Zum Inhalt springen
Qries Qries Qries Qries Qries Qries

Empfohlene Beiträge

http://i1.wp.com/www.ayasofya-zeitschrift.de/wp-content/uploads/Mehmet-Celik-1.jpg?resize=442%2C332

Mehmet hocam, tarih boyunca alman-türk ilişkileri nasıl olmuş?

Almanlar, yani german ırkı, Avrupa´nın en köklü milletidir. Fransızlar ve italyanlar da biraz köklü, ama onun dışında köklü milletler yok. Gerek Hunlar döneminde gerek ondan sonra Osmanlı döneminde Avrupa´nın her zaman gövdesini teşkil etmiştir. Bu bugünde böyledir. 1. ve 2. Dünya Savaşında büyük darbeler almaları o günün devlet ve siyasi adamlarının stratejik hatalarıydı. Fakat o yıkıntıda tekrar kalkmasını bildi. Bugün ekonomik olarak Avrupa´nın en güçlü milletidir. Almanya ile bizim özellikle 19. yüzyılda, Osmanlı´nın son döneminde, Osmanlı fransızlara ve İngiltere´ye bazen ruslara karşı bir denge kurmak için almanlar ile ittifak yaptı. Bu ittifak 1. Dünya Savaşında, bizim ordumuzun modernleşmesine vesile oldu, en fazla almanların bunda emeği var. Avusturya´yı da sayarsak, onları da alman olarak kabul edersek, bizim 2. Mahmud döneminden hatta 3. Selim´den başlamak itibariyle almanlarla özellikle askeri konularda birebir ilişkimiz var. Askeri sistemimiz alman sistemidir. Artı bizim üniversie sistemimiz de alman sitemidir. Özellikle 2. Dünya Savaşından sonra Türkiye´ye gelen bir çok ilim adamı o eski müttefik olmanın verdiği özellik ile Türkiye´ye gelmişlerdir. Bizim o günkü üniversitemiz klasik medrese havasındaydı. Bugunkü modern üniversite anlayışını alman hocalarına borçluyuz. 1. Dünya Savaşında ordumuzun neredeyse bütün eğitimini almanlar yaptırıyordu. En büyük cephelerimizden birisi olan Çanakkale Savaşlarını yöneten general bir almandı. Bizim Genelkurmay Başkanlığımızı yapıyorlardı. Yardımcısı türk oluyordu. Tabiki bizim için acı birşeydir bu ama kabul etmemiz gerekiyor. Fakat milletlerin halkları, kültürel ve dini yapıları uyuşmaz ise bu ittifaklar çok sağlıklı olmuyor. Örneğin biz Kudüs´ü, Suriye bölgesini ve Filistini kaybettiğimizde alman ve avusturyalı dostlarımız ile beraber fransız ve ingilizlere karşı savaşıyorduk. İngilizler galip geldiler ve Kudüs´e girdiler. Yenilmiştik. Bizlen beraber Almanya da yenilmişti. Ama alman ve avusturya kiliselerinde günlerce şükür ayinleri ve sevinç gösterileri düzenlendi. ´İngilizler düşmanımız da olsalar en azından Kudüs hristiyanların elinde olsun´ dediler. Tabi modern dünya artık bu din düşüncesinin bu kadar katı olarak herşeye etki etmesini de yavaş yavaş bırakmalı. Şunu demek istiyorum, tarih boyunca din siyasilerin açısından çok güçlü bir alan olarak görüldü. Özellikle hakimiyet ve siyaset alanında. Tarihe baktığımız zaman, hakimiyeti güçlendirmek için çok şey kullanıldı. Para, mevki, makam ve çok şey kullanıldı. Siyasi evliliklerle, toprak dağıtımıyla bu hakimiyet güçlendirilmiştir. Fakat bunlar hep sınırlı ve pahalı şeyler. Ama sonunda din sermayesini buldular. Bakın bir örnek: 3000 yıl önce kalan bir Hitit Anıtında, şuan Ankara müzesinde hukuki bir metin var. 21 maddelik, sağ tarafında suç yazar, sol tarafında cezası. En sonunda, yani 21. maddede şöyle yazar: ´Bütün bu suçlardan kurtulmak istiyorsan birtek yolu var: Kral için savaş meydanında şehit ol´. Şimdi bu güç olmasaydı siz Avrupa´da ta İspanya sınırlarından 100.000 kişilik orduları uzun yolculukla parayla Kudüs´e getiremezdiniz.

Yani din´i araç olarak mı kullandılar?

Evet, din orta çağlarda, eski çağlarda, yeni ve yakın çağlarda negatif şeylerle kullandılar. İinsanlığın bir kısmına artılar getirirken diğer bir kısmına da olumsuz şeyler getirdi. Mesela Fransa´da Fransız İhtilalili´ni yaptıkları zaman – ki Hristiyanlık orta çağ´da – insanları hayattan bezdirmişdi. Sadece dünyasını yok etmiyordu, ahiretini de tekeline almıştı. Ve o yüzden çok şiddetli ve sert oldu tepki. Öyle bir hale geldiki kiliseler yakıldı, inciller meydanda yakıldı, bir adamın evinde haç bulsanız ölümü için yeterliydi. Fakat dine ve dindara karşı olan Fransa o sene misyoner teşkilatlarına ayırdığı bütçe bir önceki senenin iki katıydı.

Yani Fransa dine ve dindara karşı değilken misyonerliğe bu kadar bütçe ayırmıyordu. Dine ve dindara karşı olduktan sonra misyonerlere ayırılan para iki kat daha fazlaydı. Peki bunu niye yapıyordu?

Çünkü misyonerlere ´gidin oralara´ diyordu. ´Benim için zemin hazırlayın´ diyordu. Yani geri kalmış dünyayı sömürmenin en önemli yollarından birisi buydu.

Peki bugün durum nasıl?

Bugün dinler artık böyle kullanılmamalı. Dünyanın müşterek çok dertleri, savaşları var. Bakın her tarafda kan akıyor. Açlık, ırkçılık, uyuşturucu, insan ticareti problemleri var. Artık dinler bütün bu problemleri çözmek için güçlerini sarf etmeli. Yani insanlar birbiriyle münasebet içinde olmalı, kiliseyle cami yeri geldiği zaman insanlığın hayrına olan konularda işbirliği yapmalılar, ittifak etmeliler. Hz. Peygamberin hayatında da biz bu uygulamaları görüyoruz. Bu nedenle Avrupa´da müslümanlara düşen görev, etnik kimliklerini öne çıkarmamak ve ´İslam sadece bize ait bir din. Gelin bizim dinimize girin´ diyerek servis etmemek. Tabiki bunu temsil kabiliyeti yüksek kadrolarla yapmak gerekir. Büyük savaşlardan sonra Almanya´yla ilk temasımız 1960lı yıllarda işcilerin sayesinde olmuş. Bunlar kalifiye, eğitimli insanlar değillerdi. Hatta kendi ülkesinde şehir görmemişti. Köyünden kalkıp Almanya´ya gitmişti. Bunlar zaten temsil edemezlerdi. Kendilerini temsil etmekten acizdiler. Fakat şuan orada bir üçüncü nesil var. Bunlar artık almanca biliyor, almanca eğitim alıyorlar. Bunlar dil problemini çok iyi halletmeli ve İslamiyet kadar Hristiyanlığı da iyi bilmeli. Hristiyanlığı ötekinin dini şeklinde lanse etmemesi lazım, yani ´tahrif olmuş, yanlış, kötü, gelin bizim dinimize´ denmemeli. Bu söylem, bu dil çok yanlış. Kur´an´ın bakış açısıyla Hz. İsa ile Hz. Peygamber aynı çeşmeden su içiyorlardı. Bu iki ilahi mesajın ortak noktalarını bulup servis etmek lazım. Bunun için alman hristiyanların diğer ülkelere göre, katolik ülkelere göre, avantajlı bir tarafları var, o da protestanların bu işe daha yakın olması. Bazı konularda müslümanların anlayışına yakınlar. Katolikler uzaklar. Bu nedenle Almanya´daki müslümanlar kendilerini alman vatandaşı olarak, İslam´ı da evrensel bir din olarak takdim etmelerini faydalı olarak görüyorum.

Hocam, 50 sene önce vatandaşarımız misafir olarak Avrupa´ya, özellikle Almanya´ya göç etmişler. Fakat misafir bugün gelir, yarın gider. Onlar gitmemişler. Yani misafirlikten çıkmışlar. Takdir-i ilahi, belki sırf tebliğ için aslında oralara göç ettiler. Siz şuan Türkiye´den baktığınızda, göç meselesini ve 50 sene içinde gelinen noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Tebliğ yapılabilmişmi?

Yani ben bir alman olsam ve dini bir boşluk içerisinde bulunsam müslümanlığa o görüntüden dolayı açıkcası çokta sıcak bakmam. 20 sene önce Amerika´lı bir profesörün Mekke´de bir basın toplatısında söylediği bir söz halen kulaklarımda. Kendisi müslüman olmuştu ve bütün dünyayı dolaştıktan sonra Hacc zamanında Mekke´ye gelmiş. Oradada bir basın toplantısı yapdı. Ve bu toplantıya şu cümlelerle başladı: ´Müslümanları tanımadan önce müslüman olduğum için Cenab-ı Hakk´a şükrediyorum.´

Aynı sözü Yusuf İslam, eski ismiyle Cat Stevens, de söylüyor: ´Kur´an´ı okumadan öncemüslümanları tanısaydım, asla müslüman olmazdım.´

Evet, bu sözler bir gerçeği ifade ediyor. Müslümanlar 40 parçaya bölünmüşler. Şu cemaat, bu cemaat, bizim tarikat, bizim parti. Şimdi bunlar sosyolojik bir gerçek. Ben cemaatlerin, tarikatların hiç birisine karşı değilim. Ama dikkat etmemiz husus farklı. Mesela Hz. Peygamberi istediğimiz kadar sevebiliriz ve methedebiliriz. Ama onu uluhiyet çizgisine getirdiğimiz zaman orada durmamız lazım. Bundan öteye götürmemek lazım. Orada yok olur gideriz. O bir kuldur. Aynı zamanda o uluhiyet çizgisi altında onun bastığı toprağı da öperim ben, o kadar aşığım ona. Şimdi bizim asli kimliğimiz İslam´dır. Bu bizim ana şemsiyemizdir. Bu ana şemsiye altında başka kimliklerimiz var. Birisi etnik kimliğimiz. Kimimiz türk, kürt, arap, alman. Bu ana kimliğin altında meşrep ve mezhep kimliğimiz var. Kimimiz hanefiyiz, şafiiyiz, şiiyiz, malikiyiz, hanbeliyiz. Ve yine ana kimliğin altında coğrafi kimliğimiz var. Elazığ´lı, İstanbul´lu vs. Alt kimliklerimiz bizi tanımlamak için gerekli. Fakat bunların birisini ana kimliğin üstüne çıkardığınızda tehlike olur. Mezhep kimliği öne çıktığından bir çok savaş var. Onun için mezhep, meşrep, tarikat kimliklerimizi İslam şemsiyesi altında tutmamız lazım. Dış ülkelerde müslümanların görüntüsü maalesef budur. Onun için bir Avrupalı, dine de uzak birisiyse, müslümanlara sıcak bakmaz. Müslümanlar bu konuda vebal altındadırlar. Kıldığımız namaz bizi bu konuda kurtaramaz, tuttuğumuz oruç sadece bizi açlıkla imtihan etmiş olur. Siz İslam adına orada negatif bir enerji veriyorsanız, Cenab-i Hakk bunu size sorar. O zaman namaz sadece spor olarak kalır. Yani bunun idrakinde olmamız lazım. Mesela zaman zaman görüyoruz. 11 Eylül´de de oldu. Birden bire Kur´an satışları patlıyor ve müslümanlar çoğalıyor. Bu kadar negatif psikolojiye rağmen Kur´an okuyorlar ve müslüman oluyorlar. Çünkü İncil ve Kur´an arasında bir fark var. Kur´an güneş iken, İncil kibrit alevi gibi. İncil bir biyografi kitabı, yani bizim algıladığımız Hz. İsa´ya vahyedilen incil değil bu. Hristiyanların zaten bir vahiy anlayışı yok. Yani Matta´nın, Markus´un, Luka´nın, Johanna´nın biyografi yazıları. İsa Mesih şurada doğmuş, şurada oturmuş, burada yemek yemiş, burada şunu konuşmuş vs. Bu yüzden insanları tatmin etmiyor.

Peki Mehmet hocam, İslam´ın yaygınlaşmasındaki engeller nelerdir?

Bugün İslam´ın dünyaya yayılışının önünde iki sed var: 1. İslam´a karşı propaganda. 2. Müslümanların kendisi. Müslümanların İslam ahlakını yaşamamaları, yani müslüman üç tane kılı Peygamberin sünneti zannediyor, cebinde taşıdığı bir ağaç parçasını ağzına sokup çıkarmayı İslam zannediyor. Ama Peygamberin ahlakı var mı? Yok. Yalan söylüyor, dedikodu yapıyor, fitne ve fesad yapıyor, devletin kanunlarının boşluğundan hareket ederek haksız kazanç elde ediyor, mesela gavur devlet ahmaklığına yatarak… Halbuki İslam insana müslüman, kafir veya ingiliz, alman, türk diye bakmaz. İnsan olarak bakar. Kul hakkı diye birşey var. Bir zamanlar bu Türkiye´de de oldu. Birileri günah kavramını konu ederken fetva veriyorlardı. Bunları köy imamları yapıyordu. Namaz surelerini bilen adamlar bunlar. Bunların din alimliğiyle alakaları yok. Türkiye´de 160.000 din görevlisi var, içinde 1.000 tanesi okuduğu Kur´an´ın anlamını anlamıyor. Böyle din adamımı olunur? İşin garip tarafı bu. ´Efendim, ben zekatımı veriyorum, bu devlete vergi vermesemde olur, gavur devlet zaten´ dediler. Peki kardeşim bir apartmanda oturuyorsunuz. Apartmanın ortak giderleri oluyor. Peki apartmandan iki kişi kendi payını vermeyince ne oluyor? Mecburen diğer apartman sakinlerine dağılıyor. Yani biri vermeyince diğerine yükleniyor. İşte kul hakkı… Bu devlet veya Avrupa devleti yol yapıyor, hastane yapıyor, okul yapıyor, hepsini kullanıyorsun. Devlet hangi parayla yapıyor? Vatandaşdan aldığı vergiyle. Bu devlet ister bir hristiyan devlet olsun, ister müslüman. Vergi vermeyen insan kul hakkı işliyordur. Bunun hiç tartışması yok. Bu nedenle müslümanlar özellikle Almanya´da, temsil kabiliyeti olarak peygamberin ahlakıyla ahlaklanmış bir model olmaları lazım. Peygamberin ahlakını bırakmış, dürüstlüğü yok, komşu ilişkileri yok, insana bakış açısı yok. Ne var? Kılını uzat, misvağını al, müslümanlık bu. Yok kardeşim. Bu temsil İslam aleyhinedir. Ve İslam´ı bu şekilde temsil edenler vebal altındadır.

Temsil konusu gerçekten ehemmiyetli bir konu. Sıkıntıların yaşandığı bir konu. Peki Peygamberimiz kendi döneminde gayri-müslimlerle nasıl bir ilişkide bulunmuş? Biraz örnek verebilirmisiniz?

Şimdi Hz. Peygamber Medine´ye geldiğinde farklı sınıf insan yaşıyordu. Mesela Yahudiler. Hem de az değillerdi yani. Toplu yaşama, bir arada yaşama konularıyla ilgili o döneme bakalım. Medine Sözleşmesi veya Medine Anayasası olarak tabir edilen belge, insanlığın elimizdeki yazılı ilk eski belgesi. Sadece müslümanların değil, dünyanın en eskisi. O sözleşmeyi açıp, bakalım. Bir şehirde yaşıyoruz, dinlerimiz ayrı. Orada önce herkese din ve vicdan hürriyeti sağlanır. Kimse kimseye dayatma yapmayacak. Tebliğ edersiniz. Böyle bir dini, fikir ve düşünce özgürlüğü olmuş o sözleşmede. Daha sonra şehrin ihtiyaçları ve şehrin içinde yaşayan insanların ihtiyaçları gelir. Yani kamuyu ilgilendiren bütün meselelerde müslüman da, yahudi de, putperest de aynı sorumluluk altındadır.

Eşit yurtdaşlık yani…

Evet, eşit yurtdaşlık olmuş. Bizim Türkiye´de bu sıkıntılar var bugünlerde. Koca İmparatorluk olmuş, 1000 yıldır et ve tırnak olan türkler ve kürtler şimdi kavga ediyorlar. Bakın o gün İslam´ın getirdiği Anayasa yurtdaşlık bazında dinine inancına bakmadan hareket ediyor. İnsan merkezli olarak İslam buna bakmış. Bakın yahudi şeriyatında şöyle bir şey vardır: On emir sadece yahudiler arası geçerlidir. Yani bir yahudi yahudiden faiz alırsa haramdir, yahudi yahudiyi öldürürse haramdır. Ama bunu hristiyana, müslümana, budiste yapabilir. İşte İslam olaya böyle bakmıyor. Kul hakki açısından herkes eşittir. Bir müslümanın 5 Lirasını çalarsan bunun cezası ve günahı ne ise, bir hristiyanın, bir ateistin, bir budistin 5 Lirasını çalarsan da aynıdır. Değişmiyor. Yalan söylemek, dedikodu yapmak, iftira atmak vs.

Zaten müslümana yapınca haram başkasına yapınca helal olsaydı bu ahlaksızlık olurdu. Böyle bir anlayış olamaz.

İşte İslam´ı algılayamamış bir adam `Dar-ul Harp´ der çıkar. ´Dar-ul Harp´de faiz alınabilir´ der, ahlaki zaifiyeti var ise ´Müstehcen işler olur´ der… İşte bu dine uyamayan insanların dini kendilerine uydurmalarıdır.

Hocam, bu konuya açıklık getirirmisniz? Dar-ul Harp nedir?

Dar-ul Harp şu demek: Son yıllarda, işte İslam dünyasında İlahiyat Fakültelerinde bu konuyla ilgili doktora tezleri yapıldı. Ve Türkiye´de de bu konuyla ilgili ilk doktora tezini Erzurum İslami İlimler Fakültesinde Yusuf Ziya Kavakçı yaptırdı. Milletvekili Merve Kavakçı´nın babası. Ve kendisi benim hocam idi. Kendisi Türkiye´nin de Dar-ul Harp olduğunu söylüyordu. Doktora tezini de öyle birisine yaptırdıki tabir-i caizse tam bir fanatik. Ve sonunda vardığı nokta şu idi: ´Hayır, Dar-ul Harp bu değildir.´ Nedir peki Dar-ul Harp? Almanya, Fransa Dar-ul Harp midir? Hayır. Hukukun ve düzenin olduğu bir yer Dar-ul Harp değildir. Hukukun ve düzenin olmadığı bir yer Dar-ul Harp´dır. Yani 1920lerde Türkiye müslüman topraklardı. Ama devlet düzeni bitmiş, eşkiyalık var, Dar-ul Harp statüsündeydi. Bingöl´de eşkiyalar gelen gidenleri soyuyorlardı ve kendilerine göre dindarlardı. Soydukdan sonra kafaya dayıyorlardı ve ´helal et´ diyorlardı. Helal etmessen öldürecek. Zorla helal ettiriyordu… Yani bu nedenle gerek Almanya´da, gerek Japonya´da hangi hukuk çerçevesi içinde olursanız olun oranın hukuki kurallarına uymak da bir müslümanın üzerine farzdır. Kamu düzenini ihlal edemessin. Trafik lambasına riayet etmediğinde nasıl kul hakkı işliyorsan bunun Almanya´sıyla, Fransa´sıyla, Türkiye´siyle bir farkı olmaz.

Peki hocam cemaatler konusuna az önce değindiniz. Almanya´da müslümanlar zaten azınlıklar. Biz Ayasofya dergisi olarak her cemaatten insana kapı açmaya çalışıyoruz, her cemaatten yazarlara yer veriyoruz. Bizce Almanya´da cemaatler olur fakar cemaatcilik olmaz, müslümancılık olur. Siz de Almanya´ya gelip gittiğiniz için soruyorum, oradaki izlemleriniz nasıl?

Cenab-ı Hakk, ´benim huzuruma şirk ile gelmeyin´ diyor. Yani ne günah işlerseniz işleyin ama şirk ile gelmeyin. Peki şirk nedir? Yıllarca cami kürsülerinden ve sınıflarda hocalardan ´müşrikler puta taparlardı´ diye dinledik. Halbuki Kur´an net bir şekilde diyorki: ´Onlara de ki, “Eğer biliyorsanız, söyleyiniz, yeryüzü ve üzerindeki tüm varlıklar kimindir?” Sana “Allah’ındır” diyecekler. De ki; “Siz kafanızı çalıştırmayacak mısınız?” Onlara de ki; “Yedi göğün ve yüce Arş’ın Rabb’i kimdir? Sana “Bunlar Allah’ındır” diyecekler. De ki; “Siz hiç O’ndan korkmaz mısınız? Onlara de ki; “Eğer biliyorsanız, söyleyiniz; tüm varlıkların egemenliği, elinde olan, her şeyi koruyup gözeten, Fakat koruyanı ve işine karışanı olmayan kimdir?” Sana ‘ `Bu yetki Allah’a aittir” diyecekler. De ki; “O halde nasıl oluyor da yanıltılıyorsunuz?” (Mü’minun, 84-89).

O zaman sorulması gereken soru, müşrikin tanımı nasıl?

Evet, asıl nokta burada işte. Müşrik diyor münkir demiyor. Şirk, ortaklık demek. Şirket kelimesi de oradan geliyor. Yani yetkiye ortak olmak. Şimdi bir örnek: Sen benim dostumsun, arkadaşımsın, yarin bir yere gittin ve işin var, bir adama iş yaptıracaksın ve o da benim iyi tanıdığım. Selam veriyorsun, ´Mehmet hocanın ben de dostuyum. Selamı var. Gelecekti, gelemedi. Böyle bir işim var´ diyorsun. O adam da o işi yaptı. Üç gün sonra o adam beni gördüğünde ´Ya Mehmet hocam, şöyle birini göndermişsin´ dese, ben de derim ´Öyle birini göndermedim´. Ve seni gördüğümde ´Ya Cemil bey, ayıp değil mi? Benim adımı kullanarak niye yaptın? Bir işin var ise bana haber verseydin. Telefon açsaydın. Ben de gelirdim. Beraber hallederdik.´ Ama benden habersiz – kötü birşey olmasa bile – benim insan olarak zoruma gider…. İşte Cenab-ı Allah adına bir şeyler söylemek, uydurmak şirktir. Bunu derken ben tasavvufa karşı değilim. Tasavvuf İslam´ın ruhudur. Büyük mutasavvuflara saygım var. Fakat bugün sokakta bir sürü insan Kur´an´ı doğru okumadan yorum yapıyor. Sanki özel kırmızı telefon hattı döşemişler, oradan ilham geliyor. Zaten Allah´ı pasif hale düşürmüşler, bütün dünyayı kendileri yöneltiyorlar. Müslümanlar bundan önce Kur´an müslümanı olmaları lazım. Abdulkadir Geylani der: ´Bir adamın fiillerine bakın. Kur´an´a uyuyorsa tamam, yoksa uçuyorsa bile şeytanın hilesidir. Peşinden gitmeyin.´ Ölçü bu. Bu nedenle mesela zikiri din algısı yerine koyarsanız, ´dinin özü budur´ derseniz yanlış olur. Halbuki zikir güzel birşeydir. Nefsini dünyadan biraz daha soyutlamak güzeldir. Yani bir müslüman önce müslüman kardeşini dışlamayacak. Yani bir cemaat veya tarikat ´bizdense tamam´ diyorsa olmaz. Bu kavmiyetçiliğin en kötü uygulamasıdır. Kur´an bunu şiddetle red eder. Bir de nasılsa ´Allah arkadaşlığı´na kişi kendi manevi gelişmişliğiyle böyle bir mertebeye gelemiyor, babadan-oğula geçiyor. Nasil oluyorsa!?

Peki hocam Avrupa´da ırkçılık ile başlayan ve daha sonra İslam düşmanlığına dönüşen bir sorun var. Sizce bu sorunların sebebleri ne ve ne yapılmalı?

Eskiden İslam düşmanlığı farklı bir açıdan oluşuyordu. İslam, düşmanın dini diye algılanıyordu… Tabi ırkçılık bize kendi coğrafyamızın dışından geldi. Bizim coğrafyamızda ırkçılık kültürü yoktur. Anadolu türkü ırkçılık yapmıyor. Irkçılık insanlığın en büyük felaketidir. Şimdi kader denilen birşey var. Siz Afrika´da siyahi bir kadının çocuğu olabilirdiniz. Size bunu sordular mı? Demek insani olarak düşünsek bir insanı ırkından, derisinden, ana dilinden dolayısıyla yüceltmek veya alçaltmak insani değildir. Evrensel dinler böyle bir felsefeyi benimseyemezler. Ve insanlık ırkçılıktan çok çekti. 2. Dünya Savaşında yahudilerin maruz kaldığı ırkçılıktı. Tabiki herkez milletini sevebilir. Milletini inkar etmek diye birşey demiyorum. Ama biz bir insanı nasıl değerlendiririz? Yaptıklarıyla, duruşuyla. ´Benim milletim İslam´a 1000 sene hizmet etmiştir, onun için milletimi severim´ derim. Ama hak ve adaleti öbürünü ötekileştirerek katledemem. Müslümanlar Avrupa´daki ırkçılığa karşı ırkçılık ile cevap vermemeliler. Siz orada başkasının ülkesinde yaşıyorsunuz ve azınlıksınız. Siz ırkçılığın kötü birşey olduğunu söylemeniz gerekiyor. Ama bunu söylerken inandırıcı olabilmeniz gerekiyor. Sırf kendimizi koruyalım diye ırkçılık aleyhine olursanız bu belli olur. Tavrınızla, duruşunuzla bunun insani olmadığını göstermeniz gerekiyor. Ve İslam´ı evrensel ölçüler içerisinde anlatmak lazım. Ve demin de söylediğim gibi bunu hristiyanı kötüleyerek değil ve o iki peygamberin aynı mesajlarını ortaya koyarak yapmak lazım. İşte bizim bu yaklaşımımız çok kötü. Size bir örnek vereyim. Yıllar önce, 1985´de, Erzurum´da İmam Hatip Okulu´nun müdürü bana telefon etti ve ´Evimde hristiyan bir misafirim var. Sizin de bulunmanızı istiyorum´ dedi. Bende gittim. 6 kiii vardi. 5´i imam hatip´li. Biri müdür, ikisi müdür muavini, ikisi öğretmen. Misafir´de İncirli´de Amerikan Üssünde çalışan bir assubay. 22 yıldır Türkiye´de ve çok güzel türkçe biliyor. İmam Hatip Müdürüde orada askerlik yapmış. Çok iyi dost olmuşlar. Askerlik sonrasında da ilişkileri kesilmemiş. Çok samimiler. Assubay Kur´an´ı da okumuş. ´Ahlaki ilkeleri çok muhtesem´ vs. diyor. Hadisleri de biliyor. Bizimkilerde ´Bunu müslüman edelim, kapıya kadar gelmiş zaten, biraz itelim´ düşüncesiyle hareket ettiler. ´Ya sen müslümansin aslında´ diye başladılar. ´Zaten hristiyanlık bozulmuş.´ Adam birden savunmaya geçti. ´İslam çok yüce bir din. Hz. Peygamber çok muhteşem bir insan. Kur´an çok yüce bir kitap. Ona son derece saygılıyım. Ama ben kendi dinimden de memnunum´ dedi. Biraz daha tartıştılar. İş şahsiyete döküldü. Hristiyanlığı gözünden düşürmek için hristiyanlığa hakaret ettiler. ´Paulus sahtekar´ dediler vs. Subay da birşeyler söyledi ve en sonunda o da ´Kur´an zaten incil ve tevrattan yararlanarak Muhammedin yazdığı bir kitab´ dedi. O öyle deyince ev sahibi müdür elini masaya vurdu ve Hz. İsa´ya ağır küfür etti. Ben de assubayın ağzını tuttum ve ´sen dur´ dedim. Bunlar da tahsilli adamlar. İlahiyet mezunu hepsi. Adama ´bunların hepsi kendi dinlerinden çıktılar´ dedim. Hz. İsa´ya nasıl küfür edersin? Hakikatende hepsi özür diledi… Bakın bu yaklaşımla bu anlayışla siz İslam´ı temsil edemessiniz. Kısacası bu dil kullanılmamalı. Onların kutsallarını aşağılayamayız. Cenab-ı Hakk Hz. Musa´yı Firavun´a gönderirken ´ona tatlı bir dille konuş´ diyor. Müslümanların şuanki problemi İslam´ın temsil kabiliyetleri eksik kalması. Çoğu zaman kendi dinini iyi bilmiyor, yaşadığı ülkenin dilini ve dinini bilmiyor. Bunların mutlaka bilinmesi lazım.

Peki hocam, vaktinizi ayırdığınız için Allah razı olsun.

Ayasofya Dergisi, No: 42

http://www.ayasofya-zeitschrift.de/?p=1549

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

Gast
Dieses Thema wurde nun für weitere Antworten gesperrt.
×
×
  • Neu erstellen...