Zum Inhalt springen
Qries Qries Qries Qries Qries Qries

Empfohlene Beiträge

Gezi Parkı Göstericileri yahut Yeni Kabakçı Mustafalar; Cami ve Tarih Düşmanları yahut YeniHenri Prost’lar

Türkiye yine iç ve dış düşmanların tahrikleriyle karşı karşıya. Din ve tarih düşmanları, Batılı bazı devletlerin ve ABD’deki yıkıcı çevrelerin desteğini alarak, 1940’da Lütfi Kırdar denilen CHP’li vali ve Belediye başkanının kararıyla yıkılan Taksim Kışlasını yeniden imar etmeye karşı çıkıyorlar. Halbuki burada bir tarih yatıyor ve millet bunun farkında değil. İstanbul Belediyesi, Osmanlı Tarihinin bir park haline getirildiği yeri eski haliyle imar etmek istiyor. Halbuki ateistler, sözde sanatçılar ve de Taksim’de Camiye karşı çıkan bütün CHP zihniyetliler, Batılı yandaşlarıyla birlikte Camiye, tarihi yapıya ve Osmanlı medeniyetine karşı çıkıyorlar.

 

İşte Karşı Çıktıkları ve 1940 yılında CHP’nin Yıktığı Tarihi Yapı

Taksim Kışlası ya da Halil Paşa Topçu Kışlası, 1780 - 1940 yılları arasında İstanbulTaksim Meydanı'nda günümüzde Taksim Gezi Parkı'nın durduğu yerde bulunan ve 2013 yılında tekrar inşa edilmeye başlanan tarihi binadır. 1940 yılında İstanbul Valisi ve Belediye başkanı sıfatıyla Lütfi Kırdar'ın isteği ve Avrupalı şehir planlamacılarındanHenri Prost'un tavsiyesi üzerine yıkılan kışlanın yerine konut ve sosyal etkinlik alanları inşa edilmesi kararlaştırıldı, fakat planlanan düzenlemelerin pek azı yapılabildi. Şimdi yapının yerinde Taksim Gezi Parkı vardır. Kışla'nın tekrar

Taksim Kışlası 1780 yılında Osmanlı padişahı III. Selim zamanında Selimiye Kışlası’nın Avrupa yakasındaki karşılığı olarak, Balyan Ailesinden Krikor Balyan[4] tarafından yapıldı. Ertesi yıl Kabakçı Mustafa İsyanı’nda tahrip olan bina, II. Mahmut döneminde onarıldı.

Bina birkaç kez yangın geçirdikten sonra Sultan Abdülmecit döneminde Tophane MüşiriDamat Gürcü Halil Rifat Paşa’nın gayretleriyle 19. yüzyıl mimari üslubunda ve çok gösterişli olarak yeniden yapıldı. Uzun avlusu ve geniş kanatları olan iki katlı yapının köşelerinde ve her cephesinin ortasında üç katlı yüksek bölümleri vardı. Rus ve Hintmimarilerinden izler taşıyan yapının iki anıtsal giriş kapısı Harbiye Caddesi ve Talimhâne Caddesi cephelerinin tam ortalarında bulunuyordu. Kışla 1860-1870 yılları arasında Osmanlı ordusunun modernleştirilmesi sürecinde önemli bir rol oynadı ve en şatafatlı günlerini yaşadı. Sultan Abdülaziz'in 1864 yılında Mısır seyahati dönüşünde kışlayı ziyaret edip kışlada yemek yemesi, kışla tarihinde önemli bir olay olarak kayıtlara geçti. Askeri işlevlerinin yanı sıra cambaz gösterileri, at yarışları, Rum hacıların konaklaması gibi amaçlarla da kullanılan kışla 31 Mart İsyanı'nda önemli bir rol oynadı. İsyan 12 Nisan - 13 Nisan 1909 gecesi Taksim Kışlası'ndaki Avcı Taburu'na bağlı askerlerin subaylarına karşı ayaklanarak Meclis-i Mebusan'ın önünde toplanmalarıyla başladı ve 27 Nisan 1909'da II. Abdülhamit'in tahttan indirilmesiyle son buldu.

1940'ta şehir planlamacısı Henri Prost'un önerisi ile kışlanın yıkılması, yerine konut ve sosyal etkinlik alanları inşa edilmesi kararlaştırıldı. Kışlanın yıkımından sonra planlanan düzenlemelerin pek azı yapılabildi. Kışla'nın yerine Taksim Gezi Parkı inşa edildi. 16 Eylül 2011 tarihinde İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi'nin aldığı kararla yapının Kentsel Tasarım Projesi ile bir bütünlük içerisinde değerlendirilerek tekrar inşa edilmesi kararlaştırıldı. Fakat 17 Ocak 2013 tarihinde Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu yapının inşasına, Gezi Parkının İstanbul’un belleğinde yer ettiği gerekçesiyle onay vermedi. Bu karara İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu nezdinde itiraz edildi. Üst kurul, 1 Mart 2013 tarihinde bölgesel kurulun kararını iptal ederek Kışla'nın tekrar inşasına kesin olarak onay verdi.

 

Prof. Dr. Ahmed Akgunduz

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

[h=1]Gezi Parkı ajan-provokatörlerine suçüstü[/h]http://image.haber7.com/haber/haber7/photos/gezi_parki_olaylarinda_karanlik_tahrik13701442630_h1033743.jpg

 

[h=2]Gezi Parkı protestolarıyla demokratik hakkını kullanan vatandaşların arasına sızan provokatörlerin, eylemleri kana bulamak istediği öne sürüldü. Gümüşsuyu'nda eylemcileri şiddete tahrik eden diplomatik pasaportlu 6 yabancı yakalandı.[/h]Güvenlik güçleri, çevreci ‘Gezi Parkı' eylemlerini kana bulamak isteyenleri yakın takibe aldı. Önceki gece Gümüşsuyu'ndaki olaylarda diplomatik pasaportlu 6 yabancı yakalanırken 4'ü gözaltına alındı. Ajan olduğundan şüphelenilen bu isimler İngiltere, ABD, Fransa ve Yunanistan uyruklu çıktı. Barikat kurup polisle çatışan grupları tahrik etmeye çalışan bu kişilerin gözaltına alındığı yerde 8 piknik tüpü ele geçirildi. Havai fişek ve kablo düzenekli tüplerin göstericilerin yoğun olduğu saatlerde patlatılacağı ileri sürüldü. Tüpleri son anda fark ederek faciayı engelleyen polis, eylemcilerin toplanma yerlerinden Gümüşsuyu'nda muhtemel bir patlamanın sebep olacağı çok sayıda can kaybıyla kaos ortamı oluşturulmak istendiği üzerinde duruyor. İzmir'de ise Gündoğdu Meydanı'ndaki eylemleri kana bulamak isteyen üç zanlı yakalandı. Terörle Mücadele ekiplerinin düzenlediği operasyonda, Bornova'daki bir okulun bahçesinde 8 adet ses bombası yapan U.Y. (19), M.T. (15) ve C.K. (15) gözaltına alındı. M.T. ve C.K., bombanın U.Y. tarafından kendilerine zorla yaptırıldığını iddia etti. İçlerine benzin, tuzruhu, alüminyum folyo ve diğer bazı malzemeler konulan bombaların meydanda patlatılacağı öğrenildi. Bu arada Türkiye genelindeki eylemlerde 15 yabancı uyruklunun gözaltına alındığı belirtildi. 5

Dolmabahçe'den Gümüşsuyu'na çıkan İnönü Caddesi üzerinde göstericilerin oluşturduğu onlarca barikat yer alıyor. Polisle çatışmaya giren grupların içindeki gruptakileri kışkırtan 4 diplomatik pasaportlu yabancı uyruklu kişi gözaltına alındı. Barikatların yakınında ise içleri dolu 8 piknik tüpü ele geçirildi. Tüplerin dolu olduğu, üzerlerinde bağlı olan havai fişeklerin patlaması durumunda bomba etkisi yapacağı öğrenildi.

Gümüşsuyu'ndan Taksim'e çıkan yolun başında toplanan göstericilerle polisler önceki gece boyunca 6 kez karşı karşıya geldi. Polisler göstericilere, ‘Süzer Plaza-Dolmabahçe yolunu kapatmamaları' yönünde anonsları yaptı. Bunun üzerine göstericilerin eylem alanı Gümüşsuyu oldu. Göstericilerden bazılarının, “Biz 5-6 gündür buraya sadece bağırıp çağırmak için mi geldik, haklarımız arayalım, mücadele edelim.” diye öne atılmasıyla polisler yeniden taşlandı. Tüm bunlar yaşanırken polis tarafından seri gözaltılar yapıldı. Gözaltına alınanlardan 4 şüpheli ‘diplomatik pasaportum var' diyerek serbest bırakılmaları talebinde bulundu. Kimlik kontrolü yapılan dört kişinin İngiltere, ABD, Fransız ve Yunan diplomatik pasaportu taşıdıkları ortaya çıktı.

Gece 03.00 sularında İTÜ Gümüşsuyu Kampüsü'nün merdivenlerinde yakalanan biri kadın biri erkek de düzgün Türkçeleriyle ‘Biz diplomatik pasaportluyuz' diyerek serbest bırakılma talebinde bulundu. Polislerin diplomatik pasaportla bu saatte neden buradasınız sorularına, ‘fotoğraf çekmek için' cevabını veren şüpheli yabancıların fotoğraf makinelerinin olmadığı görüldü. Eylemcilerin yüzleri maskeli ve gaza karşı etkili koruyucu yüz spreyleri ile hazırlıklı oldukları tespit edildi.

Aynı kişilerin, Beşiktaş'ın taraftar grubu ‘Çarşı' başta olmak üzere ‘polise küfretmeyelim, taş atmayalım' ikazları yapan eylemcileri de kışkırttığı ileri sürüldü. Taraftarlar içinden bir grup, kendilerini polisle çatışmaya yönlendiren kişilerin bu yabancı kişiler olduğunu dile getirdi. Gözaltına alınan bir başka kişi ise Eskişehir Anadolu Üniversitesi öğrenci kimliğini gösteren İran uyruklu bir vatandaş çıktı. Bu kişi de ‘değişim programı ile geldiği gerekçesiyle' serbest bırakılmasını istedi.

Bu arada Güvenlik Şube Müdürlüğü ekipleri önceki gece Gümüşsuyu'nda caddenin başındaki barikatta 8 adet piknik tüpü dizildiğini son anda fark ederek muhtemel bir faciayı engelledi. Tüplerin dolu olduğu, üzerlerinde bağlı olan havai fişeklerin patlaması durumunda bomba etkisi yapacağı öğrenildi. Birçok eylemcinin toplanma yeri olan Gümüşsuyu'nda böyle bir patlama yaşanması durumunda çok sayıda can kaybının yaşanabileceğine dikkat çekiliyor. İstanbul'daki olaylarla ilgili gözaltına alınan gösterici sayısının 422'ye ulaştığı öğrenildi.

Gösterileri kana bulamak isteyenler bomba yaparken yakalandı

Gezi Parkı'nı bahane ederek sürdürülen eylemler kapsamında İzmir Gündoğdu Meydanı'ndaki gösterileri kana bulamak isteyen üç zanlı yakalandı. İzmir İl Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü'ne bağlı ekipler tarafından düzenlenen operasyonda, Bornova ilçesindeki bir okulun bahçesinde 8 adet ses bombası yapan üç kişi gözaltına alındı. Bombaların tahrip gücünden dolayı olabilecek yaralanma ve ölüm vakaları son anda önlendi.

Zanlılardan U.Y. (19) Terörle Mücadele, yaşları küçük olan M.T. (15) ve C.K. (15) ise Çocuk Şubesi tarafından gözaltına alındı. İfadelerinde ses bombasının U.Y. tarafından kendilerine zorla yaptırıldığını iddia eden M.T. ve C.K.'nin, içlerine benzin, tuzruhu, alüminyum folyo ve diğer bazı malzemeler koyduklarını, meydanda patlatacaklarını söyledikleri kaydedildi.

Öte yandan AK Parti Menemen ilçe binasına önceki gece 22.30 sularında molotof bombası atarken yakalanan H.A. da gözaltına alındı. İzmir'de geçen cuma akşamından bu yana devam eden kanun dışı eylemlerde 166 yağma ve işyerine zarar suçu işlenirken bunların kendi içlerindeki dağılımı şöyle oldu: 26 banka, 44 işyeri, 26 özel otobüs, 21 belediye otobüsü, 5 resmî kurum, 3 dershane, 7 ekip otosu ve 2 parti binası. Olaylarla ilgili 400 kişi gözaltına alındı, 571 kişinin kimlik bilgisi sorgulandı.

Eylemlerde 15 yabancı gözaltında

Ankara'daki eylemlerde yabancı uyruklu 15 kişi gözaltına alındı. Alınan bilgilere göre Emniyet Genel Müdürlüğü, çok sayıda yabancının eylemcileri kışkırttığını belirledi. Bu kapsamda eylemleri provoke ettiği belirlenen 5'i İranlı 15 kişi yakalandı. Gözaltına alınan diğer şüpheliler İngiltere, Fransa, Amerika, Suriye ve Alman uyruklu. Şüphelilerin çektiği onlarca kare görüntüye el koyan güvenlik güçleri, ‘fotoğraf ve görüntüleri neden çektikleri' sorusunu yöneltti. Bunun yanı sıra şüphelilerin kullandığı telefon ve SİM kartlara da geçici süreyle el konuldu. Yakalanan yabancı uyruklu vatandaşların son bir ay içerisinde kim ya da kimlerle iletişim halinde olduğunu mercek altına alan birimler, bu kişilerin mail trafiğini de araştırmaya başladı.

Öte yandan Başbakanlık çevresinde fotoğraf çeken bir şüpheli tespit edildi. Elinde bulunan amatör bir fotoğraf makinesiyle Başbakanlık binasını ve çevresini fotoğraflayan kişinin etrafı polislerle çevrildi. Şüpheliden kimlik gösterilmesi istendi. Ancak Türkçe bilmediğini dile getirince dil bilen görevlilerden yardım alan polis, şüphelinin Amerikan vatandaşı olduğunu tespit etti. Şahıs, kimlik bilgilerine bakıldıktan sonra serbest bırakıldı.

Sosyal medya operasyonunda28 kişi emniyette

Gezi Parkı protestoları sırasında İzmir'de sosyal paylaşım siteleri üzerinden, ‘Polis kurşun sıktı', ‘Polis panzeri eylemcileri ezdi' gibi yalan haberleri yaydıkları iddiasıyla gözaltına alınanların sayısı 28'e yükseldi. İzmir Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü ekipleri, önceki akşam saatlerinde 38 adrese operasyon düzenleyerek 24 kişiyi gözaltına aldı. Gözaltı sayısı sabah saatlerinde 28'e yükselirken 10 kişinin de arandığı öğrenildi. Şüphelilerle ilgili olarak sosyal medya üzerinden halkı galeyana getirme, yalan haber yayma, suça teşvik ve küfür iddialarının bulunduğu belirtildi. Gözaltına alınan bazı kişilerin, ‘Polis kurşun sıktı', ‘Polis panzeri eylemcileri ezdi', ‘TOMA'lar geliyor', ‘Lozan'da polis var, gelmeyin' şeklinde halkı galeyana getiren paylaşımlarda bulunduğu ileri sürüldü. Aileler, çocuklarıyla ilgili iddiaları kabul etmedi.

Zaman, 06.06.2013

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

" GEZi-PARKI HAKKINDA MİTLER VE GERÇEKLER"

 

Türkiye'de alkol yasağı var mı?

Esasen, alkol tüketimi Türkiye'de yasak değil fakat meclisten geçen yeni yasa alkol satışı hakkında bazı kısıtlamalar getirdi. Aynı kurallar AVRUPA ve ABD'de de geçerli.

 

İfade özgürlüğü yok mu?

Hükümet, kişilerin düşünceleri yüzünden cezalandırılmasına yol açan kanunlarda iyileştirmeye gitti ve bu gelişme Avrupa Birliği raporlarında da yer aldı. Emin olmak istiyorsanız muhalif bir dergiyi alın ve çevirisini yapın. Okuyun ve Türkiye'de ifade özgürlüğünün olup olmadığına kendiniz karar verin.

 

Farklı yaşam tarzlarına karşı bir tehdit var mı?

Kimsenin kişisel yaşamına aleni bir müdahale yok. Türkiye'de her birey, Avrupa ülkelerinden aşağı kalmayacak biçimde, istediği biçimde yaşayabilir. Buradaki temel problem: hükümeti yönetenlerin, tepki gösteren insanların çoğundan farklı bir yaşam tarzına sahip olmasıdır.

 

Alışveriş merkezi yapmak için ağaçları kesiyorlar mı?

Bu, Taksim Gezi Parkı ile ilgili en büyük söylentilerden biridir. İstanbul Büyükşehir Belediyesi, yayalaştırma projesi kapsamında trafiği yerin altına almayı amaçlayıp, yolu genişletmek için bazı çalışmalar yapıyordu. Belediye, buradan 6 ağacı İstanbul'daki başka bir parka taşıdı. Hükümet de bu bölgeye bir şehir müzesi yapmayı ve yeni yeşil alanlar açmayı hedefliyor.

 

Eylemciler barışçıl ve çevresel duyarlığa sahip kişileri mi?

Evet, eylemciler ilk günlerde barışçıllardı. Fakat, başbakan yardımcısının da bu sebepten özür dilediği ve sorumlularının bulunacağına söz verdiği, polisin orantısız güç kullanımından sonra ekstrem gruplar ve yasadışı örgütler bu olayla ilgilenmeye başladılar. Bu noktadan sonra, televizyon kanallarının canlı yayın araçları, kamuya ait binalar ve dükkanlar zarar görmeye başladı.

 

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan diktatör olarak görülüyor ve istifaya mı davet ediliyor?

Yapılan son seçimler Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın, halkın en az yüzde ellisinin desteğini aldığını gösteriyor. Geçtiğimiz mart ayında Pew Araştırma Merkezi tarafından yürütülen bir araştırma da Türk halkının yüzde 62'sinin Erdoğan sempatizanı olduğunu gösterdi.

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

Muhterem Arkadaşlar;

 

Gezi Parkı Olayları, ikinci bir 31 Mart Olayıdır. Orada hedef Sultan Abdülhamid Han’ı iktidardan indirmek ve Osmanlı Devletini dağıtmak idi ve irticacılar çıkardı diye Birinci halk Partisi olan İttihad ve Terakki tarafından gerekçelendi. Bu ise dinsizler, PKK’liler, sarhoşlar, faizciler ve CHP zihniyeti tarafından tertipleniyor. Yani dinsiz bir 31 Mart Olayıdır. Geliniz kimler bu iki harekette de devrede beraber görelim:

 

31 Mart’a kimler neden Abdülhamid Han’a karşıydı?

a) Avrupa’da tahsil gören bazı gençler ve genç subaylardır. Buna GalatasarayMektebi gibi seçkin okullarda okuyanları da katmak gerektir. Aleyhindeki ilk propaganda yapanların, Rusya’dan gelen gençler, Avrupaî hayat yaşayan ailelerin çocukları,Arnavudlar gibi Türk olmayan aile çocukları olması dikkat çekmektedir.

b) Avrupalılar, milyonlarca Hıristiyan’ı pençesinde tuttuğu, hilâfet sıfatıyla Müslümanlar üzerindeki manevi nüfuzunu kullandığı ve güttüğü dış politika ile Hıristiyan devletleri birbirine düşürdüğü için, Abdülhamid’i asla sevmiyorlardı.

c) Filistin’i kendilerine satmadığı için Yahudiler ve Müslümanları kırdırtmadığı için de Ermeniler Abdülhamid’i sevmiyorlardı.

d) Hicaz demiryolu ve Bağdad demiryolu ile petrol bölgelerini onların elinden alan Abdülhamid, İngilizler ve Fransızlar tarafından da asla sevilmiyordu. Kısaca dinini ve vatanını sevenler, II. Abdülhamid’i seviyor; ama bu iki değere düşman olanlarAbdülhamid’i sevmiyorlardı.

 

Gezi Parkında kimler hükümete karşıdır?

 

a) Eğer hükümetle görüşmek için teşkil edilen komisyona bakarsanız anlayacaksınız:Cami düşmanı mimarlar, komunist sendika liderleri, Müslümanları katledenEsed’ciler, Alevilikten nasibi olmayan ve o adı kullanan dinsziler. Yani kısacaAvrupaî hayat yaşayan ailelerin çocukları, Ermeniler gibi Türk ve Müslümanolmayan aile çocukları olması dikkat çekmektedir.

b) Avrupalılar ve buna ilaveten Amerika ve İsrail. Avrupa şu anda belki Gezidekiserseriler muvaffak olur diye bayram yapıyorlar. Aslında buna dai en güzelyorumu Rus Faşist lider Jirinowski yaptı: Türkiye’nin yeni Osmanlı olmasınıengellemek, İslam alemi ile ittifak yapmasını önlemek ve İslam aleminin maddiservetinin Türkiye’de toplanmasına mani olmak isteyenler.

c) PKK’yi bitirerek Kanal İstanbul, 3. Köprü, 3. Havaalanı, IMF borçlarının kapatılmasıve Türkiye’nin uçuşa geçmesini istemeyenler (Süleyman Özışık Beyin makalesiniokuyunuz). Abdülhamid ile ne kadar benzerlik arzediyor.

d) One Minute hadisesi yani yine Filistin Meselesi ve Türkiye’nin dünyada liderduruma gelmeye başlaması ve kısaca İttihad-ı İslam belirtilerinin görülmesindenrahatsız olanlar.

e) Kısaca dinini ve vatanını sevenler, bu hükümeti seviyor; ama bu iki değere düşmanolanlar sevmiyorlar.

 

Nasıl tepki verelim?

 

Burada Bediüzzaman’ın tesbitleri (İhsan Atasoy Ağabeyin işaret ettiği gibi) devreye girmelidir.

1) Asla emniyet ve asayişi ihlal edecek derecede olumsuz hareket etmeyeceğiz. Ancak şu gerçekleri de unutmayacağız. Ancak yalancı basının iftiralarına kulak verip de Türkiye’yi şahlandıran bu samimi insanları asla yedirtmeyeceğiz. Kusurları varsa şahsen görüşüp anlatacağız. Zira şu anda söylenecek aleyhteki her söz ehl-i dalalet hesabına geçecektir.

“Evet bu zamanda dinsizlik hesabına, benlikleri firavunlaşmış derecede ve imana hücumları zamanında onlara karşı tedafü' (savunma) vaziyetimizde tevazu ve mahviyet göstermek, büyük bir cinayet ve hıyanettir. Ve o tevazu, tezellülhükmünde bir ahlâk-ı rezile olur. Onlara karşı izzet-i diniyeyi ve şerafet-i ilmiyeyi muhafaza etmek için kahramancasına bir sebat bir kuvve-i maneviyeyi göstermek, acaba hiçbir vecihle hodfüruşluk olur mu? Hiçbir şöhretperestlik ve enaniyet olur mu ki, o zât öyle tevehhüm etmiş.” Emirdağ Lahikası-2 ( 153 )

 

“Ehl-i dalalet, Kur'an-ı Hakîm'den alıp neşrettiğimiz hakaik-i imaniye ve Kur'aniyeye karşı müdafaa ve mukabele elinden gelmediği için, münafıkane ve desisekârane iğfal ve hile dâmını (tuzağını) istimal ediyor. Dostlarımı (burada dahükümeti) hubb-u câh, tama' ve havf ile aldatmak ve beni bazı isnadat ile çürütmek istiyorlar. Biz, kudsî hizmetimizde daima müsbet hareket ediyoruz. Fakat maatteessüf herbir emr-i hayırda bulunan manileri def'etmek vazifesi, bizi bazanmenfî harekete sevkediyor.”

 

2. Hükümet yetkililerine ve ehl-i imana da tamamen menfaatleri için Türkiye’yi ateşeatmak isteyenlere taviz vermeyiniz. Şu hakikatı unutmayınız:

“Menfaat üzere çarkı kurulmuş olan siyaset-i hazıra; müfteristir (parçalar, Taksim’deinşaat demirlerini bile parçaladılar), canavardır. Aç olan canavara karşı tahabbüb etsen(seimli görünmeye çalışırsan); merhametini değil, iştihasını açar. Sonra döner, geliyor;tırnağının, hem dişinin kirasını senden ister. Sözler ( 707 )

 

Hürmetlerimle

 

 

Prof. Dr. Ahmed Akgunduz

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

Türkiye Gazetesi'nin Cuma günü haberinde bu bilgiler yer aliyordu.

*

Türkiye Gazetesi, 7 Haziran 2013, S.12.

*

Baslik: Komplonun perde arkasi: Mesele 'Gezi' degilmis

*

Haber Merkezi, Istanbul

*

Bazi kareleri veriyorum:

*

1. "[...] Istabul, dünyanin sayili havayolu dagitim merkezlerinden bir haline gelecek. Bazi Avrupa Ülkeleri bu durumdan fazlasiyla rahatsiz. Ücüncü havalimani tamamlanirsa Avrupa'nin yolcu dagitim merkezi konumunda olan Almanya'yi devre disi birakacak ve THY, Alman havayolu sirketi Lufthansa'nin önüne gecmis olacak. [...]"

*

2. "[...] Alman vakiflari daha önce de Türkiye'nin altin madenlerine yaptigi yatirimlari engellemek icin cevre örgütleri ve medyayi finanse etmis ve uzun süre gündem olusturmustu. Altin madenlerine yönelik cevre etiketli engelleme kampanyalarinin arkasinda Alman vakiflari oldugu sonra ortaya cikmisti. [...]"

*

3. "[...] Kanal Istanbul Türkiye'nin bagamsizligini da dogrudan ilgilendiren projelerden biri. Dolayisiyla bu projeye karsi cikan uluslararasi pek cok merkez var. Bunlarin basinda Ingilterre ve Rusya geliyor. [...]"

*

4. "[...] Özellikle enerji tekelinin elinde bulunduran Ingilterre gibi ülkeler acisindan önemli bir tehdit unsuru.* Söz konusu ülkelerin Türkiye'nin baslattigi bu projeleri cevre örgütleri araciligiyla sabote etmek icin lobi yürüttügü biliniyor. [...]"

*

5. "[...] Eylemlerin arkasindaki uluslararasi destek ve özellikle yabanci medyanin yürüttügü dezenformasyon kampanyasi bu sürecin cok büyük bir planin ürünü oldugunu gösteriyor. Eylemlerin sosyal medya araciligiyla yurtdisindan yönlendirildigine dair cok önemli bilgiler de ortaya cikti. Gözaltina alinanlar arasinda yabanci ülkelerin istihbarat servis elemanlari da bulunuyor. [...]"

*

*

*

*

*

 

*

*

Türkiye Gazetesi, 12 Haziran 2013, S.14.

*

Baslik: " 'Güclü Türkiye' Dünyayi Korkuttu": Büyük Oyun Bozulacak

*

Yücel Kayaoglu, Ankara

*

*

Bazi cümleleri paylasiyorum:

*

1. "[...] Türkiye ne zaman kendi ic sorunlariyla ugrasmissa, etrafinda yeni düzenler olusturulmustur. [...]"

*

2. "[...] 3. havalani ile Almanya elinde bulundurdugu 50 milyor (!) dolarlik havaalani trafigi gelirlerini Türkiye'ye kaptiracak. [...]"

*

3. "[...] Basbakan Erdogan'in hafta sonur Ankara ve Istanbul'da yapacagi mitinglerin asil amaci ise Türkiye üzerinde oyun oynamak isteyenlere yönelik olacak. [...] Yurtdisinda provokasyon mesaji verenlere yönelik olacak."

*

*

*

*

*

*

*

*

*

*

Türkiye Gazetesi, 12 Haziran 2013, S.14.

*

Baslik: Destegin Sebebi Anlasildi

Altbaslik: Ingilterre ve Israil'in Yeni Osmanli Korkusu

*

*

Bazi cümleler paylasiyorum:

*

1. "[...] bati dünyasinin en büyük korkusu "Yeni Osmanli"

*

2. "[...] Avrupa'da bircok gazete ve televizyon [...] göstericilere adeta psikolojik destek veriyor. [...]"

*

3. "[...] Israil taksim gösterileri icin dua ediyor. [...]"

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

BBC Küresel Haber Dairesi Başkanı Peter Horrocks, BBC Türkçe'nin ''Dünya Gündemi'' programını yayımlamayan NTV'yle ortaklığın askıya alındığını açıkladı.

Horrocks, BBC Türkçe'nin tarafsız ve dengeli haberciliğinin bbcturkce.com üzerinden devam edeceğini vurguladı.

Peter Horrocks'un açıklaması şöyle:

 

''BBC, NTV'nin bugün yayımlanmak üzere hazırlanan tıklayın Dünya Gündemi programını yayımlamama kararı üzerine NTV'yle ortaklığını derhal yürürlüğe girmek üzere askıya almıştır.

BBC'nin yayıncılığına herhangi bir müdahale kesinlikle kabul edilemez. Türkiye'deki durumun uluslararası kaygı yarattığı bir dönemde BBC'nin tarafsız yayıncılık hizmeti bütün okurları, izleyicileri ve dinleyicileri için yaşamsal önem taşımaktadır.

 

BBC Türkçe, Türkiye'deki gelişmeler de dahil olmak üzere dünyada olup bitenleri izleyip, bütün platformlarda okurları, izleyicileri ve dinleyicilerine tarafsız, dengeli haberler ve analizlerle aktarmayı sürdürecektir.

 

BBC Türkçe'nin televizyon programı internet sitesi bbcturkce.com üzerinden izleyicilerine ulaşmaya devam edecektir.

BBC Türkçe ayrıca okur ve izleyicileriyle sosyal medya ortamında Facebook ve Twitter üzerinden de iletişim kurup, bu platformlardan farklı görüşleri aktarmayı sürdürecektir.''

Kaynak: bbc

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

[h=2]Gezi muhasebesi ve uyandırılan fitne[/h]

Gezi Parkı'ndan başlayan olaylar 20. gününü doldurdu. Önceki gece ve dün gün boyu süren müdahale ve olaylardan sonra Gezi Parkı işgalden kurtarıldı. Tepki gösterileri, yürüyüşler ve protestolar kısmen sürse de olaylarkademeli olarak azalıyor.

 

Şimdi şapkayı önümüze koyup, gerekirse eğri oturup doğru konuşma zamanı. Çünkü hadiseleri doğru analiz edemezsek gerekli dersleri de çıkarmak mümkün olmaz.

 

Dış destek açık ama...

 

Başbakan Erdoğan ve AK Parti kurmayları, "Yaşananların sadece Gezi Parkı ve çevre duyarlılığı olmadığı, özellikle dış ve bazı iç bağlantılarla hükümeti devirmeye yönelik bir planın ilk adımı"olduğu görüşünde.

Bu yönde bulgular var.

 

Kaldı ki sadece Taksim ve Gezi'de yaşananların uluslararası medyada veriliş biçimini inceleyerek meseleye bakarsak, bu teze hak vermemek mümkün değil.

Yalnız hadiseleri sadece bu perspektiften açıklamaya kalkarsak eksik olur.

O konuya gelmeden bir parantez açalım.

 

Taksim ve civarı, AK Parti seçmeni için olmasa da sol kesim ve sosyal demokratlar için hassas hatta kutsaldır. Dolayısıyla öznesi Taksim olan bir projede en azından bu kesimlerin nabzını da tutmak gerekirdi.

 

Kaldı ki ülkenin Hatay'dan Artvin'e tüm sahillerinin ve şehir merkezlerinin betonlaşmasınageniş bir tepki de var.

Bu tepki ve Taksim'in sol camia için kutsallığı birleşince karşımıza böyle bir tablo çıktı.

Bu yüzden olayların başlangıcında gösterilere katılanların çoğu normal vatandaştı.

Fakat sonrasında işin seyri değişti.

 

Konsorsiyum yeni değil

 

Ama olayın sunuluş biçimi, medya planlaması ve şiddet boyutuyla ilerletiliş aşamalarında bir "konsorsiyum" olduğu açık.

Aslında bu konsorsiyum yeni değil. Hatta son yıllarımız bu organizasyonları konuşarak, yazarak geçti.

Uyarılara karşı iktidar kanadında hakim olan görüş ise şuydu:

 

"Vesayet rejimiyle mücadeleden galip çıkıldığı, vesayetin tarihe gömüldüğü, Türkiye'de zinhar artık dirilemeyeceği, darbelerin imkansız hale geldiği, Ergenekon'un temizlendiği, hükümetin her şeye hakim olduğu ve büyük halk desteği ile yıkılmayı bırakın sarsılamayacağı, Türkiye'nin ve hükümetin iç ve dış her türlü şoka dayanıklı olduğu, büyük güçlerle uluslararası ilişkilerin rayında olduğu, derin yapılanmaların hâlâ faal ve uygun konjonktürde harekete geçebilecekleri iddialarının abesle iştigal ve komplocu/güvenlikçi bakış açısının ürünü paranoyalar olduğu, Ergenekon, Balyoz, KCK gibi yargı süreçlerine artık ihtiyaç olmadığı, ülkeyi germekten başka işe yaramadığı ve tahliyelerin gerektiği..."

 

Liste böyle uzayıp gidiyor.

Son iki yıldır Ankara'da hep bunları dinliyorum.

"Yapmayın etmeyin, Türkiye hâlâ normalleşmedi, darbe anayasası ve kurumları durdukları yerde duruyor, toplumun bütün kesimlerini barıştıracak, uzlaştıracak ortak bir anayasa ve yasal düzenlemeler olmadan ülkenin provokasyonlara, demokrasi dışı müdahalelere açık halinin süreceği" şeklindeki uyarılarda ise ya "art niyet" arandı ya alay konusu yapıldı.

 

Beklenmedik bir anda

 

Sonuçta, hiç de akıllara gelmeyecek bir noktadan çakılan kıvılcımla "fitne uyandı."

Ortadoğu'nun bünyesindeki en "derin yara"yı Türkiye'nin başına sarmak için "uç" bulundu. Bugün, mezhepçilik adım adım ülkemize sokuluyor.

 

Şark çıbanı gibi bütün bünyeyi zehirleyecek ve izi ilelebet kaybolmayacak bir vahim tablo bu.

Geçmişte ne kadar darbe ve musibet geldiyse memleketin başına hepsinde dış bağlantılar vardı.

Bugün Gezi'de de var.

 

Ama bu noktaya nasıl gelindi. Oturup düşünmemiz ve teşhisini koymamız gereken nokta bu.

İç ve dış mihraklar, Türkiye toplumunun farklı etnik, mezhep, din ve yaşam tarzları üzerinden kavga ve kargaşa çıkarma gayretlerine karşılık "Farklılıklar zenginliğimizdir, her kesimin hakkı-hassasiyeti kendi hakkımız ve hassasiyetimizdir" yaklaşımı ile toplumsal barışın devam ve temadisi 10 kusur yıllık başarının nedeniydi.

 

Kutuplaşma oy artırır ama...

 

Bazı yorumcuların "gerilim siyaseti bizim oyumuzu artırıyor, %60'lık sağ kesim bizim etrafımızda toparlanıyor" diye ileri sürdükleri değerlendirme toplumsal barışımıza kalıcı hasarlar verebilir.

Kutuplaşmayla oylar yüzde 60'a da vurabilir. Ama 2-3 milyonluk bir kesimle bir ülke savaş alanına döner.

Bunun örnekleri çok.

 

PKK, Marksist-Leninist bir hareket olarak ortaya çıktı ama sonra Marks'ı, Lenin'i gitti geriye etnik bölücü bir örgüt kaldı ve 30 yıldır bedel ödüyoruz.

 

Çevreci ve devrimci bu hareketin bir süre sonra çevreciliği de devrimciliği de gider geriye mezhepçi bir savaş kalır.

Seçilmiş hükümete karşı kurulan komploları bir bir deşifre etmiş, yasal sınırlar içinde hepsini yargı sürecine taşımış, ülkenin demokratik nizamda ilerlemesi için vesayet ve derin yapılarla mücadelede rüştünü ispat etmiş kadroların tasfiye edilmesiyle ilgili gazetecilik sınırları içinde yazdığım yazıya "yeni gelenler posta idaresinden mi geldi" karşılığı verildi.

 

Doğru, posta idaresinden gelmediler. Ama Ergenekon'u, Balyoz'u yapanlar da posta idaresinden gelmemişti.

Onlar da askerdi, polisti, bürokrattı, siyasetçiydi.

 

Halk bu tip siyasetçileri sandığa gömdü. Hükümetin de aynı çizgideki bürokratları tasfiye etmesi gerekir.

Onları yeniden iş başına getirmek değil.

 

Yangının ortasında fitne peşine düşenler

 

Bunu analiz etmek yerine son olaylarda yangının ortasında yeni bir fitne ortaya atıldı.

Bazı kişi, yazar ve kurumlar; sivil amirlerinin yazılı ve net emirlerini uygulayan polisin, bilerek aşırı şiddet uyguladığı ve bu şekilde bir kasd-ı mahsusla hükümeti zor durumda bırakmak istediğini yaydılar.

Yangının ortasında fitne peşine düştüler.

 

Üstelik Başbakan'ın emniyetle ilgili değerlendirmeleri ortada iken.

Anadolu'nun samimi insanlarından oluşan bir camiayı, iftiralarla bu karışıklığa destek veriyormuş gibi göstererek mevcut yaraya ve bölünmüşlüğe bir yenisi eklenmeye çalışılıyor. Partinin en önemli kurucularının bu konudaki yaklaşımları, diyalog ve sağduyu çabaları 'sırttan vurma' diye yaftalanıp camiaya fatura edilmeye çalışıldı. Bir kısım yeni nesil simalar da bu iftirayı yaydı.

Bu iftira ve çamur tutmaz.

 

Ama kaybeden memleket olur. 'Dostluk ve kardeşlik hukukunu nerede ihmal ettik' diye düşünülüp muhasebe yapılacağına, toplumun bütün kesimlerini toparlamak için çalışılacağına,faturayı oraya buraya kesmek için yalanlara ve iftiralara başvurmak hiçbir şeyi çözmez.

 

Konjonktürel nedenlerle dost gibi görünen, sürekli övgüler dizenlerin dostluklarının menfaat temelli olduğunu bilmek, geçmişteki zor günlerde elini taşın altına koymaktan çekinmediğine herkesin şahit olduğu gerçek dostların yer yer eleştiri, uyarı ve hatırlatmalarının ise art niyet ve düşmanlık değil ülke sevgisi ve acı söyleyen dostluktanolduğunu unutmamak şart.

 

Vazife cümleden ala, nefis cümleden edna

 

Kaosa doğru giden ve derinleştirme planı yapıldığı açık olan bu halden bizi kurtaracak yegane felsefe budur.

Bu aşamada;

 

1- Türkiye realitelerini iyi düşünmeli, toplumsal barış konusunda hassasiyet ana gündem olmalı. Ele güne altın tepside fırsatlar vermemeli.

 

2-Dış güçler ve uzantıları 'Türkiye gelişmesin, ilerlemesin' düşüncesinden vazgeçemeyecekleri, her fırsatı değerlendirecekleri unutulmamalı.

 

3-Yaşananlardan ders çıkartıp gerilimden uzak toplumsal barış ve birlikteliği temin adına gayret içine girmeli.

 

4-Dostların eleştirilerini düşmanlık olarak algılamamalı.

 

5 - 10 yıllık süreçte AK Parti'ye destek veren toplum kesimlerinin, liberal, muhafazakâr,özgürlükçü aydınların dostane eleştirilerinin düşmanca yaklaşımlar olarak ele alınması, yazarlar, düşünürler ve toplum kesimleri ile ilişkilerde kalıcı hasarlara sebep olacak düzeyde yaftalama ve iftiralar ortaya atıldı.

 

Bu konudaki yanlıştan dönülerek kifayetsiz ve fitneci aktörlerin tezviratına gelmemeli yerli, milli, adaletli ve hakkaniyetli duruşları ile bunu 10 yıllardır ortaya koyan dostlar ve aydınlarla ilişkiler tamir edilmeli.

 

Birlik ve beraberlik gerektiren bugünler, kifayetsiz ve müfterilerin tezviratına iltifat etmeme günüdür.

Toplumsal barış, farklılıkları zenginlik gören anlayışla gerilimden uzak durma, tansiyonu düşürme günüdür.

Dış düşman tamam fakat "doğru yolda olduğunuz sürece başkasının delalet ve sapıklığı size zarar vermez'' düsturunu hatırlama, hidayet üzere uyanık olma günüdür.

 

Adem Yavuz Arslan, Bugün, 17.06.2013

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

[h=1]Claudia Roth'un görevi eylemlere katılmakmış![/h]Alman siyasetçi Claudia Roth, Gezi Parkı'nda ki eylemelere katılmasının hakkı ve görevi olduğunu söyledi.

 

18 Haziran 2013 Salı - 17:47

 

Almanya Yeşiller Partisi Genel Başkanı ve Federal Meclis Milletvekili Claudia Roth, Türk-Alman Parlamenterler grubu temsilcisi olarak Gezi Parkı’nda ki eylemelere katılmasının hakkı ve görevi olduğunu söyledi.

 

Göstericilerin çevreye vermiş olduğu herhangi bir zarara tanık olmadığını iddia eden Roth, Başbakan Erdoğan’ın Almanya’da bir gösteriye katılmak istemesi halinde başının üstünde yeri olduğunu belirtti.

 

Claudia Roth, Avrupa Parlamentosu milletvekili Barbara Lochbihler’ün Gezi Parkı eylemleri ile ilgili gözlemlerini Ankara'da düzenlediği basın toplantısında anlattı. Divan Otel’deki toplantıda Claudia Roth’un agresif ve sinirli tavırları dikkati çekti.

 

GEZİ PARKI’NDA VAKİT GEÇİRİYORDUM

 

Alman basının Claudia Roth’un Türkiye’de bulunmasını eleştiren haberlerin hatırlatılması üzerine Roth, Türk-Alman Parlamenterler Birliği temsilcisi üyesi olarak gösterilere katılma hakkı ve görevi olduğunu dile getirdi. Gösterilere katılmadığını ileri süren Roth, “Amacım kaldığım otelden Taksim Meydanı’na gitmekti. İnsanların toplandığını gördüm. Gezi Parkı’nda konser olduğunu gördüm. Zaten oraya gitmek istiyordum. Dostlara rastladım. Eskiden tanıdığım arkadaşlarla görüştüm. Orada vakit geçiriyordum” ifadelerini kullandı.

 

ERDOĞAN’DA ALMANYA’DAKİ GÖSTERİLERE KATILABİLİR

 

Göstericilerin vermiş olduğu herhangi bir zarara tanık olmadığını ileri süren Roth, “Göstericiler, İstanbul’da kalan sayılı yeşil alanlardan birini korumak için harekete geçmiş olduklarını söylüyorlar. Başbakan Erdoğan, Almanya’da bir gösteriye katılmak istiyorsa başımızın üzerinde yeri var. Tayyip Erdoğan demokratik yollarla seçilmiş bir başbakandır. Fakat muhalefetin olmaması eleştiri yapan insanlara izin verilmemesi anlamına gelmiyor. Göstericilere takınılan tavırları ve bunun dünyada yapılan diğer müdahalelerle karşılaştırılmasını da kabul etmiyoruz” dedi.

 

TÜRKİYE'YE KAPILARIN KAPATILMASINI DÜŞÜNMÜYORUZ

 

Avrupa Birliği’nden yükselen Türkiye’yi üyeliğe almayalım sözlerine karşı olduğunu vurgulayan Roth, "Yeşiller Partisi olarak Türkiye’ye kapıların kapatılmasını düşünmüyoruz. Yeni fasıllar açılsın. Müzakerelere başlayalım ve temel meseleleri konuşalım. Meydanlarda ki insanlar Avrupalılardır ve bunun görülmesini istiyoruz” şeklinde konuştu.

 

Yapılan gösterilerin en geniş tabanlı demokrasi hareketi olduğunu öne süren Roth açıklamalarına şöyle devam etti: “Burada sınırsız şiddetin tanığı olduk. İnsanların TOMA’larla kimyasal su püskürtülmesine, plastik mermi kullanımına ve başlatılan insan avına tanık oldum. Divan Otel’de kurulmuş olan revire biber gazı ile yapılan müdahaleyi kınıyoruz. Yaralı sayısını yapılan gözaltılarını yargılıyoruz. Herkes bu harekete katılıyor ve demokratik taleplere karşı açlar. Fikir ve basın özgürlüğü istiyorlar. Bu özgürlüklere karşı gösteri yapıyorlar.

http://www.timeturk.com/tr/2013/06/18/claudia-roth-un-gorevi-eylemlere-katilmakmis.html

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

Avrupa medyası hakarete başladı

 

Gezi olayları sırasında hükümetin tavrını eleştiren ve polisle çatışan eylemleri yansıtan dünya medyası özellikle de Avrupa basını, doğrudan Başbakan Erdoğan'ı hedef alan karalama kampanyasına soyundu.

 

19 Haziran 2013 Çarşamba - 08:56

Taksim Gezi Parkı’ndaki eylemleri yansıtan dünya basın ve yayın kuruluşlarının yaşanan bu süreçte Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a yönelik hakarete varan ithamları da dikkat çekti.

 

Almanya’da yayınlanan bulvar gazetesi Bild Başbakan için “Beton kafalı Erdoğan” ifadesini kullanırken, İngiliz The Telegraph Erdoğan’a “Aklını başına topla”, İtalyan La Repubblica “Erdoğan kaslarını gösterdi” ve Vatikan gazetesi İl Sole 24 Ore internet sayfasında “İmparatorluk rüyası gören Sultan” dedi.

 

Yabancı basının sınır tanımayan yorumları şöyle şekillendi:

 

ALMAN BİLD: Alman Bild Gazetesi Başbakan için ‘Beton kafalı’

FOCUS ESAD’A BENZETTİ: Alman Focus dergisinde, Türkiye uzmanı Udo Steinbach Başbakan Erdoğan’ı “beton kafalı” olmakla suçlayarak Esad’a benzer bir tavır gösterdiğini söyledi. “Erdoğan yeni Hitler mi?” sorusunu ortaya attı.

 

YENİ OSMANLI: Alman TAZ gazetesi Gezi olaylarıyla ilgili haberinde “yeni osmanlı kliseleri. Despotun estetik merağı: Gezi Parkı’nın yerine neden kışla yapmak istiyor. Basbakanın paranoyaları” diye yazdı.

 

ERDOĞAN KASLARINI GÖSTERDİ: İtalyan La Repubblica gazetesi “Erdoğan, kaslarını gösterdi” yorumuna yer verdi.

 

ÇILDIRMIŞ DESPOTU ANDIRIYOR: Alman Der Spiegel dergisi, Erdoğan’ın “dünyanın en büyük ekonomilerinden birinin demokratik seçilmiş başbakanını değil, çıldırmış bir despotu andırdığını” yazdı. Dergi, Erdoğan’ın konuşmasını genel olarak “korkutucu, öfke dolu ve kutuplaştırıcı” olarak betimledi.

 

LA STAMPA ‘SULTAN’A BENZETTİ: İtalyan La Stampa internet sitesinde, “Sultan Recep Tayyip Erdoğan’dan yüz binlerce gencin protesto hareketine demir yumruk” ifadesine yer verildi.

 

VATİKAN ‘SULTAN’ DEDİ: Vatikan’ın günlük ekonomi gazetesi İl Sole 24 Ore ise internet sayfasında “İmparatorluk rüyası gören Sultan”, “Bu kez Erdoğan aldattı” diye yazdı.

 

TELEGRAPH’DAN "AKLINI BAŞINA TOPLA": İngiliz The Telegraph “Akıllı olma zamanı” başlıklı yazıda Erdoğan’a “Aklını başına topla” çağrısı yaptı.

 

(star gazetesi) timteturk´den alınmıştır

Bearbeitet von yilmaz
Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

Taksim sözcüleri Bülent Arınç’a isteklerini sundular. Ne bu istekler bakalım:

(Özellikle istek 7 ve sonrasına dikkat ediniz)

İstek 1 : Gezi parkı park olarak kalmalıdır. Taksim gezi parkına Topçu Kışlası veya herhangi bir bina yapılmamalıdır. Proje iptal edilmelidir.

Görüş: Kabul edilebilir, üstünde konuşulabilir makul bir istek.

İstek2: Atatürk Kültür Merkezinin yıkılmasına ilişkin girişimler durdurulsun.

Görüş: Burası zaten arkasında kalan otopark ile birleştirilip. Daha iyi daha büyük bir bina ile yine adı ATATÜRK KÜLTÜR MERKEZİ kalacak şekilde yeniden inşa edilecekti!

İstek 3: Ankara, İstanbul ve Hatay şehirlerindeki Vali ve emniyet müdürü görevden alınsın.

Görüş: Amacımız kafa karıştırmak değil ama neden seçenekler arasında örneğin “İzmir” yok? Yada başka bir şehir yok? Çok sübjektif bir istek. Burada gerçekten buna kim sebep oldu? Vali mi oldu? Polis mi oldu? Emniyet müdürü mü sebep oldu? Oradaki provokatif gruplar mı sebep oldu?

İstek4: Gaz bombası ve benzeri materyaller kullanılmasın.

Görüş: Vatandaş olarak bunu sonuna kadar destekliyoruz.

İstek5: Gözaltına alınanlar serbest bırakılsın.

Görüş: Hiçbir suçu olmayan normal vatandaşlarımız zaten 1-2 saat içinde serbest bırakılıyor. Lakin 05.06.13 tarihinde yabancı ajanlar yakalandı! Görüntüleri var. Bu kişiler yabancı istihbarat servis elemanlarıdır. Bir kısmı makul bir kısmı makul olmayan bir istek.

İstek 6: Tüm meydanlar kamusal gösteriye açılsın

Görüş: Kabul edilebilir, üstünde konuşulabilir makul bir istek.

İstek 7: 3.köprü yapılmasın!

Görüş: Nedendir bilinmez ama bu görüş aylardır Türkiye’ye karşı birçok Avrupa birliği üyesi ve büyük şirketler tarafından dayatılıyor. Türkiye’nin oradaki ekonomik genleşmesinin önünü kesmek isteyen birçok yabancı düşünce kuruluşu tarafından ayladır bu baskı var.

İstek 8: HES(Hidro Elektrik Santrali) yapılmasın.

Görüş: Yapılmasın ve Türkiye 60milyar dolar cari açık vermeye devam etsin?! Türk ekonomisinin önünü kesmek adına yine önümüze çıkan bir istek! Kimler bunu bize aylardır diretiyor? Almanya ve İngiltere başta olmaz üzere bazı batı ülkeleri!

İstek9: Alevi yurttaşların talepleri kabul edilsin.

Görüş: Yıllardır başbakanın, medyanın, bakanların söylediği bir şey var unutmayalım! :”Alevi vatandaşlara Türkiye Cumhuriyeti haksızlık yapmıştır! Bu haksızlığın giderilmesi gerekmektedir” Alevilere yapılan bazı hatalar ise şuanki hükümetin hataları mıdır? Yoksa darbelerin başımıza getirdiği para babalarının hataları mıdır?

İstek10: Kanal İstanbul Açılmasın!

Görüş: Kanal İstanbul açılmasın diye İngiltere Türkiye’ye aylardır baskı yapıyor! Diyor ki “Montrö anlaşmasına uy! Kanal İstanbul’u sakın açma! Boğazların kullanımıyla ilgili TC adına en küçük bir tasarrufta bulunma. Yani diyor ki: Biz kurtuluş savaşı sırasında seni sıkıştırmıştık. Güçsüzdün imzalattık istediğimiz her şeyi. Şimdi sen o bizim imzalattığımız kalıptan çıkamazsın kanal İstanbul’u açmak gibi bir teşebbüs de bulunamazsın! Nedendir bilinmez İngilizlerin aylardır yıllardır dayattığı bu istek gelmiş bizim gezi parkı listemize nerden girmişse girmiş!

İstek 11: 3.Hava yolu yapılmasın!

Görüş: Türk Hava Yolları, Almanya’nın hava şirketi olan Lufthansa’yı geçmek üzeri! Dünyanın en güçlü hava yolu Lufthansa’dir. THY Lufthansa’yı geçti geçecek. Aralarında kıl payı fark var! İstanbul’a 3.hava yolu açıldığı zaman, Lufthansa’nın Almanya’da yaptığı transferlerin hepsi İstanbul’a taşınacak! Yani ortalama 100milyon yolcu demek bu!

Lufthansa aylardan beri Türkiye’de basın yoluyla 3.havalimanını itibarsızlaştırmaya çalışıyor.

Burada 4 konumuz var!

İngiltere Türkiye’ye şu şekilde tehdit ediyor: “Kanal İstanbul’u açma açarsan Montrö Anlaşmasını bozarsın ve biz artık Türkiye’yi tanımayız” diye yıllardır baskı yapıyor!

Almanya ve Lufthansa aylardır Türk hükümetini ve ulaştırma bakanlığını tehdit ediyor! 100milyon kişilik havalimanını açarsan Almanya’daki Lufthansa hava yolu iptal olur diye aylardır THY’yi, Türkiye cumhuriyetinde %66sı alman sermayesi olan medya da itibarsızlaştırıyorlar. (bkz: yok kırmızı ruj sürdün, etek boyu uzundu kısaydı, THY bunu yaptı, şunu yaptı, ,içkiyi yasakladı! Gibi)

HESler yapılmasın! Neden? Çünkü Almanya ve İngiltere’ye olan bağımlılığımız azalacak. 60milyar verdiğimiz cari açık düşecek!

Bütün bunları birleştirdiğimizde bu koalisyon kendini ele veriyor. Kim oldukları belli!

Bu koalisyonun içinde, Türkiye’deki bankacılık lobisi var, finansal Ergenekon var, uluslar arası finansal lobiler var.

BİZ BURDAN BU LİSTEYİ HAZIRLAYANLARA BİR TEKLİF SUNUYORUZ.

BU LİSTEYE 1 MADDE DAHA EKLEYİN: MADDE ŞU: “KREDİ KARTI GECİKME FAİZİ AYLIK TEFE+TÜFE ORTALAMASINI GEÇMESİN” MADDESİNİ EKLEYİN!

AMA BİLİYORUZ Kİ “EK-LE-YE-MEZ-Sİ-NİZ” ÇÜNKÜ SİZİ YÖNLENDİREN BANKACILIK VE FİNANSAL LOBİDİR!

Samimi kardeşim aç gözünü! Öyle bir tuzağa düşüyorsun ki! İngiltere bir tarafta, Almanya bir tarafta, Lufthansa ve onların içerde uzantısı bir tarafta, bankacılık lobisi bir tarafta, holdingler bir tarafta. Uyan Türk Halkı! Bir tuzağın içindesin!

Aynı oyun 1876 da Osmanlıya karşı oynandı.

Büyük Türkiye’yi bu adamlar istemiyor! Neden? Çünkü küçük Türkiye’yi rahat manipüle ediyorlar, rahat soyuyorlar, rahat kontrol ediyorlar!

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

[h=1]Geleceği gördüm[/h]

SON ÜÇ haftada bu ülkenin üzerine bir kâbus gibi çöken ağır sınanma, pek çok açıdan öğreticiydi. Ölüden diri, karanlıktan aydınlık, geceden gündüz çıkaran bir Kadîr-i Zülcelâl’e iman etmiş insanlar açısından, içinden çok hayırlar çıkması umulan bir şer, çok rahmetler ve nimetler çıkması ümit edilen bir zahmet ve mihnet süreciydi yaşanan. Kimin kim olduğuna, kimin kime dönüşebildiğine, hangi ruh halinin yanlış, hangi davranış biçiminin doğru olduğuna; daha nice nice şeye dair, muazzam bir tecrübe.

 

 

Benim aynama yansıdığı üzere, bir ‘darbe girişimi’ydi yaşanan. Yeni, farklı, ama son tahlilde bildik bir ‘darbe’ girişimi. Bu ülkeden öte, son senelerde bu ülkede ortaya çıkan ve bütün İslâm diyarını kuşatma istidadı bulunan bir istikbali hedef alan bir darbe girişimi. Bediüzzaman’ın yüzyıl önce ‘azametli bahtsız bir kıt’anın reçetesi’ olarak yazdığı Münazarat’ta dile getirdiği üzere, hürriyetin mü’minler için ne anlama geldiğini; ‘Avrupa dinsizleri ile Asya münafıkları’nın ittifakından kurtulup kendi iradesiyle hareket edebilir hale geldiklerinde, ‘ittihad-ı İslâm’ ile mü’minlerin bütün yerkürenin mazlumları için nasıl bir ümit ve imkâna dönüşebileceğini gösteren gelişmelerden sonra, bu gelişmelere dur demek, en azından surda bir gedik açmak üzere tekrar tekrar çalışarak planlanmış bir darbe girişimi.

 

 

Bu süreçte gördüklerimi ve bu sürecin öğrettiklerini, en azından kısmen, birkaç yazıda paylaşma niyetindeyim.

Ve buna, bu sürecin bana gösterdiği, ama yirmi gündür yazılan binlerce yazı, yapılan yüzlerce açık oturum ve edilen binlerce analiz içerisinde bir türlü ‘göremediğim’ bir hususu paylaşmakla başlama niyetindeyim.

Açık ve net ifade edeyim: Bu süreçte ben, geleceği gördüm. Geleceğin iman-küfür, hidayet-dalâlet, hak-bâtıl savaşının kodlarını...

 

 

Bu kodları anlatabilmem için ise, öncelikle, Kur’ân’ın bir dersine ve bir Kur’ân talebesinin bu dersten çıkardığı sonuçlara değinmem gerekiyor.

 

 

Âlemlerin Rabbi, Kur’ân’ında ‘hidayete erdirmeyeceği’ üç topluluğun haberini verir: kâfirler, zalimler ve fâsıklar.

Dikkat edelim: Kur’ân’ın hiçbir âyetinde, âlemlerin Rabbi, bir kâfirin, zalimin veya fâsıkın hidayete ermeyeceğini eremeyeceğini söylüyor değildir. Hidayete ermeyecek olan, bir kâfir, zalim veya fâsık değil; kâfirler, fâsıklar ve zalimler ‘topluluğu’dur. Buna karşılık, en başta Asr-ı Saadette görüldüğü üzere, kendisini içinde olduğu bu ‘topluluk’tan ayrı tutabilen niceleri hidayet bulabilmiştir. Lâkin, hidayetin eşiğine kadar geldiği halde o ‘topluluğa’ karışıp tekrar sapıp gidenler de vardır. Kureyş müşriklerinin elçisi olarak Hz. Peygambere geldiğinde Resulullah aleyhissalatu vesselamın okuduğu Kur’ân âyetleri karşısında kalbi imana yaklaştığı halde, tekrar küfür, zulüm ve fıskı beraberce üzerlerinde taşıyan Kureyş’in müşrikler ‘topluluğu’ arasına karışıp kendisine yazık eden Utbe b. Ebi Rebia bunun en hazin örneğidir.

 

 

Bu âyetler, ‘topluluk’ta oluşan ayartıcı bir dayanışmayı; teke tek hakikate muhatap olma istidadı taşıyan insanların böylesi bir topluluk dayanışması içinde birbirlerini küfürde, zulümde veya fıskta nasıl besleyip teşvik ettiklerini ihsas eder. Böylece, bütün insanlara hakikati tebliğle yükümlü mü’minlere, bir yol da gösterir. (Bu yol, Bediüzzaman’ın ‘bu zamanlar’a dair bir tahlili eşliğinde, belki bir sonraki yazının konusu.)

Sözkonusu âyetlerin öğrettiği bir diğer ders daha vardır. Bu âyetler, insanda varolan üç temel kuvve doğru kullanılmadığında ortaya çıkan sonuca da işaret etmektedir.

 

 

Bir Kur’ân talebesi olarak Bediüzzaman’ın, Kur’ân’ın haber verdiği ‘dağların yüklenemediği ama insanın yüklendiği emanet’in bir veçhesi olarak ‘ene’yi, yani benlik algısını ele aldığı “Otuzuncu Söz”de dile getirdiği üzere, insanın hem her insanın hayatını, hem de insanlık tarihini belirleyen üç temel kuvvesi vardır: (1) kuvve-i akliye, (2) kuvve-i gadabiye, (3) kuvve-i şeheviye.

 

 

Bu üç kuvve de, Fâtır-ı Hakîm tarafından insana o hayatın insanca sürdürebilsin ve Yaratıcısını bütün isimleriyle tanıyarak yaratılmasındaki hikmeti gerçekleştirsin diye verilmiştir.

 

 

En başta kuvve-i akliye, insanın düşünme, doğruyu yanlıştan ayırma, hakikati bulabilme yeteneğini ifade eder. Akıl, hikmet, iman ve marifet içindir. Nitekim, ‘aklı olmayan’ imanla ve amel-i salihle yükümlü değildir. Öte yandan, olan aklını kullanmayan da, aklını düzgün kullanmayıp yahut kötüye kullanıp bâtılı hak, hakkı bâtıl gibi gören ve gösteren de mes’uldür. Ve küfür, aklı düzgün kullanmayışın bir neticesidir.

 

 

Kuvve-i gadabiye ise, insanın ona emanet edilmiş hayatına kasdeden zararlı unsurlardan korunması için verilmiştir. Hikmet üzere çalışan bir aklın idaresinde cesaretle bu emaneti korumakla yükümlüdür insan. Öte yandan, bu kuvvesini kullanmayıp zararlı unsurlara, kötülüğe, şerre karşı boyun eğdiğinde de sorumludur; bu kuvvesini kötüye kullanıp zulme sebebiyet verdiğinde de.

 

 

Aynı şekilde, kuvve-i şeheviye, hayatının devamı için lâzım olan şeylere iştiha duyabilmesi için kendisine verilmiştir. Hayatının devamı için helâl dairede iffetle yol almakla yükümlüdür insan. Öte yandan, bu kuvvesini kullanmadığı durumda da; bu kuvvesini kötüye kullanıp helâl haram demeden ve ayırmadan nefsinin her istediğinin peşine düşmesinden de sorumludur.

 

 

Şimdi, her insanın yaşadığı bu ‘kuvveler’ imkânını (veya imtihanını) insanlar topluluğuna uyarlarsak; kâfirler topluluğu ‘kuvve-i akliye’nin, zalimler topluluğu ‘kuvve-i gadabiye’nin, fâsıklar topluluğu ‘kuvve-i şeheviye’nin düzgün kullanılmayışının veya kötüye kullanılmasının bir eseridir.

 

 

Ve elbette, bu üçü, ille de üç ayrı topluluk olarak varolacak da değildir. Bunlardan sadece birinde haddi aşmak bir topluluğun hidayetine kasdeden bir sapma niteliği taşıdığı halde, ikisini, üçünü birden aynı anda kendisinde toplayanlar da vardır.

 

 

Bu tahlili, daha geniş bir düzleme taşırsak: Vahyi reddeden seküler hümanizme dayalı Batı uygarlığını ve Batının yerkürenin galibi durumuna geldiği andan itibaren İslâm’a ve Müslümanlara karşı giriştiği üç küsur asırlık mücadeleyi bu çerçevede analiz edersek:

 

 

Modern Batı, İslâm’a karşı mücadelesinde bu üç kuvveyi de kullanmıştır. Bir yandan, Allah’ın varlığını red ve inkâr eden ateistleri, öte yandan Allah’ın varlığını kabul etmekle birlikte semavî dinleri, yani ilâhî vahyi ve peygamberleri reddeden deistleriyle; ayrıca, Batının galip konumundan istifadeyle arada Müslümanları İslâm’dan koparıp kendi inancına döndüreceği umuduna kapılmış Hıristiyan misyonerleri ve hele ki bütün akademik maskesine rağmen mü’minlerin aklına dinleri hakkında türlü çeşit şüpheler düşürme ve mü’minleri birbirine düşürme gayretiyle kuşanagelmiş koskoca bir oryantalistler ordusuyla; asırlardır Batı İslâm’a karşı ‘kuvve-i akliye’ cihetinde bir mücadelenin içindedir, ama bu mücadeleden galibiyet devşirmeyi bir türlü başaramamış haldedir. Bilakis müntesiplerinin en zayıf durumda olduğu modern zamanlarda dahi İslâm, en güçlü zamanında Batının içinden Hıristiyanlıktan veya deizmden veya ateizmden kopup İslâm’a seçen milyonlarca muhtedi devşirmiş haldedir.

 

 

İslâm’a karşı bu uğurda oluşturduğu muazzam güce ve dahası İslâm dünyasının neredeyse tamamında eğitim müfredatlarının onların lehine oluşturulmasına rağmen ‘kuvve-i akliye’ üzerinden bir mücadelede başarılı olamayan Batı, ‘kuvve-i gadabiye’ cihetinden, yani doğrudan ordularını, silahı ve şiddeti devreye sokarak da yürütmüştür İslâm’a karşı mücadelesini. Bu ordu, bu şiddet ve silah, ya bizzat Batıya ait olup Batılı ellerle kullanılmış; veya ruhunu Batıya satmış Müslüman isimli zalimler ve muktedirler eliyle. Gelin görün ki, kitabıyla, sözüyle Kur’ân’ı yenemeyen, İngiltere’nin en güçlü zamanında Avâm Kamarasında Gladstone’un bas bas bağırmasına rağmen Kur’ân ile Müslümanların arasını açamayan Batı; orduları, tankı, topu, tüfeği, bombası, zulmü, zalimi, diktatörü ile de bunu başarabilmiş halde değildir. Böylece, belki Müslüman toplumlardaki İslâmî hissiyatı baskı altında tutmuş, belki Bediüzzaman’ın ‘Asya münafıkları’ dediği işbirlikçileri eliyle mü’minlerin ‘ittihad-ı İslâm’ çatısı altında ümmet idrakini fiiliyata taşımasını engelleyen ‘ulus-devlet’ hapishaneleri oluşturmuştur; ama sözle dinlerinden koparamadığı Müslümanları, silahla da dinlerinden koparamamıştır.

Ve şimdi, şu son yıllarda, bütün âlem-i İslâm, doğrudan ‘Avrupa dinsizleri’nin fiilî istilasından kurtulurken bünyelerine iliştirilmiş ‘Asya münafıkları’nın istibdadından da gerçekten kurtulup kendi kaderini tayin edebilir noktaya gelme istidadındadır. Ne ‘Avrupa dinsizleri’nin, ne ‘Asya münafıkları’nın orduları artık Müslümanları korkutmamaktadır. Dahası, birçok Müslüman ülkesinde ordu, artık bu ikilinin kumandasından kurtulup silahını kendi insanına yöneltmekten uzaklaşır durumdadır.

 

 

Bu durumda, İslâm’a karşı yerel-küresel bir ittifak oluşturan seküler ‘konsorsiyum’un elinde, en kullanışlı kuvve olarak, ‘kuvve-i şeheviye’ kalmaktadır. Batı, sözle ve silahla, yani küfürle ve zulümle yenemediği; ‘kâfirler topluluğu’nun ve ‘zalimler topluluğu’nun baş edemediği İslâm’a ve müntesiplerine, bundan böyle, fıskla ve ‘fâsıklar topluluğu’yla hükmetmeyi deneyecektir.

 

 

Bu süreci, on yıl kadar önce Karakalem’in 4. Sayısında, modern dönemlerden postmodern döneme olan seyrin içerisinde irdelemiş; postmodern bir dünyada ‘iman-küfür mücadelesi’nin yeni bir veçheye kavuşacağını ve bundan böyle mücadelenin ‘düşünce’ düzeyinden ziyade ‘yaşam tarzları’ düzeyinde; akıl düzeyinden ziyade nefis ve haz düzeyinde şiddetleneceğine dikkat çekmiştim. (Belirtmem gerek; “Risale Okumaları”mın beşinci kitabı olarak Geleceğe Dönüş’ün merkezinde yer alan bu yazı, hayatıyla ve eseriyle zenginleştiğimiz Bediüzzaman’ın “Otuzikinci Söz”de gerçekleştirdiği, ‘ehl-i dalâletin vekili’yle üç aşamalı harikulâde münazarasından aldığım dersle yazılmıştır.)

 

 

Son yirmi günde, ben işte bu geleceği gördüm. Yirmi günde, maskeler çıkar, saflar belirir, kimileri ‘fabrika ayarları’na döner ve kalblerinde maraz olanlar da kendilerini belli ederken; ben asıl işte bunu gördüm.

Bunun, iki önemli ipucu vardı benim için. Sözümona ‘masum çevre duyarlılığı’ ile takdim edilen, faraza öyle olsa bile savunulamaz bir çapulculuğa, başbakana odaklanmış görünse de esasen dindara ve dine yönelik rezil bir saldırıya ve sefil bir darbe girişimine dönüştüğü halde ‘savunulan’ bu eylemlerin ‘taşıyıcısı’ durumundaki unsurlarda saklıydı bu ipuçları. İlkini, Başbakan Vekili Bülent Arınç’la 5 Haziran’da yaptıkları konuşmanın ardından yaptığı basın açıklamasında Taksim Platformu verdi. Çözün bakalım: Mesele masum bir ‘çevre duyarlılığı’ idiyse, ‘kadın bedenleri üzerinde denetim kuran muhafazakâr erkek politikalarına karşı yükselen ses’in ne alâkası vardı? Ve tarif edilemez bir yıkıcılığa, çapulculuğa dönüştüğünde eylemleri ‘masum’ gösterme adına yine aynı günden itibaren başlayan, bıktırıcı bir şekilde eylemlerin yanında yer alan gazeteci, politikacı, akademisyen, sanatçı her kesim tarafından tekrar tekrar dile getirilen ‘yeni gençler,’ ‘çiçek çocuklar’ söyleminin...

 

 

Şu çok açık: Bu ülke, ümmet ve bütün yerküre, iman-küfür mücadelesinde ‘postmodern’ bir dönemece girdi, giriyor.

 

 

Bundan böyle, bu mücadelede şer cephesi ‘kuvve-i şeheviye’ üzerinden bir saldırıya odaklanacak; imanla ve mü’minle olan mücadelesini nefis ve haz merkezli olarak yapacak; ve bunun için özellikle kadınlar ve gençler üzerine oynayacak... Mücadele çetin ve uzun süreli olacak; evlerimiz, eşlerimiz, çocuklarımız hedef alınacak...

Yirmi günlük yıkıcı şer taarruzunda eteklerdeki taşlar dökülürken, ben perde gerisinde işte bunu gördüm.

 

 

Not: Ama umutsuzluğa da mahal yok. İslâm’ın elçisi Hz. Peygambere ilk iman eden bir kadın (Hz. Hatice), ikincisi bir genç (Hz. Ali) idi çünkü. Yani, Kureyş müşrikleri kaybetmişti. Bugünün küresel ifsat şebekesine karşı, yine biz kazanacağız inşaallah...

 

 

Metin Karabaşoğlu (19.6.2013)

 

 

 

 

 

http://www.karakalem.net/?article=4953

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

19 Haziran 2013 Çarşamba 09:33

[h=1]Said Nursi'den öğrendim: İsyan anında Başbakanı eleştirmem[/h]

Bahadıroğlu, Said Nursi'nin o tarihi sözünü hatırlattı ve dedi ki...

Risale Haber-Haber Merkezi

Yavuz Bahadıroğlu, Gezi Parkı isyanı ile başlayan olaylar bitinceye kadar Başbakan ve hükümeti alenen eleştirmeyeceğini bu ölçüyü Said Nursi'den aldığını söyledi.

Bahadıroğlu, Akit'teki yazısında Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin çok bilinen sözünün hangi tarihi olaya dayandığını açıkladı: "Yıl 1915… Osmanlı Devleti, Çanakkale dâhil, beş cephede varlık mücadelesi veriyor... O sırada İttihad ve Terakki iktidarı var ve Enver Paşa, Padişah’tan sonraki en etkili isimdir… Yunanlılarla Ermeniler, Enver Paşa ile Sadrazam Said Halim Paşa hakkında envai çeşit spekülasyon üretiyorlar. İçimizdeki yandaşlarını da kullanarak her türlü iftirayı fütursuzca atıyorlar. Esasen Paşa’ların (ve tabii İttihad-Terakki iktidarının) eleştirilecek yanları çoktur, ama bu eleştirilerin başka amaçlara yönelik olarak dışarıdan gelmesi ve yedi düvelle savaşan Osmanlı’yı karıştırmayı amaçlaması, Bediüzzaman’ı çok rahatsız ediyor. Enver Paşa ile hükümete yönelik tüm eleştirilerini bıçak gibi kesiyor…

"Bunun sebebini soranlara ise şu tarihi cevabı veriyor: “Ben tokadımı Atranik’le beraber (Ermeni/Taşnak Komitesi Reisi) Enver’e, Venizelos (Yunan Başbakanı) ile beraber Said Halim’e (Osmanlı Sadrazamı) vurmam! Vuran da nazarımda sefildir!” (Sünûhat)."

Tarihi olayı neden hatırlattığını yazan Bahadıroğlu, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı ve hükümeti zaman zaman eleştirdiğini, bunu yine Bediüzzaman'ın “Hakkın hatırı âlidir, başka hatırlara bakılmaz” hükmü çerçevesinde yaptığını ancak son olaylardan sonra tutumunu değiştirdiğini söyledi.

Bahadıroğlu, "Bir karar aldım: Şu bela savuşuncaya, iç ve dış menfaat şebekelerinin oyunu bozuluncaya kadar, Başbakan’ı ve hükümeti alenen eleştirmeyeceğim. Eleştirilerimi başka kanallardan duyuracağım. Çünkü sorumsuzlarla, faiz lobileriyle, borsa cambazlarıyla, tenekeleri Mercedes fiyatına satıp semirdikten sonra terörü destekleyenlerle, İsrail’le, AB ile aynı safta görünmek istemiyorum" dedi.

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

Star, 19 Haziran 2013 Çarşamba 21:14

Alman gazetesinden skandal Türkiye haberi!

 

 

Almanya'da yayın yapan Morganpost gazetesi, İstanbul Taksim'deki Gezi Parkı protestolarını konu alan haberinde skandala imza attı.

Almanya'da yayın yapan Morganpost gazetesi, İstanbul Taksim’deki Gezi Parkı protestolarını konu alan haberinde, eli bağlı bir kadına tekme vuran polis fotoğrafı koyarak, bu polisin Türk polisi olduğunu iddia etti.

 

Bu şiddet görüntüsünün İstanbul Taksim'de yaşandığını belirten haberin, büyük bir yalan olduğu ortaya çıktı.

 

İŞTE O GAZETENİN KÜPÜRÜ

 

http://www.stargazete.com/imgsdisk/2013/06/19/190620132107362533111_3.jpg

 

 

Bu olayın Amerika Birleşik Devletleri'nde 2009 yılının mayıs ayında gerçekleştiği ortaya çıktı.

 

Kadını tekmeleyen polis Lincoln Emniyet Müdürlüğünde çalışan Edward Krawetz isimli Amerikalı bir polis...

 

Amerika'da yaşanan bu olay daha önce de bir çok internet sitesinde haber yapılmıştı.

 

Amerika'da polisi işinden eden o görüntüler 2009 yılında New York Daily News'in internet sitesinde de yer almıştı.(trthaber)

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

Malatya'da Arguvan Belediyesi tarafından işyeri ve yol açmak için bir parktaki 60 ağacın kesilmesi vatandaşların tepkisini çekti.

 

 

İlçedeki belediye hizmet binası arkasında bulunan Hurşit Eren Parkı'ndaki yaklaşık 60 çam ve akasya ağaçtan bazıları kesildi bazıları ise kökünden tamamen söküldü. Bununla birlikte parktaki dinlenme alanları ile tuvaletlerin de yıkılması vatandaşların tepkisini çekti.

http://image.haber7.com/haber/haber7/photos/chpli_belediye_isyeri_icin_agaclari_kesti13719992470_h1041913.jpghttp://image.haber7.com/haber/haber7/archive/arguvanjpg_h886.jpg

 

Mart ayında başlayan çalışmalarda yeni belediye hizmet binası için yol açmak istendiği ve bazı işyerleri yapılmak istenmesi tepkiyi artırdı.

İlçedeki vatandaşlar sürekli ağaçlandırma çalışmalarından bahsedilmesine karşın yol ve işyeri için ağaçların kesilmesine anlam veremediklerini dile getirdi.Çalışmalar belediye internet sayfasında da peyzaj çalışması olarak duyuruldu.

Kaynak: CİHAN HABER

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

Ankara'da Taksim Gezi Parkı olaylarına destek vermek için Dikmen Caddesi'nde toplanıp, Kızılay Meydanı'na inmek isteyen göstericiler gazetecilere saldırdı.

 

23 Haziran 2013 Pazar - 07:51

http://www.timeturk.com/resim/tr/2013/06/23/eylemciler-gazetecilere-saldirdi.jpg

Dikmen Caddesi'nde barikatlar kurarak yolu trafiğe kapatan, polise taş ve şişe atan gruba polis, tazyikli su ve biber gazıyla müdahale etti.

 

Polisin müdahalesiyle ara sokaklara dağılan gruptan bazıları, olayları takip eden AA foto muhabiri Mahmut Serdar Alakuş, DHA kameramanı Tahsin Güner ve İHA muhabiri Osman Özgan'a saldırdı. Tahsin Güner'in cep telefonu saldırganlar tarafından gasp edildi.

 

Darp edilen gazeteciler hastanede tedavi edildikten sonra karakola giderek saldırganlardan şikayetçi oldu.

 

Gösterilerin ardından Dikmen Caddesi'ndeki barikatlar kaldırılarak yol trafiğe yeniden açıldı.

 

(AA)

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

Mustafa Armağan

 

m.armagan@zaman.com.tr

 

*

Abdülaziz’in yaptıramadığı caminin arsasını kimler yağmaladı?

*

 

*

 

Falih Rıfkı Atay’ı bilirsiniz, Atatürk’ün en yakınındaki kalemlerden biri, belki de birincisidir. Bazı gerçekleri açıkça itiraf edebilen nadir Kemalistlerden. Propagandist olmadığı zaman çekilebilen bir Kemalist’tir.

 

*

“Çankaya”nın “Bir şehir yapmak” bölümünü ibretle okumuştum. Bir dönemin talancı zihniyetini pek güzel yansıtan bu bölümü okumayan, 1920’ler ve 1930’larda Ankara’daki köşe dönme hikâyelerinden nasiplenmemiş olur.

 

*** Bu konuyu neden gündeme getiriyorum?* Şundan:

 

*** Şu “Gezici” aydınlarımız var ya, canım Topçu Kışlası’nın yeniden yapılmasına sırf ‘rölövesi’ yok diye karşı çıkanlar, diyesiymişler ki, hükümet o kadar tarihî eseri yeniden yapmaya meraklı ise Swiss Hotel’in yerindeki Şark Kahvesi’ni yapsın da görelim.

 

Söz madem Şark Kahvesi’nden açıldı, biz de diyelim diyeceğimizi:

 

Swiss Hotel’in oraya yapılması tabii ki feci bir hata. Ancak aynı hata, hem de çok daha büyüğü, 1935-40 yıllarında İsmet Paşa ve avanesinin tezgahladığı akıllara zarar bir operasyonla gerçekleşmişti. Peki sizler cami arsası gasp edilerek yaptırılan İnönü Köşkü ve girdiği bütün savaşları kaybetmesiyle meşhur İsmet Paşamızın anlı şanlı heykelinin süslediği İnönü Parkı çatır çatır yapılırken neden ses çıkarmadınız? O zaman yoktunuz belki ama insan bir vakıf arazisinin gaspını tek bir yazısında olsun sorgulamaz mı?

 

Gelin, İnönü Köşkü ve çevresindeki CHP kodamanlarının vakıftan ele geçirdikleri araziyi geri alma girişimini destekleyin de samimi olduğunuza inanalım.

 

Otelin yeri olsun, Şark Kahvesi ve İnönü Köşkü’nün yeri olsun temelleri 1875’te atılan Aziziye Camii’nin arsasıdır ve bir vakıftır. Nitekim Akaretler denilen sıra evler de bu vakfa gelir olsun diye yaptırılmıştır.

 

Şimdi Falih Rıfkı’nın Ankara itiraflarına bakalım, sonra da bir cami arsasının uyanık bir cumhurbaşkanı tarafından nasıl ele geçirildiğini görelim.

 

*

 

(Üstte)* Sultan Abdülaziz’in yapımını başlattığı Aziziye Camii’nin sonradan gasp edilecek arsasındaki kalıntıları (Ressam: Warwick Goble)

 

Ankara’da spekülasyon fırtınası

 

“Çünkü hemen spekülasyona dalmıştık. Herkes saklayıp ileride satmak üzere arsa edinmek hırsına kapılmıştı. Şehir imarlarının başlıca düşmanı spekülasyon olduğunu düşünecek halde bile değildik. Bunlar yeni devletin “kusur”ları değil, “tecrübesizlikleri” idi.”

 

“Ankara’da” diyor, “herkes” diyor Falih Rıfkı, “hırsa kapılmıştı”, “spekülasyona dalmıştı”. “Tecrübesizlik” diye “kusurları” örten bir kılıf da uydurmuş. Güzel. Bir kenara yazıp devam edelim:

 

“Ankara’da milyonlar çalınmıştır. İstanbul’da milyonlar vurulmaktadır.”

 

Ve arkasından şu hüküm cümlesi gelir:

 

“Sabit olmuştur ki, Mustafa Kemal, şapka ve Latin harfleri devrimlerini başarabilecek kadar kuvvetli bir idare kurmuş, fakat bir şehir planını tatbik edebilecek kuvvette bir idare kuramamıştı.”

 

Nasıl? Dediğim kadar var, değil mi? Artık aynı tayfanın İstanbul’da bir cami arsasında ne “milyonlar vurduklarını” görebiliriz.

 

Abdülaziz’in ahı yerde mi kaldı?

 

Sultan Abdülaziz devasa bir cami yaptırmak istiyordu. En uygun yerin, Dolmabahçe Sarayı sırtlarındaki Vişnezade Mahallesi’nde olduğuna karar vermişti. Burada Kanuni’nin yaptırdığı bir camiyle bazı evler vardı. Hepsini bedellerini fazla fazla ödeyerek istimlak ettirdi ve 1875 yılında Aziziye adını alacak caminin inşasını başlattı. Ancak ertesi yıl askeri darbeye maruz kalınca inşaat durdu.

 

4 minareli ve Boğaziçi’nin en güzel mimari eserlerinden biri olacağı belirtilen cami inşaatı yarım kalınca taşlar uzun zaman yerde bekledi; halk bu yüzden oraya “Taşlık” adını verdi. Taşların bir kısmı çevre binalarda kullanıldı.

 

Taşlık 1923 yılından itibaren şahıslara kiralanmış, bir köşesine gazino inşa edilmişti. Buraya 1940’ların sonunda Sedat Hakkı Eldem tarafından bir Şark kahvesi inşa edilecektir.

 

Ancak cami arazisinin başına gelenler pişmiş tavuğun başına gelmedi. 1935’ten itibaren cami arsasına devletlular göz dikti. Taksim’deki Gezi Parkı’na ismini veren ve heykelini de Viyana’ya sipariş veren Cumhurbaşkanı İnönü, cami arsasından parseller satın almaya koyuldu. Ne gariptir ki, müsteşarı Kemal Gedeleç de arsalar satın alıyordu. Onun yanında ise yine CHP’li Maliye Bakanı Fuat Ağralı ile eşinin arsaları çıkacaktı.

 

İmar faaliyeti de başlamakta gecikmedi. Köşkler peş peşe yükselirken camiye ait büyük taşlar ve mermer sütunlar kaldırıldı, temelleri görünmez hale getirildi. Cami arsasından geriye kalan kısım ise 1948 yılında Bakanlar Kurulu kararıyla Belediye’ye devredildi.

 

Söz konusu otelin temelinin 1987’de atıldığını söyleyelim. Son kalan yere de Maçka İnönü Parkı yapılarak ortasına, Gezi Parkı’na konulmak üzere sipariş edilen heykel dikildi. Daha doğrusu cami arsası yağmasına “tüy” dikilmiş oldu.

 

*** İstanbul’un bu gözde mekânındaki spekülasyonlar DP döneminde Meclis’e getirildi (20 Kasım 1950). Sinan Tekelioğlu İçişleri Bakanı Rüknettin Nasuhioğlu’ndan Taşlık’taki yağmayı soruyor. O da cevaplıyor.

 

Tutanaklara göre Belediye Başkanı Lütfi Kırdar, başta İnönü olmak üzere burada ev ve apartman yaptıranlar tarafından bir park yapması ve yolun imar planlarına aykırı olarak evlerinin önünden geçmesi için sıkıştırılmış. Yolun sırf bu şekilde keyfi ve teknik olarak pahalı yaptırılması kamuya pahalıya patlamış ve o devrin parasıyla 2 milyon liraya yakın para dökülmüştür müteahhitlere. Yapılacak parka 3 milyon liraya yakın istimlak parası ödemiş, şimdi hasretle andıkları Şark Kahvesi için de tüyü bitmemiş yetimin hakkından kısılarak 300 bin liraya yakın bir meblağ sarf edilmiştir. Toplam harcama, dudak uçuklatıcıdır: 5 milyon 213 bin 750 lira… (Bu korkunç israfın, “Ne yapalım, savaştayız, paramız mı vardı?” denilerek hayvan yemi karıştırılmış 300 gramlık ekmeğe talim ettirilen milyonların kursağından kesilerek yapıldığını hatırlatalım.)

 

Üstelik İnönü’nün işi gücü yokmuş gibi cami arsasını her nasılsa Emlak Bankası’ndan metrekaresi 1 TL’ye (eve bir liraya) satın alan Cemal Sipahi’den gayet uygun fiyatlarla üç defa arsa satın alıyor, müsteşarı Kemal Gedeleç ile Fuat Ağralı da onu aratmıyorlar. Ve nedense bütün alış-satışlar bu üçlü arasında geçiyor ve aradan 7 yıl geçmesine rağmen nedense fiyatlar da pek artmıyor! İşlem bittikten sonra ise arsa fiyatlarını tut tutabilirsen!

 

*Necip Fazıl bu fahiş spekülasyonları “Yağma Hasan’ın böreği” başlığıyla duyuracak ve soracaktır: “Dünyanın ve tarihin hangi köşesinde bir devlet reisinin zatî (kişisel) nüfuzunu kullanarak ileride 100-150 misli kâr etmek üzere bir malı eline geçirdiği yazılıdır?” (Büyük Doğu, 15 Eylül 1950).

 

Sorgulayacaksanız buyurun, tapu dairesine beraberce gidelim ve bir cami arsasını kimlerin üzerlerine nasıl geçirdiklerini görelim. Bakın, İnönü ailesinin Anadoluhisarı’ndaki yalısının 7,5 milyon liraya satışa çıkarıldığını yazmadım daha…

 

23 Haziran 2013, Pazar

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

“Özür dileyeceksin Der Spiegel!.. Az sonra...”

 

 

Show Haber’i yaptığım günlerdi...

 

Kalbimin ve ruhumun beni götürdüğü yerde oluşan duygularımla harmanlayarak haberleri hazırlıyor, o andaki samimi tepkimi haberlerde doğaçlama veriyordum...

 

Arkadaşlar Alman Der Spiegel dergisinin o haftaki sayısında “Hazreti Muhammed’in resmini bastıklarını” söylediler...

 

Haber toplantısında beynimden vurulmuşa döndüm...

 

O günler; bugünkü gibi dini ve muhafazakar değerlerin peak (zirve) yaptığı günler değildi...

 

Benim açımdan ise durum fark etmiyordu...

 

“Bir dini inancın milyarlarca inançlı insanın için büyük günah” saydığı bir hareketi, milyarlarca Müslüman’ın kutsalı Peygamber’in resmini yayınlamak, derginin kapağına koymak, affedilir, izah edilebilir bir davranış değildi...

 

Gazetecilik bir inanca karşı çıkma mesleği olabilirdi, ama bir inançla alay etme mesleği değildi...

 

Ne Der Spiegel, ne Time, ne Newsweek böyle bir hadsizlik yapamazdı...

 

Ben dindardım veya değildim...

 

Bu benim tercihimdi ve mesele bu değildi...

 

Saygısızlığın daniskası, milyarlarca insanın kutsal bulduğu Peygamber’lerinin “resmini” basarak onları derinden rencide etmek ve bunu güya gazetecilik adına yapmaktı...”

 

***

 

- “Özür dileyeceksin Der Spiegel... diye bir ‘promo’ hazırlayalım...” dedim...

 

- “Özür dileyeceksin Der Spiegel... Bu saygısızlığından dolayı özür dileyeceksin...”

 

Ne Der Spiegel’i, ne uluslararası tröstleri, ne ulusal kartelleri, ne derin güçleri, ne kıymet-i kendinden menkul lobileri, ne Almanya’yı ne Amerika’yı umurumun teki bile saymadığım günlerdi...

 

Verdik yayına ‘promo’yu...

 

Haber bülteni boyunca o çoğu kişiyi ifrit eden promomuz sürekli dönmeye başladı...

 

- “Reha Muhtar birazdan canlı yayında Der Spiegel dergisine cevap verecek!.. Özür dileyeceksin Der Spiegel!.. Az sonra...”

 

***

 

Haberi yayına girdiğimizde ortalık yıkılıyordu...

 

Bant bitip, yönetmenim Caner “Abi geldik sendeyiz” dediğinde, açmıştım ağzımı, yummuştum gözümü...

 

- “Özür dileyeceksin Der Spiegel... Bu davranışından, milyarlarca insana yönelik bu saygısızlığından dolayı özür diyeceksin... Kendini ne zannediyorsun sen?..”

 

***

 

Clinton’ın Türkiye ziyaretini haber bülteninde birinci haber değil, sonlarda bir haber olarak gördüğüm yıllardı...

 

Şöyle demiştim haberi anons ederken;

 

- “Benim Cumhurbaşkanım Amerika’yı ziyaret ettiğinde, Amerikan televizyonları bu haberi kaçıncı haber olarak veriyorsa, ben de Amerikan Başkanı’nın ziyaretini aynı sırada haber olarak veriyorum... Mütekabiliyet yani karşılıklılık bunu gerektiriyor...”

 

Sonraki günlerde sordum arkadaşlara...

 

- “Bunlar özür falan dilediler mi?..” diye...

 

- “Yanlış anlaşılma oldu gibisinden laflar etmişler” dedi arkadaşlar...

 

- “Peki...” dedim, “Biz yapacağımızı yaptık... Rezil rüsva oldular...”

 

***

 

Şimdi o Der Spiegel dergisi bu sefer Türkçe bir kapakla çıkıyormuş...

 

Kapağın başlığı şöyle:

 

- “Boyun eğme...”

 

Dergi Almanya’daki 3 milyon Türk’ün az Almanca bildiğini düşünerek, kendi ana dili yerine, tarihinde ilk kez “Boyun Eğme” başlığıyla 10 sayfalık Türkçe bir ek veriyor...

 

Niye acaba?..

 

Bir uluslararası Alman dergisinin kapağından Almanya’da ve Türkiye’deki insanlara “boyun eğme” başlığıyla yayın yapması nasıl bir gazeteciliktir?..

 

- “İnsanlar Gezi Parkı’nda toplandı dersin... Protesto etti... Biber gazı yedi... Türkiye’nin her tarafında gösteriler yapıldı, yapılıyor... Hükümet mahkeme kararının bekleneceğini söyledi... Karar aleyhte çıkarsa plebisit yapacağını açıkladı...” dersin haberi verir, analizini yayınlarsın...

 

Uluslararası gazetecilik normları budur...

 

Hele hele Der Spiegel gibi “tabloid yayın yapmadığını söyleyen; ciddi ve ağır başlı olduğu iddiasındaki” bir dergi için...

 

***

 

Bunu; böyle yapılması gerektiğini Der Spiegel’in yöneticileri bilmez mi?..

 

Hele kendi ülkesinde olmayan bir protesto gösterisinde “Boyun Eğme diye pankart açmanın” değil gazetecilik, asgari ahlak kurallarıyla izah edilemeyeceğini bilmez mi?..

 

Topçu Kışlası’nın o Taksim’e yapılmasını ne kadar istemiyorsam, onu protesto eden gençleri ne kadar temiz, nahif ve demokrat buluyorsam, seni de bir o kadar hesaplı, derin bağlantılı, operasyonel güçlerin bir tür tetikçisi, belki de organizatörü olarak görüyorum Der Spiegel...

 

Nereye boyun eğmeyeceğim şunu bana bir anlatsana Der Spiegel...

 

NEREYE BOYUN EĞMEYECEĞİM DER SPİEGEL?.. SAKIN ‘GÜNEYDOĞU’DAKİ BARIŞA OLMASIN?..’

 

Hayatın görünen gibi değil, görünmeyenlerden oluştuğunu, lobilerin, çıkar gruplarının, devletlerin hayati çıkarlarının, ideolojiler ve ekolojik talepler şeklinde, kamuoyuna sunulduğunu yazıyorum günlerdir...

 

Der Spiegel dergisi aniden, Türkçe olarak “Boyun Eğmeyeceksin” kapağıyla çıkmaya karar verdi bu hafta...

 

Nereye boyun eğmeyeceğim Der Spiegel?..

 

Topçu Kışlası’naysa ona zaten senin deyiminle boyun eğmedik...

 

Demokratik protesto hakkımızı kullandık, Topçu Kışlası’nın yapımını çıkmaz ayın son Çarşamba’sına ertelettik...

 

Mahkeme, bir sonraki mahkeme, daha sonraki mahkeme derken uzun ve çetrefilli bir süreç sonucu karar çıkacak...

 

Karar gençlerin istemediği şekilde çıkarsa, bu kez de plebisit yapılacak...

 

Yani ölme eşşeğim ölme...

 

Şimdi “Neye boyun eğmeyeceğim”i söyler misin bana Der Spiegel?..

 

***

 

Taksim’e AVM yapılmasına mı?..

 

Demokratik protestolar sonunda, Taksim’e AVM yapılması fikriyatından vazgeçildi...

 

Taksim’e AVM falan yapılmıyor...

 

Peki ben şimdi senin için neye boyun eğmeyeceğim Der Spiegel?..

 

Ağaçların kesilmesine mi, yeşilin yok edilmesine mi?..

 

Bu protestolardan sonra zaten ağaç da kesilmiyor, yeşil de gitmiyor...

 

Hiçbir şey yapılmıyor...

 

Mahkeme kararı bekleniyor...

 

Benim şimdi neye boyun eğmememi istiyorsun Der Spiegel?..

 

***

 

Yoksa Lufthansa, Türk Hava Yolları’na geçilmesin, dünyanın birinci hava yolları THY olmasın diye, İstanbul’a yapılacak üçüncü havaalanına mı boyun eğmememizi istiyorsun Der Spiegel?..

 

Durup dururken öyle bir istek gelmişti çünkü, Taksim Komitesi’nden...

 

Her nedense birileri havalanının yapılmasını istemiyordu...

 

Kanal İstanbul projesinin rafa kalkmasını şart olarak öne sürüyordu......

 

Bunlara mı boyun eğmememi istiyorsun Der Spiegel?..

 

Senin Lufthansa’n en iyi havayolları olarak kalsın diye mi üçüncü havaalanına hayır diyeyim Der Spiegel?..

 

Kanal İstanbul’u mu rafa kaldırayım?..

 

Bunları mı istiyorsun?..

 

Başkaca bir isteğin var mı çekinme söyle!..

 

***

 

Güneydoğu’da sağlanmaya çalışılan “barışa da mı boyun eğmeyeyim istiyorsun Der Spiegel...”

 

Şunu açık söylesene...

 

Şu PKK meselesi bitmesin istiyor olmayasın sakın?..

 

Şu terör devam etsin, şu savaş bitmesin, şu PKK’nın yıllardır Almanya üzerinden yaptığı ticaret bitmesin diyor olmayasın Der Spiegel?..

 

Açık söylesene?..

 

Neye boyun eğmemi istemiyorsun Der Spiegel?..

 

MCCARTY’CİLİK YAPMAM FAKAT...

 

Başbakanların düşürülmeleri, darbeler ve darbe biçimleriyle ilgili, güncel olaylar gerektirdikçe, “Büyüklere Masallar” şeklinde yazılar yazıyorum...

 

Bu yazıları yazmaktaki amacım, Türkiye’de bazı çevrelerde “derin izleriyle varolduğuna inandığım bir siyasi ezberi” bozmak ve bir daha yapılmamasını sağlamak...

 

Ecevit’e yapılanları anlatıyorum ki, karşı çıktığımız insanlara protesto hakkımızı kullanırken, toplumun seçim hakkını da çiğnemeyelim...

 

Demokrasiyi protestolarla, yürüyüşlerle taçlandırırken, seçimi ve sandığı göz ardı etmeyelim...

 

“Kriz yaratıp” abidik kubidik yöntemlerle iktidarları düşürmek yerine, demokratik protestolar ve yürüyüşlerle sandık üzerinde etkin olmaya çalışalım...

 

Bu yazılar geçmişten “mahkumiyetler” üretmek için değil, geleceğe “özgürlükler” toplamak için kaleme alınıyor...

 

***

 

Yazılarda isim vermeme nedenim bu...

 

Bir dava ve tabikat konusu olmamaları için sonsuz özen gösteriyorum...

 

Doğrusu 10 yıl 15 yıl öncesinden gelen davaların ve cezaevi günlerinin artık bitmesi ve toplumsal barışın sağlanması gerektiğine inanıyorum...

 

Böyle davranma nedenim ve bazı davalardan bahsetmemeye özen gösterme sebebim, yeni adli süreçlerde benim olumsuz bir dahlimin olmaması...

 

Bunu kişisel zaafım olarak olarak değerlendiren mütakbel potansiyel muzdaripler varsa...

 

Bunu benim kişisel zaafım veya ürküntüm olarak değerlendiren varsa onlara şöyle söyleyeyim...

 

Adli sürecin devam ettiği konularda isim vermeden sadece entelektüel hesaplaşmayla yetinmem, yıllar sonra kimselerin yeni bir mağduriyetle karşılaşmalarını istemememden kaynaklanıyor...

 

Bunu Türkiye için yapıyorum...

 

Elimde derin bir külliyata haiz olan, bilgileri “geçmişten kaynaklanacak mahkumiyetler için değil, gelecek için toplanacak özgürlükler için” özenle tasnif etmekteyim...

 

Yanlış anlaşılmasın bu nahif istek...

 

Kısaca; Der Spiegel’leşmeyelim bence!..

 

 

 

 

Reha Muhtar, Vatan, 23.06.2013

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

[h=1]Kimseyi aptal yerine koymayın!..[/h]

 

 

Hayatıma ilk şekil veren yıllar siyasi protestolar, mücadeleler ve sokaklarda geçti...

 

Daha önceden de yazdığım gibi “sokakları severim” ben...

 

Sokak özgürlüktür...

 

Protesto bir tür demokrasidir...

 

Direniş onurdur...

 

Rezistansiyalizm kutsal, egzistansiyalizm karizmatiktir...

 

Gezi Parkı gösterileri de böyledir...

 

Gençlik özgürlük, demokrasi ve farklılık arzu etmektedir...

 

Buna sempati duymamam, kendimi inkar etmek demektir...

 

***

 

Ne ki buna sempati duyarken, “Bitmek bilmeden süren, bir krize dönüştürülmeye çalışılan eylemlerin neden ve kimler tarafından hangi amaçla sürdürüldüğünü anlamamak” ise aptallıktır...

 

Almanya; “Türkiye’nin, Avrupa Birliği’yle görüşme fasıllarının açılmamasını istiyor...

 

Türkiye’nin kınanmasını, ilişkilerin birkaç ay süreyle dondurulmasını arzuluyor...”

 

- “Türkiye Avrupa Birliği’ne üye olamaz... İmtiyazlı ortak da olamaz...” diye buyuruyor...

 

Berlin, Gezi Parkı’ndaki masum gençleri düşünerek, acılarını ta içlerinde derinden hissederek, bağrına taş basarak bu “acımasız” kararları almıyor...

 

***

 

Almanya barış süreci başladığından beri, Kuzey Irak’taki petrollerin kontrollerinin başka ellere geçeceğinden endişeli...

 

PKK’yla savaşı bitiren Türkiye’nin Kuzey Irak’ta etkinleşmesinin, petrol üstündeki geçiş kontrolünün, Kerkük ve Musul’daki dolaylı varlığının yaratacağı etkiden çok rahatsız...

 

Barış sürecinin devam edecek olması, savaşın sonlanma ihtimali, Almanya ve Avrupa devletlerinin bazılarını ürkütüyor...

 

Açıkça söyleyelim...

 

Avrupa bir dönem Türkiye’ye el altından, “Güneydoğu’yu bırakma karşılığında, Türkiye’nin Batı’sının Avrupa Birliği’ne tam üye olmasından” bahsediyordu...

 

Plan buydu...

 

O günlerde bazı ünlü ve kamuoyunu etkileyen gazeteci yazarların “neden federasyon olmasın ki” sorusunu sormalarının altında yatan ince hesap da buydu...

 

***

 

Türkiye Obama’nın çevresinin de desteğiyle, bu formüle ‘Evet’ demeyip, PKK’yla savaşı bitirmeye ve bu yolla Kuzey Irak’taki Kürt bölgesi üzerinde de etkili olmayı seçince, hesaplar altüst oldu...

 

Kuzey Irak’taki petrol bölgesini dolaylı kontrol eden, Güneydoğu’suyla barışmış bir Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne istemiyorlar...

 

Böyle bir Türkiye’den korkuyorlar...

 

Planları da buna engellemeye yönelik...

 

***

 

Geçmişim sokak gösterilerinden, direnişlerden, protestolardan gelir...

 

Bunları demokratik, insani ve özgürlüklerden yana bulurum...

 

Bu bağlamda Gezi Parkı gençlerine sempati duymamam mümkün değil...

 

Ne ki;

 

Bunca yıllık gazetecilikten, uluslararası muhabirlikten, siyasi müktesebattan sonra, bu uluslararası hesabı görmüyorsam, kendimi aptal hissederim...

 

Aptal değilim ve birilerinin beni aptal yerine koymasından da acayip ifrit oluyorum...

 

 

Reha Muhtar, Vatan, 25.06.2013

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

CHP'DEN FRANKFURT'U SEVİNDİRECEK HABER

CHP, İstanbul 3. Havalimanı ihalesinin iptali için Danıştay yolunda

 

*

 

01.07.2013

 

*

 

İstanbul’a yapılması planlanan 3. havalimanında şok gelişme. Cumhuriyet Halk Partisi, Almanya’nın en büyük havalimanı Frankfurt’a rakip olarak görülen İstanbul’daki yeni havalimanı ihalesinin iptali için düğmeye bastı.

CHP İstanbul Milletvekili Aykut Erdoğdu, İstanbul’a 3. havalimanı ihalesinin iptali için Danıştay’a başvuracaklarını duydurdu.

Erdoğdu, TBMM’de düzenlediği basın toplantısında, 3. havalimanının ihalesinin 3 Mayıs 2013 tarihinde gerçekliştirildiğini hatırlatarak, finansal, kentsel ve çevresel etkileri açısından halkı yakından ilgilendiren bu projenin hiçbir sürecinin şeffaf olarak gerçekleştirilmediğini söyledi.

Erdoğdu, projeye ilişkin başta “Çevresel Etki Değerlendirme” raporu olmak üzere ihale şartnamesi, sözleşme gibi belgelerin kamuoyundan ve hatta ana muhalefet partisinden gizlendiğini ileri sürdü.

CHP’li vekil, bu konuda Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’ın yaptığı açıklamaların eksik ve kamuyonu yanlış yönlendirici nitelikte olduğunu iddia etti.

*

 

Zaman

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

  • 2 Wochen später...

Vaiz ve diktatör

 

Ben izlememiştim. Birileri hatırlatınca internetten izledim. Sadece tartışma anını.

Ersoy Dede'nin programında Fatih Tezcan, Hoca Efendi'yi emekli vaiz diye eleştirince Bugün Gazetesi yazarı Nuh Gönültaş da bunu Hoca Efendiye maksatlı bir hakaret sayıp programı terk ediyor. Gördüğüm bu.

Hemen söyleyeyim her iki tavrı da yakışık bulmadım. Tezcan'ın Vaiz'i küçümsemesini de, Gönültaş'ın alınmasını da…Hz. İsa da bir vaizdi. Vaiz olmanın nasih olmanın neresi kötü? Bediuzzaman ‘bana evliya muamelesi yapmayın, ben hocayım' diyor. Bundan gocunacak ne var ki!

Ama belli ki Fatih bey hazırlıklı gelmiş. ‘Öfkesi içinde saklı' bir dil kullanıyor. Cemaatin bir parti gibi davranmasına bozulmuş herhalde. O yüzden de ‘vaiz' kelimesini -bir tür- tezyif maksatlı kullanıyor. Hoca Efendi'ye siyasi lider muamelesi yapıyor. Haksızlık ediyor. Çünkü bir din adamı, bir ehlullah, bir mürşid, siyasi bir lider gibi eleştirilemez.

Ve şu da beklenemez: Oyunu ver kenara çekil. Ben her şeyi yaparım, bilirim. Yok böyle bir şey.

Bu kadar geniş bir kitle üzerinde müessir olan ve size oy veren bir zatı elbette ki dinleyeceksiniz. Elbette siyaseten beklentileri olacak ve karşılanmadığı zaman da tavır koyacak. Sen cemaatlerin oyunu alıp sonra onları bir kenara atamazsın. İnsanlar siyaset ve siyasetçi üzerinde müessir olmak için boşuna mı STK'lar oluşturuyorlar. Cemaat de bir tür STK'dır. Ve siyasetten beklentileri olacaktır.

Siyasetten ve siyasetçiden bir takım talepleri var diye yine de bir cemaat lideri, bir siyasetçi gibi eleştirilemez. Ama maalesef İslamcı siyaset yaklaşımı tüm kategorileri birbirine kattı. Onlar sayesinde ‘tebliğ' ile ‘reklam' aynılaştı. ‘Cihad'ile ‘siyasi propaganda' bir sanıldı. Bir partiyi iktidara taşıma çabası ile dini tebliğ etmek aynı esaslar üzerine oturtuldu. Ve tabii bir din adamının veya ehlullah bir zatın eleştirilmesi ile siyasi bir liderin eleştirilmesi bir tutuldu. Bu yüzden de sonunda İslam= öfke, İslam=kırıp dökmek, İslam= kontrolsüz öfke, İslam=terör yaftaları yapıştırıldı.

Bu konuyu uzun uzun anlatmaya yetecek örneklerim var. Siyaset ehli nasıl eleştirilir, din adamları hangi yönleriyle eleştirilir, kanaat önderlerinde eleştirilmesi gereken nedir, adabı nasıl olur vs… ama gerek yok. Literatürümüz bunun örnekleri ile doludur.

Esasında bu tür konuların tartışılacağı bir zemin yok henüz. Çünkü herkesin kendi şeyhi merkez diğerleri taşra… Bugün İslam, çok merkezli ve müşterek bir çatısı da kalmamış bir harabe yurda dönmüşse sebebi biraz da bu anlayıştır. Her fesatçı rahatlıkla aramıza fit sokabiliyor.

Cemaatler Parti, Partiler Cemaat Gibi

Şunu da belirteyim ki Fatih Tezcan kardeşim de bütün bütün haksız değil. Çünkü cemaatlerimiz, maalesef fırsat düşünce"ötekini de Allah yarattı" demiyorlar. Hatta daha da bencil olabiliyorlar. Hani yakınıyoruz ya Ak Parti sadece kendinden olanları işe alıyor diye. Cemaat mensupları kendilerinden olmayana selam bile vermiyorlar. Bu noktada bir kıyaslama yapılacak olursa, partilerin ‘ötekini' kuşatıcılığı cemaatlerle kıyaslanmayacak kadar geniştir. Ak Parti, birçok cemaatten çok çok daha kuşatıcı ve sahiplenicidir. Bu problem maalesef tüm İslam yurtlarının belasıdır. İslam kardeşliğiymiş, dindaşlıkmış kimsenin umurunda değil!

Kur'an'da, ‘müminlerin bölük pörçük olmalarına yol açan hallerin en tehlikelisi' olarak anılan "Her parti/her cemaat elindeki ile ‘sevindirik' olmuş" (İnananlar(müminun) Suresi, 53) ayeti maalesef, bu zamanda tam tahakkuk etmiş. Hiç kimse diğerlerinin elindekine tenezzül etmiyor. Tenezzül etmek şöyle dursun, bir hakikati olabileceğine dahi ihtimal vermiyor. Sorsan bir yığın amelî mezhebin hak olduğunu söyler. Ama bir ayeti, bir hadisi, onun şeyhinin söylediğinin haricinde tefsir etsen hemen seni dinden çıkarır. Kısacası cemaatler de parti olmuş; nasıl ki partiler cemaat gibi olmuşsa…

Oysa "şeriatın zahirine açıkça muhalefet etmemek kaydıyla" her hal, Kur'an'ın çerçevesi içine girer.

Eğer siz dinî bir cemaati, mensuplarından bir kısmının hataları ve ahlaksızlıklarıyla değerlendirip, sonra da o hataları cemaatin liderine teşmil ederseniz, hata edersiniz. Cemaatte görülen kötü halleri, olduğu gibi şeyhe atfederseniz, yine hata edersiniz. Resulullah, Nebi-i Zişan iken bile etrafında bir yığın münafık vardı. Üstelik onun dostları eshab idi. Bu mübareklerin eshabı bizleriz. Çoğumuz nefsin elinde oyuncak olmuşken bu zatlar bize ne yapsın. Günahlarımız için tövbe istiğfar etmekten başka…

Geçenlerde Kevser Saki adlı okurum, gönderdiği bir eleştiri mailinde o kadar güzel bir cümle sarf etmişti ki hayran oldum. Bu zamanın mürşitlerinin, neden en büyükler olduğunu izah ederken, "çünkü onlar bizim gibi cahil, edepten mahrum, dini terbiyeden yoksun kimseleri zabt u rapt ediyorlar…" demeye getirmiş. Hak vermemek elde değil. Evet, hakikaten bizim gibi zor, cahil ve edepsizlikte zirve yapmış Müslümanları İslam dairesi içinde tutmak, onlara sahip çıkabilmek tek başına büyüklük nişanesidir. O mübareklerin işinin ne kadar ağır olduğunu bilip öyle eleştirmeli…

Bu zatların etrafında bir yığın menfaatperest veya iman açısından zayıf kimselerin bulunmasını kim önleyebilir? Peygamber efendimiz, "Benim ümmetimin en hayırlısı benimle beraber olanlardır. Sonra, sonra gelenler ve hakeza.." buyurmuş. O'nun etrafında bile münafıklar var olduğuna göre… Bu günleri siz düşünün! Onlardan birinin hatasıyla bir cemaati veya lideri kınamak insaflı olur mu?

Neden Eleştirilmemeli?

Bediuzzaman, Nur talebelerini (Kastamonu Lahikası, Ferd-i ferid bahsi) , diğer cemaatlerin liderlerini eleştirmemeleri hususunda sıkı sıkı tembih eder. "Çünkü bir yığın insan var ki o zatların ipi ile din dairesine girip bağlanmışlardır. Siz o ipi keserseniz, yani cemaat liderini eleştirip, bağlılarının gözünde küçültürseniz, onun vasıtasıyla dine bağlanmış insanları dinden soğutursunuz, din bağlarını çözmüş olursunuz" der. Buna da hakkınız yoktur, çünkü bu fesattır. O insanların ahiretine zarar verirsiniz. Buna değer mi?

Mesela orada oturan üçüncü gazeteci İsmail Kapan Bey! O da tasavvuf edebi almış güzel bir insan. Tartışmadan son derece rahatsızdı ve bu yüzüne yansımıştı. Çünkü onun da mensup olduğu bir zat var ki silsileten ta Rasulullah'a ulaşır. Eğer Fatih Tezcan, kalkıp aynı şekilde onun bağlı olduğu zatı eleştirseydi, Nuh Gönül taş'ın yaptığı kadar sert olmasa da, o da benzer bir duruş sergilerdi. Öyleyse bir cemaat liderinin eleştirisi ile bir siyasetçinin eleştirisi aynı olmamalı. Eleştirisinde aynı dil kullanılmamalı. Tabii eğer, sizin o zatın hakkaniyetine bir inancınız varsa.

Ben öyle sanıyorum ki, Fatih kardeşimizin sıkıntısı daha derinde. Hoca Efendi'nin duruşunu, geleneksel İslami duruş ile izah edemiyor. Mamafih geleneksel İslami anlayıştan gelenlerin Risale-i Nur'a ve onun, meseleleri ele alış tarzına hep itirazları olmuştur. Özellikle de siyasetçiler… Mesela uzun süre, Nurcuların AP'ye oy vermeleri, onları Milli Görüşçülerin gözünde farklı bir yere koymuştur. Nur cemaatlerinin ‘demokrat çizgiye' yakın durmalarını asla anlayamamışlardır…

Bir gün Fatih Tezcan kardeşimizle aynı siyasi çizgiden gelen birisine Bediuzzaman hakkındaki fikrini sordum. "O faydacıdır/Oportünisttir" dedi -Ne demekse?-. Güya onu, bir tür aşkın bir yaklaşım olan tasavvufu bilmemekle, fırsatçılıkla itham etti, küçümsedi. Tabii kastı küçümsemek, itham etmek değildi. Ama tavrından o çıkıyordu. Onun gibi birkaç tanesini cebinden çıkarabilirdi… Çünkü kendisi hukuk okumuş, ardından sosyoloji okumuş. Bediuzzaman ise üç aylık tahsili olan bir adamdı. O kesimin, RN'den beslendiğini saklamayan Hoca Efendi'ye bakışı da o çerçevededir. Basit bir vaiz!

Ona sordum ‘Hangi kitabını okudun da bu yargıya vardın?' Bir iki isim söyledi ama aslında cevap," hiç biri!" idi. Çünkü okumaya ihtiyaç bile duymamıştı. Zaten bu, önemli de değildi. Çünkü dâhil olduğu siyasi/İslami kimlik, Risaleleri‘öteki' görüyordu.

Ben isterdim ki, "şu kitabını okudum, şurada şöyle demiş. Ve bu, şu ayete ve hadise aykırıdır vs." desin. Yahut da, "ben onun dünya görüşünü benimsemiyorum arkadaş" desin çıksın.

Geçenlerde Adıyaman'a gitmiştim. Buraya kadar gelmişken mübareği ziyaret etmemek yakışık almaz dedim ve "uygun olursa elini öpüp duasını alalım" diye dergâhına vardım. Namazdan sonra ilgilere kendimi tanıttım ve onu görüp duasını almak istediğini söyledim. "Sultanımız hasta" dediler. "Eğer tövbe edip el alacaksan, yani onun bağlısı olacaksan seni görüştürelim, yoksa vakti yok"

Ben de "o maksatla gelmemiştim" dedim. "Ben kendimce RN'ye müntesibim. Ama mübareği görüp, elini öpmek ve duasını almak da isterim"

Kabul görmedi. Hiç de kırılmadım, hiç de eleştirmedim. Bana ‘hayır' diyen kendince hayır dedi. O mübareğin haberi bile olmadı! Elbette ki talebim kabul görseydi hoşnut olacaktım. Olmadı. Ya nasip deyip ayrıldım. O zat kendince vazifesini yaptı. Şimdi "Vay beni kabul etmediler" diye eleştirmeye hakkım var mı? Hayır!

Siyasi Lider Eleştirilebilir

Ama bir siyasi lider, çevresindeki herkesi abad ederken, o şeylerde(makam, mansıp vs) hakkı olan bir diğerini, sadece kendinden değildir diye mahrum ediyorsa -ki bu Türkiye'de hep vardır- bu eleştirilir. Hatta eleştirinin de ötesine geçilebilir. Çünkü dünya nimetidir. Ve siyasetçi, dünya rantını pay edendir. Onda herkesin hakkı vardır. Adil olmadığı düşünüldüğünde, yapan Hz. Osman (ra) da olsa eleştirilir.

Tabii ki eleştiri Hz. Osman'ın sahabiyet makamına yönelik değildi. Bir yönetici olarak dünya rantını pay etme şekline idi. İnsanlar uygulamalara bakarak yapılanların adil olmadığını düşündüler. Kimse onun ‘cennetlik' olduğundan şüpheye düşmedi. Cennetlik birinin akrabalarını kayırmasını akıllarına sığdıramadılar ve itiraz ettiler. Nitekim Hz. Ali (ra) de o tepkilerin de etkisiyle halife olur olmaz, ‘devri sabık' yaratıp, Hz. Osman'ın dağıttığı tüm malları o şahıslardan alıp hazineye kattı. Onun bu tavrı da tepki aldı ve Talha ve Zübeyir gibi (ra) zatların, Hz. Ali'nin karşısına geçmelerine sebep oldu. Dolayısıyla bir siyasi liderin eleştirilmesi ile bir mana erinin eleştirilmesi usulü ve tarzı aynı olamaz.

Bir siyasi liderin, -insaf dairesinde kalmak kaydıyla- meşru görünen icraatları bile eleştirilebilir. İşte Hz. Osman'(ra) örneği… Görevleri ekseriyetle akrabalarına tevdi etmesi meşru idi. Ama onun bu tutumu, iktidar dengelerini sarstığı için toplumun kimyasını bozdu. Ve sonunda olan oldu. Meşru olan bir tutum aynı zamanda adil bulunmadığı için derin siyasi kırılmalara sebebiyet verdi.

Mesela siz götürüp malınızı mülkünüzü bir cemaat liderinin, bir mürşidin eteğine bırakırsınız, sahabenin Resulullaha yaptığının bir numunesi olarak. Bu belki ahiretinizi de kurtarır. Ama götürüp servetinizi bir siyasi lidere verseniz, en fazla dünya için yatırım yapmış olursunuz. Hatta belki sonradan gelecek bir başka siyasi ekip o tavrınızdan dolayı sizi cezalandırabilir bile.

Maalesef İslamcı siyaset geleneği, siyasi lideri eleştirmekle cemaat veya tarikat liderlerini eleştirmeyi denk görüyor. Zannımca bu, parti liderliğini bir tür cemaat liderliği sanmalarındandır. Tebliğ ile propagandayı aynı zannederseniz, başbakanı da bir tür halife sanırsınız.

Nitekim Fatih Tezcan kardeşimin tepkisi bunu doğrular nitelikte idi. Gönültaş, "huzurumda Hoca Efendiyi emekli vaiz diyemezsiniz" deyince o da "Siz de Tayyib beyi eleştiremezsiniz" dedi. Gönültaş Sayın Başbakan için nasıl bir ifade kullanmışsa… Biri cemaat lideri, biri başbakan! Cemaat lideri için böyle bir şey söylenebilir ama bir siyasi lider için böyle bir cümle sarf edilmesi abestir!

Bu Tezgaha Düşülmemeli

Benim kanaatim, bu iş bir tezgâh… Bu gençler de bilmeden tezgâha düşüyorlar. Neden mi?

Israrla tekrar edip durduğum bir gerçek var. Diyorum ki, "Ak Parti'nin en büyük başarısı, Nur cemaatlerini, Milli Görüş çizgisinden gelen bir siyasi ekibe oy vermeye razı etmeleridir!"

Bunu yine tekrar ediyorum. Eğer Ak Parti bu başarısını zedeler veya "artık onlara ihtiyacım yok" derse, kesinliklekay-be-der. Cemaatler bir şey kaybetmez. Düşünün ki, Nur cemaatleri tek parti sultasına bile pabuç bırakmayarak bu güne geldiler. Keza ehli tarik Müslümanlar…

Bu cemaatleri, bu hizmetleri yaşatan bu güne getiren parti değildir. Ama partiler, hep bu cemaatlerin var ettiği zemin üzerinde hayat buldular. O zemini kullanıp iktidar oldular. Sonra da her şeyi kendi eserleri sanıp hikmetin gazabına dokundular ve partileri ile birlikte kendileri de tarih oldular.

Şimdi, Ak Parti ile siyaseten baş edemeyenler, darbe girişimleri bile fos çıkanlar cemaat ile AK Parti'yi kapıştırabilir miyiz diye plan yapıyorlar. Onlar da biliyorlar cemaat desteğinin Ak Parti için ne anlama geldiğini…

Dolayısıyla ben bu konuda hiçbir tartışmayı masum göremiyorum. Çünkü doğacak fitnenin yaratacağı inşikak, seksen yıllık bir emeği bir kere daha berhava edecek.

Hâsılı kelam, Fatih Tezcan kardeşimiz, -belli ki içinde çok öfke biriktirmiş- o eleştiriyi yaparken hakka hizmet ettiğini sanıyorsa yanılıyor. Rağbette olmak daima haklı olmayı gerektirmediği gibi, haklı olmak da ‘mergub' olmayı gerektirmez.

Böyle kritik bir zamanda Nuh Gönültaş kardeşimin de o kadar alınganlık göstermesi gerekmezdi. Bazı şeylerin aleniyete dökülmemesi evladır. Yani cemaat ile Parti arasında bir sıkıntı varsa bile aleni edilmemesi gerekir. Bu noktada hassas davranmak öncelikle Ak Partiye düşer.

Zira herkes sinesindeki öfkesini dökmeye kalkışsa, Ak Partiye yönelecek oklar, cemaate isabet edeceğinden çok daha fazladır!

 

Mehmet Ali Bulut, Haber7, 10.07.2013

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

  • 2 Wochen später...

[h=1]Akit Yazarı Gezi Parkı'nda[/h]

Akit'te de yazıları çıkan Habervaktim.com Yazarı Prof. Dr. Namık Açıkgöz, Gezi Parkı olaylarını mürekkephaber'e değerlendirdi. İşte o röportaj:

 

18 Temmuz 2013 Perşembe 11:54

"Gezi eylemlerini, eylemler hakkında en sert yazıları yazan Akit yazarı Prof. Dr. Namık Açıkgöz ile olay yerinde, bizzat Gezi Parkı’nın içinde konuştuk.

Uzun zamandır Namık Hocayla Gezi eylemlerini konuşmak istiyorduk. Ne yalan söyleyeyim röportajı Gezi Parkı’nın içinde yapmayı teklif ettiğimizde Namık Hocanın kabul edeceğini düşünmüyordum. Etti. Gezi’ye geldiğimizde yer yer küçük gruplar sloganlar atıyordu. Yani, bir anlamda Hoca deplasmanda idi.

Prof. Dr. Namık Açıkgöz’e böyle bir ortamda sorduğumuz sorular objektif; Hocanın verdiği cevaplarsa netti.

 

İlk günden beri Gezi Eylemlerini siz de izliyorsunuz. Bununla ilgili çeşitli gazetelerde ve dergilerde yorum ve değerlendirmelerde bulundunuz. Sizce Gezi Eylemleri nedir, neye karşıdır, kim tarafından yapılmıştır, iddia edildiği gibi “faiz lobisi” ve “dış mihrak”ların etkisiyle mi yoksa halkın kendi iç-dinamiğiyle mi gerçekleşmiştir?

Gezi Eylemleri 27 Mayıs günü başladığında, bunu sosyal paylaşım sitelerinde paylaşan arkadaşlarım olmuştu. Ciddiye almamıştım. Bu olayı Greenpeace hareketi gibi; Türkiye’deki Yeşiller hareketi gibi bir hareketin yapmış olduğu masumâne ve çevreci bir eylem olarak görmüştüm. “3-5 ağaç için gençler sokağa dökülüyor veya eylem yapıyor. Bunlar bu eylem esnasında Taksim gibi bir yerde şehrin göbeğinde yeşil bir alanın korunması için gayret sarf ediyorlar.” demiştim. Ama ne zamanki Sırrı Süreyya Önder piyasaya çıktı; bu eylemler yüz değiştirmeye başladı. Bu yüz değiştirmeye başladığı geceden itibâren de olayı ciddi bir şekilde izlemeye başladım. Akşam saat 10.30 gibi eylemi naklen yayınlayan bir kanaldan seyrettim. Orada görülen oydu ki; Türkiye’de devrim olmuş, Levent Kırca’nın da Londra’dan söylediği gibi, İstanbul ele geçirilmiş ve hükümet istifa etmeye hazırlanıyormuş gibi bir hava verilmeye çalışılıyordu. Ben o gece saat 11.00’dan sonra topa girdim. İlk üç gün, Gezi Eylemleri’ni, doğa düşkünü; daha doğrusu ağaçları seven masum gençlerin eylemi olarak görmüştüm Ama Sırrı Süreyya Önder’in piyasaya çıkmasının ardından eylemlerin boyutu değişti.

 

http://www.habervaktim.com/d/other/887752namik-acikgoz-1-001.jpg

Sırrı Süreyya Önder’in ortaya çıkışıyla eylemler siyasi bir boyut mu kazandı demek istiyorsunuz?

Sırrı Süreyya’nın eyleme politik bir amaç zerk ettiğini görüyorum. Bundan sonrasında da, haliyle Türkiyede siyasi parti muhalefetinin çöktüğünü görüyorum. Bu çökmenin doğurduğu boşluk vardı. Bu boşluk özellikle 1990’dan sonra okullarda okumaya başlayan ya da 1990-95 doğumlu kuşağın yaşadığı 10 senelik AK PARTİ iktidarı zamanında ciddi bir muhâlif duruş ortaya çıkarmıştı. Gezi eylemcilerinin duruşu da aslında esası olan bir duruş değil; bu duruş pek çok şeyi bilmeyen bir duruş. Mesela bu kuşak bir eve sabit telefon bağlamanın yıllarca sürdüğünü bilmeyen bir kuşaktır. Telefon ihtiyacı olduğunda tak diye parayı basıp (Tabii, çoğu baba parası) alan bir kuşaktır bu kuşak. Hafızası boş bir genç kuşaktır. Bunlar buzdolabının evlerde lüks olduğunu bilmezler. Bu kuşak her şeyi hazır bulmuş ve hazır bulmanın ötesinde bir tatminsizlik yaşayan bir kuşaktır. Bunlar, otobanda 5. vitesle gitmenin lüksünü yaşayan bir kuşaktır. Ama o yolda hiç viraj görmediler; o yolda hiç yokuş görmediler. Ondan önceki kuşaklar bu yollardaki virajları, yokuşları bilen, yani hayatın zorluklarını bilen kuşaklardı. Şimdiki kuşaklar ise bunları görmediği için, istiyorlar ki otobanda 5. vitesle gitmek yetmez hava yastıklı trenler veya hava yastıklı turbo motorlu otolarla gidelim. Bunların beklentileri mevcut reel durumun çok çok üstündedir. Bunları mevcut iktidar değil; başka iktidarlar da karşılayamaz. Bunlar hızlı tüketimin tatminsizliğiyle kendilerini boşukta hissedip ütopik amaçları ve hedefleri olan bir gençlerden oluşur ve hâliyle istekleri karşılanamaz. İstekleri karşılanmadığı için de bunlar kendilerini bir şekilde dışa vuracaklardır. Bu da son derece doğaldır.

Başbakanın, bu olaylar sırasında 1970’lerde MC hükûmetleri tarafından sıklıkla kullanılan “dış-mihrak” jargonuna başvurduğunu görüyoruz (Hatta Uğur Mumcu, Doğan Avcıoğlu gibi aydınlar o yıllarda bu jargonla ilgili pek çok yazı yazmıştı ve ti’ye alınmıştı hatırlarsanız). Gerçekten “dış mihrak”ların burada bir parmağı olduğuna inanıyor musunuz?

Başlangıç aşamasından son aşamasına nelerin cereyân ettiği ile ilgili istihbarat bilgileri bizim elimizde değil. Devlet yetkilileri dış mihrakların olduğunu söylüyor. Dünya devletleri böyle bir olay olduğunda dış mihrakların etkisinden bahseder. Gelişmiş ülkeler bunu yapmaz. Az gelişmiş ülkelerin tamamı böyle yapar. Amerika’da, İngiltere’de, Fransa’da böyle bir olay olsa “Dış mihraklar!...” denmez. Çünkü bizim dış mihraklarımız bu ülkelerdir. Ama bizim gibi az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerde bunu dış mihraklara bağlayıp rahatlama, toplumun gazını alma temayülü vardır. Dış mihraklar elbette Türkiye’deki en ufak bir olaydan bile nemalanmak için gayret sarf eder. Mesela bu ülke bir ASALA gerçeği yaşadı. 12 Eylül öncesi şiddet olayları yaşadı. PKK meselesini yaşadı. Biz Lozan’dan beri kanayan bir yarayız. Lozan bu ülkenin közünü söndürmemiş; közünün üzerine kül atmıştır. Lozan’dan sonra bu ülkenin kanayan yarası dış mihraklar tarafından çok rahat bir şekilde kanatılacak vaziyette bırakılmıştır. Gezi olayıyla Türkiye yumuşak karnını göstermiştir. Dolayısıyla dış mihraklar bundan sonraki süreçte buradan çalışacaktır.

Ama şöyle bir çelişki yok mu? Bugünkü iktidar son on yıllık bir dönemdir iktidardadır ve 10 yıldır dış-mihraklar diye kast ettiği büyük faiz lobilerinin istediği birçok şeyi yaptığı; daha doğrusu Neo-liberal bir ekonomi anlayışı güttüğü söyleniyor. Böyle bir olayda AK PARTİ’nin “faiz lobisi” karşıtı açıklamalar yapması sizce pek inandırıcı bir nitelik kazanabilir mi?

AK Parti zamanında,Türkiye’de devlet kapitallerinden beslenme skalası genişledi. Eskiden beridir bildiğimiz faiz lobisi de, doğal olarak daha da genişledi. Özal zamanında uyandığı söylenen Anadolu kaplanları da devlet kapitallerinden istifade etmeye başladılar. Dolayısıyla faiz lobisinin devlet kapitalinden aldığı pastadan payı azaldı. Bu gidişten dolayı, bunun getirdiği itici güç de var. İstanbul sanayi cuntası boş durmuyor. Hatırlayın... 1996-97 yılında Rahmetli Erbakan, havuz sistemiyle faizi düşürmeye kalktığında hemen arkasından 28 Şubat oldu.

Evet, Mümtaz’er Türköne de 28 Şubat’ın arkasında büyük sermayenin var olduğunu savunuyordu. Ama Sabancıların ve Koçların AK PARTİ döneminde büyük atılımlar yaptığı söyleniyor. Bunlara bakınca, AK PARTİ bu grupları eleştirirken onlara alttan destek veriyor gibi bir görüntü mü çiziyor sizce?

Herkes kazanırken hiç kimse “şu grup kazanmasın” diyemez. Öyle yaptığı zaman daha büyük sosyal olaylara sebebiyet verilmiş olur.

Öyleyse şu şekilde soralım: Gezi direnişindeki kitlelerin anti-kapitalist duruşunu düşündüğümüzde, bunların da aynı şekilde faiz lobilerine karşı olduğu sonucuna varabiliriz. Bu durumu faiz lobisinin kendisi de gâyet iyi bilir. Buna rağmen sizce, Başbakan neden böyle bir şeyi söylemiş olabilir? Bu topu taca atmak mıdır, yoksa bu söylemin -ekonomi-politik şartları düşündüğümüzde- nesnel bir karşılığı var mıdır?

Başbakan İstanbul sanayi cuntasına gözdağı vermek istiyor. Bu kadar basit. Anadolu sermayesini tuttuğunu göstermek istiyor. Sayın başbakan, bu tutumunda da gâyet haklıdır. Sermayenin tekelleşmesi yerine çoğullaşması son derece doğrudur. Mevcut işleyişte tabii ki eleştirdiğim yönler de var ama 28 Şubatçı sermayenin rest görmesi gerektiğini de düşünüyorum. Bu gençlerin sermayeye karşı olması gibi bir durumu kimse yutmaz. Bu çocukların hepsi üniversite bitince Tekelci sermayenin personeli olmak için can atıyor.

Baskın Oran, konuyla ilgili bir yazısında Anadolu sermayesinin niteliğine değinmişti. Burada, Anadolu sermayesinin yeni yeni büyüdüğü için henüz burjuvalaşamamış olduğunu; bu nedenle kâr hırsı gözünü bürümüş bir şekilde, çevresel hassasiyeti dikkate almadan da her tarafa AVM’ler inşa ettiğini ve Gezi eylemlerinin de buna karşı bir tepki olarak görülmesi gerektiğini dile getirmişti. Siz, Oran’ın bu konu hakkındaki tespitlerine katılıyor musunuz?

Gezi Parkına AVM yapılmasaydı da başka bir yere AVM yapılsaydı, bu gençler karşı çıkacak mıydı? Anadolu’da binlerce yere AVM’ler yapılıyor. Türkiye’de 20 yılda alışveriş kültürü değişti. Anadolu’nun her tarafında AVM var ve halk AVM’lere gezinti yerine gider gibi gidiyorlar. “Şuraya bir AVM yapılmış; gidelim orada gezelim” diyen, AVM’lere gidip vitrin seyreden bir Anadolu halkı var. AVM’ler, alışveriş kültürünün değişmesinin getirdiği bir sonuçtur. Ben taa 1991 yılında yazıp yayınladığım “Ekonomik Kültürün Takdim Boyutu” başlıklı yazımda, bu hususa parmak basmıştım. Peşin olarak söyleyeyim AVM’leri de savunan bir adam değilim. AVM’deki kasiyer kızın helalleşme yetkisi yoktur. Helalleşebileceğim yerden alış veriş yapmayı tercih ederim. Cenazeme bakkal gelir; AVM’ciler değil. Bunun için bakkaldan alışveriş yaparım.

Gezi’de ayaklanan gençliğin size göre en önemli niteliği nedir?

Gezi’deki gençliği bir araya getiren en önemli etken –bence- “tepkisel haz”. Daha doğrusu “tepki duyma hazzı”. Bu gençler, “Ben tepki duyarak zevk yaşıyorum” diyor. Kendince bir takım sorunlar biriktiriyor. O biriktirdiği sorunlara karşı bir tepki ortaya koymaya çalışıyor. Belli ki bu on yıllık bir bıkkınlıktır. Daha doğrusu on yıl aynı siyasi iktidarı görmenin bıkkınlığıdır belki de.

Bir de bu gençler, hayatlarına anlam katmak istiyor; hikâyeleri olsun istiyor. Şimdi,torunlarına anlatacak hikâyeleri oldu.

Peki bu gençlerin hiç mi haklı demokratik talepleri yok?

Ne söylediler demokratik hak olarak? Bir şey söylemediler ki... Eğitimle, öğretimle, demokrasinin işleyişiyle ilgili hiçbir şey söylemediler. Tek söyledikleri “hükümet istifa” oldu. Ayrıntısız ve totalci bir yaklaşımdır bu ve tabii ki, toptan bir reddiye ile karşılaştılar.

 

http://www.habervaktim.com/d/other/781008namik-acikgoz-3-001.jpg

Gençlerin tepkilerinden birisi iktidarın, güçler ayrımını ihlâline yönelikti. Başbakanın da söylemlerine yansıdığı şekliyle “benim valim”, “benim polisim” vs. gibi ifâdeleri de göz önünde bulundurduğumuzda, eylemci gençliğin çokça rahatsızlık duyduğu bu ayrımın ihlâli hususûnu düşünmekte fayda yok mu?

Bu gençler yasama, yürütme ve yargının ayrı olduğunu bilmezler. “Güçler Ayrılığı” konusunu çoğunun bildiğini sanmıyorum.

Peki en azından, Başbakanın “ben istediğimi yaparım” türü söylemleri bu gençleri rahatsız etmiş olamaz mı?

Seçilmişlerin 1. tekil şahıs kullanması beni her zaman rahatsız etmiştir. Bu bir rektör de olabilir. Sürekli “benim üniversitem” derse ben rahatsız olurum. Başbakanın “benim polisim” demesi, Demirel’in’in “Benim işçim, benim köylüm, benim memurum...” demesi gibi… Ama bunun saltanatla özdeşleştirilerek empoze edilmesi de buna sebebiyet vermiş olabilir. Yakın geçmişte reddettiğimiz bir saltanat varken bunu hatırlatan cümleler kullanarak, iktidarın 1. tekil şahıslı söylemlerini eleştirmiş olabilirler.

Gençlerin bir başka önemli talebi de %10 seçim barajının kaldırılmasıydı…

Seçim barajı kaldırıldı diyelim… Ne olacak? Mesela Ak Parti 326 değil de 300 milletvekili çıkaracak. Geri kalan milletvekili diğer partilere dağıtılmış olacak. %10 seçim barajı parti içi koalisyonları teşkil eden bir durum. %10 barajı, parti içi koalisyonlarla çözümü getirmiştir. Bugün Ak Parti’nin sadece Millî Görüşçülerden oluştuğunu söyleyemeyiz. Orada liberal de var, muhafazakâr da var, ülkücü de var....

Özetle, bu gençlerin AK PARTİ’nin antidemokratik uygulamalarına değil de kendi hevesleri uğruna mı ayaklandığını düşünüyorsunuz?

Biraz önce söyledim: Gençler tepkilerini özgürce kullanarak bir “tepki gösterme hazzı”; “otoriteye karşı diklenme hazzı” yaşıyorlar. Bu bir hedonizmdir. Üstelik bu gençlik, hafızası sadece tüketime endekslenmiş bir gençliktir. İnsanlığın derin tecrübesinden maalesef ki habersiz bir gençliktir. Biraz önce şurada eylem yapan gençlere “Raskolnikov kimdir desek, Jean Valjean kimdir desek?” bilmezler. Bunlar Leyla ile Mecnun’u, Hafız’ı okumamışlardır. Goethe’nin Genç Werther’in Izdırapları”ndan bahset; bilmezler. Marx’ın “artık değer teorisi”nden bahset, “O ne la?...” derler. Da Vinci’nin Şifresi, Yüzüklerin Efendisi, Harry Potter okuyarak yüksek tempolu bir hayata alışmış bir gençliktir bunlar ve çoğu antidemokratiklikten falan anlamaz.

Tüketim toplumunun ortaya çıkışının büyük ölçüde neo-liberal bir ekonomi-politiğin sonucu olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda ve bu tür bir ekonomi-politik süreçlerin de daha çok AKP ve onun DP, ANAP gibi iktidar öncülleri olan hükümetlerin dönemlerinde hızlandırılmış olması, bahsettiğiniz durumla ilgili bir çelişki oluşturmaz mı?

Bu gençlerin çoğu Özal zamanında îcâd edilmemişti(!) Ak Parti, elinde YÖK, MEB gibi kurumlar olmasına rağmen bu gençlere yeni hikayeler veremedi. Gençlere Fatih Projesi’nden bilgisayar, bedava kitap vermekle bu iş çözülmüyor. Bu gençlerin hikayesi yok. Bu genç TOMA’nın gelip kendisine su çıkmasına direnmekle veya polisle çarpışmakla, dört yol ağzını trafiğe kapatıp ortaya bağdaş kurup bira içmekle, orada slogan atmakla hayatlarına anlam katıyor.

 

http://www.habervaktim.com/d/other/660377namik-acikgoz-5-001.jpg

Biraz meşrûiyet sorunu var yani gençlerin, öyle mi?

Meşrûiyet değil de kendi varlığını gösterip/göstermeme sorunu var. Kamu güvenliği bozmak meşrûiyet kazandırmaz; aksine meşrûiyet kaybettirir. Nitekim Gezi eylemleri, içinde bulunduğumuz alanla sınırlı kalsaydı toplum buna sıcak bakardı. Yolların kapatılması, sokakların yağmalanması toplumun ilk 3-4 günkü bakışını değiştirmiştir.

Eylemler zâten Gezi Parkı’yla sınırlıydı ve ilk müdahale de güvenlik güçlerinden –üstelik de sert bir şekilde, yani “orantısız-güç”le- geldiği söyleniyor. Hatta daha sonraki müdahalelerde Gezi Parkı içerisindeki revir hedef alındığı iddia edilmişti. Revire saldırı olması da olayların gittikçe büyümesine yol açtı deniliyor…

İlk müdahale hakkında çeşitli spekülasyonlar var. Hükümet ilk müdahaleyi yapan zabıta ekipleri hakkında gerekli işlemleri yaptı. Bu şekilde güç kullanmak orantısız bir şekilde güç kullanmaktır. Yanlıştır. Bu orantısız güç kullanma güç kullananın gücünü arttırmadı; zayıflattı. Güç kullananlar bunu fark etmediler. Çünkü karşılarındaki topluluk örgütlü bir topluluk değil. Devlet gibi kurumsallaşmış bir topluluk değil. Bu gücün karşısında direndiğini iddia eden gençliğin kontrollü örgütlü bir gençlik olmadığını fark edemedi gücü kullananlar. Toplumsal olaylarda yaptığınız bir hareketin nasıl bir sonuç doğuracağını hesaplayamazsınız. Yönetim de doğal olarak bunu hesaplayamadı. Revire müdahale olduğu söyleniyor. Polis burada revir olduğunu bilmez. Revire müdahale edildiği ajitasyonu son derece yersiz.

Taksim Komünü’ne gelelim. Kendilerine özgü mizâhi dillerini, okuma düzeylerini; kısacası kitlesel heterojenlik niteliğini göz önünde bulundurduğumuzda, bu gençlerin eylemler sırasında bu şekilde güzel bir dayanışmada bulunması -Thomas Hobbes’un ifâdesiyle- “insanın insanın kurdu olduğu bir düzende sizce güzel bir hareket değil midir? Neticede, meseleyi gençlerin içlerindeki insani duygunun uyanması olarak alamaz mıyız?

Öyle dersek baştan kaybederiz. Zekât kültürünün, fitre kültürünün, sadaka kültürünün olduğu bir yerde bu nitelikli, süreğen ve ilkeli bir dayanışma değildir. Taksim Komünü 8-10 tane gencin tetiklediği basit bir komünal durumdur. Birbirine su vererek dayanışma vs. çok basit şeyler. Takas kültürünün yansıması... Toplumsal yaralarda siz çare bulucu; üretici bir şey meydana getirebiliyor musunuz? Sizin toplumsal yaraları tedavi edecek bir dayanışma kültürü teklifiniz var mı? 8-10 tane gencin baba parasıyla dayanışması hiçbir şey ifade etmez. Bunları ciddiye almıyorum. O gençlerin çoğu bizim öğrencilerimizdir; oradan biliyoruz yani… Baba parasıyla komünal hayat yaşamaya kalkıyorlar.

En azından böyle bir ortamda, bu kadarı bile iyi değil mi?

Dayanışmanın bizzat kendisi iyi bir şeydir. Ben bireyselci bir insanım. Ama bireyselciliği bir diğerinin hakkına tecavüz olarak algılamayalım. Diğer bireyi de zenginleştiren bir zihniyetten bahsediyorum. Dayanışma elbette iyidir ama bu gençlerin dayanışması,komünal yaşaması ciddiye alınacak bir şey değil; aksine karikatür gibi bir şeydir. İnanmıyorum. Bu gençleri biliyorum. Daha büyük bir dayanışma sınavından geçseler, çoğu sınıfta kalır.

Ama bu gençliğin bir tarafı var: Bu gençliğin temel birleştirici özelliği, ironiyi önceleyen zekâdır. Yani bizzat zekânın kendisidir. “Köprünün adını bilmem ne koy...” gibi şeyler zekice bir buluştur ama aynı zamanda iğrençtir. “28 Şubat’ta neredeydiniz?” sorunusuna “Kreşteeee!...” diye cevap veren bu zekâ, esasında Twitter zekâsıdır. Bu tek mesajlık bir zekâdır. Facebook zekâsıdır. Dikkat ederseniz, gençler Facebook’ta zeki ve ironik bir dil kullanmayı çok seviyorlar. Bakın Facebook’taki en büyük paylaşımlara… Bunların çoğu zekice olan uzun olmayan cümlelerdir. Bu gençliğin en büyük özelliği, bu zekâyı konuşturacak bir ortaklık sergilemeleridir.

Büyük kitle ayaklanmalarında, kitlenin büyük bir çoğunluğu genelde yüksek bir tabakaya âit değildir. Nitekim iyi bildiğiniz gibi, Fransız İhtilâli’ sırasında, bizdeki kitle için nasıl “chapulling/çapulcu” tâbiri kullanıldıysa onlardaki geniş kitle için de “sans-cluttos/baldırı çıplak” ifâdesinin kullanılması da bu sebeple boşuna değildir… Ama bunları yönlendiren sınırlı sayıda birikimli/okumuş bir kitle vardı. Türkiye’deki durum da buna benzedi. Sizce bu normal bir şey değil mi?

Dünyada da, bahsettiğiniz gibi bu şekilde vuku bulan büyük ayaklanmalarda bir çekirdek kadro vardır. Bir de kadronun bir hinterlandı ve bu hinterlandın da dayandığı bir kitle vardır. Bütün eylemler böyle yapılır. Çekirdek kadro, teoriyi kurar; eylem stratejisini geliştirir; kalabalıklar da “Durduk divana uyduk meydana” hesabı, sokaklara düşüp macera yaşar. Filozofun kalkıp da böyle bir eylem yapmasını bekleyemeyiz. Filozof düşünür ve yazar. Filozof söyler; dolayısıyla kitlelere ihtiyaç hissetmez. Ama bu gençlik bizzat kendisine yabancılaşan bir gençliktir. Bu eylemlerle grup ruhuna kendisini eklemleyip kendisinden uzaklaşan, yabancılaşan ve karnaval kimliğine bürünen bir gençliktir. Karnavallardaki başkalaşma da iki boyutludur: Geleneksel ve modern. Geleneksel karnaval havasına baktığımızda dini ritüeller, bayramlar vb. diğer dini geleneklerle insanlar bir başkası olur. Mesela İslâmî bir yaşantıda birey olmazsınız; kul olursunuz. Siz başkalaşarak bu kitlenin bir parçası haline gelmiş olursunuz. Modernitede de karnavallar vardır. Karnavallar, insanın psikolojisinin ve insan iradesinin rahatlatıldığı yerlerdir. Modern çağlarda, futbol maçlarında, büyük konserlerde, Rio Karnavalı ya da Çin de geleneksel şekilde devam eden karnavallarda insanlar, bir başkası olarak; yani grubun belirlediği kimlik olarak kendilerine yabancılaşırlar. Taraftadırlar, fanatiktirler, ejderha kılığındadırlar, olağanüstü yaratık kılığındadırlar, cadı kılığındadırlar. Maske takarlar falan filan... Gezi eyleminde de benim ilk defa ortaya çıkardığım bir tespitim vardır. Burada üç türlü maskeliler vardı: 1) Vendetta maskeliler, 2) Poşulular ve 3) Kırmızı eşarplılar. Kırmızı eşarplıları ve poşuluları tanıyoruz. Poşulular, daha düne kadar PKK’yı sembolize eden eylemcilerdi. Kırmızı eşarplılar da DHKP-C ve benzeri marjinal marksist grupların sembolleriydi. Halk bunları tanıyor. Bu nedenle bunları görünce de şaşmadı. Ama bunların içinde Vendetta maskesi takanlar vardı. Bunlar şehirli çocuklardı. Bu çocuklar daha çok zekâ kullanmaya endeksli olan çocuklardı. Bunları toplum yadırgamadı. Ne zaman ki vandallıklar ortaya çıktı; toplum o zaman bu eylemlerle arasına mesafe koydu. Yoksa zekâ itibariyle ve biraz karikatüristik de olsa komünal yaşamaları sempatik olgulardı. Bunları olumsuzlayamayız.

Gençlerin arasında, henüz olayların başında, kendilerini Ülkücü, Anti-kapitalist Müslüman yahut da Anadolu Gençlik olarak addedenler de vardı. Peki bunlar sizce neden geldi ve daha sonra neden geri döndüler?

“İhsanî tarikati” mensuplarının gelmesi iktidara olan muhalefetlerinden kaynaklanıyor. Anadolu Gençlik örgütünün gelmesi aynı şekilde değerlendirilmelidir. Bozkurtların gelmesi de yine iktidara olan muhalefetlerinden kaynaklanıyor. Ortak paydaları iktidara olan muhalefetleriydi. “İhsanî”ler hâlâ devam ediyorlar. Birayla iftar açıyorlar; gördüm. Arslan Bozkurtlar ise yok... Genel başkanları “evinize dönün” dedi. Onlar Bozkurt olarak çıktılar ama tavşan olarak veya sevimli birer kedi olarak evlerine döndüler. Sevimli ve masum çocuklardı onlar. Mesela Sinan Ogan twit attı; “ gezideyiz” diye… Genel başkanları “Gitmeyin” deyince Sinan’cığım gelemedi Gezi’ye…

Buradaki ayaklanmaya Chomsky, Feroz Ahmed, Baskın Oran, Murat Belge, Zülfü Livaneli gibi dünya çapında ün yapmış olan yerli-yabancı birçok aydın da destek verdi. Gençlerin taleplerini demokratik talepler olarak yorumladı. Bununla ilgili ne söylemek istersiniz;?

Chomsky “Bunlar haksız yere ayaklanıyor” mu deseydi? Chomsky, olayları okuyup genel dünya konjonktürüne göre konuşması gereken biri; bizim iç politikamıza göre değerlendirme yapamaz. Demek ki dışarıdan bakıldığında, buradaki tepki demokratik bir tepki olarak algılanıyor. Tepki zaten demokratik bir tepkidir. Bu yanlış anlaşılmasın. Demokratik tepkinin de olması son derece doğaldır. Ona hiçbir şey demiyorum. Ama bu gençlerin demokrasi talebi diyoruz ya, bu gençler daha neyi talep ettiklerini bilmiyorlar. Chomsky’nin de Faroz Ahmed’in de buradaki olayı son derece demokratik bir tepki olarak görmeleri son derece normaldir. Türk aydınları ise, 1970’ten beri Türkiye’de mevcut iktidarlara hep olumsuz tepki göstermişlerdir. Yaralı parmağa işedikleri görülmemiştir. BU yüzden yerli aydınları objektif bulmuyorum.

Gezi parkı ile ilgili yazdığınız yazılarda sürekli “eylemsel demokrasi” kavramının kendisi ve önemi üzerinde durdunuz. Bu kavramı açabilir miyiz?

Bu sözü söylediğim günlerde, demokrasinin tezahür ettiği yerin sandık olduğu söylenmişti. Ben sandığın belirleyici bir unsur olduğunu ama çok da etkisinin olmadığını ifade etmek amacıyla bu kavramı üzerinde durmuştum. Günümüzde artık birey kendisinin ontolojik varlığının farkındadır. Herkes herhangi bir olumsuzluğa sosyal medya aracılığıyla tepkisini ortaya koyabilmektedir. Mesela Gençlik ve Spor Bakanı’na “Suat Abi donuyoruz” diyen genç, ertesi gece kaloriferleri yaktıracak imkana kavuşmuş demektir. “Temsili demokrasi”, “katılımcı demokrasi” gibi kavramlar bu gençlere Servet-i Fünûn dili gibi geliyor. “Aktif demokrasi”nin harekete geçmesi gereklidir. Artık günümüzde hiçbir seçilmiş ve atanmışın “ben yaparım olur” deme gücüne sahip olmaması gerekir. Ama bu, örneğin 28 Şubatçı zihniyetin %95’le iktidara gelseler yine “biz yaparız” demesi değildir. Türkiye’de bir azınlık tahakkümü var. “Eylemsel demokrasi” ise azınlık tahakkümüne yol açmayan bir anlayıştır.

Başbakan’ın yerinde ben olsam ne derdim? Şimdi yalakalık ediyorum sanmasın gezi-zekâlılar... Ama kimse kusura da bakmasın, gençlerin dilinden en iyi anlayan siyasi lider Kasımpaşalıdır. Racon bilir. Servet-i Fünûn dilini değil; sokağın dilini konuşmaya en yakın siyasî liderdir. Dolayısıyla bu gençler bu eylemlere başladığı sırada yurtdışında Başbakan şunu diyebilirdi: “Kanka geliyorum. Gezi’de sizinle 7/24 demokrasiyi konuşacağım...” Böyle deseydi, işler bu kadar büyümezdi.

Gelelim TOMA-NÂME meselesine. TOMA-NÂME nasıl ortaya çıktı, aslında nasıl ortaya çıktı ve ne derece anlaşıldı?

TOMA-NÂME aslında bir matrak olarak başladı. Bir akşam üzeri, mesai bitimine yakın saatlerde arkadaşlarla matrak geçerken bu Beşiktaş ve Çarşı meselesi konuşulmuştu. Koyu Beşiktaşlı bir asistanım var; ona matrak olsun diye de,

“İndim Beşiktaş çArşısına

Durdum TOMA karşısına

Sıktı suyu tomalar

Döndüm lahana turşusuna”

diye bir mâni yazdım Facebook’ta... Tamamiyle matrak olsun diye yazdım. Yazar yazmaz beğenme hücumuna uğradı. Ondan sonra diğer dörtlükler de ortaya çıkmaya başladı.

 

“Oy TOMA`ma TOMA`ma

Haber verin babama

Babam yardım etmezse

Neyler bize Obama

Oy TOMA`cım TOMA`cım

Kasımpaşa yamacım

Susadım su isterim

Eylem değil amacım”

diye devam etti.

 

Gezi eylemcileri zekâya hayran gençlerdir. Ben de orada, ironiye yönelik bir zekâ kullanayım diye bunu yazdım. 8-10 tane olunca, “halk-ı âlem de müstefîd olsun” diye, biraz daha işleyerek o haftaki yazımda yayınladım. Birilerini baya baya acıtmışım ki ertesi gün önce Odatv bunu alıntıladı. Sonrasında da bütün medyaya yayıldı. “Hadi hep birlikte saldıralım” psikolojisini ve “TOMA’ya aşk şiiri” diye verilerek değersizleştirme, hafife alma amacı gördüm o alıntılamalarda. Nitekim yorumların hepsi de öyle oldu. Bunda da görüldü ki, “orantısız zekâ” kullandıklarını söyleyenler, “öteki”nin “orantısız zekâ” kullanmasına tahammül edemiyor. Oysa, aleyhimize de olsa, zekâ kıvılcımlarımızın çarpışarak ortalığı şenlendirmesi daha iyi olmaz mıydı?

Ropörtaj için çok teşekkür ederiz sevgili hocam…

Ben teşekkür ederim sevgili gençler."

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

Dein Kommentar

Du kannst jetzt schreiben und Dich später registrieren. Wenn Du ein Konto hast, melde Dich jetzt an, um unter Deinem Benutzernamen zu schreiben.

Gast
Auf dieses Thema antworten...

×   Du hast formatierten Text eingefügt.   Formatierung jetzt entfernen

  Nur 75 Emojis sind erlaubt.

×   Dein Link wurde automatisch eingebettet.   Einbetten rückgängig machen und als Link darstellen

×   Dein vorheriger Inhalt wurde wiederhergestellt.   Editor leeren

×   Du kannst Bilder nicht direkt einfügen. Lade Bilder hoch oder lade sie von einer URL.

×
×
  • Neu erstellen...