Zum Inhalt springen
Qries Qries Qries Qries Qries Qries

14.Söz


el-dumano

Empfohlene Beiträge

 

14.Söz

 

"Elif lam ra. Bu öyle kitaptýr ki, hikmeti herseyi kusatan ve herseyden hakkýyla haberdar olan Allah tarafýndan, ayetleri saglam sekilde tanzim edilmis, sonra da tafsilatýyla acýklanmýstýr". Hud Suredi, 11:1

 

[Kur'an-ý Hakîm'in ve Kur'anýn müfessir-i hakikîsi olan hadîsin bir kýsým yüksek ve ulvî hakaikýna çýkmak için teslim ve inkýyadý noksan olan kalblere yardým edecek basamaklar hükmünde o hakikatlarýn bir kýsým nazirelerine iþaret edeceðiz ve hâtimesinde bir ders-i ibret ve bir sýrr-ý inayet beyan edilecek. O hakikatlardan Haþir ve Kýyametin nazireleri, Onuncu Söz'de, bilhassa Dokuzuncu Hakikatýnda zikredildiði için tekrara lüzum yoktur. Yalnýz sair hakikatlardan nümune olarak "Beþ Mes'ele" zikrederiz.]

 

Birincisi: "Altý günde gökleri ve yerleri yarattýk" demek olan; hem belki bin ve elli bin sene gibi uzun zamandan ibaret olan eyyam-ý Kur'aniye ile insan dünyasý ve hayvan âlemi altý günde yaþýyacaðýna iþaret eden hakikat-ý ulviyesine kanaat getirmek için, birer gün hükmünde olan herbir asýrda, herbir senede, herbir günde Fâtýr-ý Zülcelal'in halkettiði seyyal âlemleri, seyyar kâinatlarý, geçici dünyalarý, nazar-ý þuhuda gösteriyoruz. Evet güya insanlar gibi dünyalar dahi, birer misafirdir. Her mevsimde Zât-ý Zülcelal'in emriyle âlem dolar, boþanýr.

 

Ýkincisi: Meselâ: "Yas ve kuru ne varsa, hepsi ap acýk bir kitapta yazýlmýstýr." En'am Suresi, 6:59

"Biz herseyi Imam-ý Müminde tek tek saydýk." Yasin Suresi, 36:12

"Ne göklerde ve ne de yerde zerre kadar birsey Ondan uzak kalamaz; bundan kücük veya büyük ne varsa hepsi ap acýk bir kitapta yazýlmýstýr." Sebe' Suresi, 34:3

gibi âyetlerin ifade ettikleri ki: "Bütün eþya, bütün ahvaliyle vücuda gelmeden ve geldikten sonra ve gittikten sonra yazýlýdýr ve yazýlýr ve yazýlýyor." demek olan hakikat-ý âliyesine kanaat getirmek için Nakkaþ-ý Zülcelal, rûy-i zeminin sahifesinde, her mevsimde, bahusus baharda deðiþtirdiði nihayetsiz muntazam mahlukatýn fihriste-i vücudlarýný, tarihçe-i hayatlarýný, desatir-i hareketlerini; çekirdeklerinde, tohumlarýnda, köklerinde manevî bir surette derc ve muhafaza ettiðini ve zevalden sonra semerelerinde aynen kalem-i kaderiyle, manevî bir tarzda basit tohumcuklarýnda yazdýðýný, hattâ her geçici baharda, yaþ-kuru ne varsa, mahdud zerrecikler ve kemikler hükmünde olan tohumlarda, ölmüþ odunlarda, kemal-i intizam ile muhafaza ettiðini nazar-ý þuhuda gösteriyoruz.

Güya her bir bahar, birtek çiçek gibi, gayet muntazam ve mevzun olarak, zeminin yüzüne bir Cemil ve Celil'in eliyle takýlýp koparýlýyor; konup kaldýrýlýyor. Hakikat böyle iken, beþerin en acib bir dalaleti budur ki: Kader kaleminin sahifesi olan Levh-i Mahfuz'un yalnýz bir cilve-i aksi olarak, fihriste-i san'at-ý Rabbaniye olup, ehl-i gafletin lisanýnda tabiat denilen bu kitabet-i fýtriyeyi, bu nakþ-ý san'atý, bu münfail mistar-ý hikmeti, tabiat-ý müessire diyerek masdar ve fâil telakki etmesidir. Eyne' s-sera mine's-süreyya? Hakikat nerede? Ehl-i gafletin telakkileri nerede?

 

Üçüncüsü: Meselâ, hamele-i arþ ve yer ve göklerin melaike-i müekkelleri ve sair bir kýsým melekler hakkýnda Muhbir-i Sadýk'ýn tasvir ettiði, meselâ kýrkbinler baþlý, herbir baþta kýrkbinler lisan ve her lisanda kýrkbinler tarzda tesbihat ettiklerini ve intizam ve külliyet ve vüs'at-i ubudiyetlerini ifade eden hakikata çýkmak için, þuna dikkat et ki: Zât-ý Zülcelal,

 

"Yedi gökle yer ve onlarin icindekiler Onu tesbih eder." Isra Süresi, 17:44

"Biz daglari [Davud'un] emrine verdik ki, onunla beraber tesbih ederlerdi." Sad Suresi, 38:18

"Biz emaneti göklere, yere ve daglara teklif ettik." Ahzab Suresi, 33:72

 

gibi âyetlerle tasrih ediyor ki: Mevcudatýn en büyüðü ve küllîsi dahi, kendi külliyetine göre ve azametine münasib bir tarzda tesbihat ettiðini gösteriyor ve öyle de görünüyor. Evet bir bahr-ý müsebbih olan þu semavatýn kelimat-ý tesbihiyesi; güneþler, aylar, yýldýzlar olduðu gibi, bir tayr-ý müsebbih ve hâmid olan þu zeminin dahi elfaz-ý tahmidiyesi; hayvanlar, nebatlar ve aðaçlardýr. Demek herbir aðacýn, herbir yýldýzýn cüz'î birer tesbihatý olduðu gibi; zeminin de ve zeminin herbir kýt'asýnýn da ve herbir dað ve derenin de ve berr ve bahrýnýn da ve göklerin herbir feleðinin de ve her bir burcunun da birer tesbih-i küllîsi vardýr. Þu binler baþlarý olan zeminin her baþýnda yüzbinler lisanlar bulunan ve her lisanda yüzbin tarzda tesbihat çiçeklerini, tahmidat meyvelerini, âlem-i misalde tercümanlýk edip gösterecek ve âlem-i ervahta temsil edip ilân edecek, ona göre elbette bir melek-i müekkeli vardýr.

 

Evet müteaddid eþya bir cemaat þekline girse, bir þahs-ý manevîsi olacaktýr. Eðer o cem'iyet, imtizaç edip ittihad þeklini alsa, onu temsil edecek bir þahs-ý manevîsi, bir nevi ruh-u manevîsi ve vazife-i tesbihiyesini görecek bir melek-i müekkeli olacaktýr. Ýþte bak, misal olarak bu Barla aðzýnýn, þu dað lisanýnýn bir muazzam kelimesi olan bu odamýzýn önündeki çýnar aðacýna bak, gör: Aðacýn þu üç baþýnýn her baþýnda kaç yüz dal dilleri var ve her dilde bak, kaç yüz mevzun ve muntazam meyve kelimeleri var ve her meyvede dikkat et, kaç yüz kanatlý mevzun tohumcuk harfleri, Emr-i "(Cenab-i Hak) Birseyin olmasini murad ettigi zaman, Onun isi sadece "Ol" demektir; o da oluverir." Yasin Suresi, 36:82

e mâlik Sâni'-i Zülcelal'ine ne kadar belig bir medih ve fasih bir tesbih ettiðini iþittiðin, gördüðün gibi; ona müekkel melek dahi, ona göre âlem-i manada müteaddid diller ile tesbihatýný temsil ediyor ve hikmeten öyle olmak gerektir.

 

Dördüncüsü: Meselâ:

 

"Birseyin olmasini murad ettigi zaman, Onun isi sadece "Ol" demektir; o da oluverir." Yasin Suresi, 36:82

"Kiyametin gerceklesmesi göz acip kapayincaya kadar, hatta ondan da yakindir." NahlSuresi, 16:77

"Biz ona sahdamarindan daha yakiniz." Kaf Suresi, 50:16

"Melekler ve Cebrail, elli bin sene uzunlugunda bi gün olan kiyamet gününde, Allah'in emrini almak üzere Arsa yükselirler." Mearic Suresi, 70:4

 

gibi âyetlerin ifade ettikleri hakikat-ý ulviyesine ki, Kadîr-i Mutlak o derece sühulet ve sür'atle ve mualecesiz ve mübaþeretsiz eþyayý halkeder ki, yalnýz sýrf bir emir ile icad eder gibi görünüyor, fehmediliyor. Hem o Sâni'-i Kadîr nihayet derecede masnuata karib olduðu halde, masnuat nihayet derecede ondan baiddir. Hem nihayetsiz kibriyasýyla beraber, gayet cüz'î ve hakir umûru dahi, ehemmiyetle tanzim ve hüsn-ü san'attan hariç býrakmýyor. Ýþte bu hakikat-ý Kur'aniyenin vücuduna, mevcudatta meþhud sühulet-i mutlak içinde intizam-ý ekmel þehadet ettiði gibi, gelecek temsil dahi, onun sýrr-ý hikmetini gösterir. Meselâ: "En yüce sifatlar Allah'a mahsustur." Nahl Suresi, 16.60

Sâni'-i Zülcelal'in esma-i hüsnasýndan Nur isminin bir kesif âyinesi hükmünde olan güneþin, emr-i Rabbanî ve teshir-i Ýlahî ile mazhar olduðu vazifeler, þu hakikatý fehme takrib eder. Þöyle ki:

Güneþ ulviyetiyle beraber bütün þeffaf ve parlak þeylere nihayet derecede yakýn, belki onlarýn zâtlarýndan onlara daha yakýn olduðu, cilvesiyle ve timsaliyle ve tasarrufa benzer çok cihetlerle onlarý müteessir ettiði halde; o þeffaf þeyler ise, binler sene ondan uzaktýrlar. Onu hiçbir vecihle müteessir edemezler, kurbiyet dava edemezler. Hem o Güneþ, her þeffaf zerreye, hattâ ziyasý nereye girmiþ ise orada hazýr ve nâzýr gibi olduðu, o zerrenin kabiliyet ve rengine göre Güneþin aksi ve bir nevi timsali görünmesiyle anlaþýlýr. Hem Güneþin azamet-i nuraniyeti derecesinde ihatasý, nüfuzu ziyadeleþir. Nuraniyet azametindendir ki, en küçük ufak þeyler, ondan gizlenip kaçamazlar. Demek azamet-i kibriyasý, cüz'î ve ufak þeyleri, nuraniyet sýrrýyla harice atmak deðil; bilakis daire-i ihatasýna alýyor. Hem güneþi, mazhar olduðu cilvelerde ve vazifelerde farz-ý muhal olarak fâil-i muhtar farzetsek, o derece sühulet ve sür'at ve vüs'at içinde, zerreden katreden deniz yüzünden seyyarata kadar izn-i Ýlahî ile öyle iþliyor ki, þu tasarrufat-ý azîmeyi yalnýz bir mahz-ý emir ile yapar, tahayyül edilebilir. Zerre ile seyyare, emrine karþý müsavidirler. Deniz yüzüne verdiði feyzi, zerreye de kabiliyetine göre kemal-i intizam ile verir. Ýþte, sema denizinin yüzünde ziyadar bir kabarcýk ve Kadîr-i Mutlak'ýn Nur isminin cilvesine kesif bir âyinecik olan þu güneþin, bilmüþahede þu hakikatýn üç esasýnýn nümunelerine mazhar olduðunu görüyoruz. Elbette güneþin nur ve harareti, ilim ve kudretine nisbeten toprak gibi kesif hükmünde, "Nur-un Nur, Münevvir-un Nur, Mukaddir-un Nur" olan Zât-ý Zülcelal, herþeye, ilim ve kudretiyle nihayetsiz yakýn ve hazýr ve nâzýr ve eþya ondan gayet uzak olduðuna, hem o derece külfetsiz, mualecesiz, sühuletle iþleri yapar ki, yalnýz mahz-ý emrin sür'at ve sühuletiyle icad eder gibi anlaþýldýðýna; hem hiçbir þey, cüz'î-küllî, küçük-büyük, daire-i kudretinden harice çýkmadýðýna ve kibriyasý ihata ettiðine þuhud derecesinde bir yakîn-i imanî ile iman ederiz ve iman etmek gerektir.

 

Beþincisi:

 

"Onlar Allah'in kudretve azametini hakkiyla bilemediler. Halbuki kiyamet yeryüzü bütünüyle Onun tasarrufundadir; gökler de Onun kudretiyle dürülmüstür." Zümer Suresi, 39:67

ta " Bilin ki, Allah, kisinin kalbine ondan daha yakindir." Enfal Suresi, 8:24

ye kadar, hem " Allah herseyin yaraticisidir. O hersey üzerinde hakkiyla görüo gözeticidir." Zümer Suresi, 39:62 den tut, ta "Allah onlarin gizlediklerini de bilir, aciga vurduklarini da." Bakara Süresi, 2:77 e kadar, hem " Gökleri ve yeri O yaratti." A'raf Suresi, 7:54 dan tut, ta "Sizi de, sizin yaptiklarinizi da yaratan Allah'tir." Saffat Suresi, 37:96 e kadar, heme "Masallah, Allah dilemis de yaratmis! Kuvvet ve kudret ancak Allah'indir." Kehf Suresi, 18:39 dan tut, ta "Allah dilemedikce siz hicbir seyi isteyemezsiniz." Insan Suresi, 76:30

ya kadar hudud-u azamet-i rububiyeti ve kibriya-i uluhiyeti tutmuþ olan Ezel ve Ebed Sultaný, þu âciz ve nihayetsiz zaîf ve nihayetsiz fakir ve nihayetsiz muhtaç ve yalnýz cüz'î bir ihtiyar ile icada kabiliyeti olmayan zaîf bir kesb ile mücehhez benî-âdeme karþý þedid þikayat-ý Kur'aniyesi ve azîm tehdidatý ve müdhiþ vaîdleri ne hikmete binaendir ve ne vecihle tevfik edilir?. ne suretle münasib düþer?. demek olan derin ve yüksek hakikata kanaat getirmek için þu gelecek iki temsile bak:

 

Birinci Temsil: Meselâ þâhane bir bað var ki, nihayetsiz meyvedar ve çiçekdar masnu'lar içinde bulunuyorlar. Ona nezaret etmek için pek çok hademeler tayin edilmiþ. Bir hizmetkârýn vazifesi dahi, yalnýz o baða yayýlacak ve içilecek suyun mecrasýndaki deliðin kapaðýný açmaktýr ve þu hizmetkâr ise tenbellik etti, deliðin kapaðýný açmadý. O baðýn tekemmülüne halel geldi veyahut kurudu. O vakit Hâlýk'ýn san'at-ý Rabbaniyesinden ve Sultan'ýn nezaret-i þahanesinden ve ziya ve hava ve topraðýn hizmet-i bendeganesinden baþka bütün hademelerin, o sersemden þekvaya haklarý vardýr. Zira hizmetlerini akîm býraktý veya zarar verdi.

 

Ýkinci Temsil: Meselâ cesîm bir sefine-i Sultaniyede, âdi bir adam cüz'î vazifesini terketmesiyle, bütün gemideki vazifedarlarýn netaic-i hidematýna halel getirdiðinden ve bazý da mahvettiðinden, bütün o vazifedarlar namýna gemi sahibi ondan þedid þikayet eder. Kusur sahibi ise, diyemez ki: "Ben bir âdi adamým, ehemmiyetsiz ihmalimden þu þiddete müstehak deðildim." Çünki tek bir adem, hadsiz ademleri intac eder. Fakat vücud kendine göre semere verir. Çünki bir þeyin vücudu, bütün þerait ve esbabýn vücuduna mütevakkýf olduðu halde; o þeyin ademi, intifasý, tek bir þartýn intifasýyla ve tek bir cüz'ün ademiyle netice itibariyle mün'adim olur. Bundandýr ki: "Tahrib, tamirden pek çok defa eshel olduðu" bir düstur-u mütearife hükmüne geçmiþtir. Madem küfür ve dalalet, tuðyan ve masiyet esaslarý, inkârdýr ve reddir, terktir ve adem-i kabuldür. Suret-i zahiriyede ne kadar müsbet ve vücudlu görünse de, hakikatta intifadýr, ademdir. Öyle ise cinayet-i sâriyedir. Sair mevcudatýn netaic-i amellerine halel verdiði gibi esma-i Ýlahiyenin cilve-i cemallerine perde çeker.

 

Ýþte bu hadsiz þikayete haklarý olan mevcudat namýna o mevcudatýn sultaný, þu âsi beþerden azîm þikayet eder ve etmesi, ayn-ý hikmettir ve o âsi, þiddetli tehdidata elbette müstehaktýr ve dehþetli vaîdlere, bilâþübhe sezâdýr.

* * *

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

  • 1 Jahr später...

 

Hâtime

 

[Gafil kafaya bir tokmak ve bir ders-i ibrettir.]

 

Ey gaflete dalýp ve bu hayatý tatlý görüp ve âhireti unutup, dünyaya talib bedbaht nefsim! Bilir misin neye benzersin? Deve kuþuna... Avcýyý görür, uçamýyor; baþýný kuma sokuyor, tâ avcý onu görmesin. Koca gövdesi dýþarda. Avcý görür. Yalnýz o, gözünü kum içinde kapamýþ, görmez.

 

Ey nefis! Þu temsile bak gör: Nasýl dünyaya hasr-ý nazar, aziz bir lezzeti, elîm bir eleme kalb eder.

 

Meselâ; þu karyede (yâni Barla'da) iki adam bulunur. Birisinin yüzde doksandokuz ahbabý Ýstanbul'a gitmiþler. Güzelce yaþýyorlar. Yalnýz birtek burada kalmýþ. O dahi oraya gidecek. Bunun için þu adam Ýstanbul'a müþtaktýr, orayý düþünür. Ahbaba kavuþmak ister. Ne vakit ona denilse "Oraya git", sevinip gülerek gider. Ýkinci adam ise, yüzde doksandokuz dostlarý buradan gitmiþler. Bir kýsmý mahvolmuþlar. Bir kýsmý, ne görür, ne de görünür yerlere sokulmuþlar. Periþan olup gitmiþler, zanneder. Þu bîçare adam ise, bütün onlara bedel yalnýz bir misafire ünsiyyet edip teselli bulmak ister. Onunla o elîm âlâm-ý firaký kapamak ister.

 

Ey nefis! Baþta Habibullah, bütün ahbabýn kabrin öbür tarafýndadýrlar.

 

Burada kalan bir-iki tane ise, onlar da gidiyorlar. Ölümden ürküp, kabirden korkup, baþýný çevirme. Merdane kabre bak,

 

sh: » (S: 177)

 

dinle ne taleb eder. Erkekçesine ölümün yüzüne gül; bak ne ister. Sakýn gafil olup ikinci adama benzeme.

 

Ey nefsim! Deme: "Zaman deðiþmiþ, asýr baþkalaþmýþ, herkes dünyaya dalmýþ, hayata perestiþ eder. Derd-i maiþetle sarhoþtur." Çünki: Ölüm deðiþmiyor. Firak, bekaya kalbolup baþkalaþmýyor. Acz-i beþerî, fakr-ý insanî deðiþmiyor, ziyadeleþiyor. Beþer yolculuðu kesilmiyor, sür'at peyda ediyor.

 

Hem deme: "Ben de herkes gibiyim." Çünki herkes sana kabir kapýsýna kadar arkadaþlýk eder. Herkesle musîbette beraber olmak demek olan teselli ise, kabrin öbür tarafýnda pek esâssýzdýr. Hem kendini baþýboþ zannetme. Zira þu misafirhane-i dünyada nazar-ý hikmetle baksan; hiçbir þey'i nizâmsýz gayesiz göremezsin. Nasýl sen nizâmsýz, gayesiz kalabilirsin? Zelzele gibi vâkýalar olan þu hâdisat-ý kevniyye, tesadüf oyuncaðý deðiller. Meselâ: Zemine nebâtat ve hayvanat enva'ýndan giydirilen birbiri üstünde, birbiri içinde, gâyet muntâzam ve gâyet münakkaþ gömlekler; baþtan aþaðýya kadar gayelerle, hikmetlerle müzeyyen, mücehhez olduklarýný gördüðün ve gâyet âlî gayeler içinde kemâl-i intizâm ile meczup mevlevî gibi devredip döndürmesini bildiðin halde, nasýl oluyor ki, küre-i arzýn benî-Âdemden, bâhusus ehl-i îmândan beðenmediði bir kýsým etvâr-ý gafletin sýklet-i mâneviyyesinden omuz silkmeye benzeyen zelzele gibi (Haþiye) mevt-âlûd hâdisat-ý hayâtiyyesini; bir mülhidin neþrettiði gibi gayesiz, tesadüfî zannederek bütün musibetzedelerin elîm zâyiatýný bedelsiz hebâen-mensur gösterip, müdhiþ bir ye'se atarlar. Hem büyük bir hatâ, hem büyük bir zulüm ederler. Belki öyle hâdiseler, bir Hakîm-i Rahîm'in emriyle ehl-i îmânýn fâni malýný, sadaka hükmüne çevirip ibka etmektir ve küfran-ý nimetten gelen günahlara keffarettir. Nasýlki bir gün gelecek, þu müsahhar zemin yüzünün zîneti olan âsâr-ý beþeriyyeyi þirk-âlûd, þükürsüz görüp, çirkin bulur. Hâlýk'ýn emriyle büyük bir zelzele ile bütün yüzünü siler, temizler. Allah'ýn emriyle ehl-i þirki Cehennem'e döker. Ehl-i þükre "Haydi, Cennet'e buyurun" der.

 

 

(Haþiye): Ýzmir'in zelzelesi münasebetiyle yazýlmýþtýr.

 

* * *

 

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

 

Ondördüncü Sözün Zeyli

 

Þu sûre kat'iyyen ifade ediyor ki: Küre-i Arz, hareket ve zelzelesinde vahy ve ilhama mazhar olarak emir tahtýnda depreniyor. Bâzan da titriyor.

 

[Mânevî ve ehemmiyetli bir canibden þimdiki zelzele münâsebetiyle altý-yedi cüz'î suale karþý yine mânevî ihtar yardýmýyla cevablarý kalbe geldi. Tafsilen yazmak kaç def'a niyyet ettimse de izin verilmedi. Yalnýz icmâlen kýsacýk yazýlacak.]

 

Birinci Sual: Bu zelzelenin maddî musibetinden daha elîm mânevî bir musibeti olarak, þu zelzelenin devamýndan gelen korku ve me'yusiyet ekser halkýn ekser memlekette gece istirahatýný selbederek dehþetli bir azab vermesi nedendir?

 

Yine mânevî cevab: Þöyle denildi ki: Ramazan-ý Þerifin teravih vaktinde Kemâl-i neþ'e ve sürur ile sarhoþçasýna gâyet heveskârane þarkýlarý ve bâzan kýzlarýn sesleriyle radyo aðzýyla bu mübarek merkez-i Ýslâmiyetin her köþesinde câzibedârane iþittirilmesi, bu korku azabýný netice verdi.

 

Ýkinci Sual: Niçin gâvurlarýn memleketlerinde bu semâvî tokat baþlarýna gelmiyor? Bu bîçare müslümanlara iniyor?

 

Elcevab: Büyük hatâlar ve cinâyetler te'hir ile büyük merkezlerde ve küçücük cinâyetler tâcil ile küçük merkezlerde verildiði gibi; mühim bir hikmete binâen ehl-i küfrün cinâyetlerinin kýsm-ý âzamý, Mahkeme-i Kübrâ-yý Haþre te'hir edilerek ehl-i îmanýn hatâlarý, kýsmen bu dünyada cezasý verilir.(Haþiye)

 

(Haþiye): Hem Rus gibi olanlar, mensuh ve tahrif edilmiþ bir dini terk etmekle, hak ve ebedî ve kabil-i nesh olmayan bir dine ihanet etmek derecesinde gayretullaha dokunmadýðýndan, zemin þimdilik onlarý býrakýp, bunlara hiddet ediyor.

 

sh: » (S: 179)

 

Üçüncü Sual: Bâzý eþhasýn hatâsýndan gelen bu musibet bir derece memlekette umumî þekle girmesinin sebebi nedir?

 

Elcevab: Umumî musibet, ekseriyetin hatâsýndan ileri gelmesi cihetiyle ekser nâsýn o zâlim eþhasýn harekâtýna fiilen veya iltizâmen veya iltihaken taraftar olmasýyla mânen iþtirâk eder, musibet-i âmmeye sebebiyet verir.

 

Dördüncü Sual: Mâdem bu zelzele musibeti, hatâlarýn neticesi ve keffaret-üz zünûbdur. Mâsumlarýn ve hatâsýzlarýn o musibet içinde yanmasý nedendir? Adâlet ullah nasýl müsaade eder?

 

Yine mânevî canibden elcevab: Bu mes'ele sýrr-ý kadere taallûk ettiði için, Risâle-i Kader'e havale edip yalnýz burada bu kadar denildi:

 

Yâni: "Bir belâ, bir musibetten çekininiz ki, geldiði vakit yalnýz zâlimlere mahsus kalmayýp mâsumlarý da yakar."

 

Þu âyetin sýrrý þudur ki: Bu dünya bir meydân-ý tecrübe ve imtihandýr ve dâr-ý teklif ve mücahededir. Ýmtihan ve teklif iktizâ ederler ki, hakikatlar perdeli kalýp, tâ müsabaka ve mücahede ile Ebubekirler â'lâ-yý illiyyîne çýksýnlar ve Ebûcehiller esfel-i sâfilîne girsinler. Eðer masumlar böyle musîbetlerde saðlam kalsaydýlar, Ebûcehiller aynen Ebubekirler gibi teslim olup, mücahede ile mânevî terakki kapýsý kapanacaktý ve sýrr-ý teklif bozulacaktý.

 

Mâdem mazlum, zâlim ile beraber musîbete düþmek, hikmet-i Ýlâhîce lâzým geliyor. Acaba o bîçâre mazlumlarýn rahmet ve adâletten hisseleri nedir?

 

Bu suale karþý cevaben denildi ki: O musibetteki gazab ve hiddet içinde onlara bir rahmet cilvesi var. Çünki o mâsumlarýn fâni mallarý, onlarýn hakkýnda sadaka olup, bâki bir mal hükmüne geçtiði gibi, fâni hayatlarý dahi bir bâki hayatý kazandýracak derecede bir nev'i þehâdet hükmünde olarak, nisbeten az ve muvakkat bir meþakkat ve azabdan büyük ve dâimî bir kazancý kazandýran bu zelzele, onlar hakkýnda ayn-ý gazab içinde bir rahmettir.

 

Beþinci Sual: Âdil ve Rahîm, Kadîr ve Hakîm, neden hususî hatâlara hususî ceza vermeyip, koca bir unsuru Mûsallat eder. Bu hal cemâl-i rahmetine ve þümûl-ü kudretine nasýl muvafýk düþer?

 

sh: » (S: 180)

 

Elcevab: Kadîr-i Zülcelâl, herbir unsura çok vazifeler vermiþ ve herbir vazifede çok neticeler verdiriyor. Bir unsurun birtek vazifesinde, birtek neticesi çirkin ve þer ve musîbet olsa da, sâir güzel neticeler, bu neticeyi de güzel hükmüne getirir. Eðer bu tek çirkin netice vücuda gelmemek için, insana karþý hiddete gelmiþ o unsur, o vazifeden men'edilse; o vakit o güzel neticeler adedince hayýrlar terkedilir ve lüzumlu bir hayrý yapmamak, þer olmasý haysiyetiyle, o hayýrlar adedince þerler yapýlýr. Tâ birtek þer gelmesin gibi; gâyet çirkin ve hilâf-ý hikmet ve hilâf-ý hakikat bir kusurdur. Kudret ve hikmet ve hakikat kusurdan münezzehtirler.

 

Mâdem bir kýsým hatâlar, unsurlarý ve arzý hiddete getirecek derecede bir þümûllü isyandýr ve çok mahlûkatýn hukukuna bir tahkirli tecavüzdür. Elbette o cinâyetin fevkalâde çirkinliðini göstermek için, koca bir unsura, küllî vazifesi içinde "Onlarý terbiye et" diye emir verilmesi ayn-ý hikmettir ve adâlet tir ve mazlumlara ayn-ý rahmettir.

 

Altýncý Sual: Zelzele, küre-i arzýn içinde inkýlâbat-ý mâdeniyenin neticesi olduðunu ehl-i gaflet iþaa edip, âdeta tesadüfî ve tabiî ve maksadsýz bir hâdise nazarýyla bakarlar. Bu hâdisenin mânevî esbabýný ve neticelerini görmüyorlar; tâ ki intibaha gelsinler. Bunlarýn istinad ettiði maddenin bir hakikatý var mýdýr?

 

Elcevab: Dalâletten baþka hiçbir hakikatý yoktur. Çünki her sene elli milyondan ziyade münakkaþ, muntâzam gömlekleri giyen ve deðiþtiren küre-i arzýn üstünde binler envâ'ýn birtek nev'i olan, meselâ sinek taifesinden hadsiz efradýndan birtek ferdin yüzer a'zâsýndan birtek uzvu olan kanadýnýn kasd ve irade ve meþiet ve hikmet cilvesine mazhariyeti ve ona lâkayd kalmamasý ve baþýboþ býrakmamasý gösteriyor ki, deðil hadsiz zîþuurun beþiði ve anasý ve mercii ve hamisi olan koca küre-i arzýn ehemmiyetli ef'al ve ahvâli belki hiçbir þeyi, -cüz'î olsun küllî olsun- irade ve ihtiyar ve kasd-ý Ýlahî hâricinde olmaz. Fakat Kadîr-i Mutlak hikmetinin muktezasýyla zâhir esbabý tasarrufâtýna perde ediyor. Zelzeleyi irade ettiði vakit, bâzan da bir madeni harekete emredip, ateþlendiriyor. Haydi mâdenî inkýlâbât dahi olsa, yine emir ve hikmet-i Ýlâhî ile olur; baþka olamaz. Meselâ: Bir adam bir tüfek ile birisini vurdu. Vuran adama hiç bakýlmasa, yalnýz fiþekteki barutun ateþ almasý noktasýna hasr-ý nazar edip, bîçare maktûlün büsbütün hukukunu zayi' etmek; ne derece belâhet ve divâneliktir. Aynen öyle de: Kadîr-i Zülcelâl'in müsahhar bir memuru, belki bir gemisi, bir tayya-

 

sh: » (S: 181)

 

resi olan Küre-i arzýn içinde bulunan ve hikmet ve irâde ile iddihar edilen bir bombayý, ehl-i gaflet ve tuðyâný uyandýrmak için "ateþlendir" diye olan emr-i Rabbânîyi unutmak ve tabiata sapmak, hamakatýn en eþneidir.

 

Altýncý Sualin Tetimmesi ve Hâþiyesi: Ehl-i dalâlet ve ilhad, mesleklerini muhâfaza ve ehl-i îmânýn intibahlarýna mukabele ve mümânâat etmek için, o derece garib bir temerrüd ve acîb bir hamakat gösteriyorlar ki, insaný insâniyetten piþman eder. Meselâ: Bu âhirde beþerin bir derece umumiyet þeklini alan zulümlü, zulümatlý isyânýndan, kâinat ve anâsýr-ý külliye kýzdýklarýndan ve Hâlýk-ý Arz ve Semâvat dahi, deðil hususî bir rubûbiyet, belki bütün kâinatýn, bütün âlemlerin Rabbi ve Hâkimi haysiyetiyle, küllî ve geniþ bir tecelli ile kâinatýn heyet-i mecmuasýnda ve rubûbiyetin daire-i külliyesinde nev'-i insaný uyandýrmak ve dehþetli tuðyanýndan vazgeçirmek ve tanýmak istemedikleri kâinat sultanýný tanýttýrmak için emsalsiz, kesilmeyen bir su, hava ve elektrikten; zelzeleyi, fýrtýnayý ve harb-i umumî gibi umumî ve dehþetli âfâtý nev'-i insanýn yüzüne çarparak onunla hikmetini, kudretini, adâletini, kayyumiyetini, irâdesini ve hâkimiyetini pek zâhir bir Sûrette gösterdiði halde; insan Sûretinde bir kýsým ahmak þeytanlar ise, o küllî iþârât-ý Rabbâniyyeye ve terbiye-i Ýlâhiyyeye karþý eblehane bir temerrüd ile mukabele edip diyorlar ki: "Tabiattýr; bir mâdenin patlamasýdýr, tesadüfîdir. Güneþin harareti elektrikle çarpmasýdýr ki, Amerika'da beþ saat bütün makinalarý durdurmuþ ve Kastamonu vilâyeti cevvinde ve havasýnda semâyý kýzartmýþ, yangýn Sûretini vermiþ" diye mânâsýz hezeyanlar ediyorlar. Dalâletten gelen hadsiz bir cehâlet ve zýndýkadan neþ'et eden çirkin bir temerrüd sebebiyle bilmiyorlar ki: Esbab yalnýz birer bahanedirler, birer perdedirler. Dað gibi bir çam aðacýnýn cihazatýný dokumak ve yetiþtirmek için bir köy kadar yüz fabrika ve tezgâh yerine küçücük çekirdeði gösterir: "Ýþte bu aðaç bundan çýkmýþ" diye Sâniinin o çamdaki gösterdiði bin mu'cizâtý inkâr eder misillü Bâzý zâhirî sebebleri irae eder. Hâlýk'ýn ihtiyar ve hikmet ile iþlenen pek büyük bir fiil-i Rubûbiyetini hiçe indirir. Bâzan gâyet derin ve bilinmez ve çok ehemmiyetli, bin cihette de hikmeti olan bir hakikata fennî bir nam takar. Güya o nam ile mahiyeti anlaþýldý, âdileþti, hikmetsiz, mânâsýz kaldý.

 

Ýþte gel! Belâhet ve hamakatýn nihayetsiz derecelerine bak ki: Yüz sahife ile târif edilse ve hikmetleri Beyân edilse ancak tama-

 

sh: » (S: 182)

 

mýyla bilinecek derin ve geniþ bir hakikat-ý meçhuleye bir nam takar; mâlûm bir þey gibi: "Bu budur" der. Meselâ: "Güneþin bir maddesi, elektrikle çarpmasýdýr. Hem birer irade-i külliye ve birer ihtiyar-ý âmm ve birer hâkimiyyet-i nev'iyyenin ünvanlarý bulunan ve «âdetullah» namýyla yâdedilen fýtrî kanunlarýn birisine, hususî ve kasdî bir hâdise-i rubûbiyyeti irca' eder. O irca' ile, onun nisbetini irade-i ihtiyariyyeden keser; sonra tutar tesadüfe, tabiata havale eder. Ebûcehil'den ziyade muzaaf bir eçheliyet gösterir. Bir neferin veya bir taburun zaferli harbini bir nizâm ve kanun-u askeriyeye isnad edip; kumandanýndan, padiþahýndan, hükûmetinden ve kasdî harekâttan alâkasýný keser misillü âsi bir divane olur. Hem meyvedâr bir aðacýn bir çekirdekten icâdý gibi, bir týrnak kadar bir odun parçasýndan çok mu'cizâtlý bir usta, yüz okka muhtelif taamlarý, yüz arþýn muhtelif kumaþlarý yapsa; bir adam o odun parçasýný gösterip dese: "Bu iþler, tabiî ve tesadüfî olarak bundan olmuþ." O ustanýn hârika san'atlarýný, hünerlerini hiçe indirse, ne derece bir hamakattýr. Aynen öyle de...

 

Yedinci Sual: Bu hâdise-i arziyye, bu memleketin ahâli-i Ýslâmiyesine bakmasý ve onlarý hedef etmesi, ne ile anlaþýlýyor ve neden Erzincan ve Ýzmir taraflarýna daha ziyade iliþiyor?

 

Elcevab: Bu hâdise, hem þiddetli kýþta, hem karanlýklý gecede, hem dehþetli soðukta, hem Ramazanýn hürmetini tutmayan bu memlekete mahsus olmasý; hem tahribatýndan intibaha gelmediklerinden, hafifçe gafilleri uyandýrmak için, o zelzelenin devam etmesi gibi çok emârelerin delâletiyle bu hâdise ehl-i îmaný hedef edip, onlara bakýp namaza ve niyaza uyandýrmak için sarsýyor ve kendisi de titriyor. Bîçâre Erzincan gibi yerlerde daha ziyade sarsmasýnýn iki vechi var:

 

Biri: Hatâlarý az olmak cihetiyle temizlemek için tâcil edildi.

 

Ýkincisi: O gibi yerlerde kuvvetli ve hakikatlý îmân muhafýzlarý ve Ýslâmiyet hâmileri az veya tam mâðlub olmak fýrsatýyla, ehl-i zýndýkanýn orada tesirli bir merkez-i faaliyet tesisleri cihetiyle en evvel oralarý tokatladý, ihtimali var.

 

* * *

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

Gast
Dieses Thema wurde nun für weitere Antworten gesperrt.
×
×
  • Neu erstellen...