derguiz Geschrieben 6. Juni 2009 Teilen Geschrieben 6. Juni 2009 PROF. DR. SENER DİLEK BEYEFENDİ İLE RİSALE OKYANUSUNDA BİR GEZİNTİ–1 Cevaplar.org olarak şimdiye kadar birçok önemli röportaja imza atmayı Cenab-ı Hak bizlere lütfetti. O’na sonsuz hamdu sena olsun.. Şimdiki röportajımız da uzun soluklu bir ufuk turunu içeriyor. Çok uzun zamandır düşlediğimiz ve beklediğimiz bir röportajdı bu.. Sadece bir asrı değil, on dört asırdır gelen ve zamanın ve zeminlerin rahnelemesiyle dehşetli bir darbe almış kalb-i Umumi ve vicdan-ı Külliyi tamiri esas alan Nur Risaleleri etrafında bir beyin fırtınası gerçekleştirmek..Bunu da bu eserleri büyük bir dirayet ve vukufla okumuş Prof. Dr. Şener Dilek bey ile yapmak.. Şükründen aciz olduğumuz bir lütuf oldu.. Şener Bey ile Risalelerin şerh ve izahı meselesinden, bu irfan bahçesine girerken dikkat etmemiz elzem olan hususlara, en çok dikkatini çeken risalelerden, şu anda kendisinin bir seri halinde istifademize arz ettiği “Bir Yol Haritası” çalışmalarına kadar birçok meseleyi konuştuk. İnşallah her hafta bölümler halinde sizlere sunacağız. Kelam ve kalem üstadı, gönül insanı muhterem Şener Dilek beyefendiye medyun-u şükranız, Allahu Teâlâ ilelebet razı olsun. Bu söyleşinin gerçekleşmesinde büyük emekleri geçen Feyza Yayıncılık yetkililerine, mülakatımızı yazıya geçiren Nurgül hanımefendiye, nezih bir ortamı bize hazırlayan Mehmed ağabeyimize teşekkürlerimi arz ederim. Saygılarımla. Salih Okur, cevaplar.org -Risale-i Nur derslerinde bazı ağabeyler Zübeyr Ağabey’in Sözler’deki Konferans’ın sonundaki “Üstâdımız Bediüzzaman, bir Nur talebesine Risâle-i Nur'dan bâzan okuyuvermek lütfunu bahşederken, izah etmiyor, diyor ki: "Risâle-i Nur, imânî meseleleri lüzûmu derecesinde izah etmiş. Risâle-i Nur'un hocası Risâle-i Nur'dur. Risâle-i Nur, başkalarından ders almaya ihtiyaç bırakmıyor. Herkes istidâdı nisbetinde kendi kendine istifâde eder. Aklınız herbir meseleyi tam anlamasa da, ruh, kalb ve vicdânınız hissesini alır. Ne kadar istifâde etseniz, büyük bir kazançtır." sözünü naklediyorlar. Aynı zamanda Üstad’ın; “Risale-i Nur bir muallimden ders almaya ihtiyaç bırakmıyor” sözünü aktarıyorlar. Bu konuda düşüncelerinizi alabilir miyiz? - “Düşüncelerinizi alabilir miyim?” diye sorduğunuz söz; söz sultanı, ferdiyetin reyhanı, marifetin sultanı, ferd-i ferid-i zaman, varis-i nebi-yi zişan Hazreti Bediüzzaman’ın beyanı.. “Büyüklerin sözü, sözlerin büyüğüdür!” O beyanın yanında söz söylemek, çok ham olur, çiğ düşer. Ama, yine de bir şeyler söyleyin diye ısrar ederseniz; o zaman yapacağım değerlendirmeler “mütekellim”e bakmaz; yani O söz sultanının sözleri hakkında olamaz. Belki, “muhatab”, “makam” ve “maksad” hakkında olabilir. Şimdi, bu üç noktadan bir yorum yapmamı arzu ediyorsanız; bu noktaları konuşabiliriz. -“O zaman önce “muhatab” hakkında konuşalım. Sonra da “makam” ve “maksad” hakkında. Ne demek “muhatab”? Nasıl bakacağız, nasıl yorumlayacağız “muhatab”ı? - “Muhatap”, yani okuyucu.. Bir kitabı her yaş grubunda, değişik kültür seviyesindeki kişiler okuyabilir. Okuyan herkes, okuduklarından bir hisse alır, ama alıp kalbine koyduğu, gönlünde sakladığı, ruhuna nakşettiği, idrakine yerleştirdiği kendi istidat kabı kadardır. Evet, herkes kabı kadar alır. Bu bir hüküm.. Bir sünnetullah kanunu.. Bakın denizlere, deryalara.! Hamsi balığı da su içer, balina da.. Peki, o zaman bir kitap yahut bir metin hakkında farklı bakış ve yorumlar nasıl ortaya çıkar? Farklı düşünceler nasıl oluşur? Hatta daha ilerisi, bazen bir metin ile ilgili münakaşalar alıp başını gider, toz dumana karışır, gürültüler çıkar. Nedir bunların sebebi? Evet, evvela bir hakikatin altını çizmek lazım.. Her okuyucu, nitelikli değildir; her nitelikli, donanımlı okuyucu da iyi bir yorumcu değildir. Okunan metin “üslub-u âliye” ile kaleme alınmışsa; her okuyucu mana deryasının derinliklerinde kulaç atamaz. Tufeyliler ancak sahil şeridinin kıyılarında dolaşır dururlar. Gavvas olanlar, deryaya dalar, mücevheratlar çıkartırlar. Dikkatle bakmayanlar, tahkik gözlüğünü takamayanlar, peçelerin arkasında gizlenmiş o nazeninleri, o hasnaları göremezler. İlm-i hikmetten mahrum olanlar kelamın semerelerini bilemez, zerafet ve letafetini hissedemezler. İlm-i belağatten bî-haber olanlar kelamın maksadını, makamını, mâba’dini, makablini, fehvasını anlayamazlar. Zihnî melekelerini geliştirmemiş olanlar, kelamdaki maksadı, maksadın mak’adını kestiremezler; mana ve maksadı ya ifrata çeker, ya tefrite düşürürler. Evet, yorum, bir sanat, bir güzellik.. O sanatı ilim dokur, hikmet giydirir, zerafet sahneye çıkartır. Letafet ışıklandırır ve hakikat, üslub-u kelam içinde arz-ı endam eder. O sanatta tasnif vardır, tahlil vardır, terkip vardır; bakış keskin ve derindir; mahir ellerde, mana tabakaları hamurun açılıp inceldiği gibi açılır; sanat inceliği, fikir derinliği içinde kelam huri misal letafet ve zerafeti ile kendini gösterir, cilvegîr olur; o sanat güzelliği, o yorum iktidarı gönlünüzü mest eder, idrak harmanınızı açar, hayalleriniz güzelleşir.. Düşüncenin tadını, lezzetini, hisseder, zevklenirsiniz.. Firdevsî bir cenneti yaşarsınız o an.. Bütün latifeleriniz telezzüz eder, belki tekeyyüf eder. Güzel.! Peki, ne diye yorum ile ilgili cenk ve cidaller olur? Niçin kavga ve gürültüler ortaya çıkar? Cevap, açık..Naehiller, liyakatsiz ve dirayetsizler işe karışır. “Cahil, cesurdur.” sırrınca, ehliyetsizler sahaya iner. İşin vahim tarafı mesele o noktada da kalmaz; işin içine, taassup, inat, tarafgirlik, önyargı, peşin hükümler, yalanlar, yanlışlar, iftiralar ve yakıştırmalar da girer. Derbi maçları gibi, sahada oyun biter; ama trübünlerde bitmez. Fanatikler sahneye çıkar. Saha toz ve dumana karışır. Taraf psikolojisi, mantık ve muhakemeyi kapatır, ilim ve hikmeti uçurur. Ortada ne yorum kalır, ne de yorumun zerafeti.. O zaman zerafet, letafet gül bahçelerini terk eder, artık bülbüller ötmez.. Hiddet ve gabavetin, şiddet ve infialin kapıları açılır. Baltasını alanlar, kılıcını kuşananlar arenaya iner, vurup kırar, kırıp döker. Tetkik edilen metin, yorumlanan kelam, din ve mukaddesata, itikad ve imana ait ise, çoğu zaman meydana inenler, gürültü çıkartanlar genellikle “dinde mutaassıp, muhakeme-yi akliyede noksan” olanlardır. Fikren gabi, intikali zayıf, anlayışı kıt kişiler.. Ruhları bedevi, lisanları kaba, mizaçları sert, hazımsız ve acımasız.. Onların içinde hazımsızlıkla öyle ileri gidenler olur ki, kendileri gibi düşünmeyenleri -kim olursa olsun- düşman görür, hain telakki ederler. Fıtratlara baskı yapar, tahakküm ederler. Çünkü tek gerçek, kafalarındakidir; tek ve vazgeçilmez doğru kendi bildikleridir. Tek doğruyu sadece kendileri bildiği için, bildiklerini bulunmaz hind kumaşı gibi pazarlara çıkartır, satarlar. Onlar aslında ne kumaştan anlarlar, ne pazarı bilirler, ne de müşterileri tanırlar. Peki, ne yaparlar pazarda? Ne iş görürler? Onlar ancak, garibanların yakasına yapışır, saf insanları şaşırtırlar. Muhakemesi dar, intikali yetersiz manen tufeyli hükmünde olanları dar caddelere, çıkmaz sokaklara sürüklerler. Onlar akl-ı selimin çarşısında dolaşamazlar. Sarraflar çarşısına giremezler. Çünkü mihenk taşları yoktur onların.. İslam tarihinde en dehşetli gürültüyü, en şiddetli toz ve dumanı çıkaranlar, ellerini kana, kalplerini kine bulayanlar “Hariciler”dir. Hariciler, “Hüküm Allah’ındır.” ayetini yanlış yorumladılar. Hadlerini aştılar. İnsan-ı kamil, şah-ı velayet, ilmin kapısı, ehl-i hak, ehl-i hikmet, ehl-i adalet olan Hz. Ali’ye (r.a) karşı çıktılar. Yanlış muhakemeleri, kör akılları, ahmak kafaları, kaba tavırlarıyla dehşetli fitnelere kapılar açtılar, uhuvvet-i islamiyeyi paramparça ettiler.. Evet, Hariciler meselesi çok acı.. Ciğerleri parçalıyor.. Aslında Hariciler, bir model.. Hakikatleri çok dar kalıplar içine sıkıştıran, hep satıhda dolaşan, derinlere dalabilecek nefese sahip olamayan, kıyı şeridinin meskunleri.. “Dar, tahribatçıdır!” hakikatinin masadakları.. Lafızda kalan, manaya nüfuz edemeyen fikir bedevileri… - “Hariciler ile ilgili meseleyi çok güzel yorumladınız.. Bu mesele aslında üzerinde çok düşünülmesi gereken bir nokta.. Fakat zamanınızı almamak için müsaade ederseniz, konumuza dönelim “makam” ve “maksad” üzerine konuşalım. Nedir “makam” ve “maksad”?” - Evet, yorum sanatında, makam ve maksad fevkalade önem taşır. Makam ve maksadı dikkate almayan bir yorum, kelamı amacından saptırır, muhakemeyi kilitler, çoğu zaman da hikmet ve hakikate ters düşer. Belki daha dehşetlisi, fikrî muvazeneyi bozar. Fikrî muvazenelerin bozulduğu yerde vehimler, hayaller, varsayımlar, kötü niyetler, müfsit fikirler devreye girer; o zaman kelam, hakikatinden kopar; ağızlarda ya yobazlaşır, ya gabileşir, ya afakîleşir, ya siyasîleşir, ya maddîleşir, ya da nifak ve şikaka, fitne ve fesada alet olur. Tahkik mesleğinde, kelam fikrî süzgeçlerden geçirilir, rafine edilerek kelamın hangi makamda ve ne maksad için söylenmiş olduğu daha açık bir biçimde ortaya konulur. Daha derinliğine bir incelemede, makam ve maksad yanında; o sözün muhtelif ilim dalları ve mana tabakaları itibariyle de tetkiki yapılmalıdır. Evet, tahkik adına “metin incelemesi” yapılırken, makam-ı tebliğ, ilm-i usûl, ilm-i hakikat, fıtrat-ı insaniye, eğitim psikolojisi, ilm-i belağat, mana tabakaları ve kelamın lazım manaları gibi mizanlar çerçevesinde; metin, mantık ve muhakeme süzgeçleriyle süzülmeli, hikmet gözlüğü ile tahlil edilmeli, insafla ve hak namına tahkike girişilmelidir. Böyle bir tetkik olmazsa, surette kalınabilinir. Hakikatler perdelenerek yanlış anlayışlara kapılar açılabilir. Evet, sathî bakış hüner değil.. Evet, metni açıp, içindekileri görmek ve göstermek lazım. - “O zaman Üstad’ın beyan ettiği cümleleri açıp içindekileri makam ve maksad açılarından görmek ve göstermek mümkün mü?” - Mümkün.. Ama, metin uzun.. Metnin “parçalara ayırma tekniği” ile bölünerek incelenmesi lazım.. İsterseniz “Metin incelemesi” ni iki kademe şeklinde yürütelim. Önce şu cümleden başlayalım: “Aklınız herbir meseleyi tam anlamasa da, ruh, kalb ve vicdânınız hissesini alır. Ne kadar istifâde etseniz, büyük bir kazançtır." Evet, şimdi açalım bu metni.. Bakalım içine.. Neler var bu metinde? Gördüklerimizi birkaç “nükte” şeklinde sıralayalım. Sıralayalım dedim ama, bu noktada bir endişem var. - “Nedir endişeniz?” - Endişem üslup noktasından.. - “Nasıl yani?” -Şimdi “metin incelemesi” ne girişeceğiz. Metin incelenmesinde üslup çok önemli.. Sohbetimiz röportaj üslubu içinde mi devam etmeli, yoksa bir derece daha ilmî ve tasnifî çerçeve üzerinde mi akıp gitmeli? - “Röportaj üslubu olabilir mi? - Olabilir ama, bu üslup zannederim, amacımıza tam hizmet etmez; hakikatleri bir derece yetim ve sahipsiz bırakabilir. Çünkü röportajda kelimeler su gibi akıp, gider. Malum; su çok hızlı akarsa, balık tutulmaz. Gerçi röportaj üslubu pratiktir, okuyucuyu sıkmaz, rahatlık verir; daha kısa, tok ve vurucu cümleler tercih edilir. Ama, ciddi bir meselenin ilmi bir çerçeve içinde takdimi, tanzimi, tasnifi yazı dilini zorunlu kılar. Yazı dilinde kelimeler o kadar hızlı dönmez; daha ağır başlı, daha metin ve daha rasihtir. Bir malzemeyi daha kaliteli dokuyabilmek, bir manaya daha güzel libas giydirmek, bir düşünceyi hakimane ortaya koymak için yazı diline ihtiyaç vardır. Evet, bir metni derinliğine tetkik etmenin en sağlıklı yolu, yazı dilidir. Gönlüm yazı dilinden yana.. Ne diyorsunuz? Şimdi söyleyin bana, ne yapalım? Hangi yolda yürüyelim? - “Gönlünüz yazı dilinden yana.. Ne yapalım.! Yazı dili olsun. Ama röportaj dilinden de tamamen kopmayalım.” -“Anlaşıldı.. O zaman makamın mizacına göre konuşacağız.. Evet, şimdi, birinci bakış açımız, “makam-ı tebliğ” noktasından olsun. Tahkik gözü ile metni değerlendirmeye başlayalım: Metin, tebliğ noktasından çok önemli bir ölçüyü dikkatlerimize sunuyor ve mihenk taşı manasında, şu düsturu gözlerimizin önüne seriyor: “Bir hakikat bütün bütün anlaşılmazsa, onu bütün bütün terk etmek caiz değildir. Ondan alınan hisse -velev ki- yetersiz ve kemal manada noksan olsa bile, onunla olan alakadarlık sürdürülmeli, koparıp atılmamalıdır.” Bu düsturu biraz daha açılım: Mesela aldın eline bir risale.. Okudun.. Ya da, birisi elinden tuttu, aldı seni Risale-i Nur sohbetine götürdü, dersi dinledin.. Okuduğun ya da dinlediğin risalede işlenen konu çok derin ve çok ince.. Fakat, bakıyorsun aklın muhatab olamadı.. Fikrin yetişemedi, zihnin kavrayamadı.. Dimağ tezgahın o hakikati hazmedemedi.. Öyle ki, o manayı çözmekte, o hakikati fikren kabulde yetersiz ve aciz kaldın.. Ne yapacaksın şimdi? Çekip gidecek misin? Şu azim ders-i Kur’aniye’yi terk mi edeceksin? Her şeyi kesip atacak mısın? Köprüleri yıkacak mısın? İşte bu noktada bu cümle Hızır gibi imdadına yetişiyor. Ne diyor? Hakikat dili ile şu manayı terennüm ediyor: Hayır.! Sakın haa..! “Anlamadım.!.” diye şu ders-i Kur’aniye’yi terketme..! “Bu benim işim değil..! Bu bülbül bana ötmüyor.!” diyerek iç dünyanı kilitleme..! Muhalefet havasına girme.! “Ben anlamadığım, bilmediğim ve kavramadığım yerde yokum..!” diye şu marifet ikliminden uzaklaşma..! Dikkat edilirse, “makam-ı tebliğ” noktasından bu düsturun arkasında “iman hakikatleri”ne sahip çıkma adına atılmış çok güzel bir adım vardır. Yani, sen insansın, sende pek çok latifeler var. Aklın kavramazsa bile telaş gösterme.! Senin kabule müheyya kalbin var, kalbî teslimiyetin var, temiz bir fıtratın var.. Latifelerinin hassasiyeti ve duyarlılığı var. Merak etme.! Gir o iklime..! Bak göreceksin, göğüslerin açılacak.. O havayı içine çekeceksin, teneffüs edeceksin.. Sakın tasa etme.! Ayaklarını geri çekme.! Yürü..! Mağmûm olma.! O iklim seni rahatlatacak, senin aleminde yeni yeni açılımlara vesile olacak.! Kalbine inşirah düşecek, gönlün rahatlayacak, ruhun inbisata ma’kes olacak.! Sabret.! Evet, hakikatlerin müzakeresinde herkes kendi kabı kadar hisse alır. Üstadımızın ifade ettiği gibi, büyük bir bahçeye giren herkes, elinin ulaştığı kadar meyveleri toplar. “Ulaşılamayanlarda elleri uzun olanların hisseleri vardır!” diye düşünüp ders halkasından kopmamak gerekir. Evet, metinden anlaşılması gereken birinci nükte bu.! Zannederim, tebliğ noktasından bakıldığında taşlar yerine oturur, “metnin maksadı” anlaşılır. Bu cümle ile verilmek istenen mesaj da alınmış olur. Evet, şimdi ikinci bakış açımız, metni “ “nisbî kemal” ve “küllî kemal” noktasından yoruma tabi tutmak olsun. Bu bakış açısı ile metnin “makam ve maksadı”nı şöyle yorumlayabiliriz: “Bu cümle hakikat iklimine ulaşmak, arş-ı kemalata uruc etmek adına bir seyr-i sülûktür. Cümle, kemal mananın ifadesi için değil, belki nisbî ve izafî kemalatın inkişafına vesile olmak ve kuvvet vermek için söylenmiş izafet yüklü bir sözdür. Bu kelam, nispete bakar, kemale bakmaz.“ Ne demek? İnsanın terakki ve tekâmülünde matlup ve maksud, nisbî kemalat değildir. Matlup ve maksud, kemalat-ı külliye-yi kamiledir. Kemalat-ı külliye-yi kamile ise, bütün aklî melekeler yanında kalb, ruh, sır, hafî ve ahva gibi diğer bütün latifelerin bir mehteran gibi birlikte ve beraber yürüyüşü; intişar, inkişaf ve inbisatı ile hâsıl olur. Şöyle düşünün.. Bir öğrenci için arş-ı kemalat, bütün derslerden en yüksek notu almak, birinci olup iftihar listesine geçmektir. Karnesini almış getirmiş, bakıyorsun her dersi mükemmel değil.. Takdir alamamış.! Teşekkür getirememiş.! İftihar listesine girememiş.! Onu teselli ve teskin makamında “Sen bütün bütün de kötü değilsin, gerçi iftihar listesine giremedin ama, yine de iyisin.. Bak, kırık notun yok.!” dersen, bu söz, kemale bakmaz, nisbî kemalata bir hüccet olur. Şimdi size soruyorum: İki talebe var. Birincisi, ancak bir iki latifesi ile hakikat-ı Kur’aniye’ye muhatap.. İkincisi, akıl ve dimağının yanında ekser latifelerinin intişarına kuvvet verecek bir biçimde hakikat-ı Kur’aniye’ye külliyet ve camiiyet sırrı ile muhatab.. Şimdi, hangi talebe daha kamil, daha cami, daha mükemmeldir? Haydi.! Siz cevap verin.! Evet, arş-ı kemalata, ancak ve ancak kuvvetlerin bileşkeni ile varılır. Akıl artı kalb artı ruh artı vicdan artı diğer latifelerin mezci.. Nisbî kemalat ise, her kuvvenin kemaline bakmaz. “Ne kadar istifade edersen, o kafidir.” sırrına bakar; teşvik makamında, insanları teselli eder. Ama kemal noktasında yeterli değildir. Şimdi bir kişi, bu cümleyi makam ve maksadından farklı bir biçimde değerlendirir, “Bu kadar istifade bana kafidir.” der ve bu anlayışını kendine bir meşrep olarak giydirirse; o zaman bir kısım istidatlarını kapatmış, kilitlemiş olur. Böyle bir ön yargı, tefekkürü daraltabilir, dimağ laboratuvarının işleyişine engel olabilir. Evet, bu bakış açısına da ikinci nükte diyelim. Üçüncü bakış açımız, Risale-i Nur’un kadr-ı kıymetini dikkatlere sunmak ve irşad noktasından ehemmiyetine parmak basmak olsun. Risale-i Nur, velayet-i kübradan maksud marifet, hakikat, feyz, nur ve esrarlara havidir. Aklı ikna, kalbi de işba eder. Akılları tenvir ettiği gibi; kalblere iman halini telkin eder. Latifeleri terbiye eder. Ruhlara da iman zevkini aşılar. “Risaleler yalnız aklî mesail-i ilmiye değil; aynı zamanda kalbî, ruhî ve halî mesail-i imaniyedir.” der Üstadımız.. Risale-i Nur, aynı zamanda, sırr-ı veraset cihetiyle tebliğ sorumluluğunu omuzlara yükler. Temsil ruhunu fıtratlara nakşeder. Yüksek fedakârlık ve hamiyet hissini ateşler. Risale-i Nur, hakikat mesleğinde fikre ve hayata istikamet verir, tefekkürü enginleştirir. Risale-i Nur, derecelerine nispetle müntesiplerini abd-i muhsin ayinedarlığına çıkartır. Ahlak-i aliyeyi inkişaf ettirir. İhlas-ı etemme, hakikat-ı uhuvvete mazhar kılar. Asrın fehmine Kur’an-ı Azimüşşan’dan bir ders olan Risale-i Nur, neşr-i envar-ı Kur’aniye’nin istikametine medar külli hizmet düsturlarını vazeder. Evet, risaleler böyle bir camiiyete mazhar.. Elbette böyle azim bir hizmetin, liyakat adına müntesiplerinden istediği ve beklediği bir kısım mükellefiyet ve sorumluluklar vardır. Bu sorumluklar açısından metne bakıldığında, tahkik laboratuvarı, metinden iki önemli noktayı süzer, çıkartır. Birinci nokta, metin yalnız aklı ile hakikate gidenleri işarî olarak ikaz eder: “Aklî melekelerinle iktifa etme.! Kalbî, ruhî ve halî latifelerini de işin içine kat. Onlar da hisselerini alsınlar, envar ve esrar-ı Kur’aniye’yi massetsinler. Nasipsiz kalmasınlar.!” İkinci nokta, kalbî ve halî latifeleri ile hakikate gidenleri de işarî olarak uyarır: “Latifelerinle iktifa etme.! Aklî melekelerini aç.! Tefekkür ve düşünce ufkunu genişlettir. Dimağ laboratuvarını çalıştır, aklını tembelleştirme.!” Evet, Nur’un mesleği tahkiktir. Tahkik ehli ise, akli melekelerin yanında kalbi, ruhi, hali melekeleriyle birlikte yürür. Evet, bu bakış açısına da üçüncü nükte diyelim. Dördüncü bakış açımız da, metinlerin “İlm-i usûl”, “ilm-i belâgat ve kelamın taşıdığı mana tabakaları” itibariyle tetkiki olsun. Aslında bu tetkik, beyânî bilgi sisteminin derinlikleri ile ilgilidir, epistemolojik açıdan önem taşır; bu konu, derin ve incedir.. Bu işin detay ve inceliklerini bu sahanın ehillerine havale edelim. Ama tahkik adına, makam ve maksad ile ilgili yapılacak bir değerlendirmede “lafız-mana” ilişkisini muhakkak dikkate almak zorunluluğu vardır. -devam edecek- Salih Okur Eklenme tarihi : 2009-06-05 Zitieren Link zu diesem Kommentar Auf anderen Seiten teilen Mehr Optionen zum Teilen...
Empfohlene Beiträge
Dein Kommentar
Du kannst jetzt schreiben und Dich später registrieren. Wenn Du ein Konto hast, melde Dich jetzt an, um unter Deinem Benutzernamen zu schreiben.