Webmaster Geschrieben 6. Oktober 2014 Teilen Geschrieben 6. Oktober 2014 Sırrı Er ile röportaj http://misawatruth.files.wordpress.com/2014/10/unbenannt1.jpg?w=300 Sırrı Bey, hiç Almanya´ya geldiniz mi? Geldiyseniz, ne için gelmiştiniz? Evet, geldim. Burç İletişim Meslek Lisesi, Radyo-Televizyon, Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Bölümü’nde okuyan talebelerimle birlikte gelmiştim. Öğrencilerimize bir yurtdışı tecrübesi yaşatmak; orada yayın yapan kurum ve kuruluşları gezdirmek için… Peki izlemleriniz nasıldı? Oradaki gurbetçilerin durumlarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Arada sıkışmış kuşaklar olarak… Orada doğmuş, büyümüş insanlarımızın tamamı için bunu söylemek belki doğru olmaz ama; birçoğunun kendi kültürlerinden, âdetlerinden uzaklaştığını gördüm. Türkler, Almanya nüfusunun önemli bir bölümünü oluşturuyor. O büyük yapı içerisinde ‘kendi’ olarak kalmak kolay olmayabilir. Ancak, ‘azınlık psikolojisi ile de hareket edilsin’ demek de doğru olmaz. Bu tek taraflı bir mesele değil. Türkiye’nin de mutlaka hassasiyet göstermesi gereken bir konu. Orada yaşayan insanımızla bağları koparmamalı… Bu da, sadece siyasi ve ekonomik kaygılarla değil, her şeyden önce bir aidiyet duygusuyla yapılmalı. Aksi halde, Almanya’da geçmişinden kopuk bir nesil yetişecektir. Sizce Almanya´da en çok ne eksik? Almanya, Avrupa’nın en düzenli ve sistemli ülkesi, bana göre. Dolayısıyla, Almanya açısından ciddi bir eksiklikten söz etmek haddime değil. Ancak, orada yaşayan kardeşlerimiz açısından, bir uyum eksikliği çok açık. Bunu ille de, girilen kaba benzemek olarak düşünmemeliyiz. Fakat, bulunulan ortamda yerlilerin de tepkisini çekmeyecek kadar uyumlu olmak, huzur açısından gerekli. Bu sürecin sağlıklı işleyebilmesi iyi insan olmakla mümkündür! İyi insan olmak, iyi vatandaş olmayı da beraberinde getirir. İyi bir Almanya vatandaşı olmak, özünden kopmak olarak değerlendirilmemeli. Peki bunu gerçekleştirebilmek için ne gibi projeler üretilmeli? Bu konuda çok da düşünmeye gerek yok. Bir eğitimci olarak, aklıma eğitimden daha öncelikli ne gelebilir ki? Eğitimi bir bütün olarak düşünmek gerek; yani, sadece okul sıralarında değil, hayatın her safhasında. Orada yaşayan Türklerin Almanca’yı iyi öğrenmeleri şart. Meselenin en az bunun kadar önemli olan diğer ayağı da, anadilini iyi öğrenmek! Türkçe’yi ihmal edersek, çok şey kaybederiz… Çünkü Türkçe, bu köprüde temeli oluşturuyor! Yahya Kemal’in; ‘Bu dil ağzımda anamın ak sütüdür’ deyişini unutmamak şartıyla… Evet özellikle anadil konusunda sıkıntılar yaşanıyor. Anadil olarak, Türkçe´yi geliştirebilmek için neler yapılmalı sizce? Türkçe, önce ailede, anne-babayla başlar. Anne-baba, Türkçeyi güzel ve doğru konuşmalı. Merkel’in ‘Çekirdek Aile Projesi’ni biliyorsunuz… Türk çocukların Almanca’yı öğrenemediği, konuşamadığı gerçeğini de biliyorsunuz. İşin aslı şu ki, dil teknik bir eğitimden çok, estetik yöne ağırlık verilerek daha etkili öğretilebilir. Gerek Almanca gerekse Türkçe’nin öğretilmesinde bu gerçeğe dikkat edilirse, daha başarılı bir sonuç elde edilebilir. Almanca’nın bir zorunluluk olduğu ortada. Fakat, Türkçe’nin orada doğan ve yaşayan yeni kuşaklar için de, hayati bir öneme sahip olduğu vurgulanmalı. Neticede insan, sadece fizikî ihtiyaçlarını gidererek ayakta kalabilen bir canlı değil. Moral değerlerini ihmal ederseniz, bir köksüzlük ortaya çıkabilir. General Douglas Macarthur, “Ölenleriyle henüz doğmamışları arasında köprü kuramayan milletlerin yaşamaya hakkı yoktur” der. Bu çerçevede; Avrupa Birliği’nin dil ve kültür başlıklarını dikkate aldığı ve bu yönde çalışmalar beklediği hatırlanmalı, ilgili fonlar bu alandaki projelerde değerlendirilmeli. Almanya’da Türkçe’yi doğru ve güzel kullanan bir nesil, bulunduğu ülkede hem kendi değerleri hem de lisân meselesine vereceği önemden dolayı, iyi bir temsil noktasında olacaktır. Almanca’ya bakışı da doğru bir çizgiye gelecektir. Sayın Başbakan, Recep Tayyip Erdoğan, Almanya´da türk okullarının açılmasını tavsiye etmişti. Bu tavsiyeye nasıl bakıyorsunuz? Bir siyasinin bu yöndeki tavsiyeleri, akla öncelikle politik kaygıları ve uluslar arası dengeleri getirebilir. Ancak, bu önerinin arkasında yatan gerçek; işin mânevî ve kültür yönüdür. Dilini bilmeyen bir insan kim olduğunu bilebilir mi? Buna, basit bir cevap bulsa bile, aidiyet noktasında sıkıntı yaşamaz mı? Dilini bilip, köklerine ait eserleri okuyabilen ve bundan dilini iyi bilme ölçüsünde lezzet alan bir nesil, neden köküne yabancılaşsın ki? Burada, Alman otoritelerinin bir uyum kaygısı söz konusu olabilir. Tam tersini düşünüyorum; ‘kimim’ sorusuna doğru cevap verebilen birey, bulunduğu ortama uyum konusunda her şeyden önce kendine güven duyacağı için daha problemsiz bir yaklaşım gösterecektir. Okullar meselesini ele aldığımızda, bunun iyi olmayacağını söylemek mümkün değil. Bu iyiliğin, iki taraflı olduğunun vurgulanması gerek. Sırrı Bey, siz aynı zamandada iyi bir televizyoncusunuz. Bu bağlamdada sizin fikirlerinizi merak ediyoruz... Gurbetçiler Avrupa´da daha yeni kendi televizyon ve radyolarını kurmaya başladılar. Bir televizyoncu olarak bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Ve daha iyi bir konuma gelebilmek için nasıl çalışılmalı? İlk bakışta yayın kuruluşlarının kurulması geç kalmış gibi görünse de, bu tür gelişmeler biraz da işlerin doğası gereği yürür. Yani, şartlar henüz olgunlaştığı için yayın kuruluşları yeni yeni ortaya çıkıyor. Elbette, daha önce bu tür adımların atılması kültürel muhafaza, sosyal aidiyet gibi konularda ciddi bir rahatlama getirebilirdi. Fakat, zamanlama kadar önemli bir konu da; yayın içeriği. Dikkat çekici bir nokta şu ki; buralarda faaliyet gösteren yayın kuruluşlarının ticari kaygıları da çok öne çıkıyor. Tabii ki; meselenin maddi boyutunu görmezden gelemeyiz. Ancak, öncelik para olursa, diğer meseleler değil ihmale uğramak, bozulabilir de… Uzun uzadıya üzerinde durulması gereken bir başlığı özetleyeyim… Yayın kuruluşlarının ciddi ekonomik dayanakları yoksa, ayakta kalabilmek için ticari yönlerini parlatmaları gerek. Buna kimsenin itirazı yok. Ancak; böyle bir ortamda, gurbeti, farklı bir kültür atmosferini kast ediyorum, önceliğiniz değerlerinizi muhafaza, yaşatma ve gelen kuşağa aktarma olmazsa; ileride zengin olsanız bile, bugünkü siz olmayabilirsiniz. Fakat; ‘kendi’ olarak kalabilen ve bugünkü durumunu iyiye, hayra doğru geliştirebilenler, asıl zenginliğin ne olduğunu mutlaka ileride göreceklerdir. Bu yayın kuruluşlarının daha iyi konuma gelmesi, hayatî önemde… Bunun için her şeyden önce, burada bulunan benzer kuruluşların bir araya gelerek bir fikir ve fiil birliği oluşturacak zeminde buluşmaları yerinde olacaktır. Yayın içeriklerinin hazırlanmasında, doğrular ve önemli ayrıntılar hamasî, hissî yaklaşımlara feda edilmemeli. Yani, birlik olmak, değerlerini korumak demek; bulunulan ortamdan yalıtılmak demek de değil. Hassas bir denge… Fakat, insanoğlu bu hassasiyeti gözetebilecek kabiliyetlerle donatılmış… Cemil Sahinöz, Ayasofya Dergisi No 47 http://www.ayasofya-zeitschrift.de/sirri-er-ile-soeylesi/ Link zu diesem Kommentar Auf anderen Seiten teilen Mehr Optionen zum Teilen...
Empfohlene Beiträge