Zum Inhalt springen
Qries Qries Qries Qries Qries Qries

Empfohlene Beiträge

ABDULLAH-I DEHLEVÎ

 

Hindistan evliyâsýndan. Silsile-i aliyye denilen büyüklerden olup, seyyiddir. 1745 (H. 1158)'te Hindistan'ýn Pencab þehrinde doðdu. 1824 (H. 1240) senesinde Delhi'de vefât etti. Kabri Þâhcihân Câmii yakýnýndaki dergâhýndadýr. Binlerce seveni her zaman ziyâret edip, feyz almaktadýr.

 

Abdullah-ý Dehlevî hazretlerinin babasý, Abdullatif Efendi âlim, sâlih, zâhid, dünyâya raðbet etmeyen, yüksek haller sâhibi Kâdirî yolunda bir zât idi. Bu yolu Hýzýr'la görüþmüþ olan hocasý Þeyh Nâsýrüddîn Kadîrî'den aldý. Ayrýca Çeþtiyye ve Þettâriyye yollarýndan da feyz almýþtý. Tasavvuf yolunda kemâle, olgunlaþmaya çalýþýrdý. Haram yemekten son derece sakýnýr, kýrlarda yetiþen meyvelerle yetinir, nefsini terbiye etmek için uðraþýrdý. Sahrâlarda Allahü teâlânýn ism-i þerîfini anarak dolaþýr, yarattýklarýna bakar, O'nun büyüklüðünü tefekkür edip düþünür, bir an olsun Rabbini unutmazdý.

 

Bir gün rüyâsýnda hazret-i Ali ona þöyle dedi:

 

"Ey Abdüllatîf! Allahü teâlâ sana bir oðul ihsân edecek, o ilerde büyük bir zât olacak. Ona bizim ismimizi koyarsýn."

 

Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri de annesine rüyâsýnda; "Yakýnda dünyâya bir oðlun gelecek. Ona bizim ismimizi koyarsýn." buyurdu. Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem de evliyâdan bir zât olan amcasýna rüyâsýnda, doðacak çocuða Abdullah isminin verilmesini emretti. Çocuk doðduðunda, ismini babasý, Ali, annesi Abdülkâdir, amcasý Abdullah koydu. Abdullah-ý Dehlevî altý yaþýna gelince, hazret-i Ali'ye karþý sevgi ve edebinden kendisine Ali demeyip Ali'nin hizmetçisi mânâsýna Gulam Ali dedi ve bu isimle tanýndý.

 

Abdullah-ý Dehlevî hazretleri Allah vergisi çok üstün bir zekâya sâhipti. Kur'ân-ý kerîmi kýsa zamanda ezberledi. Dînî ilimleri ve zamanýnýn fen ilimlerini öðrendi. Delhi'de hocasý þeyh Nâsýrüddîn'in hizmetinde bulunan babasý, onun terbiyesinde yetiþip, Kâdiriyye yoluna girmesi için, oðlu Abdullah'ý Delhi'ye çaðýrdý. Abdullah-ý Dehlevî Delhi'ye vardýðý gece Þeyh Nâsýrüddîn vefât etti.Babasý; "Oðlum! seni Þeyh Nâsýrüddîn'den Kâdiriyye yolunu alman için çaðýrmýþtým. Nasîb deðilmiþ. Artýk, sana nereden irþâd kokusu gelirse, oraya git. Serbestsin." dedi.

 

O sýrada Delhi'de Çeþtiyye büyüklerinden, Þeyh Muhammed Zübeyr ve iki halîfesi, Þeyh Ziyâüddîn, Þeyh Abdüladl, Þeyh Mîr Dered bin Þeyh Nâsýr, Mevlâna Fahrüddîn ve baþkalarý vardý. Yirmi iki yaþýna kadar onlarýn huzûrunda ve sohbetlerinde bulundu. Bu sýrada gönlünden, yine Delhi'de bulunan Mazhar-ý Cân-ý Cânân hazretlerinin dergâhýna gitmek geldi. Mazhar-ý Cân-ý Cânân hazretlerinin huzûruna varýp, kendisini talebeliðe kabûl buyurmasýný istedi. O da:

 

"Sen zevkin ve þevkin olduðu yere git. Bizim yolumuz, tuzsuz taþý yalamak gibidir." buyurdu.

 

Abdullah Dehlevî ise; "Zaten benim mûradým, isteðim de buyurduðunuzdur." dedi. Mazhar-ý Cân-ý Cânân hazretleri; "Mübârek olsun."buyurup talebeliðe kabûl etti. Onu Nakþibendiyye yolunun, Müceddidiyye koluna göre yetiþtirip, bu yolun esaslarýný ve edeblerini öðretti. Abdullah-ý Dehlevî on beþ sene onun sohbetiyle þereflendi. Evliyâlýkta yüksek derecelere kavuþunca, mutlak icâzet, diploma alýp, halîfesi oldu.

 

Ýlk zamanlarda, "Nakþîbendiyye yoluna girmemden Gavs-ül-a'zam Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri râzý olurlar mý?" diye tereddütler geçirmiþti. Bir gün rüyâsýnda gördü ki, Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri bir makâma gelip oturdu. O makâmýn tam karþýsýna da Þâh-ý Nakþibend Muhammed Behâeddîn hazretleri teþrif etti. Þâh-ý Nakþibend'in yanýna gitmek istedi. Bu sýrada Gavs-ül-a'zam; "Maksat, Allahü teâlânýn rýzâsýna kavuþmaktýr. Sýkýlmayýn, gidin." buyurdu.

 

Elinde malý, mülkü kalmadýðý için baþlangýçda geçim zorluklarý ile karþýlaþan Abdullah-ý Dehlevî hazretleri, dâimâ tevekkül üzere oldu. Eski bir hasýrý yatak, bir tuðla parçasýný yastýk edindi. Bu þekilde, on beþ sene kanâat köþesinde oturdu. Bir defâsýnda o kadar çâresiz kalýp, bitkin düþtü ki, "Artýk bulunduðum bu hücre benim mezârým olacaktýr." diye düþünmeye baþladý. Nihâyet Allahü teâlânýn yardýmý yetiþti. Tanýmadýðý birisi, bir mikdâr para býrakýp gitti. O günden sonra devamlý Allahü teâlânýn bu þekilde yardýmýna kavuþtu.

 

Hocasýnýn vefâtýndan sonra yerine geçip, talebe yetiþtirmeye baþladý. Uzak yakýn her yerden, Diyâr-ý Rum, Þam, Irak, Hicaz, Horasan ve Mâverâünnehr'den pek çok talebe, ilim ve feyz almak, sohbeti ile þereflenmek için yarýþýrcasýna yanýna koþtu. Mevlânâ Hâlid-i Baðdâdî, Þeyh Ahmed-i Kürdî, Seyyid Ýsmâil Medenî gibi bâzýlarý Resûlullah efendimizden aldýðý mânevî emirle geldi. Bazýsý, sâdâtýn, bu yolun büyüklerinin mânevî iþâreti ile koþup teslim oldu. Þeyh Muhammed Can bunlardandý. Bâzýsý ise,Abdullah-ý Dehlevî hazretlerini rüyâda görüp geldi.

 

Dergâhýnda iki yüz kiþi civarýnda talebe vardý ve onlarýn ihtiyaçlarýný temin ederdi. Bununla berâber, dâimâ mütevâzî ve gönlü kýrýk bulunurdu. Bir gün bir köpeði görüp; "Yâ Rabbî! Ben kimim ki, seninle, sevdiklerim arasýnda vâsýta olayým. Bu yarattýðýn hürmetine bana merhamet eyle!" buyurdu.

 

Peygamber efendimizin sünnet-i seniyesine uygun yaþamaya çok gayret ederdi. Az uyur, teheccüd, gece namazýna kalktýðýnda uyuyanlarý da kaldýrýrdý. Sonra murâkabeye oturur, peþinden Kur'ân-ý kerîm okurdu. Kur'ân-ý kerîmden her gün on cüz okurdu. Sabah namazýný kýldýktan sonra talebeleriyle beraber iþrak vaktine kadar zikir, Allahü teâlâyý anmak ve murâkabe, nefs muhâsebesi ile meþgul olurdu. Sonra hadîs ve tefsîr derslerine baþlarlar bu hal zevâl vaktine kadar sürerdi. Sonra yemek yenirdi. Zenginlerden birisi, lezzetli bir yemek gönderse yemez, talebelerinin de yemesini istemez, komþularýna hediye gönderirdi. Birisi para gönderse, þüpheli bir durumu yoksa, Ýmâm-ý a'zam hazretlerinin ictihadýna göre bir sene dolmadan mal nisaba ulaþtýðýnda zekât vermek câiz olduðundan önce onun zekâtýný verirdi. Çünkü bir kuruþ zekât vermenin binlerce lira sadaka vermekten kat kat üstün olduðunu bilirdi. Sonra kalan paranýn bir kýsmý ile helva ve baþka þeyler yaptýrýr derviþlere daðýtýr, bir kýsmý ile dergâhýn borçlarýný öder, birazýný da yanýna gelen ihtiyaç sâhiplerine verirdi. Öðleye yakýn sünnet-i þerîfeye uymak için bir müddet kaylûle yapar, uyur, kalkýp bir mikdâr yemek yiyip dînî kitablar okumak, bâzý mevzular üzerinde yazýlan yazýlarý gözden geçirmek ve yazýlmasý lâzým olanlarý yazmakla uðraþýrdý. Öðle namazýný kýlýp, ikindiye kadar, hadîs ve tefsîr dersi verirdi. Ýkindiyi kýldýktan sonra, hadîs-i þerîf, Ýmâm-ý Rabbânî hazretlerinin Mektûbât-ý Ýmâm-ý Rabbânî, Avârif-ul-Meârif ve Risâle-i Kuþeyrî'yi okur, sonra güneþ batýncaya kadar talebeleriyle zikir ve murâkabe ile meþgul olurdu. Akþam namazýndan sonra, mânevî teveccühleri ile talebelerinden ileri gelenlerinin ilerlemelerini saðlardý. Yatsýyý kýldýktan sonra geceyi zikr ve murâkabe ile ihyâ ederdi. Uyku bastýrdýðýnda seccâdesi üzerinde sað yaný üzere yatardý. Bazan otururken uyuyakalýrdý. Hayâsýnýn çokluðundan ayaðýný uzattýðý görülmezdi.

 

Kur'ân-ý kerîmi okumakdan ve dinlemekten çok hoþlanýr þevk hâlinin gâlib olduðu zamanlar dinleyince kendinden geçer ve; "Daha okumayýnýz, dayanamýyorum." buyururdu. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin Mesnevî'sini de çok okutup, dinlerdi. Bu esnâda vecd hâli hâsýl olur, coþar, ilâhî muhabbete gark olurdu. Fakat baþkalarýnýn yaptýðý gibi dînin emir ve yasaklarýna uymayan halleri görülmezdi. Her hâli dine uygun olurdu.

 

Emr-i mâruf ve nehy-i an'il-münker yapar, insanlara Allahü teâlânýn emirlerini hatýrlatýr, yasaklarýndan sakýnmalarýný emrederdi. Bir kerre Þimþîr Bahâdýr Han papazlara mahsus bir þeyi giyerek huzuruna geldi. Onu o hâlde görünce darýlýp bu vaziyette yanýnda oturmamasýný istedi. Bahadýr Han, bu kadarýna müsâde etmezseniz, bir daha yanýnýza gelmem dedi. "Allahü teâlâ sizin bir daha böyle buraya gelmenizi nasîb etmesin." buyurdu. Huzûrundan kýzarak ayrýlan Bahadýr Hanýn içi rahat etmeyip, üzerindeki o þeyi çýkarýp, huzuruna gelerek affýný istedi ve talebesi oldu.

 

Dünyâya ve dünyâlýða raðbet etmezdi. Zamânýn pâdiþâhý defalarca dergâhýn ihtiyaçlarýný karþýlayacak bir yardýmda bulunmayý teklif ettiði halde, kabûl etmedi. Vâlî Emir Han da dergâhýn ihtiyaçlarý için yardým teklif ettiðinde talebelerinden Raûf Ahmed'e; "Hediye gönderen Emîr Hana þu beyti cevap olarak yazýnýz.

 

Biz fakr-ü kanâati þeref biliriz,

 

Emîr Hana söyleyin mukadderdir rýzkýmýz.

 

Ve biz, Allahü teâlânýn meâlen; "Semâda ise, rýzkýnýz ve vâd olunduðunuz Cennet vardýr." (Zâriyât sûresi: 22) âyet-i kerîmesine güveniriz.

 

Bir sýkýntýsý olduðunda din büyüklerinin yardýmýna kavuþurdu. Þöyle anlatýr.

 

Bir defasýnda karným aðrýmýþtý. Ýmâm-ý Rabbânî hazretlerinin rûhâniyetinden yardým istedim. O anda kendisini gördüm. Yanýma teþrîf edip, rahatsýzlýðýmý giderdiler.

 

Peygamber efendimizi son derece seven Abdullah-ý Dehlevî, O'nun þerefli ismini duyduðunda, kendinden geçecek gibi olurdu. Bir kere hizmetçisi ona; "Resûlullah'ýn sallallahü aleyhi ve sellem manzûru yâni nazar buyurduklarý bir zâtsýn." demiþti. Bu sözden duyduðu mânevî hazla birden yüzlerinin rengi deðiþti ve hizmetçinin alnýndan öpüp; "Ben kim oluyorum ki, Resûlullah efendimizin manzûru olayým." deyip tevâzu gösterdiler.

 

Yakýn talebeleri anlatýrlar; "Mübârek hocamýzýn odasýndan zaman zaman çok güzel kokular duyardýk. O zaman, Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem ile büyük âlim ve evliyânýn rûhlarýnýn ziyârete geldiklerini anlardýk. Hocamýz, Peygamber efendimizin sünnet-i þerîflerine o kadar baðlýydý. Bir gün bize; "Biz muhabbet þerbetini içenlerdeniz. Bizim muhabbetimizin artmasýna sebep; kalblerimize çeþit çeþit zevk bahþeden hadîs-i þerîfler ve salevât-ý þerîfelerdir." buyurdu.

 

Giyiminde Resûlullah efendimize uyar, O'nun gibi sert ve kalýn elbise giyerdi. Birisi kýymetli bir elbise getirse onu satar, parasýyla birkaç elbise alýr, fakirlere sadaka olarak daðýtýrdý. "Birkaç kiþinin giyinmesi bir kiþinin giyinmesinden daha iyidir." buyururdu.

 

Buyurdular ki:

 

Rüyâda Peygamber efendimize sallallahü aleyhi ve sellem sual edip; "Yâ Resûlallah; "Rüyâda, beni gören gerçekten beni görmüþtür." sizin hadîsiniz midir? dedim. "Evet." buyurdu. Devamlý tesbih, sübhânellah ve tahmîd, elhamdülillah okuyup, mübârek rûhuna hediye ederdim. Bir defâ okuyamadým. Rüyâda Resûlullah'ý, Tirmizî'nin Þemâil'inde anlatýlan þekilde gördüm. Geldiler ve; "Okumadýn!" buyurdular.

 

Bir defâ Cehennem ateþi korkusu beni kapladý. Rüyâda Resûl-i ekremi sallallahü aleyhi ve sellem gördüm. Geldi ve; "Bizi seven, Cehennem'e girmeyecek." buyurdu.

 

Hiçbir kerâmet ve hârika, Allahü teâlâyý sevmek ve peygamberlerin efendisine sallallahü aleyhi ve sellem tâbi olmak gibi olamaz. Abdullah-ý Dehlevî hazretlerinde bu iki haslet ziyadesi ile var idi.

 

Talebelerinin gönüllerine tasarruf eder, Hakk'ýn feyz ve bereketlerini onlarýn kalblerine akýtýrdý. Bu büyük iþ, onda çok görüldüðünden binlerce talebenin kalbi devamlý Allahü teâlâyý anar hâle getirdi. Yüzlercesini cezbelere ve ilâhî feyzlere kavuþturdu. Çoklarýný yüksek makam ve hâllere eriþtirdi. Bununla berâber kerâmetleri, Allahü teâlânýn izni ve ilâhî ilhâm ile gaybdan haber vermeleri olurdu.

 

Abdullah-ý Dehlevî'nin talebelerinden iki tanesi bir yolculuktan hocalarýna dönüyordu. Yolda kendi aralarýnda konuþurlarken; "Hocamýzýn yüksek huzurlarýna kavuþtuðumuzda, bize ikrâm olarak ne istiyelim?" dediler. Biri; "Bana bir seccâde vermesini isterim." öbürü; "Bana bir takke vermesini arzu ederim." diye konuþtu. Huzurlarýna varýnca, Abdullah-ý Dehlevî herkese, arzu ettiði þeyi ikrâm etti.

 

Ýnsanlarýn müþkillerini çözer, derdleri ve istekleri için duâ ederdi. Çoklarýnýn iþleri onun duâlarý ile hallolurdu.

 

Beyt:

 

Ýþlerinin olmasý mutlak Allah'dandýr,

Sakýn zannetmeyin bu, kullardandýr.

O yüksek makamlar sâhibinin her sözü hârika olup, Allah'ýn Peygamberinin sallallahü aleyhi ve sellem mûcizelerinin þualarý idi.

 

Birçoklarý Abdullah-ý Dehlevî'yi rüyâda görüp, büyüklerin yolunu anlar, içine düþen þevk ile huzûrlarýna gelir, yüksek makamlara kavuþup, memleketlerine dönerdi. Talebeleri çok olduðu hâlde, teveccühleri ile herbirini makamdan makâma geçirir, hâlden hâle kavuþtururdu. Teveccühünün kuvveti sâyesinde, senelerce sürecek iþleri, günlere sýðdýrýrdý. Pek çok fâsýk, fâcir ve günahkar, yüksek nazarlarý, bakýþlarý ile tövbe edip, doðru yola geldiler. Bir kýsým kâfirler de küçük bir iltifâtý ile müslüman oldular.

 

Bir gün yakýþýklý bir gayr-i müslim genç, Abdullah-ý Dehlevî'nin meclisine, severek gelip, sohbetini dinlemeye baþladý. Mec.

 

Meclistekilerin hepsi bu hâle hayret ettiler. Abdullah-ý Dehlevî hazretlerinin mübârek nazarlarý o gence deðince, gencin kalbinde bir deðiþiklik oldu. Hemen müslüman oldu.

 

Beyt:

 

Evliyâyla, onlarý candan severek otur,

Onlarla oturan kul, kalkýnca sultan olur.

 

Abdullah-ý Dehlevî hazretlerine hasta sâhipleri gelir, hastalarýnýn þifa bulmasý için duâ etmesini isterlerdi. O da, gelenleri boþ çevirmez, sýhhate kavuþmalarý için duâ buyururdu. Allahü teâlâ, böyle sevgili bir kulunun duâsýný kabûl buyurduðu için, hasta ânýnda iyi olurdu. Bunu iþiten herkes, Abdullah-ý Dehlevî'nin hâne-i saâdetlerinin önünde birikip, dertlerine derman ararlardý.

 

Talebesinden Mevlevî Kerâmetullah, zâtülcenb hastalýðýna yakalanmýþdý. Abdullah-ý Dehlevî hazretlerinin elini hastanýn üzerine temas ettirmesiyle, hastalýk Allahü teâlânýn izniyle geçti.

 

Delhi Câmisinin imâmý Mevlevî Fadl Ahmed'in çocuðu uzun zamandýr hasta yatýyordu. Bir gece rüyâda, Abdullah-ý Dehlevî hazretleri kendi evine gelip, hasta oðluna bir þey içirdi. Sabah olunca oðlunun tamâmen iyileþtiðini gördü. Çok sevindi. Sýdk ve hâlis bir niyet ile biraz para alýp, huzûruna geldi ve; "Bunlarý kabûl ediniz." diye arzetti. Abdullah-ý Dehlevî tebessüm edip; "Bu bizim geceki hizmetimizin ücreti midir?" diyerek keþf-i kerâmet buyurduðunda, Mevlevî Fadl Ahmed; "Hayýr efendim, bunlar, bu geceki, lütuf ve inâyetinize þükür bile olamaz." dedi.

 

Abdullah-ý Dehlevî, bir gün Hakîm Nâmdâr Haný ziyârete gitti. Onu sekerât hâlinde, gözlerini kapamýþ ve þuûru gitmiþ buldu. Yakýnlarý; " Hastalýðýnýn gitmesi için Allahü teâlâya teveccüh ediniz" dedi. O da, hastaya bir baktý. O anda hastanýn þuûru yerine geldi, gözlerini açtý. Bir müddet onunla konuþtu. Abdullah-ý Dehlevî kalkýp mübârek adýmýný, kapýsýndan dýþarý atýp çýkýnca hasta hemen vefât etti.

 

Ölüm hâline yaklaþan birisini, dostlarýndan biri sýrtýna alýp, seher vaktinde Abdullah-ý Dehlevî'nin huzûruna getirdi. Abdullah-ý Dehlevî hazretleri duâ ettikten sonra hastaya teveccüh buyurdu, o anda hasta iyileþti.

 

Talebelerinin büyüklerinden Mîr Ekber Ali'nin akrabâsýndan bir kadýn hastalanmýþtý. Abdullah-ý Dehlevî hazretlerinden, hastalýðýnýn azalmasý için duâ ricâ etti. Fakat o duâ etmedi. Duâ etmesini istirhâm edince; "Bu kadýn, on beþ günden çok yaþamaz." buyurdu. Allahü teâlânýn takdîri ile on beþinci gün vefât etti. Lâkin Mîr Ali, kadýna teveccüh edip, hastalýðýnýn kalkmasýna uðraþdý. Ama yaþamasýna fayda vermedi. Abdullah-ý Dehlevî hazretleri cenâzesinde bulundu ve; "Mîr'in teveccühlerinin bereketi, bu hanýmýn üzerinde açýkça görülmektedir." buyurdu.

 

Delhi'de kýtlýk, kuraklýk olmuþtu. Abdullah-ý Dehlevî hazretleri mescidin avlusuna çýkýp, kýzgýn güneþin altýnda oturdu ve yaðmur yaðmasý için Allahü teâlâya niyazda bulundu. Çok geçmeden yaðmur yaðdý.

 

Talebelerinin ileri gelenlerinden Ahmed Yâr, ticâret için sefere çýkmýþtý. Dönerken hocasý Abdullah-ý Dehlevî'yi yanýnda yürüyor gördü. Ahmed Yâr'a; "Hýzlý yürü, kâfile geride kalsýn! Çünkü yolda, soyguncular, yol kesiciler vardýr. Kâfileyi basmak istiyorlar." buyurdu ve kayboldu. Ahmed Yâr sonradan bu hadiseyi; "Acele ettim. Kervândan çok ileri geçtim. Yol kesiciler gelip, ardýmdan kâfileyi bastýlar. Ben kurtuldum. Sað sâlim evime geldim." diye anlattý.

 

Hazret-i Zülf Þâh anlattý:

 

Abdullah-ý Dehlevî'yi ziyârete gidiyordum. Fakat onu hiç görmemiþtim. Memleketim Delhi'den çok uzaktý. Yolu þaþýrdým. Heybetli bir zât karþýma çýkarak yolu gösterdi. "Sen kimsin?" dedim. "Ben, ziyâreti için yola çýktýðýn kimseyim." buyurdu. Bu hâl, baþýmdan iki kere geçti.

 

Ahmed Yâr'ýn amcasý, sultan tarafýndan hapsedilmiþti. Ahmed Yâr aðlayarak hocasýnýn huzûruna geldi ve durumu arz etti. Abdullah-ý Dehlevî; "Birisini gönder, onu hapisten çýkarsýn." buyurdu. Ahmed Yâr ise; "Bu nasýl olur, kale muhafýz askerler ve nöbetçilerle kuþatýlmýþtýr." dedi. Hocasý da; "Sen orasýný düþünme, sözümü dinle git, onu kurtarýrsýn." buyurdu. Ahmed Yâr; "Gittik, onu hapisten kurtardýk ve nöbetçilerden hiçbiri bize müdâhalede bulunmadý." diye anlattý.

 

Abdullah-ý Dehlevî'nin huzûruna bir þahýs gelip; "Ey efendim! Oðlum iki aydan beri kayýptýr. Çocuðumu bana vermesi için Allahü teâlâya duâ eder misin?" dedi. O da; "Çocuðunuz evdedir." buyurdu. Gelen çok þaþýrarak; "Ben þimdi evden buraya geldim." deyince tekrar; "Evinize gidiniz. Çocuðunuz evdedir." buyurdu. O kimse emre uyarak evine gitti ve gerçekten çocuðunu evde buldu.

 

Meyân Ahmed Yâr anlatýr:

 

Bir gün mübârek hocam ile birlikte, kýzý vefât etmiþ olan yaþlý bir hanýmýn evine tâziyeye gittik. Hazret-i Þeyh, o hanýma hitâben; "Allahü teâlâ, sana ona karþýlýk daha iyisini ihsân eder." dedi. Kadýn; "Hocam! Ben ihtiyârým, kocam da çok ihtiyârdýr. Bu durumda bizim artýk çocuðumuz olmaz." diye cevap verince, hocam; "Hak teâlâ her þeye kâdirdir." buyurdu. Sonra birlikte o evden çýktýk ve eve bitiþik bir mescide geldik. Hocam abdestini tâzeledi ve iki rekat namaz kýldý. O kadýna çocuk vermesi için Allahü teâlâya duâ etti. Sonra bana dönüp; "Allahü teâlâya, o kadýna bir çocuk vermesi için arz-ý hâcette bulundum. Duâmýn kabûl olduðuna dâir alâmetleri gördüm. Ýnþâallah çocuðu olacaktýr." buyurdu. Daha sonra hocamýn buyurduðu gibi, Allahü teâlâ, o kadýna bir oðul verdi ve çok yaþadý.

 

Onu üzenler yaptýklarýnýn zararýný görürlerdi.

 

Hakîm Rükneddîn Han baþvezir olunca, Abdullah-ý Dehlevî, sevdiklerinden birini bir iþ için ona gönderdi. Rükneddîn Han ilgilenmedi. Abdullah-ý Dehlevî'nin kalbi kýrýldý. Kýsa bir süre sonra hiçbir sebep yok iken Rükneddîn Han azlolundu ve bir daha o yüksek makâma gelemedi. Baþka bir seferinde Delhi vâlisine kalbi kýrýldý ve o gün vâli azledildi.

 

Mübârek dergâhlarýnýn yakýnýnda, Eshâb-ý kirâma düþman olan biri vardý. Abdullah-ý Dehlevî'nin talebesi çok olduðundan dergâh küçük geliyordu. Bunun için geniþletilmesi lâzýmdý. Kadýndan, o yeri istediler. Kadýn vermedi. Nihâyet Delhi'nin ileri gelenlerinden Hâkim Þerîf Haný ona gönderdiler ve; "Eðer satýp, para almaktan utanýyorsan, kýymetini gizli olarak gönderelim. Siz, nezr, hediye gibi bir isimle bize verdiðinizi söyleyin." dediler. Allahýn velî kullarýna düþman olan bu kadýn, Hâkim'in sözünü kabûl etmedi. Ayrýca Abdullah-ý Dehlevî hakkýnda, râfýzîlerin âdetleri olduðu üzere çirkin, kaba sözler söyledi. Hâkim kalktý. Abdullah-ý Dehlevî'nin yanýna geldi ve durumu anlattý. Abdullah-ý Dehlevî hazretleri ellerini açarak; "Yâ Rabbî, söylediklerini duydun!" dedi. Allah'ýn takdîri ile o evde bulunanlardan bir çocuk hâriç, hepsi kýsa zamanda öldü. Çocuk da hastalandý. Anladýlar ki, yaptýðýmýz kötü iþ sebebiyledir. O çocuðu Abdullah-ý Dehlevî'nin huzuruna gönderdiler. O yeri de hediye ettiler.

 

Abdullah-ý Dehlevî hazretlerinin en büyük kerâmeti, yetiþtirdiði binlerce âlim ve evliyâdýr. Bunlar içinde en büyükleri; Mevlânâ Hâlid Ziyâeddîn Baðdâdî, Ebû Sa'îd Fârûkî, Mevlânâ Beþâretullah, Mevlânâ Pîrzâde, Rauf Ahmed, Mevlânâ Muhammed Cân, Mevlânâ Fâdýl Gulâm, Mevlânâ Þeyh Sa'dullah Sâhib, Mevlânâ Þeyh Abdülkerîm, Mevlânâ Þeyh Gulâm Muhammed, Mevlânâ Abdurrahmân, Mevlâna Seyyid Ahmed, Mevlânâ SeyyidAbdullah Maðribî, Mevlânâ Pîr Muhammed ve Mevlânâ Muhammed Münevver'dir.

 

Abdullah-ý Dehlevî hazretlerinin gönülleri ferahlatan, kalplere neþe ve sevinç veren söz ve sohbetleri ayrý bir nîmet sofrasý idi. Buyururdu ki:

 

"Dünyâ sevgisi bütün kötülüklerin baþýdýr. Günahlarýn baþý ise küfrdür, îmânsýzlýktýr."

 

"Hizmet görmek isteyen hocasýna hizmet etsin."

 

"Nefsinin arzularýna tâbi olan, Allahü teâlâya nasýl kul olur? Ey insan! Kime tâbi isen onun kulu olursun."

 

Abdullah-ý Dehlevî hazretleri yanýnda bulunanlarý terbiye edip, yetiþtirdiði gibi uzakta olanlara da mektuplarý ile doðru yolu anlatýr, gaflet, Allahü teâlâyý ve âhireti unutmaktan uyandýracak nasîhatlarda bulunurdu.

 

Bir mektûbunda þöyle buyurdu:

 

Yüksek makamlar ve beðenilen hâller sâhibi Ahmed Han! Allahü teâlâ size selâmet versin. Esselâmü aleyküm ve rahmetullah. Münþî Naîmüddîn Han, iyi hâllerinizden çok bahsettiler. Bunun için, bu birkaç satýr, kýrýk dökük ifâdeler yýðýný mektubu yazdým ki, uzakta kalmýþ olanlarý inâyet nazarýnýzdan unutmayasýnýz ve teveccüh ediniz. Zîrâ bu ihtiyârýn ömrü günah iþlemekle geçti. Þikâyet, gýybet, dil uzatma, ayýblama, lânet etme, büyükleri anlayamama netîcesi sitemler þeklinde açýk günahlar, yâhut huzur içinde olmayan, tecvîde riâyet edilmeden namaz kýlma, boþ ve lüzumsuz þeylerden kesilmeden oruç tutma, mânâsýný düþünmeden Kur'ân-ý kerîm okuma ve boþ vakitleri Allah korkusu ve huzûru ile geçirmeme ve sayýlý nefesleri gafletle harcama þeklindeki diðer günahlar o kadar çoktur ki, amel defterimi kararttýlar. Binlerce teessüfler, esefler olsun ki, cihân bahçesine gül için geldik, ama diken topladýk. Hasretler, ziyânlar olsun ki, bize sýhhat, âfiyet ve rahatlýk verildi, hepsinin þükründe kusûr ve eksiklik eyledik. Piþmanlýklar olsun ki, Kur'ân-ý kerîm ve Peygamber efendimiz gibi eþsiz iki nîmet ihsân olundu. Biz ise onlarýn þükründe olacak yerde hâlâ gafletteyiz. Allah korusun. Hayretteyim. Yarýn ne yüzle Allahü teâlânýn ve Peygamberinin huzûrunda kabûl görürüz. Bu ne anlayýþsýzlýktýr. Bu uygunsuzluk ve liyâkâtsizlikle, þefâat ve magfiret derecesine ulaþmak çok zordur. Ancak Allahü teâlânýn gadabýný aþmýþ rahmeti, ümîdimizdir. Mücerred ihsâný ile muâmelesine güveniyoruz. Yoksa hiç özrümüz, özür dileyecek yüzümüz yoktur.

 

Ölüm baþýmýzýn ucunda, kýyâmet çok yakýn. Ýþe yarar hangi ameli iþledik. Ýyiler Cennet'e girip, Cennet nîmetlerine ve Hakk'ýn dîdârýna kavuþurlar. Bizim gibi gâfiller, elli bin senelik hesâb gününde, bizi hesâba çektirecek, býrakmayacak þeylerle meþgûlüz. Düþünmek lâzýmdýr ki, yarýn elde hasret, ziyân kalmasýn. Allah katýnda kýymetli kullarýn yaptýklarý gibi, seher vaktinde kalkýp, gözlerden hasret gözyaþlarý akýtmaðý, mücâhede ve can çýkarýrcasýna gayretle ibâdet ve kullukta bulunmayý Hak teâlâ nasîb eylesin. Hazret-i Münþî Naîmüddîn Han ve sevgili zât-i âliniz, husûsî zamanlarýnýzda, yolda kalmýþ ihtiyarlarý hatýrlayýnýz. Gýyâbî duâ kabûle daha yakýndýr. Buradakiler ve bu fakîr size her zaman duâ ediyoruz. Allahü teâlâ iki dünyâ seâdeti versin." (91. mektup)

 

Abdullah-ý Dehlevî namaz hakkýnda þöyle buyurdu: Namazý cemâatle kýlmak ve "tumânînet" (rükûda, secdelerde, kavmede ve celsede her uzvun hareketsiz durmasý) ile kýlmak, rükû'dan sonra "kavme" (kalkýp, ayakta her uzv yerine yerleþecek þekilde dik durmak) yapmak ve iki secde arasýnda "celse" (dik durma) yapmak bizlere Allahýn Peygamberi tarafýndan bildirildi. Kavmenin ve celsenin farz olduðunu bildiren âlimler vardýr. Hanefî mezhebinin müftîlerinden Kâdýhân, bu ikisinin vâcibliðini, ikisinden birisini unutunca secde-i sehv yapmanýn vâcib olduðunu ve bilerek yapmýyanýn namazý tekrar kýlmasýný bildirmiþtir. Müekked sünnet olduklarýný bildirenler de, vâcibe yakýn sünnet demiþlerdir. Sünneti hafif görerek, ehemmiyet vermeyerek terk etmek küfürdür. Namazýn kýyâmýnda, rükûunda, kavmesinde, celsesinde, secdelerinde ve oturulduðu zamânýnda, ayrý ayrý, baþka baþka keyfiyetler, hâller hâsýl olur.

 

Bütün ibâdetler namaz içinde toplanmýþtýr. Kur'ân-ý kerîm okumak, tesbîh söylemek (ya'nî sübhânallah demek), Resûlullah efendimize salevât söylemek, günahlara istigfâr etmek ve ihtiyaçlarý yalnýz Allahü teâlâdan istiyerek O'na duâ etmek namaz içinde toplanmýþtýr. Aðaçlar, otlar, namazda durur gibi dik duruyorlar. Hayvanlar, rükû hâlinde, cansýzlar da ka'dede, oturuyor gibi yere serilmiþlerdir. Namaz kýlan, bunlarýn ibâdetlerinin hepsini yapmaktadýr. Namaz kýlmak, mîrâc gecesi farz oldu. O gece mîrâc yapmakla þereflenen, Allahü teâlânýn sevgili Peygamberine uymaðý düþünerek namaz kýlan bir müslüman, O yüce peygamber gibi, Allahü teâlâya yaklaþtýran makamlarda yükselir.

 

Resûlullah efendimiz; "Gözümün nûru ve lezzeti namazdadýr." buyurdu. Bu hadîs-i þerîf; "Allahü teâlâ namazda zuhûr ediyor, müþâhede olunuyor. Böylece gözüme rahatlýk geliyor." demektir. Bir hadîs-i þerîfte; "Yâ Bilâl! Beni rahatlandýr!" buyruldu ki; "Ey Bilâl! Ezân okuyarak ve namazýn ikâmetini söyleyerek, beni rahata kavuþtur." demektir. Namazdan baþka þeyde rahatlýk arayan bir kimse, makbûl deðildir. Namazý zâyi eden, elden kaçýran, dînin diðer emirlerini daha çok kaçýrýr.

 

Îmâný olmayan kimsenin Cehennem ateþinde sonsuz yanacaðýný Peygamber efendimiz haber verdi. Bu haber elbette doðrudur. Buna inanmak, Allahü teâlânýn var olduðuna, bir olduðuna inanmak gibi lâzýmdýr. Ateþte sonsuz yanmak ne demektir? Herhangi bir insan sonsuz olarak ateþte yanmak felâketini düþünürse, korkudan aklýný kaçýrmasý lâzým gelir. Bu korkunç felâketten kurtulmanýn çâresini arar.

 

Bu ise, çok kolaydýr. "Allahü teâlânýn var ve bir olduðuna ve Muhammed aleyhisselâmýn O'nun son peygamberi olduðuna ve O'nun haber verdiði þeylerin hepsinin doðru olduðuna inanmak" insaný bu sonsuz felâketten kurtarmaktadýr. Bir kimse ben bu sonsuz yanmaya inanmýyorum, bunun için böyle bir felâketten korkmuyorum, bu felâketten kurtulma çârelerini aramýyorum, derse, buna deriz ki: "Ýnanmamak için elinde senedin, vesîkan var mý? Hangi ilim, hangi fen inanmana mâni oluyor?" Elbet vesîka gösteremeyecektir. Senedi, vesîkasý olmayan söze ilim, fen denir mi? Buna zan ve ihtimâl denir. Milyonda, milyarda bir ihtimâli olsa da, "Sonsuz olarak ateþte yanmak" felâketinden sakýnmak lâzým olmaz mý? Azýcýk aklý olan kimse bile böyle felâketten sakýnmaz mý? Sonsuz ateþte yanmak ihtimâlinden kurtulmak çâresini aramaz mý?

 

Abdullah-ý Dehlevî, ömrünün sonlarýnda hastalýklardan çok güçsüz kaldý. Ýbâdetlerini zevkle, fakat büyük zorluklar içinde yapardý. Buyururdu ki:

 

Þu þiiri okuduðum zaman Allahü teâlâ vücûduma bir güç kuvvet veriyor, gençleþiyorum.

 

Gerçi ihtiyârým, kalbim hasta, dermansýzým,

 

Yüzünü andýkça kuvvet gelir, gençleþirim.

 

Yâni; her ne kadar ihtiyâr, hasta ve mecâlsiz olsam da, hakîkî sevgilinin aþký ve O'na kavuþma isteðinin cilvelerini gördükçe gençleþirim.

 

Vefâtlarý: Abdullah-ý Dehlevî her zaman þehîd olmayý arzû ederlerdi. Lâkin buyururlardý ki: "Mürþidim ve üstâdýmýn, yânî Mazhar-ý Cân-ý Cânân hazretlerinin þehîd edilmesinden insanlara çok sýkýntýlar geldi. Üç sene büyük kýtlýk olup, binlerce insan öldü. Yine o þehîdlik hâdisesi üzerine insanlar arasýnda olan kavga ve gürültülerde ölenler, herkesin bildiði gibi yazýya sýðmayacak kadar çoktu. Onun için þehîd olmaktan vazgeçtim."

 

Abdullah-ý Dehlevî'nin son hastalýðýnda bâsur ve kaþýntýsý arttý. Bu sýrada Luknov'da bulunan Ebû Sa'îd Fârûkî'ye kýsa zamanda birçok mektuplar yazýp; "Benden sonra yerime siz oturursunuz." dediler. Bu haberler üzerine Ebû Sa'îd çok þaþýrdý. Çoluk çocuðunu Luknov'da býrakýp süratle geldi. Huzurlarýna gelince; "Sizinle karþýlaþtýðým zaman içimden çok aðlayacaðým diyordum. Fakat öyle bir vakitte geldiniz ki, aðlayacak gücüm de yok." buyurup, çok ihsânlarda bulundular. Âdetleri öyle idi ki, hastalandýðýnda vasiyetnâme yazdýrýrlardý. Þimdi de hem yazdýrdýlar hem söz ile anlattýlar ve buyurdular ki:

 

"Devamlý zikrediniz. Büyüklere baðlýlýðýnýzý muhâfaza ediniz. Güzel ahlâklý olup, insanlarla iyi geçininiz. Kazâ ve kader husûsunda nasýl ve niçini býrakýnýz. Yol kardeþleri ile birlik olmayý lâzým biliniz. Fakr, kanâat, rýzâ, teslim, tevekkül ve ferâgat üzerine olunuz. Benim cenâzemi, âsâr-i nebeviyyenin (Peygamber efendimize âit eserlerin) bulunduðu Delhi'deki Büyük Câmiye götürünüz Allah'ýn Resûlünden þefâat isteyiniz."

 

Yine buyurdu ki:

 

Hazret-i Hâce Behâeddîn Nakþibend; "Bizim cenâzemizin önünde;

 

Huzûruna müflis olarak geldim,

Yüzünün güzelliðinden bir þey isterim.

 

Þu boþ zenbilime elini uzat,

O mübârek eline güvenirim

 

beytlerini okuyun!" buyurmuþlardý. Ben de, bu þiirin ve ayrýca aslý Arabî olan þu þiirin güzel sesle okunmasýný istiyorum:

 

Kerîmin huzûruna azýksýz geldim,

Ne iyiliðim var, ne doðru kalbim,

 

Bundan daha çirkin hangi þey olur?

Azýk götürürsün, O ise Kerîm.

 

Cumartesi günü idi. Mevlevî Kerâmetullah Sâhib'e; "Çabuk Meyân Sâhib'i yâni Þâh Ebû Sa'îd'i (r. aleyh) çaðýrýnýz." buyurdular. Mevlevî Sâhib acele kalkýp, Ebû Sa'îd hazretlerini çaðýrdý. Kapýdan içeri girince, bakýþlarýný ona çevirdi ve bu hâlde, 22 Safer 1240 (m. 1824) senesinde, kuþluk vakti murâkabe hâlinde iken, bu sýkýntýlarla dolu dünyâdan ayrýldýlar.

 

Vefâtý haberini duyan binlerce insan toplandý. Cenâze namazý Büyük Câmide kýlýndý. Þâh Ebû Sa'îd imâm oldu. Cenâzesi, üstâdý Mazhâr-ý Cân-ý Cânân hazretlerinin medfûn bulunduðu kabrin sað yanýna defnolundu.

 

Bugün oradaki üç kabirden biri de Þâh Ebû Sa'îd hazretlerinindir. Hacdan dönerlerken Tunek'de vefât etti. Cenâzesini oradan getirip, Abdullah-ý Dehlevî'nin sað yanýna defnettiler. Bu duruma göre, Abdullah-ý Dehlevî'nin mezârý ortada olandýr.

 

Abdullah-ý Dehlevî'nin vefâtý için; "Nevverallahu madca'ahü: Allahü teâlâ kabrini nûrlandýrsýn." ve "Cân be-Hak Nakþibend-i sânî dâd: Ýkinci Nakþibend Hakka cân verdi." târih düþürüldü. Þâh Rauf Ahmed de pek güzel bir rubâî söyledi ki þöyledir:

 

Zamânýnýn kayyûmu Þâh Abdullah-ý Dehlevî,

Vefât etti, açýldý ona Cennât-i naîm.

 

Kalbimden vefâtýna târih aradým, buldum:

Fî ravhýn ve reyhânýn ve Cennât-in-na'îm (1240)

 

Abdullah-ý Dehlevî hazretlerinin büyüklüðünü en güzel, talebesi Mevlânâ Hâlid-i Baðdâdî hazretleri meþhur dîvânýnda þöyle anlatmýþtýr:

 

"Mübârek hocam karanlýk ufuklarý aydýnlatýp, mahlûkâtý dalâletten hidâyete kavuþturmaya vesîle oldu.

 

O, hidâyet yýldýzý, karanlýk gecelerin dolunayý, takvâ ummâný, feyzler defînesi, yüksek hâller ve kerâmetler hazînesidir.

 

O, hilmde yer, vekarda daðlar, ziyâ bakýmýndan güneþ, yükseklikte semâ gibidir.

 

O, Dîn-i Ýslâmý en güzel bilen bir kaynak, irfân mâdeni, mahlûkâtýn yardýmcýsý, iyilik ve ihsân menbaýdýr.

 

O, Allahü teâlâya kavuþturucularýn kutbu, evtâdýn rehberi, mahlûklarýn gavsi (yardýmcýsý), ebdâl isimli Hak âþýklarýnýn maksadý, hedefidir.

 

O, mahlûklarýn þeyhülislâmý, müslümanlarýn baþtâcý, büyüklerin reisi, müþkillerde mürâcaat yeridir.

 

Gizli bir rehberlikle en iyiye götürücü, en iyi yol göstericidir. Bütün gücü ile insanlarý Allahü teâlâya dâvet edici, çaðýrýcýdýr.

 

O, âlemlerin Rabbinin sevdiði bir kuldur. Kim onun gösterdiði doðru yoldan giderse, sen o kimseye; "Ey emsâllerine rehber olan zât!" diye hitâb et.

 

Nefs hevâsýnýn bukaðýsýyla baðlanmýþ nice câhilleri, o, bir nazarla, teveccühle nefsinin elinden kurtarmýþtýr.

 

Nice kâmil velîler, ondan yüz çevirdiði gibi yüksek hâllerden ve mârifetlerden mahrûm kalmýþtýr.

 

Onun yüksekliðini inkâr eden nice kimseler helâk olmuþ, Allahü teâlânýn þiddetli azâbýna yakalanmýþtýr.

 

O, noksan olanlarýn kemâle gelmesine vesîle olan, bütün kemâl ehlinin de noksanýný tamamlayandýr.

 

Þâný yüceAllahü teâlâ, onu, azamet ve heybet kubbesi altýnda gizlemiþtir."

 

Eserleri: 1) Makâmât-ý Mazhariyye: Hocasý Mazhâr-ý Cân-ý Cânân hazretlerini pek güzel anlatmaktadýr. 2) Mekâtib-i þerîfe: Pek faydalý bilgiler ve nükteleri ihtiva etmektedir.

 

EYVAH!..

 

Abdullah-ý Dehlevî müslümanlara çok þefkatli idi. Seher vakti onlara duâ ederdi. Kötülük gördüklerine de iyilik yapardý. Hâkim Kudretullah Han Abdullah-ý Dehlevî hazretlerinin komþusu idi. Çoðu zaman Abdullah-ý Dehlevî'yi gýybet eder, aleyhinde konuþurdu. Bir gün hapse düþtü. Abdullah-ý Dehlevî hazretleri onu hapishâneden çýkartmak için çok uðraþtý. Fakat bunu ona söylemedi.

 

Abdullah-ý Dehlevî'nin meclisindi dünyâ ile ilgili sözler konuþulmazdý. Birisi gýybet etse ona mâni olur, gýybet edene; "O dediðine ben daha layýkým." derdi. Bir gün yanýnda; pâdiþahý kötülediler. O gün oruçlu idi. Kötüleyene dönerek; "Eyvâh orucumuz gitti!" buyurdu. "Siz kimseyi kötülemediniz ki!" dendiðinde; "Evet, biz gýybet etmedik, ama dinledik. Gýybette söyleyende dinleyen de aynýdýr." buyurdu.

 

O'NDAN GELENE RÂZIYIZ!

 

Abdullah-ý Dehlevî'nin mübârek vücûtlarýnda birkaç tane hastalýk vardý. Bu hastalýklar sebebiyle namazlarýný özürlü kýlardý. Bunu bilen dostlarýndan biri dayanamayýp; "Efendim! Herkes hastalýktan kurtulmak için sizden duâ istiyor. Cenâb-ý Hak da duâlarýnýzý reddetmiyor. Her gelen, þifâya kavuþarak huzûrunuzdan ayrýlýyor. Hâlbuki sizdeki hastalýklarý biliyoruz. Duâ buyurup da bu dertlerden kurtulsanýz olmaz mý?" diye sordu. O da; "Onlar hastalýktan kurtulmak için duâ istiyorlar. Biz ise, Allahü teâlânýn verdiði bu dert ve belâlardan, O gönderdiði için râzýyýz. Dert ve belâlar, kemend-i mahbûb olduðundan Allahü teâlâ, bu dertleri sevdiði kullarýndan dilediklerine verir. Bu sebeple dertlerin bizden gitmesini deðil, gönderilmesini isteriz." buyurdu.

 

O, insanlarýn sýkýntýlardan kurtulmalarýna yardýmcý olurdu.

 

SÂDIK TALEBE!

 

Abdullah-ý Dehlevî buyurdu ki;

 

Talebe, sâdýk olan tâlib demektir. Allahü teâlânýn sevgisi ile ve O'nun sevgisine kavuþmak arzusu ile yanmaktadýr. Bilmediði, anlayamadýðý bir aþk ile þaþkýn hâldedir. Uykusu kaçar, göz yaþlarý dinmez. Geçmiþteki günahlarýndan utanarak baþýný kaldýramaz. Her iþinde Allah'dan korkar, titrer, Allahü teâlânýn sevgisine kavuþturacak iþleri yapmak için çýrpýnýr. Her iþinde sabreder. Her geçimsizlikte, sýkýntýda kusûru kendisinde görür. Her nefeste Allah'ýný düþünür. Gaflet ile yaþamaz. Kimseyle münâkaþa etmez. Bir kalbi incitmekten korkar. Kalbleri Allahü teâlânýn evi bilir. Eshâb-ý kirâm hakkýnda hayr konuþur ve isimleri anýldýðýnda "r.anhüm" der. Hepsinin iyi olduðunu söyler. Peygamber efendimiz Eshâb-ý kirâm arasýnda olan þeyleri konuþmamaðý emir buyurdu. Sâlih müslüman, bunlarý konuþmaz, yazmaz ve okumaz. Böylece, o büyüklere karþý bir edebsizlikte bulunmaktan kendini korur. O büyükleri sevmek, Allah'ýn Resûlünü sevmenin niþânýdýr, alâmetidir. Kendi bilgisi, kendi görüþü ile evliyâ-yý kirâmý, birbirinden aþaðý ve yukarý diye ayýrmaz. Birinin, daha yüksek, daha üstün olduðu ancak âyet-i kerîme, hadîs-i þerîf ve Sahâbe-i kirâmýn sözbirliði ile anlaþýlýr. Muhabbet sarhoþluðu elbet baþkadýr. Aþk sâhibi mâzûrdur.

 

HASTALIK NÎMETTÝR

 

Abdullah-ý Dehlevî, þâný büyük bir velî,

Meþhurdu halk içinde, bir çok kerâmetleri.

 

Bir gün biri gelerek, mübârek huzûruna,

"Oðlumuz çoktan beri, kayýptýr" dedi ona.

 

Ve ilâve etti ki: "Lütfen duâ ediniz,

Tekrardan ihsân etsin, onu bize Rabbimiz."

 

Onun bu sözlerini, dinleyip o büyük zât,

Buyurdu ki: "Oðlunuz, evindedir þu saat."

 

O kimse heyret edip, dedi: "Ama efendim,

Þimdi evden ayrýlýp, huzûrunuza geldim."

 

O yine buyurdu ki: "Evine dön ki þu an,

Rabbimiz onu size, tekrardan etti ihsân."

 

"Peki efendim" deyip, evine gittiðinde,

Gördü ki oturuyor, oðlu gelmiþ evinde.

 

Yine bir gün birisi, ölüm yataðýndaki,

Hastasýný sýrtlayýp, geldi bir seher vakti.

 

Dedi ki:"Ey efendim, çok aðýrdýr hastamýz,

Belki bir þifâ bulur, duâ buyurursanýz."

 

Þöyle bir nazar etti, hastaya bir kerrecik,

Kavuþtu sýhhatine, o kimse hemencecik.

 

Böyle, binlerce kiþi, duâ alýp o zâttan,

Þifâya kavuþurdu, her türlü mazarrattan.

 

Lâkin kendisinin de, üç mühim derdi vardý,

Hattâ namazlarýný, hep özürlü kýlardý.

 

Sevdiklerinden biri, buna olup muttali

Bir gün kendilerine, suâl etti bu hâli.

 

"Efendim, bu devirde, kim hasta olsa eðer,

Kapýnýza gelerek, sizden duâ isterler.

 

Siz bir duâ edince, gelen her bir hastaya,

Her biri, duânýzla, kavuþuyor þifâya.

 

Hâlbuki sizin dahi, vardýr hastalýðýnýz,

Ve bilhassa üçünden, hiç yoktur râhatýnýz.

 

Lâkin hikmet nedir ki, etmezsiniz hiç duâ?

Etseniz, size dahi, verir Allah bir devâ."

 

Buyurdu ki: "Kurtulmak, istiyor dertten onlar,

Bu yüzden bize gelip, hep duâ istiyorlar.

 

Biz ise Rabbimizin, verdiði bu dertlerden,

O gönderdiði için, râzýyýz herbirinden.

 

Mahbûb-u kemenddir ki, her musîbet ve belâ,

Sevdiði kullarýna, gönderir Hak teâlâ."

 

Kýtlýk vâki olmuþtu, bir zaman da Delhi'de,

Buna çok üzülmüþtü, Abdullah Dehlevî de.

 

Mescidin avlusuna, çýktý bir gün nihâyet,

Kýzgýn güneþ altýnda, oturdu kýsa müddet.

 

Dedi ki: "Yâ Ýlâhî, yaðmur yaðana kadar,

Buradan gitmemeðe, bu kulun verdi karar."

 

O böyle söyleyince, çok geçmedi aradan,

Nehirler akar gibi, yaðmur yaðdý havadan.

 

Çok nazlý kullarýdýr, Allah'ýn çünkü onlar,

Onlarýn hürmetine, yaðdýrýr yaðmur ve kar.

 

Resûlullah'tan gelen, o ilâhî feyiz, nûr,

Onlarýn kalplerinden, herkese vâsýl olur.

 

Bu büyük velîlerin hürmetine yâ Rabbî,

Bizi, her hâlimizde, onlara eyle tâbi.

 

1) Mu'cem-ül-Müellifîn; cild 6, s. 77

2) Esmâ-ül-Müellifîn; c.1, s. 190

3) Makâmât-ý Mazhariyye; s. 159.

4) Hadâik-ul-Verdiyye; s. 209

5) Ýrgâm-ül-Merîd; s. 70

6) Âdab; s. 10.

7) Behçet-üs-Seniyye; s.8

8) Hadîkat-ül-Evliyâ; s. 122

9) Reþehât Zeyli; s.72.

10) Tam Ýlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s. 431, 1081.

11) RehberAnsiklopedisi; c.1, s.18

12) Ýslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.18, s. 282.

13) Nüzhet-ül-Havâtýr; c.7, s.306.

14) Sefînet-ül-Evliya (Hüseyin Vassâf); c.2, s. 28.

15) Persian Literature; c.2, s. 1034.

16) Hazînet-ül-Asfiyâ; c.1, s. 703.

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

ABDULLAH-I ENSÂRÎ

 

Evliyânýn meþhûrlarýndan ve Hanbelî mezhebinin büyük fýkýh âlimlerinden. Ýsmi Abdullah bin Muhammed bin Ali el-Ensârî el-Hirevî'dir. Künyesi Ebû Ýsmâil olup nesebi, türbesi Ýstanbul'da bulunan ve Eshâb-ý kirâmýn meþhûrlarýndan olan Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb-i Ensârî'ye dayanýr. Bu sebeple Ensârî nisbesiyle tanýnmýþtýr. 1005 (H.396)te Herat'ta doðdu. 1088 (H.481) senesinde Herat'ta vefât etti. Türbesi çok ziyâret edilen yerlerden biridir. Hadîs ilminde yüksek derecede âlim idi. Üç yüz binden ziyâde hadîs-i þerîf ezberlemiþtir. Ayrýca tefsîr, fýkýh, kelâm, târih, neseb ve diðer ilimlerde âlim idi.

 

Dört yaþýnda ilim öðrenmeye baþladý. Dokuz yaþýndan îtibâren Kâdý Ebû Mensûr ve Caruzî'nin sohbetlerine devâm etti. Hâfýzasý fevkalâde kuvvetli idi. Mektepte duyduðu ve yazdýðý her þeyi hemen ezberlerdi. Daha o zamanlarda, çok güzel þiirler söylerdi. Gece-gündüz ilimle uðraþtý. Abdül-Cebbâr el-Cerrâhî, Ebû Mensûr el-Ezdî, Ebû Sa'îd es-Sayrafî ve baþka birçok âlimden ilim öðrendi. Kendisinden de; Ebü'l-Vakt Abd-ül-Evvel, Ebü'l-Feth Nasr bin Seyyâr ve daha baþka birçok kimse ilim öðrenip icâzet, diploma aldýlar.

 

Onun büyük bir âlim ve evliyâ olacaðýný Hýzýr aleyhisselâm müjdelemiþtir. Þöyle ki:

 

Hâce Ebû Âsým, Abdullah-i Ensârî hazretlerinin hocalarýndan ve akrabâsýndan idi. Bir gün ziyâretine gitti. Hocasý kendisine yemek ikrâm etti ve sohbet edip bazý þeyler öðretti. Ebû Âsým'ýn hanýmý ihtiyar idi. Evliyâdan mübârek bir hâtun idi ve Hýzýr aleyhisselâmdan ilim öðrenirdi. Bu hâtun diyor ki:

 

Hýzýr aleyhisselâm bize geldiðinde, Abdullah'ý görüp kim olduðunu sordu. Böyle sormak onun âdetidir. Bildiði hâlde yine sorar. Ben;

"Filân kimsedir." dedim. Buyurdu ki:

"Doðudan batýya kadar herkes onun adýný duyar. Þeyh-ül-islâm ismi ile meþhûr olur. Þimdi on yedi yaþýndadýr. Babasý ve kendisi, ne olduðunu bilmez. Zamanýnda ondan büyük kimse olmaz. Yer yüzünde onun büyüklüðünü duymayan kalmaz."

 

O gerçekten müjdelendiði gibi yetiþti. Kendini tamâmen ilme verdi. Geceleri kandil ýþýðýnda hadîs-i þerîf yazardý. Yemek yemeðe vakit bulamazdý. Annesi, ekmek parçalarýný lokma lokma edip yedirirdi. Hadîs-i þerîf toplamak için çeþitli memleketlere gitti. Çok sýkýntýlara katlandý.

 

Ýlim uðruna emsâline az rastlanan gayret ve fedâkarlýklar gösterdi.Bir defâsýnda Niþâbûr'dan Dezbad'e gitmek üzere yola çýkmýþtý. Yolda þiddetli bir yaðmura tutuldu. Koynunda hadîs-i þerîflerin yazýlý olduðu kitaplar, nüshalar vardý. Bunlarýn yaðmurdan ýslanmamasý için yol boyunca rükû vaziyetinde eðilerek yürüdü.

 

Üç yüz âlimden hadîs-i þerîf öðrendi. Bunlarýn hepsi büyük hadîs âlimleri olup, hepsi de Ehl-i sünnet idi. Hiç biri bid'at sâhibi deðildi. Tefsîr ilmini Hâce Yahyâ Ýmârî'den öðrendi. Tasavvuf ilmini ise zamanýnýn büyük âlimi ve rehberi Ebü'l-Hasan Harkânî hazretlerinden öðrenip kemâle erdi.

 

Ýlim tahsîlini tamamladýktan sonra insanlarýn, Allahü teâlânýn emrine uymalarý, yasakladýklarýndan sakýnmalarý için gayret etti. Ömrünü insanlarýn seâdete kavuþmalarý, Allahü teâlânýn rýzâsýný kazanmalarý için harcadý. Dünyâya düþkünlük göstermedi.

 

Abdullah-ý Ensârî, þeyhülislâm idi. Hanbelî mezhebinin büyük âlimlerinden olup, çok yüksek bir velî idi. Kerâmetleri pek çoktur. Vâzlarýnda Ehl-i sünneti müdâfaa eder, mezhebsizlik ve bid'atlerin kötülüðünü anlatýrdý. Allahü teâlâya kavuþmak yolunda yürümek isteyenlerin, evliyâya ve hakîkî din âlimlerine çok baðlý olmasýný isterdi. Bu yolda ilerleten vâsýtalarýn, onlara olan tam muhabbet ve baðlýlýk oduðunu söylerdi. O büyüklere dil uzatanlarýn zavallýlýklarýný her defâsýnda ifâde eder ve; "Yâ Rabbî! Dostlarýný öyle yaptýn ki, onlarý tanýyan sana kavuþuyor ve sana kavuþmayan onlarý tanýyamýyor. Yâ Rabbî! Her kimi felâkete düþürmek istersen, onu dostlarýnýn, evliyânýn ve gerçek Ýslâm âlimlerinin üzerine atarsýn." buyurmuþtur.

 

Þöyle anlatmýþtýr:

 

Bir zaman bir arkadaþ ile Basra'ya gittim. Altý gün geçtiði hâlde, hiç bir þey yemedik. Yedinci gün bir kimse gelip bize birer altýn hediyye etti. Ben de o altýný arkadaþýma verdim. Gidip yiyecek bir þeyler getirdi. Berâberce yedik. Sonra yolumuza devâm ettik. Deniz kýyýsýna geldik. Kalan bir altýný gemiciye verip gemiye bindik. Gemide, köþede kendi hâlinde oturan biri vardý. Namaz vakitlerinde kalkar, namazdan sonra tekrar kendi hâlinde oturmaya devâm ederdi. Kendisine yaklaþýp, bir ihtiyâcý olursa yardýmcý olabileceðimizi söyledik. "Olduðu zaman söylerim." dedi. Bir gün bize; "Ben, yarýn öðle namazýndan sonra vefât edeceðim. Gemiciye, sizi sâhile çýkarmasýný söyleyiniz. Elbiselerimden bir þey isterse veriniz. Dýþarý çýktýðýnýz zaman bir aðaçlýk görürsünüz. Orada, büyük bir aðacýn altýnda, benim kefenlenme ve defin iþlerim için herþeyi hazýrlanmýþ bulursunuz. Ýþlerimi tamamlayýp, beni oraya defnediniz. Benim bu yamalý elbisemi de kaybetmeyiniz. Hille'ye gittiðiniz zaman, zarîf bir genç, sizden bu yamalý elbiseyi ister. Ona veriniz." dedi.

 

Hakîkaten de ertesi günü öðle namazýndan sonra vefât etti. Bundan sonra biz dediklerini aynen yaptýk. Her þey tam anlattýðý gibi oluyordu. Hille'ye vardýðýmýzda, târif ettiði genç karþýmýza çýkýp; "Emâneti veriniz." dedi. Biz, yanýmýzdaki emâneti kendisine teslim ettik ve; "Allah rýzâsý için bize izâh eder misin? O zât kimdi? Sen kimsin? Bu olanlar nedir?" dedik.

 

"O bir derviþ idi. Mirâs býrakacak bir malý vardý. Kendisine bir vâris taleb etti. Beni gösterdiler. Siz, bir mikdâr bekleyin. Ben hemen geliyorum." dedi. Gidip biraz sonra geldi. Kendi elbiselerini çýkarmýþ bizim getirdiðimiz elbiseleri giymiþ idi. Kendi elbiselerini bize verip; "Bunlar sizindir." dedi ve gitti.

 

Abdullah-ý Ensârî hazretleri buyurdu ki:

 

"Öyle zaman olur ki, Allahü teâlâ bir kulunu ibâdetleri ile meþgûl eyler. O ibâdetler, o kulun azýtmasýna sebeb olur. Yâni kibir ve ucba kapýlmasýna yol açar. Yine öyle zaman olur ki, o kulunu bir iþe, bir günâha düþürür. O günâhý sebebiyle kul o kadar üzülür ki, bu üzülmesi o kimsenin hidâyetine sebeb olur. Hâline bakýp gafletten uyanýr. Tövbe ve istigfâr eder. Bu her iki durumda da atýlgan olmamalýdýr. Allahü teâlâ, cesâret ve atýlganlýkla günâh iþleyip de; "O bizi affeder." diyen kullarýný sevmez. Günâhlarý küçük görmekten daha zararlý bir þey yoktur. Günâhlarýn küçüklüðünü deðil de, kimin koyduðu yasaklarý çiðnemekte olduðunu düþünüp, hayâ etmelidir."

 

"Hak teâlânýn sevdiklerinin yolunda olmak ile dünyaya kýymet vermek, dünyâya düþkün olmak, bir arada bulunmaz. Bu yolda bulunan bir kimsenin kalbinde, dünyânýn zerre kadar kýymeti bulunursa, yaðdan kýl çýkmasý gibi, kolayca bu yoldan çýkar. Allahü teâlânýn dostlarý, dünyâya hiç kýymet vermezler, onun için gam yemezler. Bütün dünyâyý bir lokma hâline getirip, bir velînin aðzýna koysan, israf olmaz. Gerçek israf, bir þeyi Allahü teâlânýn rýzâsýna aykýrý olarak sarfetmektir. Allahü teâlâ, dünyâyý eliniz ile terketmeyi deðil, kalbiniz ile terketmeyi ister ve beðenir."

 

"Ýþlediðin tâat ve ibâdetleri beðenmemelisin. O tâat sana hoþ gelmemeli, bir lezzet aramamalýsýn. Tâatini beðenmek þirktir. Yalnýz Allahü teâlânýn emri olduðu için, buyurulduðu gibi, yânî ilmihâl kitaplarýnda bildirdiði gibi iþlemeli. Tâatini Hak teâlâya ýsmarla ve kendi beðenmeni þeytanýn yüzüne çarp. Beyt:

 

Bir amel ki kalbine hoþ gelir.

 

Bir günâhtýr ki özrü müþkildir.

 

"Bedbahtlýðýn, zarar ve ziyân içinde olmanýn en açýk alâmeti, Allah yolunda hergün ilerleyememektir."

 

"Malý seviyorsan, yerine sarf et de sana sonsuz arkadaþ olsun! Eðer sevmiyorsan, ye de yok olsun."

 

"Allahü teâlâ, kendi rýzâsýný istiyenlerin yardýmcýsýdýr."

 

"Üç kýsým ilim vardýr ki, bunlar tövbe, tevekkül ve hakîkat ilimleridir. Tövbe ilmi ki, bu ilmi seçilmiþler, büyük zâtlar ve avâm, diðer insanlar kabûl ettiler. Tevekkül ilmini, seçilmiþler kabûl etti, ama avâm kabûl etmedi. Hakîkat ilmini ise, insanlarýn ilim, akýl ve anlayýþ seviyelerinin üstünde olduðu için, çok kimse anlýyamadý."

 

"Allahü teâlânýn azâbýna müstehak olanlar, her an gaflette bulunanlardýr. Bunlar, baþlarýna gelmesi muhtemel olan korkunç azâbdan gâfil olduklarý için, kendilerini emniyette ve rahat hissederler. Her zaman uyanýk olan kalbler ise, her an korku ve hüzün ile dolu olurlar. Devamlý âhiret için hazýrlýk yaparlar. Dolayýsý ile bu kimseler cezâya müstehak deðildir."

 

"Ýnsana, âhirete giden yolda mutlaka þu dört þey lâzýmdýr: Birinci olarak, îtikâd ve amel. Bunun için kendisine lâzým olan ilmi öðrenip tatbik etmek lâzýmdýr. Bu ilim yolcuya yön verir, idâre eder. Ýkinci olarak, bir zikir lâzýmdýr. Bu, yolcuya tenhâda arkadaþlýk eder ve zikir yardýmý ile yalnýzlýk çekmez. Üçüncü olarak, bu yolcunun haram ve þüphelilerden sakýnmasý ve dünyâya düþkün olmamasý lâzýmdýr. Bu uygun olmayan düþünce ve baþka þeylerin kendisini meþgûl etmemesine sebeb olur. Dördüncü olarak, bir yakîn lâzýmdýr. Bu da, yolcuyu gideceði yere kadar götürür. Ýþte ömründe bu dört þeyden ayrýlmayan saâdete kavuþur."

 

"Dünyâ ne demektir biliyor musunuz? Gönlüne gelen ve seni Allahü teâlâdan uzaklaþtýran her þey dünyâ demektir. Seni O'ndan baþka bir þey ile meþgûl eden her þey de fitnedir. Bu kýsa ömrü, Allahü teâlâdan uzaklaþtýran þeylere yaklaþmakla geçiren, O'ndan baþka þeylerle meþgûl olan kimse, âhiretini harâb etmiþ olur. Bu ise, akýl sâhiblerinin yapacaðý þey deðildir."

 

"Sýdk ve muhabbetin alâmeti ahde vefâdýr."

 

"Nefsiniz sizi uygun olmayan þeylerle meþgûl etmeden evvel, siz nefsinizi hayýrlý þeylerle meþgûl ediniz."

 

"Hak teâlâya yakýn olmayý istememek ve düþünmemek cinâyettir."

 

"Mürþid-i kâmilin, yetiþmiþ ve yetiþtirebilen rehberin mübârek cemâlini görmek ve sohbetine kavuþmak en büyük ganîmetlerdendir. Onlarýn güzel cemâli ve sohbeti her zaman ele geçmez. Onu elden kaçýrmamalýdýr. Arafat dâimâ olur, fakat onlar dâimâ bulunmaz. Bu büyük ganîmeti lâyýkýyla deðerlendirmeli, nîmetin kýymetini bilmelidir."

 

"Birisi, rüyâsýnda Peygamber efendimizi gördü. Evliyâdan bir grup ile bir yerde oturuyorlardý. Herkes, O'nu dinliyordu. Birden semânýn kapýlarý açýldý. Elinde ibrik ve leðen ile bir melek geldi. Melek, ibrik ve leðen ile herkesin önüne geliyor, orada bulunanlar ellerini yýkýyordu. Rüyâyý gören kimse en sonda bulunuyordu. Sýra ona gelince; "Leðeni kaldýrýn. O, bu tâifeden deðildir." dediler. Melek de leðeni alýp götürdü. O kimse, Peygamber efendimize dönerek; "Yâ Resûlallah! Ben bunlardan deðilim ama, biliyorsunuz ki, sizi ve bunlarý çok seven birisiyim." dedi. Peygamber efendimiz; "Bunlara muhabbet eden bunlardandýr." buyurdu. Bunun üzerine melek, leðenle ibriði getirdi, o kimse de elini yýkadý. Peygamber efendimiz o kimseye dönüp tebessüm ettiler ve; "Bize muhabbet ettikçe bizimlesin." buyurdular. O kimse bu rüyâdan sonra bu yolun büyüklerinden biri oldu."

 

Abdullah-ý Ensârî hazretleri, Sehl-i Tüsterî hakkýnda þöyle anlattý:

 

"Tasavvuf ehli arasýnda;"Benim elbisem, benim ayakkabým." demek edebe uygun deðildir. Dostlar arasýnda, hiçbir þeyi mülkiyetle nisbet etmemek, onlarýn âdâbýndandýr. Zarûret müstesnâ."

 

"Kendisinden baþka ilâh olmayan Allahü teâlânýn kýymetli bir kulu vefât edeceði zaman, Azrâil aleyhisselâm gelerek; "Korkma! Erhamürrâhimîne gidiyorsun. Asýl vatanýna kavuþuyorsun. Büyük bayrama vâsýl oluyorsun. Bu cihan bir konaktýr. Bu konak mü'minin zindanýdýr. Ödünç olarak sana verilen bu varlýk bir bahânedir. Bu sebepten, bu bahâne gider ve uzaklaþýr. Hakîkat meydana çýkarak, kiþi devamlý diri olan Allaha kavuþur." der. O kul için, dünyâda bundan daha tatlý, daha hoþ ve daha rahat bir gün olmaz."

 

"Kiþinin sözü amelinden çok olursa noksandýr. Ameli sözünden fazla olursa kemâldir."

"Allahü teâlânýn bir kulunu sevmediðinin alâmeti; o kulun, kendisine faydasý olmayan boþ þeylerle meþgûl olmasýdýr."

 

"Ümitsizlik, küfür içinde bir kapýdýr. Allahü teâlânýn rahmetinden ümidini kesmek küfürdür."

 

"Ârif; kalbini Allahü teâlâyý düþünmek, unutmamak, vücûdunu da, insanlarýn rahmet-i ilâhiyyeye kavuþmalarý için seferber eden kimsedir."

 

"Bir zaman Hire'ye askerler geldi. Askerlerden birisi, köylünün birinden atlarý için saman aldý. Ücretini tam olarak ödedi. Köylünün ihtiyar bir babasý vardý. O asker ile dost oldu. Ýhtiyar köylü, dostu olan askere dedi ki:

 

Bugün, hacýlar hac etmektedir. Keþke biz de orada olsaydýk.

 

Asker:

 

-Ýster misin? Seni oraya eriþtireyim. Ama kimseye söylememek þartý ile, dedi.

 

-Söylemem.

 

Asker, Allahü teâlânýn izni ile bir anda ihtiyarý Arafât'a ulaþtýrdý. Hac edip, lüzumlu vazifeleri yaptýktan sonra, yine bir anda geri döndüler. Ýhtiyar, askere dedi ki:

 

-Senin gibi bir hâlde bulunan kimsenin, askerlerin arasýnda durmasýna hayret ediyorum. Bu nasýl oluyor?

 

-Eðer benim gibi bir kimse bunlarýn içinde olmasa idi, senin gibi bir ihtiyar veya zayýf, muhtaç bir dede gelip derdini dökse kim bakardý? Kim alâkadar olurdu? Kim dostluk elini uzatýrdý? Ýþte ben, birçok faydalarý düþünerek bunlar arasýnda bulunuyorum. Sakýn sýrrýmý kimseye söyleme.

 

-Peki, diyen ihtiyar, iþin içinde önce farkedemediði nice hikmet ve faydalarýn bulunduðunu anlayýp, teþekkür etti ve ayrýldýlar."

 

"Sana iyilik eden kimsenin esiri olursun. Ona karþý boynun bükük olur. Kendisine iyilik ettiðin kimseye karþý ise, tam tersi olur. Onun için, dâima herkese iyilik etmeli, faydalý olmaya çalýþmalýdýr. Nitekim bir hadîs-i þerîfte; "Veren el, alan elden üstündür." buyrulmuþtur."

 

"Ebü'l-Hüseyin isminde birisi, bir gün hocam Husrî'yi incitmiþti. O andan beri kalbimde ona karþý soðukluk duyuyorum."

 

Abdullah-ý Ensârî hazretleri, Âl-i Ýmrân sûresi 103. âyet-i kerîmesinin meâlen; "Allah'ýn habline sýmsýký sarýlýn." kýsmýný þöyle tefsîr etmektedir: "Âyet-i kerîmede geçen; "Allah'ýn habline sýmsýký sarýlýn."dan murâd, Allahü teâlânýn emirlerine riâyet ederek ibâdete devâm etmektir. Âyet-i kerîmede geçen i'tisâmýn, sarýlmanýn üç derecesi vardýr.

 

Þeyhülislâm Abdullah-ý Ensârî'nin Menâzil-üs-Sâyirîn kitâbýnda, hazret-i Ömer'in bildirdiði hadîs-i þerîfte; "Ýhsân nedir?" suâline cevâben Peygamber efendimiz buyurdu ki:

 

"Ýhsân, Allahü teâlâya, görür gibi ibâdet etmendir. Her ne kadar sen O'nu görmüyorsan da, O seni görüyor."

 

Bu hadîs-i þerîf, pekçok hakîkati içerisine almaktadýr.

 

Yine buyurdu ki:

 

"Bâzý sâlih kimseler, bir hâdisenin nasýl netîceleneceðini firâsetle söyler. Bu hâdisenin netîcesini Allahü teâlâ ona müþâhede ettirir, gösterir. Bu müþâhede, o kimsede devamlýdýr. Bâzý kimseler de vardýr ki, bu müþâhede onda bâzan olur, devamlý olmaz. O, onu Allahü teâlânýn aþkýnýn sarhoþluðu içinde iken söyler veya o söz dilinden çýkar da, söylediði hakîkat olur. Ama, onun bu hâlden haberi bile yoktur. Ýþte bu iki hâlin birinci olaný, yâni firâseti devamlý olaný makbûldür. Firâseti devamlý olanlara "Velâyet ehli" denir. Bu iþler, "Abdal", "Ebrar" ve "Zühhâd"da olur. Firâseti ve müþâhedesi bâzan olanlar da "Muhakkik"lerdir. Muhakkiklerde hâdiseler, bâzan kapalý, bâzan açýk olur. Eðer þaka ile söyleseler; Allahü teâlâ onlarý kýrmaz, hakîkat eder. Eðer gaflet ile söylerse, cenâb-ý Hak yine dediðini vâki eder.Onlar, Allahü teâlânýn sevgili kullarýdýr."

 

Abdullah-ý Ensârî buyurdu ki:

 

"Firâset iki türlüdür: Birincisi, mârifet sâhiplerinin firâseti olup, talebenin istidâdýný keþf etmek, Allahü teâlânýn evliyâsýný tanýmaktýr. Ýkincisi, riyâzet çeken, açlýkla nefslerini parlatanlarýn firâseti olup, mahlûklara âit gizli þeyleri bilmektir. Ýnsanlarýn çoðu, Allahü teâlâyý hatýrlamayýp gece-gündüz dünyâyý düþündüðünden, dünyâ iþlerinden ele geçirmek istedikleri þeylerden haber verenleri arýyor. Bunlarý büyük biliyor. Hattâ, bunlarý evliyâ, Allahü teâlâya yakýn sanýyorlar. Evliyânýn maârifine, doðru, ince bilgilerine dönüp de bakmýyorlar. Belki, bunlara dil uzatýp, bunlar Allahýn sevgili kulu olsaydý, gayb olan þeylerimizi, gizli düþüncelerimizi bilirlerdi. Bizim hâlimizden haberi olmýyan bir kimse, mahlûklarýn üstündeki ince bilgileri hiç anlýyamaz diyerek, evliyânýn firâsetine, Zât-ý ilâhiye ve sýfatlarýna olan bilgilerine inanmýyorlar. Böyle, yanlýþ ölçüleri sebebi ile, o büyüklerin doðru ilim ve maârifinden mahrûm kalýyorlar. Allahü teâlânýn, o büyükleri, câhillerin gözünden saklayýp, kendine mahsûs kýldýðýný bilmiyorlar. O, evliyâsýný dünyâ iþleri ile meþgûl etmeyip, kendisi ile meþgûl etmiþtir. Evliyâ, insanlarýn hâllerine, iþlerine baðlansalardý, Allahü teâlânýn huzûruna lâyýk olmazlardý".

 

Abdullah-ý Ensârî hazretleri yine buyurdular ki:

 

"Âhirette her incinin bir sedefi vardýr. Her þeyin kendi hâline göre bir þerefi, deðeri vardýr. Ýnsanoðlu da kendisinde ilim bulunan bir sedeftir. Onun þerefi de ilim iledir. Ýlmi olmayan kimse, câhillik içinde kalýr, muhabbet kadehini içemez, vilâyet libâsýný giyemez. Allahü teâlâ câhili kendine dost edinmez."

 

"Ýlim, çok tekrar ve fazla müzâkere ile ele geçer. Ayrýca bunun için az uyumalý ve Allahü teâlânýn yardýmýný talep etmelidir. Âlemlere rahmet olan Resûlullah efendimiz buyuruyor ki:

 

"Geceleyin Allahü teâlânýn korkusundan aðlayan göze ateþ dokunmaz." Bir kimse, 40 gün Allah için ihlâsla sabahlasa, hikmet pýnarlarý zâhir olup, kalbinden lisânýna akar. Peygamber efendimiz; "Mü'min, gece çok aðlar, gündüz çok tebessüm eder." buyurdu."

 

"Her denizin kenarý, sonu, her günün gecesi vardýr. Peþinden gece gelmiyecek gün, kýyâmet günüdür. Ucu bucaðý bulunmayan deniz, Allahü teâlânýn rahmet deryâsýdýr."

 

"Semâ tavanýnýn seyyâreleri olduðu gibi, her bir gaflet ve hatânýn da bir keffâreti vardýr. Mü'minlerin günahlarýnýn keffâreti tövbedir."

 

"Þükür; nîmeti bilmenin ismidir. Zîrâ þükür, nîmeti vereni bilmeye götürür. Bu mânâdan dolayý, Kur'ân-ý kerîmde Ýslâm ve îmâna þükür ismi verilmiþtir."

 

Abdullah-ý Ensârî hazretlerinin yazdýðý kýymetli kitaplardan bâzýlarý þunlardýr: 1) Menâzil-üs-Sâyirîn, 2) Þems-ül-Mecâlis, 3) Envâr-üt-Tahkîk, 4) Tefsîr-ül-Kur'ân, 5) Hülâsa fî Þerh-i Hadîs, 6) Þerh-üt-Taarruf li-Mezheb-it-Tasavvuf, 7) Menâkýb-ý Ýmâm-ý Ahmed bin Hanbel.

PARMAÐINI ISIRDI!

 

Abdullah-ý Ensârî, talebelik yýllarýný þöyle anlatýr:

 

"Kýþýn cübbem yoktu. Hava da çok soðuk idi. Evimde ancak üzerinde yatabileceðim kadar bir hasýrým vardý. Üzerimi de bir keçe parçasý ile örtüyordum. Keçeyi baþýma doðru çeksem ayaðým, ayaðýma doðru çeksem baþým açýk kalýrdý. Yastýk olarak da bir kerpiç kullanýrdým. Bir de, meclislerde giydiðim elbiseyi asacak bir çivi vardý. Bir gün, büyük zâtlardan birisi bize geldi ve hâlimi gördü. Parmaðýný ýsýrýp aðlamaya baþladý. Bir müddet sonra, baþýndan sarýðýný çýkarýp önüme koydu. "Buna benden çok sen lâyýksýn." demek istedi."

 

BÝRÞEY ÝSTEYEMEZDÝM

 

Abdullah-ý Ensârî anlatýr:

 

"Maddî gücüm olmadýðý için, talebelerime bir þey alamazdým. Kimseden de bir þey isteyemezdim. Bu sebepten gönlümde bir elem vardý. Bir kimse, hazret-i Danyal aleyhisselâmý rüyâsýnda görmüþ. Ona; "Falan dükkâný Abdullah'a ver ki, kazancýný talebelerine daðýtsýn." buyurmuþ. O kimse de bunu kabûl etmiþ. O þahýs, bu rüyâdan sonra dükkânýn kazancýný, talebelere daðýtmak üzere bana verdi."

 

"Þu iki kimseden daha büyük bir âlim görüp iþitmedim. Onlar; Harkan'da Ebü'l-Hasan-ý Harkânî ve Herat'ta Abdullah et-Tâkî'dir. Ebü'l-Hasan-ý Harkânî hazretlerinin talebeleri bana; "Otuz senedir hocamýzýn sohbetiyle þerefleniriz. Sana gösterdiði alâka ve muhabbet gibi kimseye göstermedi. Sana ihsân ettiði gibi, baþkasýna böyle ihsân ettiðini görmedik." dediler.

 

Bir gün, Ebü'l-Hasan-ý Harkânî hazretlerine; "Efendim, bir þey sormak istiyorum." dedim. O da; "Sor, ey benim çok sevdiðim Abdullah!" dedi. Beþ suâl sordum. Ýkisini lisân-ý hâl ile, yaþayarak, üçünü de lisân-ý kâl ile, söyleyerek cevaplandýrdý. Ýki elimi dizinin üzerinde tutmuþ idi. Bu hâl beni çok etkiledi. Öyle çok aðladým ki, gözlerimden devamlý gözyaþý akýyordu. Tasavvufu Ebü'l-Hasan Harkânî hazretlerinden öðrendim.

 

Birincisi; normal insanlarýn sarýlmasý ki, Allahü teâlâdan gelen emir ve yasaklara sarýlýp, devâm etmektir. Bu kýsýmda bulunan insanlarýn ibâdet ve tâatý, yakîn elde etmek içindir. Bu, Allah'ýn ipine (Kur'ân-ý kerîme) sarýlmaktýr. Ýkincisi; seçilmiþlerin sarýlmasý olup, bunlarýn emir ve yasaklara uymaktaki gayretleri, Allah'tan baþka her þeyden kesilmek, O'na, O'nun emirlerine teslim olmaktýr. Bu da urvet-ül-vüskâdýr. Üçüncüsü; seçilmiþlerin seçilmiþlerinin sarýlmasý ki, bunlarýn emir ve yasaklara uymaktaki gayretleri, Allahü teâlâyý müþâhede etmek, O'nun yakýnlýðý ile meþgûl olmak nîmetine kavuþmak içindir. Buna da i'tisâm-ý billah denir."

 

1) Tabakât-ý Hanâbile; c.2, s.247

2) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.6, s.133

3) Þezerât-üz-Zeheb; c.3, s.365

4) Tezkiret-ül-Huffâz; c.3, s.1183

5) Esmâ-ül-Müellifin; c.1, s.452

7) El-A'lâm; c.4, s.122

8) Tabakât-ül-Müfessirîn (Süyûtî); s.15

9) Tabakât-ý Hanâbile Zeyli; c.1, s.50

10) Tam Ýlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.977

11) Esâb-ý Kirâm; s.305

12) Rehber Ansiklopedisi; c.1, s.19

13) Mektûbât-ý Ýmâm-ý Rabbânî; c.2, mk.92

14) Kýyâmet ve Âhiret; s.201

15) Ýslâm ÂlimleriAnsiklopedisi; c.4, s.306

16) Sefînet-ül-Evliyâ; s.169

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

ABDULLAH-I ÝLÂHÎ

 

Anadolu evliyâsýnýn büyüklerinden. Þah-ý Nakþibend Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin yolunu Buhârâ'da Ubeydullah-i Ahrâr'dan alarak Anadolu'ya ilk olarak getirip yayan âlim. Germiyanoðullarý beyliðinin sýnýrlarý dâhilinde olan Kütahya'nýn Simav kasabasý civârýnda bir köyde doðdu. 1491 (H.897) yýlýnda Rumeli'nde Vardar Yenicesi'nde vefat ederek oraya defnedildi.

 

Ýlk tahsîlini Simav'da tamamladýktan sonra Ýstanbul'a gitti. Zeyrek Medresesinde büyük âlim Alâeddîn Tûsî'nin talebesi oldu. Zahirî ilimlerde ilerledi. Hocasý Alâeddîn Tûsî, Hocazâde ile yaptýðý münazara netîcesinde Ýran'daKirman taraflarýna gitti. En çok sevip takdir ettiði talebesi Abdullah-ý Ýlâhî'yi de yanýnda götürdü. Abdullah-ý Ýlâhî, Kirman'da da bir müddet ilim tahsîl etti. Fakat bir türlü tatmin olmadý. Zâhirî ilimleri býrakýp bâtýnî ilimlerle uðraþmayý arzu etti. Hattâ bütün kitaplarýný yakmak veya suya atmak gibi bir düþünceyle karþý karþýya kaldý. Yanýna gelen evliyâdan bir zâtýn tavsiyesi ile ihtiyâcý olmayan kitaplarý satýp parasýný fakirlere daðýttý. Bilahare Semerkant'a gitti. Bu sýrada Semerkant'ta Yâkub-ý Çerhî hazretlerinin talebesi ve halîfesi Hâce Ubeydullah-ý Ahrâr, Hâce Nakþibend Behâeddîn-i Buhârî'nin yolunu yaymak ve insanlara Ýslâm ahlâkýný anlatmakla meþgûldü. Binlerce talebe etrafýnda feyz almak, Allahü teâlânýn râzý olduðu yolu öðrenmek için çýrpýnýyordu. Abdullah-ý Ýlâhî de, bu seçilmiþlerin halkasýna dâhil oldu. Ubeydullah-ý Ahrâr hazretlerinin talebelerinin Ehl-i sünnet îtikâdýna baðlýlýðýný, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin sünnet-i þerîfine uymaktaki gayretlerini görüp hayran kaldý. Yýllarca Semerkant'ta kalýp Ubeydullah-ý Ahrâr hazretlerinin hizmetinde bulundu. Feyzlerinden istifâde etti. Hocasýnýn emriyle Buhârâ'ya gidip Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin kabrini ziyâret etti. Orada bir yýl insanlardan uzak kalarak yalnýz ibâdetle meþgûl oldu. Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin rûhâniyetinden feyz aldý. Çok zaman Behâeddin-i Buhârî'nin kabri yarýlarak dýþarý çýkar, rüyalarýný yorumlar, çeþitli iltifatlarda bulunurdu. Zâhirde hocasý Ubeydullah-ý Ahrâr olmasýna raðmen, hakikatte tasavvuf yolunu Hâce Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinden üveysî olarak tahsîl etti. Daha sonra tekrar Semerkant'a döndü. Bir müddet daha Ubeydullah-ý Ahrâr hazretlerinin hizmetinde bulunup tasavvufta yüksek derecelere kavuþarak icâzet aldý. Sonra Seyyid AhmedBuhârî ile birlikte Anadolu'ya gönderildi. Gelirken Herat'ta Mevlânâ Abdurrahmân Câmî (v.1492) ve diðer büyükler ile görüþüp sohbet etti. Anadolu'ya gelip memleketi olan Simav'da yerleþti. Hak âþýklarý, kýsa zamanda onun büyüklüðünü anlayarak etrafýna toplandýlar. Sohbetinde bulunmayý câna minnet bildiler.

 

Abdullah-ý Ýlâhî hazretleri de, hocasýndan öðrendiklerini Anadolu'da yaymayý kendisine vazîfe edinip, insanlarýn huzur ve saâdete kavuþmalarý için gece gündüz çalýþtý. Muhammed Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin dergâhýndan aldýðý feyzleri Anadolu'da ilk yayan velî oldu. Bir müddet sonra Anadolu kâdýaskeri Manisalýzâde Muhyiddîn Mehmed Çelebi(v.1483)'nin dâveti üzerine Fâtih Sultan Mehmed Hanýn vefât ettiði günlerde Ýstanbul'a geldi (1481). Kâdýasker Mehmed Çelebi'nin gösterdiði odalarý ve teklifleri kabul etmeyip, daha önce ilim tahsîl ettiði ZeyrekCâmii etrâfýndaki vîrâne hâline gelmiþ boþ medrese odalarýný tercih etti. Orada yerleþti. Þeyh Ebü'l-Vefa Konevî gibiAllah dostlarý ile sohbet etti. Ýstanbullular onun geliþini rahmet bilip, sohbetine koþtular. Az zamanda halktan ve devlet adamlarýndan birçok kimse, Abdullah-ý Ýlâhî'nin talebeleri arasýnda yer aldý.

 

Bunlardan biri de Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin torunlarýndan Âbid Çelebi idi. Kâdýlýk hizmetini býrakarak Abdullah-ý Ýlâhî'ye talebe olmuþtu. Bir gün Zeyrek Câmiinde Âbid Çelebiye sâdece onun farkedebileceði bir kerâmet göstererek iltifâtlarda bulundu. Bunun sebebini soran talebesi Uzun Musluhiddîn'e;

 

"Ýnsanlarýn meþrebleri ayrý ayrýdýr. Avâmýn çocuklarý dayaktan, büyüklerin çocuklarý lütuftan anlar. Ona iltifât etmesem, beni ve bu büyüklerin yolunu býrakýr." buyurdu.

 

Yine Âbid Çelebi, Abdullah-ý Ýlâhî'nin dergâhýna uzun bir müddet devam ettikten sonra kalbinin açýlmadýðýný fark edip Muhyiddîn Ýskilibî (Þeyh Yavsî) hazretlerine talebe olmayý kalbinden geçirdi. Kafasý bu düþüncelerle dolu olarak Zeyrek Câmiinde namaz kýldý. Namazdan sonra hocasý Abdullah-ý Ýlâhî kendisine dönüp; "Seni namaz kýlarken Muhyiddîn Ýskilibî'nin þeklinde gördüm." buyurdu. Bunun üzerine Âbid Çelebi, özür dileyip hocasýnýn elini öptü ve hizmetine devam etti. Gün geçtikçe gönlü açýlýp ard arda gelen feyzlere kavuþtu.

 

Halkýn ve devlet erkânýnýn iltifatlarý, Abdullah-ý Ýlâhî hazretlerini Ýstanbul'dan uzaklara gitmeye zorladý. Zâten meþhur Osmanlý kumandaný Evrenos Beyin oðlu Ahmed Bey, sancakbeyi olduðu Vardar Yenicesi (Selanik yakýnlarýnda)' ne dâvet edip duruyordu. Abdullah-ý Ýlâhî hazretleri çok sevdiði Ahmed Beyin arzusuna uyup Vardar Yenicesi'ne gitti. Seyyid Ahmed Buhârî hazretlerini Ýstanbul'da yerine halîfe býraktý. Teþrifi ile Vardar Yenicesi þenlendi. Þehir onun hürmetine îmâr edildi. Câmiler, hanlar, medreseler, darü'l-hadîs, tekke ve türbeler inþâ edildi. Ýnsanlar bu Allah adamýnýn sohbetinden istifâde etmek, meclisinde bulunmak için yarýþ ettiler.

 

Bir gün ihtiyar bir kadýn Abdullah-ý Ýlâhî'nin meclisine gelip bir müþkülü olduðunu arzetti. O gece rüyasýnda kendisini kurbaða þeklinde gördüðünü söyledi. Abdullah-ý Ýlâhî; "Hayýrdýr inþaallah korkacak bir þey yok." buyurup, kendi haliyle meþgul oldu. Ama bu cevap kadýný tatmin etmemiþti. Bir kenarda bekledi. Biraz sonra baþýný kaldýran Abdullah-ý Ýlâhî; "Anacýðým! Sen derviþleri evine davet etmek istemiþ, sonra da vazgeçmiþsin. Bu rüyâ ona alâmettir. Git huzurla iþine bak." buyurdu. Ýhtiyar kadýn bu sözleri tasdik edip; "Evet aynen öyle oldu. Evim dar olduðu için davetten vazgeçtim." dedi.

 

Abdullah-ý Ýlâhî hazretleri, Vardar Yenicesi'nde uzun yýllar insanlara Allahü teâlânýn dînini anlattý. Ýnsanlara rehberlik, zevk erbabýna pîrlik, þevk, istek sâhiplerine þeyhlik yaptý. Sýrlarýn kaynaðý, doðrularýn dayanaðý, ilâhî sýrlarýn açýklayýcýsý oldu. 1491 yýlýnda burada vefat edip, þehir içinde yüksek bir yerde, Evranosoðlu Ahmed Beyin yaptýrdýðý mescid, medrese, tekke, dârül-hadîs ve türbeden müteþekkil külliyenin türbesine defnedildi. Ahmed Bey, Murâd Baba, Þeyh Feyzullah Efen

 

Efendi, Yazýcýzade Mehmed Efendi oðlu MehmedÇelebi (Yazýcý Çelebi Efendi) de daha sonra burada defnedildiler. Bunlar büyük ihtimalle Abdullah-ý Ýlâhî'nin VardarYenicesi'ndeki belli baþlý talebeleri idiler. Türbe, Osmanlýlarýn son zamanlarýna kadar ayakta kalmýþ, ziyâret edilmiþ, fakat daha sonra ortadan kaldýrýlmýþtýr.

 

Abdullah-ý Ýlâhî hazretleri, on beþinci asýr Türk edebiyatý nesri içinde mühim yer tutan kitaplar yazdý. Keþfü'l-Vâridât li-Tâlibi'l Kemâlât ve Gâyeti'd-Derecât adýyla Þeyh Bedreddîn Simavnevî'nin Varidât'ýný þerh ederek yanlýþlýklarýný ortaya koydu. Tasavvufî hayatýn adâb ve erkânýný anlattýðý Meslekü't-Tâlibin vel-Vâsilîn adlý eserini Türkçe olarak kaleme aldý (1483). Zâdü'l-Müþtâkîn kitabýnda yüzden fazla tasavvufî terimi Türkçe olarak açýkladý. Tasavvufî ahlâkla ilgili olarak yine Türkçe Esrârnâme kitabýný kaleme aldý. Vahdet-i Vücûdla ilgili bilgileri, Risâle-i Vücûd adlý eserindeArapça olarak açýkladý. Risâle-i Ahâdiyye adlý eserinde bazý terimleri Farsça olarak açýkladý. Ruzbehân-Baklî'nin Risâle-i Kuds adlý eserini Menâzilü'l-Kulûb adýyla Farsça þerh etti. "Ýlâhî" mahlasý ile þiirler yazdý. Kendisine nisbet edilen bir Dîvân varsa da, bu eserin, çaðdaþý ve yine "Ýlâhî" mahlasý ile yazan Ahmed-i Ýlâhî'ye âid olmasý kuvvetle muhtemeldir.

 

Abdullah-ý Ýlâhî, eserlerinden baþka, birçok talebe yetiþtirerek vefâtýndan sonra da hizmetinin devam etmesini saðladý. Muslihuddîn Tavîl ve Âbid Çelebi, talebelerinin meþhurlarýndandýr. En meþhûr talebesi ise Seyyid Emir Ahmed Buhârî'dir. Tarîkat silsilesi de onun vâsýtasýyla, Ubeydullah-ý Ahrâr, Molla Abdullah-ý Ýlâhî, Ahmed Buhârî, Hakîm Çelebi, Nakþibendzâde Mustafa, Ýlâhîzâde Yâkub, Ahmed Tirevî, Ömer Bâkî ve Þeyh Nasrullah þeklinde devam etmiþtir. Ancak Nakþibendîliðin Müceddidiyye kolu, Murâd-ý Münzevî ve Mehmed Emin Tokadî (k.sirruhumâ) vâsýtasýyla Anadolu'ya gelinceAnadolu'da Nakþibendiyye silsilesi deðiþmiþtir.

 

AT HIRSIZI

 

Abdullah-ý Ýlâhî'nin sohbetleri çok tesirli ve faydalý olurdu. Sohbetlerinde ve diðer zamanlarda herkesin gönlünü almaya çok dikkat gösterirdi. Sohbette bulunanlardan birinin bir sýkýntýsý, bir müþkülü olsa onun hâlini keþfeder sýkýntýsýný giderirdi. Sohbetiyle, tereddütleri ortadan kaldýrýrdý.

 

Yine bir gün sohbette, söz çalýþmak ve gayretten açýlmýþtý ve; "Ýnsan çalýþýp, gayret göstermedikçe olgunlaþamaz ve bir mertebeye ulaþamaz." buyurmuþtu. Bu sýrada sohbetinde bulunan bir âlim, bu sözleri iþitince, "at hýrsýzý kýssasý" diye bilinen bir hâdiseyi hatýrladý. "Peki onun hâli nasýl oldu?" diye düþündü. Abdullah-ý Ýlâhî, o âlimin kalbinden geçen düþünceleri kerâmetiyle anlayýp, ona doðru dönerek; "Söylediðim söze, at hýrsýzlýðý yapan kimsenin hâli ile karþý çýkmak hâtýra geldi deðil mi? Fakat ona da cevap vardýr." dedi. Sonra sohbetinde bulunanlara dönüp; "Hiç o hâdiseyi iþiteniniz var mýdýr?" diye sordu. Ve hâdiseyi þöyle anlattý:

 

"Bir hýrsýz geceleri at çalýp satardý. Ömrünü böyle hebâ ederdi. Bir defâsýnda da, bulunduðu þehrin en büyük âlimi ve evliyâsýnýn atýný çalmak için ahýrýna girmiþti. Tam atý çözüp götüreceði sýrada, ahýrýn duvarý yarýlýp, içeriye bir nûr yayýldý. Bu nûr içinde, iki nûr yüzlü zât gözüktü. Hýrsýz bu hali görünce, kendini hemen at gübrelerinin arasýna atýp gizlendi. Korku ve telaþ içinde boðazýna kadar gübre içine gömüldü. Bu sýrada yarýlan ahýrýn diðer duvarýndan daha parlak bir nûr gözüktü. Bu nûr arasýnda da, o zamânýn kutbu, en büyük velîsi olan ev sâhibi çýktý. Öncekiler onu görünce hürmet göstererek selâm verdiler. Ev sâhibi diðerlerine niçin geldiklerini sorunca; "Falan evliyâ arkadaþýmýz vefât etti. Onun yerine kimi tâyin edeceðiz? Size arzetmek istedik." dediler. Atlarýn sâhibi olan zât; "Onun yerine, at hýrsýzýný tayin ettik." dedi. Soran iki zât da evliyâ olup ricâl-ül-gayb denilen velîlerden idiler. At hýrsýzlýðý yapmaya gelen kimsenin, gübreler arasýna gömülüp saklandýðýný biliyorlardý. Hemen yanýna varýp, onu gübreler arasýndan çýkardýlar, gönlünü alýp, tebrik ederek kucakladýlar. Atlarýn sâhibi ve zamânýn kutbu evliyâ zâtýn da yanýna gelip, elini öptüler. Sonra hep birlikte vefât eden arkadaþlarýnýn cenâzesini kaldýrmaya gittiler."

 

Abdullah-ý Ýlâhî, sohbetinde bulunanlara bunu anlattýktan sonra þöyle dedi:

 

"Þimdi at hýrsýzlýðý yapmaya giden kimse, nasýl bir çalýþma yaptý da ricâl-ül-gayb denilen evliya arasýna girdi? diye bir sûal hâtýra gelmesin. Çünkü o zavallýnýn gübreler arasýnda mahcûbiyetinden ne kadar zorluk ve ne kadar piþmanlýk çektiði bellidir. Kurtuluþ yolu kalmadýðýný kesinlikle anlayýnca, at çalmak üzere harama yöneliþinden dolayý bütün kalbiyle piþmân olup, o zamana kadar yaptýðý iþlere öyle bir tövbe etti ki, iþlediði kötü iþlerden gönlü temizleniverdi. Allahü teâlâya yönelip riyâzet çeken kimseler, onun o anda yaptýðý tövbeyi nice seneler yapamaz."

 

Sohbetin baþýnda kalbinde itirazlar bulunan o âlim, Abdullah-ý Ýlâhî hazretlerinin bu güzel îzâhýný ve tatlý sözlerini dinleyince, içindeki þüphe ve yanlýþ düþünceler temizlendi. Abdullah-ý Ýlâhî hazretlerinin elini öpüp, özür diledi ve hâlis talebelerinden oldu.

 

1) Nefehât-ül-Üns; s.460

2) Þakâyýk-ý Nu'mâniyye Zeyli (Mecdî Efendi); s.262

3) Tam Ýlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.1079

4) Osmanlý Müellifleri; c.1, s.91

5) Menâkýb-i Molla Ýlâhî; varak 218 b-220a

6) Fevâid-ül-Behiyye; s. 145

7) Þezerât-üz-Zeheb; c.7, s.358

8) Esmâ-ül-Müellifîn; c.1, s.470

9) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.6, s.36

10) Bedâyi-ül-Vekâyi; s.410

11) A.History of Ottoman Poetry; c.2, s.373

12) Güldeste-i Riyâzý-ý Ýrfân; s.143

13) Keþf-üz-Zünûn; s.379,947,1928,1995

14) Evliyâ Çelebi Seyâhatnâmesi; c.8, s.175

15) Ýslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.11, s.214

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

ABDULLAH-I ÝSFEHÂNÎ (Kutbüddîn-i Ýsfehbezî)

 

Ýsfehan'da yetiþen evliyânýn büyüklerinden ve meþhûrlarýndan. Ebü'l-Abbâs-ý Mürsî'nin üç büyük talebesinden biridir. Ýsmi, Abdullah bin Þemseddîn Muhammed bin Eymen en-Nûrî el-Ýsfehânî el-Ýsfehbezî, künyesi Ebû Muhammed'dir. Lakabý Kutbüddîn ve Necmeddîn'dir. Þâfiî mezhebi fýkýh âlimlerinin büyüklerindendir. Doðum târihi bilinmemektedir. Vefât târihinde de kaynaklarda deðiþik rivâyetler bulunmaktadýr. Nefehât-ül-Üns'te 1321 (H.721) olarak bildirilen bu vefât târihi Keþf-üz-zünûn'da 1361 (H.763) olarak bildirilmektedir. Ýlim öðrenmek için Þam'a ve baþka yerlere gidip oralarda bulunan âlimlerden ilim öðrendi. Kendisinden de birçok kimse istifâde etti.

 

Abdullah-ý Ýsfehânî hazretleri, Acem beldesinde ders okutan bir âlimin kendisine Mýsýr'a gitmesini, orada zamânýn kutbu olan büyük âlim ile görüþmesini söylemesi üzerine yola düþtü. Giderken yolda kendisini câsus zannederek yakalayýp baðladýlar ve hapsettiler. Bundan sonrasýný kendisi þöyle anlatmýþtýr:

 

Beni hapsedip yalnýz býraktýklarý zaman, nûr yüzlü bir mübârek zât havadan yürüyerek geldi. Yanýmda durdu. Beni çözdü ve; "Gel ey Abdullah! Senin matlûbun, aradýðýn, istediðin kimse benim." dedi ve gözden kayboldu. Fakat, ben o zâtýn kim olduðunu bilemedim. Dýþarý çýkýp oradan uzaklaþtým. Mýsýr'a ulaþtýðýmda, aradýðým zâtýn kim olduðunu ve nerede bulunduðunu bilmiyordum. Aradan bir müddet geçti. Birlikte kaldýðýmýz derviþler; "Bulunduðumuz beldeye Ebü'l-Abbâs-ý Mürsî hazretleri gelmiþ. Haydi gelin, kendisini ziyâret edelim, sohbetinde bulunalým." dediler. Gittik. Ebü'l-Abbâs-ý Mürsî hazretlerini gördüðümde, yolda beni zindandan kurtaran zât olduðunu anladým. Bundan sonra kendisine baðlandým. Vefâtýna kadar sohbetinde ve hizmetinde bulundum.

 

Abdullah-ý Ýsfehânî, hocasý Ebü'l-Abbâs-ý Mürsî hazretlerinin sohbet ve hizmeti ile þereflenerek, tasavvufta yetiþti. Evliyâlýk yolunda çok üstün derecelere, anlaþýlamýyan yüksekliklere kavuþtu.

 

Hocasýnýn vefâtýndan sonra oralarda duramayýp, Mekke-i mükerremeye doðru yola çýktý. Yolda, hocasýnýn hocasý olan Ebü'l-Hasan-ý Þâzilî hazretlerinin kabrini ziyâret etti. Bu esnâda Ebü'l-Hasan-ý Þâzilî hazretleri kabrinden seslenerek; "Mekke-i mükerremeye git! Orada otur!" buyurdu. Bu emir üzerine Mekke-i mükerremeye varýp, Harem-i þerîfin etrâfýna ulaþtýðýnda, gizliden bir sesin kendisine hitâb ettiðini duydu. O ses; "Öyle bir beldeye geldin ki, o belde, hayýrlý bir beldedir. Fakat bu beldede bulunanlar bu beldenin kýymetini bilemiyorlar." diyordu.

 

Abdullah-ý Ýsfehânî hazretleri, vefâtýna kadar orada ikâmet etti. Vefâtýnda Fudayl bin Iyâd hazretlerinin yakýnýna defn olundu.

 

Evliyâdan bir zât þöyle anlatmýþtýr:

 

Mekke-i mükerremeden Medîne-i münevvereye gittim. Resûlullah efendimizin kabrini ziyâret ettim. Herkes Abdullah-ý Ýsfehânî'nin Mekke'den ayrýlmadýðýný, orada bulunduðunu söylüyorlardý. Ben ise; "O büyük zâtýn Resûlullah efendimizi ziyârete gelmemesi mümkün deðildir." diye düþündüm. Bu düþünceler içinde yoluma devâm ediyordum. Bir ara baþýmý yukarýya kaldýrmýþtým. Bir de ne göreyim. Abdullah-ý Ýsfehânî havada yürüyor. Resûlullah efendimizin kabr-i þerîfini ziyâret için Medîne-i münevvereye geliyordu. Bana ismimle hitâb etti. Bâzý þeyler konuþtuk. Sonra ayrýldý. Yolumuza devâm ettik.

 

Abdullah-ý Ýsfehânî hazretleri, Allahü teâlânýn velî kullarýndan birinin cenâzesinde bulundu. Cenâze defnedildikten, kabre konulduktan sonra, birisi telkine baþlýyacaktý. Telkîn için kalkýnca, Abdullah-ý Ýsfehânî hazretleri tebessüm etti. Talebelerinden birisi sebebini sordu. Buyurdu ki:

 

O hoca telkîne baþlayýnca, kabre koyduðumuz bu mübârek zât bana; "Ey Necmüddîn! Hiç hayret etmiyor musun ki, kalbi ölü olan bu hoca, hakîki hayâta yeni baþlayan diri bir kimseye telkîn veriyor." dedi. Bunun için tebessüm ettim.

 

Kendisinden nasîhat isteyenlere buyurdu ki:

 

"Ýlmi, ibâdete zarar gelmemesi için taleb ediniz. Ýbâdeti de, ilme zarar gelmemesi için isteyiniz. Kulun hakký, ancak bu ikisiyle meþgûl olmasýdýr. Akýllý kimse, îmânýný korumak için, Allahü teâlânýn emir ve yasaklarýnda gevþeklik göstermez ve sâlih amellerde kusûr etmez. Allahü teâlânýn, mü'minlerin kalblerine verdiði îmân, tabîat ve hevâ zulmetiyle perdelenmiþtir. Bunun açýlmasý için perdeleri ortadan kaldýracak þeye ihtiyaç vardýr. Allahü teâlâ, sâlih amellerle îmâný kuvvetlendirmek için, emir ve yasak, vâd ve vaîdlerde bulunmuþtur. Kökü, yakîn topraðýnda bitmeyen, dallarý amellerle meydana gelmeyen her îmân, Azrail aleyhisselâm caný almaya geldiði zamandaki þiddetli korkular karþýsýnda sâbit kalamaz. Böyle kiþinin, sonunda îmânsýz ölmesinden korkulur. Bu da ancak son nefeste ve ölüm korkularý zuhûr ettiði zaman belli olan bir durumdur. Bu hâl meydana geldiðinde, çok az insan îmânýnda sebât eder. Onun için akýllý kimsenin, sâlih amellerin faydasýna kavuþmasý, Ehl-i sünnet îtikâdýnda olmasý lâzýmdýr. Güzel ahlâk sâhibi olmalýdýr. Farzlar, sünnetleri ile birlikte yapýlmalýdýr. Farzlarýn yardýmcýsý ve tamamlayýcýsý, sünnetlerdir. Kim Kitâb ve sünnet ilmiyle, Selef-i sâlihîn ve Ehl-i sünnet yoluna göre îtikâdýný düzeltmezse, çalýþmalarý zâyi olur. Gayreti boþa gider."

 

Ýlme çok önem verirdi. Talebelerini ve sevenlerini hep ilme teþvik ederdi. Ýlim husûsunda þöyle dedi:

 

Hazret-i Ali buyurmuþtur ki:

 

"Allahü teâlâya ilimsiz ibâdet eden kimse, deðirmene baðlý merkep gibidir. Gün boyunca yürür, fakat hep ayný yerindedir."

 

Câhil de böyledir. Cehâletle, Allahü teâlâya çok çok ibâdet eder. Fakat bu ibâdeti, onun Allah indinde yakýnlýðýný arttýrmaz. Bâzan kul çok ibâdet yapar, fakat câhil olduðundan ibâdeti emre uygun olarak yapamaz, dolayýsýyle boþu boþuna yorulmuþ, meþakkat ve zahmet çekmiþ olur. Bir iþ, ancak emrolunduðu þekilde yapýlýrsa, ibâdet olur. Bu da ancak ilimle bilinir. Peygamber efendimiz; "Ýlim öðrenmek, her kadýn ve erkek müslümana farzdýr." buyurdu. Bu, sâhibinin îmânýný, tevhîdini, amelini sahîh kýlan, mutlaka bilmesi lâzým olan ilim, ilm-i hal bilgisidir. Ýnsaný tevhîde ulaþtýrmayan her ilim bâtýldýr. Bu sebeple, ibâdetlerin ancak ilimle doðru yapýlabileceði anlaþýlmaktadýr.

 

Ýbâdetlerden lezzet alamamanýn sebeplerinden biri de, haram ve þüpheli yemeklerdir. Eðer yenilen lokma þüpheli ise, ondan; hýrs, þehvet, hased, adâvet, düþmanlýk ve riyâ doðar. Büyüklerimiz buyurdular ki: "Kim þüpheli bir þey yerse, Allahü teâlâya giden yolu doðru olarak bulamaz. Kim haram yerse, kendisine o yol kapanýr. Kim yemede isrâf ederse, kalbi kararýr. Kim Allahü teâlâdan gâfil olarak yerse, kalbine kasvet gelir. O zaman ömrü boyunca yaptýklarý boþa gider."

 

Abdullah'ý Ýsfehânî hazretlerinin Mi'yâr-ül-Mürîdîn, Risâlet-ül-Mekkiyye, Nûr-ül-Akâid, Dýyâ-ül-Fevâid ve Sülûk-ül-Ülemâ gibi kýymetli eserleri vardýr.

 

ELÝNDE MÝSVAKI VAR

 

Yemen âlimlerinden birisi þöyle anlatmýþtýr:

 

Bir sene hacca gitmiþtim. Yola çýktýðýmda da, babam aðýr hasta idi ve yatýyordu. Mekke-i mükerremeye ulaþtým. Hac vazîfesini edâ ettim. Fakat devamlý babamýn durumunu düþündüðüm için, gönlüm periþân bir vaziyette idi. Abdullah-ý Ýsfehânî hazretleri de orada idi. Durumumu ona anlattým. Babamýn durumunu anlayýp bana bildirmesi için yalvardým. Baþýný önüne eðip bir müddet düþündü. Sonra; "Babanýz o þiddetli hastalýktan kurtulmuþ, sedirinin üzerinde oturuyor. Elinde misvâký var. Etrâfýna kitaplarýný koymuþ." buyurup, babamýn þeklini ve þemâlini de tarif etti. Hâlbuki daha önce onu görmüþ deðildi.

 

1) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.6, s.111

2) Esmâ-ül-Müellifîn; c.1, s.458

3) Keþf-üz-Zünûn; s.893,1744

4) Îzâh-ul-Meknûn c.2, s.685

5) Nefehât-ül-Üns Tercümesi; s.648

6) Sülûk-ül-Ulemâ (Süleymâniye Kütüphânesi, Þehid

Ali Paþa kýsmýnda 1358/1 nolu kitap)

7) Nefehât-ül-Üns; s. 521

8) Ýslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.9, s.330

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

ABDULLAH-I ÞEMDÎNÎ

 

Anadolu'da yetiþen büyük velîlerden. Kendilerine Silsile-i aliyye adý verilen büyük âlim ve velîler silsilesinin otuzuncusudur. Bu diyârda Nakþibendî, Müceddidî, Hâlidî kolunun önde gelen temsilcisidir. Ýsmi Abdullah'týr. Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin onuncu torunu ve Seyyid Tâha-i Hakkârî'nin amcasýdýr. Lakâbý, Sirâcüddîn ve Menba-ul-Hilm'dir. Doðum târihi bilinmemektedir. Þemdinli civârýnda dünyâya gelmiþ, 1813 (H.1228) senesinde Þemdinli'nin Nehrî kasabasýnda vefât etmiþtir. Kabri orada olup, ziyâret edilmekte ve bereketleri hâsýl olmaktadýr.

 

Þemdinli'de dünyâya gelen asîl, temiz ve þerefli bir âileye mensûb olan Seyyid Abdullah Þemdînî, küçük yaþta ilim tahsîline yöneldi. Zamânýnýn usûlüne göre ilk tahsîlini gördükten sonra, Irak'ýn Süleymâniye beldesine giderek oradaki medresede ilim öðrenmeye devâm etti. Aklî ve naklî ilimleri tahsîl edip büyük âlim oldu. Bu medresede ilim öðrenmekle meþgûl iken medrese arkadaþý Mevlânâ Hâlid-i Baðdâdî ile bir kardeþ gibi yaþadýlar. Yüksek yaratýlýþý olan bu iki gönül dostu zâhirî ilimleri tahsîl ettikleri sýrada kalb ve gönül ilmi olan tasavvufa karþý alâka duymaya baþladýlar. Bu alâka, muhabbet ve aþk derecesine ulaþýp, kendilerini mânevî olarak terbiye edip, bâtýnî ilimleri öðreterek yetiþtirecek bir rehber, yol gösterici aradýlar.

 

Sonunda aradýklarý rehberi hangisi daha evvel bulursa, o büyük zâttan alacaðý mânevî feyz ve bereketin aralarýnda müþterek olmasýný kararlaþtýrdýlar. Bu hususta birbirlerine söz verdiler. Yâni aradýklarý o büyük velîyi hangisi daha evvel bulur ve tanýrsa hemen diðerinin de o zâtý tanýmasýna, ona baðlanýp feyz almasýna vâsýta olacaktý.

 

Kendilerine yol gösterecek mânevî bir rehberi aradýklarý sýrada Mevlânâ Hâlid-i Baðdâdî aldýðý bâzý mânevî iþâretler üzerine Hindistan'a gitmeye karar verdi. Zâhirî ilimlerde yüksek bir âlim olan Abdullah-ý Þemdînî de onunla gitmek istedi. Fakat Mevlânâ Hâlid-i Baðdâdî ona; "Ben gideyim, oradan alýp getirdiklerime ortaðýz." dedi. Nihâyet Hindistan'a gitmek üzere Süleymâniye'den yola çýktý. Uzun ve meþakkatli bir yolculuktan sonra Hindistan'a ulaþtý. Sonunda Nakþibendiyye mânevî yolunun mürþid-i kâmili Þâh Gulâm-ý Ali Abdullah-ý Dehlevî hazretlerinin huzur ve sohbetleriyle þereflendi. Kýsa zamanda lâyýk ve müstehak olduðu fazîlet ve olgunluða ulaþtý. Tasavvuf yolunda ilerleyip evliyâlýk derecesine yükseldi. Hocasý ona, Ýslâmiyetin emir ve yasaklarýný anlatmak sûretiyle, insanlarýn dünyâ ve âhiret saâdetine kavuþmalarýna vesîle olabilmek ve talebe yetiþtirmek hususunda tam bir icâzet, diploma ve hilâfet verdi. Hocasýnýn tam ve mutlak vekili olarak aldýðý yüksek feyz ve kemâlâtý, ilim ve edeb âþýklarýna sunmak ve onlarý yetiþtirmekle vazîfeli olarak Baðdâd'a gönderildi.

 

Bundan sonra bütün âlem, vâsýtalý vâsýtasýz irþâd ve feyz kaynaðý olan Mevlânâ Hâlid-i Baðdâdî hazretlerinin mânevî nûru ile nûrlanmaya baþladý. Böylece Baðdâd'da feyz ve nur saçan rahmet güneþi doðdu.

 

Seyyid Abdullah-ý Þemdînî, daha önceki anlaþmalarýnýn gereði bir müddet Baðdâd'da kaldýktan sonra Süleymâniye'ye dönen Mevlânâ Hâlid-i Baðdâdî hazretlerinin ziyâretine gitti. Mevlânâ'nýn Hindistan'da elde ettiði mârifet ve kemâlâtý, olgunluðu görünce ona olan muhabbeti daha da arttý. Medrese talebeliðinde arkadaþý olduðunu düþünmeyip o evliyâlýk güneþinin sohbetlerine devâm etmeye baþladý. Onun önde gelen talebelerinden oldu. Bâzý hasetçi ve inkârcý kimselerin, Mevlânâ Hâlid-i Baðdâdî hazretlerinin karþýsýna çýkýp, söz ve yazý ile onu kötülemeye, türlü türlü iftirâlarla ve düzme yalanlarla, ona gönül verenlerin yolunu kesmeye çalýþtýklarý sýrada, o hep onun yanýnda bulundu. Kendisinde bulunan asâlet ve yüksek kâbiliyet ile Mevlânâ Hâlid-i Baðdâdî hazretlerinin talebe yetiþtirmek husûsundaki mahâretinin birleþmesiyle kýsa zamanda bütün ilimlerde ve tasavvuf hallerinde yetiþerek olgunlaþtý. Mevlanâ hazretlerinin binlerce talebesi arasýnda en yükseklerinden oldu. Mevlânâ Hâlid-i Baðdâdî hazretleri ona talebe yetiþtirmek üzere icâzet, diploma verdi. Mevlânâ hazretlerinden icâzet ve hilâfet alanlarýn baþtan üçüncüsü olan Seyyid Abdullah-ý Þemdînî, kardeþi Seyyid Ahmed Geylânî hazretlerinin oðlu Seyyid Tâhâ-i Hakkârî'yi de, Mevlânâ Hâlid-i Baðdâdî'nin sohbetlerine götürerek, onun da bu yolda yetiþmesine vesîle oldu.

 

Mevlânâ Hâlid-i Baðdâdî hazretleri bir ara, Baðdâd'a gitti. Bu sýrada Abdullah-ý Þemdînî talebelerin baþýna geçip onlarý yetiþtirmekle meþgûl oldu. Daha sonra tekrar Süleymâniye'ye dönen Mevlânâ hazretleri, insanlara Ýslâmiyetin emir ve yasaklarýný anlatmak üzere çeþitli beldelere yetiþtirip gönderdiði talebeleriyle birlikte, Seyyid Abdullah-ý Þemdînî'yi de Þemdinli'ye gönderdi. Seyyid Abdullah-ý Þemdînî, Þemdinli civârýndaki Nehrî kasabasýna yerleþti. Nehrî'de medrese, tekke ve zâviyeler yaptýrarak talebe yetiþtirmeye baþladý. Türkiye, Ýran ve Irak'ýn çeþitli yerlerinden ilim meclisine ve sohbetlerine koþan pekçok kimseyi zâhirî ve bâtýnî ilimlerde yetiþtirdi. Peygamber efendimizden bu yana, evliyânýn ve Ýslâm âlimlerinin anlattýðý ve yaþadýðý Ýslâmiyeti, güzel ahlâký insanlara anlattý. Bilhassa edeb ve ahlâktan mahrûm aþîretler üzerinde çok tesirli olup, onlarýn düzelmesine vesîle oldu. Kabîle ve aþîretlere, anlayacaklarý þekilde güzel nasîhatlar vermek sûretiyle onlarýn doðru yola kavuþmalarýna vesîle oldu.

 

Mevlânâ Hâlid-i Baðdâdî hazretleri onun hakkýnda Seyyid Tâhâ-i Hakkârî'ye; "Seyyid Abdullah ne güzel bir þeyhdir. Onda hiç kusûr yoktur. Yalnýz kusûru, onun münkiri yâni karþýsýna çýkýp onun büyüklüðünü inkâr eden kimseler bulunmamasýdýr." buyurdu.

 

Yine buyurdu ki:

 

"Beni, Seyyid Abdullah ve Seyyid Tâhâ'dan üstün tutmayýnýz." Eshâbý; "Onlar sizin talebenizdir, nasýl böyle dersiniz?" diye arz ettiklerinde; "Onlar þehzâdelerdir. Pâdiþâh olacaklardýr. Biz ise, bir müddet onlarýn terbiyesi ile meþgûl olan ve böyle yüksek bir vazîfenin kendisine verildiði bir mürebbiyeyiz. Mürebbî, þah olacak þehzâdeden üstün olabilir mi?" buyurdular.

 

Berdesûr kasabasýnda bir medrese yapýp, müderrislik yapan ve mezunlar vermeye baþlayan yeðeni Seyyid Tâhâ, arada bir huzûruna gelir, sohbetinde bulunurdu. Her defâsýnda kendisine tasavvuf yoluna girmesi söylenir, o da; "Bir gün inþâallah o da olur." der ve kendi kendine; "Peygamberlerin, âlimlerin ve evliyânýn hep düþmanlarý, hasetçileri, sevmiyenleri olmuþtur. Amcam, dedikleri gibi büyük evliyâdan olsa, muhakkak hasetçisi, düþmaný, çekemeyeni olurdu. Hele bu âhir zamanda ve kýyâmetin yaklaþtýðý, hakîkatýn unutulup, bid'atin revâc bulduðu böyle bir devranda acaba niçin hiç büyüklüðünü inkâr eden düþmaný yoktur?" diye düþünürdü. Bir gün Berdesûr'da çarþýda birisinin, amcasýnýn aleyhinde konuþtuðunu gördü. Bunun üzerine; "Sevmeyeni, kabûl etmeyeni olduðuna göre, evliyâdandýr." deyip, Nehrî'ye geldi. Amcasýna teslîm olup, bir müddet istifâde etti. Sonra Mevlânâ'nýn dâveti üzerine Baðdâd'a gitti, orada kemâle geldi.

 

Ömrünü ilim tahsîl etmeye, Ýslâmiyeti öðrenmeye ve öðretmeye vakfetmiþ olan ve pekçok kerâmetleri görülen Seyyid Abdullah-ý Þemdînî hazretleri 1813 (H.1228) senesinde Þemdinli'nin Nehrî kasabasýnda vefât etti. Nehrî kabristânýnýn giriþinde defn edildi. Kabrinin üzerinde sâde bir türbe vardýr. Mübârek kabri sevenleri tarafýndan ziyâret edilmekte, âþýklarý duâ edip mübârek rûhundan feyz almaktadýr. Onu vesîle ederek duâ edenlerin maddî ve mânevî dertlerine dermân bulduklarý dilden dile anlatýlmaktadýr.

 

Þemdinli'nin Nehrî kasabasýnda ilk defâ irþâd ve feyz kaynaðý olan Seyyid Abdullah-ý Þemdînî, Þâfiî mezhebi fýkhýnda ve diðer ilimlerde derin âlim olup, ilmiyle âmil, büyük veli, peygamberlik sýrlarýna vâkýf ve hazret-i Osman'ýn güzel ahlâkýný hatýrlatan güzel ahlâk sâhibi olup, hayâ ve edebin kaynaðý idi. Her hâli istikâmet ve doðruluk üzere idi. Sohbetleri hasta ruhlara gýdâ, bakýþlarý kararmýþ kalblere þifâ idi. Ýnsanlarýn dünyâda ve âhirette kurtuluþa ermelerinin, saâdet kapýsýnýn anahtarý idi. Allahü teâlâ þefâatine ve feyzlerine mazhâr eylesin. Amin.

1) El-Minah; s.108

2) Þems-üþ-Þümûs; s.136

3) Mecd-i Tâlid; s.106

4) Tam Ýlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.1128

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

ABDULLAH-I ÞÜTTÂRÎ

 

Hindistan evliyâsýndan. Doðum târihi ve yeri belli deðildir. Büyük âlim Þihâbüddîn Sühreverdî'nin torunlarýndandýr. Hayatý hakkýnda fazla bilgi yoktur. Ýlim tahsîline baþladýktan sonra Hemedâniyye tarîkatýný Ali Hemedânî'den, Kâdiriyye tarîkatini ise Þeyh Abdülvehhâb'dan öðrendi. Daha sonra Tayfûriyye tarîkati þeyhlerinden Muhammed Ârif'in sohbetlerine devâm ederek, talebesi oldu.

 

Abdullah-ý Þüttârî nefsinin isteklerini yapmamakta çok azimli olduðundan hocasý tarafýndan "Þüttâr" lakabý verildi. Þeyh Muhammed Ârif, tasavvuf yolunda iyi bir þekilde yetiþen Abdullah-ý Þüttârî'yi; icâzet, diploma vererek, halka doðru yolu göstermesi için Hindistan'a gönderdi ve; "Vardýðýn yerde þeyhlik yapanlara þöyle söyle: "Sâhib olduðunuz ilimden beni faydalandýrýnýz. Bu hususta bana cömerdlik ediniz. Eðer bana verecek bir þeyiniz yoksa, ben sâhib olduðum ilmi sizden esirgemem." buyurdu.

 

Hindistan'a gitmek üzere yola çýkan Abdullah-ý Þüttârî ilk olarak Bankipûr þehrine uðradý. Burada yaþayan velî zâtlardan Þeyh Mahdûm Hüsâmeddîn, Râcî Seyyid Hâmid ve Þâh Seyyid bir yerde oturmuþ sohbet ediyorlardý. Abdullah-ý Þüttârî'nin geldiðini duyunca, Þeyh Hüsâmeddîn;"Þeyh Abdullah misâfirdir. Bizler ise ev sâhibi olduðumuzdan onu ziyârete gitmemiz münâsib olanýdýr." dedi ve yola çýktýlar. Onlarýn geldiðini haber alan Þüttârî misâfirlerini çadýrýn dýþýna çýkýp karþýladý. Þeyh Abdullah onlara; "Bana bir þey lutfedin, ben Hakkýn tâlibiyim. Yoksa ben hocalarýmdan öðrendiklerimi size anlatmaya hazýrým." dedi. Þeyh Hüsâmeddîn tam bir tevâzû ile; "Bir þeyim yok ki, bu hususta sana bir þey vereyim. Hocalarýmdan öðrendiklerimin henüz mütâlaasýný bitirmedim. Fakat sizden bir þeyler öðrenmek isterim." dedi. Bunun üzerine Abdullah-ý Þüttârî; "Elhamdülillah Hindistan'da kâmil bir ârif gördüm." dedi.

 

Abdullah-ý Þüttârî, daha sonra yoluna devâm ederek Canpûr þehrine gitti. Orada meþhûr oldu. Devlet ricâli ve birçok ilim tâliplisi sohbetlerinde bulundu. Abdullah-ý Þüttârî'nin bir kösü, büyük davulu vardý. Ona vurup; "Hakký, talep eden, Allahü teâlânýn rýzâsýna kavuþmak isteyen var mý gelsin. Ona bu hususta rehberlik edeyim." diye seslenirdi. Mecliste oturduðu zaman etrafýna bakýndýktan sonra; "Burada ilim talebesi olan, kalbi þüphelilerle dolu kimseler var. Bir þeyler anlatmak için, inanmak lazýmdýr. Bu olmadan olmaz." buyururdu.

 

Bir gün Sultan Ýbrâhim Þarkî, Abdullah-ý Þüttârî'nin huzuruna geldi ve; "Duyduðuma göre siz Hakk'a çaðýrma, Hakk'a ulaþmak için rehberlik dâvâsýnda bulunuyormuþsunuz? Niçin bana da bir þey göstermiyorsunuz?" diye sorunca; "Allahü teâlâ herkesi bir iþ için yaratmýþtýr. Siz saltanat, idârecilik iþleri ile uðraþýnýz. Halkýn fayda görmesi size baðlýdýr." dedi. Bunun üzerine Sultan; "Baþka birine tasarrufta bulunun." deyince, Þeyh Abdullah; "Kabûl edecek cevher lazýmdýr." dedi. Sultan; "Burada bu kadar insan var. Ýçlerinden birinde de mi bu cevher yok?" diye sorunca Abdullah-ý Þüttârî'yi bir hâl kapladý. Sultanýn arkasýnda duran bir gence teveccüh eyledi. Genç kendinden geçti. Sonra bu genç bütün iþini býrakýp Abdullah-ý Þüttârî'ye talebe oldu.

 

Abdullah-ý Þüttârî daha sonra Câbih vilâyetine gitti. Câbih sultaný baþþehir Mend'de ona bir ev tahsis etti. Burada sakin ve sessiz bir þekilde halký Allahü teâlânýn emirlerine uyma ve yasaklarýndan sakýnmaya dâvet etti.

 

Talebe olmak için birisi huzuruna gelince akýl ve uyanýklýk bakýmýndan derecesini ölçmek için ona katýklý ekmek gönderir, ekmeði katýkla beraber mi yiyor, yoksa birisi kalýyor mu diye tâkib için de birini vazîfelendirirdi. Eðer beraber yediði görülürse, bunu onun firâset ve akýllýlýðýna, uyanýklýlýðýna iþâret sayar, ona kalb ile yapacaðý vazîfeler verirdi. Yok, birini yiyip, diðerini býraktýðý görülürse, onun bu iþte kuvvetinin azlýðýna iþâret sayarak zâhirle alâkalý kolay yapabileceði vazîfeler verirdi.

 

Ýnsanlarý Allahü teâlânýn rýzâsýný kazanmaya çaðýran bir rehber olan Abdullah-ý Þüttârî 1428 (H.832)de vefât etti. Kabri, Mend kalesindedir.

1) Ahbâr-ul-Ahyâr; s.182

2) Týbyânu Vesâil-il-Hakayýk (Süleymâniye Kütüphânesi Fâtih Kýsmý, 431); c.2 s.148b

3) Hazînet-ül-Asfiyâ; c.2, s.185

4) Nüzhet-ül-Nevâtýr; c.3, s.180

5) The Sufi Orders in Ýslâm; s.97

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

ABDULLAH-I YEMENÎ

 

Yemen'de yetiþen büyük velîlerden. Ýsmi, Abdullah bin Ali bin Hasan bin Þeyh Ali'dir. Abdullah-ý Yemenî diye meþhûr olmuþtur. Hadramût'un Terîm þehrinde doðdu. Doðum târihi bilinmemektedir. 1627 (H.1037) senesinde Yemen'in Veht köyünde vefât etti. Kabri orada olup ziyâret mahallidir.

 

Küçük yaþta ilim tahsîline baþlayan Abdullah-ý Yemenî ilk önce Kur'ân-ý kerîmi ezberledi. Zamânýnýn büyük âlimlerinden çeþitli ilimleri tahsîl etti. Þeyh Zeynüddîn bin Hüseyin, Seyyidü'l-Celîl Abdullah bin Sâlim ve Þeyh Þihâbüddîn gibi zâtlar onun ilim öðrendiði âlimlerdendir. Abdullah Yemenî daha sonra Bender þehrine gitti. Orada büyük fýkýh âlimi Nûreddîn Ali bin Bâyezîd'den fýkýh ilmini tahsîl etti. Uzun müddet onun ilim meclislerinde kalýp kendini yetiþtirdi ve fýkýh ilminde âlim oldu. Bulunduðu yerlerde Tasavvuf ehli zâtlarýn sohbetlerinde bulunup tasavvufda ilerledi.Sâhil bölgesine gidip, oradaki âlimlerle görüþtü, karþýlýklý ilim ve mârifet alýþ-veriþinde bulundu. Bâzý âlimlerden ilim aldý, bâzý kimselere ilim öðretti.

 

Yemen bölgesinde yüksek âlimlerden okuduktan sonra Hindistan'a giden Abdullah-ý Yemenî hazretleri Ahmedâbâd þehrinde Þeyhülislâm Þeyh bin Abdullah Ayderûs'u ziyâret edip, onun ilim meclislerinde bulundu. Ondan bâzý eserlerini okudu. Uzun müddet hizmetinde bulunup istifâde etti. Þeyh bin Abdullah Ayderûs ona talebe yetiþtirmek üzere hýrka giydirip icâzet, diploma verdi.

 

Daha sonra da Bender'de bulunan Seyyidü'l-Kebîr Ömer bin Abdullah Ayderûs'a gitmesini emretti. Bender'e giden Abdullah Yemenî Ömer bin Abdullah Ayderûs'dan da çeþitli ilimleri öðrendi. Uzun müddet hizmetinde kalýp icâzet aldý. Ýlim ve tasavvufta yüksek dereceye ulaþtýktan sonra Yemen'e döndü.

 

Yemenliler ona büyük iltifât gösterip, ondan istifâde etmek için etrâfýnda toplandýlar.

 

Çok ibâdet eden Abdullah Yemenî riyâzet, nefsin istediklerini yapmamak ve mücâhede, nefsin istemediklerini yapmak sûretiyle Allahü teâlânýn rýzâsýna kavuþmaya çalýþtý. Tasavvuf yolunda ilerleyip evliyâlýk derecesine ulaþtý. Onun riyâzet ve mücâhede ile meþgûl olduðu günlerde þeytan siyah bir köle þeklinde karþýsýna çýktý. Abdullah Yemenî hazretlerinin önünde diz çöküp; "Senin ibâdet ettiðin gibi ibâdet eden hiç bir kimseyi görmedim." diyerek ucba, kendi ibâdetlerini beðendirmeye, böylece onu ibâdetlerinden vazgeçirmeye yeltendi. Keþf ve kerâmet sâhibi olan Abdullah Yemenî bunun iblis olduðunu anlayýp huzûrundan kovdu. Çünkü o iblisin Allahü teâlânýn sevgili kullarýna musallat olup, onlarý doðru yoldan saptýrmaya çalýþacaðýný biliyordu.

 

Yemen'in Veht köyüne yerleþen Abdullah Yemenî insanlara Ýslâm dîninin emir ve yasaklarýný anlatmak sûretiyle onlarýn dünya ve âhirette kurtuluþa ermelerine çalýþtý. Ýnsanlar uzak ve yakýndan onun sohbet meclislerine koþtular. Pek çok kimse ona talebe olmakla þereflendi. Yolunu kaybetmiþ pek çok kimse, onun bereketli sohbetleriyle hidâyete, doðru yola kavuþtu. Onun talebeleri arasýndan pekçok velî yetiþti. Sohbetinde yetiþen velî ve âlimlerden bâzýlarý þunlardýr: Haremeynden gelen Seyyidü'l-Velî Muhammed bin Alevî, Ýmâmü'l-Celîl Abdurrahmân bin Akîl, Seyyid-ül-Kebîr Ebü'l-Gays binAhmed, Seyyidü'l-Azîm Abdullah el-Musâvî, Seyyid Akil bin Ömer ve baþkalarý.

 

Abdullah Yemenî hazretleri ilim ve fazîlet sâhibi, ilmiyle âmil, cömert bir zât idi. Sultanlar gibi ikrâm ve ihsânlarda bulunurdu. Fakirlere pekçok sadaka verirdi. Devlet adamlarý yanýnda, îtibârý çoktu. Çok güzel yazý yazar ve þiirler söylerdi. Þiirleri bir dîvânda toplandý ve insanlar arasýnda meþhûr oldu.

 

Hâller ve kerâmetler sâhibi olan Abdullah Yemenî hazretlerinin çok kerâmetleri görüldü. Bir defâsýnda Sâhil bölgesine gitmiþti. Vâlinin adamlarý haksýz olarak vergi ve mal istediler. Abdullah Yemenî hazretleri haksýz vergi vermenin haram olduðunu belirterek vermek istemedi. Vâli vazifelilerine emir verip ýsrar edince, Abdullah Yemenî hazretleri dört kiþinin bile zor kaldýrabileceði bir yükü elleriyle kaldýrdý, bir kenara fýrlattý ve oradan uzaklaþtý. Bu durumu iþiten vâli korktu, huzûruna gelerek af ve özür diledi.

 

Bir defâsýnda da fakirlerden bir topluluk Abdullah-ý Yemenî hazretlerine gelerek Allahü teâlâya kendilerini zengin kýlmasý için duâ etmesini istediler. Duâ etti ve Allahü teâlâ onlarý zengin kýldý. Bâzýlarý da Allahü teâlânýn kendilerine hacca gitmeyi kolaylaþtýrmasý için duâ etmesini istediler. O kimseler ellerinde hiç imkân olmadýðý hâlde kolaylýkla hacca gittiler.

 

Abdullah Yemenî hazretleri kerâmetlerini gizlerdi. Yakýn talebe ve dostlarýna da gizlemelerini emrederdi. "Ýstikâmet yâni doðruluk üzere olunuz. Çünkü en büyük kerâmet istikâmet üzere olmaktýr." derdi. Kendisinden zuhûr eden ve görmüþ olduklarý kerâmetleri hicrî 1040 senesine kadar anlatmamalarý üzerine söz almýþtý. Böylece 1040 yýlýna yakýn vefât edeceðini de kerâmetle bildirmiþti.

 

Ömrünü Ýslâmiyeti öðrenmek ve öðretmekle geçiren Abdullah-ý Yemenî hazretleri 1627 (H.1037) senesinde Yemen'in Veht köyünde vefât etti. Orada defn edildi. Kabri ziyâret mahallidir. Ziyâret edenlerin, onu vesîle ederek yaptýklarý duâlar kabûl olunmakta ve korktuklarýndan emin olmaktadýrlar. Abdullah-ý Yemenî hazretlerinin kabri üzerine, Osmanlýlar zamanýnda Yemen vâlisi Muhammed Paþa bir türbe yaptýrmýþtýr.

 

1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2 s.127

2) El-Meþre-ur-Revî; c.2, s.192

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

ABDURRAHMÂN ARVÂSÎ

Anadolu'da yetiþen büyük âlim ve velîlerden. Seyyiddir, yâni hazret-i Hüseyin'in evlâdýndandýr. Ýsmi, Abdurrahmân, babasýnýn ismi Seyyid Abdullah'týr. Âlim-i Arvâsî, Kutb-i Arvâsî, Abdurrahmân Kutub lakablarýyla da bilinmektedir. Zamânýnýn kutbu idi. Hicrî on ikinci asrýn ikinci yarýsýnda Arvas'ta doðdu. On üçüncü asrýn ilk yarýsýnda vefât etti. Kabri Van'ýn Hoþab (Güzelsu) kazâsýndadýr. Ziyâret olunur ve bereketlerinden istifâde edilir. Hacet sâhipleri murâdlarýna, isteklerine kavuþur.

 

Þeceresi þöyledir: Seyyid Abdurrahmân bin Abdullah bin Muhammed bin Muhammed Þehâbeddîn bin Ýbrâhim bin Âlim-i Rabbânî Cemâleddîn bin Kemâleddîn bin Kutub Muhammed bin KâsýmBaðdâdî'dir.

 

Seyyid Abdurrahmân Arvâsî'nin büyük dedesi Seyyid KâsýmBaðdâdî hazretleri Hülâgû'nun Baðdâd katliamý sýrasýnda Baðdâd'dan hicret edip, âile fertleri ile birlikte uzun yýllar Anadolu'nun çeþitli yerlerinde kaldý. Tasavvuf yolunda olgunluk derecesine ulaþan Muhammed Velî veyaKutub Muhammed diye meþhûr olan oðlunu doðu Anadolu'ya gönderdi. Kendisi de Mýsýr'a gidip Ezher Medresesi müderrisleri reîsi oldu. SonraMedîne-i münevvereye gidip orada vefât etti. Anadolu'ya gelen ve etrâfýný aydýnlatan Muhammed Velî, Hakkârî Beyi Ýbrâhim Hanýn kýzý Fâtýma Hanýmla evlendi. Yüksek daðlar arasýnda geçidi zor bir yere bir dergâhla iki katlý bir ev yaptýrdý. Arvas yâni Van'ýn Bahçesaray ilçesine baðlý Doðanyayla köyünü kurarak sevenleri ve akrabâlarýyla birlikte oraya yerleþti. Burada nâdide eserlerden bir de kütüphâne teþkil ederek ilim ve feyz neþr etti. Pekçok kimse onun sohbet ve ilim meclislerine devâm edip ilâhî lutfa ve feyzlere gark oldular. Çok talebe yetiþtirdi. Neslinden gelenler yolunu tâkib etti. Seyyid Muhammed Velî'nin torunlarýndan Seyyid Abdullah vefât ettiði zaman oðlu Abdurrahmân Arvâsî küçük yaþta yetim kaldý.

 

Seyyid Abdurrahmân, önce küçük yaþta kaybettiði babasýndan, onun vefâtýndan sonra da vaktin büyük âlimlerinden ilim tahsîl etmeye baþladý.

 

Yedi-sekiz yaþlarýnda iken Kur'ân-ý kerîmi hatmedip Arabî ilimleri öðrenmeye baþladý. Kýsa zamanda aklî ve naklî ilimlerle zamânýnýn fen ilimlerinde büyük âlim, allâme oldu.

 

Büluð çaðýna gelince, annesi, Arvâsî soyunun Van havâlisinde devâmý için, genç yaþta onu zorla evlendirdi. Abdurrahmân Arvâsî hazretlerinin MollaAbdullah, Hacý Molla Lütfullah, Molla Efendi (Muhammed), Molla (Muhammed) Zâde, Molla Ubeydullah, Molla Abdülhamîd, Þeyh Seyyid Muhammed, SeyyidTâhir ve ismi bilinemeyen dokuz oðlu olduðu bildirilmektedir.

 

Dedelerinin yolunu devâm ettiren Abdurrahmân Arvâsî, zâhirî ilimlerde yükseldiði gibi tasavvuf yolunda da ilerleyip kemâle gelmiþ, Kâdirî ve Çeþtî kollarýnda irþâd sâhibi, zamanýnýn mürþid-i kâmili olmuþtu.

 

Medresesinde talebe yetiþtirmeðe baþladýðýnda, her taraftan akýn akýn yüzlerce hak âþýðý huzûruna koþtular. Sohbetleriyle þereflenip bereketli feyzlerine kavuþtular.

 

Seyyid Abdurrahmân'ýn ömrü, zâhir ve bâtýn ilimlerini yaymakla geçti. Arvâs'taki ve Hoþab'daki medrese ve dergâhý dolup taþtý. Ýstanbul, Hicâz, Mýsýr, Irak gibi memleketlerde çözülemeyen meseleler Abdurrahmân hazretlerine getirilirdi. Çevredeki bütün bölgeler, onun irþâd, yol gösterici nûruyla aydýnlanmýþtý. Bu sebeple Sultan Ýkinci Mahmûd Han ona çok hürmet gösterir, duâsýný ister, husûsî hediyelerle selâmlarýný gönderirdi.

 

Pekçok kerâmetleri görülmüþ olan Seyyid Abdurrahmân hazretleri zamânýn beylerine, paþalarýna mektuplar yazarak nasîhat ederdi. Bu mektuplardan bir kýsmýný uzak memleketlere de göndermiþtir. Ýrisân beylerinden Emîr Þerefüddîn Abbâsî'ye yazdýðý Fârisî mektuplar çok kýymetlidir. Bu mektuplardan birinde Muhammed Kerîm Han, Mustafa ve Feyzullah beylere selâm ve duâ etmektedir. Þerefüddîn Han, Seyyid Abdurrahmân'dan gelen baþka bir mektubun sonuna; "Mevlânâ hazretleri bu mektubu bu fakîre 1778 senesinde göndermiþtir. Musîbete sabretmek lazým olduðu ve sabrýn kýymetini bildirmiþtir. Birkaç ay sonra pederim Abdullah Han vefât etmiþtir. Mevlânâ'nýn kerâmetini buradan anlamalýdýr." satýrlarýný eklemiþtir.

 

Seyyid Abdurrahmân her sene üç-beþ ay o havâliyi dolaþýr, Vâz ü nasîhat ve irþâdla, halka Ýslâmýn esaslarýný anlatýr, bilhassa bozuk mezhep ehline karþý hýsn-ý hasîn (saðlam kale) vazîfesi görürdü. Bu yüzden memleketimizin sulhuna hizmeti çoktur. Çünkü onlarýn olduðu bölgede bozuk îtikâdlý kimse bulunmazdý. Böyle âlim ve velîlerin Osmanlý Devletine hizmetleri bey ve paþalardan az deðildi. Hatta hizmetleri kalýcý olduðundan daha çoktu denilebilir.

 

Seyyid Abdurrahmân, yakýnlarýndan birini dünyâ malýna muhabbeti sebebiyle yanýndan uzaklaþtýrmýþtý. O zât da Beyrut'a gidip, zekâsýyla vâli olmuþtu. Birgün kendisine; "Efendim! O yakýnýnýz Beyrut'ta vâli oldu." dediklerinde; "O, ateþte yanmadý mý?" buyurdu. O günün târihini bir yere kaydettiler. Sonradan haber geldi ki, Beyrut vâlisi bir gece konaðýnda çýkan bir yangýn sebebiyle çocuklarýyla birlikte yanmýþtý. Târihini sordular, Seyyid Abdurrahmân hazretlerinin onun hakkýnda söylediði günün târihini tutuyordu.

 

Seyyid Abdurrahmân hazretleri çok cömert olup, misafiri ve geleni gideni pek fazla olurdu.

 

Bir gün hanýmý ona; "Efendim gelenimiz gidenimiz çok. Beylerin, paþalarýn ve eþrâfdan olan kimselerin hanýmlarý da geliyorlar. Büyük bir kapýya geldiklerini bildiklerinden çeþitli elbiseler, kýymetli entariler giyiyorlar. Benim üstümde ise hep bu entâri var. Mümkünse bir entâri daha yaptýrsanýz da arada bir onu da giysem." dedi. Seyyid Abdurrahmân hazretleri; "Sen git mutfaðýnda bulunan teknedeki hamurunla meþgûl ol." buyurdu. Hanýmý mutfaða girdi. Tekneyi hamurla deðil, altýnla dolu buldu. Koþup efendisine geldi, bir yandan aðlýyor, bir yandan da; "Beni affet, bundan sonra senden bir þey istemiyeceðim." deyip, özür diliyordu.

 

Birgün Abdurrahmân Arvâsî hazretleri sevenleri ve talebeleri ile Van Gölü kýyýsýnda giderken, gölde bulunan AhtamarAdasýndaki Ermeni kilisesinden bir papas çýkarak su üstünde yürümeye baþladý. Abdurrahmân Arvâsî hazretlerinin talebelerinden bâzýlarýnýn hatýrýna; "Allah'ýn düþmaný dediðimiz papas su üzerinde yürüyor da, evliyânýn büyüðü Abdurrahmân Kutub hazretleri acaba neden kýyýdan yürüyerek dolaþýyor?" düþüncesi geldi. Talebelerinin düþüncelerini anlayan Abdurrahmân Arvâsî hazretleri, ayakkabýlarýný çýkararak ellerine alýp birbirine çarptý. Her çarpýþta papas suya battý. Boðazýna kadar battýðý zaman son defa çarptý ve papas tamâmen batýp boðuldu. Abdurrahmân Arvâsî hazretleri böyle düþünen bâzý talebelerine dönerek; "O sihir yaparak su üstünde gidiyor ve sizin îmânýnýzý bozmak istiyordu. Ayakkabýlarý çarpýnca sihri bozulup battý. Müslümanlar sihir yapmaz, Allahü teâlâdan kerâmet istemekten de hayâ ederler." buyurdu. Kerâmeti ile papasýn sihrini bozdu.

 

Ömrü boyunca ilim öðrenen, öðreten, insanlara Ýslâmiyetin emir ve yasaklarýný anlatarak onlarýn iki cihan seâdetine kavuþmalarýna çalýþan Abdurrahmân Arvâsî hazretleri Osmanlý-Türk devleti için büyük bir velînîmet idi. Hicrî on üçüncü asrýn ilk yarýsýnda vefât etti. Van'ýn Hoþab (Güzelsu) nahiyesinde defn edildi. Kabr-i þerifi sevenleri tarafýndan ziyaret edilmektedir.

 

Kerâmetleri vefâtýndan sonra da görüldü. Abdurrahmân Tâgî (Tâhi) þöyle anlattý:

 

Babam Budað Hanýn yanýnda çalýþýrdý. O anlattý: Han, askerleriyle berâber Seyyid Abdurrahmân Kutub hazretlerinin kabri yakýnlarýna gelmiþti. Mola verdikleri yerde, Yûsuf Efendi askerlerden ayrýlýp, Seyyid Abdurrahmân'ýn kabri baþýna geldi ve Seyyid hazretlerini kabrin üzerinde oturuyor gördü. Kendini görünce yüzünü çevirdi, baþka yere bakmaya baþladý, hiç iltifât etmedi. Yûsuf Efendi yüz bulamayýnca, doðru askerin yanýna gelip komutana silâhýný ve elbiselerini çýkararak teslim etti. Silâhýný teslim ettiðini gören Han, Yûsuf Efendiyi tehdîd ederek; "Bizden vaz geçersen seni Nirib nâhiye müdürlüðünden azlederim, evini oradan çýkarýr seni öldürürüm." dedi. Yûsuf Efendi aldýrýþ etmedi. Doðru Abdurrahmân hazretlerinin kabri baþýna geldi. Bu defâ kabrinin üzerinde oturduðu hâlde ona güler yüzle bakýyordu ve; "Mevlânâ Yûsuf! Ýlk geldiðinde senden yüz çevirmiþtim. Þimdi ise yüzümü sana döndüm, tövbe et!" buyurdu. O da þimdiye kadar yaptýklarýna tövbe edip Abdurrahmân hazretlerinin elini öptü. Ondan nasîhat alarak ayrýldý. O nasîhatlara uyarak mutlu bir hayat yaþadý ve han da kendisine hiç bir kötülük yapamadý.

 

1974 Kýbrýs harekâtýndan sonra Van'ýn Hoþab(Güzelsu) kazâsýna âilesi ile birlikte bir hava binbaþýsý gelip SeyyidAbdurrahmân Arvâsî hazretlerinin kabrini sordu. Kabrin bulunduðu yere varýp, orada bir koç kesip fakirlere, þeker alýp çocuklara daðýttý. Kendisine bu yaptýklarýnýn ve ziyâretinin sebebi sorulunca, þöyle anlattý:

 

Kýbrýs harekâtý sýrasýnda adanýn üzerinde uçuyordum. Beþparmak Daðlarýndaki Rum yuvalarýný, oyuklarýný, mazgallarýný ve müstahkem mevký ve mevzilerini bombalayýp dönecektim. Omuzumda iki el hissettim. Korktum. Baktým ki sarýklý, sakallý, nûr yüzlü ihtiyâr bir zât. "Evlat, filan mevzileri de bombala!" buyurdu. "Benzinim dönüþe yetmez." dedim. "Korkma ben tekeffül ediyorum." deyince döndüm. Gösterdiði mevzi ve hedefleri de bombaladým. Mersin'e doðru gelirken; "Gördün mü benzinin yetti." buyurdu. Ben merak edip o zâta; "Siz kimsiniz?" diye sordum. "Van'ýn Hoþab kazâsýndan Seyyid Abdurrahmân'ým." buyurdu. "Sað mýsýnýz?" dedim. "Deðilim ama, böyle savaþlarda ve sýkýntýlý durumlarda yardýma koþarým." buyurdu.

 

Abdurrahmân Arvâsî hazretlerinin vefâtýndan yüz elli seneden fazla zaman geçtiði hâlde müslümanlarýn yardýmýna koþmasý onun kutup ve yüksek kerâmet sâhibi olduðunu göstermektedir. Onun kutb olduðu zamânýnda ve sonraki zamanlarda da hep tevâtür hâlinde bilinmektedir. Mevlânâ Hâlid-i Baðdâdî hazretlerinin halîfesi ve asrýnýn kutbu olan Seyyid Tâhâ-yý Hakkârî hazretleri kendisinden bahs ederdi.

 

Abdurrahîm Arvâsî hazretlerinin torunlarýndan Muhammed Emin Garbî Efendi anlatýr:

 

Hoþab halký bilirler. Kuraklýk olduðu zaman gidip Seyyid Abdurrahmân hazretlerinin kabrinin baþucundaki taþý alýp aþaðýsýndaki dereye sokarlar ve yaðmur yaðar. Bunun için o taþ suda durmaktan incelmiþtir. Böyle olduðunu bu fakir de gördüm. Bu da Abdurrahmân Arvâsî hazretlerinin kerâmetidir.

 

Abdurrahman Arvâsî hazretlerinin oðullarýndan Seyyid Lütfullah, hacý olup, âlim, fâdýl ve velî idi. Arvas'tadýr. Seyyid Sýbgatullah Arvâsî (Gavs-i Hizânî) bunun soyundandýr.

 

Oðullarýndan biri Seyyid Molla Abdülhamîd'dir. Arvas'da kalýrdý. Arvas medrese, tekke ve zâviyesini sevk ve idâre ederdi. Arvas ve civârýnda bunun çocuklarý kaldý. Seyyid Fehîm Arvâsî hazretlerinin babasýdýr.

 

Oðullarýndan biri de Seyyid Molla Muhammed'dir. Baþkale'ye yerleþti. Nesli burada çoðaldý. Âlim, kâmil, kadirþinâs ve hal ehli olup, Seyyid Tâhâ hazretlerinin sohbetinde bulunmuþ idi. Neslinden Seyyid Abdülhakîm Arvâsî gibi bir âlim ve mürþid yetiþmiþtir.

 

Oðullarýndan biri de, Seyyid Abdullah'dýr. Arvas'da medfundur. Hacýdýr. Medresede müderris idi. Babasýna mensûb idi. Oðlu Abdülcelîl Zûgûla (Daldere) köyüne yerleþti.

 

Biri de MollaEfendidir. Aslýnda ismi Seyyid Muhammed Efendi olup, ismine hürmeten, babasý sâdece "Efendi" derdi. Büyük âlim idi. Babasýna mensûb, kâmil bir zât idi. Pîr Yûsuf kabristanýndadýr.

 

Biri de Seyyid Ubeydullah olup, kýsaca Ubeyd denir. Arvas'da doðdu. Molla ve müderris idi. Oðullarý Gevaþ tarafýna geldi.

 

Adý geçen oðullarýndan bu altýsýnýn nesli günümüzde devâm etmektedir. Babalarýnýn vazîfesini hakkýyla yapmýþlardýr. Allah hepsinden râzý olsun.

 

KANLI ELBÝSELER!

 

Seyyid Abdurrahmân, ihsân sâhibiydi. Mal ve canýný Allahü teâlânýn dînini yaymak için sarf etti. Zamânýnýn kutbu olduðu için uzak yerlerde Allah yolunda, O'nun dînini yaymak için savaþanlarýn yardýmýna koþardý. Hanýmý þöyle anlattý:

 

Efendim, arada-sýrada silâhlarýný kuþanýr, evden çýkar, sabahtan önce yine eve gelirdi. Geldiðinde üstünde-baþýnda kan lekeleri olurdu. Elbiselerini yýkar sesimi çýkarmazdým. Yine elbiseleri kan içinde kaldýðý bir gün kendisine; "Efendi! Sýk sýk gidip, sabaha bu vaziyette geliyorsun. Nereye gidiyorsun ve elbisen niçin kan içinde dönüyorsun?" diye sordum. O da; "Haným, saðlýðýmda iken kimseye söylemezsen, bu sýrrý sana söylerim." dedi. Ben de; "Söylemem." dedim. Bunun üzerine; "Biz vazîfemiz îcâbý zaman zaman dünyânýn neresinde müslümanlarla kâfirlerin harbi varsa oraya gideriz. Müslümanlara yardým eder, küffâr ile harbederiz. Ayrýca darda kalmýþ müslümanlarýn da yardýmýna yetiþiriz." buyurdu. Ben bu sýrrý o vefât edinceye kadar kimseye söylemedim, sakladým.

 

1) Ýslâm MeþhurlarýAnsiklopedisi; c.1, s.194

2) Ýslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.17, s.302

3) Eshâb-ý Kirâm; s.288

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

  • 7 Monate später...

ABDURRAHMÂN BÝN ALÝ SEKKÂF

 

Evliyânýn meþhurlarýndan. Ýsmi Abdurrahmân bin Ali bin Ebî Bekr bin Abdurrahmân es-Sekkâf'týr. 1446 (H.850) senesinde Terîm þehrinde doðdu. 1517 (H.923)'de Yemen'de vefât etti. Hadîs, kelâm, fýkýh ve tasavvuf ilimlerinde tanýnmýþ âlimlerdendir. Ýlim tahsîline baþlayýnca, önce Kur'ân-ý kerîmi ezberledi. Seyyid Muhammed bin Abdurrahmân'dan kýrâat ilmini öðrendi. Bu ilmin ehline kýrâatýný, hýfzýný dinletti. Ayrýca fýkýh ve nahiv ilmine âit kitaplar okuyup, ezberledi. Haviyu's Sagîr ve Dîvân-ý Þeyh Abdullah bin Es'ad el-Yâfiî'nin çoðunu ezberledi. Ezberlediði bu metinleri hocalarýna dinletip kontrol ettirdi. Babasýndan, amcasý Þeyh Abdullah Ayderûs'dan, meþhûr âlim Sa'd bin Ali'den, meþhûr fýkýh âlimi Þeyh Abdullah bin Abdurrahmân'dan ilim öðrendi. Sonra Yemen'e gidip, tahsîline orada devâm etti. Allâme Abdullah bin Ahmed ile Allâme Muhammed bin Ahmed'den ders alýp çeþitli ilimleri öðrendi. Bu âlimlerden iþittiklerini rivâyet etmek ve eserlerini okutmak da dahil olmak üzere icâzet, diploma aldý ve dört sene Aden'de kaldý. Aden'den Zebîd þehrine gitti. Orada da Hâfýz Yahyâ el-Âmirî'den ve Safiyüddîn Ahmed bin Ömer el-Meczed'den ilim öðrendi, icâzet aldý. Bu tahsîlleri sýrasýnda Hâfýz Yahyâ el-Âmirî'den Peygamber efendimizin mübârek parmak izlerinin bulunduðu bir mahalli göstermesini ricâ etti. O da kabûl edip gösterdi. O mahalde parlayan bir nûr gördüler.

 

Abdurrahmân bin Ali Sekkâf, bir elini devamlý gizli tutar, göstermek istemezdi. Bir defâsýnda bâzýlarý ýsrarla sebebini sorunca þöyle anlatmýþtýr:

 

Peygamber efendimizi methetmek için bir kasîde yazdým. Sonra dünyâya düþkün olan bâzý kimseleri de methettim. Bunun üzerine Peygamber efendimizi rüyâmda gördüm. Beni azarlayýp elimi kesmemi emretti. Ben de elimi kestim. Ebû Bekr-i Sýddîk (r.anh) bana þefâatçi olup, Resûlullah'dan affetmesini diledi. Bunun üzerine af buyurdular. Kestiðim elimi birleþtirdim, eskisi gibi oldu. Uyandýðým zaman elime bir baktým, kesilmiþ ve birleþtirilmiþ olan yerde bir iz vardý. Sonra elini çýkarýp o ýsrar edenlere gösterdi. Baktýlar ki elindeki o izden bir nûr parlýyordu.

 

1475 (H.880) senesinde hacca gitti. Mekke'de Hâfýz es-Sehavî'den ilim öðrenip rivâyetlerini ve eserlerini nakil hususunda icâzet aldý. Hac ve ömre yaptý. Kâbe'yi birçok defâ tavâf etti. Bu ziyâreti sýrasýnda kendisinde üstün hâller hâsýl oldu, kalbi nûr gibi parladý. Sonra Peygamber efendimizin kabr-i þerîfini ziyâret için Medîne'ye gitmeye karar verdi. Yanýnda amcasýnýn oðlu vardý. Fakat o hasta olmasý sebebiyle memleketine dönmek istiyor, Ali Sekkâfýn da kendisiyle berâber dönmesi için ýsrar ediyordu.

 

Bu duruma çok üzüldü. Resûlullah'ýn kabr-i þerîfini ziyâret edemeyeceðim diye derin bir düþünceye daldý.

 

Abdurrahmân bin Ali Sekkâ bu kederli hâli ile Kâbe'yi tavâf ederken, birdenbire karþýsýna babasý çýktý. Fakat babasý memleketleri Terîm þehrinde idi. Bu hâle çok þaþýrdý. Babasý takdire râzý olmasý gerektiðini hatýrlattý. O günün gecesinde ayrýca rüyâsýnda Peygamber efendimizi gördü. Peygamber efendimiz baþýný okþayýp tebessüm ederek; "Bizi ziyâret edememekten dolayý üzüldün. Biz senden râzýyýz, seni kabûl ettik. Ýlerde bizi çok güzel bir hâlde ziyâret edeceksin." buyurdu.

 

Bu rüyâdan sonra büyük bir sevince gark olan Abdurrahmân bin Ali Sekkâf memleketi Terîm'e döndü. Büyük bir þevkle babasýnýn derslerine devâm etti. Babasýnýn bütün eserlerini okudu. Büyük Ýslâm âlimi Ýmâm-ý Gazâlî hazretlerinin Ýhyâ-u Ulûmiddîn kitabýný babasýndan baþtan sona kýrk defâ okuyup bitirdi. Ayrýca memleketinde bulunan diðer âlimlerden de okudu. Din ve edebiyât ilimleri ile tasavvuf ilminde, Arapça'da âlim oldu. Tahsîlinin bu safhasýndan sonra ilk ziyâretinden altý sene sonra ikinci defâ hacca ve Peygamber efendimizi ziyârete gitti.Aden'e ve Zebîd þehrine, oradan da Cidde'ye varýnca Muhammed bin Tâhir adýnda sâlih bir tüccar ona hürmet gösterip bütün ihtiyâçlarýný karþýladý, misâfir etti. Hac ibâdetini büyük bir rahatlýk içinde yaptýktan sonra Peygamber efendimizin kabr-i þerîfini ziyâret için Medîne yoluna çýktý. Altý sene önce gördüðü rüyâ artýk gerçekleþmek üzere idi. Medîne'ye yaklaþtýðý sýrada kendisini Medîneli çocuklar âdetleri üzere karþýladýlar. Yanýnda yirmi dinar parasý vardý. Hepsini bu çocuklara daðýttý. Sonra Peygamber efendimizin kabr-i þerîfini ziyâret etti. Ýçindeki büyük hasret ateþiyle uzun zamandan beri yanan Ali Sekkâf murâdýna ermesi sebebiyle tarife sýðmaz bir mutluluk ve sevinç içinde idi. Kavuþtuðu bu nîmetten dolayý sevinci her an bir kat daha artýyordu. Bu ziyâreti sýrasýnda anlatýlamayacak derecede ve ifâdeye sýðmayan hâllere ve nîmetlere, üstün derecelere kavuþtu.

 

Medîne'ye vardýðý sýrada Melik Eþref Kayýtbay'ýn yakýn adamlarýndan Ýbn-i Zaman adýyla meþhur bir tüccar da Medîne'de idi. Tüccar onu görünce çok hürmet ve ikrâmda bulundu. Hattâ sayýsýz mal ve eþyâ hediye etti.

 

Abdurrahmân bin Ali Sekkâf hazretleri ziyâretini tamamlayýp memleketi Terîm'e döndü. Bu dönüþünde akrabâlarý ve memleketin ahâlisi onu büyük bir hürmet ile karþýladý. Ýnsanlar onun sohbetine ve derslerine toplandýlar. O da insanlara ilmi ve mârifeti yudum yudum sundu. Derslerinde velîlerin yazdýðý kitaplarý ve bilhassa Ýhyâu Ulûmiddîn adlý eseri okuturdu. Hadîs ilminde de âlim olup tâliplere ders verirdi. Bütün hallerinin Ýslâmiyete uygun olmasý husûsunda büyük bir titizlik gösterirdi. Az yer, az uyur, az konuþurdu. Fakirleri, garibleri, yetimleri, zayýflarý gözetir, yardým ederdi. Pekçok âlim ve velî onu methetmiþtir.

 

Hadîs âlimlerinden ve Gurer kitabýnýn müellifi Muhammed bin Ali þöyle anlatmýþtýr:

 

Rüyâmda bana Abdurrahmân Sekkâf'ýn üstün hallerini, güzel hasletlerini söyleyip çok methettiler. Sabahleyin yanýna gittim, kendi kendime hatýrýmdan; "Keþf ve kerâmet sâhibi ise ben daha söylemeden gördüðüm rüyâdan haber verir." diye geçirdim.

 

Evine yaklaþýnca onu kapý önünde bekler gördüm. Beni görünce tebessüm edip, akþam gördüðüm rüyâyý anlattý.

 

Abdurrahmân bin Ali Sekkâf'ýn vefâtýndan sonra kabrini ziyâret ettiðim zaman Kur'ân-ý kerîm okurdum. Bu sýrada bir yanlýþým çýksa veya bir yer unutsam, kabirden gelen bir ses doðrusunu bildirirdi.

 

Terîm Sultâný Muhammed bin Ahmed ile Þahar Sultâný arasýnda harb oldu. Abdurrahmân bin Ali, Terîm Sultânýnýn muzaffer olacaðýný haber verdi. Dediði gibi oldu.

 

Abdurrahmân bin Ali'nin sevdiklerinden biri vefât etti. Definden sonra, telkîn için kabrin baþýnda durdu. Bir müddet sonra ayrýldý. Bulunanlar, telkîn vermeme sebebini sordular. Buyurdu ki: "Her kiþinin telkîne ihtiyâcý vardýr. Lâkin bana bunun ihtiyâcý olmadýðý bildirildi."

 

Abdurrahmân bin Ali, bir gün Mervân Mescidinde talebelerine ders okuturken, mescidin bir kenârýna bir þeyin düþtüðü görüldü. Oradakilerden birine; "Git, o düþen þeyi getir!" buyurdu.

 

O kiþi, düþen þeyi getirdi. Bu, üzeri mühürlenmiþ bir zarf idi. Zarfý açýp içindekini okudu. Sonra bir kâðýda cevâbýný yazýp; "Bunu, gelen mektubun düþtüðü yere býrakýn." buyurdu. Oraya koydular.

 

Az sonra bir kuþ gelip, o mektubu aldý gitti. Talebeleri sebebini sordular. O da;

 

"Sevdiðimiz Muhammed Ba'bâd bize haber göndermiþ. Biz de cevâbýný yazdýk." buyurdu.

 

1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.63

2) Ýslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.13, s.210

3) El-Meþre-ur-Revî; c.2, s.134

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

ABDURRAHMÂN BÝN MUHAMMED ES-SEKKÂF

 

On dördüncü yüzyýlda Suriye'de yetiþen velîlerden. Ýsmi, Abdurrahmân bin Muhammed'dir. Hâllerini gizlediði için Sekkâf lakabýyla anýlmýþtýr. 1338 (H.739) senesinde Hadramût bölgesindeki Terîm þehrinde doðdu. Mýsýr'ýn Izz beldesinde doðduðu da bildirildi. 1416 (H.819) senesinde Terîm'de vefât etti. Kabri, Zenbil Kabristanýnda olup, ziyâret edilmektedir.

 

Küçük yaþtan îtibâren ilim öðrenmeye baþlayan Abdurrahmân bin Muhammed es-Sekkâf zamânýnýn âlimlerinden Ahmed bin Muhammed el-Hatîb'den tecvîd ilmini öðrendi ve Kur'ân-ý kerîmi ezberledi. Zamânýnýn diðer âlimlerinden çeþitli ilimleri tahsîl etti. Bilhassa fýkýh ilminde yüksek derece sâhibi oldu. Terîm'de Allâme Muhammed bin Alevî bin Ahmed ibni Üstadi'l-azâm'ýn huzûrunda Ýmâm-ý Gazâlî ve Þeyh Ebû Ýshak'ýn kitaplarýný mütâlaa etti. Daha sonra Fakih Muhammed bin Sa'd'den Ýhyâ-ý Ulûm, Risâle-i Kuþeyrî ve Avârifü'l-Meârif adlý eserleri ve baþka tasavvufî eserleri okudu. Þeyhulislâm Muhammed bin Ebî Bekr'in hizmetinde ve ilim meclisinde bulundu. Ondan çok istifâde etti. Daha sonra Aden'e gitti. Kâdý Muhammed bin Sa'îd'den sarf, nahiv ve diðer Arabî ilimleri tahsîl etti. Tefsîr, hadîs, meânî, beyân ilimlerinde yüksek derece sâhibi oldu. Þeyh Ali bin Sâlim, Ali bin Sa'd, Ebû Bekr bin Îsâ, Ýmâm Ömer binSaîd gibi tasavvuf ehli zâtlarla görüþüp onlarýn sohbetlerinde bulundu. Ârif-i billah Müzâhim Ahmed, büyük velî Abdullah bin Tâhir ed-Devânî gibi zâtlardan tasavvuf ilmini öðrendi.

 

Zâhirî ve bâtýnî ilimlerde yükseldikten sonra zamânýnýn büyük âlim ve evliyâlarý arasýna girdi. Bulunduðu beldedeki âlim ve velîlerin imâmý, önderi ve en yükseði olduðunu bütün âlim ve evliyâlar kabûl ettiler.

 

Abdurrahmân bin Muhammed es-Sekkâf hazretleri güzel ahlâk sâhibi olup hep iyilik ederdi. Kimseye karþý kýrýlmaz ve kin beslemezdi. Hýzýr aleyhisselâmla görüþüp sohbet ederdi. Aralarýnda kardeþlik akdi yapmýþlardý. Yanýna ilk defâ bir köylü sûretinde gelen Hýzýr aleyhisselâm devamlý onu ziyâret ederdi. Bir gün çok güzel bir koku duyan talebelerinden biri bu kokunun kaynaðýndan suâl edince, hazret-i Hýzýr'dan bahsetti.

 

Allahü teâlâya çok ibâdet eden Abdurrahmân bin Muhammed es-Sekkâf gecenin son üçte birini ibâdetle geçirirdi. Kur'ân-ý kerîmi çok okurdu. Gündüzleri insanlara Ýslâmiyetin emir ve yasaklarýný anlatýr, onlarýn dünyâ ve âhiret saâdetlerine vesîle olmak için çalýþýrdý. Otuz sene boyunca gece ve gündüz çok az uyudu. "Neden uyumuyorsun?" diyenlere; "Sað tarafýna yattýðýnda Cennet'i, sol tarafýna yattýðýnda Cehennem'i gören kimse nasýl uyur?" diye cevap verdi.

 

Hûd aleyhisselâmýn kabrini ziyâret eder, bâzan bir ay müddetle orada kalýr, bu müddet içinde çok az bir þey yerdi. Âlimlerin, evliyâlarýn kabirlerini sýk sýk ziyâret eder, her gece Terîm'deki mescidlerin hepsinde namaz kýlardý. Namaz kýldýðý zaman kýyamda çok uzun müddet kalýr, onu uzaktan gören cansýz bir cisim zannederdi. O; "Biz zâhir (görünen) amellere îtibâr etmeyiz." derdi.

 

Bir ara hacca gitmek için yola çýktý ve hacdan sonra memleketi olan Hadramut'a dönmeyip baþka beldelere seyahat etmeye niyet etti. Cûf denilen yere vardýðýnda Peygamber efendimiz, Eshâbýndan bir topluluk ve evliyâullahtan bir cemâat rûhânî olarak ona geldiler. Onlarýn yanýnda babasý da vardý. Ona memleketine dönmesini emrettiler ve dediler ki: "Senin memleketinde kalman baþka yerlere gitmenden daha efdâldir." Abdurrahmân bin Muhammed es-Sekkâf bu emir üzerine zâhiren hacca gitmeyip geri döndü. Fakat memleketinden giden hacýlar tarafýdan hac ederken görüldü. Yakýnlarýndan bâzýlarý ona; "Sen hacca gittin mi?" diye sorduklarýnda; "Zâhiren gitmedim." buyurdu.

 

Âlimlerden ve evliyâdan birçok zât ona insanlarý doðru yola dâvet etmek ve kötülüklerden uzaklaþtýrmak ve talebe yetiþtirmek husûsunda icâzet (diploma) verdiler. Abdurrahmân bin Muhammed es-Sekkâf pekçok talebe yetiþtirip hadîs, fýkýh, usûl ve fürû ilimlerini okuttu. Onun ilim ve fazîletteki þöhreti her tarafa yayýlýp, insanlar doðudan ve batýdan onun ilim meclisine ve sohbetlerine koþtular. Deniz ve kara yoluyla gelerek müþkillerini ve fetvâlarýný ona sordular. Büyük cemâatler ondan istifâde etti. Ýnsanlara tatlý dil ve hoþ sohbetle Ýslâmiyetin emir ve yasaklarýný anlatýp gönüllerine taht kurdu.

 

Abdurrahmân bin Muhammed es-Sekkâf'ýn ilim meclislerinde yetiþen âlimlerden bâzýlarý; kendi oðullarý, kardeþinin oðullarý, Ârif-i billah Ebû Bekr bin Alevî eþ-Þeybe ve kardeþleri, büyük Ýmâm Muhammed Sâhib Aydeyd bin Ali, Ârif-i billah Ahmed bin Ömer, Ýmâm Sa'd bin Ali Müdhac, Þeyh Muhammed bin Abdurrahmân el-Hatîb, Þeyh Þuayb bin Abdullah el-Hatîb, Þeyh Abdurrahîm bin Ali el-Hatîb, Þeyh Ahmed bin Ebî Bekr Baharemî, Þeyh Abdullah Ýbnü'l-Fakîh Baharemî, Þeyh Abdullah bin Ahmed el-Amûdî, büyük velî Abdullah bin Nâfi', Îsâ bin Ömer bin Behlül, Þeyh Muhammed bin Saîd el-Maðribî gibi sayýsýz zâtlardýr. Burada en meþhûrlarý zikr edilmiþtir. Abdullah bin Muhammed es-Sekkâf ekseriyetle El-Basît vel-Vesît, Mühezzeb, Muharrer adlý eserleri okutur bu vesîleyle kalbindeki gizli mânevî sýrlarý talebelerine açýklardý. O her talebesine anlayabileceði ve seviyesine uygun ders verirdi. Nice kimseler onun bu tatlý üslûbu ve sohbetleri vesîlesiyle tasavvuf yolunda ilerlediler. Pek çok kimseye tarîkat yolunda icâzet verdi ve hýrka giydirdi. Nice kimseler onun gönülleri feth eden sohbetleri sebebiyle dünyâdan yüz çevirip, âhirete yöneldiler ve kötü sýfatlardan uzaklaþýp iyi ve güzel huylara sâhib oldular. O talebelerine ve sevenlerine þöyle buyururdu:

 

"Kalb ile ilgili ameller iþleyiniz. Zîrâ kalb ile yapýlan ameller zâhirî amelleri güzelleþtirir."

 

Bâzý derslerinde fýkýh ilminin fazîletinden bahsederdi. Bu sebeple oðlu Ömer bütün ömrünü fýkýh ilmini öðrenmeye hasretmiþti. Bir gün dersin bitiminde oðluna þöyle buyurdu:

 

"Ey Ömer! Kalb ile ilgili amellere çalýþ. Çünkü fýkýh âlimlerinde ateþin alevi, tasavvuf ehlinde ise ateþin kor kýsmý vardýr."

 

Bâzý zamanlar talebeleriyle birlikte seyâhate çýkan; peygamberlerin, âlimlerin ve velîlerin kabirlerini ziyâret eden Abdurrahmân bin Muhammed es-Sekkâf hazretleri onlardan istifâde ederdi.

 

Talebelerinden Abdürrahîm bin Ali el-Hatîb þöyle anlattý:

 

Hocamýz ile berâber Hûd aleyhisselâmýn kabrini ziyârete gitmiþtik. Dönerken; "Ýnþâallah akþam namazýnda Rebî' beldesinde oluruz." buyurdu. Hâlbuki bulunduðumuz yer, Rebî' beldesine çok uzak idi ve vakit de isfirâr yâni güneþin, kendisine bakýlacak kadar sararýp batmak üzere olduðu bir vakit idi. Hocamýn bu sözüne çok hayret ettim. Sözünde bir hikmet bulunacaðýný düþünerek birlikte yürüdük. Bir taraftan da batmak üzere olan güneþe bakýyordum. Güneþ sanki durmuþtu. Biz Rebî' beldesine gelinceye kadar aynen o hâlde kaldý. Biz ismi geçen beldeye girince güneþ battý. Namazlarýmýzý kýldýk. Bu durum benim çok garibime gitmiþti. Hocamýn bir kerâmeti olduðunu anladým.

 

Abdurrahmân bin Muhammed, talebelerinden bâzýlarý ile bir seferde idiler. Talebeler, çok susadýlar. Yollar ýssýz, su bulmak ihtimâli de çok zayýf idi. Þaþýran talebeler hocalarýna bir þey diyemiyorlardý. Allahü teâlânýn izni ile talebelerinin bu sýkýntýlarýný anlayan Abdurrahmân es-Sekkâf büyükçe bir taþýn yanýnda durdu ve; "Þu taþý çevirin!" buyurdu. Taþý çevirdiklerinde, bir su kaynaðý ile karþýlaþtýlar ve çok sevindiler. Kana kana içip, abdest aldýlar ve kaplarýný doldurarak, yollarýna devâm ettiler.

 

Baþka bir yolculukta, yanýndakilere; "Þimdi hava çok sýcak. Birazcýk konaklayalým. Hava serinleyince yola devâm ederiz." dedi. Öðrencileri; "Bu sýcak, hocamýzýn yola devâm etmelerine mâni deðildir. Ýsterlerse, bu sýcak havada da yola devâm edebilirler. Burada konaklamalarýnda baþka bir hikmet olsa gerek." diye düþünüp merakla beklerlerken, yanlarýna, susuzluktan ölmek üzere olan bir âmâ çýkageldi. Yanýnda bulunanlara; "Þu yakýnlarda su vardýr. Bu zavallýnýn ihtiyâcýný giderin." diyerek, bir yeri târif etti. Gidip su getirdikten sonra yollarýna devâm ettiler. Böylece orada biraz dinlenmelerinin hikmeti anlaþýlmýþ oldu. Biraz sonra oraya bir kimse geldi. Âmâ da orada idi. Biraz önce baþýndan geçen hâdiseyi, gelene anlattý. O kimse; "Bunda bir yanlýþlýk var. Ben buralarý çok iyi tanýrým. Bu civarda su bulmak ihtimâli hiç yoktur." dedi. Daha sonra bu hâli öðrenen talebeler, o suyun, hocalarýnýn bereket ve kerâmeti ile bulunduðunu anladýlar.

 

Allahü teâlânýn bildirmesiyle talebelerinin ve yanýna gelen kimselerin kalplerinden geçenleri bilirdi.

 

Talebesi Abdurrahmân diyor ki:

 

"Hocamdan arzu ettiðim, yapmasý için kalbimden geçirdiðim her þeyi, hocam en güzel þekilde yaptý, yerine getirdi. Allahü teâlânýn ona ihsân ettiði basîret gözü ile kalbimizden geçenleri anlýyordu."

 

Abdurrahmân es-Sekkâf'ýn talebelerinden olan Ârif-i billâh Muhammed bin Hasan þöyle anlatýr:

 

Bir gece hocamýn mescidinde idim. Hocam da odasýnda bulunuyordu. Karným çok acýkmýþtý. Bu sýrada biri gelerek, hocamýn beni istediðini söyledi. Kalkýp, yanlarýna gittim. Huzûruna vardýðýmda, ortada lezzetli yemeklerin bulunduðu çok güzel bir sofra vardý. Karnýmý doyurmamý söyledi. Gecenin bu geç vaktinde bu yemekleri kimin getirdiðini suâl ettim. "Birisi getirdi." buyurarak, açýklamak istemedi. Allahü teâlânýn izni ile, benim çok aç olduðumu anlayýp bu yemekleri benim için hazýrlattýðýný anladým ve daha nice kerâmetlerine þâhid oldum.

 

Abdurrahmân es-Sekkâf hazretlerinin bir mikdâr hurmasý vardý. Hurmalarý satmak üzere birisini vekil edince hurmalar satýldý. Fakat paranýn bir kýsmýný vererek geri kalanýný gizledi. Abdurrahmân hazretleri, Allahü teâlânýn izni ile paranýn tam olarak kendisine verilmediðini anlayýp, ona; "Mü'minin firâsetinden korkunuz! Çünkü o, Allahü teâlânýn nûru ile bakar." hadîs-i þerîfini okudu. O kimse diyor ki:"Ondan bu sözü duyunca vermediðim paranýn, bir yýlan olup vücûduma girmek üzere olduðunu hissettim. Yaptýðýma çok piþman olup, kendisinden özür diledim ve bir daha hatâ iþlememeye ve tevekkül sâhibi olmaya kesin karar verdim.

 

Talebelerinden biri þöyle anlatýr:

 

Hocam ile birlikte yolculuða çýkmýþtýk. Kâhlân denilen yere vardýðýmýzda duhâ, kuþluk namazý kýlmak için mola verdik. Ben hâcet için tenhâ bir yere gittim. Abdestimi tâzeleyip geri döndüðümde, hocamýn yanýnda taze hurmalar gördüm. Hâlbuki yakýnlarda hurma bahçesi yoktu ve mevsim de hurma mevsimi deðildi. Çok hayret edip, kendisinden bunun nasýl olduðunu, nereden geldiðini suâl ettim. Tebessüm etti ve; "Hurmalardan ye! Fakat nereden geldiðini sorma!" buyurdu.

 

Abdurrahmân bin Muhammed es-Sekkâf verâ sâhibi, Selef-i sâlihînin yoluna çok baðlý idi. Bu yönden çok meþhurdu. Zühd sâhibi olup, dünyâya îtibâr etmezdi. Cömert ve kerem sâhibi idi. Binlerce dinar para ve çeþitli nîmetlerden ihtiyâç sâhiplerine verirdi. Her hurma aðacýný dikerken yanýnda bir Yâsîn-i þerîf okurdu. Fidan dikilme iþi tamamlandýktan sonra bir hatm-i tehlil (70.000 kelime-i tevhîd) okuyarak sekiz oðluna ve altý kýzýna hediye ederdi. Onlar da bu hediyenin sevâblarýný ona baðýþlarlardý. Abdurrahmân bin Muhammed es-Sekkâf on tane mescid, oðullarý ise üç tane mescid yaptýrmýþlardý. ayrýca bu mescidlerin devâm etmesi için her mescide âit vakýflar býrakmýþtý.

 

Abdurrahmân bin Muhammed es-Sekkâf'ýn meclislerinde evliyâdan ve ricâl-i gayb denilen zâtlar da hazýr bulunurdu. Bu zâtlar arasýnda Ýmâm-ý Gazâlî, Abdülkâdir Geylânî gibi büyükler de vardý. O büyüklerin rûhâniyetlerinden istifâde eden Abdurrahmân bin Muhammed es-Sekkâf kutbiyyet makâmýna yükselmiþti.

 

Âlimler ve evliyâlar, hâllerini gizlemesi sebebiyle ona Sekkâf lakabýný vermiþlerdi. Çünkü o insanlarý hâliyle, makâmýyla ve sözüyle üzmezdi. Ýlmiyle ve ameliyle insanlara karþý büyüklenmezdi. Þöhretten þiddetle kaçýnýrdý. Hâlbuki o, zamânýndaki evliyânýn en yükseði idi. Abdurrahmân es-Sekkâf sâdece Allahü teâlâdan rýzâsýný kazanmak için çýrpýnýr; "Vallahi kalbim Allahü teâlânýn baþka, evlâda, mala, âile fertlerine, Cennet'e ve Cehennem'e hiç iltifat etmez. Allahü teâlânýn rýzâsýna muvafýk olmayan ne bir ev, ne bir mescid binâ ettim, ne de bir hurma fidaný diktim." buyururdu.

 

Abdurrahmân es-Sekkâf insanlara karþý güzel huylu, tatlý dilli ve güler yüzlü davranýrdý. Kimseyi üzmemeye çok dikkat ederdi. Ancak ona zarar verenler veya onu üzenler baþlarýna bir hâl gelip piþman olurlardý.

 

Kur'ân-ý kerîmi ezbere bilen bir kimse vardý. Bu zât, Abdurrahmân es-Sekkâf hazretlerinin hizmetçilerinden birini üzdü. O da, durumu efendisine arz edince, üzüldü. Tam bu sýrada, hizmetçiyi üzen kimse, hâfýzasýnda ne varsa hepsinin silindiðini hissetti. Hemen sebebini anladý ve gidip hizmetçiden özür diledi. Tövbe istigfâr ettiðini, bildirdi. Hizmetçi özrünü kabûl edip, durumunu efendisine arz etti ve onu sevindirdi. O sýrada özür dileyen kimse, hâfýzasýnýn yerine geldiðini hissetti. Baþýna gelen bu hâl sebebiyle, o zâtýn büyüklüðünü daha iyi anladý.

 

Haramlardan ve þüphelilerden þiddetle kaçýnýr, harama düþmek tehlikesinden dolayý mübâhlarýn fazlasýný bile terk ederdi. Malý varsa zekâtýný, bahçesinden kalkan mahsüllerinin uþrunu eksiksiz verir, fazlasýný tasadduk ederdi. Etrafýnda hurma bahçeleri bulunan bir bahçesi vardý.

 

Bir defâsýnda çocuklar, bu bahçeler arasýnda oynarlarken ateþ yaktýlar. Sonunda ateþ büyüyerek etrâfý sardý. Bahçelerdeki aðaçlar yanmaya baþladý. Bütün aðaçlar bu yangýnda yandýklarý hâlde, mahsüllerinin uþrunu tam olarak verdiði için, bu zâtýn bahçesine hiçbir þey olmadý. Aðaçlardan biri bile zarar görmedi. Ýnsanlar hayret içinde kaldýlar.

 

Tayy-i zaman ve tayy-i mekân sâhibi olan Abdurrahmân bin Muhamed es-Sekkâf her sene hac mevsiminde memleketinde bulunuyordu. Fakat hacca gidenler onu, Hicaz'da hac vazîfesini yaparken görürlerdi. Kendisine bu durumdan suâl edildiðinde; "Ýþte gördüðünüz gibi, buradan ayrýlmadým." diyerek bu kerâmetini setreder, gizlerdi. Yine Abdurrahmân es-Sekkâf, Allahü teâlânýn velî kullarýna ihsân edip verdiði bir hâl ile bir anda baþka baþka yerlerde, baþka baþka hâllerde görülürdü.

 

Bir defâsýnda, uzak bir yerden bâzý kimseler, Abdurrahmân hazretlerine misâfir olmuþlardý. Onlara; "Falan gün sizin beldenizde þiddetli yaðmur yaðmýþ, çok sel olup, beldenizde bulunan dere taþmýþ ve sel sizin beldede çok zarara sebeb olmuþ." buyurdu. O kimseler bu habere hayret ettiler. Memleketlerine döndüklerinde, Abdurrahmân bin Muhammed'in haber verdiklerinin hepsinin doðru olduðunu, bildirdiði þeylerin aynen meydana geldiðini hayretle gördüler. O zâtýn bu hâlleri, kerâmet olarak anladýðýnýn ve kendilerine bildirdiðinin farkýna varýp daha çok þaþtýlar. Ona olan muhabbetleri daha çok arttý.

 

Fazîletler ve kerâmetler sâhibi olan Abdurrahmân bin Muhammed es-Sekkâf hazretlerinin duâlarý kabûl olurdu. Bir defâsýnda, fâsýklardan, açýkça günah iþleyen kimselerden bir kýsmý yanýna gelmiþti. Kendisinden duâ istediler. O da hâzýr olanlara sâlih ameller iþlemek nasîb olmasý için duâ etti. O fâsýk kimseler tövbe edip, sâlih ameller iþlemeye baþladýlar ve tövbelerini bozmadýlar.

 

Bir defâsýnda da çocuðu olmayan bir kadýn, Abdurrahmân binMuhamed'e haber gönderip, çocuklarýnýn olmasýný çok istediklerini, fakat olmadýðýný, bunun için kendisinden duâ istirhâm ettiklerini bildirdi. O da duâ etti. Bundan sonra o kadýn hâmile oldu ve çok güzel bir çocuðu oldu.

 

Ýþlerinde, masraflarýnda çok isrâf eden bir topluluk vardý. Abdurrahmân bin Muhammed bunlara duâ edince, tövbe ettiler. Hâlleri, yaþayýþlarý gitgide güzelleþti.

 

Abdurrahmân binMuhammed es-Sekkâf hazretleri talebelerinin ve sevenlerinin imdâdýna yetiþirdi. Talebelerinden birisi þöyle anlatýr:

 

Bir yolculukta bulunuyordum. Issýz yerlerden geçerken, yolumu kaybettim. Bir taraftan da çok þiddetli susuzluk çekiyordum. Ne kadar aradýysam su bulamadým. Duâ edip, hocamdan yardým istedim. Bu esnâda yanýma biri gelip, su verdi. O sudan kana kana içerek rahatladým. Sonra, yola devâm ettim. Yolculuðum müddetince de su içmek ihtiyâcý hissetmedim.

 

Abdurrahmân es-Sekkâf'ý sevenlerden biri, bir yolda yalnýz baþýna giderken, önüne yýrtýcý bir hayvan çýktý. Kendisine saldýrmak üzere iken, yolcu sesinin çýktýðý kadar baðýrarak, Abdurrahmân hazretlerinden yardým istedi. Bu sýrada, kuvvetli ve heybetli bir kimse görünüp hayvaný tuttu. Güçlü kuvvetli olduðundan hayvan, elinde zor hareket ediyordu. Bu sýkýntýdan kurtulan kimse, hocasýnýn yanýna döndüðü zaman, henüz bir þey söylemeden, hocasý; "Bir sýkýntýda kalýrsan, yine bizden yardým iste! Fakat o kadar þiddetle baðýrmana lüzum yok. Hafifçe söylesen, hattâ kalbinden bile geçirsen, Allahü teâlânýn izni ile onu duyar ve yardýmýna geliriz." buyurdu.

 

Talebelerinin ve onlarýn âile fertlerinin giyim ve iâþelerini de düþünen Abdurrahmân bin Muhammed es-Sekkâf hazretleri bir defâsýnda talebesi Abdurrahîm ile Þu'ayb'e bir parça kumaþ verdi ve; "Bu kumaþtan çocuklarýnýza üç tane elbise dikiniz." buyurdu. Þu'ayb terzi idi. Kumaþý görünce; "Efendim, bu kumaþtan çýksa çýksa iki elbise çýkar. Üç elbisenin çýkmasý mümkün deðildir." dedi. "Siz Besmele ile kesmeye baþlayýn. Ýnþâallah bu kumaþtan üç elbise çýkar." buyurdu. Dedikleri gibi üç elbise çýktý.

 

Abdurrahmân hazretlerinin hizmetçilerinden birisi huzurda, bir elbiseye ihtiyâcý olduðunu, bunun için on beþ dirhem lâzým geldiðini bildirdi. Hizmetçiye; "Falan yerde bulunan kesenin içinde on beþ dirhem olacak. Onu al! Ýhtiyâcýn için kullan!" buyurdu. Hizmetçi, keseye baktýðýný ve boþ olduðunu bildirdi. Bunun üzerine; "Sen git bak! O kesede on beþ dirhem bulursun." buyurdu. Bildirilen yerdeki kesenin yanýna tekrar giden hizmetçi, kesede on beþ dirhem bulunduðunu gördü ve alýp ihtiyâcýna sarfetti.

 

Abdurrahmân es-Sekkâf'ýn talebelerinden, Abdürrahîm bin Ali anlatýr:

 

Hocam Abdurrahmân bin Muhammed bana bir mikdâr gümüþ para vererek, mutfaðýn ihtiyaçlarýný almak üzere, vekil etmiþti. Elimdeki para bitmek üzere iken, gidip; alacaðýmýz nevâle için, bu paranýn yetmeyeceðini bildirdim.Biraz düþündü. "Hangi þeyler ihtiyaç ise, siz onlarý almak üzere gidin. Ýnþâallah yeter." buyurdu. "Peki efedim" deyip gittim. Ýhtiyaçlarýmýzý aldýktan sonra, paranýn bir mikdârýný artmýþ buldum ve bunun bir kerâmet olduðunu anladým.

 

Baþka pekçok kerâmetleri de görülen Abdurrahmân es-Sekkâf hazretleri, bir defâsýnda bulunduðu Izz köyünden bir yolculuða çýkacaktý. O sýrada hanýmý hâmile idi. Yola çýkacaðý zaman hanýmýna bir bez verdi ve dedi ki:"Ben yolda iken, belki bir oðlumuz doðabilir. Ayný gün vefât edebilir. Eðer öyle olursa, bu bezi ona kefen yaparsýnýz." Hanýmýna bunlarý söyledikten sonra yola çýktý. Hakîkaten, bir erkek çocuðu oldu. Bildirdikleri gibi, ayný gün vefât etti. Býraktýðý bezi çocuða kefen yaptýlar.

 

Abdurrahmân bin Muhammed'in hurma aðaçlarýndan birisinin, boyu çok kýsa ve dallarý yere yakýn olduðundan, gece köpekler gelerek hurmalarý yerdi. Bunun için hizmetçilerden birisi, her gece o hurma aðacýnýn yanýnda bekçilik yapar, köpeklerden korurdu. Bir gece Abdurrahmân hazretleri hizmetçiye; "Sabaha kadar beklemenize ne lüzum var. Aðacýn etrâfýnda geniþçe bir dâire çizin! Kendiniz de gidip istirahat edin!" buyurdu. Hizmetçi bildirilen þekilde yaptý. Sabahleyin baktýklarýnda, çizginin dýþýnda köpek izleri görüldü, gerçekten içeri girememiþlerdi.

 

BENDEN NE FARKI VAR?

 

Kardeþim Abdurrahmân ile hurmalarýn taksimi husûsunda aramýzda bir husûmet meydana gelmiþti. Kendi kendime; "Onun benden üstün yaný nedir, o oruç tutuyorsa ben de tutuyorum, o namaz kýlýyorsa ben de kýlýyorum. Babamýz birdir. Benim misâfirlerim ise ondan çoktur." dedim. Rüyâmda bir kiþi bana gelerek; "Kardeþin hakkýnda böyle böyle söyledin mi?" dedi. Ben de; "Evet söyledim." dedim. "Öyleyse benimle berâber gel." dedi. Birlikte kardeþim Abdurrahmân'ýn yanýna gittik. Kardeþimin bedeninin nûr ile kaplý olduðunu ve uzuvlarýnýn üzerinde nûr ile "Ýhlâs" ve "Lâ ilâhe illallah Muhammedürresûlullah" yazýlý olduðunu gördüm. O kimse bana, bu makâma ulaþtýðýn zaman böyle böyle konuþ, eðer bundan sonra ona inat edersen bu rüyâyý hatýrla." dedi. Ben de ondan sonra kardeþim hakkýnda kötü düþünmekten vazgeçtim.

 

PÝÞMAN OLDULAR!

 

Bir defâsýnda, bâzý kimseler gemi ile bir yere gidiyorlardý. Yolcular arasýnda Abdurrahmân hazretlerinin talebelerinden birkaç kiþi de vardý. Bir ara, geminin tabanýndan bir yer delindi. Ne yaptýlarsa delinen yeri týkayamadýlar. Vazîfeliler çâresiz kalýp, geminin batmasýndan korktular. Onlardaki bu telaþý görüp, vaziyeti anlayan talebeler, hocalarý Abdurrahmân bin Muhammed'den yardým istediler. O esnâda hocalarýný gemide gördüler. Ayaðýný, gemiye su giren yere koydu. Sonra bir þeyler ile o delik yeri kapadý. Su girmez oldu. Bu duruma yolcular çok sevindi. Herkes rahatlamýþtý. Abdurrahmân hazretleri, birden gözden kayboldu. O büyük zâtýn talebeleri hürmetine, diðerleri de kurtuldular ve yollarýna devâm ettiler. Bu hâdiseyi iþitenlerden bâzýlarý, onun bu kerâmetini inkâr ettiler. "Böyle þey olmaz." dediler. Îtirâzcýlar, bir yolculuða çýkmýþlardý. Yollarýný kaybettiler. Üç gün üç gece dolaþtýklarý hâlde yollarýný bulamadýlar. Ellerinde bulunan yiyecek ve sularý da bitmiþti. Baþlarýna gelen bu sýkýntýnýn, o zâtýn kerâmetini inkâr etmekten olduðunu anladýlar. Îtirâzlarýna tövbe ederek, bu sýkýntýdan kurtulmalarý hâlinde mallarýndan belli mikdârýný o zâta vermeyi ve hizmetinde bulunmayý adadýlar. Tam bu sýrada yanlarýna, hiç tanýmadýklarý biri geldi. Bunlara tâze hurma ve su verdi ve yolu târif edip gitti. O kimseler, hurmalarla karýnlarýný doyurdular ve sudan içtiler. Târif edilen yere doðru gidince, yollarýný kolayca buldular. Memleketlerine vardýklarý zaman adaklarýný yerine getirdiler.

 

1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.58

2) El-Meþre-ur-Revî; c.2, s.141

3) Ýslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.11, s.228

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

ABDURRAHMÂN MAÐRÝBÎ

 

Büyük velîlerden. Ýsmi Abdurrahmân bin Ahmed bin Muhammed bin Abdurrahmân bin Ahmed el-Ýdrisî'dir. Hazret-i Hasan soyundan olup, þerîflerdendir. 1614 (H.1023) senesinde Maðrib (Fas) beldelerinden Miknâset-üz-Zeytün denilen yerde doðdu. Zamânýnýn teki ve evliyânýn seçilmiþlerinden idi. 1674 (H.1085) senesi Zilkâde ayýnýn on yedinci günü vefât etti. Vasiyeti üzerine Bender'de Seyyid Sâlim dergâhýna defnedildi.

 

Abdurrahmân Maðribî küçük yaþta ilim tahsîline baþladý. Bulunduðu yerdeki âlimlerden okudu. Evliyânýn sohbetlerinde kemâle geldi, olgunlaþtý. Kerâmetleri görüldü. Ýsmi her yere yayýldý. Mýsýr, Þam, Anadolu da dahil pekçok yeri gezip dolaþtý. Anadolu'ya geliþinde âlimlere büyük önem veren Sultan dördüncü Murâd Han ile görüþtü. 1633 senesinde hacca gitti. Mekke-i mükerremede mücâvir olup orada bir müddet ikâmet etti.

 

Talebelerinden olan Þeyh Mustafa bin Fethullah anlatýr:

 

Mekke-i mükerremede iken bir gün, Þeyh Hüseyin bin Muhammed ile birlikte Abdurrahmân Maðribî'nin evine gittik. Tasavvuf ehli hakkýnda hiç bilgim yoktu. Huzûruna girince bana; "Tasavvuf büyükleri hakkýnda ne dersin?" diye sordu. Ben de bilgim olmadýðý için sükût ettim. O zaman Abdurrahmân Maðribî; "Ýmâm-ý Gazâlî hazretleri üstün olup Ýhyâ'sý çok kýymetlidir. Muhyiddîn Arabî'ye düþman olma. Tasavvuf ehlini sev, onlarýn kitaplarýný oku." buyurdu. Sözleri kalbimde hemen yer etti. O andan îtibâren kalbim velîlerin sevgisi ile doldu ve Allahü teâlâdan beni onlarla haþretmesini diledim. Abdurrahmân Maðribî; "Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah" kelime-i tayyibesini çok okumamý söyledi ve bana çok duâ etti.

 

Abdurrahmân Maðribî birkaç sevdiði ile birlikte Yemen'e gitti. Yolda kerâmetleri görüldü. Talebelerinden Seyyid Ömer bin Sâlim anlatýr:

 

Abdurrahmân Maðribî, birkaç sevdiði yanýnda olduðu halde bir gemi ile Yemen'e gidiyorlardý. Yolda fýrtýna çýktý ve deniz kabardý. Gemi nerede ise batacaktý. Berâberindekiler ona; "Efendim içinde bulunduðumuz durumu görüyorsunuz. Duâ buyurun da bu tehlikeden kurtulalým." dediler. O da; "Ey Deniz! Allahü teâlânýn izni ile sâkin ol!" buyurdu. Hemen fýrtýna dinip deniz sâkinleþti. O zaman da; "Rüzgâr olmadan gemi gitmez." dediler. O da; "Allahü teâlâ rüzgâr gönderir." buyurdu. Sonra hoþ bir rüzgâr esti. Gemi de selâmetle yerine ulaþtý.

 

Abdurrahmân Maðribî hazretleri Yemen'deki âlim ve velîlerle görüþtü. Seyyid Abdurrahmân bin Akîl, Yemen'de sohbet ettiði büyüklerden idi.

 

Maðribî hazretleri Yemen dönüþü Mekke-i mükerremede ders ve sohbet meclisi kurdu. Ýlim ve edeb öðretti. Çok cömert idi. Verdiði ziyafetlere herkesi çaðýrýrdý. Þöhreti her yere yayýldý.

 

Hindistan, Þam, Mýsýr ve baþka yerlerden kendisine gönderilen hediyeleri fakirlere daðýtýrdý. Herkesten sevgi ve îtibâr görürdü. Borçlu bir kimse kendisine gelip yardým istediðinde, elinden tutup, borcunu öderdi.

 

Maðribî'nin sohbeti çok tatlý idi. Bir kimse onun meclisinde bulunsa, ayrýlmak istemezdi. Herkese iyilik ederdi. Âlimleri çok sever, onlara izzet ve ikrâmlarda bulunurdu. Fakirlere çok yardým ederdi. Hâliyle, sözleriyle insanlarý Allahü teâlânýn dînine çaðýrýrdý. Kýþ ve yaz giydiði tek elbisesi vardý. Huzûruna gelenleri hayýrlý iþlere teþvik eder, Kur'ân-ý kerîm, Peygamber efendimize salevât ve çok istigfâr okumalarýný tenbih ederdi. Tasavvuf yolunu, bu yolun büyüklerini, onlarýn sözlerini ve hâllerini sevmeyi bildirirdi. Bilhassa Þeyh-ul-Ekber Muhyiddîn-i Arabî'ye rahmetullahi aleyh çok hürmet ve tâzim eder ve ona saygýyý emrederdi.

 

Abdurrahmân Maðribî Bendermehâ þehrinde idi. Sevdiði iki kiþi gelip, Hindistan'a gitmek istediklerini söyleyerek duâ istediler. O da birisine; "Senin deniz yolculuðun çok meþakkatli geçer. Netîcede selâmettesin." buyurdu. Aynen öyle oldu. Diðerine de; "Hindistan'da beni görürsün fakat konuþman nasîb olmaz." buyurdu. O da Hindistan'ýn saltanat þehri olan Cihânâbâd'a geldi. Bir gün evinin önünde otururken, karþýsýnda siyah bir elbise içinde Abdurrahmân Maðribî'yi gördü. Dikkatlice bakýnca hemen tanýdý. Oradakilere gösterip; "Bu zât Abdurrahmân Maðribî'dir." dedi. Elini öpmek için ilerledi. Fakat hocasýnýn kendisine söylediði sözü hatýrladý ve durakladý. Sonra da kendisini bir hal kaplayýp kendinden geçti. Kendine geldiðinde hocasýný bulamadý.

 

O, ALLAHÜ TEÂLÂNIN SEVGÝLÝ KULUDUR

 

Seyyid Ömer anlatýr:

 

Abdurrahmân Maðribî, Þeyh Ahmed bin Alvân'ýn kabrini ziyâret etmek istedi. O gece Ýbn-i Alvân, rüyâda hizmetçisine; "Yarýn þu þu vasýfta bir zât gelecek. Ona ziyâfet hazýrla, hürmet ve hizmette kusûr etme. Zîrâ o Allahü teâlânýn sevgili kullarýndandýr." buyurdu. Hizmetçi sabahleyin hocasýnýn buyurduðu hazýrlýðý yaptý. Ziyâretçiyi beklemeye baþladý. Fakat gelen olmadý. Merakla ve bulurum ümîdiyle þehrin dýþýna çýktý. Kimseye de rastlamadý. Bir haber elde edemeden geri döndü. Üzgün bir vaziyette hocasýnýn türbesine gitti. Orada hocasýnýn târif ettiði zâtý gördü. Hâlbuki türbenin kapýsý kilitli idi. Hemen yanýna gidip, ellerinden öptü ve hocasýnýn rüyâda kendisine verdiði vazîfeyi anlattý. Abdurrahmân Maðribî'yi alýp evine götürdü. Ziyâfet verdi. Ýzzet ve ikrâmda bulundu.

 

1) Hulâsât-ül-Eser; c.2, s.346

2) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.66

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

ABDURRAHMÂN TAFSÛNCÎ

 

Meþhûr velîlerden. Künyesi Ebû Muhammed'dir. Tafsûnc veya Tagsûnc denilen yerde yerleþtiði için Tafsuncî nisbesi ile meþhur oldu. Tafsûnc Baðdâd'a baðlý ve Dicle kýyýsýnda bir beldenin adýdýr. Doðumu ve nesebi hakkýnda kaynaklarda bilgi yoktur. Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin talebesidir. 1115 (H.550) senesinden önce hocasý Abdülkâdir Geylânî'nin saðlýðýnda vefât etti. KabriTafsûnc'da olup ziyâret yeridir.

 

Abdurrahmân Tafsûncî, evliyânýn büyüklerinden olup, âriflerin gözbebeði, evliyânýn baþtâcý, yüksek ve kýymetli hâllerin sâhibi, kerâmetleri açýk ve tasarrufu kuvvetli bir zâttý. Yüksekçe bir kürsînin üzerine çýkýp, din ve hakîkat ilimlerini anlatýrdý. Ýslâmiyetin emir ve yasaklarýný bildirir, evliyâlýðýn yüksek hâllerini haber verirdi. Onun meclisi, âlim ve velîler ile dolup taþardý. Kendisi, âlimlere hâs bir elbise giyerdi. Katýra binip belde, belde dolaþýrdý. Tafsûnc'da bâzý sâlih kimseler, Resûlullah efendimizi rüyâlarýnda görüp, onun hâlinden suâl ettiklerinde; "O, mukaddes âlem hakkýnda haber verenlerdendir." buyurdu. Allahü teâlânýn katýndaki derecesi çok yüksek olan Abdurrahmân Tafsûncî, himmet ve yardýmý ile tasarrufu kuvvetli olup, duâ ve murâdý çabuk hâsýl olanlardandý. Gâipten haber verdikleri mutlaka ortaya çýkardý. Gâibi, ileride olacaklarý ancak Allahü teâlâ bilir. Fakat Allahü teâlânýn Peygamberlere mûcize, evliyâya da kerâmet olarak gâipten bildirdikleri aynen zuhûr etmiþtir. Abdurrahmân Tafsûncî, böyle kerâmet sâhibi bir velîydi.

 

Bir gün bir adam ona gelip; "Ey efendi! Benim, on bir seneden beri meyve vermeyen hurmalarým ve üç seneden beri yavrulamayan ineklerim var. Bana duâ edin. Bunlardan baþka hiç malým yok." dedi.

 

Ona duâ etti. O seneden sonra hurmalar meyve verdi. Ýnekler yavruladý. Hattâ o þahýs, insanlar içinde, hayvan sürüsü ve parasý, incisi çok biri olarak tanýndý. Hayvanlarý, dillere destân olacak þekilde çoðaldý.

 

Abdurrahmân Tafsûncî'nin talebelerinden biri anlatýr:

 

Hocam Irak sahralarýnýn birinde bulunuyordu. O esnâda; "Ey çöldeki vahþî hayvanlarýn, inlerinde tesbîh ettiði Allah'ým! Seni, bütün noksan sýfatlardan tenzîh edip, uzak tutar, kemâl sýfatlarla tesbîh ederim!" buyurdu ve hemen ne kadar vahþî hayvan varsa, yanýna geldi, birlikte kendi dilleriyle tesbîh etmeye baþladýlar. Hattâ öyle oldu ki, aslanlar, tavþanlarla ve ceylanlarla bir araya gelip karýþtý. Ýçlerinden bâzýsý, sürünerek onun ayaklarýnýn dibine kadar geldi.

 

Sonra; "Ey yüce Allahým! Kuþlarýn yuvalarýnda, seni tesbîh ettiði gibi, ben de seni tesbîh ediyor, bütün noksanlýklardan tenzîh ediyorum!" dedi. Baþýný yukarýya kaldýrýnca, her cinsten binlerce kuþun gelip baþýnýn üstünde gökyüzünü doldurduðunu gördüm. Her biri, kendince ötüþüyor, seslerini alçaltýp yükseltiyorlardý. Ona yaklaþtýlar ve sonunda baþý üzerinde toplandýlar.

 

Sonra; "Ey fýrtýnalarýn kendisini tesbîh ettiði Allahým! Ben de seni tesbîh ediyorum!" der demez, hemen dört bir taraftan, rüzgârlar esmeðe baþladý. Ondan daha latîf esen bir rüzgâr görülmedi.

 

Sonra yine; "Ey Allahým! Þu kocaman ve yüksek daðlarýn, seni tesbîh ettiði gibi, ben de seni tesbîh ediyorum!" dediðinde, o anda, üzerinde bulunduðu dað sallandý ve ondan büyük kayalar, Allah'ý zikrederek düþmeye baþladýlar.

 

Oðlu, Þeyh Ebû Hafs Ömer anlatýyor:

 

Bir defasýnda, babam sefer niyeti ile evden dýþarý çýktý. Ayaðýný bineðine koyduðunda bu isteðinden vazgeçip, eve girdi. Kendisine vazgeçmesinin sebebi sorulunca, buyurdu ki: "Ey oðlum! Yeryüzünde ayaðýmýn sýðacaðý, yâni kalabileceðim daha hayýrlý bir yer göremedim. Onun için böyle yapmaya mecbur kaldým." diye cevap verdi. Sonra, ölünceye kadar bir daha Tafsûnc'dan dýþarý çýkmadý.

 

Bir gün adamýn birisinin, ezân okunurken þiir söylediðini iþitti. Hemen ona, bundan vazgeçmesini bildirdi. Fakat o kiþi, söz tutmadý. Ona; "Sus, ancak benim emrimle konuþacaksýn. Üç gün hiç konuþma! Sonra, bu yaptýðýna tövbe edip istigfâr et, yâni bunun günâhýndan baðýþlanmaný Rabbinden iste!" dedi. O da hiç konuþamaz oldu. Üç gün sonra ona; "Abdest al!" deyince, o da abdest aldý, tövbe etti ve konuþmaya baþladý.

 

Evliyânýn büyüklerinden olan Abdurrahmân Tafsûncî; "Ben, evliyânýn arasýnda turna kuþu gibiyim. O, kuþlar arasýnda boynu en uzun olanýdýr. Hangi talebemin bir sýkýntýsý olursa, yardýmýna uzanýrým." buyururdu. Yüksek hâl sâhibi Þeyh Ebü'l-Hasan Ali el-Hînî, onun böyle söylediðini iþittiðinde, bu sözünden pek hoþlanmadý. Elbisesini çýkarýp bâzý þeyler söyledi. Þeyh Abdurrahmân bir müddet sustu. Sonra talebelerine dönüp; "Bu kimse, Allahü teâlânýn inâyetine kavuþmuþtur. Bedenindeki kýllarý gibi, vücûdunun her zerresi, inâyet-i Rabbaniyeye eriþmiþ bir kuldur." dedi ve ona elbisesini giymesini söyledi. O da; "Ben, üzerimden çýkardýðým þeyi bir daha giymem." dedi. Þeyh Abdurrahmân da bahçeye döndü ve hanýmýna hitâb ederek; "Ey Fâtýma! Bana giydiðim elbiseyi getir." diye seslendi. Hanýmý, bu sesi iþitti ve elbise getirirken yolda karþýlaþtýlar. Hanýmýnýn getirdiði elbiseyi alýp ona verdi ve; "Senin þeyhin kimdir?" diye sordu. O da; "Benim þeyhim Abdülkâdir-i Geylânî'dir." diye cevap verdi. O ise; "Ben, onun ismini, ancak bu yerde iþitiyorum. Halbuki ben, kýrk seneden beri Hak kapýsýnýn eþiðini aþýndýrýyorum. Onu ne girerken, ne de çýkarken aslâ görmedim." dedi ve yanýndaki talebelerinden bir grubuna dönüp buyurdu ki:

 

Baðdâd'a gidip, Þeyh Abdülkâdir-i Geylânî'ye varýnýz ve kendisine selâmýmý söyleyiniz! Ayrýca ona; "Þeyh Abdurrahmân, kýrk senedir Hak kapýsýnda imiþ. Sizi girerken ve çýkarken orada görmemiþ!" deyiniz.

 

Þeyh Abdurrahmân, bu sözleri söyleyip talebesini yola çýkarýrken, Baðdâd'da Abdülkâdir-i Geylânî de, yanýnda bulunan Muzaffer-ül-Cemâl, Abdülhak el-Harîmî ve Osman es-Sarifînî'ye buyurdu ki:

 

Sizler, hemen yola çýkýnýz! Yolda Þeyh Abdurrahmân-ý Tafsûncî'nin talebelerine rastlayacaksýnýz. Karþýlaþtýðýnýzda, onlarý geri çevirin ve berâberce, doðru Þeyh Abdurrahmân-ý Tafsûncî'ye varýp, ona þöyle deyiniz: "Þeyh Abdülkâdir'in size selâmý var. Hak kapýsýnýn derekelerinde, eþiklerinde olan kiþi, Abdülkâdir'de olaný göremez deyin. Ben oraya sýr kapýsýndan girip çýktýðým için, beni kimse görememektedir. Ben oraya, bâzý iþâretlerle girip çýkarým. Filanca zamanda, filan elbiseyi giymiþtin. Sana onu giydiren bendim. O elbise, Rýzâ elbisesidir. Filanca gece de, bir iþâretle teþrif çýkýþý yapmýþtýn. Ýþte, fetih teþrifi olan o da benim elimden geçmiþtir. Hak kapýsýnýn derekelerinde, on ikibin velînin huzûrunda Ýhlâs sûresi tarzýnda olan yeþil velâyet elbisesini sana giydirirlerken, söyle bakalým bu da benim elimden geçmemiþ miydi?"

 

Onlar, bu emri alýp, yarý yolda karþýlaþtýklarý talebeleri ile Þeyh Abdurrahmân'ýn huzûruna gelerek, Þeyh Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin sözlerini tam tamýna anlattýlar. O da;

 

Þeyh Abdülkâdir, doðru söylemiþtir. Evliyâlýkta vaktin sultâný ve tasarruf sâhibi, þüphesiz odur! demek sûretiyle onun büyüklüðünü tasdîk etti ve ona baðlandý.

 

Bir gün Cumâ namazýný kýlmak için evinden çýkmýþtý. Katýrýna binmek için ayaðýný üzengiye koydu. Sonra tekrar vazgeçti. Bir müddet bekleyip, bindi. Niçin böyle yaptýðý kendisine sorulduðunda; "O anda, Baðdâd'da, Þeyh Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî de katýrýna binmek istiyordu. Ben, önce binerek onun önüne geçmek istemedim." cevâbýný verdi.

 

Abdurrahmân Tafsûncî'nin vefâtý yaklaþtýðý zaman, oðlu, kendisine vasiyette bulunmasýný istedi. O da; "Ey oðlum! Sana þöyle vasiyet ederim ki, Þeyh Abdülkâdir-i Geylânî'ye her zaman saygý ve hürmetini muhafaza edip, emirleri üzere hareket et. Hizmetinden ayrýlma!"

 

Babasý vefât edince, oðlu, Þeyh Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin yanýna geldi. Þeyh hazretleri, ona ikrâmda bulunarak hýrkasýný giydirdi. Sonra da öz kýzý ile onu evlendirdi. Artýk o, hep âlimlere mahsus bu elbiseyi giyerdi.

 

Abdurrahmân Tafsûncî'nin (r.aleyh) her sözü hikmetlerle doludur. Okuyup dinleyene feyz ve ilâhî bolluk verir. Buyurdu ki:

 

"Nefsinin ayýplarýný, kusurlarýný görmeyen kimse, azýp doðru yoldan ayrýlýr."

 

"Dünyâda haram, günah olan iþlerle meþgûl olan kimseler, herkesin yanýnda zelîl olur, aþaðýlanýr."

 

"Ýlimlerin en faydalýsý, kulluk vazîfesi ile ilgili hükümleri öðrenmektir. Ve yine ilimlerin en yükseði tevhîd ilmi olup, Allahü teâlânýn zâtýna ve sýfatlarýna âit bilgileri öðrenmektir."

 

"Dinde farz ve vâcib olan emirler yerine getirilince, tevâzu sâhibi olmakla berâber, kahramanlýk göstermenin bir zararý olmaz. Sünnet, nâfile olan bir amel ve taleb edilen bir ilim, kibir ile berâber hiçbir fayda vermez."

 

 

1) Kalâid-ül-Cevâhir; s.104

2) Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.146

3) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.56

4) Nefehât-ül-Üns; s.460

5) Ýslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.5, s.375

6) Nesâim-ül-Mehabbe; s.347.

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

ABDURRAHMÂN TÂGÎ (Tâhî)

 

On dokuzuncu yüzyýlýn büyük velîlerinden. Ýsmi Abdurrahmân olup Tâgî, Tâhî ve Nurþînî nisbeleriyle bilinir. Üstâd-ý A'zam ve Seydâ lakaplarýyla meþhûr olmuþtur. Babasý, Molla Mahmûd Efendi, annesi Seyyid Molla Muhammed Efendinin kýzý Meyâsin Hanýmdýr. 1831 (H.1247) senesinde Þirvân'da doðdu. 1886 (H.1304) senesinde Bitlis vilâyetine baðlý Güroymak (Nurþîn) ilçesinde vefât etti. Kabri Nurþîn'dedir.

 

Asîl ve temiz bir âileden gelen Abdurrahmân Tâgî'nin bulunduðu ev, halk arasýnda Sûfî evi olarak þöhret buldu. Çünkü, babasý Molla Mahmûd Efendi kemâlât, olgunluklar sâhibi, ilmiyle amel eden, Peygamber efendimizin yüce sünnetine uymakta titizlik gösteren sâlih biri idi. Önceleri Kâdiriyye yoluna girmiþti. Sonra Nakþibendiyye yoluna da baðlandý. Aslen hazret-i Hüseyin efendimizin soyundan gelen ve seyyide olan annesi Meyâsin Haným da sâliha bir kadýndý. Babasý Molla Mahmûd Efendinin erkek kardeþleri yoktu. Kâdiriyye yoluna mensûb kerâmeti ile meþhûr bir kýz kardeþi vardý.

 

Küçük yaþta tavrý ve hareketleri ile dikkat çeken Abdurrahmân Tâgî hakkýnda anne ve babasý; "Cenâb-ý Allah'ýn bize lutfettiði bu çocuk baþka çocuklara benzemez. Bunun maddî bakýmdan ziyâde mânevî yönden yetiþmesine ihtimâm göstermeliyiz!" diyerek îtinâ gösterdiler. Dedesi Molla Muhammed'in de en büyük arzûsu onun ilimde ve mâneviyatta yetiþmesiydi. Hattâ dedesi çocuðun omuzuna elini koyarak; "Bizim âilemizin ilmi, irsî olarak dededen oðula devâm eder. Halbuki benim oðullarýmdan hiçbirisi bendeki ilmi taleb etmedi. Ýlmime vâris, mirasçý olacak sen varsýn." derdi.

 

Âilesinin de teþvik ve desteðiyle küçük yaþta ilim öðrenmeye baþlayan Abdurrahmân Tâgî, Kur'ân-ý kerîm okumayý öðrendi. Anne terbiyesi ve yaratýlýþýndaki temizlik sebebiyle akranlarý arasýnda farkedilir oldu. Oyunla ve boþ iþlerle meþgûl olmuyor, hep faydalý iþlerle ve ilim öðrenmekle vakit geçiriyordu. Abdurrahmân Tâgî, çocukluðuyla ilgili olarak þöyle derdi:

 

"Annemin güzel terbiyesi yüzünden rûhlar âlemiyle iliþkim kesilmezdi. Allah'tan gâfil olmazdým. Çocuklarýn arasýnda kendimi devamlý kusurlu görürdüm."

 

Abdurrahmân Tâgî on yaþýna basýnca, annesi vefât etti. Annesinin vefâtýndan sonra babasý onun terbiyesine ve okutulmasýna önem verdi. Þâfiî fýkýh kitaplarýndan Ýmâm-ý Râfiî'nin Muharrer adlý eserini okudu. Arapça gramer ilmini öðrenip Hadâik-ud-Dekâik kitâbýna kadar babasýnýn yanýnda okudu. Daha sonra memleketinin meþhûr âlimlerinden Molla Abdüssamed'in yanýna gitti. O vefât edince büyük âlim Molla Ziyâüddîn Arvâsî'nin yanýna giderek ilim öðrendi. Ondan, Molla Câmî'ye kadar okudu. MollaZiyâüddîn'in sevgisine kavuþup ondan hiç ayrýlmadý. Molla Ziyâüddîn Arvâsî muhabbet ve yakýnlýkla ona yöneldi. Bir defâsýnda; "Muhabbete denk olacak hiçbir þey yoktur." buyurdu ve muhabbetin özelliklerini açýkladý, muhabbetin üstün olduðunu anlattý. Bu arada çevredeki diðer âlimlerden fýkýh, tefsîr, hadîs gibi dînî ilimleri tahsil etti. Bu ilimlerde yüksek ilim ve derece sâhibi oldu. Okuduðu hocalardan icâzet, diploma aldý. Sonra babasýna vakfedilen Ispahart'taki medresede ders vermeye ve talebe yetiþtirmeye baþladý. Gerek ilim öðrendiði, gerekse ilim öðrettiði medreselerde en fazla yakýnlýk duyduðu kimseler, dünyâya gönül vermeyenlerdi. Bu sebeple kendisi, dünyâya meyl etmeyen, Allahü teâlânýn rýzâsýna kavuþmayý asýl maksad kabûl eden bir zât idi. Medresede ders verdiði sýrada, bâzan talebelerini akan sularýn kýyýlarýna, çiçekli bahçelere ve güzel manzaralý tepelere götürerek orada ders verirdi. Dersleri esnasýnda Allahü teâlânýn varlýðýný ve birliðini gösteren tabîat hâdiselerini anlatýrdý. Bâzan ders verdiði kitapta çözümü zor meselelerle karþýlaþýnca kitabý kapatýr, talebelerinden ilâhî aþka dâir bir kasîde söylemelerini ister, sonra bu müþkillerin cevâbýný Allahü teâlâdan kendisine bildirmesini dilerdi.

 

Asýl gâyesi, cenâb-ý Hakk'ýn rýzâsýný kazanmaktý. Sevenlerinden birisine bu hususu þöyle anlattý:

 

"Bana yol gösteren bir mürþid-i kâmil, yol gösterici rehbere baðlý olduðum bir tarîkat, yol olmadýðý hâlde cenâb-ý Allah beni günahlardan koruyordu. Bir gece kötü bir yere gitmeye niyet ettim. Giderken çamurlu bir yerde ayaðým kaydý ve yere düþtüm. Eve dönüp elbisemi yýkamaya baþladým. Temizliðimi sabah olduðunda bitirebildim.

 

Kanâat sâhibi, gönlü tok bir kimse olan Abdurrahmân Tâgî dünyâ mal ve rütbelerine gönül vermezdi. Bu yüzden kendisine bulunduðu nâhiyenin müdürlüðü, kâdýlýðý ve müderrisliði verildiði hâlde bunlara iltifât etmedi. Çünkü o kendisini tasavvufta yükseltecek bir mânevî rehber arýyordu. Hacý Emin Þirvânî'ye baþvurarak Rufâîlik tarîkatýna girdi ve ona talebe oldu. Arkasýndan günlük zikir ve nâfile ibâdetlere yöneldi. Fakat bir müddet sonra Hacý Emin Þirvânî, Þeyh Abdurrahmân Talebânî tarafýndan reddedilince gidip Þeyh HamzaTelvî'ye talebe oldu. Bir müddet sonra Kâdiriyye tarîkatý mensûblarýndan Þeyh Abdülbârî Çarçâhî'ye talebe oldu. Þeyhi ona, oruç tutmak, az yemek, az uyumak ve sýk sýk mezarlýklarý ziyâret etmek gibi vazîfeler verdi. Bâzý geceler bir iki saat kabristânda kaldýðý zamanlar oldu. Hattâ Tâhî köyünün mezarlýðýnda açýk bir mezâr vardý. Bâzý geceler bu mezara girerek orada sabahlardý. Bu arada insanlardan, dünyâ zevklerinden uzaklaþýp soðudu. Hocasý ona bir gün ve bir gece boyunca yüz yetmiþ bin kere "Lâ ilâhe illallah" demesini emretti ve; "Kalbini ateþten bir taþ ve Lâ ilâhe illallah kelimesini de ateþli bir demir parçasý say. Kalbini bu yüce cümle ile muhabbet ve cezbe (Hakka tutulmaklýk) içinde döv. Böylece demir darbeleri altýnda kalan taþlarda görüldüðü gibi kalbinden kývýlcýmlar çýksýn." dedi. Bu tavsiyelere uyan Abdurrahmân Tâgî mânevî hallere kavuþtu.

 

Bu sýrada büyük evliyâ Seyyid Sýbgatullah Arvâsî hazretleri Külat'da oturuyor, insanlarýn dünyâ ve âhiret saâdetine kavuþmalarý için çalýþýyordu. Onun talebelerinden Süleymân Erbûsî arasýra Külat köyüne gidip geliyordu. Bir defâsýnda Külat köyünden döndüðü bir zamanda Abdurrahmân Tâgî, alaylý bir þekilde; "Külat'taki sûfîler nasýldýrlar? Ne yapýyorlar?" diye sordu. Süleymân Erbûsî Abdurrahmân Tâgî'ye; "Eðer falan dereyi geçsen öyle demezdin." diye cevap verdi. Süleymân Erbûsî'nin bu sözü Abdurrahmân Tâgî'ye çok tesir etti. O sýrada þeyhi tarafýndan halîfe olarak vazîfelendirilen ve birkaç talebesi de olan Abdurrahmân Tâgî talebelerinden birine; "Vallahi falanca kiþinin sözleri beni çok etkiledi.Külat'a gidiyorum." dedi. Mürîdlerinin bütün ýsrarlarý onu kararýndan döndürmedi. O gece boyunca içindeki arzu ve iþtiyâkla uyuyamadý. Seher vakti gelir gelmez Seyyid Sýbgatullah Arvâsî hazretlerinin talebesi Süleymân Erbûsî'nin evine gitti. Onu uyandýrarak; "Benimle birlikte Külat'a gelir misin?" dedi. Süleymân Erbûsî; "Gelirim." deyince ikisi birlikte seher vakti yola koyuldular. Süleymân Erbûsî'nin; "Eðer falan dereyi geçsen öyle demezdin." diye bahs ettiði yere geldiler. Fakat Abdurrahmân Tâgî o dereyi geçerken kalbinde acâib bir hâl hissetti. Nihâyet Külat'a ulaþtýlar. Kendisini Cennet bahçelerinden bir bahçede hissediyordu. Seyyid Sýbgatullah Arvâsî hazretleri onu talebeliðe kabûl ederek himâye ve tasarrufu altýna alýp kýsa bir müddet içinde yetiþtirdi. Tasavvuf yolunda yükselen Abdurrahmân Tâgî, dillerin ifâde edemeyeceði, ancak ehlinin anlayacaðý hâllere kavuþtu. O zaman, önceden elde ettiði ve kavuþtuðu hâllerin gafletten ve boþu boþuna ömür harcamaktan baþka bir þey olmadýðýný anladý.

 

Kýsa bir müddet içinde yüksek evliyâlýk derecesine ulaþan Abdurrahmân Tâgî bir gün sabah vakti hocasýnýn huzûruna giderek; "Efendim! Ben her þeyde Lafza-i Celâl'in (Allahü teâlânýn isminin) zikrini duyuyorum. Hattâ önümde yürüyen köpekten bile o zikri duydum." diyerek hâlini anlattý. Talebesinin, olgunluða erdiðini gören Seyyid Sýbgatullah Arvâsî ona Ispahart nâhiyesinde kâdýlýk yapmasýný emretti.

 

Hocasýnýn emri üzerine iki yýl müddetle Ispahart kâdýlýðý vazifesini yürüttü. Bu vazîfesi esnasýnda insanlara güzel ahlâký ve hoþ görüsüyle hizmet etti. Zaman zaman hocasýnýn yanýna gidip gelerek sohbetiyle þereflendi ve hasretini gidermeye çalýþtý.

 

Ýki sene sonra kâdýlýk vazîfesinden ayrýlarak dünyâdan tamamýyla uzaklaþýp, Sýbgatullah Arvâsî hazretlerinin hizmet ve sohbetlerine döndü. Çoðu geceler uyumaz, hocasýnýn odasýnýn penceresine bakan bir taþýn üzerinde oturur, yaz-kýþ, kar-yaðmur demez sabaha kadar o taþýn üzerinde beklerdi. Dokuz sene müddetle þeyhinin sohbetinde ve hizmetinde bulunduktan sonra evliyâlýktaki en olgun ve en yüksek dereceye ulaþtý. Sýbgatullah Arvâsî hazretleri ona icâzet vererek irþâdla, yâni Ýslâmiyetin emir ve yasaklarýný anlatmakla vazîfelendirdi.

 

Tasavvufta insanlarý yetiþtirmeye baþlamadan önce bütün arâzisini satarak Allahü teâlânýn rýzâsý için harcadý. Bu hususta; "Ýnsanlardan dünyâyý terk etmelerini isterken nefsimin dünyâ malý karþýsýndaki durumunu öðrenmek istedim. Gasv'ýn yâni Sýbgatullah Arvâsî hazretlerinin himmetiyle Allah'a tevekkülümün tamam olduðunu gördüm." dedi.

 

Ýrþâd için vazîfelendirildikten sonra talebesi Þeyh Fethullah-ý Verkânîsî'nin dedesi Þeyh Muhammed'in Verkânîs köyündeki türbesini ziyâret etti. Bu ziyâret esnâsýnda kendine; "Seydâ" adýyla anýlmasý iþâret edildi. Bundan sonra Seydâ ismiyle meþhûr oldu. Gittiði yerlerde insanlara Ýslâm dîninin emir ve yasaklarýný anlatmak sûretiyle, onlarýn dünyâ ve âhiret saâdetine kavuþmalarý için çalýþtý.

 

Bir ara hac ibâdetini îfâ etmek için Mekke-i mükerremeye gittti. Bu vazîfesini yaptýktan sonra sevgili Peygamberimizin kabr-i þerîfini ziyâret etmekle þereflendi. Medîne-i münevverede Ýmâm-ý Rabbânî hazretlerinin torunlarýndan Þeyh Muhammed Mazhar Efendiyle buluþup sohbette bulundu. Hacdan dönünce, hocasýnýn emriyle, Bitlis vilâyetine baðlý Nurþîn nâhiyesinde yerleþerek irþâd vazîfesine devâm etti.

 

Hocasýnýn vefâtýndan sonra insanlara Allahü teâlânýn dîninin emir ve yasaklarýný anlatmaya devâm etti. Gönül alýcý sohbetleriyle insanlarýn dünyâ ve âhiret saâdetine kavuþmalarý için çýrpýndý.

 

Zikirle ilgili olarak talebelerinin sorduðu bir suâl üzerine þöyle buyurdu:

 

"Bu Hâlidiye büyükleri sesli zikir yapmazlar, talebe kýbleye karþý edeple oturmalýdýr. Hâzýr bir kalb ile zikirde bulunmalýdýr. Çünkü zikir esnâsýnda kalbin hâzýr olmasý muhakkak lâzýmdýr. Zikirden maksad tevhid olup, Allahü teâlânýn birliðini hatýrlamak, dile getirmektir. Hattâ tesbih tanelerini bir eksik mi, fazla mý çektim diye takýlmamak gerekir. Çünkü tesbihleri söylemekten maksad hâldir. Bir eksik veya fazla olmuþ ne çýkar."

 

Abdurrahmân Tâgî hazretleri halka açýk olan sohbetlerinin birisinde buyurdu ki:

 

"Bir defâ keþif yoluyla elimde bir böcek gördüm. Baktým ki akreptir. Hemen yere attým. Yere düþtükten sonra baktýðýmda ayýya benzer bir hayvan onunla oynuyordu. Tekrar dikkatli baktým o hayvan domuz idi."

 

Talebelerinden biri ona;

 

"Efendim bu hayvan neye iþârettir?" diye sorunca;

 

"O domuz kýlýðýna sokulmuþ bir insandýr. Önceleri hocasýna ihlâsla baðlý iken, sonralarý onun büyüklüðünü inkâr eden kiþidir. Böyle kiþilerin âhirete îmânsýz gideceðinde bütün evliyâ ittifak etmiþlerdir. Sýbgatullah-i Arvâsî'nin zamânýnda zannederim ki münkirlerden yâni onu inkâr edenlerden îmânsýz gidenler oldu. Ýnkâr edenler ya câhillikten veya ilimden dolayý inkâr ederler. Câhillikten olan inkâr; zarar bakýmýndan, ilimden dolayý olan inkârdan daha azdýr. Ýnkârýn en zararlýsý velî bir zâtý hased etmekten dolayý olanýdýr."

 

Talebelerinden biri o akrebin ne olduðunu sordu.

 

"Ayný domuz olan kimsedir. Düþmanlýðýný açýktan yaptýðý için o þekilde göründü." buyurdu.

 

Olgun bir mürþidin, yol gösterici rehberin durumuyla ilgili olarak sorulan bir soruya da þöyle cevap verdi:

 

"Mürþid-i kâmil talebesinin her türlü hastalýðýný tedâvi eder. Yalnýz ihlâs ve muhabbet eksikliði ile bid'atlerin sebeb olduðu hastalýklar hâriç. Çünkü bu hastalýklar talebenin istikâmetini yolunu deðiþtirir. Talebe Sýrat-ý müstakîmden yâni doðru yoldan ayrýlýr. Fakat bunlarýn tedâvîsi mümkündür. Zinâ yapan zinânýn büyük günah olduðunu bilir sonra piþmanlýk duyar. Ýhlâs ve muhabbet eksikliði ve bid'at iþleme durumu olursa günah iþlediðini bilmez, piþman olmazlar. Demek ki ilacýn aslý, piþman olmak, nefsinin kusûrunu görmek ve hocasýna yalvarýp sýðýnmaya baðlýdýr. Ýnsan sûretini kaybedip hayvan sûretine girenlerin alâmeti, vâz ve nasîhatlerden istifâde etmeyip, iþlediði günahlara devâm etmesidir. Bu fakir (yâni Abdurrahmân Tâgî) velîyi inkâr etmenin îmâný tehlikeye soktuðunu bildiðim için, velî olduðunu söyleyen kiþiyi inkâr etmedim. Yalnýz hocamý inkâr edenlere karþý cephe alýrým. Münkirlik yapmadým fakat karþý çýkarým.

 

Kendisine dînini öðreten hocasýna "neden" ve "niçin" diyen talebe iflâh olmaz. Hocasýna îtirâz eden talebenin üzerine feyz kapýlarý kapanýr. Talebe hocasýný kontrol edip ona îtirâz edemez.

 

Sâdýk bir talebe hocasýnýn bütün fiillerini teslimiyet ile karþýlar. Bâzý kitaplarda þöyle nakledildi: Abdülhâlýk Goncdüvânî hazretleri zamânýnda yaðmur yüklü bulutlara hükmeden bir ebdâl, büyük velî vardý. Bu zât Allahü teâlâya duâ ederek bulutlardan çok ihtiyaç duyulan beldelere yaðmur yaðdýrmasýný diledi. Lâkin yaðmur yaðmadý. Bulutlar yaðmuru sarp bir beldeye sürükledi ve oraya çok yaðmur yaðdý. Bu hâdise üzerine Ebdâl olan zât; "Yâ Rabbî! Neden ihtiyaç duyulan yere yaðmur vermedin de, baþka yere yaðdýrdýn?" gibi îtiraz yollu söylendi. Bunun üzerine cenâb-ý Hak tarafýndan ebdâlliði alýndý. Köpek kýlýðýnda ve baygýn hâlde yere düþtü. Bu hâli fark eden talebelerden birisi Abdülhâlýk Goncdüvânî hazretlerine gelip duâ istedi. Abdülhâlýk Goncdüvânî hazretleri duâ etti. Duâsý kabûl oldu. Sonra bu zâta eski makâm ve mevkii Allahü teâlâ tarafýndan, yeniden verildi."

 

Abdurrahmân Tâgî hazretleri güzel amelleri teþvik etmek için bir sohbetinde þöyle buyurdu:

 

"Farz namazlarýnýzý vaktinde ve cemâatle kýlýnýz. Sünnetleri terk etmeyiniz. Akþam namazýndan sonra kalbinizi hocanýza baðlayýnýz. Bu esnâda gaflette olursanýz, baðý kuramazsýnýz. Bilhassa sabah namazlarýndan sonraki güzel amellerinizi terk etmeyin.

 

Bu Sýddîkiyye yâni Hâlidiyye yolunda halvete girmek yoktur. Halvette þöhret vardýr. Þöhret ise âfettir. Bu yolun gâye ve maksadý tâlebeye nefsi terk ettirmektir. Halvette yapýlan zikirde, kiþide benlik duygusu galebe çalabilir. Yatsýdan sonra lambalarý söndürün ve konuþmayýn veya amellerinizle meþgul olun. Sýddîkiye yolundaki kiþiler dünyâ zengini olanlara karþý muhtâc olmadýklarýný göstermek için, vakarlý davranarak, muhtâc olmadýklarýný göstermelidirler. Buna karþýlýk, kendilerine muhtâc olan ihtiyaç sâhiplerine karþý mütevâzî davranýp kendisini onlardan aþaðý göstermelidir."

 

Abdurrahmân Tâgî, birçok talebe yetiþtirdi. Halîfelerinin en meþhûrlarý þunlardýr: Fethullah Verkânîsî, Abdurrahmân Nurþînî, Molla Reþid Nurþînî, Allâme Molla Halil Siirdî'nin torunu Abdülkahhâr, Abdülkâdir Hizânî, Seyyid Ýbrâhim Es'irdî, Abdülhakîm Fersâfî, Ýbrâhim Ninkî, Tâhir Âbirî, Abdülhâdî, Abdullah Hurûsî, Ýbrâhim Çuhrûþî (Çukrûþî), Halil Çuhrûþî, Ahmed Taþkesânî, Muhammed Sâmî Erzincânî, Abdullah Subaþý, Halife Mustafa Bitlisî, Hacý Süleymân Bitlisî, Hacý Yûsuf Bitlisî, Hacý Yûsuf Köþkî'dir.

 

Bunlardan Fethullah Verkânîsî'nin halîfesi Muhammed Ziyâüddîn Nurþînî, Abdurrahmân Tâgî'nin oðludur. Abdurrahmân Tâgî'nin sözlerini halîfelerinden Ýbrâhim Çukrûþî toplayarak Ýþârât ismini vermiþtir. Bu kitap çok kýymetlidir. Abdurrahmân Tâgî'nin oðlu Muhammed Ziyâüddîn Nurþînî Adýyamanlý Abdülhakîm Hüseynî Efendinin hocasýdýr.

 

Yüksek hâl ve kerâmetler sâhibi olan Abdurrahmân Tâgî vefâtýna yakýn buyurdu ki:

 

"Bana Hac mevsiminde Mina'da olduðum gösterildi. Hacca gelenler bütün velîlerin rûhlarýymýþ. Bu rûhlar benim için Allahü teâlâdan af ve maðfiret dilediler. Allahü teâlânýn beni affettiðini ümid ediyorum.

 

Anadolu'da yetiþen evliyânýn büyüklerinden olan Abdurrahmân Tâgî hazretleri bir gün talebelerinden birine bir hizmeti yapmasýný emretti. Fakat talebesinde bu iþe karþý bir isteksizlik meydana geldi. "Bu hizmeti baþka bir sûfî yapsa onun için daha iyi olur. Bu iþ bana aðýr geliyor." diye kendi kendine söylendi. Bu durumun farkýna varan Abdurrahmân Tâgî talebesine þöyle buyurdu:

 

"Ýnsanoðlu daraldýðý zaman bir iþi yapmasý, yapmamasýndan daha zor olur. Ama kendisine zor gelen bir iþi baþkasýna teklif etmesi kolay gelir. Halbuki insan, o iþten gelen hayrýn baþkasý için deðil kendisi için olduðunu bilmez. Buna karþýlýk zevkli bir iþ olunca insan o iþi yapmayý, yapmamaya göre daha kolay bulur. Fakat bu defâ kendine deðil de arkadaþýna o iþi yapmamayý tavsiye etmek kolayýna gelir. Oysa o iþi yapmamanýn zararý arkadaþýnýn deðil kendisinindir, bunu bilmez."

 

Ýnsanlara Allah rýzâsý için iyiliði emr ederek ve kötülüklerden sakýndýrarak tasavvuf yolunda ilerlemelerine çalýþan Abdurrahmân Tâgî, on sekiz yýl kaldýðý ve irþâd vazîfesinde bulunduðu Nurþîn beldesinin insanlarýný dâvet etmekten bir an geri kalmadý. Vefât etmeden önce aðýr bir hastalýða yakalandý. Buna raðmen hiç bir sünnet namazýný dahi ihmâl etmeyip, hepsini ayakta kýldý. Gece ibâdetini aslâ býrakmadý. Halbuki bu sýrada ancak dört yanýna yastýk dayayarak oturabiliyor, oturamayýnca sýrtýný duvara dayýyordu. Bu durumu kendisine hatýrlatýlarak; "Siz hastasýnýz bu þekilde ibâdet yapamazsýnýz." diyenlere aldýrýþ etmiyor, hattâ bu þekilde konuþmalarýný istemiyordu.

 

Hastalýðý sýrasýnda kendisini ziyâret için gelen talebelerine þu edeplere uymalarýný tavsiye etti: "Ziyâretime gelenler, tam bir edep ve huzûr içinde yanýma girsinler. Çünkü evliyânýn rûhlarý devamlý olarak odamda bulunuyor. Edebe aykýrý yapýlan bir davranýþ, yapan kimseyi zarara uðratacaðý gibi, kendimin de o davranýþtan zarar göreceðinden çekiniyorum. Yanýma girdiðinizde kalbleriniz bir, niyetleriniz ayný olsun. Çünkü hastalýðým sýrasýnda deðiþik arzularýnýzýn bana yansýmasýndan rahatsýz oluyorum."

 

Abdurrahmân Tâgî hazretleri vefât etmeden önceki son gecenin seher vaktinde Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) açýkça kendisine görünerek bal yemeyi ve þerbet içmeyi emrettiðini söyledi.

 

Bu sözlerinden sonra kendisine; "Aklýnýzdan yolculuk geçiyor mu?" diye sorulunca; "Evet geçiyor. Eðer aklýmdan yolculuk geçmeseydi, Peygamber efendimiz açýk bir þekilde bana görünmezdi." buyurdu.

 

O günün ikindi vakti sýralarýnda yanýna gelen zevcesi Seyyide Kadriye Hanýmýn eteðinden tutarak þu beyti okudu:

 

Kâbe hareminin harîmine vâsýl olamazsýn

Eðer evlâd-ý Alî'nin eteðine yapýþmazsan.

 

Bu beyti þefâat dilemesi gâyesiyle okuduðu mübârek yüzündeki ifâdeden açýkça anlaþýlýyordu.

 

Abdurrahmân Tâgî hazretleri son hastalýðý sýrasýnda, aðýr hastalýðýna raðmen âilesine ve yakýnlarýna:

 

"Allahü teâlâyý ve O'nun Resûlünü sevmeyi, Ýslâmiyetin emirlerine sýkýca baðlanmayý, yasaklarýndan þiddetle kaçýnmayý ve þeyh Fethullah Verkânîsî'ye itâat etmeyi ve ona tâbi olmayý ihmâl etmeyin." buyurarak, yerine Þeyh Fethullah Verkânîsî'yi halîfe býraktýðýný bildirdi.

 

Son zamanlarýnda çevresindekilere ve baðlýlarýna þefkatle muâmele etti. Onlara rahmet nazarýyla baktý. Evlatlarýna ise fazla iltifât göstermedi. Oðlu Molla Muhammed Ziyâüddîn'e þöyle buyurdu: "Oðlum, Þeyh Fethullah senin hakkýnda benden daha hayýrlýdýr. Çünkü ben seni baþkalarýndan ayýrmam, ama o seni diðerlerinden üstün tutar."

 

Bir ara kendisinden geçti. Kendine geldikten sonra; "Ýki meleðin rûhumu almaya geldiklerini gördüm. Onlara;"Sizin rûhumu almanýza râzý deðilim. Ben çok sayýda âlime hizmet ettiðim için rûhumu âlimlere mahsûs meleklerin almasýný istiyorum." dedim. Bir müddet sonra benim rûhumu almaya gelen meleklere Allahü teâlânýn; "Onun rûhunu benim dostlarýmýn rûhunu alan alsýn." buyurduðunu duydum. Bu emri duyunca; "O çabuk gelsin." dedim." buyurdu.

 

Daha sonra talebelerinden Molla Abdülkahhâr'a dönerek; "Güzel sesinle üzerime Kur'ân-ý kerîm oku." buyurdu. Talebeleri baþýndan ayrýlmayýp Kur'ân-ý kerîm okudular.

 

Gece yarýsýna doðru çok sevdiði bir âile ferdini çaðýrdý. Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem vefât etmek üzere iken hazret-i Âiþe'ye çok yakýnlýk gösterdiðini, hattâ baþýný onun göðsü ve çenesi arasýna dayanarak öyle vefât ettiðini bildiði için son anlarýný ayný þekilde geçirmek istedi. Vücûdunu âilesinin koluna dayadý, elini eline koydu. Bir süre sonra elini çekerek sað göðsünün altýna gelecek þekilde tuttu. 1886 (H.1304) senesi Aralýk ayýnýn yirmisine rastlayan Perþembe günü kuþluk vaktine doðru saat dokuz civârýnda vefât etti. Talebeleri ve sevenlerinden meydana gelen kalabalýk bir cemâat tarafýndan cenâze namazý kýlýndýktan sonra Nurþîn'de defnedildi. Kabri Bitlis vilâyetine baðlý Nurþîn nâhiyesinde olup ziyâret edilmektedir.

 

HAYATTAKÝ GÝBÝ!..

 

Abdurrahmân bin Yûsuf Rûmî'nin vefâtýndan sonra, sevdiklerinden birisi þöyle anlatmýþtýr:

 

Bir gece, rüyâmda Abdurrahmân Rûmî'yi gördüm. Bana; "Bursa'da Seyyid Neccârî'nin evinde misâfir var. Beni ziyâret etmek istiyor. Gidip onu al ve kabrime getir." dedi. Sabah olunca derhâl oraya gidip misâfiri buldum. Bir arzusunun olup olmadýðýný sordum. "Abdurrahmân Rûmî'nin kabrini ziyâret etmek istiyorum." dedi. Onu alýp Abdurrahmân Rûmî'nin kabrine götürdüm. Biraz sonra onun yalnýz kalmak istediðini sezip, oradaki bir mescide girdim ve bekledim. Çok geçmeden, o ziyâretçi ile Abdurrahmân Rûmî'nin konuþmalarý kulaðýma geldi. Aynen hayattaki gibi konuþuyordu. Konuþmasý bitince mescidden çýktým. Kabrin yanýna geldiðimde kimseyi bulamadým.

 

YOLUMUZ SOHBET YOLUDUR

 

Abdurrahmân Tâgî hazretleri bir sohbetinde, sohbetin fazîleti ile ilgili olarak, buyurdu ki:

 

Yolumuz sohbet yoludur. Ýnsanlara hayret ediyorum niçin sohbeti istemezler, niçin sohbet meclisine katýlmazlar, niçin Allah adamlarýnýn yanýnda bulunmazlar? Halbuki sohbet ehlinin ev sâhibi Allahü teâlâ, teþrîfâtçýsý hazret-i Ali, sâkîsi yâni su daðýtaný Hýzýr aleyhisselâmdýr. Þâyet sohbet etmek için yedi kiþi bir araya gelse, yüksek makamlara eriþirler ki, Aralarýnda bir Allah dostunun varlýðý umulur.

 

Cehrî, açýktan Kur'ân-ý kerîm okumak ve sohbet evlerden zulmeti giderir. Onun için sohbet olunan evin sâhibi bildiði sûreleri açýk olarak okusun.

 

Sohbet peþinde koþmayý severim. Nerede sohbet ehli varsa oraya gitmek isterim. Mümkün mertebe hiç bir derviþin sohbetini kaçýrmak istemem."

 

1) Ýþâretler (Ýbrâhim Çukruþî)

2) El-Minah (Halid Ölehî)

3) Eshâb-ý Kirâm

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

ABDÜLAZÎZ BEKKÝNE

 

Gümüþhâneli Ahmed Ziyâüddîn Efendinin halîfelerinden Mustafa Feyzî Efendinin talebesi. Adý, Abdülazîz, soyadý Bekkine'dir. Babasý Kazanlý tüccar Hâlis Efendidir. 1895 (H. 1313) senesinde Ýstanbul'da doðdu. 1952 (H.1372) senesinde Ýstanbul'da vefât etti. Kabri Edirnekapý Sakýzaðacý kabristanýndadýr.

 

Babasý zengin bir tüccar olan Abdülazîz Bekkine Ýstanbul Mercan'daki evlerinde doðdu. Henüz okula gitmeden Kaptan Paþa Câmii Ýmâmý Halil Efendiden Kur'ân-ý kerîm okumayý öðrendi, Arapça ve din dersleri aldý. Daha sonra Dârüttedrîs'e devam ederek bu mektebi bitirdi. Bir müddet babasýnýn yanýnda çalýþtýktan sonra, 1910'da âilesi ile birlikte Kazan'a gitti. Aslen Kazanlý olduklarýndan orada binâ ve arâzileri vardý. Otuz odalý olan evlerinin, çoðu odalarýnda ilim tahsîl eden talebeler barýnýrdý. Abdülazîz Efendi bir müddet Kazan'da kaldý. Sonra Buhârâ'ya geçerek orada beþ yýl müddetle ilim tahsîl etti. Babasýnýn vefâtý üzerine memleketine dönüp, kardeþlerini de alarak 1921'de Ýstanbul'a geldi. Ýki anneden, on ikisi kýz olmak üzere on altý kardeþtiler. Erkek kardeþleriyle birlikte Asmaaltýnda bir dükkan açýp kýsa bir müddet çalýþtýrdý. Sonra dükkaný kapatýp Çarþýkapý'daki Bâyezîd Medresesine devâm etti. Bu medreseden mezûn olduktan sonra ilk olarak Beykoz'da, daha sonra da Aksaray'da bir câmide imâm olarak vazîfe aldý. Sonra sýrasýyla, Yazýcý Baba,Kefeli ve Zeyrek Çivicizâde, Ümmü Gülsüm câmilerinde Ýmâm-Hatip olarak vazîfe yaptý. Zeyrek'teki bu vazîfesi on üç sene kadar sürdü.

 

Abdülazîz Bekkine Kazan'dan döndükten sonra medrese arkadaþý Mehmed Zâhid Efendi vâsýtasýyla Tekirdaðlý MustafaFeyzî Efendi ile tanýþtý ve sohbetlerine devâm etti. Yirmi yedi yaþýndayken 1922'de mânevî ilimlerde irþâd selâhiyeti mertebesine ulaþtý. Râmûz el-Ehâdis kitabýný okutma icâzeti aldý. Bütün hayatý boyuncaÝslâmiyeti öðrenmek ve öðretmekle meþgûl oldu. pek çok talebe yetiþtirdi. Sohbetleri tatlý bir hava içinde geçerdi. Konuþmalarý kýsa, mânâlý ve özlü idi. Bir gece, sohbetinde talebelerine dedi ki:

 

"Bir gün gelir danýþacak hocalarýnýz da bulunmaz. Öyle bir günde seçeceðiniz insanda arayacaðýnýz vasýf nedir?"

 

Orada bulunanlar deðiþik þeyler söylediler. Fakat bu cevaplarý yeterli bulmayan Abdülazîz Bekkine þöyle söyledi:

 

"O kimsenin sabrýný kontrol edersiniz. Ýnsanlarda riyânýn karýþamýyacaðý, anlaþýlabilir tek vasýf sabýrdýr. Sabýr musîbet geldiði an (ilk anda) hiç þikâyet edilmeden sîneye çekebilme hâlidir. Þâyet o kimse ilk anda feverân eder de sonra sîneye çekerse, ona sabýrlý deðil tahammüllü insan denir."

 

Bir sohbetinde de þöyle dedi:

 

"Müminin dünyâya bakýþý öyledir ki, dünyâdaki zevk ve sefâya bakar, arkasýnda Cehennem'i görür. Meþakkate, hizmete bakar, arkasýnda Cennet'i görür. Yâni müminin nazarý dünyâya takýlmaz."

 

Abdülazîz Bekkine iki defâ hacca gitti. Ýkinci gidiþinde hacdan döndükten sonra rahatsýzlandý. Yakalandýðý rahatsýzlýktan kurtulamýyarak 57 yaþýnda 2 Kasým 1952 (H.1372) senesinde Ýstanbul'da vefât etti. Edirnekapý Sakýzaðacý kabristanýnda defnedildi.

 

Abdülazîz Bekkine zekî bir kimse idi. Hangi meslekten, tahsîl ve kademeden olursa olsun sohbetinde bulunan herkes, zekâ ve ilmine hayran kalýrdý. Hoþ sohbet olup, meclisinde bulunanlar ondan ayrýlmak istemezlerdi. Sohbetleri umûmiyetle sualli-cevaplý geçerdi. Sohbetlerinde zaman da mevzubahs deðildi. Umûmiyetle yatsý namazýndan sonra oturulur, bâzan sabaha kadar devâm edilirdi.

 

Buyurdular ki:

 

"Bu iþin (âhiret yolculuðunun) mihveri Allah'ýn muhabbetidir."

 

"Seni Mevlâdan alýkoydu ise, dünyâ bir çöp de olsa dünyâdýr."

 

"Peki, demesini öðrenmek lâzýmdýr."

 

"Ýslâmiyet baþtanbaþa mes'ûliyet ve mükellefiyettir. Ondan kaçamayýz."

 

"Tâlib baþkasýnýn yükünü yüklenip, kimseye yük olmayan kimsedir."

 

1) Râmûz-ül-Ehâdîs Mukaddimesi

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

ABDÜLAZÎZ DEBBAÐ

 

Fas'ta yaþayan evliyânýn büyüklerinden. Ýsmi Abdülazîz bin Mes'ûd Debbað'dýr. Soyu hazret-i Ali efendimize dayanmakta olup hem þerîf, hem de seyyiddir. 1679 (H.1090) senesinde Fas'ta doðdu. 1720 (H.1132) senesinde doðduðu yerde vefat etti.

 

Babasý Mes'ûd ed-Debbað, âlim bir zat olup, büyük velî Seyyid el-Arabî el-Feþtalî hazretlerinin yanýnda yetiþti. Hocasýnýn Farîha isimli yeðeni ile evlendi. Abdülazîz Debbað doðduktan kýsa bir süre sonra Seyyid el-Arabî hazretleri vefâtýndan önce annesi ve babasýný yanýna çaðýrarak, bir fes ve bir çift postalýný Abdülazîz Debbað'a verilmek üzere emanet etti. Abdülazîz hazretleri büyüyüp, oruç tutacak yaþa gelince, annesi ona; "Oðlum! Seyyid el-Arabî el-Feþtalî hazretleri bu emanetleri sana vermemi vasiyet etti." dedi. Annesinden emânetleri alan Abdülazîz Debbað'ýn kalbinde Allahü teâlânýn aþký ve sevgisi arttý. Nerede bir evliyâ olduðunu duysa yanýna gidip, sohbetlerinde bulunmaya baþladý. Fakat istediðine tam mânâsýyla kavuþamýyordu. Bir süre sonra Seyyid Ahmed bin Abdullah'ýn sohbetlerine devam etti ve aradýðýný bu zâtýn huzurunda buldu. Kýsa sürede tasavvuf yolunda kemâle erdi. Hocasýnýn vefâtý üzerine, halîfesi olarak yerine geçti ve talebe yetiþtirip insanlara doðru yolu göstermeye baþladý.

 

Bir gün talebelerinden Ahmed bin Mübârek, Sultan Nasrullah'ýn, derhal Meknâse'ye gidip Riyad Câmiinde imâm olmasýný bildiren mektubunu aldý. Talebe bu göreve lâyýk olmadýðýný ve hocasýndan ayrýlmanýn aðýr geleceðini düþünerek çok üzüldü. Abdülazîz Debbað durumdan haberdâr olunca; "Korkma! Zîrâ sen Meknâse'ye gidecek olursan, biz de seninle beraber geliriz. Fakat sen hiç üzülme sana bir zarar gelmeyecek ve sen o câmiye imâm olmayacaksýn." dedi. Talebe yola çýktý. Meknâse'ye vardýðýnda imâmlýk vazîfesinin baþkasýna verildiðini öðrendi. Hemen evine döndü. Durumu öðrenen kayýnpederi Muhammed bin Ömer þöyle bir mektup yazdý:

 

"Meknâse'ye geldiðin halde sultanla görüþmeden ayrýldýn. Senin dönmenden sonra baþýmýza gelecekleri bilmezsin. Bana soracak olursan hemen Meknâse'ye gelip sultanla görüþ ve verilen vazîfeye baþla!"

 

Ahmed bin Mübârek hemen mektubu hocasýna götürüp okudu. Abdülazîz Debbað; "Sen evine git otur, hiç bir fenalýk gelmez. Sana sultanýn bir zararý dokunmaz." buyurdu ve bir süre sonra mesele kapandý.

 

Abdülazîz Debbað bâzý talebeleri ile sohbet ederken Ahmed bin Mübarek'e dönerek evini anlattýktan sonra; "Neden atýný falan yere baðlýyorsun? Oraya sâlih bir zât defnedilmiþtir. Kabri tam atýnýn ayaðýnýn altýnda bulunuyor." dedi. Halbuki oralarda bir kabir izi yoktu ve oraya yakýn bir kabristânlýk da yoktu. Abdülazîz Debbað tekrar; "Senin avlunda yedi kabir bulunuyor. Fakat sen sadece atýnýn ayaklarý hizasýnda bulunan zâtýn kabrine dikkat et. Atýný oradan uzaklaþtýr, ona saygýlý ol! Mümkünse kabirle at arasýna bir duvar çek." buyurdu. O sýrada meclisteki talebelerinden biri; "Efendim o zât kimdir?" diye sorunca; "Arabdýr. Tilmsan'a yakýn bir yerde bulunan el-Lesbaðat kabîlesindendir. Bu kabîle onu sâdece bir talebe bilir. Bir velî olduðunu bilip tanýmazlar. Vefat edince bahsettiðim o yere defnettiler." dedikten sonra Ahmed bin Mübârek'e dönerek; "Ýstersen bahsettiðim o yeri kaz. Onun bedenine rastlarsýn." dedi. O da gidip hocasýnýn dediði yeri kazarak, o zatýn mübârek bedenini buldu. Oraya hemen bir kabir yaptýrdý. Tekrar hocasýnýn yanýna gittiðinde þöyle sordu:

 

"Efendim! Bizim avluda bulunan diðer kabirleri deðil de, neden sâdece atýn ayaklarýnýn hizasýndaki kabir üzerinde durdunuz ve onun ortaya çýkmasýný istediniz?" Abdülazîz Debbað bu suale þöyle cevap verdi:

 

"Çünkü bu zât, Allahü teâlânýn velî kullarýndandýr. Rûhu serbest ve hareket hâlindedir. Diðerleri ise berzah âleminde bekliyorlar. Oradaki ölülerin vefâtýndan bu yana üç yüz yýla yakýn zaman geçmiþ bulunuyor."

 

Abdülazîz Debbað sýk sýk talebeleri ile açýk havada dolaþýr, bu sýrada onlarla sohbet ederdi. Yine bir gün böyle temiz havalý bir yerde talebeleri ile sohbet ederken birisi yanlarýna geldi ve; "Efendim! Kardeþim, sultanýn oðlu Abdülmelik ile beraber ortadan kayboldu. Ondan bir haber bekliyoruz. Kendisini sevdiðim bir zât, kardeþimin sað olduðunu söyledi. Siz bu hususta ne dersiniz?" diye sorunca Abdülazîz Debbað hazretleri hiç bir þey söylemedi. Gelen kiþi ýsrâr edince; "Sen muhakkak benden haber almak istiyorsan, sýhhatli haber al. Allahü teâlâ Hacý Abdülkerîm'e rahmet eylesin. O hem garib, hem de gâibdir. Onun cenâze namazýný kýlan sana haber verecektir. Sultanýn oðlu onu öldürmüþtür." dedi. Birkaç gün sonra Abdülazîz Debbað'ýn verdiði haberin ayný geldi.

 

Devlet ileri gelenleri sýk sýk Abdülazîz Debbað'dan vazîfelerinin devâmý için yardým ve duâlarýný isterlerdi. Sultan Nasrullah vâli ve hâkimlerin bir kýsmýný görevden aldý. Onlardan birisi görevine tekrar dönmek istiyordu. Her zamanki gibi Abdülazîz Debbað hazretlerinden yardým isteyince, yardým etti. Sultan o kiþiyi tekrar vâli yaptý. Bir süre sonra Abdülazîz Debbað, vâliye haber göndererek iyilik etmesini ve vergileri ödemede kolaylýk göstermesini ricâ etti. Fakat makâmýn verdiði gurûra kapýlan vâli bu ricâyý kabul etmedi ve cezâ olarak görevden alýndý.

 

Talebelerinden biri Abdülazîz Debbað'ý ziyâret için bir gün yola çýktý. Yolculuðunu katýr ile yapýyordu. Tehlikeli bir yere gelince, bineðinden inip o yeri yaya olarak geçti. Tekrar bineceði sýrada hayvan kaçtý ve yakalamasý mümkün olmadý. Ne yapacaðýný þaþýrdý. O anda hocasý hatýrýna geldi ve ondan yardým umarak; "Ey hocam Abdülazîz Debbað!" dedi. Bu sýrada Allahü teâlâ bâzý insanlarý ona yardýmcý olarak gönderdi. Onlarla beraber hayvaný yakalayýp, hocasýnýn huzûruna geldi. Abdülazîz Debbað onu görünce gülerek; "Falan yerde Þeyh Abdülazîz'i ne yapacaktýn? Senin yanýnda olsaydý herhalde sana yardýmda bulunurdu." dedi. Talebe büyük bir edeple; "Ey Efendim! Þahsen bulunmanýzla rûhen bulunmanýz arasýnda, sizin için hiçbir fark yoktur ve ikisi de mümkündür." dedi.

 

Sohbetlerinde talebelerine þöyle buyururdu:

 

"Kulun düþüncesi Allahü teâlâdan baþkasýna doðru yönelince Allahü teâlâdan uzaklaþmýþ olur."

 

"Ýnsanlar, varlýk âleminin efendisi Muhammed aleyhisselâmý tanýmadýkça, ilâhî mârifete kavuþamaz. Hocasýný bilmedikçe, varlýk âleminin efendisini tanýmaz. Kendi nazarýnda insanlarý ölü gibi kabûl etmedikçe, hocasýný bilemez."

 

"Firdevs Cennetinde, bu dünyâda iþitilen veya iþitilmeyen bütün nîmetler mevcuttur. Cennetin ýrmaklarý, Firdevs Cennetinden kaynayýp çýkar. Bir ýrmaktan su, bal, süt ve þarab olmak üzere dört türlü meþrûbât akar. Nasýl gökkuþaðýndaki renkler birbirine karýþmadan durursa bu dört meþrûbât da birbirine karýþmadan akar. Bu ýrmaklar müminin isteðine göre akar. Hangisini isterse o akar ve onu içer. Bütün bunlar, Allahü teâlânýn irâdesiyle olmaktadýr."

 

ARSLANIN DA ÞEREFÝ VAR

 

Bir grup talebesi bir yere gitmek için yola çýktýlar. Yanlarýnda eþkýyâ saldýrýsýna karþý koyacak hiç bir þey yoktu. Geceyi tenha ve korkunç bir yerde geçirdiklerinden, içlerinden iki kiþi uyumadý. Bunlar yakýnlarýnda bir arslanýn dolaþtýðýný fark ettiler. Biri diðerine; "Kimseyi uyandýrma sonra paniðe kapýlabilirler." dedi. Sabah olunca yakýnlarýnda ölü bir tavþana rastladýlar ve yollarýna devam ettiler. Ýþlerini görüp geri dönerken konakladýklarý yerde, bir kiþi uyumayýp arkadaþlarýný bekledi. Hocalarý Abdülazîz Debbað'ýn huzuruna geldiklerinde uyumayan talebe; "Efendim! Müsâde ederseniz biraz uyumak istiyorum. Çünkü dün gece hiç uyumadým." dedi. Abdülazîz Debbað; "Niçin uyumadýn?" diye sorunca; "Arkadaþlarýmý korumak için." diye cevap verdi. Bunun üzerine; "Senin gece uyumayýp arkadaþlarýný beklemen bir fayda saðlamaz. Siz giderken falan gece yol kesiciler sizin yanýnýza geldiðinde arslaný ve sizi koruyaný hatýrlýyor musun?" dedi. Talebe; "O gece ne oldu?" diye sual edince:

 

O gece falan yere vardýðýnýzda üç kiþi gelip size katýldý. Daha sonra sizden ayrýlýnca oradan gelip geçeni gözleyen dört kiþi ile buluþtular. Ve sizin konakladýðýnýz yeri onlara haber verdiler. Siz uyuduktan sonra sizi soymak için yaklaþtýklarý sýrada etrafýnýzda bir arslanýn dolaþtýðýný görünce çok þaþýrdýlar. Kendi kendilerine; "Arslaný öldürürsek bunlar uyanýr, soygun yapmaya kalkýþýrsak arslan engel olur." dedikten sonra bir çýkar yol bulamayarak baþka bir kervaný soymaya gittiler.

 

Orada da bir þey bulamayýnca tekrar sizin yanýnýza geldiler. Arslan önlerine tekrar çýkýnca, aralarýnda þöyle konuþtular: "Bunlar nasýl insanlardýr ki hangi yönden yaklaþmaya çalýþtýysak orada bir arslan çýktý." Bunun iç yüzünü öðrenmek istedilerse de Allahü teâlâ onlarýn kalblerini mühürledi, dedi.

 

Talebe; "Yolda rastladýðým ölü tavþan neydi?" diye sorunca, Abdülazîz Debbað; "Arslanýn bir onuru vardýr. Bir insanýn yüzüne sinek konsa nasýl eliyle kovalarsa, arslan da sizi korurken, bir tavþan gelip önünde durdu. Sen ise onu görmedin. Arslan bir pençe vurarak öldürdü." buyurdu.

 

1) Kitâb-ül-Ýbrîz (Ahmed bin Mübârek, Kâhire, 1278)

2) Câmiu Kerâmât-il-Evliya; c.2, s.173

3) Ýslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.16, s.256

4) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.5, s.262

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

ABDÜLAZÎZ DÎRÎNÎ

 

Mýsýr evliyâsýndan. Ýsmi Abdülazîz, babasýnýn adý Ahmed'dir. Künyesi Ebû Muhammed, lakabý Ýzzeddîn'dir. 1216 (H.613) yýlýnda doðdu. 1295 (H.694) senesinde Kahire'de vefât etti. Kabri Kahire'dedir.

 

Küçük yaþta ilim tahsiline baþlayan Abdülazîz Dîrînî, zamânýndaki âlimlerden ilim öðrendi. Ebü'l-Feth bin Ebi'l-Ganîm Rasânî'nin sohbetinde bulundu ve Þeyh Ýzzeddîn'den tasavvuf ilmini öðrendi. Tasavvuf yolunda yüksek mertebelere kavuþtu. Abdülazîz Dîrînî dünyâya düþkün olmayan ve birçok kerâmeti görülen, edebiyât, kelâm ve Þâfiî mezhebi fýkhý âlimiydi.

 

Mýsýr'da er-Rîf denilen yerde otururdu. Bâzý günler buradan ayrýlýp, civar bölgeleri dolaþýrdý. Oralardaki insanlar, ondan, müþkillerinin çözülmesi için duâ etmesini isterlerdi. Kendisini görme imkâný bulamayanlar, meselelerini mektupla sorup cevap alýrlardý. Kuvvetli îmân ve güzel ahlâk sâhibi idi. Herkese güler yüz, tatlý dil gösterirdi. Kimseyi kýrmazdý. Bir gün bir yere giderken, onu tanýmayan kimseler yanýna gelip, "Kelime-i þehâdeti söyle bakalým." dediler. O da peki deyip, okudu. Sonra onlar; "Þimdi kadýya gidelim. Onun huzûrunda yeni müslüman olanlarýn yaptýðý gibi, sen de oku." dediler. Orada bulunan büyük küçük herkes berâberce kadýya gittiler. Kadý hemen Abdülazîz ed-Dîrînî'yi tanýdý ve; "Efendim, bu ne hâl? Bunlar kim?" dedi. O da; "Bilmiyorum. Bunlar beni ne zannetti iseler, Kelime-i þehâdeti okumamý istediler ve buraya getirdiler. Ben de onlarý kýrmayýp geldim." dedi.

 

Abdülazîz ed-Dîrînî; Ali Müleyhî ismindeki zâtý çok sever ve sýk sýk ziyâretine giderdi. Ziyâretlerinden birinde, Ali Müleyhî ikrâm olarak bir piliç piþirip getirdi.Sofraya koydu. Berâberce yediler. Yemekten sonra ed-Dîrînî hazretleri; "Bunun karþýlýðýný inþâallahü teâlâ görürsünüz." buyurdu. Bir süre sonraAbdülazîz ed Dîrînî, Ali Müleyhî'yi tekrar ziyârete gitti. Ali Müleyhî tekrar bir piliç piþirdi ve ikrâm etti. Hanýmý, pilicin ikrâm edilmesini pek hoþ karþýlamadý. Piliç sofraya gelince, Abdülazîz Dîrînî kýzarmýþ pilice bakýp, hiþt demesiyle piliç canlandý ve yürüyüp gitti. Sonra da; "Çorba bize yeter. Hanýmýnýz üzülmesin." buyurdu.

 

Bir gün talebeleri, hocalarýnýn kerâmet göstermesini akýllarýndan geçirdiklerinde; "Yavrularým, bizler, yerin dibine batmaya müstehak kimseler olduðumuz hâlde batmamamýz, bir de Allahü teâlânýn bizi, yeryüzünde bu hâlde bulundurmasý en büyük kerâmet deðil midir?" buyurdu.

 

Talebelerine, sohbet ederken talebenin hocasýna karþý göstermesi gereken edepleri þöyle anlattý:

 

Talebe, doðru yolu öðrenmek isteyince, hocasýna karþý tam olarak boyun eðmesi ve itâat etmesi gerekir. Hattâ talebenin, hocasýna karþý meyyit gibi olmasý lâzýmdýr. Nasýl meyyit yýkayýcýya hiçbir þey þart koþmadan, îtirâz etmeden teslimiyet gösteriyorsa, talebenin de hocasýna, bu þekilde teslimiyet göstermesi gerekir. Yoksa, teslimiyet ve itâat etme mertebesinden düþüp takvâ ve doðru yol üzere bulunma derecesinden uzaklaþýr.

 

Talebe, özellikle hocasýnýn huzûrunda, nefsinin arzu ettiði bir þeyin iddiâsýnda bulunmamalýdýr. Çünkü böyle bir iddiâda bulunmak, talebenin en büyük hatâlarýndan olup, hocasýnýn gözünden düþmesine yol açar. Fakat talebenin, hocasýnýn huzûrunda sâdece dinlemesi, söze karýþmamasý, nefsine âit herhangi bir iddiâda bulunmasýna mâni olur. Onun en güzel þekilde hocasýna tâbi olmasýna yardýmcý olur. Bu ise, zâten talebenin, hocasýnýn huzûrunda iken dikkat etmesi lâzým gelen hususlardandýr.

 

Talebe, kendi derecesinin, hocasýnýn derecesinden yüksek olduðunu düþünmemelidir. Bilakis, her yüksek mertebeyi hocasý için istemeli, Allahü teâlânýn yüksek ihsanlarýný ve bol lütuflarýný hocasý için temenni etmelidir. Hakîkî talebe böyle olur. Bu sebeple, en yüksek mertebelere çýkar.

 

Abdülazîz Dîrînî, duâlarýnda Allahü teâlâya þöyle münâcâtta bulunurdu:

 

"Ýlâhî! Ýhsân ve ikrâm ederek bize kendini tanýttýn. Nîmetlerin deryâsýna bizleri daldýrýp garkettin. Her an nîmetlerin deryâsýnda yüzmekte, onlardan istifâde etmekteyiz. Bizleri râzý olduðun, beðendiðin yer olan Cennetine dâvet ettin. Seni hatýrlamak, emirlerini yapmak sebebiyle, bizlere sonsuz nîmetler hazýrladýn, ihsân ettin. Ne büyüksün yâ Rabbî!

 

Yâ Ýlâhî! Biz kendimize zulmettik. Nefsimizin kötülüðü her yanýmýzý kapladý. Gaflet denizi kalblerimizi doldurdu. Her hâlimizle periþanlýðýmýz apaçýk. Bizim bu hâlimizi en iyi bilensin.

 

Yâ Ýlâhi! Ýsyânýmýz ve günahýmýz, senin azâbýný bilmemek, duymamak sebebiyle deðildir. Lâkin âsî nefsimiz bize, azâba düþürecek iþleri yaptýrdý ve günahlarý iþletti. Senin günahlarý örtüp, yüzümüze vurmaman sebebiyle þýmardýk. Bu yüzden çok günah iþledik. Senin af ve magfiretine güvenip, günahlara daldýk. Þimdi yaptýklarýmýzýn cezâsý olarak, bize hazýrladýðýn azâb ile karþý karþýyayýz. Cehennem azâbýndan bizi þimdi kim kurtarabilir. Senden baþka kim bize bir kurtuluþ ipi uzatabilir. Âhiret günü, senin huzûrunda mahcûb bir duruma düþecek bu hâlimize yazýklar olsun. Yarýn çirkin amellerimiz karþýmýza çýkarýldýðýnda ayýblanmamýza esefler olsun.

 

Yâ Rabbî! Bizim günahlarýmýzý affet. Kusûrlarýmýzý baðýþla. Ýbâdetlerimizdeki kusurlarýmýzý af ve magfiret eyle. Yâ Ýlâhî! Bilmeyerek yaptýklarýmýzý affet ve bizi aklýselîm sâhibi kýl. Sen, Rabbimizsin, sana inandýk. Sen günahlarý affedersin, affedicisin."

 

Talebelerine bir sohbetinde þöyle nasîhat etti:

 

"Bütün iþlerinizde ve hareketlerinizde, orta hâl üzere olun. Cimrilikten ve isrâftan son derece sakýnýn. Ýsrâf ve haddinden fazla daðýtmakla, elde bir þey kalmaz. Bir gün insan muhtaç kalýr. Cimrilik yapmak, hâl ve harekette ölçülü olmamakla da, kiþi îtibâr bulamaz.

 

Sakýn dünyânýn parlaklýðýna, câzibesine ve onun dýþý tatlý, içi zehir olan hîlelerine aldanma. Onun inci gibi görünen ön diþlerinin arkasýnda, parçalayýcý diþler saklýdýr. Çünkü dünyânýn saðý solu belli olmaz. Bakarsýn bâzan suda ateþ parçasý olsun ister. Bâzan insana yapamayacaðý þeyleri teklif eder. Böylece insan, boyundan büyük iþlere girer de helâk olur gider.

 

Eðer kadere, Allahü teâlânýn hükmüne rýzâ gösterirseniz þerefli bir hayat yaþarsýnýz. Yok, imkânsýz bir þeyin olmasýný ümit ederseniz, ümidinizi, tehlikeli bir þey üzerine binâ etmiþ, kurmuþ olursunuz.

 

Zaman akýp gidiyor. Hâdiseler birbiri peþinden geliyor. Yumuþaklýk; vekar ve sükûnettir. Dünyâ hýrsý bir anlýktýr. Sabýr, yumuþak olmaya, meseleler üzerinde temkinli ve dikkatli hareket etmeye vesîle olur. Kýzmak, kabalýða yol açar. Dünyâ hayâtý, bir uyku hâlidir. Ölüm, bu uykudan uyanmaktýr.

 

Ýnsanýn ömrü, hep sonra yapacaðým, edeceðim ile geçer. Ýnsanlarýn temenniden baþka sermâyeleri yoktur. Sonra yaparým diyenin düþüncesi, sonraya asýlýp sallanmak gibi olmayacak düþüncelerdir. Ýnsanlarýn günleri çok çabuk geçer. Ýnsan, gençliðinin kýymetini bilmelidir. Hiç vakit kaybetmeden, gençliðin her ânýný deðerlendirmelidir. Sonra, âh gençliðim, tekrar elime geçse de iyi iþler yapsaydým, diye piþmanlýk duyulur. Onun için, gençliðin, insana emânet olduðunun farkýnda, idrâkinde ve bunun þuurunda olmak ne kadar mühimdir! Ömürler, yolculuktan baþka bir þey deðildir.

 

Âhiret yolculuðunun çok yakýn oludðunu, hatýrýnýzdan aslâ çýkarmayýnýz. Âhiret hazýrlýðýný elden kaçýrmaktan çok sakýnýnýz. Çünkü, her giriþin bir çýkýþý vardýr. (Bu dünyâya geldiðimiz gibi, birgün bu dünyâdan ayrýlacaðýz.)

 

Yaptýðýnýz uygunsuz iþler için bir sebep ve özür göstermeyi býrakýnýz. Allahü teâlânýn emirlerine uyup, yasaklarýndan sakýnmakta gevþeklik göstermeyiniz. Âhirete hazýrlanmakta sabýrlý olunuz ve sebât gösteriniz.

 

Abdülazîz ed-Dîrînî; tefsîr, fýkýh, lügat, tasavvuf ve edebiyâta dâir birçok eserler yazdý. Bu eserlerden bâzýlarý þunlardýr: 1) El-Misbâh-ül-Münîr: Tefsîr olup 2 cilttir. 2) Et-Teysîr-ü fî Ýlm-it-Tefsîr: Tefsîr ilmine dâir, 3200 beyitten müteþekkil bir þiir kitabýdýr. 3) Tahârat-ül-Kulûb fî Zikri Allâm-il-Guyûb: Tasavvuf hakkýnda bir eser, 4) Envâr-ül-Meârif ve Esrâr-üt-Tavârif: Tasavvufa dâir bir eser, 5) Tefsîru Esmâ-il-Hüsnâ: Tevhîd hakkýnda bir eserdir, 6) El-Vesâilü ver-Resâilü: Tevhîde dâir bir eser, 7) Nazm-üs-Sîretin Nebeviyyeti, 8) El-Vecîz: 5000 beyitten müteþekkil bir þiir kitabý, 9) Et-Tenbîh, 10) Nazm-ül-Vesît, 11) El-Envâr-ül- Vâdýha fî Mesân-il-Fâtiha, 12) Ed-Dürer-ül-Mültekita fî Mesâil-il-Muhtelita, 13) Erkân-ül-Ýslâm fit-Tevhîdi vel-Ahkâm, 14) Er-Ravdat-ül-Enika fî Beyân-iþ-Þerîat-il-Hakîkati, 15) Kýlâdet-üd-Dürr-il-Mensûr fî Zikri Yevm-il- Ba's ven-Nüþûr, 16) Mîzân-ül-Vefâ.

 

ÇOK MÜTEVÂZÝ ÝDÝ

 

Evliyânýn büyüðü, "Abdülazîz Dîrînî",

Yayýp kuvvetlendirdi, Allah'ýn dînini.

 

Bin iki yüz on altý, yýlýnda doðan bu zât

Yetmiþ dokuz yaþýnda, Mýsýr'da etti vefât.

 

Güler yüz, tatlý dille, mümtaz idi bilhassa,

Hiç kimsenin kalbini, incitmezdi o aslâ.

 

O, hâlini herkese, etmezdi fazla izhâr,

Bir gün onu dýþarda, gördü bâzý insanlar.

 

Gayr-i müslim bir kimse, zannedip kendisini,

Ýstediler onun da îmâna gelmesini.

 

Dediler ki: "Ey kiþi, kelime-i þehâdet,

Söyle ki, senin olsun, ebedî bir saâdet."

 

O dahi "Peki" deyip, þehâdet söyleyince,

Büründü oradakiler, bir sürûr ve sevince.

 

"Müslüman yaptýk." diye gayr-i müslim birini,

Kâdýya götürdüler, bu Ýslâm âlimini.

 

Dediler: "Þehâdeti, oku ki burada da,

Müslüman olduðunu, öðrensin bu kâdý da."

 

Kâdý ise bu zâtý, tanýrdý gâyet iyi,

Ayakta karþýladý, gelince bu velîyi.

 

Büyük hürmet gösterip, dedi: "Safâ geldiniz,

Hemen îfâ edelim, var ise bir emriniz."

 

Sonra o insanlarý, sorup bu evliyâya,

Dedi ki: "Bu insanlar, niçin geldi buraya?"

 

Buyurdu: "Bilmiyorum, bunlar beni görünce,

Kelime-i þehâdet, okuttular ilk önce.

 

Sonra da beni alýp, buraya getirdiler,

Bilmem ki onlar beni, acep ne zannettiler?"

 

Onlar da hakîkati, anlayýnca nihâyet,

Onun tevâzusuna, eylediler çok hayret.

 

Bu velînin sevdiði, bir kimse vardý yine,

Sýk sýk onu görmeye, gidiyordu evine.

 

O dahi yedirmeden, göndermezdi onu hiç,

Bir gün de gittiðinde, ikrâm etti bir piliç.

 

Abdülazîz Dîrînî, onun bu ikrâmýna,

Gâyetle memnûn olup, çok duâ etti ona.

 

Bir daha geldiðinde, ona bu zât-ý kirâm,

O yine, piliç kesip, eyledi ona ikrâm.

 

Ve lâkin zevcesinin, burkuldu biraz içi,

Ona fazla bulmuþtu, kesilen o pilici.

 

Onun büyüklüðünü, iyi bilmediðinden,

O gün ister istemez, öyle geçti kalbinden.

 

Dedi ki: "Bu nasýl iþ, anlamadým bunu hiç,

O kim ki, her geliþte, kesiyor ona piliç.

 

Hâlbuki bana kalsa, kâfi gelir bir çorba,

Niçin ona çok raðbet, gösteriyor acaba?"

 

Ve lâkin o esnâda, Abdülazîz Dîrînî,

Bildi onun kalbinden, böyle geçirdiðini.

 

O pilici yemeyip, duâ etti kalbinden,

O an piliç canlanýp, odadan çýktý hemen.

 

Buyurdu ki: "Hanýmýn, dert etmesin bunu hiç,

Bize çorba kâfidir, onun olsun bu piliç.

 

Haným dahi görünce, pilicin geldiðini,

Anladý o velînin, büyük kerâmetini.

 

Öyle düþündüðüne, piþman oldu pek fazla,

Bu Allah adamýna, tâbi oldu ihlâsla.

 

Anladý ki Allah'ýn, dostudur bu velîler,

Kalpten geçenleri de, gâyet iyi bilirler.

 

1) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.5, s.241

2) El-A'lâm; c.4, s.18

3) Tabakât-üþ-Þâfiîyye; c.8, s.199

4) Þezerât-üz-Zeheb; c.5, s.450

5) Esmâ-ül-Müellifîn; c.1, s.580

6) Tabakât-ül-Müfessirîn (Dâvûdî); c.1, s.304

7) Hüsn-ül-Muhâdara; c.1, s.421

8) Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.202

9) Tabakât-ül-Evliyâ; s.447

10) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.72

11) Keþf-üz-Zünûn; c.1, s.190,447,492,749,924; c.2 s.1012,1034,1118,1389

12) Brockelmann; Gal-1, s.451; Sup-1, s.810

13) Âdâb Risâlesi, Süleymâniye Kütüphânesi, Kýlýç Ali Paþa kýsmý, No: 622

14) Ýslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.8, s.50

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

ABDÜLBÂKÝ EFENDÝ

 

Büyük velîlerden. Kastamonulu olup, doðum târihi bilinmemektedir. Ýskilib'den Acem Ali'si demekle mâruf akýllý, güçlü-kuvvetli, dindar ve þerefli bir kimsenin oðlu idi. Babasýna Acem Ali'si denmesinin sebebini þöyle naklederler:

 

Acem diyarýndan Anadolu'ya namlý bir pehlivan geldi. Çorum sancaðýnda yenmedik pehlivan býrakmadý. Büyük gurura kapýldý. Ýstanbul'a gitmek üzere hazýrlýk yaparken, Abdülbâki Efendinin babasý Ali Pehlivanla güreþtirdiler. Ali Pehlivan, Acem'i yendi ve ondan sonra Acem Ali'si diye anýldý. Oðlu Abdülbâki de kendisi gibi güçlü, kuvvetli olup pehlivanlýk meziyetlerine sâhip bir gençti. Fakat bunu güreþçilikte kullanmadý. Kendi nefsiyle güreþip dünyâ zevklerinden gönlünü ayýrdý. Ýstanbul'a giderek tanýnmýþ ilim adamlarýndan din ve fen ilimlerini tahsîl etti. Bu sýrada gözlerine bir hastalýk gelerek bir gözü kör oldu.

 

Abdülbâki Efendi zâhirî ve bâtýnî ilimlerde âlim derecesine varmasýna raðmen kendisinde bir boþluk ve eksiklik hissediyordu. Kalbi aþk-ý ilâhî ile yanýyor ve bir mürþidin eteðine tutunmak için can atýyordu. Bu sebeple kendisini tasavvuf yolunda ilerletebilecek bir mürþid-i kâmil aramaya baþladý. O ilâhî aþkla yanýp kavrulduðu bu günlerinde Yûnus Emre'nin þu sözlerini dilinden düþürmezdi:

 

Gel ey kardeþ Hakk'ý bulayým dersen

Bir kâmil mürþide varmasan olmaz

Resûlün cemâlin göreyim dersen

Bir kâmil mürþide varmasan olmaz.

 

Niceler gittiler mürþid arayý

Arayanlar buldu derde devâyý

Bir kez okur isen akdan karayý

Bir kâmil mürþide varmasan olmaz.

 

Rumeli'de Bâlî Efendi ve Anadolu'da Þeyh Þâbân-ý Velî gibi herkesin sevdiði örnek insanlarýn bulunduðunu öðrendi. Fakat hangisinin hizmetine varacaðýný bilemedi. Tereddüd hâlinde iken birkaç defâ Þâbân Efendi'ye gitmek için içinde ilâhî bir his uyandý ve Þâbân-ý Velî'ye gitmeye karar verdi. Ýstanbul'dan kalkarak Kastamonu yoluna düþtü. Günler süren yorgunluk ve sýkýntý sonunda yürüyerek þehre geldi. Doðruca Hisarardý'ndaki Þâbân-ý Velî'nin ikâmetgâhlarýna varýp ellerini öptü. O can tabîbine hâlini arz etti. Þâbân-ý Velî hazretleri isimlerini sorduklarýnda; "Abdülbâki" cevâbýný verdi. Bunun üzerine Þeyh hazretleri:

 

"Ýsmin sâhibinin hâline tesiri vardýr. Ýnþâallah sülûk edip, evliyâlýk makamlarýnda ilerleyip, hakîkaten Abdülbâki (Bâki olan Allah'ýn kulu) olursun." dedi.

 

Abdülbâki Efendi yýllarca Þâbân-ý Velî hazretlerinin dergâhýnda hizmet etti. Þeyhine karþý pek saygýlý ve hürmetkâr olup, tasavvuf yolunda ileri derecelere kavuþtu. Þâbân-ý Velî hazretleri onun için:

 

"Eðer bizim Abdülbâki'nin bir gözü daha olsaydý, ince mânâlarý mütâlaa ederken, kitâbý delip öte yana geçerdi." demiþtir.

 

Yine;

 

"Sen zâhir ve bâtýn gibi iki ilim ile âlim ve ârif olacaksýn. Yüksek makamlara çýkacaksýn, balý yaða katacaksýn!" diyerek Abdülbâki Efendinin kemâl ehli olmasýna iþâret ettiler. Çok geçmeden de kendilerine þeyhlik pâyesini vererek Çorum halkýna doðru yolu göstermek üzere gönderdiler.

 

Abdülbâkî Efendi yýllarca burada insanlara vâz ve nasîhat vermekle ve ders okutmakla meþgûl oldu. Kýymetli halîfeler yetiþtirerek memleketin her tarafýna gönderdi.

 

O insanlara doðru yolu göstermek için bütün gayretiyle çalýþýrken Kastamonu'da Þâbân-ý Velî hazretlerinin vefâtýndan sonra tekkeye þeyh olan Osman Efendi ile Hayrüddîn Efendi de vefât etmiþlerdi. Hayrüddîn Efendi vefât edince derviþler bir araya geldiler. Abdülbâki Efendinin þeyhlik makamý için uygun olduðuna karar verdiler. Kendisine geldikleri zaman Abdülbâki Efendi onlara dedi ki:

 

Bir gün hocam Þâbân-ý Velî hazretlerine sizden sonra seccadeye kim gelir diye sormuþlardý. O da; "Osman gelir, sonra Hayrüddîn gelir, sonra seccade sahibini bulur." demiþti. Elhamdülillah bu hizmete lâyýk görüldük, diyerek Kastamonu'ya geldi.

 

Þâbân-ý Velî hazretlerinin tekkesinde Ýslâmiyeti yaymaða, halký irþâda baþladýðý zaman herkes cân u gönülden ona dost ve talebe olmaða baþladý. Cumâ günleri, mûteber tefsîr kitaplarýndan alarak Kur'ân-ý kerîm âyetlerini tefsîr eder, hadîs-i þerîfler naklederdi. Böylece halkýn büyük kýsmýný da tarîkatin içerisine cezbetti. O kürsüde konuþurken herkes hayran hayran dinlerdi. Kastamonu ulemâsýnýn pekçoðu Abdülbâki Efendiye talebe oldu. Bu þevk içinde pekçok kâmil insan yetiþti ve etrâfa hilâfetle gönderildi.

 

Abdülbâki Efendi memleketini ve talebelerini görmek için gittiði Ýskilip'te hastalanarak vefât etti. Kabri Ýskilip'tedir. Þâbân-ý Velî tekkesinde on bir yýl þeyhlik yaptý. Vefât târihi 1589 (H.997)' dur.

 

Þeyh Abdülbâki Efendinin pekçok kerâmeti görülmüþtür. Ancak o kerâmetlerinin anlatýlmasýndan hiç hoþlanmazdý. Sýk sýk etrafýna bunu hatýrlatýr, ölümünden sonra bile söylenmesini istemezdi. Bu yüzden kendisine çok baðlý olan talebelerinden Ömerü'l-Fuâdî Efendi yazdýðý Menâkýbnâme'de Abdülbâki Efendinin kerâmetlerinden bahsetmemiþtir.

 

1) Kastamonu Evliyâlarý; s.21

2) Menâkýb-ý Þâbân-ý Velî; s.40, 229, 235

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

  • 3 Jahre später...

ŞEYH HAYDAR BABA(K.S)

 

( Kadiri ve Nakşibendi tarikatı şeyhi )

 

(1906-1979)

 

 

 

ÇOCUKLUĞU, TAHSİLİ VE MANEVİ GELİŞİMİ:

 

Haydar baba (k.s.) 1906 yılında Elazığ’ın Palu ilçesinde doğdu. Babası Cemil Efendi oğlunu küçük yaşlarda iken kendisiyle beraber zikir meclislerine götürürdü. Oğlunun da kendisi gibi derviş olmasını isterdi. Haydar babanın tasavvuf yolundaki temelinin atılmasında babasının önemli katkıları olmuştur. Cemil Efendi, oğlunun ilmi bir eğitim alarak önce alim olmasını daha sonra da tasavvufa yönelmesini çok isterdi. Bu nedenle Haydar babayı ilim tahsili için Cimşidiye Medresesine gönderir. Haydar baba 6-7 yaşlarında iken annesini, 10 yaşındayken de babasını kaybeder. Yaşı küçük olmasına rağmen babasına hastalığı süresince hizmet ederek çok dua almıştır. Haydar Baba yıllar sonra oğlu Cemil Efendiye “Baba duası çok önemlidir, ben bu manevi dereceyi babamın duası sayesinde aldım” demiştir.

 

Babasının vefatından sonra ablası Leyla hanımın yanında kalır. Eniştesi berber Osman Efendinin yanında çıraklık yaparken, Cimşidiye Medresesi’nde Molla Selim hocanın derslerine devam eder. Molla Selim’in dersleri ufkunu genişletir ve adeta hayatı burada şekillenir. Bir gün hocası ders anlatırken “İhlas suresini okumak, Kuran-ı Kerim’i hatim etmek kadar fazileti vardır” deyince, anne ve babasını kaybetmenin üzüntüsü içerisinde olan Haydar Baba, bu sürenin manevi kucağına sığınarak, üveysiliğin dersi olduğunu bilmeden gece gündüz ihlas suresini okumaya başlar. İhlas süresini okumayı günlük on bine kadar yükseltir. Çocuk yaştan itibaren çektiği bu ders sayesinde Veysel Karani hazretleri maneviyatta kendisine sahip olur ve yardım eder.

 

Haydar Baba’nın çocukluk arkadaşları: ”Bizler sokakta arkadaşlarımızla oyun oynarken, o berberde çırak olarak çalışıyordu. Eli ile iş görürken, dudaklarıyla da sürekli bir şeyler mırıldanırdı. Boş kaldığı zamanlarda, insanlar kendisini meşgul etmesin diye sırtını caddeye dönerek dualar okumaya devam ederdi.” derlerdi.

 

Haydar Baba hazretleri on altı yaşlarında iken bir gece namazından sonra başından geçenleri şöyle anlatır: “seccademin üzerinde oturmuş ihlas suresini okuyordum, sonra kapı açıldı ve yanıma tanıdığım birinin sıfatında bir adam geldi. Yerden kalkmama fırsat vermeden arkadan beni kucakladı ve sıkmaya başladı. Bu gelenin o zatın suretine girmiş bir şeytan olduğunu anladım ve ihlâs suresini okumaya devam ettim. İhlas suresini okudukça şeytan küçülmeye başladı, küçüldükçe arkamdan ön tarafıma geçti ve kapıştık. Sonra ufak bir parça haline geldi. Yerdeki şeytanı ayağımla ezdim. Başımdan geçen bu olaydan sonra ve okuduğum kitaplardan da anladım ki çok zahmetli ve meşakkatli olan bu yolda yürüyebilmek için bir mürşidi kamile, yani bir yol göstericiye ihtiyaç vardır.”

 

Haydar Baba on yedi yaşında iken Palu’nun Sağuna (Andılar ) Köyünde molla Kasım hocanın oğlu kadiri tarikatı şeyhi Hacı Mehmet Baba (Hacı Baba)’dan tarikat dersi alır. Tarikata intisabıyla beraber, kalbindeki zikrullah aşkı daha da şiddetlenir. Şeyhinin verdiği 100 Estağfirullah,100 Salavatı Şerife, 1000 Kelime-i Tevhid az gelmeye başlar. Onu manen doyuracak, kalbindeki ibadet etme arzusunu dindirecek bir deryaya dalmak istiyordu. Uzun yıllar sonra Cemil Efendi, babasının ibadete olan özlem ve aşkını görünce “Baba, her veliyi Cenabı Hak kerametler vermek suretiyle şereflendirdi, peki size ne verdi?” sorusuna Haydar Baba: “Cenabı Hak çocukluğumdan beri bana ibadet etmeyi ve ibadetlerimi sürekli arttırmayı nasip etmiştir, bana daha ne versin,” diyerek dile getirir. Şeyhini sık sık ziyarete giderek ondan tasavvuf ilmini ve adabını öğrenmeye çalışırdı.

 

Haydar Baba bir gün şeyhine: “Vermiş olduğunuz bu dersler, kalbimi masivadan temizleyip, maksuduma ulaştırır mı?” diye sorduktan sonra yanında getirdiği tasavvuf kitabını şeyhine uzatır. Şeyhi, kitabı inceledikten sonra vermiş olduğu dersin bir bağlantı olduğunu, dersi istediği kadar arttırabileceğini, Kuran ve Sünnet dahilinde tasavvufu yaşayabilmek için peygamber efendimizin, sahabelerin ve büyük evliyaların hayatlarını çok iyi öğrenmesi gerektiğini ve onların yaşadığı zühd hayatını örnek almasını tavsiye eder.

 

Haydar Baba 18 yaşında iken babasının samimi dostu Kilevan (Köklüce) köyünden Yusuf Ağa’nın kızı Hatun’la evlendi. Bu izdivaçtan kızı Hayriye hanım dünyaya gelir. Ticaret hayatına bir arkadaşıyla ortaklaşa berber dükkanı açarak başlar. Haydar Baba dünya sevgisinin kalbine sirayet etmesinden korktuğu için akşamları kazançlarını ortağıyla bölüşerek, hissesine düşen paradan o günlük ihtiyacını gördükten sonra geriye kalan parasını fakirlere dağıtırdı. Ortağı, Haydar Baba’nın bu halini görünce her gün kazançlarının bir kısmını gizlice bir kumbaraya atardı. Haydar Baba’nın paraya çok ihtiyacı olduğu bir zamanda kumbarayı açarak ihtiyacını giderirdi. Eskişehir’e sürgün edilene kadar iş hayatı devam eder. Haydar Baba müşterilerini tıraş ederken İslam dininin emir ve yasaklarını anlatırdı. Güzel ahlaktan, veliyullahın hayatlarından kıssalar anlatarak, Allah (c.c.)’e kulluk görevlerini yerine getirmekten bahsederdi. Tarikat almak isteyenleri perde ile örttüğü dükkanın arka kısmına alarak tarikat dersi verir ve durumu müsait olanlara sakal salmayı tavsiye ederdi. Haydar Baba evinin bir odasını çilehaneye çevirerek, işten gelir gelmez çilehanesine çekilip günlerce yatağına uzanıp yatmadan sabahlara kadar ibadet ederdi. Seccadesinin üzerinde saatlerce dizlerini bozmadan tefekküre ve tezekküre dalardı.

 

Haydar Baba, şeyhini sık sık ziyarete giderdi. Şeyhi, Haydar Baba’nın yine bu ziyaretlerden birinde kendisi için serilen yatakta yatmadığını görünce ; “Vücudun da istirahata ihtiyacı var. Eğer gecenin bir kısmını istirahat ile geçirirsen, yaptığın ibadetten daha çok lezzet alırsın.” dedikten sonra, “Bizim dönemimizde iki evliya vardı, bunlardan biri ömrünün sonuna kadar inziva hayatı yaşadı, diğeri ise hem ibadet etti, hem de dünya nimetlerinden faydalandı. Bunlardan hangisinin manevi derecesi daha yüksektir.” diye sorar. Haydar Baba’dan şeyhim daha iyi bilir cevabını alınca “İkinci evliyanın manevi derecesi daha yüksektir.”der. Peygamber efendimizin, sahabelerinin ve büyüklerin hayatlarından örnekler vererek “Cenabı Hakka ibadet ve kullukla beraber ailen ve çocuğunla da ilgilen. Onlar, Cenabı hakkın sana vermiş olduğu emanetlerdir.” diye ikaz eder.

 

Askere gitmek için hazırlık yaparken hanımı vefat ettiğinden dolayı kızı Hayriye hanımı kayın validesinin yanına bırakarak askere gider. Askerde de ibadet etmeye devam eden Haydar Baba, gündüzleri askerleri tıraş ederken, geceleyin tel örgüye yakın olan Çoban Baba adında bir zatın türbesinde gece yarısına kadar kuranı kerim okuyup ibadet ederdi. Adeta inziva hayatı yaşardı. Bölük komutanı, Haydar babaya askerliği boyunca çok nazik davranarak kolaylıklar sağlamıştır.

 

Askerlik dönüşü evlenmeyip Veysel Karani Hazretleri gibi çobanlık yapma fikrindeyken; “Evlen! Senden olacak evlatlar ümmet için hayırlı hizmetlerde bulunacak”, ikazından sonra ilk hanımının amcası kızı Edebiye hanımla evlenir ve bu izdivaçtan Cemil ve Abdulkadir adında iki oğlu ile Zülfiye adında bir kızı olur.

 

Haydar Baba hazretleri zaman geçtikçe kalbinde ibadet etme aşkı daha da artar, şeyhinden itikafa oturmak için izin ister. Böylece Şeyhi Hacı Baba ile beraber Palu’nun Sağuna köyünde ilk itikafına oturur. Bu itikafda, iki rüya görür.

 

Haydar Baba hazretleri rüyalarını şöyle anlatır: “Birinci rüyamda, Murat suyunu geçmek için bindiğim sala bazı ipler bağlıydı. Su kenarında duran bazı kimseler, bu ipleri sallayıp, bağırıp çağırarak salın karşı tarafa geçmesini engellemek istediler. Ben ise onlara aldırmadan bütün gayretimle karşı tarafa geçtim. İkinci rüyamda ise; sırtımda içi, içli köfte ile dolu bir küp vardı. Palu’nun en işlek kavşağında oturdum ve sırtımdaki küpü yere koydum, gelen geçen insanlar köfteden almaya başladılar.”

 

Gördüğü rüyaları şeyhine anlatınca, şeyhi rüyaları kendisine şöyle yorumlar; “Birinci gördüğün rüya; maksuduna kavuşmana mani olmak isteyenler, nefis, şeytan, mal, evlat, arkadaş, dünya vs.’dir. İnşallah sen bunlara galip gelecek ve saadet sahiline ulaşacaksın. İkinci rüyada gördüğün içli köfte ise tarikattır. Tarikat yolunda büyük hizmetlerin olacak ve insanlar senden çok faydalanacaklar.”

 

Haydar Baba (k.s.) şeyhinden, bu itikafı kırk güne (çileye) tamamlamak için izin ister. Şeyhi, kendisinin de çileye oturmadığını söyleyerek bir yıl sonra beraber çileye oturmak için kendisine söz verir. Fakat Şeyh Hacı Baba kısa bir süre sonra hastalanır. Şeyhinin hasta olduğu haberini alan Haydar Baba hemen şeyhini ziyarete gider. Köye vardığında şeyhinin sürekli kendisini sorduğunu öğrenen Haydar Baba hemen huzura çıkar. Bir süre şeyhinin başucunda oturur. Şeyhi gözlerini açınca, Haydar babaya yanına oturmasını işaret eder. Şeyhinin elini öper. Şeyhi de Haydar babanın elini sımsıkı tutarak şöyle der: “Haydarım ben yolcuyum, her insan gibi ben de bu fani dünyadan ebedi aleme doğru göç kervanına katılıp maksuduma kavuşacağım. Elimden geldiğince Allah (c.c)’ın dinine hizmet etmeye çalıştım. Şimdi emaneti sana devrediyorum. Artık bu hizmet senin omuzlarında yükselecek. Mülazım Hasan Efendi’den aldığım kadiri silsilesinden sana verdiğim icazetle müritlerine sahip ol. Onları Kuran ve Sünnet yolundan asla taviz vermeden götür. Kuran ve Sünnet; senin ölçülerin ve hayat prensiplerin olsun. Peygamberlerin ve evliyaların yaşantısı sana ışık olsun. Sen çok zor bir dönemde görevi devralıyorsun. Karşına çok sıkıntı ve meşakkatler çıkacak, fakat senin bunların hepsinin üstesinden gelecek kabiliyetin olduğuna inanıyorum. Sana çok büyük görevler verilecek”, dedikten sonra; “Gökteki kutup yıldızını göstererek, işte senin yıldızın bu kadar büyük ve parlaktır. Bizden fırsat geçti. Yürü meydan senindir” der. Sonra şeyhi vefat eder. Haydar Baba şeyhinin vefatından sonra o gün sabaha kadar başında bekleyerek kuran okur. Bir ara uyur, şeyhi: “Haydarım uyan, bana kuran okumaya devam et” diyerek uyandırır.

 

Şeyhinin vefatından sonra Sağuna köyü camisinde arkadaşları Tarhanalı sofi Cuma ve şeyhinin oğlu Ömer efendi ile beraber oturdukları ikinci itikafa rağmen kalbindeki vesvese ve meşguliyet devam eder.

 

Üçüncü itikafını Tepecüklü Mehmet Baba’dan izin alarak gerçekleştirir. Haydar Baba gece gündüz Lailahe illallah kelime-i tevhidini çekerdi. Buna rağmen şeytanın hala kalbini meşgul ettiğini görünce, artık buna bir son vermek ister. Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in: “Cesette bir et parçası vardır, o sağlıklı oldu mu cesedin hepsi sağlıklı olur, o hastalandı mı cesedin hepsi hasta olur. Dikkat ediniz! O et parçası kalptir”, hadisi şerifini hatırlar. Bu hadisi şerifin ışığı altında kalbindeki hastalıkları silip atmak ve temizlemek için yedi gün yedi gece kelime-i tevhidi, kaya parçasına vurulan bir balyoz gibi, sağdan alıp ortada karar kıldıktan sonra, hızla sol memenin alt kısmında bulunan kalbin üzerine indirir. Haydar baba itikafın yedinci gününü şöyle anlatır; “İlahi aşkın doruk noktasına vardığım bir anda cezbe hali ile kendimi kaybettim. Uyandığımda bütün azalarımın kelime-i tevhide gark olduğunu gördüm.” Daha sonra Haydar baba bu itikaf için şöyle der: “Tepecüklü Mehmet Baba’nın manevi gölgesi hep üzerimizde oldu ve bu itikafla zikrin lezzeti kalbime yerleşti. Kelime-i tevhid kalbime tam tesir ederek vücudumun bütün azaları lisana geldi.”

 

Bu itikafla, ilahi aşk deryasına dalarak dünyalık olan her şeyi adeta görmez olur. Yunusun diliyle; Bana seni, gerek seni, diyerek nur-i ilahide nefsi yanarak kül olur.

 

İtikaf sonunda kalbinde yeni fırtınalarla çileye oturma arzusu artmaya başlar. Maneviyatta Abdulkadiri Geylani hazretlerinden izin ister. Abdulkadiri Geylani hazretleri, Sağuna köyünde şeyhinin kabrinin bulunduğu camide çileye oturmasına izin verir. Fakat yaşı çok genç olan Haydar baba, tek başına oturabileceği yönünde izin almasına rağmen tarikatın inceliklerini, vesveseden kurtulmanın yollarını gösterip çalıştıracak, sahip olacak, manevi tecrübesinden istifade edebileceği bir mürşidin yanında oturmasının daha uygun olacağını düşünür. Sonra Palu’nun Mir Mehmet köyünden Hacı Cuma hocanın yanına varıp çileye oturmak için izin ister. Hacı Cuma hoca (k.s.) yaptığı istihare neticesinde evinin altındaki samanlıkta çileye oturmasına izin verir. Ayrıca Haydar Baba hazretlerine Nakşibendi tarikatının dersini vermeyi teklif eder. Haydar Baba da, Hacı Cuma hocanın tarikat teklifini geri çevirmeyerek, Nakşibendi tarikatı ile de böylece tanışmış olur. Hacı Cuma hoca (k.s.) çok yaşlı olduğundan -yüz yaşın üzerinde- Haydar Baba’nın yanına ancak birkaç gün ara ile uğrardı. Haydar Baba çilenin yirmi yedinci gecesine kadar gece gündüz çok az uyuyarak ve zamanının çoğunu kelime-i tevhid dersini çekerek geçirir, geriye kalan zamanını ise kaza, nafile namazları ve Kuranı kerim okuyarak değerlendirirdi. Bu geceyi Haydar baba hazretleri şöyle anlatır: “Zikrin vermiş olduğu lezzet bende doruk noktasına çıktı. Kalbim o kadar genişledi ki Kadiri tarikatının bütün üstadları kalbimde zikir halkası kurup Kelime-i tevhidi çektiler. Kalbimin parçalanacağını ve dayanma gücümün kalmadığını anlayınca, Kadiri evliyalarına teslim oldum, dedim. Bunun üzerine Abdulkadiri Geylani hazretleri postunu serdi, bende üzerine oturdum. Şeyh Nakşibendi hazretleri ise seccadesini sırtıma attı. Yeryüzündeki bütün evliyalar toplanmışlardı.”

 

Çileye oturduğu 30.günü, Jandarmanın baskın yapacağı haberi alınınca Hacı Cuma hoca: “Evine git, on gün daha otur sonra çilen tamam olacak” demesine rağmen, Haydar Baba evine gidip kırk gün daha oturur ve ilk çilesini yetmiş güne tamamlar. Çile bittikten sonra şeyhi Hacı Cuma hoca tebrike gelerek, yanında getirdiği Nakşibendi tarikatı Halidiye kolundan hazırlamış olduğu icazetnameyi de vermek ister. Haydar Baba:“ Ben çileye icazet için değil kulluğumun gereğini yerine getirmek için oturdum” der. Hacı Cuma hoca, “sana icazet vermemi büyükler emir buyurdular, bunu kabul edeceksin”der. Haydar Baba Hazretleri, Kadiri tarikatı halifesi olmasına rağmen Nakşibendi tarikatının icazetini de kabul eder. Mana aleminde; Veysel Karani (k.s), Şeyh Ahmet Rufai (k.s), Mevlana Celaleddin Rumi (k.s), Mahmut Samini (k.s) hazretleri tarikatlarını yürütmek üzere izin verirler. Haydar Baba (k.s) ömrünün sonuna kadar Kadiri tarikatının bir halifesi olarak insanları hidayete çağırmıştır. İsteyenlere diğer tarikatlarıda vermiştir. Hacı Cuma hoca Haydar Baba için; “Haydara verilen asrımızda kimseye verilmedi, Haydar, Ulu Haydar” derdi.

 

İRŞADI VE HALKA DÖNÜŞÜ:

 

Haydar Baba zahir ve batında kemale erdikten sonra ıslah ve irşada (insanları yanlış hareketlerinden uzaklaştırıp doğru, hak yola çevirmeye) yönelmek ister. Fakat 1940’ların başında tek parti döneminin akıl almaz baskılarının yaşandığı o günlerde irşada başlamak kolay değildi. Üç gün üst üste Peygamber efendimiz rüyasına gelir ve irşada başlamasını emreder. Üçüncü gece rüyasında, Rasulullah (s.a.v)“ Kalk irşada başla! Senin başın Hasan-Hüseyin’inkinden daha mı kıymetli” ikazından sonra yanında bulunan bir zat; “Ben Hz.Ali’yim, Sana irşada başlama emrimi Peygamber efendimiz (s.a.v) veriyor. Ne tereddüt ediyorsun, Yürü meydan senindir. Her adımında seninleyiz.”buyurur. Haydar Baba bu ikazı aldıktan sonra irşada çıkar.

 

İlk irşada Hoşmat köyünden başlar. Çok bereketli ve feyizli bir çalışmanın sonucunda çölün suya hasreti gibi, insanlar İslami değerleri öğrenmeye ve yaşamaya başlar. Ufak bir kıvılcım onların gönüllerini coşturur. Köy adeta bayram yerine döner. Erkek, kadın, çoluk çocuk herkes sokaklara dökülerek, yıllardır hasretini çektikleri, adeta menkıbelerde kalan İslami değerlere yeniden sahip olmanın mutluluğu ve aşkıyla, Haydar Baba’nın etrafında halkalar oluşturur. Haydar Baba (k.s), toplanan cemaate; Allah (c.c)’ın verdiği nimetlerden, kainatın ne kadar mükemmel bir düzen ve intizam içerisinde yaratıldığından bahsederdi. İnsanoğlunun Allah-u Teala’ya olan görevlerini anlatırdı. Sonra zikir yapılırdı. Büyük bir feyiz ile insanlar kendinden geçerken, çektikleri kelime-i tevhid sesi arşa kadar yükselirdi.

 

Ömrünün son yıllarına kadar Elazığ, Bingöl, Malatya ve Anadolu’nun birçok yerlerini gezerek buralardaki müritlerini zikir ve sohbetlerle ibadete teşvik ederdi. Müritlerini, her yıl Ramazan ve Kurban bayramlarına on gün kala bayan ve erkeklerin ayrı ayrı yerlerde itikafa oturmaları için yönlendirirdi. Birçok müridi 20-30 sefer itikafa (inziva hayatında on gün boyunca ekmek ve sudan başka bir şeyin yenilip içilmesi yasaktır.) oturmak suretiyle büyük mesafeler katetmişlerdir. Bazı müritlerine günlük olarak okudukları kuran tilavetinin yanında Delâl-ı Hayrat (salavatı şerife) kitabını okumalarını da tavsiye ederdi. Gelen misafirlerden kadın, erkek, çocuk kim olursa olsun yakından ilgilenir, sohbet eder, maddi ve manevi ihtiyaçlarını giderirdi. Sohbetlerinde Kur’an ve sünnet çerçevesinde züht hayatı yaşamalarını, bunun da peygamberimizin ve sahabelerinin hayatı olduğunu, Kur’an ve sünnet olmadan tasavvufun olamayacağını, ceviz misalinde olduğu gibi dışı olmadan içindeki lezzete ulaşmanın mümkün olamayacağını, dünyanın bir rüyadan başka bir şey olmadığını anlatırdı.

 

Haydar Baba hazretleri sürgün ve gözetim altında bulunduğu dönemlerde cihada ehil müritlerini ve halifelerini gayrete getirerek köylere irşada çıkmalarını sağlardı ve onlara şöyle hitap ederdi:“Cezalanmak istemiyorsanız bulunduğunuz çevrede sakalınızı süpürge edip insanların yüzünü Allah’a döndüreceksiniz”. Haydar Baba(k.s.)’nın ilk dervişlerini molla Bahri efendi şöyle anlatır: Babanın müritleri zayıf, sivri külahlı, Allah ve Resulü’nden bahsedildiğinde ağlayan, yufka yürekli, onun hayatını örnek alan, halveti seven ve her yıl itikafa oturarak nefislerini arındırmaya çalışan kimselerdi. Bunlarda, Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in sünnetini yaşamak isteyen ilk mutasavvıfların zühd ve takva hali vardı.

 

GÜZELLİKLERİ VE AHLAKI:

 

Haydar Baba (k.s) yüksek ve üstün meziyetlerine rağmen son derece yumuşak başlı, alçak gönüllü, ağırbaşlı idi. Bir çocuk veya kız çocuğu bile konuşsa ayağa kalkarak din*ler, maddi ve manevi ihtiyaçlarını giderirdi. Fakirlerin, yoksulların yanına oturur, dertlerini dinlerdi. Haydar baba güzel ahlâklı, gönlü bol, üstün şahsiyetli, ince kalpli, sözüne ve sevgisine sadık biriydi. Azametine, üs*tün mevkiine ve derin bilgisine rağmen küçükleri gözetir, büyüklere saygı gösterir, selâm verirken önceliği bırakmaz, zayıf kimselerle beraber olur, fakir kimselere karşı alçakgönüllülükle hareket ederdi. Duaları makbul bir kimse idi. Bir ibret verici veya acınacak bir olay zikredilince hemen gözlerinden yaş boşanır, her zaman ve her an zikir ile meş*gul olurdu. Çok yufka yürekli idi. Güleç yüzlü, yumu*şak kalpli, ince ruhlu ve cömertti. İbadet ve mücahede de makamı çok yüksekti.

 

Çirkin sözlerde insanların en uzağı, hak ve doğruda ise insanların en yakını idi. Allah'ın haram kıldığı şeylere el uzatılınca celallenir, kendi nef*si için başkasına öfkelenmez, Rabbinin rızasının dışın*da kimseden öç almak istemezdi. Hiçbir dilenciyi eli boş çevirmez, hatta onlara sırtındaki elbiseyi çıkarıp vermesi gerekse verirdi. Açların karnını doyurmayı, ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını gidererek masrafını çekinme*den vermeyi özellikle çok severdi.

 

Gelen misafirlere geniş sofra serdirir ve bizzat onlarla beraber ye*mek yerdi. Müritlerinin ve talebelerinin sözlerini sabırla dinlerdi. Herkes, onun meclisinde kendisine daha yakın, ondan daha çok kendisine kıymetli bir kimsenin olmadığını zannederdi. Müritlerinden gelemeyenlerin durumunu sorar, ona ne oldu diye endişe ederdi. İnsanlarla olan ilişkilerini sürdürmeye çok dikkat eder, kusurları bağışlardı. Birisi eğer bir mesele üzerine yemin ederse ona inanır, eğer işin iç yüzünü bilir de o kişinin yalan yere yemin ettiğinin farkında olsa bile gizler, yüzüne vurmazdı.

 

Haydar Baba hazretlerinin en önemli kerameti ölü gönülleri dirilt*mesi idi. Allah-u Teâlâ’nın onun kalbine teveccüh etmesiyle ve dilinin tesiriyle yüz binlerce insanın imanlı bir hayata sahip olmasına vesile oluyordu. Onun mübarek varlığı İslâm dini için bir bahar rüzgârı gibiydi. Bu rüzgâr kalplerin içinde*ki mezarlığa yeni can verirdi.

 

Haydar Baba hazretlerinin zikir ve sohbet mec*lislerinde insanlar, çok etkileniyorlardı. Katiller, yol kesiciler, sabıkalılar, büyük günah işleyenler tövbe ile müşerref oluyorlardı. İtikadı bo*zuk, inancı sapık olanları yanlış inancından vazgeçirip tövbe etmelerine vesile oluyordu.

 

SÜRGÜN HAYATI:

 

Haydar Baba 1945 Yılında Kürüm köyü ile Habap köyü arasında Palu kaymakamı ile karşılaşır. Başında şapkası olmadığı için Habap köyüne götürülüp ifadesi alındıktan sonra serbest bırakılır. Bir hafta sonra iş yerinden alınarak tutuklanır. Evinde buldukları icazetname, şeyhi Hacı Baba’nın hediye ettiği taç ve abası suç unsuru kabul edilerek Eskişehir ili Seyitgazi ilçesi Kırka nahiyesine sürgün edilir. Sürgün hayatının vermiş olduğu üzüntü neticesinde, eşi Edebiye hanım felç olur ve kısa bir süre sonra vefat eder. Sürgün hayatı iki yıl kadar sürmüştür. Kırka nahiyesinde Muhammet hoca ve ekmek pişiren bir kadın gördükleri rüyalarında, Askeri bir birlik tarafından korunan, kalabalık bir cemaat Kırka nahiyesine gelir. Birliğin başında bulunan komutan kendilerine şöyle der; “Ben Abdulkadiri Geylaniyim. Buraya getirdiğimiz bu halifemin bütün ihtiyacını siz karşılayacaksınız.” Hoca efendi sabahleyin çarşıya çıkınca ev halkıyla birlikte sürgün edilip gelen ve nahiyenin girişinde bekçi kulübesine yerleştirilen birinden bahsedildiğini duyar. Hoca efendi hemen bekçi kulübesine gider ve rüyada gördüğü zatla karşılaşır. Hoca efendi, Haydar babanın dışarıdaki işleriyle, ekmekçi kadın ise hanımının ev işlerinde yardım ederler. 1946 seçimlerinden sonra Palu’ ya dönüşüne izin verilir. Kırka'nın tanınmış ailelerinden Ahmet Feyzi efendinin dul kızı, kendisinden on yaş büyük olan Satı hanımla evlenir.

 

HACCA GİDİŞİ

 

1952 yılında çok arzu ettiği mukaddes beldelere gitmek ister. Yakınları, gözetim altında olduğu için izin verilmeyeceğini, sınırlardan kaçak olarak giderse sıkıntı yaşayacağını söyleyerek bu fikrinden vazgeçirirler. Hacılar yola çıktıktan bir süre sonra, bu hasrete daha fazla dayanamayacağını anlayınca, o bölgeyi çok iyi bilen Hacı Rıza Tanrıverdi ile beraber Suriye üzerinden Lübnan’a giderler. Cidde’ye gemi ile gitmek üzere bilet alırlar. Fakat bir genç ısrarla gemi biletini iade ettirerek uçak bileti aldırır. Uçakla Arefe günü Cidde hava alanına inerek hazır bekleyen otobüslerle Arafat dağına çıkarlar. Gemi ile gelenler Arafat’a yetişemeyerek Hacı olamazlar. Günlerce yolda olmanın vermiş olduğu yorgunluk ve güneş çarpması neticesinde uzun süre hastalanır. Bir gece Beytullah’ın etrafındaki kumsalda huşu içerisinde otururken; (1980 yılından önce tavaf alanının dışı kumsaldı.) “Ya Rabbi aciz ve de zayıf bir kulunum. Beyti şerifini ziyaret etmeyi nasip ettiğin için ne kadar şükretsem azdır. Bu fakir kulunu Beyti şerifin içerisine almak suretiyle şereflendir.”diye niyazda bulunur. Gözünü açtığında Beytullah’ın kapısının açık olduğunu görür. Hastalığından dolayı oturduğu yerden zorlanarak kalktı ve Beytullah’ın kapısından sarkıtılan, demir telden yapılmış merdivenden iki kişinin yardımıyla içeriye girerek Beytullah’ın dört duvarına doğru namaz kılar ve dua eder. Büyük ödüle layık olmanın mutluluğu ile coştukça coşar. Adeta aşkı ilahide yok olur. Büyük bir heyecan ve aşk ile Medine’ye ulaşır. Her şairin beytine yansıyan ve her aşığın en büyük arzusu olan, gül adıyla simgeleşen, rehberimiz ve önderimizin huzuruna vasıl olur.

 

Gün geçtikçe rahatsızlığı artarak güç ve takatten düşmeye başlar. Dönüş hazırlıkları yapılmaya başlandığında yerden kalkacak mecali kalmamıştır. Arkadaşı, onu arabaya kadar sırtıyla taşıyacak hamal aramaya başlar. Hamalların istediği ücreti verecek paraları yoktu. Bu durum karşısında kalbi çok daralır. Haydar Baba büyük bir hüzünle Cenabı hakka yönelerek şöyle dua eder; “Ya rabbi, eğer emri ilahi vaki olmuşsa ona teslimim. Yoksa beni bu halde perişan etme ve güç kuvvet ver”. Arkadaşı hamalla pazarlık ederken, vücuduna gelen kuvvetle yerinden kalkar ve arkadaşının şaşkın bakışları arasında eline aldığı çantasıyla arabaya doğru yürümeye başlar. Elazığ’a gelince tekrar hastalanarak 40 gün yatmıştır.

 

ELAZIĞ’A HİCRETİ VE VEFATI:

 

Haydar Baba’nın 1978 yılı ilk aylarına kadar Elazığ’a göçle ilgili hiçbir düşünce ve hazırlık yoktur. Ocak ayı sonlarına doğru oğulları Cemil efendi Elazığ’ın Karakoçan ilçesinde ,Abdulkadir efendi ise Malatya tarafında irşatta bulunuyorlardı. Manevi âlemde evliyalar, Haydar babadan artık hicret etmesini isterler. Cemil ve Abdulkadir Efendiler irşattan geri çağrılırlar. Cemil efendi; bahar ayına kadar sabredelim, kışın ortasında göç edersek depremden dolayı sanılarak Palu’da panik yaşanabilir -o günlerde sürekli deprem oluyordu- endişelerini dile getirmesine rağmen, birçok hikmetlerin gizli olduğu hicret, dört gün içerisinde gerçekleşir ve Haydar baba Hazretleri Elazığ’a yerleşir.

 

Haydar Baba (r.a.) 1950’lerin sonlarında sarılık ve şeker hastalığına yakalanır. 1975 yılında ayak parmağında ortaya çıkan yara, şeker hastalığının yükselip-düşmesiyle, sağlık durumu vefatına kadar bazen iyi, bazen de kötü olarak devam eder. Haydar Baba (r.a.) yaranın iyi olması için Cemil Efendinin çaba harcadığını görünce şöyle der; “Oğlum! Kendini yorma, Bu yara iyi olmaz. Cenabı Hakkın bana hediyesidir. Vefatıma da bu sebep olacaktır”. Vefatından bir gün önce çok ısrar edilince doktor getirilmesine razı olur. Muayeneye gelen doktor, Hastanın kalbinin çok iyi çalıştığını, ölümcül bir durumun görülmediğini, derhal hastaneye kaldırılması gerektiğini söylerse de, Haydar Baba buna razı olmayarak şöyle demiştir “Beni rahatsız etmeyin Rabbimle baş başa bırakın” der. Tahlil için kan alınmasına bile razı olmaz.

 

Cemil Efendi Haydar Baba (r.a.)’nın son anlarını şöyle anlatır: Hastalığı çok şiddetlenmişti. Dudaklarına pamukla su vurarak ıslatıyordum. Sonra yüksek sesle zikir etmeye başladım. Babam gözlerini açtı, oğlum dedi; “Sen Lailahe İllallah demeyi bana mı öğretiyorsun. Beni meşgul etme. Ağzıma su vererek, yüksek sesle zikir yaparak dikkatimi dağıtıyorsun. Rabbimle arama girme. Beni onunla baş başa bırak. Ben huzurdayım” Sonra gözlerini yumdu. Bir süre sonra tekrar gözlerini açarak bana:”anladın mı?” diye sordu. Bende evet anladım ama geç anladım, dedim. Yeniden gözlerini yumdu. Göğsü kalkıp iniyordu. Kardeşim Abdulkadir Efendi, cemaatin beni sabah namazını beraber kılmak için çağırdığını söyledi. Ben, kendisine namazı kıldırmasını söyledim ve Yasin süresini okumaya başladım. İkinci sahifeyi okurken, babam aniden başını sağa doğru fırlatır gibi kıbleye doğru çevirdi ve baki aleme göç etti.

 

Allah ondan razı olsun, onu da razı kılsın. Şeyh Haydar baba hazretleri bu dünyadan göçüp gitti, ama arkasında İslâm davetçilerinden, ahlâk ve nefisleri temizleyip ter*biye eden bir kitle bırakarak gitti.

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

  • 1 Monat später...

Dein Kommentar

Du kannst jetzt schreiben und Dich später registrieren. Wenn Du ein Konto hast, melde Dich jetzt an, um unter Deinem Benutzernamen zu schreiben.

Gast
Auf dieses Thema antworten...

×   Du hast formatierten Text eingefügt.   Formatierung jetzt entfernen

  Nur 75 Emojis sind erlaubt.

×   Dein Link wurde automatisch eingebettet.   Einbetten rückgängig machen und als Link darstellen

×   Dein vorheriger Inhalt wurde wiederhergestellt.   Editor leeren

×   Du kannst Bilder nicht direkt einfügen. Lade Bilder hoch oder lade sie von einer URL.

×
×
  • Neu erstellen...