Üçüncü Nükte:

 

"Sonra, bütün bunlarýn ardýndan kalbiniz yine katýlastý. Sanki taþ kesildi, hatta taþtan da katýlaþtý. Cünkü öyle taslar vardýr, bagrýndan nehirler caglar. Öyleleri var ki, yarýlýr da aralarýndan sular akar. Öyleleri var ki, Allah korkusundan parcalanýp asagýlara yuvarlanýr. Allah ise sizin yaptýklarýnýzdan asla haersir degildir." Bakara Suresi, 2:74

 

Þu âyeti okurken, müvesvis dedi ki: "Herkese malûm ve âdi olan taþlarýn þu fýtrî bazý hâlât-ý tabiiyesini, en mühim ve büyük mes'eleler suretinde bahis ve beyanda ne mana var, ne münasebet var, ne ihtiyaç var?"

Þu vesveseye karþý feyz-i Kur'andan þöyle bir nükte ilham edildi:

Evet, münasebet var ve ihtiyaç var. Hem o derece büyük bir münasebet ve ehemmiyetli bir mana ve o derece muazzam ve lüzumlu bir hakikat var ki, ancak Kur'anýn îcaz-ý mu'cizi ve lütf-u irþadýyla bir derece basitleþtirilmiþ ve ihtisar edilmiþ. Evet i'caz-ý Kur'anýn bir esasý olan îcaz, hem hidayet-i Kur'anýn bir nuru olan lütf-u irþad ve hüsn-ü ifham, iktiza ediyorlar ki: Kur'anýn muhatablarý içinde ekseriyeti teþkil eden avama karþý küllî hakikatlarý ve derin ve umumî düsturlarý, me'luf ve cüz'î suretler ile gösterilsin ve fikirleri basit olan umumî avama karþý, muazzam hakikatlarýn yalnýz uçlarý ve basit bir sureti gösterilsin. Hem âdet perdesi tahtýnda ve zeminin altýnda hârikulâde olan tasarrufat-ý Ýlahiye, icmalen gösterilsin. Ýþte bu sýrra binaendir ki, Kur'an-ý Hakîm þu âyetle diyor:

 

Ey Benî-Ýsrail ve ey Benî-Âdem! Sizlere ne olmuþ ki: Kalbleriniz taþtan daha camid ve daha ziyade katýlaþmýþtýr. Zira görmüyor musunuz ki, o pek sert ve pek camid ve toprak altýnda bir tabaka-i azîme teþkil eden o koca taþlar, o kadar evamir-i Ýlahiyeye karþý muti' ve müsahhar ve icraat-ý Rabbaniye altýnda o kadar yumuþak ve emirberdir ki, havada aðaçlarýn teþkilinde tasarrufat-ý Ýlahiye ne derece sühuletle cereyan ediyor. Öyle de; taht-ez zemin ve o sert, saðýr taþlarda o derece sühulet ve intizam ile, hattâ damarlara karþý kanýn cevelaný gibi muntazam su cedvelleri (Haþiye) ve su damarlarý, kemal-i hikmetle o taþlarda mukavemet görmeyerek cereyan ediyor. Hem havada nebatat ve aðaçlarýn dallarýnýn sühuletle suret-i intiþarý gibi; o derece sühuletle köklerin nazik damarlarý, yer altýndaki taþlarda mümanaat görmeyerek evamir-i Ýlahî ile muntazam intiþar ettiðini Kur'an iþaret ediyor ve geniþ bir hakikatý, þu âyetle ders veriyor ve o ders ile, o kasavetli kalblere bu manayý veriyor ve remzen diyor:

Ey Benî-Ýsrail ve ey Benî-Âdem! Za'f ve acziniz içinde nasýl bir kalb taþýyorsunuz ki, öyle bir zâtýn evamirine karþý o kalb kasavetle mukavemet ediyor. Halbuki o koca sert taþlarýn tabaka-i muazzamasý, o zâtýn evamiri önünde kemal-i inkýyadla karanlýkta nazik vazifelerini mükemmel îfa ediyorlar. Ýtaatsizlik göstermiyorlar. Belki o taþlar, toprak üstünde bulunan bütün zevilhayata, âb-ý hayatla beraber sair medar-ý hayatlarýna öyle bir hazinedarlýk ediyor ve öyle bir adaletle taksimata vesiledir ve öyle bir hikmetle tevziata vasýta oluyor ki, Hakîm-i Zülcelal'in dest-i kudretinde, balmumu gibi ve belki hava gibi yumuþaktýr, mukavemetsizdir ve azamet-i kudretine karþý secdededir. Zira toprak üstünde müþahede ettiðimiz þu masnuat-ý muntazama ve þu hikmetli ve inayetli tasarrufat-ý Ýlahiye misillü, zemin altýnda aynen cereyan

(Haþiye): Evet, zemin denilen muhteþem ve seyyar sarayýn temel taþý olan taþ tabakasýnýn Fâtýr-ý Zülcelal tarafýndan tavzif edilen en mühim üç vazifeyi beyan etmek, ancak Kur'an'a yakýþýr.

Ýþte birinci vazifesi: Topraðýn, kudret-i Rabbaniye ile nebatata analýk edip yetiþtirdiði gibi, kudret-i Ýlahiye ile taþ dahi topraða dâyelik edip yetiþtiriyor.

Ýkinci vazifesi: Zeminin bedeninde deveran-ý dem hükmünde olan sularýn muntazam cevelanýna hizmetidir.

Üçüncü vazife-i fýtriyesi: Çeþmelerin ve ýrmaklarýn, uyûn ve enharýn muntazam bir mizan ile zuhur ve devamlarýna hazinedarlýk etmektir. Evet taþlar, bütün kuvvetiyle ve aðýzlarýnýn dolusuyla akýttýklarý âb-ý hayat suretinde, delail-i vahdaniyeti zemin yüzüne yazýp serpiyor.

 

ediyor. Belki hikmeten daha acib ve intizamca daha garib bir surette hikmet ve inayet-i Ýlahiye tecelli ediyor. Bakýnýz! En sert ve hissiz o koca taþlar, nasýl balmumu gibi evamir-i tekviniyeye karþý yumuþaklýk gösteriyorlar ve memur-u Ýlahî olan o latif sulara, o nazik köklere, o ipek gibi damarlara o derece mukavemetsiz ve kasavetsizdir. Güya bir âþýk gibi, o latif ve güzellerin temasýyla kalbini parçalýyor, yollarýnda toprak oluyor.

 

Hem "Taslardan öyleleri var ki, Allah korkusundan parcalanÞu âyeti okurken, müvesvis dedi ki: "Herkese malûm ve âdi olan taþlarýn þu fýtrî bazý hâlât-ý tabiiyesini, en mühim ve büyük mes'eleler suretinde bahis ve beyanda ne mana var, ne münasebet var, ne ihtiyaç var?"

Þu vesveseye karþý feyz-i Kur'andan þöyle bir nükte ilham edildi:

Evet, münasebet var ve ihtiyaç var. Hem o derece büyük bir münasebet ve ehemmiyetli bir mana ve o derece muazzam ve lüzumlu bir hakikat var ki, ancak Kur'anýn îcaz-ý mu'cizi ve lütf-u irþadýyla bir derece basitleþtirilmiþ ve ihtisar edilmiþ. Evet i'caz-ý Kur'anýn bir esasý olan îcaz, hem hidayet-i Kur'anýn bir nuru olan lütf-u irþad ve hüsn-ü ifham, iktiza ediyorlar ki: Kur'anýn muhatablarý içinde ekseriyeti teþkil eden avama karþý küllî hakikatlarý ve derin ve umumî düsturlarý, me'luf ve cüz'î suretler ile gösterilsin ve fikirleri basit olan umumî avama karþý, muazzam hakikatlarýn yalnýz uçlarý ve basit bir sureti gösterilsin. Hem âdet perdesi tahtýnda ve zeminin altýnda hârikulâde olan tasarrufat-ý Ýlahiye, icmalen gösterilsin. Ýþte bu sýrra binaendir ki, Kur'an-ý Hakîm þu âyetle diyor:

 

Ey Benî-Ýsrail ve ey Benî-Âdem! Sizlere ne olmuþ ki: Kalbleriniz taþtan daha camid ve daha ziyade katýlaþmýþtýr. Zira görmüyor musunuz ki, o pek sert ve pek camid ve toprak altýnda bir tabaka-i azîme teþkil eden o koca taþlar, o kadar evamir-i Ýlahiyeye karþý muti' ve müsahhar ve icraat-ý Rabbaniye altýnda o kadar yumuþak ve emirberdir ki, havada aðaçlarýn teþkilinde tasarrufat-ý Ýlahiye ne derece sühuletle cereyan ediyor. Öyle de; taht-ez zemin ve o sert, saðýr taþlarda o derece sühulet ve intizam ile, hattâ damarlara karþý kanýn cevelaný gibi muntazam su cedvelleri [glow=red,2,400](Haþiye)[/glow] ve su damarlarý, kemal-i hikmetle o taþlarda mukavemet görmeyerek cereyan ediyor. Hem havada nebatat ve aðaçlarýn dallarýnýn sühuletle suret-i intiþarý gibi; o derece sühuletle köklerin nazik damarlarý, yer altýndaki taþlarda mümanaat görmeyerek evamir-i Ýlahî ile muntazam intiþar ettiðini Kur'an iþaret ediyor ve geniþ bir hakikatý, þu âyetle ders veriyor ve o ders ile, o kasavetli kalblere bu manayý veriyor ve remzen diyor:

 

Ey Benî-Ýsrail ve ey Benî-Âdem! Za'f ve acziniz içinde nasýl bir kalb taþýyorsunuz ki, öyle bir zâtýn evamirine karþý o kalb kasavetle mukavemet ediyor. Halbuki o koca sert taþlarýn tabaka-i muazzamasý, o zâtýn evamiri önünde kemal-i inkýyadla karanlýkta nazik vazifelerini mükemmel îfa ediyorlar. Ýtaatsizlik göstermiyorlar. Belki o taþlar, toprak üstünde bulunan bütün zevilhayata, âb-ý hayatla beraber sair medar-ý hayatlarýna öyle bir hazinedarlýk ediyor ve öyle bir adaletle taksimata vesiledir ve öyle bir hikmetle tevziata vasýta oluyor ki, Hakîm-i Zülcelal'in dest-i kudretinde, balmumu gibi ve belki hava gibi yumuþaktýr, mukavemetsizdir ve azamet-i kudretine karþý secdededir. Zira toprak üstünde müþahede ettiðimiz þu masnuat-ý muntazama ve þu hikmetli ve inayetli tasarrufat-ý Ýlahiye misillü, zemin altýnda aynen cereyan

 

[glow=red,2,400](Haþiye):[/glow] Evet, zemin denilen muhteþem ve seyyar sarayýn temel taþý olan taþ tabakasýnýn Fâtýr-ý Zülcelal tarafýndan tavzif edilen en mühim üç vazifeyi beyan etmek, ancak Kur'an'a yakýþýr.

Ýþte birinci vazifesi: Topraðýn, kudret-i Rabbaniye ile nebatata analýk edip yetiþtirdiði gibi, kudret-i Ýlahiye ile taþ dahi topraða dâyelik edip yetiþtiriyor.

Ýkinci vazifesi: Zeminin bedeninde deveran-ý dem hükmünde olan sularýn muntazam cevelanýna hizmetidir.

Üçüncü vazife-i fýtriyesi: Çeþmelerin ve ýrmaklarýn, uyûn ve enharýn muntazam bir mizan ile zuhur ve devamlarýna hazinedarlýk etmektir. Evet taþlar, bütün kuvvetiyle ve aðýzlarýnýn dolusuyla akýttýklarý âb-ý hayat suretinde, delail-i vahdaniyeti zemin yüzüne yazýp serpiyor. ediyor.

 

Belki hikmeten daha acib ve intizamca daha garib bir surette hikmet ve inayet-i Ýlahiye tecelli ediyor. Bakýnýz! En sert ve hissiz o koca taþlar, nasýl balmumu gibi evamir-i tekviniyeye karþý yumuþaklýk gösteriyorlar ve memur-u Ýlahî olan o latif sulara, o nazik köklere, o ipek gibi damarlara o derece mukavemetsiz ve kasavetsizdir. Güya bir âþýk gibi, o latif ve güzellerin temasýyla kalbini parçalýyor, yollarýnda toprak oluyor.

 

Hem "Taslardan öyleleri var ki, Allah korkusundan parcalanýp asagýlara yuvarlanýr." Bakara Suresi, 2:74 ile þöyle bir hakikat-ý muazzamanýn ucunu gösteriyor ki: "Taleb-i Rü'yet" hâdisesinde, meþhur daðýn tecelli ile parçalanmasý ve taþlarýnýn daðýlmasý gibi; umum rûy-i zeminde aslý sudan incimad etmiþ âdeta yekpare taþlardan ibaret olan ekser daðlarýn zelzele veya bazý hâdisat-ý arziye suretinde tecelliyat-ý celaliye ile o daðlarýn yüksek zirvelerinden o haþyet verici tecelliyat-ý celaliyenin zuhuruyla taþlar parçalanarak, bir kýsmý ufalanýp topraða kalbolup, nebatata menþe' olur. Diðer bir kýsmý taþ kalarak, yuvarlanýp derelere, ovalara daðýlýp, sekene-i zeminin meskeni gibi birçok iþlerinde hizmetkârlýk ederek ve mahfî bazý hikem ve menafi' için kudret ve hikmet-i Ýlahiyeye secde-i itaat ederek, desatir-i hikmet-i Sübhaniyeye emirber þeklini alýyorlar. Elbette o haþyetten, o yüksek mevkii terkedip mütevaziane aþaðý yerleri ihtiyar etmek ve o mühim menfaatlere sebeb olmak beyhude olmayýp, baþýboþ deðil ve tesadüfî dahi olmadýðýný, belki bir Hakîm-i Kadîr'in tasarrufat-ý hakîmanesiyle, o intizamsýzlýk içinde zahir nazara görünmeyen bir intizam-ý hakîmane bulunduðuna delil ise; o taþlara müteallik faideler, menfaatler ve onlar üstünde yuvarlandýklarý daðýn cesedine giydirilen ve çiçek ve meyvelerin murassaatýyla münakkaþ ve müzeyyen olan gömleklerin kemal-i intizamý ve hüsn-ü san'atý; kat'î, þübhesiz þehadet eder.

Ýþte þu üç âyetin, hikmet nokta-i nazarýnda ne kadar kýymettar olduðunu gördünüz. Þimdi bakýnýz Kur'anýn letafet-i beyanýna ve i'caz-ý belâgatýna; nasýl þu zikrolunan büyük ve geniþ ve ehemmiyetli hakikatlarýn uçlarýný üç fýkra içinde üç vakýa-yý meþhure ve meþhude ile gösteriyor ve medar-ý ibret üç hâdise-i uhrayý hatýrlatmakla latif bir irþad yapar, mukavemetsûz bir zecreder.

 

Meselâ: Ýkinci fýkrada der: "Taþlardan öyleleri var ki, yarýlýr da aralarýndan sular akar." Bakara Suresi, 2:74

 

Þu fýkra ile Hazret-i Musa Aleyhisselâm'ýn asâsýna karþý kemal-i þevk ile inþikak edip oniki gözünden oniki çeþme akýtan taþa iþaret etmekle,

þöyle bir manayý ifham ediyor ve manen diyor: Ey Benî-Ýsrail! Bir tek mu'cize-i Musa'ya (A.S.) karþý koca taþlar yumuþar, parçalanýr. Ya haþyetinden veya sürurundan aðlayarak sel gibi yaþ akýttýðý halde, hangi insafla bütün mu'cizat-ý Museviyeye (A.S.) karþý temerrüd ederek aðlamayýp, gözünüz cümud ve kalbiniz katýlýk ediyor.

 

Hem üçüncü fýkrada der: "Taþlardan öyleleri var ki, Allah korkusundan parçalanýp asagýlara yuvarlanýr." Bakara Suresi, 2:74

 

Þu fýkra ile Tûr-i Sina'daki münacat-ý Museviyede (A.S.) vuku bulan tecelliye-i celaliye heybetinden koca dað parçalanýp daðýlmasý ve o haþyetten taþlarýn etrafa yuvarlanmasý olan vakýa-yý meþhureyi ihtar ile þöyle bir manayý ders veriyor ki: Ey Kavm-i Musa (A.S.)! Nasýl, Allah'tan korkmuyorsunuz? Halbuki taþlardan ibaret olan daðlar, onun haþyetinden ezilip daðýlýyor ve sizden ahz-ý misak için üstünüzde Cebel-i Tur'u tuttuðunu, hem taleb-i rü'yet hâdisesinde daðýn parçalanmasýný bilip ve gördüðünüz halde, ne cesaretle onun haþyetinden titremeyip, kalbinizi katýlýk ve kasavette bulunduruyorsunuz?

 

Hem birinci fýkrada diyor: " Taþlardan öyleleri var ki, bagrýndan nehirler caglar." Bakara Suresi: 2:74

Bu fýkra ile daðlardan nebean eden Nil-i Mübarek, Dicle ve Fýrat gibi ýrmaklarý hatýrlatmakla, taþlarýn evamir-i tekviniyeye karþý ne kadar hârika-nüma ve mu'cizevari bir surette mazhar ve müsahhar olduðunu ifham eder ve onunla böyle bir manayý müteyakkýz kalblere veriyor ki: Þöyle azîm ýrmaklarýn elbette mümkün deðil, þu daðlar hakikî menbalarý olsun. Çünki faraza o daðlar tamamen su kesilse ve mahrutî birer havuz olsalar, o büyük nehirlerin þöyle sür'atli ve kesretli cereyanlarýna müvazeneyi kaybetmeden, birkaç ay ancak dayanabilirler ve o kesretli masarýfa karþý galiben bir metre kadar toprakta nüfuz eden yaðmur, kâfi vâridat olamaz. Demek ki, þu enharýn nebeanlarý, âdi ve tabiî ve tesadüfî bir iþ deðildir. Belki pek hârika bir surette Fâtýr-ý Zülcelal, onlarý sýrf hazine-i gaybdan akýttýrýyor.

Ýþte bu sýrra iþareten bu manayý ifade için hadîste rivayet ediliyor ki: "O üç nehrin herbirine Cennet'ten birer katre her vakit damlýyor ve ondan bereketlidirler." Hem bir rivayette denilmiþ ki: "Þu üç nehrin menbalarý Cennet'tendir." Þu rivayetin hakikatý þudur ki: Madem esbab-ý maddiye, þunlarýn bu derece kesretli nebeanýna kabil deðildir. Elbette menbalarý, bir âlem-i gaybdadýr ve gizli bir hazine-i rahmetten gelir ki, masarýf ile vâridatýn müvazenesi devam eder.

 

Ýþte Kur'an-ý Hakîm, þu manayý ihtar ile þöyle bir ders veriyor ki, der: Ey Benî-Ýsrail ve ey Benî-Âdem! Kalb katýlýðý ve kasavetinizle öyle bir Zât-ý Zülcelal'in evamirine karþý itaatsizlik ediyorsunuz ve öyle bir Þems-i Sermedî'nin ziya-yý marifetine gafletle gözlerinizi yumuyorsunuz ki, Mýsýr'ýnýzý Cennet suretine çeviren Nil-i Mübarek gibi koca nehirleri, âdi camid taþlarýn aðýzlarýndan akýtýp mu'cizat-ý kudretini, þevahid-i vahdaniyetini o koca nehirlerin kuvvet ve zuhur ve ifazalarý derecesinde kâinatýn kalbine ve zeminin dimaðýna vererek, cin ve insin kulûb ve ukûlüne isale ediyor. Hem hissiz, camid bazý taþlarý böyle acib bir tarzda [glow=red,2,400](Haþiye)[/glow]mu'cizat-ý kudretine mazhar etmesi; Güneþin ziyasý Güneþi gösterdiði gibi, o Fâtýr-ý Zülcelal'i gösterdiði halde, nasýl onun o nur-u marifetine karþý kör olup görmüyorsunuz?

Ýþte þu üç hakikate nasýl bir belâgat giydirilmiþ gör. Ve belâgat-ý irþadiyeye dikkat et. Acaba hangi kasavet ve katýlýk vardýr ki, böyle hararetli þu belâgat-ý irþada karþý dayanabilsin, ezilmesin?

Ýþte baþtan buraya kadar anladýnsa, Kur'an-ý Hakîm'in irþadî bir lem'a-i i'cazýný gör, Allah'a þükret.

 

"Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize ögrettiginden baska bilgimiz yoktur. Sen herseyi hakkýyla bilir, her isi hikmetle yaparsýn." Bakara Suresi, 2:32

"Allahým! Kur'an'ýn esrarýný, sevdigin ve razý oldugun sekilde bize tefhim et ve onun hizmetine izi muvaffak et. Amin, rahmetinle ey Erhamürrahimin. Allahým! Kur'an-i Hakimin kendisine indirildigi zata ve bütün al ve ashabýna salat ve selam olsun.

 

[glow=red,2,400](Haþiye):[/glow] Nil-i Mübarek, Cebel-i Kamer'den çýktýðý gibi, Dicle'nin en mühim bir þubesi, Van Vilayetinden Müküs nahiyesinde bir kayanýn maðarasýndan çýkýyor. Fýrat'ýn da mühim bir þubesi, Diyadin taraflarýnda bir daðýn eteðinden çýkýyor. Daðlarýn aslý, hilkaten bir madde-i mayiadan incimad etmiþ taþlar olduðu fennen sabittir. Tesbihat-ý Nebeviyeden olan kat'î delalet ediyor ki: Asl-ý hilkat-ý arz þöyledir ki: Su gibi bir madde, emr-i Ýlahî ile incimad eder, taþ olur. Taþ, izn-i Ýlahî ile toprak olur. Tesbihteki Arz lafzý, toprak demektir. Demek o su, çok yumuþaktýr; üstünde durulmaz. Taþ çok serttir, ondan istifade edilmez. Onun için Hakîm-i Rahîm, topraðý taþ üstünde serer, zevilhayata makarr eder.

 

* * *

 

------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

  • 6 Monate später...

 

Yirminci Söz'ün Ýkinci Makamý

 

[Mu'cizât-ý Enbiyâ yüzünde parlayan bir lem'a-i i’câz-ý Kur'an]

Âhirdeki iki sual ve iki cevaba dikkat et.

 

Ondört sene evvel, (þimdi otuz seneden geçti) þu âyetin bir sýrrýna dair Ýþarat-ül Ý'caz namýndaki tefsirimde arabiyy-ül ibâre bir bahis yazmýþtým. Þimdi arzularý bence ehemmiyetli olan iki kardaþým, o bahse dair Türkçe olarak bir parça izah istediler. Ben de Cenâb-ý Hakk'ýn tevfikine itimaden ve Kur'anýn feyzine istinâden diyorum ki:

 

Bir kavle göre Kitab-ý Mübin, Kur'andan ibarettir. Yaþ ve kuru, herþey içinde bulunduðunu, þu âyet-i kerime Beyân ediyor. Öyle mi? Evet, herþey içinde bulunur. Fakat herkes herþeyi içinde göremez. Zira muhtelif derecelerde bulunur. Bâzân çekirdekleri, bâzân nüveleri, bâzân icmâlleri, bâzân düsturlarý, bâzân alâmetleri; ya sârâhaten, ya iþareten, ya remzen, ya ibhamen, ya ihtar tarzýnda bulunurlar. Fakat ihtiyaca göre ve maksad-ý Kur'ana münasib bir tarzda ve iktiza-yý makam münasebetinde þu tarzlarýn birisiyle ifade ediliyor. Ezcümle:

 

Beþerin san'at ve fen cihetindeki terakkiyatlarýnýn neticesi olan havarik-ý san'at ve garâib-i fen olarak tayyare, elektrik, þimendifer, telgraf gibi þeyler vücuda gelmiþ ve beþerin hayat-ý maddiyesinde en büyük mevki almýþlar... Elbette umum nev'-i beþere hitab eden Kur'an-ý

 

Hakîm, þunlarý mühmel býrakmaz. Evet býrakmamýþ. ''Ýki Cihet'' ile onlara da iþaret etmiþtir:

 

Birinci cihet: Mu'cizât-ý Enbiyâ Sûretiyle...

 

Ýkinci kýsým þudur ki: Bâzý hâdisat-ý târihiyye Sûretinde iþaret eder. Ezcümle:

 

(HAÞÝYE-1)Keza: gibi âyetlerle þimendifere iþaret ettiði gibi

 

(Haþsiye-2) âyeti, pek çok envara, esrara iþaretle beraber elektriðe dahi remz ediyor.

 

________________________

 

(Haþiye-1): Þu cümle iþaret ediyor ki: Þimendiferdir. Âlem-i Ýslâm'ý esaret altýna almýþtýr. Kâfirler onunla Ýslâm'ý maðlub etmiþtir.

 

(Haþiye-2): cümlesi, o remzi ýþýklandýrýyor. ediyor. Þu ikinci kýsým, hem çok zâtlar onlarla uðraþtýðýndan, hem çok dikkat ve izaha muhtaç olduðundan ve hem çok olduðundan; þimdilik þimendifer ve elektriðe iþaret eden þu âyetlerle iktifa edip o kapýyý açmayacaðým.

 

Birinci kýsým ise, mu'cizât-ý Enbiyâ Sûretinde iþaret ediyor. Biz dahi o kýsýmdan bâzý nümuneleri misâl olarak zikredeceðiz.

 

MUKADDEME: Ýþte Kur'an-ý Hakîm; enbiyalarý, insanýn Cemâatlerine terakkiyat-ý mâneviye cihetinde birer piþdâr ve imam gönderdiði gibi; yine insanlarýn terakkiyat-ý maddiye sûretinde dahi o enbiyanýn herbirisinin eline bâzý hârikalar verip yine o insanlara birer ustabaþý ve üstâd etmiþtir. Onlara mutlak olarak ittibaa emrediyor. Ýþte enbiyalarýn mânevî Kemâlâtýný bahsetmekle insanlarý onlardan istifadeye teþvik ettiði gibi, mu'cizâtlarýndan bahis dahi; onlarýn nazîrelerine yetiþmeye ve taklidlerini yapmaya bir teþviki iþmam ediyor. Hattâ denilebilir ki: Mânevî kemâlât gibi maddî kemâlâtý ve hârikalarý dahi en evvel mu'cize eli nev'-i beþere hediye etmiþtir. Ýþte Hazret-i Nuh'un (Aleyhisselâm) bir mu'cizesi olan sefine.. ve Hazret-i Yusuf'un (Aleyhisselâm) bir mu'cizesi olan saatý; en evvel beþere hediye eden, dest-i mu'cizedir. Bu hakikate lâtif bir iþarettir ki: San'atkârlarýn ekseri, herbir san'atta birer peygamberi pîr ittihaz ediyor. Meselâ gemiciler Hazret-i Nuh'u (Aleyhisselâm), saatçýlar Hazret-i Yusuf'u (Aleyhisselâm), terziler Hazret-i Ýdris'i (Aleyhisselâm)...

 

Evet mâdem Kur'anýn herbir âyeti, çok vücuh-u irþadî ve müteaddid cihat-ý hidâyeti olduðunu ehl-i tahkik ve ilm-i belâgat ittifak etmiþler. Öyle ise Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyân'ýn en parlak âyetleri olan mu'cizât-ý Enbiyâ âyetleri; birer hikâye-i tarihiyye olarak deðil, belki onlar çok maânî-i irþadiyeyi tâzammun ediyorlar. Evet, mu'cizât-ý Enbiyâyý zikretmesiyle fen ve san'at-ý beþeriyenin nihayet hududunu çiziyor. En ileri gâyatýna parmak basýyor. En nihayet hedeflerini tâyin ediyor. Beþerin arkasýna dest-i teþviki vurup o gayeye sevkediyor. Zaman-ý mâzi, zaman-ý müstakbel tohumlarýnýn mahzeni ve þuunatýnýn âyinesi olduðu gibi; müstakbel dahi mâzinin tarlasý ve ahvâlinin âyinesidir. Þimdi misâl olarak o çok vâsi' menba'dan yalnýz birkaç nümunelerini Beyân edeceðiz:

 

Meselâ: Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm'ýn bir mu'cizesi olarak teshir-i havayý Beyân eden: âyeti; «Hazret-i Süleyman, bir günde havada tayeran ile iki aylýk bir mesâfeyi kat'etmiþtir» der. Ýþte bunda iþaret ediyor ki: Beþere yol açýktýr ki, havada böyle bir mesâfeyi kat'etsin. Öyle ise ey beþer! Mâdem sana yol açýktýr. Bu mertebeye yetiþ ve yanaþ. Cenâb-ý Hak, þu âyetin lisanýyla mânen diyor: «Ey insan! Bir abdim, hevâ-i nefsini terk ettiði için havaya bindirdim. Siz de nefsin tenbelliðini býrakýp bâzý kavânîn-i âdetimden güzelce istifade etseniz, siz de binebilirsiniz...»

 

Hem Hazret-i Mûsa Aleyhisselâm'ýn bir mu'cizesini Beyân eden:

 

ilâ âhir... Bu âyet iþaret ediyor ki: Zemin tahtýnda gizli olan rahmet hazinelerinden, basit âletlerle istifade edilebilir. Hattâ taþ gibi bir sert yerde, bir asâ ile âb-ý hayat celbedilebilir. Ýþte þu âyet, bu mânâ ile beþere der ki: «Rahmetin en lâtif feyzi olan âb-ý hayatý, bir asâ ile bulabilirsiniz. Öyle ise haydi çalýþ bul!» Cenâb-ý Hak þu âyetin lisan-ý remziyle mânen diyor ki: «Ey insan! Mâdem bana itimad eden bir abdimin eline öyle bir asâ veriyorum ki: Her istediði yerde âb-ý hayatý onunla çeker. Sen de benim kavânîn-i rahmetime istinad etsen; þöyle ona benzer veyahut ona yakýn bir âleti elde edebilirsin, haydi et!» Ýþte beþer terakkiyatýnýn mühimlerinden birisi; bir âletin icadýdýr ki: Ekser yerlerde vurulduðu vakit suyu fýþkýrtýyor. Þu âyet, ondan daha ileri, nihayat ve gayât-ý hududunu çizmiþtir. Nasýlki evvelki âyet, þimdiki hal-i hâzýr tayyareden çok ileri nihayetlerinin noktalarýný tâyin etmiþtir.

 

Hem meselâ: Hazret-i Ýsa Aleyhisselâm'ýn bir mu'cizesine dair:

 

Kur'an, Hazret-i Ýsa Aleyhisselâm'ýn nasýl ahlâk-ý ulviyyesine ittibaa beþeri sarihan teþvik eder. Öyle de, þu elindeki san'at-ý âliyeye ve týbb-ý Rabbanîye, remzen tergib ediyor. Ýþte þu âyet iþaret ediyor ki: «En müzmin dertlere dahi derman bulunabilir. Öyle ise ey insan ve ey musibetzede benî-Âdem! Me'yus olmayýnýz. Her dert, -ne olursa olsun

dermaný mümkündür. Arayýnýz, bulunuz. Hattâ ölüme de muvakkat bir hayat rengi vermek mümkündür.» Cenâb-ý Hak, þu âyetin lisan-ý iþaretiyle mânen diyor ki: «Ey insan! Benim için dünyayý terk eden bir abdime iki hediye verdim. Biri, mânevî dertlerin dermaný; biri de, maddî dertlerin ilâcý... Ýþte ölmüþ kalbler nûr-u hidâyetle diriliyor. Ölmüþ gibi hastalar dahi, onun nefesiyle ve ilâcýyla þifa buluyor. Sen de benim eczahâne-i hikmetimde her derdine deva bulabilirsin. Çalýþ, bul! Elbette ararsan bulursun.»

 

Ýþte beþerin týp cihetindeki þimdiki terakkiyatýndan çok ilerideki hududunu, þu âyet çiziyor ve ona iþaret ediyor ve teþvik yapýyor.

 

Hem meselâ Hazret-i Davud Aleyhisselâm hakkýnda:

 

Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm hakkýnda: âyetleri iþaret ediyorlar ki: Telyin-i hadid, en büyük bir nimet-i Ýlahiyedir ki; büyük bir peygamberinin fazlýný, onunla gösteriyor. Evet telyin-i hadid, yâni demiri hamur gibi yumuþatmak ve nühasý eritmek ve mâdenleri bulmak, çýkarmak; bütün maddî sanayi-i beþeriyenin aslý ve anasýdýr ve esâsý ve madenidir. Ýþte þu âyet iþaret ediyor ki: «Büyük bir resule, büyük bir halife-i zemine, büyük bir mu'cize Sûretinde, büyük bir nimet olarak; telyin-i hadiddir ve demiri hamur gibi yumuþatmak ve tel gibi inceltmek ve bakýrý eritmekle ekser sanayi-i umumiyeye medâr olmaktýr.» Mâdem bir resule, hem halife yâni hem mânevî hem maddî bir hâkime, lisanýna hikmet ve eline san'at vermiþ. Lisanýndaki hikmete sarihan teþvik eder. Elbette elindeki san'ata dahi tergib iþareti var. Cenâb-ý Hak, þu âyetin lisan-ý iþaretiyle mânen diyor:

 

«Ey benî-Âdem! Evâmir-i teklifiyeme itâat eden bir abdimin lisanýna ve kalbine öyle bir hikmet verdim ki; Herþeyi kemâl-i vuzuh ile fasledip hakikatýný gösteriyor ve eline de öyle bir san'at verdim ki; elinde balmumu gibi demiri her þekle çevirir. Halifelik ve pâdiþahlýðýna mühim kuvvet elde eder. Mâdem bu mümkündür, veriliyor. Hem ehemmiyetlidir. Hem hayat-ý içtimâiyenizde ona çok muhtaçsýnýz. Siz de evâmir-i tekviniyeme itâat etseniz, o hikmet ve o san'at size de verilebilir. Mürur-u zamanla yetiþir ve yanaþabilirsiniz.» Ýþte beþerin san'at cihetinde en ileri gitmesi ve maddî kuvvet cihetinde en mühim iktidar elde etmesi; telyin-i hadîd iledir ve izabe-i nühas iledir. Âyette nühas, «kýtr» ile tâbir edilmiþ. Þu âyetler, umum nev'-i beþerin nazarýný þu hakikate çeviriyor ve þu hakikatýn ne kadar ehemmiyetli olduðunu takdir etmeyen eski zaman insanlarýna ve þimdiki tenbellerine þiddetle ihtar ediyor...

 

Hem meselâ: Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm taht-ý Belkîs'i yanýna celbetmek için vezirlerinden bir âlim-i ilm-i celb dedi: ­«Gözünüzü açýp kapayýncaya kadar sizin yanýnýzda o tahtý hâzýr ederim» olan hâdise-i hârikaya delâlet eden þu âyet: ilâ âhir... Ýþaret ediyor ki: Uzak mesâfelerden eþyayý aynen veya sûreten ihzâr etmek mümkündür. Hem vâkidir ki; Risâletiyle beraber saltanatla müþerref olan Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm, hem mâsûmiyetine, hem de adâletine medâr olmak için pek geniþ olan aktar-ý memleketine bizzât zahmetsiz muttali olmak ve raiyetinin ahvâlini görmek ve dertlerini iþitmek; bir mu'cize sûretinde Cenâb-ý Hak ihsan etmiþtir. Demek, Cenâb-ý Hakka itimad edip Süleyman Aleyhisselâm'ýn lisan-ý ismetiyle istediði gibi, o da lisan-ý istidadýyla Cenâb-ý Hak'tan istese ve kavanin-i âdetine ve inâyetine tevfîk-i hareket etse; ona dünya, bir þehir hükmüne geçebilir. Demek taht-ý Belkýs Yemen'de iken, Þam'da aynýyla veyahut Sûretiyle hâzýr olmuþtur, görülmüþtür. Elbette taht etrafýndaki adamlarýn Sûretleri ile beraber sesleri de iþitilmiþtir. Ýþte uzak mesâfede, celb-i sûrete ve savta haþmetli bir Sûrette iþaret ediyor ve mânen diyor:

 

«Ey ehl-i saltanat! Adâlet -i tâmme yapmak isterseniz; Süleymanvari, rûy-i zemini etrafýyla görmeye ve anlamaya çalýþýnýz. Çünki bir hâkim-i adâlet-pîþe, bir padiþah-ý raiyet-perver; aktâr-ý memleketine, her istediði vakit muttali olmak derecesine çýkmakla mes'uliyet-i mânevîyeden kurtulur veya tam adâlet yapabilir.» Cenâb-ý Hak, þu âyetin lisan-ý remziyle mânen diyor ki: «Ey benî-Âdem! Bir abdime geniþ bir mülk ve o geniþ mülkünde adâlet -i tâmme yapmak için; ahvâl ve vukuat-ý zemine bizzât ýttýla veriyorum ve mâdem herbir insana fýtraten, zemine bir halife olmak kabiliyetini vermiþim. Elbette o kabiliyete göre rûy-i zemini görecek ve bakacak, anlayacak istidâdýný dahi vermesini, hikmetim iktiza ettiðinden vermiþim. Þahsen o noktaya yetiþmezse de, nev'an yetiþebilir. Maddeten eriþemezse de, ehl-i velâyet misillü, mânen eriþebilir. Öyle ise, þu azîm nimetten istifade edebilirsiniz. Haydi göreyim sizi, vazife-i ubûdiyetinizi unutmamak þartýyla öyle çalýþýnýz ki, rûy-i zemini, her tarafý herbirinize görülen ve her köþesindeki sesleri size iþittiren bir bahçeye çeviriniz.

 

deki ferman-ý Rahmanîyi dinleyiniz.» Ýþte beþerin nâzik san'atlarýndan olan celb-i sûret ve savtlarýn çok ilerisindeki nihayet hududunu þu âyet, remzen gösteriyor ve teþviki iþmam ediyor.

 

Hem meselâ: Yine Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm, cin ve þeytanlarý ve ervâh-ý habiseyi teshîr edip, þerlerini men ve umûr-u nafiada istihdam etmeyi ifade eden þu âyetler: ilâ âhir... ilâ âhir... âyetiyle diyor ki: Yerin, insandan sonra, zîþuur olarak en mühim sekenesi olan cin, insana hizmetkâr olabilir. Onlarla temas edilebilir. Þeytanlar da düþmanlýðý býrakmaya mecbur olup, ister istemez hizmet edebilirler ki, Cenâb-ý Hakk'ýn evâmirine müsahhar olan bir abdine, onlarý müsahhar etmiþtir. Cenâb-ý Hak mânen þu âyetin lisan-ý remziyle der ki: «Ey insan! Bana itaat eden bir abdime cin ve þeytanlarý ve þerirlerini itaat ettiriyorum. Sen de benim emrime müsahhar olsan, çok mevcûdât, hattâ cin ve þeytan dahi sana müsahhar olabilirler.»

 

Ýþte beþerin, san'at ve fennin imtizâcýndan süzülen, maddî ve mânevî fevkalâde hassasiyetinden tezâhür eden ispirtizma gibi celb-i ervah ve cinlerle muhabereyi þu âyet, en nihayet hududunu çiziyor ve en faideli Sûretlerini tâyin ediyor ve ona yolu dahi açýyor. Fakat þimdiki gibi; bâzan kendine emvat namýný veren cinlere ve þeytanlara ve ervâh-ý habîseye müsahhar ve maskara olup oyuncak olmak deðil, belki týlsýmat-ý Kur'aniye ile onlarý teshir etmektir, þerlerinden kurtulmaktýr.

 

Hem temessül-ü ervâha iþaret eden Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm'ýn ifritleri celb ve teshirine dair âyetler, hem misillü Bâzý âyetler, ruhânîlerin temessülüne iþaret etmekle beraber celb-i ervâha dahi iþaret ediyorlar. Fakat iþaret olunan celb-i ervâh-ý tayyibe ise, medenîlerin yaptýðý gibi hezeliyat Sûretinde bâzý oyuncaklara o pek ciddî ve ciddî bir âlemde olan ruhlara hürmetsizlik edip, kendi yerine ve oyuncaklara celbetmek deðil, belki ciddî olarak ve ciddî bir maksad için Muhyiddin-i Arabî gibi zâtlar ki, istediði vakit ervâh ile görüþen bir kýsým ehl-i velâyet misillü onlara müncelib olup münasebet peyda etmek ve onlarýn yerine gidip âlemlerine bir derece takarrüb etmekle ruhâniyetlerinden mânevî istifade etmektir ki, âyetler ona iþaret eder ve iþaret içinde bir teþviki ihsas ediyorlar ve bu nevi san'at ve fünûn-u hafîyenin en ileri hudûdunu çiziyor ve en güzel Sûretini gösteriyorlar.

 

Hem meselâ: Hazret-i Davud Aleyhisselâm'ýn mu'cizelerine dair:

âyetler delâlet ediyor ki: Cenâb-ý Hak, Hazret-i Davud Aleyhisselâm'ýn tesbihâtýna öyle bir kuvvet ve yüksek bir ses ve hoþ bir edâ vermiþtir ki: Daðlarý vecde getirip birer muazzam fonoðraf misillü ve birer insan gibi bir serzâkirin etrafýnda ufkî halka tutup; bir daire olarak tesbihat ediyorlardý. Acaba bu mümkün müdür, hakikat mýdýr?

 

Evet hakikattýr. Maðaralý her dað, her insanla ve insanýn diliyle papaðan gibi konuþabilir. Çünki aks-i sada vasýtasýyla daðýn önünde sen «Elhamdülillah» de. Dað da aynen senin gibi «Elhamdülillâh» diyecek. Mâdem bu kabiliyeti, Cenâb-ý Hak daðlara ihsan etmiþtir. Elbette o kabiliyet, inkiþaf ettirilebilir ve o çekirdek sünbüllenir...

 

Ýþte Hazret-i Davud Aleyhisselâm'a Risâletiyle beraber hilâfet-i rûy-i zemini müstesna bir Sûrette ona verdiðinden, o geniþ Risâlet ve muazzam saltanata lâyýk bir mu'cize olarak o kabiliyet çekirdeðini öyle inkiþaf ettirmiþ ki; çok büyük daðlar; birer nefer, birer þâkird, birer mürid gibi Hazret-i Dâvud'a iktida edip onun lisanýyla, onun emriyle Hâlýk-ý Zülcelâl'e tesbihat ediyorlardý. Hazret-i Dâvud Aleyhisselâm ne söylese, onlar da tekrar ediyorlardý. Nasýlki þimdi vesait-i muhabere ve vesâil-i irtibâtýn kesret ve tekemmülü sebebiyle haþmetli bir kumandan, daðlara daðýlan azîm ordusuna bir anda «Allahü Ekber» dedirir ve o koca daðlarý konuþturur, velveleye getirir. Mâdem insanýn bir kumandaný, daðlarý sekenelerinin lisanýyla mecâzî olarak konuþturur. Elbette Cenâb-ý Hakk'ýn haþmetli bir kumandaný, hakikî olarak konuþturur, tesbihat yaptýrýr. Bununla beraber her cebelin bir þahs-ý mânevîsi bulunduðunu ve ona münasib birer tesbih ve birer ibâdeti olduðunu, eski Sözlerde Beyân etmiþiz. Demek her dað, insanlarýn lisânýyla aks-i sada sýrrýyla tesbihat yaptýklarý gibi, kendi elsine-i mahsusalarýyla dahi Hâlýk-ý Zülcelâl'e tesbihatlarý vardýr.

 

cümleleriyle Hazret-i Davud ve Süleyman Aleyhisselâm'a, kuþlar enva'ýnýn lisanlarýný, hem istidadlarýnýn dillerini, yâni hangi iþe yaradýklarýný, onlara Cenâb-ý Hakk'ýn ihsan ettiðini þu cümleler gösteriyorlar. Evet mâdem hakikattýr. Mâdem rûy-i zemin, bir sofra-i Rahman'dýr. Ýnsanýn þerefine kurulmuþtur. Öyle ise, o sofradan istifade eden sâir hayvanat ve tuyûrun çoðu insana müsahhar ve hizmetkâr olabilir. Nasýlki en küçüklerinden bal arýsý ve ipek böceðini istihdam edip ilham-ý Ýlahî ile azîm bir istifade yolunu açarak ve güvercinleri bâzý iþlerde istihdam ederek ve papaðan misillü kuþlarý konuþturarak, medeniyet-i beþeriyenin mehâsinine güzel þeyleri ilâve etmiþtir. Öyle de, baþka kuþ ve hayvanlarýn istidad dili bilinirse, çok taifeleri var ki; karýndaþlarý hayvanat-ý ehliye gibi, birer mühim iþde istihdam edilebilirler. Meselâ: Çekirge âfetinin istilâsýna karþý; çekirgeyi yemeden mahveden sýðýrcýk kuþlarýnýn dili bilinse ve harekâtý tanzim edilse, ne kadar faideli bir hizmette ücretsiz olarak istihdam edilebilir. Ýþte kuþlardan þu nevi istifâde ve teshîri ve telefon ve fonoðraf gibi câmidâtý konuþturmak ve tuyurdan istifâde etmek; en münteha hududunu þu âyet çiziyor. En uzak hedefini tâyin ediyor. En haþmetli Sûretine parmakla iþaret ediyor ve bir nevi teþvik eder. Ýþte Cenâb-ý Hak þu âyetlerin lisan-ý remziyle mânen diyor ki:

 

«Ey insanlar! Bana tam abd olan bir hemcinsinize, onun nübüvvetinin ismetine ve saltanatýnýn tam adâletine medâr olmak için, mülkümdeki muazzam mahlûkatý ona müsahhar edip konuþturuyorum ve cünûdumdan ve hayvanatýmdan çoðunu ona hizmetkâr veriyorum. Öyle ise, herbirinize de mâdem gök ve yer ve daðlar hamlinden çekindiði bir emanet-i kübrâyý tevdi etmiþim, halife-i zemin olmak istidadýný vermiþim. Þu mahlûkatýn da dizginleri kimin elinde ise, ona râm olmanýz lâzýmdýr. Tâ onun mülkündeki mahlûklar da size râm olabilsin ve onlarýn dizginleri elinde olan zâtýn nâmýna elde edebilseniz ve istidadlarýnýza lâyýk makama çýksanýz... Mâdem hakikat böyledir. Mânâsýz bir eðlence hükmünde olan fonoðraf iþlettirmek, güvercinlerle oynamak, mektub postacýlýðý yapmak, papaðanlarý konuþturmaya bedel; en hoþ, en yüksek, en ulvî bir eðlence-i mâsumâneye çalýþ ki, daðlar sana Dâvudvâri birer muazzam fonoðraf olabilsin ve hava-i nesîminin dokunmasýyla eþcar ve nebâtattan birer tel-i musikî gibi naðamat-ý zikriye kulaðýna gelsin ve dað, binler dilleriyle tesbihat yapan bir acâib-ül mahlukat mahiyetini göstersin ve ekser kuþlar, Hüdhüd-ü Süleymânî gibi birer munis arkadaþ veya muti' birer hizmetkâr sûretini giysin. Hem seni eðlendirsin, hem müstaid olduðun Kemâlâta da seni þevk ile sevk etsin. Öteki lehviyat gibi, insâniyetin iktiza ettiði makamdan seni düþürtmesin.

 

Hem meselâ: Hazret-i Ýbrahim Aleyhisselâm'ýn bir mu'cizesi hakkýnda olan âyetinde üç iþaret-i lâtife var:

 

Birincisi: Ateþ dahi, sâir esbab-ý tabiiye gibi kendi keyfiyle, tabiatýyla, körükörüne hareket etmiyor. Belki emir tahtýnda bir vazife yapýyor ki; Hazret-i Ýbrahim'i (Aleyhisselâm) yakmadý ve ona, yakma emrediliyor.

 

Ýkincisi: Ateþin bir derecesi var ki, bürudetiyle ihrâk eder. Yâni ihrâk gibi bir tesir yapar. Cenâb-ý Hakا (Haþiye) lâf-

 

(Haþiye): Bir tefsir diyor: demese idi, bürudetiyle ihrak edecekti.

zýyla bürudete diyor ki: «Sen de hararet gibi bürudetinle ihrak etme.» Demek, o mertebedeki ateþ, soðukluðuyla yandýrýr gibi tesir gösteriyor. Hem ateþtir, hem berddir. Evet, hikmet-i tabiiyede nâr-ý beyza halinde ateþin bir derecesi var ki; harareti etrafýna neþretmiyor ve etrafýndaki harareti kendine celbettiði için, þu tarz bürudetle, etrafýndaki su gibi mâyi þeyleri incimad ettirip, mânen bürûdetiyle ihrak eder. Ýþte zemherir, bürudetiyle ihrak eden bir sýnýf ateþtir. Öye ise, ateþin bütün derecâtýna ve umum envâ'ýna câmi' olan Cehennem içinde, elbette «Zemherir» in bulunmasý zarurîdir.

 

Üçüncüsü: Cehennem ateþinin tesirini men'edecek ve eman verecek îmân gibi bir madde-i mâneviye, Ýslâmiyet gibi bir zýrh olduðu misillü; dünyevî ateþinin dahi tesirini men'edecek bir madde-i maddiyye vardýr. Çünki Cenâb-ý Hak, Ýsm-i Hakîm iktizasýyla; bu dünya dâr-ül hikmet olmak hasebiyle, esbab perdesi altýnda icraat yapýyor. Öyle ise Hazret-i Ýbrahim'in cismi gibi, gömleðini de ateþ yakmadý ve ateþe karþý mukavemet hâletini vermiþtir. Ýbrahim'i yakmadýðý gibi, gömleðini de yakmýyor. Ýþte bu iþaretin remziyle mânen þu âyet diyor ki: «Ey Millet-i Ýbrahim! Ýbrahimvari olunuz. Tâ maddî ve mânevî gömlekleriniz, en büyük düþmanýnýz olan ateþe hem burada, hem orada bir zýrh olsun. Ruhunuza îmâný giydirip, cehennem ateþine karþý zýrhýnýz olduðu gibi; Cenâb-ý Hakk'ýn zeminde sizin için sakladýðý ve ihzâr ettiði bâzý maddeler var. Onlar sizi ateþin þerrinden muhafaza eder. Arayýnýz, çýkarýnýz, giyiniz.» Ýþte beþerin mühim terakkiyatýndan ve keþfiyatýndandýr ki, bir maddeyi bulmuþ ateþ yakmayacak ve ateþe dayanýr bir gömlek giymiþ. Þu âyet ise, ona mukabil bak ne kadar ulvî, lâtif ve güzel ve ebede kadar yýrtýlmayacak «Hanîfen Müslimen» tezgâhýnda dokunacak bir hulleyi gösteriyor.

 

Hem meselâ: «Hazret-i Âdem Aleyhisselâm'ýn dâva-yý hilafet-i kübrâda mu'cize-i kübrâsý, tâlîm-i esmâdýr» diyor. Ýþte sâir enbiyanýn mu'cizeleri, birer hususî hârika-i beþeriyeye remzettiði gibi, bütün enbiyanýn pederi ve divân-ý nübüvvetin fâtihasý olan Hazret-i Âdem Aleyhisselâm'ýn mu'cizesi umum Kemâlât ve terakkiyât-ý beþeriyenin nihayetlerine ve en ileri hedeflerine sarahate yakýn iþaret ediyor. Cenâb-ý Hak (Celle Celâlühü), mânen þu âyetin lisan-ý iþaretiyle diyor ki: «Ey benî-Âdem! Sizin pederinize, Melâikelere karþý hilafet dâvasýnda rüchaniyetine hüccet olarak, bütün Esmâyý tâlim ettiðimden, siz dahi mâdem onun evlâdý ve vâris-i istidadýsýnýz. Bütün esmâyý taallüm edip, mertebe-i emânet-i kübrâda, bütün mahlûkata karþý, rüchaniyetinize liyâkatýnýzý göstermek gerektir. Zira kâinat içinde, bütün mahlukat üstünde en yüksek makamata gitmek ve zemin gibi büyük mahlûktlar size müsahhar olmak gibi mertebe-i âliyeye size yol açýktýr. Haydi ileri atýlýnýz ve birer ismime yapýþýnýz, çýkýnýz. Fakat sizin pederiniz bir defa þeytana aldandý, cennet gibi bir makamdan rûy-i zemine muvakkaten sukût etti. Sakýn siz de terakkiyatýnýzda þeytana uyup hikmet-i Ýlahiyenin semâvatýndan, tabiat dalaletine sukuta vasýta yapmayýnýz. Vakit be-vakit baþýnýzý kaldýrýp Esmâ-i hüsnâma dikkat ederek, o semâvata uûuc etmek için fünununuzu ve terakkiyâtýnýzý merdiven yapýnýz. Tâ fünun ve Kemâlâtýnýzýn menbâlarý ve hakikatlarý olan Esmâ-i Rabbâniyeme çýkasýnýz ve o esmânýn dürbünüyle, kalbinizle Rabbinize bakasýnýz.

 

Bir nükte-i mühimme ve bir sýrr-ý ehem

 

Þu âyet-i acibe, insanýn câmiiyet-i istidadý cihetiyle mazhar olduðu bütün Kemâlât-ý ilmiye ve terakkiyât-ý fenniye ve havarik-ý sun'iyeyi «tâlim-i esmâ» ünvanýyla ifade ve tâbir etmekte þöyle lâtif bir remz-i ulvî var ki: Herbir Kemâlin, herbir ilmin, herbir terakkiyatýn, herbir fennin bir hakikat-ý âliyesi var ki; o hakikat, bir ism-i Ýlahîye dayanýyor. Pek çok perdeleri ve mütenevvi tecelliyatý ve muhtelif daireleri bulunan o isme dayanmakla o fen, o Kemâlât, o san'at kemâlini bulur, hakikat olur. Yoksa yarým yamalak bir Sûrette nâkýs bir gölgedir.

 

Meselâ: Hendese bir fendir. Onun hakikatý ve nokta-i müntehâsý, Cenâb-ý Hakk'ýn Ýsm-i Adl ve Mukaddir'ine yetiþip, hendese âyinesinde o ismin hakîmane cilvelerini haþmetiyle müþahede etmektir.

 

Meselâ: Týb bir fendir, hem bir san'attýr. Onun da nihayeti ve hakikatý; Hakîm-i Mutlak'ýn Þâfi ismine dayanýp, eczahâne-i kübrâsý olan rûy-i zeminde rahîmâne cilvelerini edviyelerde görmekle týb Kemâlâtýný bulur, hakikat olur.

 

Meselâ: Hakikat-ý mevcûdâttan bahseden Hikmet-ül Eþya, Cenâb-ý Hakk'ýn (Celle Celalühü) «Ýsm-i Hakîm»inin tecelliyat-ý kübrâsýný müdebbirâne, mürebbiyâne; eþyada, menfaatlarýnda ve maslahatlarýnda görmekle ve o isme yetiþmekle ve ona dayanmakla þu hikmet hikmet olabilir. Yoksa, ya hurafata inkýlâb eder ve malayâniyat olur veya felsefe-i tabiiye misillü dalalete yol açar.

 

Ýþte sana üç misâl... Sâir Kemâlât ve fünunu bu üç misâle kýyas et.

 

Ýþte Kur'an-ý Hakîm, þu âyetle beþeri, þimdiki terakkiyatýnda pek çok geri kaldýðý en yüksek noktalara, en ileri hududa, en nihayet mertebelere, arkasýna dest-i teþviki vurup, parmaðýyla o mertebeleri göstererek «Haydi arþ ileri» diyor. Bu âyetin hazine-i uzmasýndan þimdilik bu cevherle iktifa ederek o kapýyý kapýyoruz.

 

Hem meselâ: Hâtem-i divân-ý nübüvvet ve bütün enbiyanýn mu'cizeleri onun dâva-i Risâletine birtek mu'cize hükmünde olan enbiyanýn serveri ve þu kâinatýn mâ-bihil iftiharý ve Hazret-i Âdem'e (Aleyhisselâm) icmâlen tâlim olunan bütün esmânýn bütün merâtibiyle tafsilen mazharý (Aleyhissalâtü Vesselâm) yukarýya celâl ile parmaðýný kaldýrmakla þakk-ý Kamer eden ve aþaðýya cemâl ile indirmekle yine o parmaðýndan kevser gibi su akýtan ve bin mu'cizât ile Mûsaddak ve müeyyed olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn mu'cize-i kübrâsý olan Kur'an-ý Hakîm'in vücuh-u i'câzýnýn en parlaklarýndan olan hak ve hakikata dair Beyânâtýndaki cezâlet, ifadesindeki belâgat, maânîsindeki câmiiyyet, üslûblarýndaki ulviyyet ve halâveti ifade eden:

 

gibi çok âyât-ý beyyinatla ins ve cinnin enzarýný, þu mu'cize-i ebediyenin vücuh-u i’câzýndan en zâhir ve en parlak vechine çeviriyor. Bütün ins ve cinnin damarlarýna dokunduruyor. Dostlarýnýn þevklerini, düþmanlarýnýn inadýný tahrik edip, azîm bir teþvik ile, þiddetli bir tergib ile dost ve düþmanlarý onu tanzire ve taklide, yâni nazîrini yapmak ve kelâmýný ona benzetmek için sevk ediyor, hem öyle bir Sûrette o mu'cizeyi nazargâh-ý enama koyuyor; güya insanýn bu dünyaya geliþinden gaye-i yegânesi; o mu'cizeyi hedef ve düstur ittihaz edip, ona bakarak, netice-i hilkat-ý insâniyeye bilerek yürümektir.

 

Elhasýl: Sâir Enbiya Aleyhimüsselâm'ýn mu'cizâtlarý, birer havarik-ý san'ata iþaret ediyor ve Hazret-i Âdem Aleyhisselâm'ýn mu'cizesi ise; esâsat-ý san'at ile beraber, ulûm ve fünunun, havarik ve Kemâlâtýnýn fihristesini bir Sûret-i icmâlîde iþaret ediyor ve teþvik ediyor. Amma mu'cize-i kübrâ-i Ahmediye (A.S.M.) olan Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyân ise, tâlim-i Esmânýn hakikatýna mufassalan mazhariyetini; hak ve hakikat olan ulûm ve fünûnun doðru hedeflerini ve dünyevî, uhrevî Kemâlâtý ve saadâtý vâzýhan gösteriyor. Hem pek çok azîm teþvikatla, beþeri onlara sevkediyor. Hem öyle bir tarzda sevkeder, teþvik eder ki; o tarz ile þöyle anlattýrýyor: «Ey insan! Þu kâinattan maksad-ý a'lâ; tezahür-ü rubûbiyete karþý, ubûdiyet-i külliye-i insâniyedir ve insanýn gaye-i aksâsý, o ubûdiyete ulûm ve Kemâlât ile yetiþmektir.» Hem öyle bir Sûrette ifade ediyor ki, o ifade ile þöyle iþaret eder ki: «Elbette nev'-i beþer, âhir vakitte ulûm ve fünûna dökülecektir. Bütün kuvvetini ilimden alacaktýr. Hüküm ve kuvvet ise, ilmin eline geçecektir.» Hem o Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyân, cezâlet ve belâgat-ý Kur'aniyeyi mükerreren ileri sürdüðünden remzen anlattýrýyor ki: «Ulûm ve fünunun en parlaðý olan belâgat ve cezâlet, bütün enva'ýyla âhirzamanda en mergub bir Sûret alacaktýr. Hattâ insanlar, kendi fikirlerini birbirlerine kabûl ettirmek ve hükümlerini birbirine icra ettirmek için, en keskin silâhýný cezâlet-i Beyândan ve en mukavemet-sûz kuvvetini belâgât-ý edâdan alacaktýr.»

 

Elhasýl: Kur'anýn ekser âyetleri, herbiri birer hazine-i Kemâlâtýn anahtarý ve birer define-i ilmin miftahýdýr.

 

Eðer istersen Kur'anýn semâvatýna ve âyâtýnýn nücumlarýna yetiþesin; geçmiþ olan yirmi aded Sözleri, yirmi basamaklý (Haþiye-1) bir merdiven yaparak çýk. Onunla gör ki: Kur'an ne kadar parlak bir güneþtir. Hakaik-i Ýlâhiyyeye ve hakaik-i mümkinat üstüne nasýl safi bir nur serpiyor ve parlak bir ziya neþrediyor bak...

 

Netice: Mâdem enbiyaya dair olan âyetler, þimdiki terakkiyat-ý beþeriyenin hârikalarýna birer nevi iþaretle beraber, daha ilerideki hududunu çiziyor gibi bir tarz-ý ifadesi var ve mâdem herbir âyetin müteaddid mânâlara delâleti muhakkaktýr, belki müttefekun aleyhtir ve mâdem enbiyaya ittiba etmek ve iktida etmeye dair evâmir-i mutlaka var. Öyle ise, þu geçmiþ âyetlerin maânî-i sarihalarýna delâletle beraber, san'at ve fünun-u beþeriyenin mühimlerine iþarî bir tarzda delâlet, hem teþvik ediliyor denilebilir.

 

(Haþiye-1): Belki otuzüç aded Sözleri, otuzüç aded Mektublarý, otuzbir Lem'alarý, onüç Þualarý; yüzyirmi basamaklý bir merdivendir...

 

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

 

ÝKÝ MÜHÝM SUALE KARÞI ÝKÝ MÜHÝM CEVAB

 

BÝRÝNCÝSÝ: Eðer desen: «Mâdem Kur'an, beþer için nâzil olmuþtur. Neden beþerin nazarýnda en mühim olan medeniyet hârikalarýný tasrih etmiyor? Yalnýz gizli bir remz ile, hafî bir îma ile, hafif bir iþaretle, zaîf bir ihtar ile iktifa ediyor? »

 

ELCEVAB: Çünki medeniyet-i beþeriye hârikalarýnýn haklarý, bahs-i Kur'anîde o kadar olabilir. Zira Kur'anýn vazife-i asliyesi: Daire-i rubûbiyetin Kemâlât ve þuunatýný ve daire-i ubûdiyetin vezaif ve ahvâlini tâlim etmektir. Öyle ise þu havarik-ý beþeriyenin o iki dairede haklarý; yalnýz bir zaîf remz, bir hafif iþaret, ancak düþer. Çünki onlar, daire-i rubûbiyetten haklarýný isteseler, o vakit pek az hak alabilirler. Meselâ; tayyare-i beþer (Haþiye) Kur'ana dese: «Bana bir hakk-ý kelâm ver, âyâtýnda bir mevki ver.» Elbette o daire-i rubûbiyetin tayyareleri olan Seyyarat, Arz, Kamer; Kur'an namýna diyecekler: «Burada cirmin kadar bir mevki alabilirsin.» Eðer beþerin taht-el bahirleri, âyât-ý Kur'aniyeden mevki isteseler; o dairenin taht-el bahirleri (yâni, bahr-ý muhit-i havaîde ve esîr denizinde yüzen) zemin ve yýldýzlar ona diyecekler: «Yanýmýzda senin yerin, görünmeyecek derecede azdýr.» Eðer elektriðin parlak, yýldýz-misâl lâmbalarý, hakk-ý kelâm isteyerek, âyetlere girmek isteseler; o dairenin elektrik lâmbalarý olan þimþekler, þahablar ve gökyüzünü zînetlendiren yýldýzlar ve misbahlar diyecekler: «Iþýðýn nisbetinde bahis ve Beyâna girebilirsin.» Eðer havârik-ý medeniyet, dekaik-ý san'at cihetinde haklarýný isterlerse ve âyetlerden makam taleb ederlerse; o vakit, birtek sinek onlara «Susunuz» diyecek. «Benim bir kanadým kadar hakkýnýz yoktur. Zira sizlerdeki, beþerin cüz'-i ihtiyarýyla kesbedilen bütün ince san'atlar ve bütün nâzik cihazlar toplansa, benim küçücük vücudumdaki ince san'at ve nazenin cihazlar kadar acib olamaz. ilâ âhir.. âyeti sizi susturur.»

 

(Haþiye): Þu ciddî mes'eleyi yazarken ihtiyarsýz olarak, kalemim üslûbunu, þu lâtif lâtifeye çevirdi. Ben de kalemimi serbest býraktým. Ümid ederim ki, üslûbun lâtifeliði, mes'elenin ciddiyetine halel vermesin.

 

Eðer o hârikalar, daire-i ubûdiyete gidip, o daireden haklarýný isterlerse; o zaman o daireden þöyle bir cevab alýrlar ki: «Sizin münasebetiniz bizimle pek azdýr ve dairemize kolay giremezsiniz. Çünki proðramýmýz budur ki: Dünya bir misafirhânedir. Ýnsan ise onda az duracaktýr ve vazifesi çok bir misafirdir ve kýsa bir ömürde hayat-ý ebediyeye lâzým olan levazýmatý tedârik etmekle mükelleftir. En ehemm ve en elzem iþler, takdim edilecektir. Halbuki siz ekseriyet îtibâriyle þu fâni dünyayý bir makarr-ý ebedî nokta-i nazarýnda ve gaflet perdesi altýnda, dünyaperestlik hissiyle iþlenmiþ bir sûret sizde görülüyor. Öyle ise, hakperestlik ve âhireti düþünmeklik esâslarý üzerine müesses olan ubûdiyetten hisseniz pek azdýr. Lâkin eðer kýymettar bir ibâdet olan sýrf menfaat-ý ibâdullah için ve menâfi-i umumiye ve istirahat-ý âmmeye ve hayát-ý içtimaiyenin kemâline hizmet eden ve elbette ekalliyet teþkil eden muhterem san'atkârlar ve mülhem keþþaflar, arkanýzda ve içinizde varsa; o hassas zâtlara þu remz ve iþarat-ý Kur'aniye -sa'ye teþvik ve san'atlarýný takdir etmek için- elhak kâfi ve vâfidir.»

 

ÝKÝNCÝ SUALE CEVAB: Eðer desen: «Þimdi þu tahkikattan sonra þübhem kalmadý ve tasdik ettim ki; Kur'anda sâir hakaikla beraber, medeniyet-i hâzýranýn hârikalarýna ve belki daha ilerisine iþaret ve remz vardýr. Dünyevî ve uhrevî saadet-i beþere lâzým olan herþey, deðeri nisbetinde içinde bulunur. Fakat niçin Kur'an, onlarý sarahatla zikretmiyor? Tâ, muannid kâfirler dahi tasdike mecbur olsunlar, kalbimiz de rahat olsun?

 

ELCEVAB: Din bir imtihandýr. Teklif-i Ýlahî bir tecrübedir. Tâ, ervah-ý âliye ile ervah-ý sâfile, müsabaka meydanýnda birbirinden ayrýlsýn. Nasýlki bir mâdene ateþ veriliyor; tâ elmasla kömür, altunla toprak birbirinden ayrýlsýn. Öyle de bu dâr-ý imtihanda olan teklifat-ý Ýlahiye bir ibtilâdýr ve bir müsabakaya sevktir ki; istidad-ý beþer mâdeninde olan cevâhir-i âliye ile mevadd-ý süfliye, birbirinden tefrik edilsin... Mâdem Kur'an, bu dâr-ý imtihanda bir tecrübe Sûretinde, bir müsabaka meydanýnda beþerin tekemmülü için nâzil olmuþtur. Elbette þu dünyevî ve herkese görünecek umûr-u gaybiye-i istikbaliyeye yalnýz iþaret edecek ve hüccetini isbat edecek derecede akla kapý açacak. Eðer sarahaten zikretse, sýrr-ý teklif bozulur. Âdeta gökyüzündeki yýldýzlarla vazýhan yazmak misillü bir bedâhete girecek. O zaman herkes ister istemez tasdik edecek. Müsabaka olmaz, imtihan fevt olur. Kömür gibi bir ruh ile elmas gibi bir ruh (Haþiye) beraber kalacaklar...

 

Elhasýl: Kur'an-ý Hakîm, hakîmdir. Herþeye, kýymeti nisbetinde bir makam verir. Ýþte Kur'an, binüçyüz sene evvel, istikbâlin zulümâtýnda müstetir ve gaybî olan semerat ve terakkiyat-ý insâniyeyi görüyor ve gördüðümüzden ve göreceðimizden daha güzel bir Sûrette gösterir. Demek Kur'an, öyle bir zâtýn kelâmýdýr ki; bütün zamanlarý ve içindeki bütün eþyayý bir anda görüyor.

 

Ýþte mu'cizât-ý Enbiya yüzünde parlayan bir lem'a-i i'câz-ý Kur'an...

 

(Haþiye): Ebu Cehil-i Laîn ile Ebu Bekir-i Sýddýk müsavi görünecek. Sýrr-ý teklif zayi' olacak.

 

 

* * *

 

 

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

Gast
Dieses Thema wurde nun für weitere Antworten gesperrt.
×
×
  • Neu erstellen...