EMRE Geschrieben 21. Dezember 2008 Teilen Geschrieben 21. Dezember 2008 Yirmiikinci Mektub بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ (Þu Mektub, iki mebhastýr. Birinci Mebhas, ehl-i îmaný uhuvvete ve muhabbete davet eder.) Birinci Mebhas بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ اِنَّمَا اْلمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ فَاَصْلِحُوا بَيْنَ اَخَوَيْكُمْ * اِدْفَعْ بِالَّتِى هِىَ اَحْسَنُ فَاِذَا الَّذِى بَيْنَكَ وَبَيْنَهُ عَدَاوَةٌ كَاَنَّهُ وَلِىّ ٌ حَمِيمٌ * وَالْكَاظِمِينَ الْغَيْظَ وَالْعَافِينَ عَنِ النَّاسِ وَاللّهُ يُحِبُّ اْلمُحْسِنِين Mü'minlerde nifak ve þikak, kin ve adâvete sebebiyet veren tarafgirlik ve inad ve hased; hakikatça ve hikmetçe ve insaniyet-i kübra olan Ýslâmiyetçe ve hayat-ý þahsiyece ve hayat-ý içtimaiyece ve hayat-ý maneviyece çirkin ve merduddur, muzýr ve zulümdür ve hayat-ý beþeriye için zehirdir. Þu hakikatýn gayet çok vücuhundan altý vechini beyan ederiz: BÝRÝNCÝ VECÝH: Hakikat nazarýnda zulümdür. Ey mü'mine kin ve adâvet besleyen insafsýz adam! Nasýlki sen bir gemide veya bir hanede bulunsan, seninle beraber dokuz masum ile bir câni var. O gemiyi gark ve o haneyi ihrak etmeye çalýþan bir adamýn, ne derece zulmettiðini bilirsin. Ve zalimliðini, sh: » (M: 281) semâvâta iþittirecek derecede baðýracaksýn. Hattâ bir tek masum, dokuz câni olsa; yine o gemi hiç bir kanun-u adâletle batýrýlmaz. Aynen öyle de: Sen, bir hâne-i Rabbâniye ve bir sefine-i Ýlâhiye olan bir mü'minin vücudunda îman ve Ýslâmiyet ve komþuluk gibi dokuz deðil, belki yirmi sýfât-ý mâsume varken; sana muzýr olan ve hoþuna gitmeyen bir câni sýfatý yüzünden ona kin ve adâvet baðlamakla, o hâne-i mâneviye-i vücudun mânen gark ve ihrakýna, tahrib ve batmasýna teþebbüs veya arzu etmen, onun gibi þeni' ve gaddar bir zulümdür. ÝKÝNCÝ VECÝH: Hem hikmet nazarýnda dahi zulümdür. Zira malûmdur ki: Adâvet ve muhabbet, nur ve zulmet gibi zýddýrlar. Ýkisi, mâna-yý hakikîsinde olarak beraber cem' olamazlar. Eðer muhabbet, kendi esbabýnýn rüchaniyetine göre bir kalbde hakikî bulunsa, o vakit adâvet mecâzî olur; acýmak sûretine inkýlab eder. Evet mü'min, kardeþini sever ve sevmeli. Fakat fenalýðý için yalnýz acýr. Tahakkümle deðil, belki lütufla ýslahýna çalýþýr. Onun için nass-ý hadîs ile: "Üç günden fazla mü'min mü'mine küsüp kat'-ý mükâleme etmeyecek." Eðer esbab-ý adâvet galebe çalýp, adâvet hakikatýyla bir kalbde bulunsa; o vakit muhabbet mecâzî olur, tasannu' ve temelluk sûretine girer. Ey insafsýz adam! Þimdi bak ki: Mü'min kardeþine kin ve adâvet ne kadar zulümdür. Çünki nasýlki sen âdi küçük taþlarý, Kâ'be'den daha ehemmiyetli ve Cebel-i Uhud'dan daha büyük desen, çirkin bir akýlsýzlýk edersin. Aynen öyle de: Kâ'be hürmetinde olan îman ve Cebel-i Uhud azametinde olan Ýslâmiyet gibi çok evsaf-ý Ýslâmiye; muhabbeti ve ittifaký istediði halde, mü'mine karþý adâvete sebebiyet veren ve âdi taþlar hükmünde olan bazý kusuratý, îman ve Ýslâmiyete tercih etmek, o derece insafsýzlýk ve akýlsýzlýk ve pek büyük bir zulüm olduðunu aklýn varsa anlarsýn!.. Evet tevhid-i îmanî, elbette tevhid-i kulûbü ister. Ve vahdet-i itikad dahi, vahdet-i içtimaiyeyi iktiza eder. Evet inkâr edemezsin ki: Sen bir adamla beraber bir taburda bulunmakla, o adama karþý dostane bir rabýta anlarsýn; ve bir kumandanýn emri altýnda beraber bulunduðunuzdan arkadaþane bir alâka telakki edersin. Ve bir memlekette beraber bulunmakla uhuvvetkârane bir sh: » (M: 282) münasebet hissedersin. Halbuki îmanýn verdiði nur ve þuur ile ve sana gösterdiði ve bildirdiði esmâ-i Ýlâhiye adedince vahdet alâkalarý ve ittifak râbýtalarý ve uhuvvet münasebetleri var. Meselâ: Her ikinizin Hâlýkýnýz bir, Mâlikiniz bir, Mabudunuz bir, Râzýkýnýz bir.. bir bir, bine kadar bir bir. Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kýbleniz bir.. bir bir, yüze kadar bir bir. Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir.. ona kadar bir bir. Bu kadar bir birler vahdet ve tevhîdi, vifak ve ittifaký, muhabbet ve uhuvveti iktiza ettiði ve kâinatý ve küreleri birbirine baðlayacak manevî zincirler bulunduklarý halde; þikak ve nifâka, kin ve adâvete sebebiyet veren örümcek aðý gibi ehemmiyetsiz ve sebatsýz þeyleri tercih edip mü'mine karþý hakikî adâvet etmek ve kin baðlamak; ne kadar o râbýta-i vahdete bir hürmetsizlik ve o esbab-ý muhabbete karþý bir istihfaf ve o münasebât-ý uhuvvete karþý ne derece bir zulüm ve i'tisaf olduðunu; kalbin ölmemiþ ise, aklýn sönmemiþ ise anlarsýn! ÜÇÜNCÜ VECÝH: Adalet-i mahzayý ifade eden وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرَى sýrrýna göre; bir mü'minde bulunan câni bir sýfat yüzünden sair masum sýfatlarýný mahkûm etmek hükmünde olan adâvet ve kin baðlamak, ne derece hadsiz bir zulüm olduðunu ve bahusus bir mü'minin fena bir sýfatýndan darýlýp küsüp, o mü'minin akrabasýna adâvetini teþmil etmek, اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَظَلُومٌ sîga-i mübalâða ile gayet azîm bir zulüm ettiðini, hakikat ve þeriat ve hikmet-i Ýslâmiye sana ihtar ettiði halde; nasýl kendini haklý bulursun, "Benim hakkým var" dersin? Hakikat nazarýnda sebeb-i adâvet ve þerr olan fenalýklar, þerr ve toprak gibi kesiftir; baþkasýna sirayet ve in'ikas etmemek gerektir. Baþkasý ondan ders alýp þerr iþlese, o baþka mes'eledir. Muhabbetin esbabý olan iyilikler, muhabbet gibi nurdur; sirayet ve in'ikas etmek, þe'nidir. Ve ondandýr ki; "Dostun dostu dosttur" sözü, durub-u emsal sýrasýna geçmiþtir. Hem onun içindir ki; "Bir göz hatýrý için çok gözler sevilir" sözü umumun lisanýnda gezer. Ýþte ey insafsýz adam! Hakikat böyle gördüðü halde, sevmediðin sh: » (M: 283) bir adamýn, sevimli mâsum bir kardeþine ve taallûkatýna adâvet etmek; ne kadar hilaf-ý hakikat olduðunu hakikat-bîn isen anlarsýn. DÖRDÜNCÜ VECÝH: Hayat-ý þahsiye nazarýnda dahi zulümdür. Þu dördüncü vechin esasý olarak birkaç düsturu dinle: Birincisi: Sen, mesleðini ve efkârýný hak bildiðin vakit; "Mesleðim haktýr veya daha güzeldir" demeye hakkýn var. Fakat, yalnýz hak benim mesleðimdir, demeye hakkýn yoktur. وَعَيْنُ الرِّضَا عَنْ كُلِّ عَيْبٍ كَلِيلَةٌ وَلكِنَّ عَيْنَ السُّخْطِ تُبْدِى الْمَسَاوِيَا sýrrýnca, insafsýz nazarýn ve düþkün fikrin hakem olamaz. Baþkasýnýn mesleðini butlân ile mahkûm edemez. Ýkinci Düstur: Senin üzerine haktýr ki: Her söylediðin hak olsun. Fakat her hakký söylemeðe senin hakkýn yoktur. Her dediðin doðru olmalý. Fakat her doðruyu demek doðru deðildir. Zira senin gibi niyeti hâlis olmayan bir adam, nasihatý bazan damara dokundurur, aks-ül âmel yapar. Üçüncü Düstur: Adâvet etmek istersen, kalbindeki adâvete adâvet et; onun ref'ine çalýþ. Hem en ziyade sana zarar veren nefs-i emmarene ve heva-i nefsine adâvet et, ýslahýna çalýþ. O muzýr nefsin hatýrý için, mü'minlere adâvet etme. Eðer düþmanlýk etmek istersen; kâfirler, zýndýklar çoktur; onlara adâvet et. Evet nasýlki muhabbet sýfatý, muhabbete lâyýktýr; öyle de adâvet hasleti, her þeyden evvel kendisi adâvete lâyýktýr. Eðer hasmýný maðlub etmek istersen, fenalýðýna karþý iyilikle mukabele et. Çünki eðer fenalýkla mukabele edersen, husumet tezayüd eder. Zâhiren maðlub bile olsa, kalben kin baðlar, adâveti idame eder. Eðer iyilikle mukabele etsen, nedamet eder; sana dost olur. اِذَا اَنْتَ اَكْرَمْتَ الْكَرِيمَ مَلَكْتَهُ *وَ اِنْ اَنْتَ اَكْرَمْتَ اللَّئِيمَ تَمَرَّدًا hükmünce; mü'minin þe'ni, kerim olmaktýr. Senin ikramýnla sana müsahhar olur. Zâhiren leîm bile olsa, îman cihetinde kerimdir. Evet fena bir adama "Ýyisin iyisin" desen, iyileþmesi ve iyi adama "Fenasýn fenasýn" desen, fenalaþmasý çok vukubulur. Öyle ise sh: » (M: 284) وَاِذَا مَرّوُا بِاللَّغْوِ مَرّوُا كِرَامًا * وَاِنْ تَعْفُوا وَتَصْفَحُوا وَتَغْفِرُوا فَاِنَّ اللّهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ gibi desatir-i kudsiye-i Kur'aniyeye kulak ver, saâdet ve selâmet ondadýr. Dördüncü Düstur: Ehl-i kin ve adâvet hem nefsine, hem mü'min kardeþine, hem rahmet-i Ýlâhiyeye zulmeder, tecavüz eder. Çünki kin ve adâvet ile nefsini bir azab-ý elîmde býrakýr. Hasmýna gelen nimetlerden azabý ve korkusundan gelen elemi nefsine çektirir, nefsine zulmeder. Eðer adâvet hasedden gelse, o bütün bütün azabdýr. Çünki hased evvelâ hâsidi ezer, mahveder, yandýrýr. Mahsud hakkýnda zararý ya azdýr veya yoktur. Hasedin çaresi: Hâsid adam, hased ettiði þeylerin akibetini düþünsün. Tâ anlasýn ki; rakibinde olan dünyevî hüsün ve kuvvet ve mertebe ve servet; fânidir, muvakkattýr. Faidesi az, zahmeti çoktur. Eðer uhrevî meziyetler ise, zâten onlarda hased olamaz. Eðer onlarda dahi hased yapsa; ya kendisi riyakârdýr, âhiret malýný dünyada mahvetmek ister veyahut mahsudu riyakâr zanneder, haksýzlýk eder, zulmeder. Hem ona gelen musibetlerden memnun ve nimetlerden mahzun olup kader ve rahmet-i Ýlâhiyeye, onun hakkýnda ettiði iyiliklerden küsüyor. Âdeta kaderi tenkid ve rahmete itiraz ediyor. Kaderi tenkid eden baþýný örse vurur, kýrar. Rahmete itiraz eden, rahmetten mahrum kalýr. Acaba, bir gün adâvete deðmeyen bir þey'e, bir sene kin ve adâvetle mukabele etmeyi hangi insaf kabul eder, bozulmamýþ hangi vicdana sýðar? Halbuki mü'min kardeþinden sana gelen bir fenalýðý, bütün bütün ona verip, onu mahkûm edemezsin. Çünki evvelâ, kaderin onda bir hissesi var. Onu çýkarýp o kader ve kaza hissesine karþý rýza ile mukabele etmek gerektir. Sâniyen, nefis ve þeytanýn hissesini de ayýrýp, o adama adâvet deðil, belki nefsine maðlub olduðundan acýmak ve nedamet edeceðini beklemek. Sâlisen, sen kendi nefsinde görmediðin veya görmek istemediðin kusurunu gör; bir hisse de ona ver. Sonra bâki kalan küçük bir hisseye karþý en selâmetli ve en çabuk hasmýný maðlub edecek afv ve safh ile ve ulüvvücenablýkla mukabele etsen, zulümden ve za- sh: » (M: 285) rardan kurtulursun. Yoksa sarhoþ ve divane olan ve þiþeleri ve buz parçalarýný elmas fiatýyla alan cevherci bir Yahudi gibi, beþ paraya deðmeyen fâni, zâil, muvakkat, ehemmiyetsiz umûr-u dünyeviyeye; güya ebedî dünyada durup ebedî beraber kalacak gibi þedid bir hýrs ile ve daimî bir kin ile mütemadiyen bir adâvetle mukabele etmek, sîga-i mübalaða ile bir zalûmiyettir veya bir sarhoþluktur ve bir nevi dîvaneliktir. Ýþte hayat-ý þahsiyece bu derece muzýr olan adâvete ve fikr-i intikama, -eðer þahsýný seversen- yol verme ki kalbine girsin. Eðer kalbine girmiþ ise, onun sözünü dinleme. Bak, hakikatbîn olan Hâfýz-ý Þirazî'yi dinle: دُنْيَا نَه مَتَاعِيسْتِى كِه اَرْزَدْ بَنِزَاعِى Yani: "Dünya öyle bir meta' deðil ki, bir nizâa deðsin." Çünki fâni ve geçici olduðundan kýymetsizdir. Koca dünya böyle ise, dünyanýn cüz'î iþleri ne kadar ehemmiyetsiz olduðunu anlarsýn!.. Hem demiþ: آسَايِشِ دُو ِيتِى تَفْسِيرِ اِينْ دُو حَرْفَسْتْ بَادُوسِتَانْ مُرُوَّتْ بَادُشْمَنَانْ مُدَارَا Yani: "Ýki cihanýn rahat ve selâmetini iki harf tefsir eder, kazandýrýr: Dostlarýna karþý mürüvvetkârane muaþeret ve düþmanlarýna sulhkârane muamele etmektir." Eðer dersen: "Ýhtiyar benim elimde deðil; fýtratýmda adâvet var. Hem damarýma dokundurmuþlar, vazgeçemiyorum." Elcevap: Sû'-i hulk ve fena haslet eseri gösterilmezse ve gýybet gibi þeylerle ve muktezasýyla amel edilmezse; kusurunu da anlasa zarar vermez. Mâdem ihtiyar senin elinde deðil, vazgeçemiyorsun. Senin manevî bir nedamet, gizli bir tövbe ve zýmnî bir istiðfar hükmünde olan kusurunu bilmen ve o haslette haksýz olduðunu anlaman; onun þerrinden seni kurtarýr. Zâten bu mektubun bu mebhasýný yazdýk, tâ bu manevî istiðfarý temin etsin; haksýzlýðý hak bilmesin, haklý hasmýný haksýzlýkla teþhir etmesin. Cây-ý dikkat bir hâdise: Bir zaman, bu garazkârane tarafgirlik neticesi olarak gördüm ki: Mütedeyyin bir ehl-i ilim, fikr-i sh: » (M: 286) siyasîsine muhalif bir âlim-i sâlihi, tekfir derecesinde tezyif etti. Ve kendi fikrinde olan bir münafýðý, hürmetkârane medhetti. Ýþte siyasetin bu fena neticelerinden ürktüm, "Eûzü billahi mineþþeytani vessiyaseti" dedim, o zamandan beri hayat-ý siyasiyeden çekildim. BEÞÝNCÝ VECÝH: Hayat-ý içtimaiyece, inad ve tarafgirlik, gayet muzýr olduðunu beyan eder. Eðer denilse: Hadîste اِخْتِلاَفُ اُمَّتِى رَحْمَةٌ denilmiþ. Ýhtilaf ise, tarafgirliði iktiza ediyor. Hem tarafgirlik marazý; mazlum avamý, zalim havassýn þerrinden kurtarýyor. Çünki bir kasabanýn ve bir köyün havassý ittifak etseler, mazlum avamý ezerler. Tarafgirlik olsa, mazlum bir tarafa iltica eder, kendisini kurtarýr. Hem tesadüm-ü efkârdan ve tehalüf-ü ukûlden hakikat tamamýyla tezahür eder. Elcevap: Birinci suale deriz ki: Hadîsteki ihtilaf ise, müsbet ihtilaftýr. Yani: Herbiri kendi mesleðinin tamir ve revacýna sa'yeder. Baþkasýnýn tahrib ve ibtaline deðil, belki tekmil ve ýslahýna çalýþýr. Amma menfî ihtilaf ise ki: Garazkârane, adâvetkârane birbirinin tahribine çalýþmaktýr; hadîsin nazarýnda merduddur. Çünki birbiriyle boðuþanlar, müsbet hareket edemezler. Ýkinci suale deriz ki: Tarafgirlik eðer hak namýna olsa, haklýlara melce' olabilir. Fakat þimdiki gibi garazkârane, nefis hesabýna olan tarafgirlik, haksýzlara melce'dir ki; onlara nokta-i istinad teþkil eder. Çünki garazkârane tarafgirlik eden bir adama þeytan gelse, onun fikrine yardým edip taraftarlýk gösterse, o adam o þeytana rahmet okuyacak. Eðer mukabil tarafa melek gibi bir adam gelse, ona hâþâ lanet okuyacak derecede bir haksýzlýk gösterecek. Üçüncü suale deriz ki: Hak namýna, hakikat hesabýna olan tesadüm-ü efkâr ise; maksadda ve esasta ittifak ile beraber, vesailde ihtilaf eder. Hakikatýn her köþesini izhar edip, hakka ve hakikata hizmet eder. Fakat tarafgirane ve garazkârane firavunlaþmýþ nefs-i emmare hesabýna hodfüruþluk, þöhretperverane bir tarzdaki tesadüm-ü efkârdan barika-i hakikat deðil, belki fitne ateþleri sh: » (M: 287) çýkýyor. Çünki maksadda ittifak lâzým gelirken, öylelerin efkârýnýn Küre-i Arz'da dahi nokta-i telakîsi bulunmaz. Hak namýna olmadýðý için, nihayetsiz müfritane gider. Kabil-i iltiyam olmayan inþikaklara sebebiyet verir. Hâl-i âlem buna þahiddir. Elhasýl: اَلْحُبُّ لِلّهِ* وَالْبُغْضُ فِى اللّهِ * وَالْحُكْمُ لِلّهِ olan desatir-i âliye düstur-u harekât olmazsa nifak ve þikak meydan alýr. Evet َالْبُغْضُ فِى اللّهِ *وَالْحُكْمُ لِلّهِ demezse, o düsturlarý nazara almazsa, adalet etmek isterken zulmeder. Cây-ý ibret bir hâdise: Bir vakit, Ýmam-ý Ali Radýyallahü Anh, bir kâfiri yere atmýþ. Kýlýncýný çekip keseceði zaman, o kâfir ona tükürmüþ. O kâfiri býrakmýþ, kesmemiþ. O kâfir, ona demiþ ki: "Neden beni kesmedin?" Dedi: "Seni Allah için kesecektim. Fakat bana tükürdün, hiddete geldim. Nefsimin hissesi karýþtýðý için ihlasým zedelendi. Onun için seni kesmedim." O kâfir ona dedi: "Beni çabuk kesmen için seni hiddete getirmekti. Mâdem dininiz bu derece sâfi ve hâlistir, o din haktýr." dedi. Hem medar-ý dikkat bir vakýa: Bir zaman bir hâkim, bir hýrsýzýn elini kestiði vakit eser-i hiddet gösterdiði için, ona dikkat eden âdil âmiri onu o vazifeden azletmiþ. Çünki þeriat namýna, kanun-u Ýlâhî hesabýna kesse idi, nefsi ona acýyacak idi. Ve kalbi hiddet etmeyip, fakat merhamet de etmeyecek bir tarzda kesecekti. Demek nefsine o hükümden bir hisse çýkardýðý için, adaletle iþ görmemiþtir. Cây-ý teessüf bir halet-i içtimaiye ve kalb-i Ýslâmý aðlatacak müdhiþ bir maraz-ý hayat-ý içtimaî: "Haricî düþmanlarýn zuhur ve tehacümünde dâhilî adâvetleri unutmak ve býrakmak" olan bir maslahat-ý içtimaiyeyi en bedevi kavimler dahi takdir edip yaptýklarý halde, þu cemaat-ý Ýslâmiyeye hizmet dava edenlere ne olmuþ ki; birbiri arkasýnda tehacüm vaziyetini alan hadsiz düþmanlar varken, cüz'î adâvetleri unutmayýp, düþmanlarýn hücumuna zemin hazýr ediyorlar. Þu hal bir sukuttur, bir vahþettir. Hayat-ý içtimaiye-i Ýslâmiyeye bir hýyanettir. Medar-ý ibret bir hikâye: Bedevi aþiretlerinden Hasenan sh: » (M: 288) aþiretinin birbirine düþman iki kabilesi varmýþ. Birbirinden belki elli adamdan fazla öldürdükleri halde; Sipkan veya Hayderan aþireti gibi bir kabile karþýlarýna çýktýðý vakit; o iki düþman taife, eski adâveti unutup omuz omuza verip, o haricî aþireti def'edinceye kadar, dâhilî adâveti hatýrlarýna getirmezlerdi. Ýþte ey mü'minler! Ehl-i îman aþiretine karþý tecavüz vaziyetini almýþ ne kadar aþiret hükmünde düþmanlar olduðunu bilir misiniz? Birbiri içindeki daireler gibi yüz daireden fazla vardýr. Her birisine karþý tesanüd ederek, el-ele verip müdafaa vaziyeti almaya mecbur iken; onlarýn hücumunu teshil etmek, onlarýn harîm-i Ýslâma girmeleri için kapýlarý açmak hükmünde olan garazkârane tarafgirlik ve adâvetkârane inad; hiçbir cihetle ehl-i imana yakýþýr mý? O düþman daireler ehl-i dalalet ve ilhaddan tut, tâ ehl-i küfrün âlemine, tâ dünyanýn ehval ve mesaibine kadar birbiri içinde size karþý zararlý bir vaziyet alan, birbiri arkasýnda size hiddet ve hýrs ile bakan, belki yetmiþ nevi düþmanlar var. Bütün bunlara karþý kuvvetli silâhýn ve siperin ve kal'an: Uhuvvet-i Ýslâmiyedir. Bu kal'a-i Ýslâmiyeyi, küçük adâvetlerle ve bahanelerle sarsmak; ne kadar hilaf-ý vicdan ve ne kadar hilaf-ý maslahat-ý Ýslâmiye olduðunu bil, ayýl!.. Ehadîs-i þerifede gelmiþ ki: "Âhirzamanýn Süfyan ve Deccal gibi nifak ve zýndýka baþýna geçecek eþhas-ý müdhiþe-i muzýrralarý, Ýslâm'ýn ve beþerin hýrs ve þikakýndan istifade ederek az bir kuvvetle nev'-i beþeri herc ü merc eder ve koca Âlem-i Ýslâmý esaret altýna alýr. Ey ehl-i iman! Zillet içinde esaret altýna girmemek isterseniz, aklýnýzý baþýnýza alýnýz! Ýhtilafýnýzdan istifade eden zalimlere karþý اِنَّمَا اْلمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ kal'a-i kudsiyesi içine giriniz; tahassun ediniz. Yoksa ne hayatýnýzý muhafaza ve ne de hukukunuzu müdafaa edebilirsiniz. Malûmdur ki; iki kahraman birbiriyle boðuþurken; bir çocuk, ikisini de döðebilir. Bir mizanda iki dað birbirine karþý müvazenede bulunsa; bir küçük taþ, müvazenelerini bozup onlarla oynayabilir; birini yukarý, birini aþaðý indirir. Ýþte ey ehl-i iman! Ýhtiraslarýnýzdan ve husumetkârane tarafgirliklerinizden kuvvetiniz hiçe iner, az bir kuvvetle ezilebilirsiniz. Hayat-ý içtimaiyenizle alâkanýz varsa, اَلْمُؤْمِنُ لِلْمُؤْمِنِ كَالْبُنْيَانِ الْمَرْصُوصِ يَشُدُّ بَعْضُهُ بَعْضًا düstur-u âliyeyi sh: » (M: 289) düstur-u hayat yapýnýz, sefalet-i dünyeviyeden ve þekavet-i uhreviyeden kurtulunuz!.. ALTINCI VECÝH: Hayat-ý maneviye ve sýhhat-ý ubudiyet, adâvet ve inad ile sarsýlýr. Çünki vasýta-i halâs ve vesile-i necat olan "ihlâs" zayi' olur. Zira tarafgir bir muannid, kendi a'mal-i hayriyesinde hasmýna tefevvuk ister. Hâlisen livechillah amele pek de muvaffak olamaz. Hem hüküm ve muamelâtýnda tarafgirini tercih eder, adalet edemez. Ýþte ef'al ve a'mal-i hayriyenin esaslarý olan "ihlâs" ve "adalet" husumet ve adâvetle kaybolur. Þu Altýncý Vecih çok uzundur. Fakat kabiliyet-i makam kýsa olduðundan kýsa kesiyoruz. * * * sh: » (M: 290) Ýkinci Mebhas بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ اِنَّ اللّهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ اْلمَتِينُ * وَكَاَيِّنْ مِنْ دَابَّةٍ لاَ َتحْمِلُ رِزْقَهَا اَللّهُ يَرْزُقُهَا وَاِيَّاكُمْ وَ هُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ Ey ehl-i îman! Sâbýkan, adâvet ne kadar zararlý olduðunu anladýn. Hem anla ki; adâvet kadar hayat-ý Ýslâmiyeye en müdhiþ bir maraz-ý muzýr dahi hýrstýr. Hýrs, sebeb-i haybettir ve illet ve zillettir ve mahrumiyet ve sefaleti getirir. Evet her milletten ziyade hýrs ile dünyaya saldýran Yahudi Milletinin zillet ve sefaleti, bu hükme bir þahid-i katý'dýr. Evet hýrs, zîhayat âleminde en geniþ bir daireden tut, tâ en cüz'î bir ferde kadar sû'-i tesirini gösterir. Tevekkülvari taleb-i rýzk ise, bilakis medar-ý rahattýr ve her yerde hüsn-ü tesirini gösterir. Ýþte bir nevi zîhayat ve rýzka muhtaç olan meyvedar aðaçlar ve nebatlar, tevekkülvari, kanaatkârane yerlerinde durup hýrs göstermediklerinden, rýzýklarý onlara koþup geliyor. Hayvanlardan pek fazla evlâd besliyorlar. Hayvanat ise, hýrs ile rýzýklarý peþinde koþtuklarý için, pek çok zahmet ve noksaniyet ile rýzýklarýný elde edebiliyorlar. Hem hayvanat dairesi içinde za'f u acz lisan-ý haliyle tevekkül eden yavrularýn meþru' ve mükemmel ve latif rýzýklarý hazine-i rahmetten verilmesi; ve hýrs ile rýzýklarýna saldýran canavarlarýn gayr-ý meþru ve pek çok zahmet ile kazandýklarý nâhoþ rýzýklarý gösteriyor ki: Hýrs, sebeb-i mahrumiyettir; tevekkül ve kanaat ise, vesile-i rahmettir. Hem daire-i insaniye içinde her milletten ziyade hýrs ile dünyaya yapýþan ve aþk ile hayat-ý dünyeviyeye baðlanan Yahudi Milleti pek çok zahmet ile kazandýðý, kendine faidesi az, yalnýz hazinedarlýk ettiði gayr-ý meþru bir servet-i ribaî ile bütün milletlerden yedikleri sille-i zillet ve sefalet, katl ve ihanet gösteriyor ki: sh: » (M: 291) Hýrs maden-i zillet ve hasarettir. Hem harîs bir insan, her vakit hasarete düþtüðüne dair o kadar vakýalar var ki, اَلْحَرِيصُ خَائِبٌ خَاسِرٌ darb-ý mesel hükmüne geçmiþ, umumun nazarýnda bir hakikat-ý âmme olarak kabul edilmiþtir. Mâdem öyledir; eðer malý çok seversen, hýrs ile deðil, belki kanaat ile malý taleb et, tâ çok gelsin. Ehl-i kanaat ile ehl-i hýrs, iki þahsa benzer ki; büyük bir zâtýn divanhanesine giriyorlar. Birisi kalbinden der: "Beni yalnýz kabul etsin, dýþarýdaki soðuktan kurtulsam bana kâfidir. En aþaðýdaki iskemleyi de bana verseler, lütuftur." Ýkinci adam güya bir hakký varmýþ gibi ve herkes ona hürmet etmeye mecbur imiþ gibi maðrurane der ki: "Bana en yukarý iskemleyi vermeli." O hýrs ile girer, gözünü yukarý mevkilere diker, onlara gitmek ister. Fakat divanhane sahibi onu geri döndürüp aþaðý oturtur. Ona teþekkür lâzýmken, teþekküre bedel kalbinden kýzýyor. Teþekkür deðil, bilakis hane sahibini tenkid ediyor. Hane sahibi de ondan istiskal ediyor. Birinci adam mütevaziane giriyor; en aþaðýdaki iskemleye oturmak istiyor. Onun o kanaati, divanhane sahibinin hoþuna gidiyor. "Daha yukarý iskemleye buyurun" der. O da gittikçe teþekküratýný ziyadeleþtirir, memnuniyeti tezayüd eder. Ýþte dünya bir divanhane-i Rahman'dýr. Zemin yüzü, bir sofra-yý rahmettir. Derecat-ý erzak ve meratib-i nimet dahi, iskemleler hükmündedir. Hem en cüz'î iþlerde de herkes hýrsýn sû'-i tesirini hissedebilir. Meselâ: Ýki dilenci bir þey istedikleri vakit, hýrs ile ilhah eden dilenciden istiskal edip vermemek; diðer sâkin dilenciye merhamet edip vermek, herkes kalbinde hisseder. Hem meselâ: Gecede uykun kaçmýþ, sen yatmak istesen, lâkayd kalsan uykun gelebilir. Eðer hýrs ile uyku istesen: "Aman yatayým, aman yatayým" dersen, bütün bütün uykunu kaçýrýrsýn. Hem meselâ: Mühim bir netice için birisini hýrs ile beklersin; "Aman gelmedi, aman gelmedi" deyip en nihayet hýrs senin sabrýný tüketip kalkar gidersin; bir dakika sonra o adam gelir; fakat beklediðin o mühim netice bozulur. Þu hâdisatýn sýrrý þudur ki: Nasýlki bir ekmeðin vücudu, tarla, harman, deðirmen, fýrýna terettüb eder. Öyle de: Tertib-i eþyada bir teenni-i hikmet vardýr. Hýrs sebebiyle teenni ile hareket etmediði için, o tertibli eþyadaki manevî basamaklarý müraat etmez; ya atlar sh: » (M: 292) düþer veyahut bir basamaðý noksan býrakýr; maksada çýkamaz. Ýþte ey derd-i maiþetle sersem olmuþ ve hýrs-ý dünya ile sarhoþ olmuþ kardeþler! Hýrs bu kadar muzýr ve belalý bir þey olduðu halde, nasýl hýrs yolunda her zilleti irtikâb ve haram helâl demeyip her malý kabul ve hayat-ý uhreviyeye lâzým çok þeyleri feda ediyorsunuz? Hattâ erkân-ý Ýslâmiyenin mühim bir rüknü olan zekatý, hýrs yolunda terkediyorsunuz? Halbuki zekat, her þahýs için sebeb-i bereket ve dâfi-i beliyyattýr. Zekatý vermeyenin herhalde elinden zekat kadar bir mal çýkacak; ya lüzumsuz yerlere verecektir, ya bir musibet gelip alacaktýr. Hakikatlý bir rü'ya-yý hayaliyede, Birinci Harb-i Umumî'nin beþinci senesinde, bir acib rü'yada benden soruldu: "Müslümanlara gelen bu açlýk, bu zayiat-ý mâliye ve meþakkat-ý bedeniye nedendir?" Rü'yada demiþtim: "Cenâb-ý Hak, bir kýsým maldan onda bir (Hâþiye-1) veya bir kýsým maldan kýrkta bir (Hâþiye-2), kendi verdiði malýndan birisini bizden istedi; tâ bize fukaralarýn dualarýný kazandýrsýn ve kin ve hasedlerini men'etsin. Biz hýrsýmýz için tama'kârlýk edip vermedik. Cenâb-ý Hak müterakim zekatýný, kýrkta otuz, onda sekizini aldý. Hem her senede yalnýz bir ayda yetmiþ hikmetli bir açlýk bizden istedi. Biz nefsimize acýdýk, muvakkat ve lezzetli bir açlýðý çekmedik. Cenâb-ý Hak ceza olarak yetmiþ cihetle belalý bir nevi orucu beþ sene cebren bize tutturdu. Hem yirmidört saatte bir tek saati, hoþ ve ulvî, nuranî ve faideli bir nevi talimat-ý Rabbaniyeyi bizden istedi. Biz tenbellik edip, o namazý ve niyazý yerine getirmedik. O tek saati diðer saatlere katarak zayi' ettik. Cenâb-ý Hak onun keffareti olarak, beþ sene talim ve talimat ve koþturmakla bize bir nevi namaz kýldýrdý" demiþtim. Sonra ayýldým, düþündüm, anladým ki; o rü'ya-yý hayaliyede pek mühim bir hakikat vardýr. Yirmibeþinci Söz'de, medeniyetle hükm-ü Kur'aný müvazene bahsinde isbat ve beyan edildiði üzere; beþerin hayat-ý içtimaîsinde bütün ahlâksýzlýðýn ve bütün ihtilâlâtýn menþe'i iki kelimedir: Birisi: "Ben tok olduktan sonra, baþkasý açlýktan ölse bana ne?" ___________________ (Hâþiye-1): Yani her sene taze verdiði buðday gibi mallardan onda bir. (Hâþiye-2): Yani eskiden verdiði kýrktan ki: Her senede galiben ve lâakal ribh-i ticarî ve nesl-i hayvanî cihetiyle o kýrktan taze olarak on aded verir. sh: » (M: 293) Ýkincisi: "Sen çalýþ, ben yiyeyim." Bu iki kelimeyi de idame eden, cereyan-ý riba ve terk-i zekattýr. Bu iki müdhiþ maraz-ý içtimaîyi tedavi edecek tek çare, zekatýn bir düstur-u umumî suretinde icrasýyla, vücub-u zekat ve hurmet-i ribadýr. Hem deðil yalnýz eþhasta ve hususî cemaatlerde, belki umum nev'-i beþerin saadet-i hayatý için en mühim bir rükün belki devam-ý hayat-ý insaniye için en mühim bir direk, zekattýr. Çünki beþerde, havas ve avam iki tabaka var. Havastan avama merhamet ve ihsan ve avamdan havassa karþý hürmet ve itaatý temin edecek, zekattýr. Yoksa yukarýdan avamýn baþýna zulüm ve tahakküm iner, avamdan zenginlere karþý kin ve isyan çýkar. Ýki tabaka-i beþer daimî bir mücadele-i maneviyede, bir keþmekeþ-i ihtilafta bulunur. Gele gele tâ Rusya'da olduðu gibi, sa'y ve sermaye mücadelesi suretinde boðuþmaya baþlar. Ey ehl-i kerem ve vicdan ve ey ehl-i sehavet ve ihsan! Ýhsanlar zekat namýna olmazsa, üç zararý var. Bazan da faidesiz gider. Çünki Allah namýna vermediðin için, manen minnet ediyorsun; bîçare fakiri minnet esareti altýnda býrakýyorsun. Hem makbul olan duasýndan mahrum kalýyorsun. Hem hakikaten Cenâb-ý Hakk'ýn malýný ibadýna vermek için bir tevziat memuru olduðun halde, kendini sahib-i mal zannedip bir küfran-ý nimet ediyorsun. Eðer zekat namýna versen; Cenâb-ý Hak namýna verdiðin için bir sevab kazanýyorsun, bir þükran-ý nimet gösteriyorsun. O muhtaç adam dahi sana tabasbus etmeðe mecbur olmadýðý için, izzet-i nefsi kýrýlmaz ve duasý senin hakkýnda makbul olur. Evet zekat kadar, belki daha ziyade nafile ve ihsan, yahut sair suretlerde verip riya ve þöhret gibi, minnet ve tezlil gibi zararlarý kazanmak nerede? Zekat namýna o iyilikleri yapýp, hem farzý eda etmek, hem sevabý, hem ihlasý, hem makbul bir duayý kazanmak nerede? سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ اَللَّهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ الَّذِى قَالَ اَلْمُؤْمِنُ لِلْمُؤْمِنِ كَالْبُنْيَانِ الْمَرْصُوصِ يَشُدُّ بَعْضُهُ بَعْضًا وَ قَالَ اَلْقَنَاعَةُ كَنْزٌ لاَ يَفْنَى وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ آمِينَ وَالْحَمْدُ لِلّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ * * * sh: » (M: 294) Hâtime (Gýybet hakkýndadýr) بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ Yirmibeþinci Söz'ün Birinci Þu'lesinin Birinci Þuaýnýn Beþinci Noktasýnýn makam-ý zemm ve zecrin misallerinden olan birtek âyetin, mu'cizane altý tarzda gýybetten tenfir etmesi; Kur'an'ýn nazarýnda gýybet ne kadar þeni' bir þey olduðunu tamamýyla gösterdiðinden, baþka beyana ihtiyaç býrakmamýþ. Evet Kur'anýn beyanýndan sonra beyan olamaz, ihtiyaç da yoktur. Ýþte اَيُحِبُّ اَحَدُكُمْ اَنْ يَاْكُلَ َلحْمَ اَخِيهِ مَيْتًا âyetinde altý derece zemmi, zemmeder. Gýybetten altý mertebe þiddetle zecreder. Þu âyet bilfiil gýybet edenlere müteveccih olduðu vakit, manasý gelecek tarzda oluyor. Þöyle ki: Malûmdur: Âyetin baþýndaki hemze, sormak (âyâ) manasýndadýr. O sormak manasý, su gibi âyetin bütün kelimelerine girer. Her kelimede bir hükm-ü zýmnî var. Ýþte birincisi, hemze ile der: Âyâ, sual ve cevab mahalli olan aklýnýz yok mu ki, bu derece çirkin bir þey'i anlamýyor? Ýkincisi, يُحِبُّ lafzýyla der: Âyâ, sevmek ve nefret etmek mahalli olan kalbiniz bozulmuþ mu ki, en menfur bir iþi sever? Üçüncüsü, اَحَدُكُمْ kelimesiyle der: Cemaatten hayatýný alan hayat-ý içtimaiye ve medeniyetiniz ne olmuþ ki, böyle hayatýnýzý zehirleyen bir ameli kabul eder? Dördüncüsü, اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ kelâmýyla der: Ýnsaniyetiniz ne olmuþ sh: » (M: 295) ki, böyle canavarcasýna arkadaþýnýzý diþ ile parçalamayý yapýyorsunuz? Beþincisi, اَخِيهِ kelimesiyle der: Hiç rikkat-i cinsiyeniz, hiç sýla-i rahminiz yok mu ki, böyle çok cihetlerle kardeþiniz olan bir mazlumun þahs-ý manevîsini insafsýzca diþliyorsunuz? Ve hiç aklýnýz yok mu ki, kendi âzanýzý kendi diþinizle divane gibi ýsýrýyorsunuz? Altýncýsý, مَيْتًا kelâmýyla der: Vicdanýnýz nerede? Fýtratýnýz bozulmuþ mu ki, en muhterem bir halde bir kardeþinize karþý, etini yemek gibi en müstekreh bir iþi yapýyorsunuz? Demek þu âyetin ifadesiyle ve kelimelerin ayrý ayrý delaletiyle: Zemm ve gýybet, aklen ve kalben ve insaniyeten ve vicdanen ve fýtraten ve milliyeten mezmumdur. Ýþte bak nasýl þu âyet, îcazkârane altý mertebe zemmi zemmetmekle, i'cazkârane altý derece o cürümden zecreder. Gýybet, ehl-i adâvet ve hased ve inadýn en çok istimal ettikleri alçak bir silâhtýr. Ýzzet-i nefis sahibi, bu pis silâha tenezzül edip istimal etmez. Nasýl meþhur bir zât demiþ: اُكَبِّرُ نَفْسِى عَنْ جَزَاءٍ بِغِيْبَةٍ * فَكُلُّ اِغْتِيَابٍ جَهْدُ مَنْ لاَ لَهُ جَهْدٌ Yani: "Düþmanýma gýybetle ceza vermekten nefsimi yüksek tutuyorum ve tenezzül etmiyorum. Çünki gýybet; zaîf ve zelil ve aþaðýlarýn silâhýdýr." Gýybet odur ki: Gýybet edilen adam hazýr olsa idi ve iþitse idi, kerahet edip darýlacaktý. Eðer doðru dese, zâten gýybettir. Eðer yalan dese; hem gýybet, hem iftiradýr. Ýki katlý çirkin bir günahtýr. Gýybet, mahsus birkaç maddede caiz olabilir: Birisi: Þekva suretinde bir vazifedar adama der, tâ yardým edip o münkeri, o kabahati ondan izale etsin ve hakkýný ondan alsýn. Birisi de: Bir adam onunla teþrik-i mesaî etmek ister. Senin ile meþveret eder. Sen de sýrf maslahat için garazsýz olarak, sh: » (M: 296) meþveretin hakkýný eda etmek için desen: "Onun ile teþrik-i mesaî etme. Çünki zarar göreceksin." Birisi de: Maksadý, tahkir ve teþhir deðil; belki maksadý, tarif ve tanýttýrmak için dese: "O topal ve serseri adam filân yere gitti." Birisi de: O gýybet edilen adam fâsýk-ý mütecahirdir. Yani fenalýktan sýkýlmýyor, belki iþlediði seyyiatla iftihar ediyor; zulmü ile telezzüz ediyor, sýkýlmayarak aþikâre bir surette iþliyor. Ýþte bu mahsus maddelerde garazsýz ve sýrf hak ve maslahat için gýybet caiz olabilir. Yoksa gýybet, nasýl ateþ odunu yer bitirir; gýybet dahi a'mal-i sâlihayý yer bitirir. Eðer gýybet etti veyahut isteyerek dinledi; o vakit اَللّهُمَّ اغْفِرْلَنَا وَ لِمَنِ اغْتَبْنَاهُ demeli, sonra gýybet edilen adama ne vakit rast gelse, "Beni helâl et" demeli. اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى Said Nursî * * * Link zu diesem Kommentar Auf anderen Seiten teilen Mehr Optionen zum Teilen...
Empfohlene Beiträge