Zum Inhalt springen
Qries Qries Qries Qries Qries Qries

13.Söz


el-dumano

Empfohlene Beiträge

13.Söz

 

"Biz Kur'an'dan mü'minler icin bir sifa ve rahmet olan seyi indiriyoruz." Isra Süresi, 17:82

"Biz Peygambere siir ogretmedik; bu ona yakismaz da." Yasin Suresi, 36:69

 

Kur'an-ý Hakîm ile felsefe ulûmunun mahsul-ü hikmetlerini, ders-i ibretlerini, derece-i ilimlerini müvazene etmek istersen; þu gelecek sözlere dikkat et!

 

Ýþte Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan'ýn bütün kâinattaki âdiyat namýyla yâdolunan, hârikulâde ve birer mu'cize-i kudret olan mevcudat üstündeki âdet ve ülfet perdesini keskin beyanatýyla yýrtýp, o hakaik-i acibeyi zîþuura açýp, nazar-ý ibretlerini celbedip, ukûle tükenmez bir hazine-i ulûm açar.

Felsefe hikmeti ise, bütün hârikulâde olan mu'cizat-ý kudreti, âdet perdesi içinde saklayýp, cahilane ve lâkaydane üstünde geçer. Yalnýz hârikulâdelikten düþen ve intizam-ý hilkatten huruc eden ve kemal-i fýtrattan sukut eden nadir ferdleri nazar-ý dikkate arzeder, onlarý birer ibretli hikmet diye zîþuura takdim eder. Meselâ: En câmi' bir mu'cize-i kudret olan insanýn hilkatini âdi deyip lâkaydlýkla bakar. Fakat insanýn kemal-i hilkatinden huruc etmiþ, üç ayaklý yahut iki baþlý bir insaný bir velvele-i istiðrabla nazar-ý ibrete teþhir eder. Meselâ: En latif ve umumî bir mu'cize-i rahmet olan bütün yavrularýn hazine-i gaybdan muntazam iaþelerini âdi görüp, küfran perdesini üstüne çeker. Fakat intizamdan þüzuz etmiþ, kabilesinden cüda olmuþ, yalnýz olarak gurbete düþmüþ, denizin altýnda olan bir böceðin bir yeþil yaprakla iaþesini görür, ondan tecelli eden lütuf ve keremle hazýr balýkçýlarý aðlatmak ister (Haþiye). Ýþte Kur'an-ý Kerim'in ilim ve hikmet ve marifet-i Ýlahiye cihetiyle servet ve gýnasý; ve felsefenin ilim ve ibret ve marifet-i Sâni' cihetindeki fakr ve iflasýný gör, ibret al!

 

Ýþte bu sýrdandýr ki: Kur'an-ý Hakîm, nihayetsiz parlak, yüksek hakikatlarý câmi' olduðundan, þiirin hayalatýndan müstaðnidir. Evet Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan'ýn i'caz derecesindeki kemal-i nizam ve intizamý ve kitab-ý kâinattaki intizamat-ý san'atý, muntazam üslûblarýyla tefsir ettikleri halde; manzum olmadýðýnýn diðer bir sebebi de budur ki: Âyetlerinin herbir necmi, vezin kaydý altýna girmeyip tâ ekser âyetlere bir nevi merkez olsun ve kardeþi olsun ve mabeynlerinde mevcud münasebet-i maneviyeye rabýta olmak için, o daire-i muhita içindeki âyetlere birer hatt-ý münasebet teþkil etsin. Güya serbest herbir âyetin, ekser âyetlere bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü var. Kur'an içinde binler Kur'an bulunur ki, herbir meþreb sahibine birisini verir. Nasýlki Yirmibeþinci Söz'de beyan edildiði gibi; Sure-i Ýhlas içinde otuzaltý Sure-i Ýhlas mikdarýnca herbiri zil-ecniha olan altý cümlenin terkibatýndan müteþekkil bir hazine-i ilm-i tevhid bulunur ve tazammun ediyor.

Evet nasýlki semada olan intizamsýz yýldýzlarýn sureten adem-i intizamý cihetiyle herbir yýldýz, kayýd altýna girmeyip herbirisi ekser yýldýzlara bir nevi merkez olarak daire-i muhitasýndaki -birer birer- herbir yýldýza mevcudat beynindeki nisbet-i hafiyeye iþaret olarak birer hatt-ý münasebet uzatýyor. Güya herbir tek yýldýz, necm-i âyet gibi umum yýldýzlara bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü vardýr. Ýþte intizamsýzlýk içinde kemal-i intizamý gör, ibret al! ­

"Biz Peygambere siir ögretmedik..." nün bir sýrrýný bil! Hem âyet-i "... bu ona yakismaz da." sýrrýný da bununla anla ki: Þiirin þe'ni; küçük ve sönük hakikatlarý, büyük ve parlak hayallerle süslendirip beðendirmek ister. Halbuki Kur'anýn hakikatlarý; o kadar büyük, âlî, parlak ve revnakdardýr ki, en büyük ve parlak hayal, o hakikatlara nisbet edilse; gayet küçük ve sönük kalýr.

 

Meselâ: "O gün semayi, kitap sahifelerini dürer gibi düreriz."

"O gü, gündüzü, pesi sira kovalayan gece ile örter."

"Tek bi seslerdir ki, onlarin hepsi birden toplanip huzurumuza getirilirler."

gibi hadsiz hakikatlarý buna þahiddir. Kur'anýn herbir âyeti, birer necm-i sâkýb gibi, i'caz ve hidayet nurunu neþr ile küfrün zulümatýný nasýl daðýttýðýný görmek, zevketmek istersen; kendini o asr-ý cahiliyette ve o sahra-yý bedeviyette farzet ki, herþey zulmet-i cehil ve gaflet altýnda perde-i cümud u tabiata sarýlmýþ olduðu bir anda, birden Kur'anýn lisan-ý ulviyesinden "Göklerde ne var, yerde ne varsa, hersyin hakiki sahibi olan, her türlü noksandan münezzeh bulunan, kudreti herseye galip olan ve hikmeti herseyi kusatan Allah'i tesbih eder." gibi âyetleri iþit, bak. O ölmüþ veya yatmýþ mevcudat-ý âlem sadâsýyla iþitenlerin zihninde nasýl diriliyorlar, hüþyar oluyorlar, kýyam edip zikrediyorlar. Hem o karanlýk gökyüzünde birer camid ateþpare olan yýldýzlar ve yerdeki periþan mahlukat, "Yedi gök ve yer onlarin icindekiler Onu (Allah'i) tesbih eder."

sayhasýyla iþitenlerin nazarýnda; gökyüzü bir aðýz, bütün yýldýzlar birer kelime-i hikmet-nüma, birer nur-u hakikat-eda; ve arz bir kafa; berr ve bahr birer lisan; ve bütün hayvanat ve nebatat birer kelime-i tesbih-feþan suretinde arz-ý dîdar eder. Yoksa bu zamandan tâ o zamana bakmakla, mezkûr zevkin dekaikýný göremezsin. Evet o zamandan beri nurunu neþreden ve mürur-u zaman ile ulûm-u mütearife hükmüne geçen ve sair neyyirat-ý Ýslâmiye ile parlayan ve Kur'anýn güneþiyle gündüz rengini alan bir vaziyet ile yahut sathî ve basit bir perde-i ülfet ile baksan, elbette herbir âyetin ne kadar tatlý bir zemzeme-i i'caz içinde ne çeþit zulümatý daðýttýðýný hakkýyla göremezsin ve bir çok enva'-ý i'cazý içinde bu nev-i i'cazýný zevk edemezsin. Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan'ýn en yüksek bir derece-i i'cazýna bakmak istersen, þu temsili dinle, bak. Þöyle ki:

 

Gayet yüksek ve garib ve gayetle yayýlmýþ acib bir aðaç farzedelim ki; o aðaç bir perde-i gayb altýnda, bir tabaka-i mesturiyet içinde saklanmýþ. Malûmdur ki: Bir aðacýn, insanýn a'zalarý gibi; onun dallarý, meyveleri, yapraklarý, çiçekleri gibi bütün uzuvlarý arasýnda bir münasebet, bir tenasüb, bir müvazenet lâzýmdýr. Herbir cüz'ü, o aðacýn mahiyetine göre bir þekil alýr, bir suret verilir. Ýþte, hiç görünmeyen (ve halen görünmüyor) o aðaca dair biri çýksa, bir perde üstünde onun herbir azasýna mukabil birer resim çekse, birer hudud çizse, dalýndan meyveye, meyveden yapraða, bir tenasüble bir suret tersim etse ve birbirinden nihayetsiz uzak mebde ve müntehasýnýn ortasýnda uzuvlarýnýn ayný þekil ve suretini gösterecek muvafýk tersimatla doldursa; elbette þübhe kalmaz ki, o ressam o gaybî aðacý gayb-aþina nazarýyla görür, ihata eder, sonra tasvir eder.

 

Aynen onun gibi, Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan'ýn dahi, hakikat-ý mümkinata dair (ki o hakikat; dünyanýn ibtidasýndan tut, tâ âhiretin en nihayetine kadar uzanmýþ ve ferþten arþa ve zerreden þemse kadar yayýlmýþ olan þecere-i hilkatin hakikatýna dair) beyanat-ý Furkaniyesi, o kadar tenasübü muhafaza etmiþ ve herbir uzva ve meyveye lâyýk birer suret vermiþtir ki; bütün muhakkikler, nihayet-i tahkikinde, Kur'anýn tasvirine "Mâþâallah, Bârekâllah" deyip, "Týlsým-ý kâinatý ve muammayý hilkatý keþf ve fetheden yalnýz sensin ey Kur'an-ý Hakîm!" demiþler.

 

"En yüce sifatlar Allah'indir." -temsilde kusur yok- esma ve sýfât-ý Ýlahiyeyi, þuun ve ef'al-i Rabbaniyeyi, bir þecere-i tûbâ-i nur hükmünde temsil edelim ki; o þecere-i nuraniyenin daire-i azameti, ezelden ebede uzanýp gidiyor. Hudud-u kibriyasý, gayr-ý mütenahî feza-yý ýtlakta yayýlýp ihata ediyor. Hudud-u icraatý, "Daneleri ve cekirdekleri catlatan Allah." "Allah, kisi ile onun kalbi arasina girer." "Annelerinizin rahmetlerinde sizi kendi diledigi gibi sekil veren de Odur." hududundan tut tâ "Gökler Onun kudret elinde dürülmüstür." "Gökleri ve yeri alti günde yaratan Odur." "Günesi ve ayi da emrine boyun egdirdi." hududuna kadar uzanmýþ o hakikat-ý nuraniyeyi; bütün dal ve budaklarýyla, gayat ve meyveleriyle o kadar tenasüble ve birbirine uygun, birbirine lâyýk, birbirini kýrmayacak, birbirinin hükmünü bozmayacak, birbirinden tevahhuþ etmeyecek bir surette o hakaik-i esma ve sýfâtý ve þuun ve ef'ali beyan etmiþtir ki, bütün ehl-i keþf ve hakikat ve daire-i melekûtta cevelan eden bütün ashab-ý irfan ve hikmet, o beyanat-ý Furkaniyeye karþý "Sübhanallah" deyip, "Ne kadar doðru, ne kadar mutabýk, ne kadar güzel, ne kadar lâyýk" diyerek tasdik ediyorlar.

 

Meselâ: Bütün daire-i imkân ve daire-i vücuba bakan, hem o iki þecere-i azîmenin bir tek dalý hükmünde olan imanýn erkân-ý sittesi ve o erkânýn bütün dal ve budaklarý, tâ en ince meyve ve çiçekler aralarýnda o kadar bir tenasüb gözetilerek tasvir eder ve o derece bir müvazenet suretinde tarif eder ve o mertebe bir tenasüb tarzýnda izhar eder ki, akl-ý beþer idrakinden âciz ve hüsnüne hayran kalýr. Ve o iman dalýnýn bir budaðý hükmünde olan Ýslâmiyet'in erkân-ý hamsesi aralarýnda ve o erkânýn tâ en ince teferruatý ve en küçük âdâbý ve en uzak gayatý ve en derin hikemiyatý ve en cüz'î semeratýna varýncaya kadar aralarýnda hüsn-ü tenasüb ve kemal-i münasebet ve tam bir müvazenet muhafaza edildiðine delil: O Kur'an-ý câmiin nusus ve vücuhundan ve iþarat ve rumuzundan çýkan þeriat-ý kübra-yý Ýslâmiyenin kemal-i intizamý ve müvazeneti ve hüsn-ü tenasübü ve resaneti; cerhedilmez bir þahid-i âdil, þübhe getirmez bir bürhan-ý katý'dýr.

 

Demek oluyor ki; beyanat-ý Kur'aniye, beþerin ilm-i cüz'îsine, bahusus bir ümminin ilmine müstenid olamaz. Belki bir ilm-i muhite istinad ediyor ve cemi' eþyayý birden görebilir, ezel ebed ortasýnda bütün hakaiký bir anda müþahede eder bir Zâtýn kelâmýdýr.

"Hamd o Allah'a mahsustur ki, kuluna kitabi indirmis ve o kitapta hicbir tezat ve egrilige yer vermemistir." Ey Kur'an'i indiren Allahim! Ku'ra'in ve kendisine Kur'an indirilen zatin hakki icin, kalblerimizi ve kabirlerimizi iman ve Kur'an nuruyla nurlandir. Amin, ey kendisinden istimdad edilen Müstean!

* * *

 

--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

 

 

Onüçüncü Sözün Ýkinci Makamý

 

(Cazibedar bir fitne içinde bulunan ve daha aklýný kaybetmeyen bazý gençlerle bir muhaveredir.)

 

Bir kýsým gençler tarafýndan þimdiki aldatýcý ve cazibedar lehviyat ve hevesatýn hücumlarý karþýsýnda "âhiretimizi ne suretle kurtaracaðýz" diye, Risale-i Nur'dan meded istediler. Ben de Risale-i Nur'un þahs-ý manevîsi namýna onlara dedim ki: Kabir var, hiç kimse inkâr edemez. Herkes ister istemez oraya girecek. Ve oraya girmek için de üç tarzda üç yoldan baþka yol yok.

 

Birinci yol: O kabir, ehl-i iman için bu dünyadan daha güzel bir âlemin kapýsýdýr.

 

Ýkinci yol: Âhireti tasdik eden, fakat sefahet ve dalalette gidenlere, bir haps-i ebedî ve bütün dostlarýndan bir tecrid içinde bir haps-i münferid, yalnýz baþýna bir hapis kapýsýdýr. Öyle gördüðü ve itikad ettiði ve inandýðý gibi hareket etmediði için öyle muamele görecek.

 

Üçüncü yol: Âhirete inanmayan ehl-i inkâr ve dalalet için bir i'dam-ý ebedî kapýsý... Yani hem kendisini, hem bütün sevdiklerini i'dam edecek bir daraðacýdýr. Öyle bildiði için, cezasý olarak aynýný görecek. Bu iki þýk bedihîdir, delil istemiyor, göz ile görünür.

 

Madem ecel gizlidir; her vakit ölüm, baþýný kesmek için gelebiliyor ve genç ihtiyar farký yoktur. Elbette daima gözü önünde öyle büyük dehþetli bir mes'ele karþýsýnda bîçare insan; o i'dam-ý ebedî, o dipsiz, nihayetsiz haps–i münferidden kurtulmak çaresini aramak ve kabir kapýsýný bir âlem-i bâkiye, bir saadet-i ebediyeye ve âlem-i nura açýlan bir kapýya kendi hakkýnda çevirmek hâdisesi; o insanýn dünya kadar büyük bir mes'elesidir.

 

Bu kat'î hakikat, bu üç yol ile bulunduðunda ve bu üç yolun da mezkûr üç hakikat ile olacaðýný ihbar eden yüzyirmidört bin muhbir-i sadýk, ellerinde niþane-i tasdik olan mu'cizeler bulunan enbiyalar ve o enbiyalarýn haber verdikleri ayný haberleri, keþf ve zevk ve þuhud ile tasdik eden ve imza basan yüzyirmidört milyon evliyanýn ayný hakikate þehadetleri ve hadd ü hesaba gelmeyen muhakkiklerin, kat'î delilleriyle -o enbiya ve evliyanýn verdikleri ayný haberleri- aklen ilmelyakîn derecesinde (*) isbat ettikleri ve yüzde doksandokuz ihtimal-i kat'î ile "i'dam ve zindan-ý ebedîden kurtulmak ve o yolu saadet-i ebediyeye çevirmek, yalnýz iman ve itaat iledir." diye ittifaken haber veriyorlar.

 

Acaba yüzde bir ihtimal-i helâket bulunan bir tehlike yolunda gitmemek için, bir tek muhbirin sözü nazara alýnsa ve onun sözünü dinlemeyip o yolda giden adamýn, endiþe-i helâketten gelen elem-i manevî, onun yemek iþtihasýný kaçýrdýðý halde; böyle yüzbinler sadýk ve musaddak muhbirlerin yüzde yüz ihtimal ile, dalalet ve sefahet göz önündeki kabir daraðacýna ve ebedî haps-i münferidine kat'î sebeb olduðunu ve iman, ubudiyet yüzde yüz ihtimal ile o daraðacýný kaldýrýp, o haps-i münferidi kapatýp, þu göz önündeki kabri, bir hazine-i ebediyeye, bir saray-ý saadete açýlan bir kapýya çeviriyor diye ihbar eden ve emarelerini ve âsârlarýný gösterdikleri halde, bu acib ve garib ve dehþetli ve azametli mes'ele karþýsýnda bulunan bîçare insan ve bahusus müslüman eðer iman ve ubudiyeti olmazsa, bütün dünya saltanatý ve lezzeti bir tek insana verilse; acaba o göz önündeki, her vakit oraya çaðrýlmasýna nöbetini bekleyen bir insana verdiði o endiþeden gelen elîm elemi kaldýrabilir mi? Sizden soruyorum.

 

Madem ihtiyarlýk, hastalýk, musibet ve her tarafta vefiyatlar o dehþetli elemi deþiyorlar ve ihtar ediyorlar. Elbette o ehl-i dalalet ve sefahet yüzbin lezzeti ve zevki alsa da, yine o manevî bir cehennem kalbinde yaþar ve yakar. Fakat pek kalýn gaflet sersemliði muvakkaten hissettirmez.

 

Madem ehl-i iman ve taat, göz önünde gördüðü kabri bir hazine-i ebediyeye, bir saadet-i lâyezalîye kendisi hakkýnda bir kapý olduðunu ve o ezelî mukadderat piyangosundan milyarlar altun ve elmaslarý kazandýracak bir bilet dahi iman vesikasýyla ona çýkmýþ. Her vakit "Gel biletini al!" diye beklemesinden derin, esaslý, hakikî lezzet ve zevk-i manevî öyle bir lezzettir ki; eðer tecessüm etse ve o çekirdek bir aðaç olsa,

Onlardan birisi Risale-i Nur'dur. Meydandadýr.

o adama hususî bir cennet hükmüne geçtiði halde; o zevk ve lezzet-i azîmeyi terkedip, gençlik saikasýyla, o hadsiz elemler ile âlûde zehirli bir bala benzeyen sefihane ve heveskârane muvakkat bir lezzet-i gayr-ý meþruayý ihtiyar eden, hayvandan yüz derece aþaðý düþer. Ecnebi dinsizleri gibi de olamaz. Çünki onlar, peygamberi inkâr etseler, diðerlerini tanýyabilirler. Peygamberleri bilmeseler de Allah'ý tanýyabilirler. Allah'ý bilmeseler de kemalâta medar olacak bazý güzel hasletler bulunabilir. Fakat bir müslüman; hem enbiyayý, hem Rabbini, hem bütün kemalâtý Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm vasýtasýyla biliyor. Onun terbiyesini býrakan ve zincirinden çýkan daha hiçbir peygamberi (A.S.) tanýmaz ve Allah'ý da tanýmaz. Ve ruhunda kemalâtý muhafaza edecek hiçbir esasatý bilemez. Çünki peygamberlerin en âhiri ve en büyükleri ve dini ve daveti umum nev'-i beþere baktýðý için ve mu'cizatça ve dince umuma faik ve bütün nev'-i beþere bütün hakaikte üstadlýk edip, ondört asýrda parlak bir surette isbat eden ve nev'-i beþerin medar-ý iftiharý bir zâtýn terbiye-i esasiyelerini ve usûl-ü dinini terkeden, elbette hiçbir cihette bir nur, bir kemal bulamaz. Sukut-u mutlaka mahkûmdur.

 

Ýþte ey hayat-ý dünyeviyenin zevkine mübtela ve endiþe-i istikbal ile istikbalini ve hayatýný temin için çabalayan bîçareler! Dünyanýn lezzetini, zevkini, saadetini, rahatýný isterseniz; meþru dairedeki keyfe iktifa ediniz. O, keyfinize kâfidir. Haricinde ve gayr-ý meþru dairedeki bir lezzetin içinde bin elem olduðunu sâbýk beyanatta elbette anladýnýz. Eðer mazi, yani geçmiþ zamanýn hâdisatýný, sinema ile halihazýrda gösterdikleri gibi; istikbaldeki ahval dahi, meselâ elli sene sonraki halleri bir sinema ile gösterilse idi, ehl-i sefahet þimdiki güldüklerine yüzbinlerce nefrin ve nefret edip aðlayacaktýlar. Dünya ve âhirette ebedî ve daimî süruru isteyen, iman dairesindeki terbiye-i Muhammediyeyi (A.S.M.) kendine rehber etmek gerektir.

 

* * *

Birkaç bîçare gençlere verilen bir tenbih, bir ders, bir ihtardýr

 

 

Bir gün yanýma parlak birkaç genç geldiler. Hayat ve gençlik ve hevesat cihetinden gelen tehlikelerden sakýnmak için tesirli bir ihtar almak isteyen bu gençlere, ben de eskiden Risale-i Nur'dan meded isteyen gençlere dediðim gibi dedim ki: Sizdeki gençlik kat'iyyen gidecek. Eðer siz daire-i meþruada kalmazsanýz, o gençlik zayi' olup baþýnýza hem dünyada, hem kabirde, hem âhirette kendi lezzetinden çok ziyade belalar ve elemler getirecek. Eðer terbiye-i Ýslâmiye ile o gençlik nimetine karþý bir þükür olarak iffet ve namusluluk ve taatte sarfetseniz, o gençlik manen bâki kalacak ve ebedî bir gençlik kazanmasýna sebeb olacak.

 

Hayat ise, eðer iman olmazsa veyahut isyan ile o iman tesir etmezse; hayat, zahirî ve kýsacýk bir zevk ve lezzetle beraber, binler derece o zevk ve lezzetten ziyade elemler, hüzünler, kederler verir. Çünki insanda akýl ve fikir olduðu için, hayvanýn aksine olarak hazýr zamanla beraber geçmiþ ve gelecek zamanlarla da fýtraten alâkadardýr. O zamanlardan dahi hem elem, hem lezzet alabilir. Hayvan ise, fikri olmadýðý için, hazýr lezzetini, geçmiþten gelen hüzünler ve gelecekten gelen korkular, endiþeler bozmuyor. Ýnsan ise, eðer dalalet ve gaflete düþmüþ ise, hazýr lezzetine geçmiþten gelen hüzünler ve gelecekten gelen endiþeler o cüz'î lezzeti cidden acýlaþtýrýyor, bozuyor. Hususan gayr-ý meþru ise, bütün bütün zehirli bir bal hükmündedir. Demek hayvandan yüz derece, lezzet-i hayat noktasýnda aþaðý düþer.

Belki ehl-i dalaletin ve gafletin hayatý, belki vücudu, belki kâinatý; bulunduðu gündür. Bütün geçmiþ zaman ve kâinatlar, onun dalaleti noktasýnda madumdur, ölmüþtür. Akýl alâkadarlýðý ile ona zulmetler, karanlýklar veriyor. Gelecek zamanlar ise, itikadsýzlýðý cihetiyle yine madumdur. Ve ademle hasýl olan ebedî firaklar, mütemadiyen onun fikir yoluyla hayatýna zulmetler veriyorlar. Eðer iman hayata hayat olsa; o vakit hem geçmiþ, hem gelecek zamanlar imanýn nuruyla ýþýklanýr ve vücud bulur. Zaman-ý hazýr gibi ruh ve kalbine iman noktasýnda ulvî ve manevî ezvaký ve envâr-ý vücudiyeyi veriyor. Bu hakikatýn, Ýhtiyar Risalesi'nde Yedinci Rica'da izahý var. Ona bakmalýsýnýz.

 

Ýþte hayat böyledir. Hayatýn lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatýnýzý iman ile hayatlandýrýnýz ve feraizle zînetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz. Her gün ve her yerde ve her vakit vefiyatlarýn gösterdikleri dehþetli hakikat-ý mevt ise, size -baþka gençlere söylediðim gibi- bir temsil ile beyan ediyorum:

 

Meselâ, burada gözünüz önünde bir daraðacý dikilmiþ. Onun yanýnda bir piyango (fakat pek büyük bir ikramiye biletleri veren) dairesi var. Biz buradaki on kiþi alâküllihal, ister istemez, hiç baþka çare yok, oraya davet edileceðiz, bizi çaðýracaklar. Ve çaðýrma zamaný gizli olmasýndan her dakika, ya "Gel i'dam biletini al, daraðacýna çýk!" veyahut "Gel, milyonlar altun kazandýran bir ikramiye bileti sana çýkmýþ gel, al!" demelerini beklerken, birden kapýya iki adam geldi. Biri yarý çýplak güzel ve aldatýcý bir kadýn, elinde zahiren gayet tatlý, fakat zehirli bir helva getirip yedirmek istiyor. Diðer biri de; aldatmaz ve aldanmaz ciddî bir adam, o kadýnýn arkasýndan girdi. Dedi ki: "Size bir týlsým, bir ders getirdim. Bunu okusanýz, o helvayý yemezseniz, o daraðacýndan kurtulursunuz.

Bu týlsým ile o emsalsiz ikramiye biletini alýrsýnýz. Ýþte bu daraðacýnda zâten gözünüzle görüyorsunuz ki, bal yiyenler oraya giriyorlar ve oraya girinceye kadar o helvanýn zehirinden dehþetli karýn sancýsý çekiyorlar ve o büyük ikramiye biletini alanlar çendan görünmüyorlar ve zahiren onlar da o daraðacýna çýktýklarý görünüyor. Fakat onlar asýlmadýklarýný, belki oradan kolayca ikramiye dairesine girmek için basamak yaptýklarýný milyonlar þahidler var, haber veriyorlar. Ýþte pencerelerden bakýnýz. En büyük memurlar ve bu iþle alâkadar büyük zâtlar yüksek sesle ilân ediyorlar ve haber veriyorlar ki; o daraðacýna gidenleri aynelyakîn gözünüz ile gördüðünüz gibi, bu ikramiye biletini týlsýmcýlar aldýklarýný hiç þek ve þübhesiz gündüz gibi kat'î biliniz." dedi.

 

Ýþte bu temsil gibi zehirli bir bal hükmünde olan gayr-ý meþru dairedeki gençliðin sefahetkârane zevkleri, hazine-i ebediyenin ve saadet-i sermediyenin bileti ve vesikasý olan imaný kaybettiði için, daraðacý hükmünde olan ölüm ve ebedî zulümat kapýsý olan kabrin musibetine, aynen zahiren göründüðü gibi düþer ve ecel gizli olduðu için genç, ihtiyar farketmeyerek her vakit ecel cellâdý, baþýný kesmek için gelebilir. Eðer o zehirli bal hükmünde olan hevesat-ý gayr-ý meþruayý terkedip, týlsým-ý Kur'anî olan iman ve feraizi elde etmekle ve fevkalâde mukadderat-ý beþer piyangosundan çýkan saadet-i ebediye hazinesi biletini alacaðýna,

yüzyirmidört bin Enbiya Aleyhimüsselâm ile beraber hadd ü hesaba gelmeyen ehl-i velayet ve ehl-i hakikat müttefikan haber veriyorlar ve âsârýný gösteriyorlar.

 

Elhasýl, gençlik gidecek. Sefahette gitmiþ ise, hem dünyada, hem âhirette, binler bela ve elemler netice verdiðini ve öyle gençler ekseriyetle sû'-i istimal ile, israfat ile gelen evhamlý hastalýkla hastahanelere ve taþkýnlýklarýyla hapishanelere veya sefalethanelere ve manevî elemlerden gelen sýkýntýlarla meyhanelere düþeceklerini anlamak isterseniz; hastahanelerden ve hapishanelerden ve kabristanlardan sorunuz. Elbette hastahanelerin ekseriyetle lisan-ý halinden, gençlik saikasýyla israfat ve sû'-i istimalden gelen hastalýktan eninler, eyvahlar iþittiðiniz gibi; hapishanelerden dahi, ekseriyetle gençliðin taþkýnlýk saikasýyla gayr-ý meþru dairedeki harekatýn tokatlarýný yiyen bedbaht gençlerin teessüflerini iþiteceksiniz. Ve kabristanda ve mütemadiyen oraya girenler için kapýlarý açýlýp kapanan o âlem-i berzahta -ehl-i keþfelkuburun müþahedatýyla ve bütün ehl-i hakikatýn tasdikýyla ve þehadetiyle- ekser azablar, gençlik sû'-i istimalâtýnýn neticesi olduðunu bileceksiniz.

Hem nev'-i insanýn ekseriyetini teþkil eden ihtiyarlardan ve hastalardan sorunuz. Elbette ekseriyet-i mutlaka ile esefler, hasretler ile "Eyvah gençliðimizi bâdiheva, belki zararlý zayi' ettik. Sakýn bizim gibi yapmayýnýz." diyecekler. Çünki beþ-on senelik gençliðin gayr-ý meþru zevki için, dünyada çok seneler gam ve keder ve berzahta azab ve zarar ve âhirette cehennem ve sakar belasýný çeken adam, en acýnacak bir halde olduðu halde , "Zarara kendi rizasiyla girene merhamet edilmez." sýrrýyla hiç acýnmaya müstehak olamaz. Çünki zarara rýzasýyla girene merhamet edilmez ve lâyýk deðildir. Cenab-ý Hak bizi ve sizi, bu zamanýn cazibedar fitnesinden kurtarsýn ve muhafaza eylesin, âmîn...

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

  • 1 Jahr später...

 

RÝSALE-Ý NUR MÝZANLARINDAN ONÜÇÜNCÜ SÖZ'ÜN ÝKÝNCÝ MAKAMININ HAÞÝYESÝDÝR

 

 

Risale-i Nur'daki hakikî teselliye mahpuslar çok muhtaçtýrlar. Hususan gençlik darbesini yeyip, taze ve þirin ömrünü hapiste geçirenlerin, Nurlara ekmek kadar ihtiyaçlarý var. Evet gençlik damarý, akýldan ziyade hissiyatý dinler... His ve heves ise kördür. Âkibeti görmez. Bir dirhem hâzýr lezzeti, ileride bir batman lezzete tercih eder. Bir dakika intikam lezzeti ile katleder. Seksen bin saat hapis elemlerini çeker ve bir saat sefahet keyfiyle bir namus mes'elesinde- binler gün hem hapsin, hem düþmanýnýn endiþesinden sýkýntýlarla ömrünün saadeti mahvolur. Bunlara kýyasen bîçare gençlerin çok vartalarý var ki: En tatlý hayatýný en acý ve acýnacak bir hayata çeviriyorlar ve bilhassa þimalde koca bir devlet, gençlik hevesâtýný elde ederek, bu asrý fýrtýnalarýyla sarsýyor. Çünki: Âkibeti görmeyen kör hissiyatla hareket eden gençlere, ehl-i namusun güzel kýzlarýný ve karýlarýný ibahe eder. Belki hamamlarýnda erkek kadýn beraber çýplak olarak girmelerine izin vermeleri cihetinde bu fuhþiyatý teþvik eder. Hem serseri ve fakir olanlara zenginlerin mallarýný helâl eder ki: Bütün beþer bu musibete karþý titriyor.

 

Ýþte bu asýrda Ýslâm ve Türk gençleri kahramânâne davranýp iki cihetten hücum eden bu tehlikeye karþý, Risale-i Nur'un Meyve ve Gençlik Rehberi gibi keskin kýlýnçlariyle mukabele etmeleri elzemdir. Yoksa o bîçare genç, hem dünya istikbalini, hem mes'ud hayatýný, hem âhiretteki saadetini ve hayat-ý bâkiyesini azablara, elemlere çevirip mahveder ve sû-i istimâl ve sefahetle hastahanelere ve hissiyat taþkýnlýklariyle hapishanelere düþer. Eyvahlar, esefler ile ihtiyarlýðýnda çok aðlayacak. Eðer terbiye-i Kur'aniye ve Nur'un hakikatleriyle kendini muhafaza eylese, tam bir kahraman genç ve mükemmel bir insan ve mes'ud bir Müslüman ve sâir zîhayatlara, hayvanlara bir nevi sultan olur.

 

sh: » (S: 155)

 

Evet bir genç, hapiste yirmidört saat her günkü ömründen tek bir saatini beþ farz namazýna sarfetse ve ekser günahlardan hapis mâni olduðu gibi o musibete sebebiyet veren hatâdan dahi tövbe edip sâir zararlý, elemli günahlardan çekilse hem hayatýna, hem istikbaline, hem vatanýna, hem milletine, hem akrabasýna büyük faidesi olmasý gibi o on-onbeþ senelik fâni gençlikle ebedî parlak bir gençliði kazanacaðýný, baþta Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyân, bütün Kütüb ve Suhuf-u Semâviyye kat'î haber verip müjde ediyor.

 

Evet o þirin, güzel gençlik ni'metine istikametle, tâatle þükretse; hem ziyadeleþir, hem bâkileþir, hem lezzetlenir. Yoksa hem belalý olur, hem elemli, gamlý, kâbuslu olur, gider. Hem akrabasýna, hem vatanýna, hem milletine muzýr bir serseri hükmüne geçirmeðe sebebiyet verir.

 

Eðer mahpus, zulmen mahkûm olmuþ ise, farz namazýný kýlmak þartiyle, herbir saati, bir gün ibâdet hükmünde olduðu gibi, o hapis onun hakkýnda bir çilehane-i uzlet olup eski zamanda maðaralara girerek ibâdet eden münzevî sâlihlerden sayýlabilirler. Eðer fakir veya ihtiyar veya hasta ve îmân hakikatlarýna müþtak ise; farzýný yapmak ve tövbe etmek þartiyle herbir saatleri dahi yirmiþer saat ibâdet olup hapis ona bir istirahathane ve merhametkârâne ona bakan dostlar için bir muhabbethane, bir terbiyehane, bir dershane hükmüne geçer. O hapiste durmakla haricindeki müþevveþ, her tarafta günahlarýn hücumuna mâruz serbestiyetten daha ziyade hoþlanabilir. Hapisten tam terbiye alýr. Çýktýðý zaman bir kàtil, bir müntakim olarak deðil, belki tövbekâr, tecrübeli, terbiyeli, millete menfaatli bir adam çýkar. Hattâ Denizli hapsindeki zâtlarýn az bir zamanda Nurlardan fevkalâde hüsn-ü ahlâk dersini alanlarýný gören Bâzý alâkadar zâtlar demiþler ki: «Terbiye için onbeþ sene hapse atmaktansa, onbeþ hafta Risale-i Nur dersini alsalar, daha ziyade onlarý ýslah eder.»

 

Mâdem ölüm ölmüyor ve ecel gizlidir; her vakit gelebilir ve mâdem kabir kapanmýyor; kafile kafile arkasýnda gelenler oraya girip kayboluyorlar ve mâdem ölüm, ehl-i îmân hakkýnda idam-ý ebedîden terhis tezkeresine çevrildiðini, hakikat-ý Kur'aniye ile Risale-i Nur güneþ gibi göstermiþ ve ehl-i dalâlet ve sefahet hakkýnda göz ile göründüðü gibi bir idam-ý ebedîdir; bütün mahbubatýndan ve mevcûdâttan bir firak-ý lâyezâlîdir: Elbette ve elbette hiç bir þübhe kalmaz ki, en bahtiyar odur ki; sabýr içinde þükredip hapis müddetinden tam istifade ederek,

 

sh: » (S: 156)

 

Nurlar dersini alarak, istikamet dairesinde îmanýna ve Kur'ana hizmete çalýþmaktýr.

 

Ey zevk ve lezzete mübtelâ insan! Ben yetmiþ yaþýmda binler tecrübelerle ve hüccetlerle ve hâdiselerle aynelyakîn bildim ki: Hakikî zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet yalnýz îmândadýr ve îmân hakikatleri dairesinde bulunur. Yoksa dünyevî bir lezzette çok elemler var. Bir üzüm tanesini yedirir on tokat vurur, hayatýn lezzetini kaçýrýr.

 

Ey hapis musibetine düþen bîçareler! Mâdem dünyanýz aðlýyor ve tatlý hayatýnýz acýlaþtý; çalýþýnýz, âhiretiniz dahi aðlamasýn ve hayat-ý bâkiyeniz gülsün, tatlýlaþsýn, hapisten istifade ediniz. Nasýl bâzan aðýr þerait altýnda düþman karþýsýnda bir saat nöbet, bir sene ibâdet hükmüne geçebilir. Öyle de, sizin aðýr þerait altýnda herbir saat ibâdet zahmeti; çok saatler olup, o zahmetleri rahmetlere çevirir.

 

* * *

 

 

Aziz, sýddýk kardeþlerim!

 

Hapis musibetine düþenlere merhametkârane, sadâkatla, hariçten gelen erzaklarýna nezaret ve yardým edenlere kuvvetli bir teselliyi «Üç Noktada» Beyân edeceðim.

 

Birinci Nokta: Hapiste geçen ömür günleri, herbir gün on gün kadar bir ibâdet kazandýrabilir ve fâni saatleri, meyveleri cihetiyle mânen bâki saatlere çevirebilir ve beþ-on sene ceza ile, milyonlar sene haps-i ebedîden kurtulmaða vesile olabilir. Ýþte ehl-i îmân için bu pek büyük ve çok kýymetdar kazanç þartý, farz namazýný kýlmak ve hapse sebebiyet veren günahlardan tövbe etmek ve sabýr içinde þükretmektir. Zâten hapis çok günahlara mânidir, meydan vermiyor.

 

Ýkinci Nokta: Zeval-i lezzet elem olduðu gibi, zeval-i elem dahi lezzettir. Evet herkes geçmiþ lezzetli, safalý günlerini düþünse; teessüf ve tahassür elem-i mânevîsini hissedip «Eyvah!» der ve geçmiþ musibetli, elemli günlerini tahattur etse; zevalinden bir mânevî

sh: » (S: 157)

lezzet hisseder ki: «Elhamdülillah þükür, o bela sevabýný býraktý gitti" der. Ferah ile teneffüs eder. Demek bir saat muvakkat elem, zevaliyle ruhta bir mânevî lezzet býrakýr ve lezzetli saat, bilakis elem býrakýr. Mâdem hakikat budur ve mâdem geçmiþ musibet saatleri, elemleri ile beraber madum ve yok olmuþ ve gelecek bela günleri þimdi madum ve yoktur ve yoktan elem yok ve madumdan elem gelmez. Meselâ, birkaç gün evvel aç ve susuz olmasýndan, bir-iki gün sonra aç ve susuz olmak ihtimalinden, bugün onlar niyetiyle mütemadiyen ekmek yese ve su içse, ne derece divaneliktir. Aynen öyle de, geçmiþ ve gelecek elemli saatleri -ki hiç ve madum ve yok olmuþlar- þimdi onlarý düþünüp sabýrsýzlýk göstermek ve kusurlu nefsini býrakýp, Allah'tan þekva etmek gibi «oof! of!» demek divaneliktir. Eðer saða-sola yâni geçmiþ ve geleceðe karþý sabýr kuvvetini daðýtmazsa ve hâzýr saate ve o güne karþý tutsa, tam kâfi gelir. Sýkýntý ondan bire iner. Hattâ þekva olmasýn, ben bu üçüncü Medrese-i Yusufiyede, birkaç gün zarfýnda, hiç ömrümde görmediðim maddî ve mânevî sýkýntýlý, hastalýklý musibetimde, hususan Nur'un hizmetinden mahrumiyetimden gelen me'yusiyet ve kalbî ve ruhî sýkýntýlar beni ezdiði sýrada, inâyet-i Ýlahiye bu mezkûr hakikatý gösterdi. Ben de sýkýntýlý hastalýðýmdan, hapsimden razý oldum. Çünki: « benim gibi kabir kapýsýnda bir bîçareye, gafletle geçebilir bir saati, on saat ibâdet saatleri yapmak büyük bir kârdýr» diye þükreyledim.

 

Üçüncü Nokta: Þefkatkârane hizmetiyle yardým etmek ve muhtaç olduklarý rýzýklarýný ellerine vermek ve mânevî yaralarýna tesellilerle merhem sürmek, az bir amel ile büyük bir kazanç var. Ve dýþarýdan gelen yemeklerini onlara vermek, ayný yemek kadar o gardiyan ve gardiyan ile beraber dâhilde ve hariçte bîçare mahpuslara çalýþanlara -bir sadaka hükmünde- defter-i hasenatýna yazýlýr. Hususan musibetzede, ihtiyar veya hasta veya fakir veya garib olsa, o sadaka-i mâneviyenin sevabýný çok ziyadeleþtirir. Ýþte bu kýymetli kazancýn þartý, farz namazýný kýlmaktýr. Tâ ki o hizmeti, lillah için olsun. Hem bir þartý da sadakat ve þefkat ve sevinçle ve minnet etmemek tarzda yardýmlarýna koþmaktýr.

 

* * *

 

sh: » (S: 158)

 

Ey hapis arkadaþlarým ve din kardeþlerim!

 

Size hem dünya azabýndan, hem âhiret azabýndan kurtaracak bir hakikatý Beyân etmek, kalbime ihtar edildi. O da þudur:

 

Meselâ: Birisi birisinin kardeþini veya akrabasýný öldürmüþ. Bir dakika o hiddet yüzünden milyonlar dakika hem kalbî sýkýntý, hem hapis azabýný çeker. Ve maktulün akrabasý dahi intikam endiþesiyle ve karþýsýnda düþmanýný düþünmesiyle, hayatýnýn lezzetini ve ömrünün zevkini kaçýrýr. Hem korku, hem hiddet azabýný çekiyor. Bunun tek bir çaresi var: O da, Kur'anýn emrettiði ve hak ve hakikat ve maslahat ve insâniyet ve Ýslâmiyet iktiza ve teþvik ettikleri olan barýþmak ve Mûsalaha etmektir.

 

Evet, hakikat ve maslahat sulhtur. Çünki: Ecel birdir, deðiþmez. O maktul, herhalde ecel geldiðinden daha dünyada kalmayacaktý. O katil ise, o kaza-i Ýlâhiyeye vasýta olmuþ. Eðer barýþmak olmazsa, iki taraf da daima korku ve intikam azabýný çekerler. Onun içindir ki, «Üç günden fazla bir mü'min diðer bir mü'mine küsmemek» Ýslâmiyet emrediyor. Eðer o katl, bir adavetten ve bir kinli garazdan gelmemiþse ve bir münafýk o fitneye vesile olmuþ ise; çabuk barýþmak elzemdir. Yoksa o cüz'î musibet büyük olur, devam eder. Eðer barýþsalar ve öldüren tövbe etse ve maktule her vakit dua etse, o halde her iki taraf çok kazanýrlar ve kardeþ gibi olurlar. Bir gitmiþ kardeþe bedel, birkaç dindar kardeþleri kazanýr. Kazâ ve kader-i Ýlâhîye teslim olup düþmanýný afveder ve bilhassa mâdem Risale-i Nur dersini dinlemiþler, elbette mabeynlerinde bulunan bütün küsmekleri býrakmaða hem maslahat ve istirahat-ý þahsiye ve umumiye iktiza ediyorlar.

 

sh: » (S: 159)

 

Nasýlki Denizli hapsinde birbirine düþman bütün mahpuslar, Nurlar dersiyle birbirlerine kardeþ oldular ve bizim beraetimize bir sebeb olup (hattâ dinsizlere, serserilere de) o mahpuslar hakkýnda "Maþâallah, bârekâllah" dedirttiler, o mahpuslar tam teneffüs ettiler. Ben burada gördüm ki, birtek adamýn yüzünden yüz adam sýkýntý çekip beraber teneffüse çýkmýyorlar. Onlara zulüm olur. Merd, vicdanlý bir mü'min, küçük ve cüz'î bir hatâ veya menfaatle yüzer zararý ehl-i imânâ vermez. Eðer hatâ etse verse, çabuk tövbe etmek lâzýmdýr.

 

* * *

 

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

 

Aziz yeni kardeþlerim ve eski mahpuslar!

 

Benim kat'î kanaatým gelmiþ ki; buraya girmemizin inâyet-i Ýlâhiye cihetinde bir ehemmiyetli sebebi sizsiniz. Yâni sizi, Nurlar tesellileriyle ve îmanýn hakikatlariyle sizi bu hapis musibetinin sýkýntýlarýndan ve dünyevî çok zararlarýndan ve boþuboþuna gam ve hüzün ile giden hayatýnýzý faidesizlikten, bâdiheva zâyi' olmasýndan ve dünyanýzýn aðlamasý gibi âhiretinizi aðlamaktan kurtarýp tam bir teselli size vermektir. Mâdem hakikat budur. Elbette siz dahi, Denizli mahpuslarý ve Nur talebeleri gibi birbirinize karþý kardeþ olmanýz lâzýmdýr. Görüyorsunuz ki: Bir býçak içinize girmemek ve birbirinize tecavüz etmemek için dýþarýdan gelen bütün eþyanýz ve yemek ve ekmeðinizi ve çorbanýzý karýþtýrýyorlar. Size sadakatla hizmet eden gardiyanlar çok zahmet çekiyorlar. Hem siz beraber teneffüse çýkmýyorsunuz, gûya canavar ve vahþî gibi birbirinize saldýracaksýnýz. Ýþte þimdi sizin gibi fýtrî kahramanlýk damarýný taþýyan yeni arkadaþlar, bu zamanda mânevî büyük bir kahramanlýk ile heyet'e deyiniz ki: «Deðil elimize býçak, belki mavzer ve rovelver verilse, hem emir de verilse, biz bu bîçâre ve bizim gibi musibetzede arkadaþlarýmýza dokunmayacaðýz. Eskide yüz düþmanlýk ve adavetimiz dahi olsa da, onlarý helâl edip hatýrlarýný kýrmamaða çalýþacaðýmýza, Kur'anýn ve îmânýn ve uhuvvet-i Ýslâmiyenin ve maslahatýmýzýn emriyle ve irþadýyla karar verdik.» diyerek, bu hapsi bir mübarek dershaneye çeviriniz.

 

* * *

 

sh:» (S: 160)

 

LEYLE-Ý KADÝRDE ÝHTAR EDÝLEN BÝR

 

MES'ELE-Ý MÜHÝMME

 

 

 

Onüçüncü Sözün Ýkinci Makamýnýn Zeyli

 

 

Leyle-i Kadir'de kalbe gelen pek geniþ ve uzun bir hakikate, pek kýsaca bir iþaret edeceðiz. Þöyle ki:

 

Nev'-i beþer bu son harb-i umumînin eþedd-i zulüm ve eþedd-i istibdadý ile ve merhametsiz tahribatý ile ve birtek düþmanýn yüzünden yüzer mâsumu periþan etmesiyle ve maðlûblarýn dehþetli me'yusiyetleriyle ve galiblerin dehþetli telâþ ve hâkimiyyetlerini muhafaza ve büyük tahribatlarýný tâmir edememelerinden gelen dehþetli vicdan azablariyle ve dünya hayatýnýn bütün bütün fâni ve muvakkat olmasý ve medeniyet fantaziyelerinin aldatýcý ve uyutucu olduðu umuma görünmesiyle ve fýtrat-ý beþeriyyedeki yüksek istidadatýn ve mahiyet-i insâniyyesinin umumî bir Sûrette dehþetli yaralanmasiyle ve gaflet ve dalâletin, sert ve saðýr olan tabiatýn, Kur'anýn elmas kýlýncý altýnda parçalanmasiyle ve gaflet ve dalâletin en boðucu, aldatýcý ve en geniþ perdesi olan siyaset-i ruy-i zeminin pek çirkin, pek gaddarâne hakikî Sûreti görünmesiyle elbette ve elbette hiç þüphe yok ki: Þimalde, Garpta, Amerika'da emâreleri göründüðüne binaen nev-i beþerin mâþuk-u mecâzîsi olan hayat-ý dünyeviyye, böyle çirkin ve geçici olmasýndan fýtrat-ý beþerin hakikî sevdiði, aradýðý hayat-ý bâkýyyeyi bütün kuvvetiyle arayacak ve elbette hiç þüphe yok ki: Bin üçyüzaltmýþ senede, her asýrda üçyüzelli milyon þâkirdi bulunan ve her hükmüne ve dâvasýna milyonlar ehl-i hakikakt tasdik ile imza basan ve her dakikada milyonlar hâfýzlarýn kalbinde kudsiyyet ile bulunup lisanlariyle beþere ders veren ve hiç bir kitafta emsali bulunmýyan bir tarzda, beþer için hayat-ý bâkýyeyi ve saadet-i ebediyyeyi müjde veren ve bütün beþerin yaralarýný tedâvi eden Kur'an-ý Mu'cizül-Beyânýn þiddetli, kuvvetli ve tekrarlý binler âyâtiyle, belki sarihan ve iþareten onbinler defa dâva edip haber veren ve sarsýlmaz kat'î delillerle, þüphe getirmez hadsiz hüc-

 

sh:» (S: 161)

 

cetleriyle hayat-ý bâkýyeyi kat'iyyetle müjde ve saadet-i ebediyyeyi ders vermesi, elbette nev-i beþer, bütün bütün aklýný kaybetmezse, maddi veya mânevî bir kýyamet baþlarýna kopmazsa; Ýsveç, Norveç, Finlandiya ve Ýngiltere'nin Kur'aný kabûl etmeðe çalýþan meþhur hatipleri ve Amerikanýn dîn-i hakký arayan ehemmiyetli cem'iyyeti gibi rûy-i zeminin geniþ kýt'alarý ve büyük hükümetleri Kur'an-ý Mu'cizül-Beyâný arayacaklar ve hakikatlerini anladýktan sonra bütün ruh u canlariyle sarýlacaklar. Çünkü bu hakikat noktasýnda kat'iyyen Kur'anýn misli yoktur ve olamaz ve hiçbir þey bu mu'cize-i ekberin yerini tutamaz.

 

Sâniyen: Mâdem Risale-i Nur, bu mu'cize-i kübrânýn elinde bir elmas kýlýnç hükmünde hizmetini göstermiþ ve muannid düþmanlarýný teslime mecbur etmiþ. Hem kalbi, hem ruhu, hem hissiyatý tam tenvir edecek ve ilâçlarýný verecek bir tarzda hazine-i Kur'aniyyenin dellâllýðýný yapan ve Ondan baþka me'hazý ve mercii olmayan ve bir mu'cize-i mâneviyyesi bulunan Risale-i Nur o vazifeyi tam yapýyor ve aleyhindeki dehþetli propagandalara ve gâyet muannid zýndýklara tam galebe çalmýþ ve dalâletin en sert kuvvetli kalesi olan tabiatý, «Tabiat Risalesi» yle parça parça etmiþ ve gafletin en kalýn ve boðucu ve geniþ daire-i âfâkýnda ve fennin en geniþ perdelerinde «Asâ-yý Mûsa» daki Meyvenin Altýncý Mes'elesi ve Birinci, Ýkinci, Üçüncü, Sekizinci Hüccetleriyle gâyet parlak bir tarzda gafleti daðýtýp nur-u tevhidi göstermiþ.

 

* * *

 

sh:» (S: 162)

 

Meyve Risalesinden Altýncý Mes'ele

 

Risale-i Nur'un çok yerlerinde izahý ve kat'î hadsiz hüccetleri bulunan îmân-ý billah rüknünün binler küllî bürhânlarýndan birtek bürhâna kýsaca bir iþarettir.

 

Kastamonu'da lise talebelerinden bir kýsmý yanýma geldiler. "Bize Hâlýkýmýzý tanýttýr, muallimlerimiz Allah'tan bahsetmiyorlar" dediler. Ben dedim: Sizin okuduðunuz fenlerden her fen, kendi lisan-ý mahsusuyla mütemadiyen Allah'tan bahsedip Hâlýký tanýttýrýyorlar. Muallimleri deðil, onlarý dinleyiniz.

 

Mesela: ve hassas mizanlarla alýnmýþ hayatdar macunlar ve tiryaklar var. Þübhesiz gâyet meharetli ve kimyager ve hakîm bir eczacýyý gösterir. Öyle de, küre-i arz eczahanesinde bulunan dörtyüz bin çeþit nebâtat ve hayvanat kavanozlarýndaki zîhayat macunlar ve tiryaklar cihetiyle, bu çarþýdaki eczahaneden ne derece ziyade mükemmel ve büyük olmasý nisbetinde, okuduðunuz fenn-i týp mikyasýyla küre-i arz eczahane-i kübrâsýnýn eczacýsý olan Hakîm-i Zülcelâl'i hattâ kör gözlere de gösterir, tanýttýrýr.

 

Hem meselâ: Nasýl bir hârika fabrika ki, binler çeþit çeþit kumaþlarý basit bir maddeden dokuyor. Þeksiz, bir fabrikatörü ve meharetli bir makinisti tanýttýrýr. Öyle de, küre-i arz denilen yüzbinler baþlý, her baþýnda yüzbinler mükemmel fabrika bulunan bu seyyar makine-i Rabbâniye, ne derece bu insan fabrikasýndan büyükse, mükemmelse, o derecede okuduðunuz fenn-i makine mikyasýyla küre-i arzýn ustasýný ve sahibini bildirir ve tanýttýrýr.

 

Hem meselâ, nasýlki gâyet mükemmel binbir çeþit erzak etrafýndan celbedip içinde muntâzaman istif ve ihzâr edilmiþ depo ve iaþe anbarý ve dükkân, þeksiz bir fevkalâde iaþe ve erzak mâlikini ve sahibini ve memurunu bildirir. Öyle de, bir senede yirmidört bin senelik bir dairede muntâzaman seyahat eden ve yüzbinler ve ayrý ayrý erzak isteyen taifeleri içine alan ve seyahatýyla mevsimlere uðrayýp,

 

sh:» (S: 163)

 

baharý bir büyük vagon gibi, binler ayrý ayrý taamlarla doldurarak, kýþta erzaký tükenen bîçare zîhayatlara getiren ve küre-i arz denilen bu Rahmanî iaþe anbarý ve bir sefine-i Sübhaniye ve binbir çeþit cihazatý ve mallarý ve konserve paketleri taþýyan bu depo ve dükkân-ý Rabbanî, ne derece o fabrikadan büyük ve mükemmel ise; okuduðunuz ve okuyacaðýnýz fenn-i iaþe mikyasýyla, o kat'iyette ve o derecede küre-i arz deposunun sahibini, mutasarrýfýný, müdebbirini, bildirir, tanýttýrýr, sevdirir.

 

Hem nasýlki: Dörtyüz bin millet içinde bulunan ve her milletin istediði erzaký ayrý ve istimal ettiði silâhý ayrý ve giydiði elbisesi ayrý ve tâlimatý ayrý ve terhisatý ayrý olan bir ordunun mu'cizekâr bir kumandaný, tek baþýyla bütün o ayrý ayrý milletlerin ayrý ayrý erzaklarýný ve çeþit çeþit eslihalarýný ve elbiselerini ve cihazatlarýný, hiçbirini unutmayarak ve þaþýrmayarak verdiði o acib ordu ve ordugâh, þübhesiz bedâhetle o hârika kumandaný gösterir, takdirkârane sevdirir. Aynen öyle de, zemin yüzünün ordugâhýnda ve her baharda yeniden silâh altýna alýnmýþ bir yeni ordu-yu Sübhanîde, nebâtat ve hayvanat milletlerinden dörtyüz bin nev'in çeþit çeþit elbise, erzak, esliha, tâlim, terhisleri gâyet mükemmel ve muntâzam ve hiç birini unutmayarak ve þaþýrmayarak bir tek kumandan-ý âzam tarafýndan verilen küre-i arzýn bahar ordugâhý, ne derece mezkûr insan ordu ve ordugâhýndan büyük ve mükemmel ise, sizin okuyacaðýnýz fenn-i askerî mikyasýyla, dikkatli ve aklý baþýnda olanlara o derece küre-i arzýn Hâkimini ve Rabbini ve Müdebbirini ve Kumandan-ý Akdes'ini hayretler ve takdislerle bildirir ve tahmid ve tesbihle sevdirir.

 

Hem nasýlki: Bir hârika þehirde milyonlar elektrik lâmbalarý hareket ederek her yeri gezerler, yanmak maddeleri tükenmiyor bir tarzdaki elektrik lâmbalarý ve fabrikasý, þeksiz, bedâhetle elektriði idare eden ve seyyar lâmbalarý yapan ve fabrikayý kuran ve iþtial maddelerini getiren bir mu'cizekâr ustayý ve fevkalâde kudretli bir elektrikçiyi hayretler ve tebriklerle tanýttýrýr, yaþasýnlar ile sevdirir. Aynen öyle de, bu âlem þehrinde dünya sarayýnýn damýndaki yýldýz lâmbalarý, bir kýsmý -kozmoðrafyanýn dediðine bakýlsa- küre-i arzdan bin defa büyük ve top güllesinden yetmiþ defa sür'atli hareket ettikleri halde, intizâmýný bozmuyor, birbirine çarpmýyor, sönmüyor, yanmak maddeleri tükenmiyor. Okuduðunuz kozmoðrafyanýn dediðine göre, küre-i arzdan bir milyon defadan ziyade

 

sh:» (S: 164)

 

büyük ve bir milyon seneden ziyade yaþayan ve bir misafirhane-i Rahmâniyede bir lâmba ve soba olan güneþimizin yanmasýnýn devamý için, her gün küre-i arzýn denizleri kadar gazyaðý ve daðlarý kadar kömür veya bin arz kadar odun yýðýnlarý lâzýmdýr ki sönmesin. Ve onu ve onun gibi ulvî yýldýzlarý gazyaðsýz, odunsuz, kömürsüz yandýran ve söndürmeyen ve beraber ve çabuk gezdiren ve birbirine çarptýrmayan bir nihayetsiz kudreti ve saltanatý, ýþýk parmaklarýyla gösteren bu kâinat þehr-i muhteþemindeki dünya sarayýnýn elektrik lâmbalarý ve idareleri ne derece o misâlden daha büyük, daha mükemmeldir, o derecede sizin okuduðunuz veya okuyacaðýnýz fenn-i elektrik mikyasýyla bu meþher-i âzam-ý kâinatýn Sultanýný, Münevvirini, Müdebbirini, Sâniini, o nuranî yýldýzlarý þahid göstererek tanýttýrýr. Tesbihatla, takdisatla sevdirir, perestiþ ettirir.

 

Hem meselâ, nasýlki bir kitab bulunsa ki: Bir satýrýnda bir kitab ince yazýlmýþ ve herbir kelimesinde ince kalemle bir Sûre-i Kur'aniye yazýlmýþ, gâyet mânidar ve bütün mes'eleleri birbirini teyid eder ve kâtibini ve müellifini fevkalâde meharetli ve iktidarlý gösteren bir acib mecmua, þeksiz, gündüz gibi, kâtib ve Mûsannifini Kemâlâtýyla, hünerleriyle bildirir, tanýttýrýr. Mâþâallah, Bârekâllah cümleleriyle takdir ettirir. Aynen öyle de, bu kâinat kitab-ý kebiri ki, birtek sahifesi olan zemin yüzünde ve birtek formasý olan baharda, üçyüz bin ayrý ayrý kitablar hükmündeki üçyüz bin nebatî ve hayvanî taifeleri beraber, birbiri içinde, yanlýþsýz hatâsýz, karýþtýrmayarak, þaþýrmayarak; mükemmel, muntâzam ve bazen aðaç gibi bir kelimede bir kasideyi; ve çekirdek gibi bir noktada bir kitabýn tamam bir fihristesini yazan bir kalem iþlediðini gözümüzle gördüðümüz bu nihayetsiz mânidar ve her kelimesinde çok hikmetler bulunan þu mecmua-i kâinat ve bu mücessem Kur'an-ý Ekber-i Âlem, mezkûr misâldeki kitabdan ne derece büyük ve mükemmel ve mânidar ise, o derecede sizin okuduðunuz fenn-i hikmet-ül eþya ve mektebde bilfiil mübaþeret ettiðiniz fenn-i kýraat ve fenn-i kitabet, geniþ mikyaslarýyla ve dürbün gözleriyle bu kitab-ý kâinatýn nakkaþýný, kâtibini hadsiz Kemâlâtýyla tanýttýrýr. Allahü Ekber cümlesiyle bildirir, Sübhanallah takdisiyle târif eder, Elhamdülillah senalarýyla sevdirir.

 

Ýþte bu fenlere kýyasen, yüzer fünundan herbir fen, geniþ mikyasýyla ve hususî aynasýyla ve dürbünlü gözüyle ve ibretli nazarýyla bu kâinatýn Hâlýk-ý Zülcelâl'ini Esmâsýyla bildirir; sýfâtýný, Kemâlâtýný tanýttýrýr.

 

 

sh:» (S: 165)

 

Ýþte bu muhteþem ve parlak bir bürhân-ý vahdâniyet olan mezkûr hücceti ders vermek içindir ki; Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyân çok tekrar ile en ziyade âyetleriyle Hâlýkýmýzý bize tanýttýrýyor, diye o mektebli gençlere dedim. Onlar dahi tamamýyla kabûl edip tasdik ederek: "Hadsiz þükür olsun Rabbimize ki, tam kudsî ve ayn-ý hakikat bir ders aldýk. Allah senden razý olsun." dediler. Ben de dedim:

 

Ýnsan binler çeþit elemler ile müteellim ve binler nevi lezzetler ile mütelezziz olacak bir zîhayat makine ve gâyet derece acziyle beraber hadsiz maddî, mânevî düþmanlarý ve nihayetsiz fakrýyla beraber hadsiz zâhirî ve bâtýnî ihtiyaçlarý bulunan ve mütemadiyen zeval ve firak tokatlarýný yiyen bir bîçare mahluk iken, birden îmân ve ubûdiyetle böyle bir Padiþah-ý Zülcelâl'e intisab edip bütün düþmanlarýna karþý bir nokta-i istinad ve bütün hâcâtýna medâr bir nokta-i istimdad bularak, herkes mensub olduðu efendisinin þerefiyle, makamýyla iftihar ettiði gibi, o da böyle nihayetsiz Kadîr ve Rahîm bir padiþaha îmân ile intisab etse ve ubûdiyetle hizmetine girse ve ecelin idam ilânýný kendi hakkýnda terhis tezkeresine çevirse ne kadar memnun ve minnetdar ve ne kadar müteþekkirane iftihar edebilir, kýyas ediniz.

 

O mektebli gençlere dediðim gibi musibetzede mahpuslara da tekrar ile derim: Onu tanýyan ve itaat eden zindanda dahi olsa bahtiyardýr. Onu unutan saraylarda da olsa zindandadýr, bedbahttýr. Hattâ bir bahtiyar mazlum idam olunurken bedbaht zalimlere demiþ: "Ben idam olmuyorum. Belki terhis ile saadete gidiyorum. Fakat ben, de sizi idam-ý ebedî ile mahkûm gördüðümden sizden tam intikamýmý alýyorum." Lâ ilahe illallah diyerek sürur ile teslim-i ruh eder.

 

* * *

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

 

Hüve Nüktesi

 

Çok aziz ve sýddýk kardeþlerim;

 

Kardeþlerim, ve deki lâfzýnda yalnýz maddî cihette bir seyahat-ý hayaliyye-i fikriyyede hava sahifesinin mütalâasýyla âni bir Sûrette görünen bir zarif nükte-i tevhidde; meslek-i îmâniyyenin hadsiz derece kolay ve vücub derecesinde sühuletli bulunmasýný ve þirk ve dalaletin mesleðinde hadsiz derecede müþkilâtlý, mümteni' binler muhal bulunduðunu müþahede ettim. Gâyet kýsa bir iþaretle o geniþ ve uzun nükteyi Beyân edeceðim.

 

Evet nasýlki bir avuç toprak, yüzer çiçeklere nöbetle saksýlýk eden kabýnda eðer; tabiata, esbaba havale edilse lâzýmgelir ki; ya o kabda küçük mikyasta yüzer, belki çiçekler adedince mânevî makineler, fabrikalar bulunsun veyahut o parçacýk topraktaki herbir zerre, bütün o ayrý ayrý çiçekleri, muhtelif hâsiyetleriyle ve hayattar cihazatýyla yapmalarýný bilsin; âdeta bir ilâh gibi hadsiz ilmi ve nihayetsiz iktidarý bulunsun. Aynen öyle de: Emr ve iradenin bir arþý olan havanýn, rüzgârýn her bir parçasý ve bir nefes ve týrnak kadar olan هُوَ lâfzýndaki havada; küçücük mikyasta, bütün dünyada mevcûd telefonlarýn, telgraflarýn, radyolarýn ve hadsiz ve muhtelif konuþmalarýn merkezleri, santrallarý, âhize ve nâki-

 

sh: » (S: 167)

 

leleri bulunsun ve o hadsiz iþleri beraber ve bir anda yapabilsin veyahut o deki havanýn belki unsur-u havanýn herbir parçasýnýn herbir zerresi, bütün telefoncular ve ayrý ayrý umum telgrafçýlar ve radyo ile konuþanlar kadar mânevî þahsiyetleri ve kabiliyetleri bulunsun ve onlarýn umum dillerini bilsin ve ayný zamanda baþka zerrelere de bildirsin, neþretsin. Çünki bilfiil o vaziyet kýsmen görünüyor ve havanýn bütün eczasýnda o kabiliyet var. Ýþte ehl-i küfrün ve tabiiyyun ve maddiyyunlarýn mesleklerinde deðil bir muhal, belki zerreler adedince muhaller ve imtinalar ve müþkülâtlar âþþþikâre görünüyor. Eðer Sâni'-i Zülcelâl'e verilse, hava bütün zerratýyla onun emirber neferi olur. Birtek zerrenin muntâzam birtek vazifesi kadar kolayca, hadsiz küllî vazifelerini Hâlýkýnýn izniyle ve kuvvetiyle ve Hâlýka intisab ve istinad ile ve Sâniinin cilve-i kudreti ile bir anda þimþek sür'atinde ve telâffuzu ve havanýn temevvücü sühuletinde yapýlýr. Yâni, kalem-i kudretin hadsiz ve hârika ve muntâzam yazýlarýna bir sahife olur ve zerreleri, o kalemin uçlarý ve zerrelerin vazifeleri dahi, kalem-i kaderin noktalarý bulunur. Birtek zerrenin hareketi derecesinde kolay çalýþýr.

 

Ýþte ben ve deki hareket-i fikriye ile seyahatimde hava âlemini temaþa ve o unsurun sahifesini mütalâa ederken, bu mücmel hakikatý tam vâzýh ve mufassal aynelyakîn müþahede ettim ve هُوَ nin lâfzýnda, havasýnda böyle parlak bir bürhân ve bir lem'a-yý vâhidiyyet bulunduðu gibi; mânâsýnda ve iþaretinde gâyet nurani bir cilve-i Ehadiyyet ve çok kuvvetli bir hüccet-i tevhid ve هُوَ zamirinin mutlak ve mübhem iþareti hangi zâta bakýyor iþaretine bir karine-i taayyün o hüccette bulunmasý içindir ki, hem Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyân.. hem ehl-i zikir makam-ý tevhidde bu kudsî kelimeyi çok tekrar ederler diye ilmelyakîn ile bildim. Evet meselâ: bir nokta beyaz kâðýtta, iki-üç nokta konulsa

 

sh: » (S: 168)

 

karýþtýðý ve bir adam, muhtelif çok vazifeleri beraber yapmasýyla þaþýracaðý ve bir küçük zîhayata, çok yükler yüklenmesiyle altýnda ezildiði ve bir lisan ve bir kulak, ayný anda müteaddid kelimelerin beraber çýkmasý ve girmesi intizâmýný bozup karýþacaðý halde; aynelyakîn gördüm ki: هُوَ nin anahtarý ile ve pusulasýyla fikren seyahat ettiðim hava unsurunda herbir parçasý hattâ herbir zerresi içine muhtelif binler noktalar, harfler, kelimeler konulduðu veya konulabileceði halde, karýþmadýðýný ve intizâmýný bozmadýðýný; hem ayrý ayrý pek çok vazifeler yaptýðý halde, hiç þaþýrmadan yapýldýðýný ve o parçaya ve zerreye pek çok aðýr yükler yüklendiði halde hiç za'f göstermeyerek, geri kalmayarak intizâm ile taþýdýðýný; hem binler ayrý ayrý kelime, ayrý ayrý tarzda, mânâda o küçücük kulak ve lisanlara Kemâl-i intizâmla gelip çýkýp, hiç karýþmayarak bozulmayarak o küçücük kulaklara girip, o gâyet incecik lisanlardan çýktýðý ve o her zerre ve her parçacýk, bu acîb vazifeleri görmekle beraber Kemâl-i serbestiyet ile cezbedârâne hal dili ile ve mezkûr hakikatýn þehadeti ve lisanýyla ve deyip gezer ve fýrtýnalarýn ve þimþek ve berk ve gök gürültüsü gibi havayý çarpýþtýrýcý dalgalar içerisinde intizâmýný ve vazifelerini hiç bozmuyor ve þaþýrmýyor ve bir iþ diðer bir iþe mâni olmuyor... Ben aynelyakîn müþahede ettim.

 

Demek ya herbir zerre ve herbir parça havada nihayetsiz bir hikmet ve nihayetsiz bir ilmi, iradesi ve nihayetsiz bir kuvveti, kudreti ve bütün zerrata hâkim-i mutlak bir hassalarý bulunmak lâzýmdýr ki; bu iþlere medâr olabilsin. Bu ise, zerreler adedince muhal ve bâtýldýr. Hiçbir þeytan dahi bunu hatýra getiremez. Öyle ise bu sahife-i havanýn; hakkalyakîn, aynelyakîn, ilmelyakîn derecesinde bedâhetle Zât-ý Zülcelâl'in hadsiz gayr-ý mütenahî ilmi ve hikmetle çalýþtýrdýðý kalem-i kudret ve kaderin mütebeddil sahifesi ve bir levh-i mahfuzun âlem-i tegayyürde ve mütebeddil þuunatýnda bir levh-i mahv-isbat namýnda yazar bozar tahtasý hükmündedir.

 

Ýþte hava unsurunun yalnýz nakl-i asvat vazifesinde mezkûr cilve-i Vahdaniyyeti ve mezkûr acaibi gösterdiði ve dalaletin had-

 

sh: » (S: 169)

 

siz muhaliyetini izhar ettiði gibi, unsur-u havâînin sâir ehemmiyetli vazifelerinden biri de elektrik, câzibe, dâfia, ziya gibi sâir letâifin naklinde þaþýrmadan muntâzaman, asvat naklindeki vazifeyi gördüðü ayný zamanda, bu vazifeleri dahi gördüðü ayný zamanýnda, bütün nebâtat ve hayvanata teneffüs ve telkîh gibi hayata lüzumu bulunan levazýmatý Kemâl-i intizâm ile yetiþtiriyor. Emir ve Ýrade-i Ýlahiyyenin bir arþý olduðunu kat'î bir Sûrette isbat ediyor. Ve serseri tesadüf ve kör kuvvet ve saðýr tabiat ve karýþýk, hedefsiz esbab ve âciz, câmid, câhil maddeler bu sahife-i havaiyyenin kitabetine ve vazifelerine karýþmasý hiçbir cihetle ihtimal ve imkâný bulunmadýðýný aynelyakîn derecesinde isbat ettiðini kat'î kanaat getirdim ve herbir zerre ve herbir parça lisan-ý hal ile ve dediklerini bildim ve bu anahtarý ile havanýn maddî cihetindeki bu acaibi gördüðüm gibi, hava unsuru da bir olarak âlem-i misâl ve âlem-i mânâya bir anahtar oldu.

 

Mütebâkisi þimdilik yazdýrýlmadý. Umuma binler selâm.

 

 

 

* * *

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

Gast
Dieses Thema wurde nun für weitere Antworten gesperrt.
×
×
  • Neu erstellen...