Zum Inhalt springen
Qries Qries Qries Qries Qries Qries

Empfohlene Beiträge

(07.03.2025) Bediüzzaman ve kahramanlık

 

İslam alimi Bediüzzaman Said Nursi, din ve iman konusunda kimseye taviz vermemekle bilinir. Günlük iletişimde ve sosyal hayatta müthiş mütevazi olan Bediüzzaman, konu imanı savunmak olduğunda hiç kimseye taviz vermiyor. Bu davranışını gösteren bazı kesintileri burada paylaşmaya çalışalım.

Bediüzzaman nasıl bir müfessir?

Öncelikle Bediüzzaman´ın nasıl bir alim olduğunu, talebesi Zübeyir Gündüzalp´den dinleyelim:

„İmân, yalnız icmalî bir tasdikten ibaret değildir. İmânın çok mertebeleri vardır. Taklidî bir imân, hususan bu zamandaki dalâlet, sapkınlık fırtınaları karşısında çabuk söner. Tahkikî imân ise sarsılmaz, sönmez bir kuvvettir.
Tahkikî imânı elde eden bir kimsenin, imân ve İslâmiyeti dehşetli dinsizlik kasırgalarına da mâruz kalsa, o kasırgalar bu imân kuvveti karşısında tesirsiz kalmaya mahkûmdur. Tahkikî imânı kazanan bir kimseyi, en dinsiz feylesoflar dahi bir vesvese veya şüpheye düşürtemez.
İşte, bu hakikatlara binaen biz de tahkikî imânı ders vererek, imânı kuvvetlendirip insanı ebedî saadet ve selâmete götürecek Kur’ân ve imân hakikatlarını câmi’ bir eseri, sebat ve devam ve dikkatle okumayı kat’iyetle lâzım ve elzem gördük. Aksi takdirde, bu zamanda dünyevî ve uhrevî dehşetli musibetler içine düşmek, şüphe götürmez bir hakikat halindedir. Bunun için yegâne kurtuluş çaremiz, Kur’ân-ı Hakîmin imânî âyetlerini ve bu asra bakan âyet-i kerimelerini tefsir eden yüksek bir Kur’ân tefsirine sarılmaktır.
Şimdi, ´Böyle bir eser, bu asırda var mıdır?´ diye bir sualin içinizde hâsıl olduğu, nuranî bir heyecanı ifade eden simalarınızdan anlaşılmaktadır.
Evet, bu çeşit ihtiyacımızı tam karşılayacak olan bir eseri bulmak için çok dikkat ve itina ile aradık. Nihayet, hem Türk gençliğine, hem umum Müslümanlara ve beşeriyete Kur’ânî bir rehber ve bir mürşid-i ekmel olacak bir eserin Bediüzzaman Said Nursî’nin Risale-i Nur eserleri olduğu kanaatına vardık. Bizimle beraber, bu hakikata Risale-i Nur’la imânını kurtaran yüzbinlerle kimseler de şahittir.
Evet, yirminci asırda küllî ve umumî bir rehberlik vazifesini görecek Kur’ânî bir eserin müellifinin, şu hususiyetleri haiz olmasını esas ittihaz ettik. Bu hâsiyetlerin de tamamıyla Risale-i Nur’da ve müellifi Bediüzzaman Said Nursî’de mevcut olduğunu gördük. Şöyle ki:
Birincisi: Müellifin, yalnız Kur’ân-ı Hakîmi kendine üstad edinmiş olması…

İkincisi: Kur’ân-ı Hakîm, hakiki ilimleri hâvi bir kitab-ı mukaddestir. Ve bütün asırlarda, insanların umum tabakalarına hitap eden ezelî bir hutbedir. Bunun için, Kur’ân’ı tefsir ederken, hakikatın sâfi olarak ifade edilmesi ve böylece hakiki bir tefsir olması için, müfessirin kendi hususî meslek ve meşrebinin tesiri altında kalmamış ve hevesi karışmamış olması lâzımdır.
Ve hem de Kur’ân’ın mânâlarını keşif ile tezahür eden Kur’ân hakikatlarının tesbiti için elzemdir ki, o müfessir zât, herbir fende mütehassıs geniş bir fikre, ince bir nazara ve tam bir ihlâsa mâlik bir allâme ve hem gayet âli bir deha ve nüfuzlu derin bir içtihad ve bir kuvve-i kudsiyeye sahip olsun…
Üçüncüsü: Kur’ân tefsirinin tam bir ihlâsla telif edilmiş olması ki, müellifin, Cenâb-ı Hakkın rızasından başka hiçbir maddî, mânevi menfaatı gaye edinmemesi ve bu ulvî hâletin müellifin hayatındaki vukuatlarda müşahede edilmiş olması…
Dördüncüsü: Kur’ân’ın en büyük mu’cizelerinden birisi de, gençlik ve tazeliğini muhafaza etmesidir. Ve o asırda inzal edilmiş gibi, her asrın ihtiyacını karşılayan bir vechesi olmasıdır. İşte, bu asırda meydana getirilen bir tefsirde, Kur’ân-ı Hakîmin asrımıza bakan vechesinin keşf edilip, avamdan en havassa kadar her tabakanın istifade edebileceği bir üslûpla izah ve ispat edilmiş olması…
Beşincisi: Müfessirin Kur’ân ve imân hakikatlarını, cerh edilmez delil ve hüccetlerle ispat ederek tedris etmesi. Yani, pozitivizmi (ispatiyecilik) bir esas ittihaz etmiş olması…
Altıncısı: Ders verdiği Kur’ânî hakikatların, hem aklı, hem kalbi, hem ruhu ve vicdanı tenvir ve tatmin ve nefsi musahhar etmesi ve şeytanı dahi ilzam edecek derecede kuvvetli ve gayet beliğ, nâfiz ve müessir olması..

Yedincisi: Hakikatların derkine de mâni olan benlik, gurur, ucub ve enaniyet gibi kötü hasletlerden kurtarıp, tevazu ve mahviyet gibi yüksek ve güzel ahlâklara sahip kılması…
Sekizincisi: Kur’ân-ı Kerimi tefsir eden bir allâmenin Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın sünnetine ittiba etmiş olması ve ehl-i sünnet ve cemaat mezhebi üzere ilmiyle âmil olması ve âzami bir zühd ve takvâ ve âzami ihlâs ve dine hizmetinde âzami sebat, âzami sıdk ve sadâkat ve fedakârlığa, âzami iktisat ve kanaata mâlik olması şarttır.
Hülâsa olarak müfessirin, Kur’ânî risaleleriyle, Risalet-i Ahmediyenin (a.s.m.) âzami takvâ ve âzami ubûdiyeti ve kuvve-i kudsiyesiyle de velâyet-i Ahmediyenin lemeâtına mazhar olmuş hâdim-i Kur’ân bir zât olması…
Dokuzuncusu: Müfessirin, Kur’ânî ve şer’î meseleleri beyan ederken, şu veya bu tazyik ve işkenceyi nazara almayan, herhangi bir tesir altında kalarak fetva vermeyen ve ölümü istihkar edip, dünyaya meydan okuyacak bir imân kuvvetiyle hakikatı pervasızca söyleyen İslâmî şecaat ve cesarete mâlik olan bir müfessir olması gerektir.
Hem idam plânlarının tatbik edildiği ve birtek dinî risale neşrettirilmediği dehşetli bir devirde, bilhassa imhâ edilmesi ve söndürülmesi hedef tutulan Kur’ânî, şer’î esasatı telif ve neşretmiş olduğu meydanda olmakla bir mürşid-i kâmil ve İslâmın, bu asırda hakiki bir rehber-i ekmeli ve Kur’ân’ın muteber bir müfessir-i âzamı olmuş olması lâzımdır.
İşte bu zamanda, yukarıda mezkûr dokuz şart ve hususiyetlerin, müellif Said Nursî’de ve eserleri olan Nur Risalelerinde ayniyle mevcut olduğu, hakiki ve mütebahhir ulema-i İslâmın icma ve tevatür ve ittifakıyla sabit olmuştur. Ve hem intibaha gelmekte olan bu millet-i İslâmiyece, Avrupa ve Amerikaca mâlûm ve musaddaktır.
İşte arkadaşlar, biz, böyle bir tefsir-i Kur’ân arıyor ve böyle bir müfessir istiyorduk“ (Sözler, s. 1013-1015).

Zübeyir Gündüzalp, burada öncelikle imanın önemini ve tahkiki imanın gücünü vurguluyor. Bu çağda insanları ebedi mutluluğa götürecek Kur’an ve iman hakikatlerini içeren bir eserin gerekliliğini belirtiyor. Bu ihtiyacı karşılayacak eserin Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur eserleri olduğunu vurguluyor. Bu bağlamda ideal bir Kur’an tefsirinin ve müfessirinin sahip olması gereken dokuz özellik sıralıyor:

  1. Sadece Kur’an’ı rehber edinmek
  2. Geniş bilgi ve derin anlayışa sahip olmak
  3. Tam bir ihlas ile yazmak
  4. Kur’an’ın çağdaş yorumunu sunmak
  5. İman hakikatlerini güçlü delillerle ispatlamak
  6. Akıl, kalp ve ruhu tatmin etmek
  7. Kötü huylardan arındırıp güzel ahlaka yönlendirmek
  8. Peygamber’in sünnetine uymak ve takva sahibi olmak
  9. İslami cesaret ve kararlılıkla hakikati söylemek

Gündüzalp, bu özelliklerin Bediüzzaman ve Risale-i Nur’da mevcut olduğunu ve bunun İslam alimleri tarafından kabul edildiğini belirtiyor.

“Burada her müşkül halledilir, her suale cevap verilir; fakat sual sorulmaz.”

Bediüzzaman Said Nursi, Doğu Anadolu’da bir üniversite kurmak amacıyla 1907 yılının sonlarında İstanbul’a geldi. Bir yazar, onun gelişini “Doğu’nun sarp kayalıklarından bir zekâ ateşi, İstanbul ufuklarında doğdu” şeklinde tasvir etmişti.

İstanbul’a gelmeden önce Tahir Paşa’nın, “Doğu’daki âlimleri susturuyorsun, ama İstanbul’daki büyük balıklara da meydan okuyabilecek misin?” sorusuna karşılık, Bediüzzaman şehre varır varmaz âlimleri münazaraya davet etti. Amacı, Doğu Anadolu’daki ilim faaliyetlerine dikkat çekmekti. Gösterişten uzak duran Bediüzzaman, ilim, cesaret, hafıza ve zekâ bakımından olağanüstüydü. İstanbul’daki ikametgâhının kapısında „Burada her sorun çözülür, her soruya cevap verilir; fakat soru sorulmaz“ yazılı bir levha asılıydı.

Risale-i Nur´da bu olay su şekilde geçer: “Bediüzzaman, Şarkî Anadolu’da Medresetü’z-Zehrâ namında bir darülfünun açmak, ya Van’da veyahut da Diyarbakır’da darülfünun derecesinde bir medrese tesisine çalışmak için İstanbul’a geldi. İstanbul’a gelişini bir muharrir şöyle tasvir etmişti: ´Şarkın yalçın kayalıklarından, bir ateşpâre-i zekâ, İstanbul âfâkında tulû etti.´ İstanbul’a gelmeden evvel birgün Tahir Paşa, ´Şark ulemasını ilzam ediyorsun, fakat İstanbul’a gidip o denizdeki büyük balıklara da meydan okuyabilecek misin?´ demişti.
İstanbul’a gelir gelmez ulemayı münazaraya davet etti. Bunun üzerine İstanbul’daki meşhur âlimler grup grup ziyarete gelip sualler soruyorlar ve o hepsinin de cevaplarını sahih olarak veriyordu. Bundan maksadı, Şarkî Anadolu’daki ilim ve irfan faaliyetine nazar-ı dikkati celb etmekti. Yoksa Molla Said, kat’iyen hodfuruşluğu sevmezdi. Her türlü gösteriş ve âlâyişten müberra olarak hareket ederdi. İlim, cesaret, hafıza ve zekâ itibarıyla pek harika idi. Aynı derecede, belki daha ziyade olarak, halis ve muhlis idi. Tasannu ve tekellüften kat’iyen hoşlanmazdı. İstanbul’daki ikametgâhının kapısında şöyle bir levha asılı idi: ´Burada her müşkül halledilir, her suale cevap verilir; fakat sual sorulmaz´” (Tarihçe-i Hayat, s. 53)

“Eğer yanında biraz daha kalsaydım, az kalsın beni de Müslüman edecekti”

Selânik’te Bediüzzaman ve İstanbul Hahambaşı Karasso ile bir görüşme gerçekleşir. Bu görüşme Risale-i Nur´da şu şekilde geçer: “Konuşma sırasında, Karasso konuşmayı yarıda bırakarak dışarıya fırlamış ve arkadaşlarına, ´Eğer yanında biraz daha kalsaydım, az kalsın beni de Müslüman edecekti´ diyerek mağlûbiyetini hayret ve telâşla izhar etmiştir. Karasso ki, Osmanlı İmparatorluğunu parçalamak için sinsi ve tertipli bir şekilde çalışan gizli bir teşkilâta mensup olup, ortada fevkalâde bir rol oynuyordu. Karasso’nun Bediüzzaman’ı ziyaret etmekten maksadı, onu kendi fikrine çevirmek ve meş’um gayesine âlet etmek idi” (Tarihçe-i Hayat, s. 58)

“Sen de şeriat istemişsin?”

Bediüzzaman, kahramanlığını 31 Mart hadisesinde de ispat eder: „Nihayet menhus 31 Mart hadisesi meydana gelir. Şeriat isteyen ve o hâdisede ismi karışan on beş kadar hoca idam edilir. Bediüzzaman, onlar mahkeme binasının bahçesinde asılı durdukları ve kendisi de pencereden onları gördüğü bir halde muhakeme olunur.

Mahkeme reisi Hurşid Paşa sorar: ´Sen de şeriat istemişsin?´

Bediüzzaman cevap verir: ´Şeriatın bir hakikatine, bin ruhum olsa feda etmeye hazırım. Zira şeriat, sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fakat, ihtilâlcilerin isteyişi gibi değil!´

Bediüzzaman’ın divan-ı harpteki bu kahramanca müdafaası, o zaman iki defa tab edilip neşredilmiştir. O dehşetli mahkemeden idamını beklerken beraat etmiş ve mahkemeye teşekkür etmeyerek, yolda Bayezid’den tâ Sultanahmed’e kadar, arkasında kalabalık bir halk kitlesi mevcut olduğu halde, ´Zalimler için yaşasın Cehennem! Zalimler için yaşasın Cehennem!´ nidâlarıyla ilerlemiştir” (Tarihçe-i Hayat, s. 58).

Nikola Nikolaviç

Birinci dünya harbi döneminde Bediüzzaman esir olarak alınır ve üserâ kampına götürülür. Burada da şayan-ı takdir bir hâdise cereyan eder: “Bir gün Rus Başkumandanı esirleri teftişe gelir. Teftiş esnasında, Bediüzzaman kumandana selâm vermez ve yerinden kalkmaz. Kumandan kızar, belki tanımamıştır diyerek tekrar önünden geçtiği zaman yine yerinden kalkmayınca, kumandan tercüman vasıtasıyla der: ´Beni herhalde tanımadılar?´
Bediüzzaman: ´Tanıyorum, Nikola Nikolaviç’tir.´
Kumandan: ´Şu hâlde Rus ordusuna, dolayısıyla Rus Çarına hakaret ediyorlar!´
Bediüzzaman: ´Hakaret etmedim. Ben bir Müslüman âlimiyim. İmanlı bir kimse, Cenâb-ı Hakkı tanımayan bir adamdan üstündür. Binaenaleyh, ben sana kıyam etmem´ der. Bunun üzerine Bediüzzaman divan-ı harbe verilir. Birkaç zabit arkadaşı, hemen özür dileyerek vahim neticenin önlenmesine çalışmasını istirham ederler.
Fakat Bediüzzaman: ´Bunların idam kararı, benim ebedî âleme seyahat etmem için bir pasaport hükmündedir´ deyip kemal-i izzet ve şecaatle hiç ehemmiyet vermez.
Nihayet idamına karar verilir. Hüküm infaz edileceği vakit, namaz kılmak için müsaade ister; vazife-i diniyesini îfadan sonra, atılacak kurşunlara göğsünü gereceğini beyan eder. Tam bu esnada, namazını eda ederken, Rus kumandanı gelerek, Bediüzzaman’dan özür dileyip: ´O hareketinizin, mukaddesatınıza olan bağlılıktan ileri geldiğine kanaat getirdim, rica ederim, beni affediniz´ diyerek verilen idam hükmünü geri alır“ Tarihçe-i Hayat, s. 69). Bediüzzaman, ihlası ve davasında samimiyeti nedeniyle serbest bırakılır.

Boyun eğmediği ‘dört kumandan’

Bediüzzaman kendisi de taviz vermemek ve boyun eğmemek hakkındaki tavrını izah ediyor: „Ben eskiden beri tahakküme ve terzile karşı boyun eğmemişim. Hayatımda tahakkümü kaldırmadığım, birçok hadiselerle sabit olmuş. Meselâ, Rusya’da kumandana ayağa kalkmamak, Divan-ı Harb-i Örfîde idam tehdidine karşı mahkemedeki paşaların suallerine beş para ehemmiyet vermediğim gibi, dört kumandanlara karşı bu tavrım, tahakkümlere boyun eğmediğimi gösteriyor‘ (Emirdağ Lâhikası, s. 870).

„31 Mart hâdisesinde Hareket Ordusunun Başkumandanı Mahmud Şevket Paşa bana karşı fazla hiddetli iken ve Divan-ı Harb-i Örfîde beni muhakeme ettikleri gün, on beş adam karşımda darağacında asılı bir vaziyette Divan-ı Harb-i Örfî Reisi Hurşid Paşa benden sordu: ‘Sen şeriatı istedin mi? İşte şeriatı isteyenler böyle asılırlar.’ Ben de ‘Şeriatın bir meselesine bin ruhum olsa feda ederim’ dediğim halde ve beni mahkûm etmeye pek çok esbap—muhbirlerin iftiralarıyla—varken, benim müstesna bir surette müttefikan berâatime karar vermeleri.

Hem eski Harb-i Umûmînin nihayetinde, İstanbul’da İngilizlerin Başkumandanının eline benim İngiliz aleyhine şiddetli yazdığım Hutuvat-ı Sitte ve Başpapazına tahkirkârâne sözlerim eline geçtiği halde, beni mahvetmek yüzde yüz ihtimali varken, hiddetini geri alıp ilişmemesi…

Hem Ankara’da, divan-ı riyâsetinde pek çok meb’uslar varken Mustafa Kemal şiddetli bir hiddetle divan-ı riyâsetine girip, bana karşı bağırarak: ‘Seni buraya çağırdık ki, bize yüksek fikir beyan edesin. Sen geldin, namaza dair şeyler yazıp içimize ihtilâf verdin.’ Ben de onun hiddetine karşı dedim: ‘Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduddur.’ Dehşetli bir put kırdım. Hazır mebus dostlarım telâş ettikleri ve her halde beni ezeceklerini tahmin ettikleri sırada, bana karşı bir nevi tarziye verip o mecliste hiddetini geri alması, âdetâ dehşetli bir kuvveti ve hakîkati hissedip geri çekilmesi, ikinci gün husûsî riyâset odasında, Hücumât-ı Sitte’nin Birinci Desise içinde bulunan ‘Meselâ, Ayasofya Camii ehl-i fazl ve kemalden, ilâ âhir…’ cümlesinden başlayan, tâ İkinci Desiseye kadar, bir saat tamamen ona söyledim. Bütün hissiyatını ve prensibini rencide ettiğim halde bana ilişmemesi, hattâ taltifime çok çalışması, kat’iyen bu üç cebbar fevkalâde kumandanların bu üç acip hâletleri, âdeta eski Said’den korkmaları, şüphesiz ki Risâle-i Nur’un, ileride kahraman şakirtlerin şahs-ı mânevîsinin harîka bir kuvveti ve Risâle-i Nur’un parlak bir kerametidir“ (Emirdağ Lâhikası, s. 421).

Sonuç

Bediüzzaman Said Nursi, dini ve imani konularda taviz vermeyen bir âlim olarak tanınır. Talebesi Zübeyir Gündüzalp, onun iman anlayışını ve Risale-i Nur’un önemini vurgulayarak, tahkiki imanın sarsılmaz gücünü açıklar. Ona göre, bu çağda insanları ebedi saadete ulaştıracak ve Kur’an hakikatlerini en güçlü şekilde açıklayan eser, Risale-i Nur’dur. İdeal bir müfessirin sahip olması gereken dokuz temel özelliği sıralayarak, Bediüzzaman’ın bu nitelikleri eksiksiz taşıyan bir Kur’an müfessiri ve rehber olduğunu ifade eder. Risale-i Nur’un, çağın ihtiyaçlarına uygun olarak iman hakikatlerini en açık ve güçlü delillerle ispat ettiğini ve Müslümanlar için bir rehber niteliğinde olduğunu vurgular. Örneklerde de görebildiğimiz gibi, Bediüzzaman hayatı boyunca tüm baskılara karşı direndi ve ilkelerinden asla vazgeçmedi.

Dr. Cemil Şahinöz

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

Dein Kommentar

Du kannst jetzt schreiben und Dich später registrieren. Wenn Du ein Konto hast, melde Dich jetzt an, um unter Deinem Benutzernamen zu schreiben.

Gast
Auf dieses Thema antworten...

×   Du hast formatierten Text eingefügt.   Formatierung jetzt entfernen

  Nur 75 Emojis sind erlaubt.

×   Dein Link wurde automatisch eingebettet.   Einbetten rückgängig machen und als Link darstellen

×   Dein vorheriger Inhalt wurde wiederhergestellt.   Editor leeren

×   Du kannst Bilder nicht direkt einfügen. Lade Bilder hoch oder lade sie von einer URL.

×
×
  • Neu erstellen...