EMRE Geschrieben 21. Dezember 2008 Teilen Geschrieben 21. Dezember 2008 YÝRMÝ ALTINCI LEM'A Ýhtiyarlar Lem'asý Yirmi altý rica ve ziya-yý teselliyi camidir. ÝHTAR: Her bir " rica" nýn baþýnda manevi derdimi gayet elim ve sizi müteessir edecek derecede yazdýðýmýn sebebi: Kur'an-ý Hakimden gelen ilacýn fevkalade te'sirini göstermek içindir. Ýhtiyarlara ait bu Lem'a, üç dört cihetle hüsn-ü ifadeyi muhafaza edememiþ. Birincisi: Sürgüzeþt-i hayatýma ait olduðu için, o zamanlara hayalen gidip o halette yazýldýðýndan, ifade, intizamýný muhafaza edemedi. Ýkincisi: Sabah namazýndan sonra gayet yorgunluk hissetiðim bir zamanda, hem sür'ate mecburiyet tahtýnda yazýldýðýndan ifadede müþevveþiyet düþmüþ. Üçüncüsü: Yanýmda daim yazacak bulunmadýðýndan, yanýmda bulunan katibin de Risale-i Nura ait dört beþ vazifesi olmakla tashihatýna tam vakit bulamadaðýmýzdan intizamsýz kaldý. Dördüncüsü: Te'lifin akabinde ikimiz de yorgun olarak, manayý dikkatle düþünemiyerek, gayet sathi bir tashihle iktifa edildiðinden, tarz-ý ifadede elbette kusurlar bulunacak... Alicenab ihtiyarlardan, ifadedeki kusurlarýma nazar-ý müsamaha ile bakmak; ve rahmet-i Ýlâhiyye, boþ olarak döndürmediði mübarek ihtiyarlar, ellerini dergâh-ý Ýlâhiyyeye açtýklarý vakit bizi de dualarýnda dahil etsinler... بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحْيمِ كَهيعص* ذِكْرُ رَحْمَةِ رَبِّكَ عَبْدَهُ زَكَرِيَّا * اِذْ نَادَى رَبَّهُ نِدآءً خَفِيًا * قَالَ رَبِّ اِنِّى وَهَنَ العَظْمُ مِنِّى وَاشْتَغَلَ الرَّاْسُ شَيْباً وَلَمْ اَكُنْ بِدُعآئِكَ رَبِّ شَقِيًّا * Sh:»(S.N: 40) Þu Lem'a Yirmi Altý Ricadýr. % BÝRÝNCÝ RÝCA : Ey sinn-i kemale gelen muhterem ihtiyar kardeþler ve ihtiyare hemþireler ! Ben de sizin gibi ihtiyarým. Ýhtiyarlýk zamanýnda ara sýra bulduðum ricalarý ve o ricalardaki teselli nuruna sizi de teþrik etmek arzusuyla baþýmdan geçen bazý halatý yazacaðým. Gördüðüm ziya ve rastgeldiðim rica kapýlarý, elbette benim nakýs ve müþevveþ istidadýma göre görülmüþ; açýlmýþ. Ýnþaallah sizlerin safi ve halis istidatlarýnýz, gördüðüm ziyayý parlattýracak; bulduðum ricayý daha ziyade kuvvetleþtirecek... Ýþte, gelecek o ricalarýn ve ziyalarýn menbaý, madeni, çeþmesi; îmandýr. % ÝKÝNCÝ RÝCA : Ýhtiyarlýða girdiðim zaman; bir gün güz mevsiminde, ikindi vaktinde, yüksek bir daðda dünyaya baktým. Birden gayet rikkatli ve hazin ve bir cihette karanlýklý bir halet bana geldi. Gördüm ki: ben ihtiyarlandým, gündüz de ihtiyarlanmýþ, sene de ihtiyarlanmýþ, dünya da ihtiyarlanmýþ. Bu ihtiyarlýklar içinde dünyadan firak ve sevdiklerimden iftirak zamaný yakýnlaþtýðýndan, ihtiyarlýk beni ziyade sarsdý. Birden Rahmet-i Ýlâhiyye öyle bir surette inkiþaf etti ki; o rikkatli hüzün ve firaký, kuvvetli bir rica ve parlak bir teselli nuruna çevirdi. Evet, ey benim gibi ihtiyarlar " Kur'an-ý Hakimde yüz yerde " ERRAHMÂNÝRRAHÎM " sýfatlariyle kendini bizlere takdim eden ve daima zeminin yüzünde merhamet istiyen zihayatlarýn imdadýna rahmetini gönderen ve gaybdan her sene baharý hadsiz nimet ve hediyeleriyle doldurup rýzka muhtaç bizlere yetiþtiren ve zaaf ü acz derecesi nisbetinde rahmetinin cilvesini ziyade gösteren bir Hâlýk-ý Rahîmimizin rahmeti, bu ihtiyarlýðýmýzda en büyük bir rica ve en kuvvetli bir ziyadýr. Bu rahmeti bulmak, îman ile o Rahmâna intisab etmek ve feraizi kýlmakla Ona itaat etmektir. %ÜÇÜNCÜ RÝCA : Bir zaman gençlik gecesinin uykusundan ihtiyarlýk sabahiyle uyandýðým vakit kendime baktým; vücudum kabir taafýna bir iniþten koþar gibi gidiyor. Niyazi-i Mýsrînin Günde bir taþý bina-yý ömrümün düþtü yere, Can yatar gafil, binasý oldu viran bîhaber Dediði gibi ruhumun hanesi olan cismimimin de hergün bir taþý düþmekle yýpranýyor... ve dünya ile beni kuvvetli baðlýyan ümidlerim, emellerim kopmaya baþladýlar. Hadsiz dostlarýmdan ve sevdiklerimden müfarakat zamanýnýn yakýnlaþtýðýný hissettim. O mânevi ve çok derin ve devasýz görünen yaranýn merhemini aradým, bulamadým. Yine Niyazi-i Mýsrî gibi dedim ki: Sh:»(S.N: 41) Dil bekasý, Hak fenasý istedi mülk-ü tenim, Bir devasýz derde düþtüm, âh ki Lokman bîhaber! " (Haþiye) O vakit birden merhamet-i Ýlâhiyyenin lisaný, misali, timsali, dellalý, mümessili olan Peygamber-i Zîþan Aleyhissalâtü vesselâmýn nuru ve þefaati ve beþere getirdiði hediye-i hidayeti, o dermansýz hadsiz zannettiðim yaraya güzel bir merhem ve tiryak oldu. Karanlýklý ye'simi, nurlu bir ricaya çevirdi. Evet, ey benim gibi ihtiyarlýðýný hisseden muhterem ihtiyar ve ihtiyareler ! Biz gidiyoruz.. aldanmakta faide yok. Gözümüzü kapamakla bizi burada durdurmazlar; sevkiyat var. Fakata gafletten ve kýsmen de ehl-i dalaletten gelen zulümat evhamlarýyle bize firaklý ve karanlýklý görünen berzah memleketi, ahbablarýn mecmaýdýr. Baþta þefiimiz olan HABÝBULLAH Aleyhissalâtü Vesselâm ile bütün dostlarýmýza kavuþmak âlemidir. Evet bin üçyüz elli senede, her sene üçyüz elli milyon insanlarýn sultaný ve onlarýn ruhlarýnýn mürebbisi ve akýllarýnýn muallimi ve kalblerinin mahbubu ve her günde السِّبَبُ كَالْفَاعِلِ sýrrýnca, bütün o ümmetinin iþlediði hasenatýn bir misli, sahife-i hasenatýna ilave edilen ve þu kâinattaki makasýd-ý aliye-i Ýlâhiyyenin medarý ve mevcudatýn kýymetlerinin tealisinin sebebi olan o Zât-ý Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, dünyaya geldiði dakikada " ümmetî ümmetî" rivayet-i sahiha ile ve keþf-i sadýkla dediði gibi, mahþerde herkes " nefsî nefsî " dediði zaman, yine " ümmetî ümmetî" diyerek en kudsi ve en yüksek bir fedakârlýk ile, yine, þefaatiyle ümmetinin imdadýna koþan bir zatýn gittiði âleme gidiyoruz. Ve o güneþin etrafýnda hadsiz asfiya ve Evliya yýldýzlariyle ýþýklanan öyle bir âleme gidiyoruz... Ýþte o zatýn þefaati altýna girip ve nurundan istifade etmenin ve zulümat-ý berzahiyeden kurtulmanýn çaresi : Sünnet-i Seniyyeye ittibadýr. % DÖRDÜNCÜ RÝCA : Bir zaman ihtiyarlýða ayak bastýðýmdan, gafleti idame ettiren sýhhat-ý bedenim de bozulmuþtu. Ýhtiyarlýkla hastalýk, müttefikan bana hücum etti. Baþýma vura vura uykumu kaçýrdýlar. Çoluk çocuk, mal gibi beni dünya ile baðlýyacak alakalar da yoktu. Gençlik sersemliðiyle zâyi ettiðim sermaye-i ömrümün meyvelerini; bütün günahlar, hatiatlar gördüm. Niyazi-i Mýsrî gibi feryad eyliyerek dedim: -------------- Haþiye:Yani: Benim kalbim bütün kuvvetiyle bekâ istediyi halde; hikmet-i Ýlâhiye cesedimin harabiyetini iktiza ediyor. Hekîm-i Lokman da çaresini bulamadýðý dermansýz bir derde düþtüm. Sh:»(S.N: 42) Bir ticaret yapmadým, nakd-i ömür oldu heba, Yola geldim lakin göçmüþ cümle kervan bihaber. Aðlayýp nâlân edip düþtüm yola tenha garib, Dide giryan, sine püryan, akýl hayran bîhaber. O vakit gurbette idim. Me'yusane bir hüzün ve nedametkârâne bir teessüf ve istimdatkarane bir hasret hissetim. Birden Kur'an-ý mu'ciz-ül- beyan imdada yetiþti. Bana o kadar kuvvetli bir rica kapýsýný açtý ve öyle hakiki bir teselli ziyasýný verdi ki, o vaziyetimin yüz derece fevkindeki ye'si dahi izale eder ve o karanlýklarý daðýtabilirdi. Evet, ey benim gibi dünya ile alakalarý kesilmeye baþlýyan ve dünya ile baðlanan ipleri kopmaya yüz tutan muhterem ihtiyar ve ihtiyareler ! Bu dünyayý en mükemmel ve muntazam bir þehir, bir saray hükmünde halkeden bir Sâni-i Zülcelâl, mümkün müdür ki; o þehirde, o sarayda en ehemmiyetli misafirleriyle ve dostlariyle konuþmasýn; görüþmesin. Madem bilerek bu sarayý yapmýþ ve irade ve ihtiyar ile tanzim ve tezyin etmiþ; elbette nasýl ki " yapan bilir" öyle de; " bilen konuþur. " Madem bu sarayý, bu þehri bize güzel bir misafirhane ve ticaretgah yapmýþ; elbette bize karþý münasebatýný ve bizden arzularýný gösterecek bir defteri, bir kitabý bulunacaktýr... Ýþte o kudsi defterin en mükemmeli; kýrk vecihle mu'cize ve her dakikada hiç olmazsa yüz milyonun dillerinde gezen, nur serpen ve herbir harfinde asgari olarak on sevap ve on hasene ve bazen onbin ve bazen leyle-i Kadir sýrriyle bir harfine otuzbin hasene ve meyve-i Cennet ve nur-u berzah veren Kur'an-ý Mu'ciz-ül-Beyandýr. Bu makamda ona rekabet edecek kâinatta hiçbir kitab yoktur, ve hiçbir kimse gösteremez. Madem bu elimizdeki Kur'an, Semavat ve Arzýn Hâlýk-ý Zülcelâlinin Rububiyet-i mutlakasý noktasýndan ve azamet-i Ulûhiyyeti cihetinden ve ihata-i rahmeti canibinden gelen kelamýdýr, fermanýdýr; bir maden-i rahmetidir. Ona yapýþ... Her derde bir deva, her zulmete bir ziya, her ye'se bir rica, içinde vardýr. Ýþte bu ebedi hazinenin anahtarý imandýr ve teslimdir; ve onu dinleyip kabul etmek ve okumaktýr. % BEÞÝNCÝ RÝCA : Bir zaman ihtiyarlýðýmýn mebdeinde, bir inziva arzusiyle, Ýstanbul'un boðaz tarafýndaki Yûþa Tepesinde, yalnýzlýkla ruhum bir istirahat aradý. Bir gün o yüksek tepede, daire-i ufka, etrafa baktým. Gayet hazin ve rikkatli bir levha-i zeval ve firaký, ihtiyarlýðýn ihtariyle gördüm. Þecere-i ömrümün kýrk beþinci senesi olan kýrk beþinci dalýndaki yüksek makamýndan, ta hayatýmýn aþaðý tabakalarýna nazar gezdirdim. Gördüm ki; o aþaðýda, herbir dalýnda, herbir senenin zarfýnda sevdiklerimden ve alâkadarlarýmdan ve tanýþdýklarýmdan hadsiz cenazeler var. Ve o firak ve iftiraktan Sh:»(S.N: 43) gelen gâyet rikkatli bir mânevi teessürat içinde, Fuzulî-i Baðdâdi gibi, müfarakat eden dostlarý düþünerek enin edip: Vaslýný yâdeyledikçe aðlarým, Tâ nefes var ise kuru cismimde feryâd eylerim Diyerek bir tesel bir nur, bir rica kapýsýný aradým. Birden, Âhirete îman nuru imdada yetiþti. Hiç sönmez bir nur, hiç kýrýlmaz bir rica verdi. Evet, ey benim gibi ihtiyar kardeþler ve ihtiyare hemþîreler! Madem Âhi ret var; ve madem bâkidir; ve madem dünyadan daha güzeldir; ve madem bizi yaratan zat hem Hakîm, hem Rahîmdir... ihtiyarlýktan þekva ve teessüf etmemeliyiz. Bil'akis ihtiyarlýk, îman ile ibadet içinde sinn-i kemâle gelip, vazife-i hayattan terhis ve âlem-i rahmete istirahat için gitmeye bir alâmet olduðu cihetle ondan memnun olmalýyýz. Evet, nass-ý Hadîs ile, nev-i beþerin en mümtaz þahsiyetleri olan yüzyirmi dört bin Enbiyanýn icma' ve tevâtür ile; kýsmen þuhûde ve kýsmen hakkelyakîne istinaden, müttefikan Âhiretin vücudundan ve insanlarýn oraya sevkedileceðinden ve bu kâinatýn Hâlýkýnýn kat'i va'dettiði Âhireti getireceðinden haber verdikleri gibi, onlarýn verdikleri haberi keþif ve þuhud ile ilmelyakîn suretinde tasdik eden yüz yirmi dört milyon Evliyanýn o Âhiretin vücuduna þehadetleriyle ve bu kâinatýn Sâni-i Hakîminin bütün esmasý bu dünyada gösterdikleri cilveleriyle, bir âlem-i bekayý bilbedahe iktiza ettiklerinden; yine Âhiretin vücuduna delâletiyle; ve her sene baharda, rûy-u zeminde, ayakta duran had ve hesaba gelmez ölmüþ aðaçlarýn cenazelerini Emr-i كُنْ فَيَكُونَ ile ihya edip Ba'sü Ba'del- Mevt'e mazhar eden ve haþir ve neþrin yüzbinler nümunesi olarak nebatat tâifelerinden ve hayvanat milletlerinden üçyüz bin nevileri haþir ve neþreden hadsiz bir kudret-i ezeliye ve hesapsýz ve israfsýz bir hikmet-i ebediye, ve rýzka muhtaç bütün zîruhlarý kemal-i þefkatle gayet harika bir tarzda iaþe ettiren; ve her baharda az bir zamanda had ve hesaba gelmez envâ-i zinet ve mehâsini gösteren bir rahmet-i bâkiye ve bir inâyet-i dâimenin bilbedahe Âhiretin vücûdunu istilzam ile ve þu kâinatýn en mükemmel meyvesi ve Hâlýk-ý kâinatýn en sevdiði masnûu ve kâinatýn mevcudatiyle en ziyâde alâkadar olan insandaki þedit, sarsýlmaz daimî olan aþk-ý bekâ ve þevk-i ebediyet ve a'mâl-i sermediyet, bilbedahe iþaret ve delâletiyle bu âlem-i fâniden sonra bir âlem-i bâki ve bir Dâr-ý Âhiret ve bir Dâr-ý Saadet bulunduðunu o derece kat'i bir surette isbat ederler ki, dünyanýn vücudu kadar; bilbedahe Âhiretin vücu Sh:»(S.N: 44) dunu kabul etmeyi istilzam ederler (Hâþiye). Madem Kur'an-ý Hakim'in bize verdiði en mühim bir ders,. "îman-ý Bil-Âhiret'tir." ve o îman da bu derece kuvvetlidir... ve o îmanda öyle bir rica ve bir teselli var ki; yüzbin ihtiyarlýk bir tek þahsa gelse, bu îmandan gelen teselli mukabil gelebilir. Biz ihtiyarlar "Elhamdülillâhi Alâ Kemâl-ilîman" deyip, ihtiyarlýðýmýza sevinmeliyiz.. %ALTINCI RÝCA.: Bir zaman elîm bir esaretimde, insanlardan tevahhuþ edip Barla Yaylasýnda Çam Daðýnýn tepesinde yalnýz kaldým. Yalnýzlýkta bir nur arýyordum. Bir gece, o yüksek tepenin baþýndaki yüksek bir çam aðacýnýn üstündeki üstü açýk odacýkta idim. Üç dört gurbeti-birbiri içinde-ihtiyarlýk bana ihtar etti. Altýncý Mektubda izah edildiði gibi: O gece, ýssýz, sessiz, yalnýz, aðaçlarýn hýþýrtýlarýndan ve hemhemelerinden gelen hazin bir sada, bir ses rikkatime, ihtiyarlýðýma, gurbetime ziyade dokundu. Ýhtiyarlýk bana ihtar etti ki: gündüz nasýl þu siyah bir kabre tebeddül etti, dünya siyah kefenini giydi, öyle de: senin ömrünün gündüzü de geceye ve dünya gündüzü de berzah gecesine ve hayatýn yazý dahi ölümün kýþ gecesine inkýlab edeceðini kalbimin kulaðýna söyledi. Nefsim bilmecburiye dedi; evet, ben vatanýmdan garib olduðum gibi, bu elli sene zarfýndaki ömrümde zeval bulan sevdiklerimden ayrý düþtüðümden ve arkalarýnda onlara aðlýyarak kaldýðýmdan, bu vatan gurbetinden daha ziyade hazin ve elîm bir gurbettir. Ve bu gece ve daðýn garibane vaziyetindeki hazin gurbetten daha ziyade hazin ve elîm bir gurbete yakýnlaþýyorum ki, bütün dünyadan birden müfarakat zamaný yakýnlaþtýðýný ihtiyarlýk bana haber veriyor. Bu gurbet gurbet içinde ve bu hüzün hüzün içindeki vaziyetten bir rica, bir nur aradým. Birden îman-ý Billâh imdada yetiþti. Öyle bir ünsiyet verdi ki; bulunduðum muzaaf vahþet bin defa tezâuf etse idi, yine o teselli kâfi gelirdi. Evet ey ihtiyar ve ihtiyareler! Madem Rahîm bir Hâlýkýmýz var; bizim için gurbet olamaz. Madem o var; bizim için herþey var. Madem o var; melâikeleri de var. Öyle ise bu dünya boþ deðil, hâli daðlar, boþ sahralar, Cenab-ý Hakkýn ibâdiyle doludur. Zîþuur ibadýndan baþka, Onun nuriyle, ______________ Hâþiye: Evet, sübûti bir emri ihbar etmenin kolaylýðý ve inkâr ve nefyetmenin gayet müþkil olduðu, bu temsilde görünür. Þöyle ki; biri dese: "Meyveleri süt konserveleri olan gayet harika bir bahçe, Küre-i Arz üzerinde vardýr." Diðeri dese: "Yoktur." Ýsbat eden, yalnýz onun yerini veyahut bazý meyvelerini göstermekle kolayca dâvasýný isbat eder. Ýnkâr eden adam, nefyini isbat etmek için, bütün Küre-i Arzý görmek ve göstermekle davasýný isbat edebilir. Aynen öyle de: Cenneti ihbar edenler, yüzbinler tereþþuhatýný, meyvelerini, âsârýný gösterdiklerinden kat_ý nazar... Ýki þâhid-i sâdýkýn sübûtuna þehadetleri kâfi gelirken; onu inkâr eden hadsiz bir kainatý, hadsiz ebedî zamaný temaþa etmek ve eledikten sonra inkârýný isbat edebilir, ademini gösterebilir. Ýþte ey ihtiyar kardeþler! Îman-ý âhiretin ne kadar kuvvetli olduðunu anlayýnýz. Sh:»(S.N: 45) Onun hesabýyle taþý da aðacý da birer mûnis arkadaþ hükmüne geçer. Lisan-ý hâl ile bizim ile konuþabilirler ve eðlendirirler. Evet bu kâinatýn mevcudatý adedince ve bu büyük kitab-ý âlemin harfleri sayýsýnca vücuduna þehadet eden; ve zîruhlarýn medar-ý þefkat ve rahmet ve inayet olabilen cihazatý ve mat'ûmatý ve nîmetleri adedince rahmetini gösteren deliller, þahidler, bize Rahîm, Kerîm, Enîs, Vedûd olan Hâlikýmýzýn, Sâniimizin, Hâmimizin dergâhýný gösteriyorlar. O dergâhta en makbûl bir þefaatcý, acz ve zaafdýr. Ve acz ve zaafýn tam zamaný da, ihtiyarlýktýr. Böyle bir dergâha makbûl bir þefaatcý olan ihtiyarlýktan küsmek deðil, sevmek lâzýmdýr. % YEDÝNCÝ RÝCA : Bir zaman ihtiyarlýðýn baþlangýcýnda, Eski Saidîn gülmeleri, yeni Saidîn aðlamalarýna inkýlab ettiði hengâmda, Ankara'daki ehl-i dünya, beni eski Said zannedip oraya istediler; gittim. Güz mevsiminin, ahirlerinde Ankara'nýn benden çok ziyade ihtiyarlanmýþ, yýpranmýþ, eskimiþ kal'asýnýn baþýna çýktým. O kal'a tehaccür etmiþ hadisat-ý tarihiye suretinde bana göründü. Senenin ihtiyarlýk mevsimiyle benim ihtiyarlýðým, kal'anýn ihtiyarlýðý, beþerin ihtiyarlýðý, þanlý Osmanlý Devletinin ihtiyarlýðý ve Hilafet Saltanatýnýn vefatý ve dünyanýn ihtiyarlýðý; bana gayet hazin ve rikkatli ve firkatli bir halet içinde, o yüksek kal'ada geçmiþ zamanýn derelerine ve gelecek zamanýn daðlarýna baktýrdý; ve baktým. Birbiri içinde beni ihata eden dört beþ ihtiyarlýk karanlýklarý içinde, Ankara'da en kara bir halet-i ruhiye hissettiðimden, (Haþiye) bir nur, bir teselli, bir rica aradým. Saða, yani mazi olan geçmiþ zamana bakýp teselli ararken, bana mazi; pederimin ve ecdadýmýn ve nev'imin bir mezar-ý ekberi suretinde göründü, teselli yerine vahþet verdi. Sol tarafým olan istikbale derman ararken baktým. Gördüm ki: Benim ve emsalimin ve nesl-i atinin büyük ve karanlýklý bir kabri suretinde göründü, ünsiyet yerine dehþet verdi. Sað ile soldan tevahhuþ edip hazýr günüme baktým. O gafletli ve tarihvari nazarýma o hazýr gün, yarým ölmekte ve hareket-i mezbuhanedeki ýzdýrap çeken cismimin cenazesini taþýyan bir tabut suretinde göründü. Sonra bu cihetten dahi me'yus olunca, baþýmý kaldýrýp ömrümün aðacýnýn baþýna baktým. Gördüm ki; o aðacýn tek bir meyvesi var, o da benim cenazemdir; o aðaç üstünde duruyor, bana bakýyor. O cihetten dahi tevahhuþ edip baþýmý aþaðýya eðdim, o ömür aðacýnýn Sh:»(S.N: 46) aþaðýsýna, köküne baktým. Gördüm ki: o aþaðýda olan toprak, kemiklerimin topraðýyle, mebde-i hilkatýmýn topraðý birbirine karýþmýþ bir surette ayaklar altýnda çiðneniyor gördüm. O da derman deðil, belki derdime dert kattý. Sonra mecburiyetle arkama baktým. Gördüm ki: Esassýz, fani olan dünya, hiçlik derelerinde ve yokluk zulümatýnda yuvarlanýp gidiyor. Derdime merhem ararken, zehir ilave etti. O cihette dahi hayýr göremediðimden ön tarafýma baktým; ileriye nazarýmý gönderdim. Gördüm ki; kabir kapýsý tam yolumun üstünde açýk görünüp, aðzýný açmýþ bana bakýyor. onun arkasýnda ebed tarafýna giden cadde ve o caddede giden kafileler uzaktan uzaða nazara çarpýyor... Ve bu altý cihetten gelen dehþetlere karþý bana nokta-i istinad ve silah-ý müdafaa olacak, cüz'î bir cüz-ü ihtiyariden baþka birþey elimde yok. O hadsiz a'dâ ve hesabsýz muzýr þeylere karþý tek bir silah-ý insani olan o cüz-ü ihtiyari; hem nakýs, hem kýsa, hem aciz, hem icadsýz olduðundan, kesbden baþka birþey elinden gelmez. Ne geçmiþ zamana geçebilir... tâ ondan bana gelen hüzünleri sustursun, ve ne de istikbale hulul edebilir... tâ ondan gelen korkularý menetsin. Geçmiþ ve geleceklere ait emellerime ve elemlerime faidesi olmadýðýný gördüm. Bu altý cihetten gelen dehþet ve vahþet ve karanlýk ve me'yusiyet içinde çýrpýndýðým hengamda, birden Kur'an-ý Mu'ciz-ül- Beyanýn semasýnda parlýyan îman nurlarý imdada yetiþti. O altý ciheti o kadar tenvir edip ýþýklandýrdý ki; gördüðüm o vahþetler, o karanlýklar yüz derece tezauf etse idi, yine o nur, onlara karþý kâfi ve vâfi idi. Bütün o dehþetleri birer birer teselliye ve o vahþetleri birer birer ünsiyete çevirdi. Þöyle ki: Îman , o vahþetli geçmiþ zamanýnýn mezar-ý ekber suretini yýrtýp, ünsiyetli bir meclis-i münevver ve bir mecma-i ahbab olduðunu biaynelyakîn, bihakkelyakîn gösterdi. Hem îman, bir kabr-i ekber suretinde nazarý gaflete görünen gelecek zamaný sevimli saadet saraylarýnda bir ziyafet-i Rahmaniye meclisi suretinde biilmelyakîn gösterdi. Hem îman, nazar-ý gaflete bir tabut vaziyetinde görünen hazýr zamaný ve o hazýr günün tabutiyet þeklini kýrýp, o hazýr gün uhrevi bir ticaretgâh dükkaný ve þa'þaalý bir misafirhane-i Rahmânî suretinde bilmüþahade gösterdi. Hem îman, nazar-ý gafletle ömür aðacýnýn baþýnda cenaze þeklinde görünen tek meyvesi cenaze olmadýðýný, belki ebedi bir hayata mazhar ve ebedi bir saadete namzed olan ruhumun, eskimiþ yuvasýndan, yýldýzlarda gezmek için çýktýðýný biilmelyakîn gösterdi. Hem îman; kemiklerimle, mebde-i hilkatimin topraðý, ayak altýnda ehemmiyetsiz mahvolmuþ kemikler olmadýðýný; belki o toprak, rahmet kapýsý ve Cennet salonunun bir perdesi olduðunu sýrr-ý îman ile gösterdi. Hem îman; nazar-ý gafletle, arkamda, hiçlikte, yokluk karanlýðýnda yu- Sh:»(S.N: 47) varlanan dünyanýn vaziyetini sýrr-ý Kur'an ile gösterdi ki: O zahiri zulümatta yuvarlanan dünya ise; vazifesi bitmiþ, manasýný ifade etmiþ, neticelerini kendine bedel vücudda býrakmýþ bir kýsým mektubat-ý Samedaniye ve sahaif-i nukuþ-u Sübhaniye olduðunu gösterdi. Dünyanýn mahiyeti ne olduðunu ilmelyakîn bildirdi. Hem îman, ileride gözünü açýp bana bakan kabri ve kabrin arkasýnda ebede giden caddeyi, nur-u Kur'an ile gösterdi ki; o kabir, kuyu kapýsý deðil, belki âlem-i nurun kapýsýdýr. Ve o yol ise; hiçliðe ve ademistana deðil, belki vücuda ve nuristana ve saadet-i ebediyyeye giden yol olduðunu tam kanaat verecek bir derecede gösterdiðinden, dertlerime hem derman, hem merhem oldu. Hem îman, o elinde pek cüz'î bir kesb bulunan cüz'î bir cüz-ü ihtiyarî yerine, o hadsiz düþman zulmetlere karþý, gayr-ý mütenahi bir kudrete istinad etmek ve hadsiz bir rahmete intisab etmek için o cüz-ü ihtiyarinin eline bir vesika veriyor... belki de îman, o cüz-ü ihtiyarînin elinde bir vesika oluyor. Hem o cüz-ü ihtiyarî olan silâh-ý insanî, gerçi zatýnda hem kýsa, hem âciz, hem noksandýr. Fakat, nasýl ki bir asker, cüz'î kuvvetini devlet hesabýna istimal ettiði vakit, binler derece kuvvetinden fazla iþler görür; öyle de; sýrr-ý îmanla o cüz'î cüz-ü ihtiyarî, Cenab-ý Hak namýna onun yolunda istimal edilse, beþyüz sene geniþliðinde bir Cenneti dahi kazanabilir. Hem îman, geçmiþ ve gelecek zamana nüfuz edemiyen o cüz-ü ihtiyarînin dizginini cismin elinden alýp, kalbe ve ruha teslim eder. Ruh ve kalbin daire-i hayatý ise, cisim gibi hazýr zamana münhasýr olmadýðýndan, pek çok seneler maziden, pek çok seneler istikbalden daire-i hayatýna dahil olduðundan; o cüz-ü ihtiyarî, cüz'iyetten çýkýp külliyet kesbeder. Zaman-ý mazinin en derin derelerine kuvvet-i îman ile girebildiði ve hüzünlerin zulmetlerini defedebildiði gibi, nur-u îman ile istikbalin en uzak daðlarýna kadar çýkar; korkularý izale eder. Ýþte ey benim gibi ihtiyarlýk zahmetini çeken ihtiyar ve hemþire ihtiyareler ! Madem ELHAMDÜLÝLLAH biz ehl-i îmanýz, ve madem îmanda bu kadar nurlu, lezzetli, sevimli, þirin defineler var; ve madem ihtiyarlýðýmýz bizi bu definenin içine daha ziyade sevkediyor... elbette îmanlý ihtiyarlýktan þekva deðil, belki binler teþekkür etmeliyiz... ________________ Hâþiye: O zaman bu halet-i ruhiye fârisi bir münâcat suretinde kalbe geleni yazdým. Ankara'da Hubab Risalesinde tab' edilmiþtir. % SEKÝZÝNCÝ RÝCA : Ýhtiyarlýðýn alâmeti olan beyaz kýllar saçýma düþtüðü bir zamanda, gençliðin derin uykusunu daha ziyade kalýnlaþtýran Harb-i Umuminin daðdaðalarý ve esaretimin keþmekeþlikleri ve sonra Ýstanbul'a geldiðim vakit, ehemmiyetli bir þan ve þeref vaziyeti, hatta Halifeden, Þeyh'ül Ýslâm'dan Baþkumandandan tut, tâ medrese talebelerine kadar haddimden çok ziyade bir hüsn-ü teveccüh ve iltifat göstekdikleri cihetle, gençlik sarhoþluðu ve o vaziyetin verdiði halet-i ruhiye, o uykuyu o derece kalýnlaþtýr Sh:»(S.N: 48) mýþtý ki; âdeta dünyayý daimî, kendimi de lâyemûtâne dünyaya yapýþmýþ bir vaziyet-i âcîbede görüyordum... Ýþte o zamanda, Ýstanbul'un Bayezýd cami-i mübarekine, Ramazan-ý Þerifte, ihlaslý hafýzlarý dinlemeye gittim. Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan, semavî yüksek hitabiyle beþerin fenasýný ve zihayatýn vefatýný haber veren gayet kuvvetli bir surette كُلُّ نَفْسٍ ذَآئِقَةُ المَوْتِ fermanýný hâfýzlarýn lisaniyle ilân etti. Kulaðýma girip, tâ kalbimin içine yerleþip, o pek kalýn gaflet ve uyku ve sarhoþluk tabakalarýný parça parça etti. Câmiden çýktým. Daha çoktan beri baþýmda yerleþen o eski uykunun sersemliðiyle birkaç gün baþýmda bir fýrtýna, dumanlý bir ateþ ve pusulasýný þaþýrmýþ gemi gibi kendimi gördüm. Aynada saçýma baktýkça, beyaz kýllar bana diyorlar: " Dikkat et ! " Ýþte o beyaz kýllarýn ihtariyle vaziyet tavazzuh etti. Bakdým ki; çok güvendiðim ve ezvâkýna meftun olduðum gençlik elveda diyor... ve muhabbetiyle pek çok alakadar olduðum hayat-ý dünyeviye sönmeye baþlýyor... ve pek çok alâkadar ve adeta aþýk olduðum, dünya, bana " uðurlar olsun" deyip, misafirhaneden gideceðimi ihtar ediyor. Kendisi de, " Allahaýsmarladýk" deyip, o da gitmeye hazýrlanýyor. Kur'aný Mu'ciz-ül-Beyan كُلُّ نَفْسٍ ذَآئِقَةُ المَوْتِ Ayetinin külliyetinde: Nev-i insanî bir nefistir, dirilmek üzere ölecek. Ve Küre-i Arz dahi bir nefisdir, bâki bir surete girmek için o da ölecek. Dünya dahî bir nefisdir, âhiret suretine girmek için o da ölecek " mânâsý, Ayetin iþaretinden kalbe açýlýyordu... Ýþte bu hâlette vaziyetime bakdým ki; medâr-ý ezvak olan gençlik gidiyor; menþe-i ahzan olan ihtiyarlýk, yerine geliyor... Ve gayet parlak ve nuranî hayat gidiyor; zâhirî karanlýklý dehþetli ölüm, yerine gelmeye hazýrlanýyor... Ve o çok sevimli ve dâimî zannedilen ve gafillerin mâþûkasý olan dünya, pek sür'atle zevala kavuþuyor gördüm. Kendi kendimi aldatmak ve yine baþýmý gaflete sokmak için, Ýstanbul'da haddimden çok fazla gördüðüm makam-ý içtimainin ezvâkýna baktým, hiçbir faidesi olmadý. Bütün onlarýn teveccühü, iltifatý, tesellileri; yakýnýmda olan kabir kapýsýna kadar gelebilir; orada söner. Ve þöhretperestlerin bir gaye-i hayali olan þan ve þerefin sevimli perdesi altýnda sakîl bir riya, soðuk bir hodfuruþluk, muvakkat bir sersemlik suretinde gördüðümden, anladým ki; beni þimdiye kadar aldatan bu iþler, hiç bir teselli veremez; ve onlarda hiçbir nur yok... Yine tam uyanmak için, Kuran'ýn semavî dersini iþitmek üzere, yine Bayezýd camiindeki hafýzlarý dinlemeye baþladým. O vakit o semavî dersten Sh:»(S.N: 49) وَبَشِّرِ الَّذِينَ آمَنُوا Ýla ahir... nev'inden kudsi fermanlarla müjdeler iþittim. Kur'an'dan aldýðým feyz ile hariçten teselli aramak deðil, belki dehþet ve vahþet ve me'yusiyet aldýðým noktalar içinde; teselliyi, ricayý, nuru aradým. Cenab-ý Hakka yüzbin þükür olsun ki; ayn-ý dert içinde, dermaný buldum. Ayn-ý Zulmet içinde, nuru buldum. Ayn-ý dehþet içinde, teselliyi buldum. En evvel, herkesi korkutan, en korkunç tevehhüm edilen ölümün yüzüne baktým... nur-u Kur'an ile gördüm ki; ölümün peçesi gerçi karanlýk, siyah, çirkin ise de; fakat mü'min için asýl simasý nuranîdir, güzeldir, gördüm. Ve çok Risalelerde bu hakikatý kat'î bir surette isbat etmiþiz. Sekizinci Söz ve Yirminci Mektub gibi çok Risalelerde izah ettiðimiz gibi; Ölüm, idam deðil, firak deðil, belki hayat-ý ebediyenin mukaddemesidir, mebdeidir ve vazife-i hayat külfetinden bir paydostur, bir terhistir, bir tebdil-i mekândýr. Berzâh âlemine göçmüþ kafile-i ahbaba kavuþmaktaýr. Ve hakeza bunlar gibi hakikatlar ile ölümün hakiki güzel sîmasýný gördüm. Korkarak deðil, belki bir cihetle müþtakane mevtin yüzüne baktým. Ehl-i tarikatca rabýta-i mevtin bir sýrrýný anladým. Sonra herkesi zevaliyle aðlatan ve herkesi kendine meftun ve müþtak eden ve günah ve gaflet ile geçen ve geçmiþ gençliðime baktým; o güzel süslü çarþafý ( elbisesi)içinde, gayet çirkin, sarhoþ, sersem bir yüz gördüm, eðer mahiyetini bilmeseydim bir kaç sene beni sarhoþ edip güldürmesine bedel, yüz sene dünyada kalsam beni aðlattýracaktý. Nasýl ki öylelerden birisi aðlayarak demiþ: لَيْتَ الشَّبَابَ يَعُودُ يَوْمًا فَاُخْبِرَهُ بِمَا فَعَلَ المُشِيبُ Yani: " Keþki gençliðim bir gün dönseydi, ihtiyarlýk benim baþýma ne kadar hazin haller getirdiðini ona þekva edip söyleyecektim." Evet, bu zat gibi gençliðin mahiyetini bilmiyen ihtiyarlar, gençliklerini düþünüp, teessüf ve tahassürle aðlýyorlar... Halbuki gençlik, eðer ehl-i kalb, ehl-i huzur ve aklý baþýnda ve kalbi yerinde bulunan mü'minlerde olsa, ibadete ve hayrata ve ticaret-i uhreviyeye sarfedilse; en kuvvetli bir vesile-i ticaret; ve güzel ve þirin bir vasýta-i hayrattýr. Ve o gençlik, vazife-i dîniyesini bilip sû-i istimal etmeyenlere; kýymetdar, zevkli bir nimet-i Ýlâhiyedir. Eðer istikamet, iffet, takva, beraber olmazsa; çok tehlikeleri var. Taþkýnlýklarýyla, saadet-i ebediyesini ve hayat-ý uhreviyesini zedeler. Belki hayat-ý dünyeviyesini de berbad eder. Belki, bir iki sene gençlik zevkine bedel, ihtiyarlýkta çok seneler gam ve keder çeker. Madem ekser insanlarda gençlik zararlý düþüyor. Biz ihtiyarlar ALLAH'a þükretmeliyiz ki, gençlik tehlikelerinden ve zararlarýndan kurtulduk. Herþey Sh:»(S.N: 50) gibi, elbette gençliðin dahi lezzetleri gidecek. Eðer ibadete ve hayra sarfedilmiþ ise; o gençliðin meyveleri onun yerinde bâki kalýp, hayat-ý ebediyede bir gençlik kazanmasýna vesile olur. Sonra ekser nasýn aþýk ve mübtela olduðu dünyaya baktým. Nur-u Kur'an ile gördüm ki; birbiri içinde üç küllî dünya var. Birisi Esmâ-i Ýlâhiyyeye bakar, onlarýn ayinesidir. Ýkinci yüzü âhirete bakar, onun mezraasýdýr. Üçüncü yüzü ehl-i dünyaya bakar, ehl-i gafletin mel'abegâhýdýr. Hem herkesin bu dünyada koca bir dünyasý var. Adeta insanlar adedince dünyalar birbiri içine girmiþ. Fakat herkesin hususi dünyasýnýn direði kendi hayatýdýr. Ne vakit cismi kýrýlsa, dünyasý baþýna yýkýlýr; kýyameti kopar. Ehl-i gaflet, kendi dünyasýnýn böyle çabuk yýkýlacak vaziyetini bilmediklerinden, umumi dünya gibi daimi zannedip perestiþ eder. Baþkalarýnýn dünyasý gibi çabuk yýkýlýr, bozulur, benim de hususi bir dünyam var. Bu hususi dünyam, bu kýsacýk ömrümle ne faidesi var diye düþündüm. Nur-u Kur'an ile gördüm ki: Hem benim, hem herkes için, þu dünya muvakkat bir ticaretgâh, ve her gün dolar boþalýr bir misafirhane; ve gelen geçenlerin alýþveriþi için yol üstünde kurulmuþ bir pazar, ve Nakkaþ-ý ezelînin teceddüt eden ( hikmetle yazar bozar) bir defteri; ve her bahar, bir yaldýzlý mektubu; ve herbir yaz, bir manzum kasidesi ve o Sâni-i Zülcelâlin cilve-i esmasýný tazelendiren, gösteren âyineleri ve Âhiretin fidanlýk bir bahçesi ve Rahmet-i Ýlâhiyyenin bir çiçekdanlýðý ve âlem-i bekâda gösterilecek olan levhalarý yetiþtirmeye mahsus muvakkat bir tezgahý mahiyetinde gördüm. Bu dünyayý bu surette yaratan Hâlik-ý Zülcelâle yüzbin þükrettim. Ve anladýmki dünyanýn Âhirete ve Esma-i Ýlâhiyyeye bakan güzel iç yüzlerine karþý nev-i insana muhabbet verilmiþken, o muhabbeti sü-i istimal ederek; fani, çirkin, zararlý, gafletli yüzüne karþý sarfettiðinden حَبُّ الدُّنْيَا رَأْسُ كُلُّ خَطِيئَةٍ Hadis-i Þerifinin sýrrýna mazhar olmuþlar. Ýþ ey ihtiyar ve ihtiyareler ! Ben Kur'an-ý Hakîmin nuriyle ve ihtiyarlýðýmýn ihtariyle ve îman dahi gözümü açmasiyle bu hakikatý gördüm. Ve çok Risalelerde kat'i bürhanlarla isbat ettim. Kendime, hakiki bir teselli ve kuvvetli bir rica ve parlak bir ziya gördüm. Ve ihtiyarlýðýma memnun oldum. Ve gençliðin gitmesinden mesrur oldum. Siz de aðlamayýnýz ve þükrediniz. Madem îman var ve hakikat böyledir; ehl-i gaflet aðlasýn, ehl-i dalalet aðlasýn... % DOKUZUNCU RÝCA : Harb-i Umumîde, esaretle, Rusya'nýn þark-ý þimalisinden çok uzak olan Kosturma vilayetinde bulunuyordum. Ordada ta Sh:»(S.N: 51) tarlarýn küçük bir câmisi, meþhur Volga Nehrinin kenarýnda bulunuyordu. Oradaki arkadaþlarým olan esir zabitler içinde sýkýlýyordum. Yalnýzlýk istedim; dýþarýda izinsiz gezemiyordum. Tatar mahallesi, kefaletle beni o Volga Nehrinin kenarýndaki küçük câmiye aldýlar. Ben yalnýz olarak câmide yatýyordum. Bahar da yakýn. O þimal kýt'asýnýn pek çok uzun gecelerinde çok uyanýk kalýyordum. O karanlýk gecelerde ve karanlýklý gurbette, Volga Nehrinin hazin þýrýltýlarý ve yaðmurun rikkatli þýpýltýlarý ve rüzgârýn firkatlý esmesi, beni derin gaflet uykusundan muvakkaten uyandýrdý. Gerçi daha kendimi ihtiyar bilmiyordum. fakat Harb-i Umumiyi gören ihtiyardýr. Güya يَوْمًا يَجْعَلُ الْوِلْدَانَ شِيباً sýrrýna mazhar olarak, öyle günlerdir ki; çocuklarý ihtiyarlandýrdýðý cihetle, kýrk yaþýnda iken, kendimi seksen yaþýnda bir vaziyette buldum. O karanlýklý uzun gece ve hazin gurbet ve hazin vaziyet içinde hayattan ve vatandan bir me'yusiyet geldi. Aczime, yalnýzlýðýma baktým, ümidim kesildi. O halette iken Kur'an-ý Hakimden imdat geldi, dilim حَسْبُنَا اللَّه وَنِعْمَ الْوَكِيلُ dedi, kalbim de aðlýyarak dedi: غَرِيبَمْ بِى كَسَمْ ضَعِيفَمْ نَاتُوَانَمْ اَلاَمَانَ كُويَمْ عَفُو جُويَمْ مَدَدْ خَواهَمْ .. زِدَرْكَاهَثْ اِلَهِى Rûhum dahi vatanýmdaki eski dostlarý düþünüp o gurbette vefatýmý tahayyül ederek, Niyâzi Mýsrî gibi dedim : Dünya gamýndan geçip yokluða kanat açýp, Þevk ile her dem uçup, çaðýrýrým dost, dost ! diye, dostlarý arýyordu. Her ne ise... o hüzünlü, rikkatli, firkatli uzun gurbet gecesinde, Dergâh-ý Ýlâhide zaaf ve aczim o kadar büyük bir þefaatcý ve vesile oldu ki, þimdi de hayretteyim. Çünki: birkaç gün sonra, gayet hilâf-ý me'mul bir surette, yayan gidilse bir senelik mesafede, tek baþýmla Rusça bilmediðim halde firar ettim. Zaaf ve aczime binaen gelen inayet-i Ýlâhiyye ile harika bir surette kurtuldum. Tâ Varþova ve Avusturyaya uðrayarak Ýstanbul'a kadar geldim ki, bu surette kolaylýkla kurtulmak pek harika olmuþtu. Rusça bilen en cesur ve en kurnaz adamlarýn muvaffak olamadýklarý, çok teshilat ve çok kolaylýkla, o uzun firârî seyahatý bitirdim. Fakat o Volga Nehri kenarýndaki câmideki mezkûr gecenin vaziyeti ba Sh:»(S.N: 52) na bu kararý verdirmiþ ki; bakiye-i ömrümü maðaralarda geçireceðim. Bu insanlarýn hayat-ý içtimaiyesine karýþmak artýk yeter. Madem sonunda yalnýz kabre gireceðim; yalnýzlýða alýþmak için, þimdiden yalnýzlýðý ihtiyar edeceðim, demiþtim. Fakat maattessüf, Ýstanbul'daki ciddi ve çok ahbab ve Ýstanbul'un þa'þaalý hayat-ý dünyeviyesi, hususan haddimden çok fazla bana teveccüh eden þan ü þeref gibi neticesiz þeyler, o kararýmý muvakkaten bana unutturdular. Güya o gurbet gecesi, hayatýmýn gözünde nurlu siyahlýktý. Ve Ýstanbul'un beyaz þa'þalý gündüzü, o hayat gözümün nursuz beyazý idi ki ileriyi göremedi, yine yattý... tâ iki sene sonra Gavs-i Geylanî Fütûh-ul-Gayb kitabiyle tekrar gözümü açtýrdý. Ýþte ey ihtiyar ve ihtiyareler ! Biliniz ki; ihtiyarlýktaki zaaf ve acz, rahmet ve inayet-i Ýlâhiyyenin celbine vesiledir. Ben kendi þahsýmda müþahede ettiðim gibi zeminin yüzündeki rahmetin cilvesi de gayet zâhir bir tarzda bu hakikatý gösteriyor, Çünki, hayvanatýn en âciz ve en zaîfi, yavrulardýr. Halbuki, rahmetin en þirin ve en güzel cilvesine mazhar, yine onlardýr. Bir aðacýn baþýndaki yuvada bir yavrunun aczi; annesini en mutî bir nefer gibi -rahmetin cilvesi- istihdam ediyor. Etrafý gezer, rýzkýný getirir. Ne vakit o yavru kanadlarýnýn kuvvetlenmesiyle aczini unutsa, validesi ona; " sen git rýzkýný ara" der, daha onu dinlemez. Ýþte bu sýrr-ý rahmet, yavrularýn hakkýnda cereyan ettiði gibi, zaaf ve acz noktasýnda yavrular hükmüne geçen ihtiyarlar hakkýnda da câridir. Bana, kanaat-ý kat'iyye verecek derecede tecrübeler vardýr ki; nasýl çocuklarýn aczlerine binaen rahmet tarafýndan rýzýklarý harika bir surette memeler musluklarýndan gönderiliyor ve akýttýrýlýyor... öyle de; masumiyet kesbeden îmanlý ihtiyarlarýn rýzýklarý da, bereket suretinde gönderiliyor. Hem bir hânenin bereket direði, o hanedeki ihtiyarlar olduðu; hem bir haneyi belalardan muhafaza edici, içindeki beli bükülmüþ masum ihtiyarlar ve ihtiyareler bulunduðu (Haþiye) Hadis-i Þerifin bir parçasý olan وَلَوْ لاَالشُّيُوخُ الؤُّكَّعُ لَصُبَّ عَلَيْكُمُ البَلاَءُ صَبًّا yani; " Beli bükülmüþ ihtiyarlarýnýz olmasaydý, belalar sel gibi üzerinize dökülecekti" diye ferman etmekle, bu hakikatý isbat ediyor. Ýþte madem ihtiyarlýktaki zaaf ve acz, bu derece rahmet-i Ýlâhiyyenin celbine medardýr; ve madem Kur'an-ý Hakîm: ___________ Hâþiye: Hadisin tamamý وَلَوْلاَ اَلْبَهَائِمُ الرُّتَّعُ وَالصُّبْيَانُ الرُّضَعُ Ýlâ âhir...-ev kemâ kal- Sh:»(S.N: 53) اِمَّا يَبْلُغَنَّ عِنْدَكَ الْكِبَرَ اَحَدُهُمَا اَوْ كِلاَهُمَا فَلاَ بَقُل لَهُمَا اُفٍّ وَلا تَنْهَرْهُمَا وَقُلْ لَهُمَا قَوْلاً كَرِيمًا *وَاخْفِضْ لَهُمَا جَنَاحَ الذُّلِّ مِنّ الرَّحْمَةِ وَقُلْ رَبِّ ارْحَمْهُمَا كَمَا رَبَّيَانِى صَغِيرًا * Âyetiyle, beþ cihetle gayet mu'cizane bir surette ihtiyar peder ve valideye karþý hürmete ve þefkate evladlarý davet ediyor; ve madem Ýslâmiyet dini, ihtiyarlara hürmet merhameti emrediyor; ve madem insaniyet fýtratý, ihtiyarlara karþý hürmet ve merhameti iktiza ediyor..elbette biz ihtiyarlar, gençlik iþtihasiyle olan muvakkat bir zev-i maddi yerine, mânevî ve daimî ve mühim inâyet-i Ýlâhiyyeden ve rikkat-i cinsiyeden gelen rahmet ve hürmet; ve rahmet ve hürmetten neþ'et eden ezvâk-ý ruhaniyeyi alýyoruz. O halde biz bu ihtiyarlýðýmýzý, yüz gençliðe deðiþmemeliyiz. Evet, ben kendim sizi temin ediyorum ki; " Eski Saidîn on senelik gençliðini bana verseler, ben þimdi Yeni Saidîn bir senelik ihtiyarlýðýný vermiyeceðim". Ben ihtiyarlýðýmdan razýyým, siz de razý olmalýsýnýz. % ONUNCU RÝCA: Bir zaman esaretten geldikten sonra, Ýstanbul'da bir iki sene yine gaflet galebe etti. Siyaset havasý, nazarýmý nefsimden kaldýrýp afaka daðýtmýþ iken, bir gün Ýstanbul'un Eyüb Sultan Kabristanýnýn dereye bakan yüksek bir yerinde oturuyordum. Ýstanbul etrafýndaki afaka baktým. Birden, bakýyorum, benim hususi dünyam vefat ediyor, bazý cihette ruh çekiliyor gibi bir halet-i hayaliye bana geldi. Dedim: " Acaba bu kabristanýn mezar taþlarýndaki yazýlarý mýdýr ki, bana böyle hayal veriyor " diye nazarýmý çektim. Uzaða deðil, o kabristana baktým, kalbime ihtar edildi ki: " Bu senin etrafýndaki kabristanýn, yüz Ýstanbul, içinde vardýr. Çünkü yüz defa Ýstanbul buraya boþalmýþ. Bütün Ýstanbul'un halkýný buraya boþaltan bir Hâkim-i Kadirin hükmünden kurtulup müstesna kalamazsýn, sen de gideceksin" . Ben kabristandan çýkýp, bu dehþetli hayal ile Sultan Eyüb Câmisinin mahfelindeki küçük bir odaya çok defa girdiðim gibi, bu defa da girdim. Düþündüm ki; ben üç cihette misafirim; bu menzilcikte misafir olduðum gibi, Ýstanbul'da da misafirim, dünyada da misafirim. Misafir, yolunu düþünmeli... Nasýl ki bu odadan çýkacaðým, bir gün de Ýstanbul'dan da çýkacaðým, diðer bir gün de dünyadan çýkacaðým... Ýþte bu halette, gayet rikkâtli ve firkâtlî, elemli bir hüzün ve gam; kalbime, baþýma çöktü. Çünki; ben yalnýz bir iki dostu kaybetmiyorum, Ýstanbul'da binler sevdiðim dostlarýmdan müfarakat gibi, çok sevdiðim Ýstanbul'dan da ayrýlacaðým. Dünyada yüzbinler dostlarýmdan iftirak gibi, çok sevdiðim ve mübtela olduðum o güzel dünyadan da ayrýlacaðým, diye Sh:»(S.N: 54) düþünürken, yine kabristanýn o yüksek yerine gittim. Ara sýra sinemaya ibret için - gittiðimden; bana, Ýstanbul içindeki insanlar, o dakikada sinemada geçmiþ zamanýn gölgelerini hazýr zamana getirmek cihetiyle, ölmüþ olanlarý ayakda gezer suretinde gösterdikleri gibi... aynen ben de, o vakit gördüðüm insanlarý, ayakta gezen cenazeler vaziyetinde gördüm. Hayalim dedi ki: Madem bu kabristanda olanlardan bir kýsmý sinemada gezer gibi görülüyor...ileride kat'iyyen bu kabristana girecekleri, girmiþ gibi gör; onlar da cenazelerdir, geziyorlar... Birden Kur'an-ý Hakimin nuriyle ve Gavs-ý Azam Þeyh Geylani Hazretlerinin irþadiyle, o hazin halet, sürurlu ve neþ'eli bir vaziyete inkýlab etti. Þöyle ki: O hazin hale karþý Kur'an'dan gelen nur böyle ihtar etti ki; senin, Þimal-i Þarkide, Kosturma'daki gurbetinde bir iki esir zabit dostun vardý. Bu dostlarýn herhalde Ýstanbul'a gideceklerini biliyordun. Sana birisi dese idi: " Sen Ýstanbul'a mý gideceksin, yoksa burada mý kalacaksýn ?" Elbette zerre miktar aklýn varsa, Ýstanbul'a ferah ve sürurla gitmesini kabul edecektin. Çünki; bin birden dokuz yüz doksan dokuz ahbabýn Ýstanbul'dadýrlar. Burada bir iki tane kalmýþ, onlar da oraya gidecekler. Senin için Ýstanbul'a gitmek; hazin bir firak, elîm bir iftirak deðil. Hem de geldin, memnun olmadýn mý? O düþman memleketindeki pek karanlýk uzun gecelerinden ve pek soðuk fýrtýna kýþlarýndan kurtuldun. Bu güzel (dünya Cenneti gibi) Ýstanbul'a geldin. Aynen öyle de; senin küçüklüðünden bu yaþýna kadar, sevdiklerinden yüzde doksan dokuzu sana dehþet veren kabristana göçmüþler. Bu dünyada kalan bir iki dostun var; onlar da oraya gidecekler... dünyada vefatýn firak deðil, visaldir; o ahbablara kavuþmaktýr. Onlar yani o ervah-ý bakiye, eskimiþ yuvalarýný toprak altýda býrakýp bir kýsmý yýldýzlarda, bir kýsmý alem-i berzah tabakatýnda geziyorlar diye ihtar edildi. Evet, bu hakikatý Kur'an ve îman o derecede kat'i bir surette isbat etmiþtir ki; bütün bütün kalbsiz, ruhsuz olmazsa veyahud delâlet kalbini boðmamýþ ise, görüyor gibi inanmak gerektir. Çünki; bu dünyayý hadsiz enva-ý lütuf ve ihsaniyle böyle tezyin edip mükerrimane ve þefîkane rububiyetini gösteren ve tohumlar gibi en ehemmiyetsiz cüz'î þeyleri dahi muhafaza eden bir Sâni-i Kerîm ve Rahîm masnuatý içinde en mükemmel ve en câmi,en ehemmiyetli ve en çok sevdiði masnuu olan insaný, elbette ve bilbedahe sureten göründüðü gibi böyle merhametsiz, akýbetsiz idam etmez; mahvetmez, zayi etmez. Belki bir çiftçinin topraða serptiði tohumlar gibi, baþka bir hayatta sünbül vermek için, Hâlýk-ý Rahîm o sevgili masnuunu bir rahmet kapýsý olan toprak altýna muvakkaten atar.(Hâþiye) Sh:»(S.N: 55) Ýþte bu ihtar-ý Kur'aniyi aldýktan sonra, o kabristan, Ýstanbul'dan ziyade bana ünsiyetli oldu. Halvet ve uzlet, bana sohbet ve muaþeretten daha ziyade hoþ geldi. Ben de Boðaz tarafýndaki Sarýyerde, bir halvethane kendime buldum. Gavs-ý Azam( R.A.) Fütuh-ül-Gaybiyle, bana bir üstad ve tabib ve mürþid olduðu gibi Ýmam-ý Rabbani de ( R.A.) Mektubatiyle, bir enis, bir müþfik, bir hoca hükmüne geçti. O vakit ihtiyarlýða girdiðimden ve medeniyetin ezvakýndan çekildiðimden ve hayat-ý içtimaiyeden sýyrýldýðýmdan pek çok memnun oldum. Allah'a þükrettim. Ýþte ey benim gibi ihtiyarlýk içine giren ve ihtiyarlýðýn ihtariyle vefatý çok tahattur eden zatlar! Kur'an'ýn verdiði ders-i îman nuriyle, ihtiyarlýðý ve vefatý ve hastalýðý hoþ görmeliyiz. Belki bir cihette sevmeliyiz. Madem îman gibi hadsiz derecede kýymetdar bir nimet bize vardýr; ihtiyarlýk da hoþdur, hastalýk da hoþdur, vefat da hoþtur. Nâhoþ birþey varsa , o da günahtýr, sefahattir, bid'atlardýr, dalâlettir. ___________ Hâþiye:Bu Hakikat; iki kere iki dört eder derecesinde sair risalelerde, hususan Onuncu ve Yirmidokuzuncu Sözlerde isbat edilmiþtir. % ONBÝRÝNCÝ RÝCA : Esaretten geldikten sonra, Ýstanbul'da Çamlýca tepesinde bir köþkte, merhum biraderzadem Abdurrahman ile beraber oturuyorduk. Bu hayatým, hayat-ý dünyeviye cihetinde bizim gibilere en mes'udane bir hayat sayýlabilirdi. Çünki; esaretten kurtulmuþtum, Dâr-ül Hikmette, meslek-i ilmiyeme münasip en ali bir tarzda neþr-i ilme muvaffakiyet vardý. Bana teveccüh eden haysiyet ve þeref, haddimden çok fazla idi. Mevkice Ýstanbul'un en güzel yeri olan Çamlýcada oturuyordum. Hem herþeyim mükemmeldi. Merhum biraderzadem Abdurrahman gibi gayet zeki, fedakar, hem bir talebe, hem hizmetkâr, hem kâtib, hem evlâd-ý mâneviyem beraberdi. Dünyada herkesten ziyade kendimi mes'ud bilirken aynaya baktým; saçýmda, sakalýmda beyaz kýllarý gördüm. Birden esarette, Kosturma'daki câmideki intibah-i ruhi yine baþladý. Onun eseri olarak, kalben merbut olduðum ve medar-ý saadet-i dünyeviye zannettiðim hâlâtý, esbabý tetkike baþladým. Hangisini tetkik ettimse, baktým ki, çürüktür, alakaya deðmiyor, aldatýyor. O sýralarda en sadakatli zannettiðim bir arkadaþýmda, umulmadýk bir sadakatsizlik ve hatýra gelmez bir vefasýzlýk gördüm. Hayat-ý dünyeviyeden bir ürkmek geldi. Kalbime dedim: " Acaba ben bütün bütün aldanmýþ mýyým". Görüyorum ki; hakikat noktasýnda acýnacak halimize, pek çok insanlar gýbta ile bakýyorlar. Bütün bu insanlar divane mi olmuþlar. Yoksa, þimdi ben divane mi oluyorum ki, bu dünya-perest insanlarý divane görüyorum." Her ne ise... Ben, ihtiyarlýðýn verdiði þiddetli intibah cihetinde, en evvel, alakadar olduðum fani þeylerin faniliðini gördüm. Kendime de baktým; nihayet-i aczde gördüm. o vakit, beka isteyen ve beka tevehhümiyle fanilere mübtela olan ruhum bütün kuvvetiyle dedi ki: " Madem cismen faniyim, bu fanilerden bana Sh:»(S.N: 56) ne hayýr gelebilir...Madem ben acizim, bu acizlerden ne bekleyebilirim... Benim derdime çare bulacak bir Baki-i Sermedî, bir Kadîr-i Ezelî lazým" diyerek taharriye baþladým. O vakit herþeyden evvel, eskiden beri tahsil ettiðim ilme müracaat edip, bir teselli bir rica aramaya baþladým. Maatteessüf o vakte kadar, Ulum-u Felsefeyi Ulum-u Ýslamiye ile beraber havsalama doldurup, o Ulum-u Felsefeyi, pek yanlýþ olarak maden-i tekemmül ve medar-ý tenevvür zannetmiþtim. Halbuki o felsefi mes'eleler ruhumu çok fazla kirletmiþ ve terakkiyat-ý maneviyeme engel olmuþtu Birden Cenab-ý Hakkýn rahmet ve keremiyle, Kur'an-ý Hakimdeki hikmet-i kudsiye imdada yetiþti. Çok risalelerde beyan edildiði gibi, o felsefî mes'elelerin kirlerini yýkadý; temizlettirdi. Ezcümle: Fünun-u Hikmetten gelen zulümat-ý ruhiye, ruhumu kâinata boðduruyordu. Hangi cihete baktým, nur aradým, o mes'elelerde nur bulamadým; teneffüs edemedim. Ta Kur'an-ý Hakîmden gelen " LÂ ÝLÂHE ÝLLÂ HÛ " cümlesiyle ders verilen tevhid, gayet parlak bir nur olarak bütün o zulümatý daðýttý; rahatla nefes aldým. Fakat nefs ve þeytan, ehl-i dalâlet ve ehl-i felsefeden aldýklarý derse istinad ederek, akýl ve kalbe hücum ettiler. Bu hücumdaki münazarat-ý nefsiye LÝLLÂHÝL HAMD kalbin muzafferiyetiyle neticelendi. Çok risalelerde kýsmen o münazaralar yazýlmýþ. Onlara iktifa edip, burada yalnýz binde bir muzafferiyet-i kalbiyeyi göstermek için, binler bürhandan bir tek bürhan beyan edeceðim, ta ki, gençliðinde Hikmet-i Ecnebiye veya Fünun-ý Medeniye namý altýndaki kýsmen dalalet, kýsmen malayaniyat mes'eleleriyle ruhunu kirletmiþ... kalbini hasta etmiþ... nefsini þýmartmýþ bir kýsým ihtiyarlarýn ruhunda temizlik yapsýn. Tevhid hakkýnda þeytan ve nefsin þerrinden kurtulsun. Þöyle ki: Ulûm-u Felsefiyenin vekâleti namýna nefsim dedi ki: Bu kâinattaki eþyanýn, tabiatiyle bu mevcudata müdahaleleri var. Herþey bir sebebe bakar. Meyveyi, aðaçtan; hububatý, topraktan istemeli! En cüz'i , en küçük bir þey'i de ALLAH'tan istemek ve ALLAH'a yalvarmak ne demektir ? O vakit Nur-u Kur'an ile sýrr-ý tevhid, þu gelecek surette inkiþaf etti. Kalbim o mütefelsif nefsime dedi: - " En cüz'i ve en küçük þey; en büyük þey gibi, doðrudan doðruya bütün bu kâinat Hâlýkýnýn kudretinden gelir; ve hazinesinden çýkar. Baþka surette olamaz. Esbab ise bir perdedir. Çünkü; en ehemmiyetsiz ve en küçük zannettiðimiz mahluklar, bazen san'at ve hilkat cihetinde en büyüðünden daha büyük olur. Sinek, tavuktan san'atça ileri geçmezse de, geride kalmaz. Öyle ise büyük küçük tefrik edilmeyecek. Ya bütünü esbab-ý maddiyeye taksim edilecek, veyahut bütünü birden birtek zata verilecektir. Birinci þýk muhal olduðu gibi, bu þýk vacibtir; zaruridir. Sh:»(S.N: 57) Çünki bir tek zata, yani bir Kadîr-i Ezelîye verilse: madem bütün mevcudadýn intizamat ve hikmetleriyle vücudu kat'i tahakkuk eden ilmi, herþeyi ihata ediyor... ve madem ilminde herþeyin miktarý taayyün ediyor.. ve madem bilmüþahade, her vakit hiçten, nihayetsiz sühûletle, nihayetsiz san'atlý masnûlar vücuda geliyor... ve madem o Kadîr-i Alîmin bir kibrit çakar gibi, emri كُنْ فَيَكُونُ ile hangi þey olursa olsun icad edebildiðini, hadsiz kuvvetli deliller ile, çok risalelerde beyan ettiðimiz ve hususan Yirminci Mektub ve Yirmi üçüncü Lem'anýn ahirinde isbat edildiði gibi, hadsiz bir kudreti var; elbette bilmüþahede görülen harikulade sühulet ve kolaylýk, o ihata-i ilmiyeden ve azamet-i kudretten geliyor. Meselâ; nasýl ki göze görülmeyen eczalý bir mürekkeple yazýlan bir kitaba, o yazýyý göstermeye mahsus bir ecza sürülse; o kocak kitab, birden herbir göze vücudunu gösterip kendini okutturur. Aynen öyle de: O Kadîr-i Ezelînin ilm-i muhitinde, herþeyin suret-i mahsusasý bir mikdar-ý muayyen ile taayyün ediyor. O Kadir-i mutlak emri كُنْ فَيَكُونُ ile o hadsiz kudretiyle ve nafiz iradesiyle, o yazýya sürülen ecza gibi, gayet kolay ve sühûletle kudretin bir cilvesi olan kuvvetini, o mahiyet-i ilmiyeye sürer, o þeye vücud-u harici verir; göze gösterir; nukuþ-u hikmetini okutturur. Eðer bütün eþya birden o Kadîr-i Ezelîye ve Alîm-i Külli Þey'e verilmezse; o vakit sinek gibi en küçük bir þeyin vücudunu, dünyanýn ekser nevilerinden hususi bir mizan ile toplamak lazým gelmekle beraber; o küçük sineðin vücudunda çalýþan zerreler, o sineðin sýrr-ý hilkatini ve kemal-i san'atýný bütün dekaikiyle bilmekle olabilir. Çünki; esbab-ý tabiiyye ile esbab-ý maddiye, bilbedahe ve umum ehl-i aklýn ittifakýyle, hiçten iycad edemez. Öyle ise, herhalde onlar icad etse, elbette toplayacak. Madem toplayacak hangi zîhayat olursa olsun, ekser anasýr ve envaýndan numüneler, içinde vardýr. Adeta kâinatýn bir hülasasý, bir çekirdeði hükmündedir. Elbette, o halde bir çekirdeði bütün bir aðaçtan, bir zîhayatý bütün rûy-u zeminden ince elekle eleyip ve en hassas bir mizan ile ölçüp toplattýrmak lâzým geliyor. Ve madem esbab-ý tabiiyye cahildir... camiddir... bir ilmi yoktur ki bir plan, bir fihriste, bir model, bir program takdir etsin, ona göre manevi kalýba gelen zerratý eritip döksün; tâ daðýlmasýn, intizamýný bozmasýn. Halbuki her þeyin þekli, hey'eti hadsiz tarzlarda olabildiði için, hadsiz had ve hesaba gelmez eþkâller, miktarlar içinde, bir tek þekil ve miktarda sel gibi akan anasýrýn zerreleri daðýlmýyarak; muntazaman, miktarsýz, kalýpsýz birbirini üstünde kitle halinde durdurmak... ve zîhayata muntazam bir vücud vermek; ne derece imkandan, ihtimalden, akýldan uzak olduðu görünüyor. Sh:»(S.N: 58) Elbette kimin kalbinde körlük yoksa, görür. Evet, bu hakikata binaen اِنَّ الَّذِينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللَّهِ لَنْ يَخْلُقُوا ذُبَابًا وَلَوِاجْتَمَعُوا لَهُ bu Âyet-i azimenin sýrriyle (Hâþiye) Bütün esbab-ý maddiye toplansa, onlarýn ihtiyarlarý da olsa, birtek sineðin vücudunu ve o vücudun cihazatýný mizan-ý mahsusla toplayamazlar. Toplasalar da, o vücudun miktar-ý muayyenesinde durduramazlar. Durdursalar da, daima tazelenmekte olan ve o vücuda gelip çalýþan zerratý, muntazaman çalýþtýramazlar, Öyle ise; bilbedahe esbab, bu eþyaya sahip çýkamazlar. Demek sahib-i hakikileri baþkadýr. Evet, öyle bir sahib-i hakikileri var ki: مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ Âyetinin sýrriyle, bütün zeminin yüzündeki zîhayatý, bir sineðin ihyasý kadar kolay yapar. Bir baharý, birtek çiçek kolaylýðýnda icadeder.Çünki toplamaða muhtaç deðil. " Emr-i كُنْ فَيَكُونُ e ' malik olduðundan... ve her baharda hadsiz mevcudat-ý bahariyenin madde-i unsuriyesinden baþka, hadsiz sýfat ve ahval ve eþkâllerini hiçten icadettiðinden... ve ilminde herþeyin planý, modeli, fihristesi ve programý taayyün ettiðinden.. ve bütün zerrat onun ilim ve kudreti dairesinde hareket ettiklerinden, kibrit çakar gibi herþeyi nihayet kolaylýkla icadeder. Ve hiçbirþey, zerre mikdar hareketini þaþýrmaz. Seyyarat muti bir ordusu olduðu gibi, zerrat dahi muntazam bir ordusu hükmüne geçer. Madem o kudret-i Ezeliyeye istinaden hareket ediyorlar ve o ilm-i ezelinin düsturiyle çalýþýyorlar; iþte o eserler, o kudrete göre vücuda gelir. Yoksa o küçük, ehemmiyetsiz þahsiyetlerine bakmakla, o eserler küçülmez...O kudrete intisab kuvvetiyle bir sinek, bir Nemrudu gebertir. Karýnca, Firavunun sarayýný harab eder. Zerre gibi küçük çam tohumu, dað gibi koca bir çam aðacýnýn yükünü omuzunda taþýyor. Bu hakikatý çok risalelerde isbat ettiðimiz gibi, nasýl ki bir nefer, askerlik vesikasiyle padiþaha intisab noktasýnda, yüzbin defa kendi kuvvetinden fazla bir þahý esir etmek gibi eserlere mazhar olur... öyle de; herþey, o kudret-i Ezeliyeye intisabiyle, yüzbin defa esbab-ý tabiiyenin fevkinde mu'cizat-ý san'ata mazhar olabilir. Elhasýl: Herþeyin nihayet derecede hem san'atlý, hem sühuletli vücudu ______________ Hâþiye:Yâni Allah'tan (C.C)baþka bütün çaðýrdýðýnýz ve ibadet ettiðiniz þeyler toplansalar, bir sineði halkedemezler. Sh:»(S.N: 59) gösteriyor ki, muhit bir ilim sahibi olan bir Kadîr-i Ezelînin eseridir. Yoksa, yüzbin muhal içinde, deðil vücuda gelmek, belki imkan dairsinden çýkýp imtina' dairesine girecek...ve mümkün suretinden çýkýp, mümteni, mahiyetine girecek.. ve hiçbir þey vücuda gelmiyecek, belki de vücuda gelmesi muhal olacaktýr. Ýþte bu gayet ince ve gayet kuvvetli ve gayet derin ve gayet zahir bir bürhan ile þeytanýn muvakkat bir þakirdi ve ehl-i dalâletin ve ehl-i felsefenin bir vekili olan nefsim sustu. Ve LÝLLÂHÝL-HAMD, tam îmana geldi. Ve dedi ki: Evet bana öyle bir Hâlýk ve Rab lazým ki, en küçük hatýrat-ý kalbimi ve en hafî niyazýmý bilecek... ve en gizli ihtiyac-ý ruhumu yerine getirdiði gibi, bana saadet-i ebediyeyi vermek için koca dünyayý âhirete tebdil edecek ve bu dünyayý kaldýrýp Âhireti yerine kuracak... hem, sineði halkettiði gibi, semavatý da icad edecek... hem Güneþi semanýn yüzüne bir göz olarak çaktýðý gibi, bir zerreyi de gözbebeðimde yerleþtirecek bir kudrete malik olsun. Yoksa sineði halkedemiyen, hatýrat-ý kalbime müdahale edemez; niyaz-ý ruhumu iþitemez... semavatý halketmeyen, saadet-i ebediyeyi bana veremez. Öyle ise benim Rabbim odur ki; hem hatýrat-ý kalbimi ýslah eder; hem cevv-i havayý bulutlarla bir saatte doldurup, boþalttýðý gibi, dünyayý ahirete tebdil edip, cenneti yapýp, kapýsýný bana açar; " haydi gir " der. Ýþte Ey nefsim gibi, bedbahtlýk neticesinde bir kýsým ömrünü nursuz felsefi ve ecnebi fünuna sarfeden ihtiyar kardeþlerim! Kur'an'ýn lisanýndaki mütemadiyen " LÂ ÝLÂHE ÝLLÂ HÛ" ferman-ý kudsiyesinden ne kadar kuvvetli ve ne kadar hakikatlý ve hiçbir cihette sarsýlmaz ve zedelenmez ve taðayyür etmez kudsi bir rükn-ü imaniyi anlayýnýz ki, nasýl bütün mânevi zulûmatý daðýtýr ve mânevî yaralarý tedavi eder. Bu uzun macerayý, ihtiyarlýðýmýn rica kapýlarý içinde derci, adeta ihtiyarýmla olmadý. Ýstemiyordum, belki usandýracak diye çekiniyordum. Fakat, bana yazdýrýldý diyebilirim. ( Her ne ise sadede dönüyorum). Saç ve sakalýmdaki beyaz kýllarýn ve bir vefadarýn sadakatsýzlýðý neticesinde, o þa'þaalý ve zahiren tatlý ve süslü Ýstanbul'un hayat-ý dünyeviyesinin ezvakýndan, bana bir nefret geldi. Nefs, meftun olduðu ezvakýn yerinde manevi ezvak aradý. Bu ehl-i gafletin nazarýnda soðuk ve aðýr ve nahoþ görünen ihtiyarlýkta, bir teselli, bir nur istedi. "FELÝLLÂH-ÝL-HAMD" Cenab-ý Hakka yüzbin þükür olsun, bütün o hakikatsýz, tatsýz akibetsiz ezvak-ý dünyeviye yerine; hakiki, daimi ve tatlý ezvak-ý îmaniyeyi "LÂ ÝLÂHE ÝLLÂ HÛ" da ve nuru tevhidde bulduðum gibi... ehl-i gafletin nazarýnda soðuk ve sakil görünen ihtiyarlýðý, o nur-u tevhid ile çok hafif ve hararetli ve nurlu gördüm. Ey ihtiyar ve ihtiyareler ! Madem sizlerde îman var ve madem îmaný ýþýklandýran ve inkiþaf ettiren namaz ve niyaz var; ihtiyarlýðýnýza ebedi bir gençlik nazariyle bakabilirsiniz. Çünki, onunla ebedi bir gençlik kazanabilirsiniz. Ha Sh:»(S.N: 60) kiki soðuk ve sakil ve çirkin ve zulmetli ve elemli olan ihtiyarlýk ise; ehl-i dalâletin ihtiyarlýklarýdýr, belki de onlarýn gençlikleridir. Onlar aðlamalý, onlar vâ-esefa, vâhasreta" demeli... Sizler, ey muhterem îmanlý ihtiyarlar ! " ELHAMDÜ-LÝLLÂHÝ ÂLÂ KÜLLÝ HÂL" deyip mesrurane þükretmelisiniz... % ONÝKÝNCÝ RÝCA: Bir zaman Isparta Vilayetinin Barla nahiyesinde nefy namý altýnda, iþkenceli bir esaretle yalnýz ve kimsesiz bir köyde ihtilâttan ve muhabereden men'edilmiþ bir vaziyette hem hastalýk, hem ihtiyarlýk, hem de gurbet içinde gayet periþan bir halde iken; Cenab-ý Hak kemal-i merhametinden, Kur'an-ý Hakîm'in nüktelerine, sýrlarýna dair benim için medar-ý tesellî bir nur ihsan etmiþti. Onunla o acý, elim, hazin vaziyetimi unutmaya çalýþýyordum. Vatanýmý, ahbabýmý, akaribimi unutabiliyordum.. Fakat " va-hasreta" birisini unutamýyordum. O da, hem biraderzadem, hem manevi evladým, hem en fedakar talebem, hem en cesur bir arkadaþým olan, merhum Abdurrahman idi. Altý yedi sene evvel benden ayrýlmýþtý. Ne o benim yerimi biliryor ki, yardýma koþsun, teselli versin, ve ne de ben onun vaziyetini biliyordum ki, onunla muhabere edeyim, dertleþeyim. Benim bu ihtiyarlýk vaziyet-i zamanýmda; öyle fedâkar, sadýk birisi bana lazýmdý. Sonra birden birisi bana bir mektub verdi. Mektubu açtým gördüm ki; Abdurrahman'ýn mahiyetini tam gösterir bir tarzda bir mektub ki, o mektubun bir kýsmý Yirmi Yedinci Mektubun fýkralarý içinde, üç zahiri kerameti gösterir bir tarzda dercedilmiþtir. O mektub beni çok aðlattýrmýþ ve el'ân da aðlattýrýyor. Merhum Abdurrahman o mektubla pek ciddi ve samimi bir surette, dünyanýn ezvakýndan nefret ettiðini ve en büyük maksadý bana yetiþip küçüklüðünde benim ona baktýðým gibi, o da ihtiyarlýðýmda bana hizmet etmekti. Hem, dünyada benim hakiki vazifem olan neþr-i esrar-ý Kur'aniyede, muktedir kalemiyle bana yardým etmekti. Hatta mektubunda yazýyordu: " Yirmi otuz risaleyi bana gönder, herbirisinden yirmi otuz nüsha yazýp ve yazdýracaðým " diyordu. O mektub, bana dünyaya karþý kuvvetli bir ümid verdi. Deha derecesinde zekaya malik ve hakiki evladýn çok fevkinde bir sadakat ve irtibatla bana hizmet edecek böyle cesur bir talebemi buldum diye; o iþkenceli esareti, o kimsezliði, o gurbeti, o ihtiyarlýðý unuttum. O mektubdan evvel Ýman-ý bil' Ahirete dair tabettirdiðim Onuncu Sözün bir nüshasý eline geçmiþti. Güya o risale ona bir tiryak idi ki; altý yedi sene zarfýnda aldýðý bütün manevi yaralarýný tedavi etti. Gayet kuvvetli ve parlak bir iman ile ecelini bekliyor gibi bana o mektubu yazmýþ. Bir iki ay sonra Abdurrahman vasýtasiyle , yine mes'udane bir hayat-ý dünyeviye geçirmek tasavvurunda iken, " va-hasreta" birden onun vefat haberini aldým. Bu haber o derece beni sarsdý ki; beþ se Sh:»(S.N: 61) nedir daha o te'sir altýndayým. O vakit bulunduðum iþkenceli esaret ve yalnýzlýk ve gurbet ve ihtiyarlýk ve hastalýýðým; on derece onlarýn fevkinde bana bir firkat, bir rikkat, bir hüzün verdi. Benim merhum validemin vefatiyle hususi dünyamýn yarýsý, onun vefatiyle, vefat etmiþ diyordum. Abdurrahman'ýn vefatiyle de, baki kalan öteki yarý dünyam da vefat etti gördüm. Dünyadan bütün bütün alakam kesildi. Çünki o dünyada kalsaydý; hem dünyadaki vazife-i uhreviyemin kuvvetli bir medarý; ve benden sonra tam yerime geçecek bir hayr-ül-halef; ve hemde bu dünyada, en fedakar bir medar-ý teselli, bir arkadaþým olabilirdi... ve en zeki bir talebem, bir muhatab ve Risale-i Nur eczalarýnýn en emin bir sahibi ve muhafýzý olurdu. Evet, insaniyet itibariyle böyle bir zayiat, benim gibi insanlara çok hýrkatlýdýr; yandýrýyor. Gerçi zahiren tahammüle çalýþýyordum; fakat ruhumda þiddetli fýrtýna vardý Eðer ara sýra Kur'an'ýn nurundan gelen teselli teskin etmeseydi, benim için dayanmak mümkün olamýyacaktý. O zaman Barla derelerine, daðlarýna yalnýz gidip geziyordum. Hâli yerlerde oturup, o teessürat-ý hazine içinde, eski zamanda Abdurrahman gibi sadýk talebelerimle geçirdiðim mes'udane hayat levhalarý sinema gibi hayalimden geçtikçe, ihtiyarlýk ve gurbetin verdiði sür'at-i teessür mukavemetimi kýrýyordu. Birden كُلُّ شَىْءٍ هَلِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ لَهُ الحُكْمُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ Âyet-i Kudsiyenin sýrrý inkiþaf etti. Bana " YÂ BÂKÎ ENTE-L-BÂKÎ ! YÂ BÂKÎ ENTE-L-BÂKÎ ! " dedirtti ve onunla hakikî tesellî verdi. Evet ben o hâlî derede, o hazin hâllette, bu Âyet-i Kudsiyenin sýrriyle, MirkÂt-üs-Sünne Risalesinde iþaret edildiði gibi, kendimi üç büyük cenaze baþýnda gördüm: Biri : Elli beþ yaþýma kadar, elli beþ ölmüþ ve hayat-ý ömrümde defnedilmiþ Saidlerin kabri üstünde, bir mezar taþý olarak kendimi gördüm. Ýkinci Cenaze: Zaman-ý Âdem'den (A.S.) beri, benim hemcinsim ve nev'im vefat edip, mazi kabrinde defnedilmiþ olan o büyük cenazenin baþýnda; mezar taþý hükmünde olan bu asrýn yüzünde gezer, karýnca gibi küçük bir zîhayat suretinde, kendimi gördüm. Üçüncü cenaze ise: Ýnsanlar gibi, her sene dünya yüzünde seyyar bir dünyanýn vefatiyle, büyük dünya da bu Âyetin sýrriyle vefat edeceði, hayalimin önünde tecessüm etti. Ýþte Abdurrahmân'ýn vefatýnýn hüznünden gelen bu dehþetli manayý bütün bütün aydýnlattýracak ve hakikî tesellî ve sönmez nur verecek bu Âyet-i Kerîme, mâna-yý iþarîsiyle imdada yetiþti. Sh:»(S.N: 62) فَاِنْ تَوَلَّوْ فَقُلْ حَسْبِى اللَّه لآ اِلَهَ اِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ Evet bu âyet bildirdi ki: Madem Cenab-ý Hak var, o herþeye bedeldir. Madem o bâkidir, elbette o kâfîdir. Bir tek cilve-i inayeti, bütün dünya yerini tutar. Ve bir cilve-i nûru, mezkûr üç büyük cenazeye mânevî hayat verir. Cenazeler olmadýðýný, belki vazifelerini bitirmiþ baþka âlemlere gitmiþ olduklarýný gösteriyor. Üçüncü Lem'ada bu sýrrýn izahý geçtiðinden ona iktifaen burada yalnýz derim ki; كُلُّ شَءٍ هَلِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ ilâ âhir... Âyetinin meâlini gösteren iki defa " YÂ BÂKÝ ENTE-L- BÂKÝ! YÂ BÂKÝ ! ENTE-L-BÂKÝ" beni , gayet elîm o hazîn, hâletten kurtardý. Þöyle ki: Birinci defa " YA BÂKÝ ENTE-L-BAKÝ" dedim, dünya ve dünyadaki ; Abdurrahman gibi, hadsiz alakadar olduðum ahbablarýn zevalinden ve rabýtalarým kopmasýndan neþ'et eden hadsiz manevi yaralar içinde, bir ameliyat-ý cerrahiye nev'inde bir tedavi baþladý. Ýkinci defa " YÂ BÂKÝ ENTE-L-BÂKÝ " cümlesi: bütün o hadsiz mânevî yaralara hem merhem, hem tiryak oldu. Yâni; sen bâkisin; giden gitsin, sen yetersin. Madem sen bakisin, zevâl bulan herþeye bedel bir cilve-i rahmetin kâfîdir. Madem sen varsýn, senin varlýðýna îman ile intisabýný bilen ve sýrr-ý Ýslamiyetle o intisaba göre hareket eden insana herþey var. Fenâ ve zevâl, mevt ve adem bir perdedir. Bir tazelenmektir; ayrý ayrý menzillerde gezmek hükmündedir diye düþünüp, tamamiyle o hirkatli, firkatli, hazîn, elîm, karanlýklý, dehþetli halet-i ruhaniye; sürurlu, neþ'eli, hezzetli , nurlu, sevimli, ünsiyetli bir hâlete inkýlâb etti. Lisaným ve kalbim, belki lisan-ý hal ile bütün zerrat-ý vücudum "ELHAMDÜLÝLLÂH" dediler. Ýþte o cilve-i rahmetin binden bir cüz'ü þudur ki: Ben o hüzüngâhým olan dereden ve o hüzün-engiz hâletten Barla'ya döndüm. Baktým ki, Kuleönlü Mustafa namýnda bir genç, benden Ýlm-i hâle ait abdest ve namaza dair bir kaç mes'eleyi sormak için gelmiþ. O vakit misafirleri kabul etmediðim halde onun ruhundaki ihlâs ve ileride Risale-i Nura edeceði kýymetdar hizmeti, (Hâþiye-1) güya hiss-i kablel-vuku ile ruhum o gencin rûhunda okudu. Onu geriye çevirmedim, kabul ettim.(Hâþiye -2) _______________ Hâþiye-1: Ýþte o Mustafa'nýn küçük kardeþi olan Küçük Ali kendi güzel, sýhhatli kalemiyle yedi yüzden ziyade Nur Risalelerini yazmakla tamamiyle bilfiil bir Abdurrahman olduðu gibi, müteaddit Abdurrahmanlarýda yetiþtirdi... Hâþiye-2: Elhak, o yalnýz kabüle deðil, belki istikbale lâyýk (Hâþiye) olduðunu gösterdi. Sh:»(S.N: 63) Sonra tebeyyün etti ki, Risale-i Nur hizmetinde ve benden sonra hayr-ül-halef olarak, bir vâris-i hakikî vazifesini tam yerine getirecek olan Abdurrahmân yerine, Cenab-ý Hak Mustafayý nümûne olarak bana göndermiþ ki, senden bir Abdurrahmân aldým, mukabilinde bu gördüðün Mustafa gibi, otuz Abdurrahman -o vazife-i diniyede sana hem talebe, hem biraderzade, hem evlâd-ý mânevî, hem kardeþ, hem fedakâr arkadaþ- vereceðim. Evet " LÝLLÂHÝLHAMD " otuz Abdurrahmân'ý verdi. O vakit dedim: Ey aðlayan kalbim ! Madem bu nümûneyi gördün ve onunla o mânevî yaralarýn en mühimmini tedavi etti; sair bütün seni müteessir eden yaralarý da tedavi edeceðine kanaatýn gelmelidir. Ýþte, ey benim gibi ihtiyarlýk zamanýnda gayet sevdiði evladýný veya akrabasýný kaybeden ve beline yüklenmiþ ihiyarlýðýn aðýr yükiyle beraber, firaktan gelen aðýr gamlarý da baþýna yüklenen ihtiyar kardeþler ve ihtiyare hemþîreler ! Benim vaziyetimi anladýnýz ki, sizinkinden çok þiddetli iken, madem öyle bir Âyet-i Kerîme, tedavi etti, þifa verdi, elbette Kur'an-ý Hakîmin eczahane-i kudsiyesinde, umum dertlerinize þifa verecek ilaçlarý vardýr.Eðer îman ile ona müracaat edip ve ibadetle o ilaçlarý istîmal etseniz, belinizde ve baþýnýzdaki o ihtiyarlýðýn ve gamlarýn aðýr yükleri gayet hafifleþecektir. Bu mebhasýn uzun yazýlmasýnýn sýrrý ise: Merhum Abdurrahmân'a ziyade dua-yý rahmet ettirmek düþüncesidir. Sizi usandýrmasýn. Hem sizi belki ziyade müteellim edecek en acýklý ve nefret verip ürkütecek en dehþetli yaramý, gayet nâhoþ, elîm bir surette size göstermekten maksadým: Kur'an-ý Hakîmin kudsî tiryaki ne derecede harikulâde bir ilaç ve parlak bir nur olduðunu göstermektir. _____________ Hâþiye:Risale-i Nur'un birinci þâkirdi Mustafa'nýn istikbale liyâkatine dair Üstadýmýn hükmünü tasdik eden bir hâdise: 'Kurban arefesinden bir gün evvel Üstadým gezmeye gidecekti. At getirmek üzere beni gönderdiði zaman, Üstadýma dedim: "Sen aþaðýya inme, ben kapýyý arkasýndan örtüp odunluktan çýkacaðým." Üstadým: "Hayýr" dedi; "Sen kapýdan çýk" diyerek aþaðýya indi. Ben kapýdan çýktýktan sonra kapýyý arkasýndan sürgüledi. Ben gittim, kendiside yukarýya çýktý. Sonra yatmýþ... Bir müddet sonra Kuleönlü Mustafa, Hacý Osman'la beraber gelmiþler. Üstadým hiç kimseyi kabul etmiyordu ve etmeyecekti. Hususan o vakit iki adam beraber hiç yanýna almaz geri çevirirdi. Halbuki bu makamda bahsedilen kardeþimiz Kuleönlü Mustafa, Hacý Osman'la gelince, kapý güya lisan-ý hâl ile ona demiþ ki: "Üstadýn seni kabül etmeyecek fakat ben sana açýlacaðým" diyerek arkasýndan sürgülenmiþ kapý kendi kendine Mustafa'ya açýlmýþ. Demek Üstadýmýn onun hakkýnda,'Mustafa istikbale lâyýktýr' diye söylediði sözü istikbal gösterdiði gibi, kapýda buna þahid olmuþtur." Husrev Evet Husrevin yazdýðý doðrudur, tasdik ediyorum. Kapý bu mubarek Mustafa'yý benim bedelime hem istikbal etti, hem de kabul etti. Said Nursî Sh:»(S.N: 64) ONÜÇÜNCÜ RÝCA : (Hâþiye) Bu ricada sergüzeþt-i hayatýmýn mühim bir levhasýndan bahsedeceðimden, herhalde bir derece uzun olacak. Usanmamanýzý ve gücenmemenizi arzu ediyorum. Harb-i Umumîde, Rusun esaretinden kurtulduktan sonra, Ýstanbul'da iki üç sene Dar-ül Hikmette hizmet-i dîniye beni orada durdurdu. Sonra Kur'an-ý Hakîmin irþadiyle ve Gavs-ý Âzamýn himmetiyle ve ihtiyarlýðýn intibahiyle Ýstanbul'daki hayat-ý medeniyeden usanç ve þa'þaalý hayat-ý içtimaiyeden bir nefret geldi. Dâüssýla tabir edilen iþtiyak-ý vatan hissi beni vatanýma sevketti. Madem öleceðim, vatanýmda öleyim diye Van'a gittim. Herþeyden evvel, Van'da Horhor denilen medresemin ziyaretine gittim. Baktým ki, sair Van haneleri gibi, onu da Rus istilâsýnda Ermeniler yakmýþlardý. Van'ýn meþhur kal'asý ki, dað gibi yekpâre taþtan ibarettir. Benim medresem onun tam altýnda ve ona tam bitiþiktir. Benim terkettiðim yedi sekiz sene evvel, o medresemdeki hakikaten dost, kardeþ, enis talebelerimin hayalleri gözümün önüne geldi. O fedâkar arkadaþlarýmýn bir kýsmý hakiki þehid, diðer bir kýsmý da, o musibet yüzünden manevi þehid olarak vefat etmiþlerdi. Ben aðlamaktan kendimi tutamadým ve kal'anýn ta medresenin üstündeki iki minare yüksekliðinde medreseye nâzýr tepesine çýktým, oturdum. Yedi sekiz sene evvelki zamana hayâlen gittim. Benim hayâlim kuvvetli olduðu için, beni o zamanda hayli gezdirdi. Etrafta kimse yoktu ki, beni o hayâldan çevirsin ve o zamandan çeksin. Çünki yalnýz idim. Yedi sekiz sene zarfýnda, gözümü açtýkça bir asýr zaman geçmiþ kadar bir tahavvülât görüyordum. Baktým ki, benim medresemin etrafýndaki þehir içi Kal'a dibi mevkii, bütün baþtan aþaðýya kadar yandýrýlmýþ; tahrip edilmiþ. Evvelki gördüðümden þimdiki gördüðüme, güya iki yüz sene sonra dünyaya gelip, öyle hazîn nazarla baktým. O hanelerdeki adamlarýn çoðu ile dost ve ahbab idim. Kýsm-ý âzamý ALLAH rahmet etsin muhaceret ile vefat etmiþler, gurbette periþan olmuþlardý. Hem Ermeni mahallesinden baþka Van'ýn bütün müslümanlarýnýn haneleri tahrip edilmiþ gördüm. Benim kalbim en derinden sýzladý. O kadar rikkatime dokundu ki, binler gözüm olsaydý beraber aðlayacaktý. Ben, gurbetten vatanýma döndüm; gurbetten kurtuldum zannediyordum. " Vâ-esefâ", gurbetin en dehþetlisini vatanýmda gördüm. On Ýkinci Ricada bahsi geçen Abdurrahmân gibi, ruhumla pek alâkadar yüzer talebelerimi, dostlarýmý kabirde ve o ahbablarýn yerlerini harabezâr gördüm. Eskiden beri hatýrýmda olan bir zâtýn bir fýkrasý vardý. Tam mânasýný göremiyordum... o hazîn levha karþýsýnda tam mânasýný gördüm. Fýkra budur: _________ Hâþiye: Lâtif bir tevafuktur ki, bu Onüçüncü rica'nýn bahsettiði medrese hâdisesi onüç sene evel oldu. Sh:»(S.N: 65) لَوَلاَ مُفَارَقَتُ الاَحْبَابِ مَا وَجَدَتْ لَهَا الْمَنَايَا اِلَى اَرْوَاحِنَا سُبُلاً Yâni: " Eðer dostlardan müfârakat olmasaydý, ölüm ruhlarýmýza yol bulamazdý ki gelsin alsýn". Demek en ziyade insaný öldüren ahbabtan müfârakattýr. Evet, hiçbir þey beni o vaziyet kadar yandýrmamýþ, aðlatmamýþ. Eðer Kur'an'dan îmandan meded gelmeseydi; o gam, o keder, o hüzün ruhumu uçuracak gibi te'sirat yapacaktý. Eskiden beri þairler þiirlerinde, ahbablariyle görüþtükleri menzillerin mürur-u zamanla harabegâhlarýna aðlamýþlar. Bunun en firkatli levhasýný da, ben gözümle gördüm. Ýki yüz sene sonra gayet sevdiði dostlarýn, mahal-i ikametine uðrayan bir adamýn hüzniyle; hem ruhum, hem kalbim gözüme yardým edip aðladýlar. O vakit, gözümün önünde harabezâre dönmüþ yerlerin, gayet mâmur ve þenlikli ve neþ'eli ve sürurlu bir surette bulunduðu zaman, yirmi seneye yakýn en tatlý bir hayatta tedris ile, kýymetdar talebelerimle geçirdiðim hayatýmýn o þirin safahatý, birer birer sinema levhalarý gibi canlanýp görünerek; sonra vefat edip gider tarzýnda, hayali gözümün önünde epey zaman devam etti. O vakit ehl-i dünyanýn hâline çok taaccüb ettim. Nasýl kendilerini aldatýyorlar ? Çünki o vaziyet dünyanýn tam fâni olduðunu ve insanlar da içinde misafir bulunduðunu bilbedahe gösterdi. Ehl-i hakikatýn mütemadiyen, dünya gaddardýr, mekkârdýr, fenâdýr, aldanmayýnýz demeleri ne kadar doðru olduðunu gözümle gördüm. Hem insan nasýl cismiyle, hanesiyle alâkadardýr; öyle de kasabasiyle, memleketiyle belki dünyasiyle alâkadar olduðunu kendim de gördüm. Çünki; ben vücudum itibariyle, ihtiyarlýk rikkatinden iki gözümle aðlarken, medresemin yalnýz ihtiyarlýðý deðil, belki vefatýndan dolayý on gözle aðlamak istiyordum. Ve o þirin vatanýmýn yarý ölmesiyle yüz gözle aðlamaya ihtiyacým vardý. Rivayet-i Hadiste vardýr ki: Her sabah bir melâike çaðýrýyor لِدُوَا لِلْمَوْتِ وَابْنُوا لِلْخَرَابِ yâni: " ölmek için tevellüd edip dünyaya gelirsiniz, harab olmak için binalar yapýyorsunuz " diyor. Ýþte bu hakikatý, kulaðýmla deðil, gözümle iþitiyordum. Evet o vaziyetim o vakit beni nasýl aðlattýrmýþ, on senedir hayalim, o vaziyete uðradýkça yine aðlýyor. Evet binler sene yaþamýþ o ihtiyar kal'anýn baþýndaki menzillerin harap olmasý ve onun altýndaki þehrin sekiz sene zarfýnda, sekiz yüz sene kadar ihtiyarlanmasý ve Kal'a altýndaki gayet hayattar ve mecma-i ahbab olan medresemin vefatý, umum Osmanlý devletinde bütün medreselerin vefatýný Sh:»(S.N: 66) gösteren cenazesinin mânevî azametine iþareten, koca Van kal'asýnýn yekpare taþý , ona bir mezar taþý olmuþ. Âdeta o medresedeki sekiz sene evvel benimle beraber bulunan merhum talebelerim, kabirlerinde benimle beraber aðlýyorlar... Belki o kasabanýn harabe duvarlarý daðýlmýþ, taþlarý benimle beraber aðlýyorlar... ve onlarý aðlýyor gibi gördüm. Ben o vakit anladým ki, vatanýmdaki bu gurbete dayanamýyacaðým, ya ben de kabre onlarýn yanýna gitmeliyim veyahud daðda bir maðaraya çekilip ecelimi orada beklemeliyim diye düþündüm. Dedim madem dünyada böyle tahammül edilmez, sabýr- þiken, mukavemetsûz, yandýrýcý firkatler var. Elbette mevt, hayata racihtir. Hayatýn bu aðýr vaziyeti çekilir dertlerden deðildir. O vakit cihat-ý sitte denilen altý cihete nazar gezdirdim karanlýklý gördüm. O þiddet-i teessürden gelen gaflet bana dünyayý korkunç, boþ, hâlî, baþýma yýkýlacak bir tarzda gösterdi. Ruhum ise, düþman vaziyetini alan hadsiz belâlara karþý bir nokta-i istinad ararken; ve ruhda ebede kadar uzanan hadsiz arzularý tatmin edecek bir nokta-i istimdat taharri ederken; ve o hadsiz firak ve iftiraktan ve tahrip ve vefattan gelen ve hüzün gama karþý teselli beklerken, birden Kur'an-ý Mu'ciz-ül- Beyanýn : سَبَّحَ لِلَّهِ مَا فِى السَّمَواتِ وَالأَرْضِ وَهُوَ العَزِيزُ الحَكِيمُ * لَهُ مُلْكُ السَّمَوَاتِ وَالأَرْضِ يُحْى وَيُمِيتُ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ Ayetinin hakikatý tecelli etti. O rikkatli, firkatli, dehþetli, hüzünlü, hayalden beni kurtardý, gözümü açtýrdý. Bakdým ki, meyvedar aðaçlarýn baþlarýndaki meyveleri tebessüm eder bir tarzda bana bakýyorlar; Bize de dikkat et, yalnýz harabezâra bakýp durma diyorlardý. Bu Âyet-i Kerîmenin hakikati böyle ihtar ediyordu ki: Van sahrasýnýn sahifesinde misafir olan insanlarýn eliyle yazýlan ve þehir suretini alan sun'î bir mektubun, Rus istilâsý denilen dehþetli bir sel belâsýna düþüp silinmesi neden seni bu kadar müteessir ediyor ? Asýl Mâlik-i Hakikî ve herþeyin sahibi ve Rabbi olan Nakkaþ-ý Ezelîye bak ki: Bu Van sahifesinde, mektubatý, kemal-i þa'þaa ile eski zamanda gördüðün vaziyeti yine devam edip yazýlýyorlar. O yerler boþ, harap, hâli kalmýþ diye aðlamalarýn, Mâlik-i Hakikîsinden gaflet ve insanlarý misafir tasavvur etmemekten ve mÂlik tevehhüm etmek yanlýþýndan ileri geliyor... Fakat o yanlýþlýktan ve o yakýcý vaziyetten bir hakikat kapýsý açýldý. Ve o hakikatý tam kabul etmeye nefs hazýrlandý. Evet nasýl ki, bir demir ateþe sokulur; tâ yumuþasýn, güzel ve menfaatdar bir þekil verilsin... Öyle de, o hüzün-engiz hâlet ve o dehþetli vaziyet ateþ oldu, nefsimi yumuþattý. Kur'an-ý Mu'ciz-ül -Beyan, mezkûr Ayetin hakikatiyle, hakaik-i îmaniyenin feyzini tam ona gösterdi; kabul ettirdi. Sh:»(S.N: 67) Evet " LÝLLÂHÝL HAMD" þu Âyetin hakikatý, îman feyziyle ( Yirminci Mektub gibi risalelerde kat'i isbat ettiðimiz gibi), herkesin kuvvet-i îmaniyesi nisbetinde inkiþaf eden öyle bir nokta-i istinad ruha ve kalbe verdi ki, o vaziyetin dehþetinden yüz derece ziyade korkunç zararlý musibetlere karþý gelebilir bir kuvveti, " ÎMAN-I BÝLLAH" dan verdi. Ve þöyle ihtar etti ki; senin Hâlýkýn olan þu memleketin Mâlik-i Hakikî-sinin emrine herþey musahhardýr; herþeyin dizgini onun elindedir; ona intisabýn yeter. O Hâlýkýma dayanýp tanýdýktan sonra, düþman suretini alan bütün þeyler, düþmanlýklarýný terkettiler... aðlattýran hazîn haller beni neþ'elendirmeye baþladýlar. Hem çok risalelerde kat'î bürhanlarla da isbat ettiðimiz gibi, o hadsiz arzulara karþý " Îman-ý bil' Âhiret" ten gelen nur ile, öyle bir nokta-i istimdat verdi ki; deðil küçücük ve muvakkat, kýsa, dünyevi ahbablara karþý arzý ve rabýtalarýma, belki Ebed-ül-Âbadda, Âlem-i Bekada, saadet-i Ebediyede hadsiz uzun arzularýma kafi gelebilir bir nokta-i istimdat verdi. Çünki bir cilve-i rahmetiyle, muvakkat bir misafirhanesi olan bu dünyanýn bir menzili olan þu zeminin yüzünde, o misafirlerini bir iki saat sevindirmek için, bahar sofrasýnda had ve hesaba gelmez san'atlý, þirin nimetlerini her baharda ihsan edip, bir kahvaltý hükmünde o misafirlere yedirdikten sonra, mesken-i ebedîlerinde sekiz daimî Cenneti hadsiz bir zamanda, hadsiz enva-ý nimetiyle doldurup, ibadýna ihzar eden bir Rahmânir-Rahîmin rahmetine îman ile istinad edip, intisabýný bilen; elbette öyle bir nokta-i istimdat bulur ki; en ednâ derecesi, hadsiz ebedî emellere medet verip idame eder. Hem O Âyetin hakikatiyle, îmanýn ziyasýndan gelen nur öyle parlak bir surette tecellî etti ki; o zulümatlý olan cihat-ý sitteyi gündüz gibi aydýnlattýrdý. Çünki bu medresem ve bu þehirde talebe ve dostlarýmýn arkalarýnda kalýp aðlamak vaziyetini þöyle aydýnlattýrdý ki; ahbabýn gittikleri âlem karanlýklý deðil, yalnýz yerlerini deðiþtirdiler; yine görüþeceksiniz diye ihtar etti. Aðlamayý tamamen kestirdi. Ve dünyada onlarýn yerine geçecek ve benzeyecek olanlarý bulacaðýmý ifham etti. Evet "LÝLLÂHÝL-HAMD" hem vefat eden Van medresesini Ýsparta medresesiyle ihya edip, oradaki ahbablarý dahi, daha çok, daha kýymetdar talebeler ve ahbablarla manen ihya etti. Hem bildirdi ki; dünya boþ, hâli olmadýðýný ve harap olmuþ bir memleket suretini yanlýþ tasavvur ettiðimi, belki Mâlik-i Hakikî hikmetinin iktizasiyle, sun'î insanlarýn levhasýný deðiþtiriyor; mektubunu tazelendiriyor. Bir aðacýn bir kýsým meyvelerini kopardýkça, yerine yine baþka meyvelerin geldiði gibi, nev-i beþerde bu zevâl ve firak dahi, bir teceddüttür; tazelenmektir. Îman noktasýnda, ahbabsýzlýktan gelen elîmane bir hüzün deðil, belki baþka güzel bir yerde görüþmek üzere ayrýlmaktan gelen, lezîzane bir hüzün veren bir tazelenmektir. Sh:»(S.N: 68) Hem o dehþetli vaziyetten, kâinatýn mevcudatýnýn, karanlýklý görünen yüzünü aydýnlattý. Ben de o vakit o hâlete þükretmek istedim, arabî þu fýkra geldi; tam o hakikatý tasvir etti. Þöyle ki dedim: اَلْحَمْدُ لِلَّهِ عَلَى نُورِ الاِيمَانِ الْمُصَوِِّرِ مَا يَتَوَهَّمُ اَجَانِبُ اَعْدَاءً اَمْوَاتًا مَوَحِّشِينَ اَيْتَامًا بَاكِينَ اَوِدَّاءَ اِخْوَانًا اَحْيَاءً مُونِسِينَ مُرَخَّصِينَ مَسْرُورِينَ ذَاكِرِينَ مُسَبِّحِينَ yâni: " o þiddetli hâletin te'sirinden gelen gaflet ile, kâinatýn mevcudatý, bir kýsmý düþman ve ecnebî, (Hâþiye) bir kýsmý müdhiþ cenazeler, diðer kýsmý ise, kimsesizlikten aðlayan yetimler suretinde... Gafil nefsime tevehhüm ile gösterilen bu korkunç levhayý, nur-u îman ile ayn-el-yakîn gördüm ki: O ecnebî, düþman görünenler, birer dost kardeþtirler. Ve o müdhiþ cenazeler ise; kýsmen hayatdar ve ünsiyetkâr ve kýsmen vazifeden terhis edilenlerdir. Ve o aðlayan yetimlerin vâveylalarý ise: zikir ve tesbihin zemzemeleri olduðunu nur-u îman ile gördüðümden; o hadsiz nimetlerin menbaý olan îmaný bana veren Hâlýk-ý Zülcelâle hadsiz hamdediyorum. Ve bu dünya kadar büyük, hususi dünyamdaki bütün mevcudatý, hamd ve tesbihat-ý Ýlâhiyede tasavvur ve niyyetim ile istîmal etmek bir hakkým olduðu nokta-i nazarýndan , bütün o mevcudatýn her birisinin ve umumunun lisan-ý halleriyle beraber " ELHAMDÜ LÝLLÂHÝ ALÂ NÛR-ÝL-ÎMAN" deriz demektir. Hem o gafletkârane hâlet-i müdhiþeden hiçe inen ezvak-ý hayat ve bütün bütün çekilip kuruyan emeller ve en dar bir daire içinde sýkýþýp kalan belki mahvolan þahsýma ait nimetler, lezzetler birden (baþka risalelerde kat'î bir surette isbat ettiðimiz gibi) nur-u îman ile kalbin etrafýndaki o dar daireyi öyle geniþlettirdi ki, kâinatý içine aldý ve o Horhor bahçesinde kurumuþ ve lezzetini kaçýrmýþ nîmetler yerinde, Dâr-ý Dünya ve Dâr-ý Âhireti birer sofra-i nîmet ve birer tabla-i rahmet þekline getirdi. Göz, kulak, kalb gibi, on deðil, yüz cihazat-ý insaniyenin herbirini, gayet uzun bir el suretinde, her mü'minin derecesi nisbetinde o iki sofra-i Rahmâna uzatýp, her tarafýndan nîmetleri toplayacak bir tarzda gösterdiðinden; hem bu ulvî hakikatý ifade, hem o hadsiz nîmete þükür için o vakit böyle demiþtim: اَلْحَمْدُ لِلَّهِ عَلَى نُورِ الاِيمَانِ الْمُصَوِّرِ لِلدَّارَيْنِ مَمْلُوؤَتَيْنِ مِنَ النَّعْمَةِ وَالرَّحْمَةِ لِكُلِّ مُؤْمِنٍ حَقًّا يَسْتَفِيدُ مِنْهُمَا بِحَوآسِّهِ الْكَثِيرَةِ الْمُنْكَشِفَةِ بِاِذْنِ خَالِقِهِ _______ Hâþiye: Yâni zelzele, fýrtýna, tufan, ateþ gibi. Sh:»(S.N: 69) yâni: " Dünya ve Âhireti nimet ve rahmetle doldurmuþ bir surette, hakikî mü'minlerin nur-u îman ve Ýslâmiyetle inkiþaf ve inbisat etmiþ bütün hassalarýnýn elleriyle o iki muazzam sofradan istifadeyi temin eden ve gösteren nur-u îman nîmetinin mukabiline, o imaný bana veren Hâlýkýma, bütün zerrat-ý vücudumla Dünya ve Âhiret dolusu hamd ve þükür, elimden gelse yaparým " demektir. Madem îman bu âlemde bu te'sirat-ý azimeyi yapar; elbette Dâr-ý Bekada öyle semerat ve füyûzatý olacak ki, bu dünyadaki akýl ile onlar ihata edilmez ve tarif edilmez... Ýþte, ey benim gibi ihtiyarlýk münasebetiyle pek çok dostlarýn firak acýlarýný çeken ihtiyar ve ihtiyareler ! Sizin en ihtiyarýnýz her ne kadar zâhiren benden yaþlý ise de, mânen ben onlardan daha ziyade ihtiyarlýðýmý tahmin ediyorum. Çünki, fýtratýmda rikkat-i cinsiye ile acýmak hissi ziyade bulunduðundan, kendi elemimden baþka binler kardeþlerimin elemlerini de o þefkat sýrriyle çekdiðimden, yüzler sene yaþamýþ gibi ihtiyarým. Ve siz ne kadar firak belâsýný çekmiþ iseniz, benim kadar o belaya maruz kalmamýþsýnýz. Çünki oðlum yoktur ki, yalnýz oðlumu düþüneyim.... Bendeki fýtrî olan bu ziyade acýmaklýk ve þefkat, binler Müslüman evladlarýnýn, hatta masum hayvanlarýn teellümlerine karþý dahi bir rikkat bir elem, o sýrr-ý þefkat ile hissediyordum. Hususi bir hanem yoktur ki, fikrimi yalnýz ona hasredeyim; belki bu memleket ile; ve belki Âlem-i Ýslâmýn kýt'asýyla hânem gibi hamiyet-i Ýslamiye noktasýnda alâkadarým. Ve o iki büyük hanedeki dindaþlarýmýn elemleriyle müteellim ve firaklariyle mahsun oluyorum!... Ýþte bütün ihtiyarlýðýmdan ve firak belâlarýndan gelen teessüratýma, bana nur-u îman tam kafi geldi; kýrýlmaz bir rica, kopmaz bir ümid, sönmez bir ziya, bitmez bir tesellî verdi. Elbette sizlere ihtiyarlýktan gelen karanlýk ve gaflet ve teessürat ve teellümata, îman kâfi ve vâfidir. Asýl en karanlýklý ve en nursuz ve tesellîsiz ihtiyarlýk ve en elîm ve müdhiþ firak, ehl-i dalâletin ve ehl-i sefahetin ihtiyarlýklarýdýr ve firaklarýdýr. O rica ve ziya ve teselli veren îmaný zevketmek ve te'siratýný hissetmek için ihtiyarlýða lâyýk ve Ýslâmiyete muvafýk ubudiyetkârane bir tavr-ý þuurdarane takýnmakla olur. Yoksa gençlere benzemeye çalýþmak ve onlarýn sarhoþça gafletlerine baþýný sokup ihtiyarlýðýný unutmakla deðildir. خَيْرُ شَبَابِكُمْ مَنْ تَشَبَّهَ بِكُهُولِكُمْ وَشَرُّ كُهُولِكُمْ مَنْ تَشَبَّهَ بِشَبَابِكُمْ -Ev kema kal- meâlindeki Hadîsi düþününüz. Yâni: " Gençlerinizin en iyisi, temkinde ve sefahetlerden çekilmekte ihtiyarlara benzeyenlerdir. Ve ihtiyarlarýnýzýn en fenasý, sefahette ve baþýný gaflete sokmakta gençlere benzeyenlerdir." Ey kardeþlerim, ihtiyarlar ve hemþîre ihtiyareler ! Hadîs-i þerîfte vardýr Sh:»(S.N: 70) ki: " Altmýþ yetmiþ yaþlarýnda ihtiyar bir mü'min dergah-ý Ýlâhiyye elini kaldýrýp dua ederken, rahmet-i Ýlâhiyye onun elini boþ döndürmeye hicab ediyor." Madem rahmet size karþý böyle hürmet ediyor... sizde rahmetin bu hürmetini ubudiyetinizle ihtiram ediniz... سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الحَكِيمُ % ÖNDÖRDÜNCÜ RÝCA: Dördüncü þua olan Âyet-i Nûriye-i Hasbiye'nin baþýnýn hülasasý diyor ki: Bir zaman ehl-i dünya beni herþeyden tecrit ettiklerinden beþ çeþit gurbetlere düþmüþtüm. Sýkýntýdan gelen bir gaflet ile, Risale-i nûrun tesellî verici ve medet edici nurlarýna bakmýyarak, doðrudan doðruya kalbime baktým ve ruhumu aradým. Gördüm ki; gayet kuvvetli bir aþk-ý beka ve þedit bir muhabbet-i vücud ve büyük bir iþtiyak-ý hayat ve hadsiz bir acz ve nihayetsiz bir fakr, bende hükmediyordu. Halbuki müdhiþ bir fenâ, o bekayý söndürüyor. O hâletimde, yanýk bir þairin dediði gibi dedim: " Dil bekasý, Hak fenâsý, istedi mülk-ü tenim. Bir devâsýz derde düþtüm; ah ki Lokman bihaber." Me'yûsane baþýmý eðdim; birdenحَسْبُنَا الِلَّهِ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ imdadýma geldi, " beni dikkatle oku!" dedi. Ben de günde beþyüz defa okudum. Okudukça yalnýz ilmelyakîn ile deðil, aynelyakîn ile çok kýymetdar envarýndan dokuz mertebe-i hasbiye bana inkiþaf etti. Birinci Mertebe-i Nûriye-i Hasbiyye: Bendeki aþk-ý beka, bendeki bekaya deðil, belki sebebsiz ve bizzat mahbub olan kemal-i mutlak sahibi, Zât-ý Zülkemâlin ve Zülcelâlin bir isminin bir cilvesinin mahiyetimde bir gölgesi bulunduðundan, fýtratýmda o Kâmil-i Mutlakýn varlýðýna ve kemaline ve bekasýna müteveccih olan muhabbet-i fýtriye, gaflet yüzünden yolunu þaþýrmýþ, gölgeye yapýþmýþ,âyinenin bekasýna âþýk olmuþtu. حَسْبُنَا الِلَّهِ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ geldi, perdeyi kaldýrdý. Gördüm ve hissettim ve hakkalyakîn zevkettim ki; bekamýn lezzeti ve saadeti, aynen ve daha mükemmel bir tarzda Bâki-i Zülkemâlin bekasýna; ve benim Rabbim ve Ýlâhým olduðuna, tasdik ve îmanýmda ve iz'anýmda vardýr. Bunun edillesi zevil-ihsasý hayrette býrakacak gayet derin ve dakik on iki hemhemeler ve þuur-u îmanlar ile Risale-i Hasbiyede beyan edilmiþtir. Sh:»(S.N: 71) Ýkinci Mertebe-i Nûriye-i Hasbiyye: Fýtratýmdaki hadsiz aczimle beraber, ihtiyarlýk ve gurbet ve kimsesizlik ve tecridim içcinde; ehl-i dünya, desiseleriyle, casuslarýyle bana hücum ettikleri hengâmda kalbime dedim: " Elleri baðlý, zaif ve hasta bir tek adama ordular taarruz ediyor. Benim için bir nokta-i istinad yok mu ? " diye حَسْبُنَا اللَّهِ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ Âyetine müracaat ettim. Bana o Âyet bildirdi ki; intisab-ý îmanî vesikasiyle Kadîr-i Mutlak öyle bir Sultana intisab edersin ki; zemin yüzünde her baharda dörtyüzbin milletten mürekkeb nebatat ve hayvanat ordularýnýn bütün cihazatlarýný kemal-i intizam ile vermekle beraber, baþta insan olarak hayvanatýn muazzam ordusunun bütün erzaklarýný, deðil medeni insanlarýn son zamanlarda keþfettikleri et ve þeker ve sair taamlarýn hulâsalarý gibi belki yüz derece o medeni hulâsalardan daha mükemmel ve bütün taamlarýn her nev'inden tohum ve çekirdek denilen Rahmâni hülasalara koyup; ve o hulasalarý dahi, onlarýn piþirmelerine ve inbisatlarýna dair kaderî tarifeler içinde sarip muhafaza için küçük sandukçalara koyup, tevdi eder. O sandukçalarýn icadýكن emrinde bulunan كاف . نون fabrikasýndan o kadar çabuk ve kolay ve çoklukla olur ki; Kur'an der: Hâlýk emreder, meydana gelir. Madem sen, intisab-ý îmani tezkeresiyle böyle bir nokta-i istinad bulabildiðinden hadsiz bir kuvvete ve kudrete dayanabilirsin; ben de Âyetten bu dersimi aldýkça öyle bir kuvve-i mâneviyyeyi buldum ki, deðil þimdiki düþmanlarýma, belki dünyaya meydan okuyabilir bir iktidâr-ý îmani hissederek, bütün rûhumla beraber حَسْبُنَا اللَّهِ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ dedim. Üçüncü Mertebe-i Nûriye-i Hasbiyye: Ben o gurbetler ve hastalýklar ve mazlûmiyetlerin tazyikiyle dünyadan alâkamý kesilmiþ bularak, ebedî bir dünyada ve bâki bir memlekette daimî bir saadete namzed olduðumu îman telkin ettiði hengâmda; tahassür akýtan "of! of! " dan vazgeçip, beþaþet izhar eden " oh! oh! " dedim. Fakat bu gaye-i hayâl ve hedef-i ruh ve netice-i fýtratýn tahakkuku, ancak ve ancak bütün mahlûkatýnýn bütün herakâtlarýný ve sekenatlarýný ve ahval ve a'mâllerini, kavlen ve fiilen bilen ve kaydeden ve bu küçücük ve âciz-i mutlak nev-i insaný, kendine dost ve muhatab eden ve bütün mahlûkat üstünde bir makam veren bir Kadîr-i Mutlakýn hadsiz kudretiyle ve insana nihayetsiz inayet ve ehemmiyet vermesiyle olabilir, diye düþünürken, bu iki noktada, yani böyle bir kudretin faaliyeti ve zâhiren bu ehemmiyetsiz insanýn hakikatlý ehemmiyeti hakkýnda imanýn inkiþafýný ve kalbin Sh:»(S.N: 72) itminanýný veren bir izah istedim. yine o Âyete müracaat ettim. Dedi ki: ( حَسْبُنَا ) deki (نَا ) ya dikkat edip, senin ile beraber lisan-ý hâl ve lisan-ý kal ile حَسْبُنَا) ( yý kimler söylüyorlar, " dinle!" emretti. Birden baktým ki, hadsiz kuþlar ve kuþcuklar olan sinekler ve hesapsýz hayvanlar ve nihayetsiz nebatlar ve gayetsiz aðaçlar dahi benim gibi lisan-ý hâl ile حَسْبُنَا اللَّه وَنِعْمَ الْوَكِيلُ mânasýný yâdediyorlar. Ve herkesin yâdýna getiriyorlar ki: Bütün þerâit-i hayatiyelerini tekeffül eden öyle bir vekilleri var ki, bir birine benziyen ve maddeleri bir olan yumurtalar ve birbirinin misli gibi katreler ve birbirinin ayný gibi habbeler ve birbirine müþâbih çekirdeklerden kuþlarýn yüzbin çeþitlerini, hayvanlarýn yüzbin tarzlarýný, nebatatýn yüzbin nev'ini ve aðaçlarýn yüzbin sýnýfýný yanlýþsýz, noksansýz, iltibassýz, süslü, mîzanlý, intizamlý, birbirinden ayrý, fârikalý bir surette gözümüz önünde, hususan her baharda, gayet çok, gayet kolay, gayet geniþ bir dairede gayet çoklukla halkeder, yapar bir kudretin azamet ve haþmeti içinde beraberlik ve benzeyiþlik ve birbiri içinde ve bir tarzda yapýlmalarýyla vahdetini ve Ehadiyetini bize gösterir ve böyle hadsiz mu'cizatý ibraz eden bir fiil-i rububiyete, bir tasarruf-u Hallakiyete müdahale ve iþtirak mümkün olmadýðýný bildirir diye anladým. Her mü'min gibi benim hüviyet-i þahsiyemi ve mahiyet-i insaniyemi anlamak isteyenler ve benim gibi olmak arzu edenler, حَسْبُنَا daki نَا cem'iyetinde bulunan enenin yâni nefsimin tefsirine baksýnlar. Ehemmiyetsiz, hakir ve fakir görünen vücudun- her mü'minin vücudu gibi- ne imiþ, hayat ne imiþ, insaniyet ne imiþ, Ýslamiyet ne imiþ, iman-ý tahkiki ne imiþ, Marifetullah ne imiþ, muhabbet nasýl olacakmýþ?...Anlasýnlar, dersini alsýnlar ! Dördüncü Mertebe-i Nûriye-i Hasbiyye: Bir vakit ihtiyarlýk, gurbet, hastalýk, maðlubiyet gibi vücudumu sarsan ârýzalar, bir gaflet zamanýma rastgelip þiddetle alâkadar ve meftun olduðum vücudumu, belki mahlûkatýn vücudlarýný, " ademe gidiyor" diye elim bir endiþe verirken, yine bu Âyet-i Hasbiyyeye müracaat ettim. dedi: " Mânama dikkat et ve îman dürbiniyle bak! Ben de baktým ve îman gözüyle gördüm ki; bu zerrecik vücudum, her mü'minin vücudu gibi, hadsiz bir vücudun âyinesi ve nihayetsiz bir inbisat ile hadsiz vücudlarý kazanmasýna bir vesîle ve kendinden daha kýymetdar bâki, müteaddit vücudlarý meyve veren bir kelime-i hikmet bulunduðunu ve mensûbiyet cihetiyle bir an yaþamasý, ebedi bir vücud kadar kýymetdar ol Sh:»(S.N: 73) duðunu ilmelyakîn ile bildim. Çünki þuur-u îman ile bu Vucudum Vâcibül vücûdun eseri ve sanatý ve cilvesi olduðunu anlamakla vahþi evhamdam ve hadsiz firaklardan ve hadsiz müfarakat ve firaklarýn elemlerinden kurtulup; mevcudata, hususan zîhayatlara taallûk eden ef'al ve Esmâ-i Ýlâhiyye adedince uhuvvet rabýtalarýyle münasebet peyda eylediðim, bütün sevdiðim mevcudata, muvakkat bir firak içinde daimi bir visal var olduðunu bildim. Ýþte îman ile ve îmandaki intisab ile, her mü'min gibi, bu vücudum dahi hadsiz vücudlarýn firaksýz envârýný kazanýr; kendi gitse de onlar arkada kaldýðýndan kendisi kalmýþ gibi memnun olur. Hulâsa: ölüm firak deðil, visaldir, tebdîl-i mekândýr, bâki bir meyveyi sünbül vermektir. Beþinci Mertebe-i Nûriye-i Hasbiyye: Yine bir vakit hayatým çok aðýr þerait ile sarsýldý ve nazar-ý dikkatimi ömre ve hayata çevirdi. Gördüm ki; ömrüm koþarak gidiyor; Âhirete yakýnlaþmýþ, hayatým dahi tazyikat altýnda sönmeye yüz tutmuþ, Halbuki Hay ismine dair risalede, izah edilen hayatýn mühim vazifeleri ve büyük meziyetleri ve kýymetdar faideleri böyle çabuk sönmeye deðil, belki uzun yaþamaða lâyýktýr, diye müteellimane düþündüm. Yine üstadým olan حَسْبُنَا اللَّه وَنِعْمَ الْوَكِيلُ Âyetine müracaat ettim. Dedi: " Sana hayatý veren Hayy-ý Kayyuma göre hayata bak!" Ben de bakdým, gördüm ki; hayatýmýn bana bakmasý bir ise, Zât-ý Hayy-ý Kayyûma bakmasý yüzdür; ve bana ait neticesi bir ise, Hâlýkýma ait bindir. Þu halde Marzi-i Ýlâhi dairesinde bir an yaþamasý kâfidir, uzun zaman istemez... Bu hakikat dört mes'ele ile beyan ediliyor. Ölü olmayanlar veyahud diri olmak istiyenler, hayatýn mahiyetini ve hakikatýný ve hakiki hukukunu o dört mes'ele içinde arasýnlar, bulsunlar ve dirilsinler !... Hulâsasý þudur ki: Hayat, Zât-ý Hayy-ý kayyûma baktýkca ve iman dahi hayata hayat ve ruh oldukça, beka bulur; hem baki meyveler verir, hem öyle yükseklenir ki, sermediyet cilvesini alýr, daha ömrün kýsalýðýna ve uzunluðuna bakýlmaz... Altýncý Mertebe-i Nûriye-i Hasbiyye: Müfarakat-ý umumiye hengâmýnda olan harâb-ý dünyadan haber veren ahirzaman hadisatý içinde, müfarakat-ý hususiyemi ihtar eden ihtiyarlýk ve ahir ömrümde bir hassasiyet-i fevkalâde ile fýtratýmdaki cemalperestlik ve güzellik sevdasý ve kemalâta meftûniyet hisleri inkiþaf ettikleri bir zamanda, daimi tahribatcý olan zeval ve fena ve mütemadi tefrik edici olan mevt ve adem, dehþetli bir surette bu güzel dünyayý ve bu güzel mahlukatý hýrpaladýðýný, parça parça edip güzelliklerini bozduðunu, fevkalâde bir þuur ve teessür ile gördüm. Fýtratýmdaki aþk-ý mecâzî, bu hale karþý þiddetli galeyan ve isyan ettiði Sh:»(S.N: 74) zamanda bir medar-ý teselli bulmak için yine bu Âyet-i Hasbiyyeye müracaat ettim. Dedi: " Beni oku ve dikkatle mânama bak!" Bende Sûre-i Nurdaki اَللَّهُ نُورُ السَّمَوَاتِ وَالأرْضِ ilâ âhir... Âyetinin rasathanesine girip îmanýnýn dürbiniyle bu Âyet-i Hasbiyyenin en uzak tabakalarýna ve þuur-u îmanî hurbedini ile en ince esrarýna baktým, gördüm: Nasýl ki âyineler, þiþeler, þeffaf þeyler, hatta kabarcýklar; Güneþ ziyasýnýn gizli ve çeþid çeþid cemalini ve o ziyanýn elvân-ý seb'a denilen yedi renginin mütenevvi güzelliklerini gösteriyorlar ve teceddüt ve teharrükleriyle ve ayrý ayrý kabiliyetleriyle ve inkisaratlarýyle o cemal ve o güzellikleri tazeleþtiriyorlar ve inkisârâtlariyle güneþin ve ziyasýnýn ve elvan-ý seb'asýnýn gizli güzelliklerini güzel izhar ediyorlar. Aynen öyle de: Þems-i Ezel ve Ebed olan Cemîl-i Zülcelâlin cemâl-i kudsisine ve nihayetsiz güzel Esmâ-i Hüsnasýnýn sermedî güzelliklerine âyinedarlýk edip, cilvelerinin tazelenmesi için, bu güzel masnu'lar, bu tatlý mahlûklar, bu cemalli mevcudat, hiç durmayarak gelip gidiyorlar; kendilerinde görünen güzellikler ve cemaller, kendilerinin malý olmadýðýný, belki tezahür etmek isteyen sermedî ve mukaddes bir cemâlin ve daimi tecelli eden ve görünmek isteyen mücerred ve münezzeh bir hüsnün iþaretleri ve alâmetleri ve lem'alarý ve cilveleri olduðunun pek çok kuvvetli delilleri Risale-i Nurda tafsilen izah edilmiþ; burada o bürhanlardan üç tanesi, kýsaca, gayet makul bir surette zikredilmiþtir, diye beyana baþlar. Bu risaleyi gören herbir zevk-i selim ashabý hayrette kalmakla beraber, kendilerinin istifadelerinden baþka gayrilerinin de istifadelerine çalýþmayý lazým buluyorlar. Hususan ikinci bürhanda beþ nokta beyan ediyor. Aklý çürük, kalbi bozuk olmayan, herhalde takdir ve tahsin ve tasvib ile " MÂÞÂALLAH, FETEBÂREKELLAH" diyecek; fakir , hakir görülen vücudunu teali ettirecek... harika bir mu'cize olduðunu derk ve tasdik edecek... Link zu diesem Kommentar Auf anderen Seiten teilen Mehr Optionen zum Teilen...
Empfohlene Beiträge