Levent Geschrieben 15. März 2008 Teilen Geschrieben 15. März 2008 Öz Güven ve Mehdîlik Ýddiasý Soru: “Öz güven” tabirinin mü’mincesi nedir; inanan bir insanda öz güvenin keyfiyeti nasýldýr? Düz kulluða talip olmak ile himmeti âlî tutmak cem’ edilebilir mi? Cevap: “Öz güven”, genellikle, bir kimsenin kendisine inanýp itimat etmesi, þahsî kabiliyetlerine ve imkanlarýna bel baðlamasý; kendisi ve çevresiyle barýþýk yaþamasý ve umumî halinden memnun olmasý þeklinde tarif edilmektedir. Hayata müsbet yanlarýyla bakmayý ders verdiði için bazý açýlardan doðru ve isabetli sayýlsa da, bu söz bizim kaynaklarýmýza uygun düþmeyen bir mananýn ve muhtevanýn beyanýdýr. Öz güven tabiri, yabancý kültürlerde kullanýlan bazý kelimelerin tercümesi olarak Türkçemize sonradan girmiþ bir ifadedir ve Batýlý terminolojiye ait bir telakkîdir. Tabii ki, insanýn karakteri ortaya çýkarýlmalý, kabiliyet ve istidatlarýnýn geliþmesine gayret gösterilmelidir. Fakat, böyle bir neticeyi elde etmek için ferdi þýmartacak ve onu bencillik girdabýna düþürecek usullere baþvurulmamalýdýr. Deðiþik tabirlerin gölgesinde, þahsýn ukalâlaþmasýna ve küstahlaþmasýna meydan verilmemeli; meseleler onun dar imkânlarýna, sýnýrlý iktidarýna ve güçsüz iradesine bina edilmemelidir. Bir kere, her meseleye kendi kabiliyetleri, güç ve iktidarý açýsýndan yaklaþan ve sürekli “ben” diyen bir insanýn, zamanla nefsini merkeze koymasý, onu esas kabul etmesi, yaptýðý her iþ ve elde ettiði her baþarýyla enaniyetini biraz daha beslemesi kaçýnýlmazdýr. Nefis yörüngeli ve kendine çok güvenen böyle bir insanýn, azýcýk sürçüp düþtüðü bir yerde bütün bütün ümitsiz kalacaðý, tutunacak yer bulamayacaðý ve bir daha doðrulamayacaðý da âþikardýr. Evet, insanýn mahiyetinde güven duyma ihtiyacý ve hissi vardýr; fakat, kime güvenmesi lazým geldiðini bilemeyen ve itimad merciini doðru tesbit edemeyen bir kimse, eninde sonunda tam bir egoist kesilecek ve her meseleyi kendisine mal edecektir. Hatta, küfre sürükleyici mülahazalara girecek ve -hafizanallah- bazý mevzularda -hâþâ- “falan yarattý” ya da “ben yarattým” diyecektir. Zamanla o, kendine hayranlýk duyan ve her hâlükârda kendini, kendi davranýþlarýný, eda ve endamýný beðenen bir narsist olacaktýr; kendisinin ortaya koyduðu düþünce, tedbir ve çözümlerin dýþýndaki her þeye karþý tenkide hazýr hale gelecektir. Allah’adýr Tevekkülümüz, Ýtimadýmýz!.. Bu açýdan, muvahhid bir mü’minin nazarýnda, öz güven tabirinin yerini “iradenin hakkýný verip Allah’a tevekkül etme” anlayýþý almalýdýr. Ýnsan kendisine irade verilmiþ ve özel bir donanýmla yaratýlmýþ bir varlýktýr. O, Cenâb-ý Hakk’ýn lütuf buyurduðu zahîri ve batýnî bütün duyularýný ve duygularýný (hasselerini ve latifelerini) bir sermaye olarak kullanmakla, sonra da, neticeyi ve mükafatý Yüce Yaratýcý’dan beklemekle mükelleftir. Bu itibarla, Kur’an-ý Kerim’de ve Sünnet-i Sahiha’da güven duygusu hep Allah’a baðlanmaktadýr. Çünkü, her þeyi halkeden ve bütün iþleri evirip çeviren Mevlâ-yý Müteâl’dir. Ýnsan, birer nüve halinde hususi donanýmýna yerleþtirilen istidatlarý inkiþaf ettirir, akabinde onlarý bir istek ve niyet olarak ortaya koyarsa; Allah Teâlâ da ona o iþi yapma gücünü ve imkanýný ihsan eder. Ýster meyelan, ister meyelanda tasarruf, ister þart-ý adi planýndaki beþer iradesine Cenâb-ý Hakk’ýn doðrudan doðruya teveccühü sayalým, iradenin hakkýnýn verilmesine ne diyeceksek diyelim, insan dileyip meyledince, Hâlýk-ý kainat da meþietiyle o kuluna o iþi yapmayý mümkün kýlar. Dolayýsýyla, insan her zaman Zât-ý Uluhiyete itimat etmeli ve O’nun meþietine dayanmalýdýr. Bu itibarla, hâlis bir mü’min her meselede önce Allah Teâlâ’ya güvenip O’nun lütuf buyurduðu kabiliyetleri kullanýr; fakat, baþarýlarý kendi nefsine deðil, Yüce Yaratýcý’nýn inayetine baðlar, onlarýn Allah’tan (celle celâluhû) geldiðini bilip daha sonraki muvaffakiyetlerin de yine O’nun kudret elinde olduðuna can u gönülden inanýr. Böyle bir insan acz u fakr hisleriyle dolu bulunduðu ayný anda çok güçlüdür; çünkü, hakiki güç kaynaðýnýn “Kudret-i Ýlâhî” olduðunun farkýndadýr. O pek zengindir; zira, rahmet hazineleriyle beslendiðinin þuuru içindedir. “Ýman hem nurdur, hem kuvvettir. Hakikî imaný elde eden adam kâinata meydan okuyabilir!” gerçeðinin kahramanýdýr; dolayýsýyla, dünyalara meydan okuyacak cesarettedir. Onun sýðýndýðý kale ve kullandýðý kýlýç ise, “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah” hakikatýdýr. Evet, hakiki mü’min bir yandan, Cenâb-ý Hakk’ýn verdiði iradeyi en iyi þekilde kullanýr; diðer taraftan da, “Allah’ým beni göz açýp kapayýncaya kadar bile nefsimle baþbaþa býrakma” der ve nefsine deðil, Cenâb-ý Hakk’a itimad eder. Nefsini ve nefsânî duygularýný en azýlý düþman sayar; en güzel vekil, yegâne dost ve yardýmcý olarak ise yalnýzca Allah’ý bilir. Her hadise karþýsýnda “Hasbunallah ve ni’me’l-vekil – Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!” (Âl-i Ýmran, 3/173) sözünü terennüm eder; “Ey Yüce Rabbimiz! Yalnýz Sana güvenip dayandýk, Sana yöneldik ve sonunda da Senin huzuruna varacaðýz” (Mümtehine, 60/4) hakikatini seslendirir. Her zaman, “Yalnýz Allah’a dayanýp güven! Koruyucu olarak Allah yeter.” (Ahzab, 33/3); “Ey Rasûlüm de ki: Allah bana yeter. O’ndan baþka ilah yoktur. Ben yalnýz O’na dayanýrým. Çünkü O, büyük Arþ’ýn, muazzam hükümranlýðýn sahibidir.” (Tevbe, 9/129) beyanlarýna baðlý kalýr. Ne var ki, günümüzde “ben, ben” diyerek oturup kalkma ve enaniyet mülahazalarýyla dolup taþma belki her zamankinden daha fazladýr. Bugün bencillik o kadar yaygýndýr ki, çoðu kimseler Mevlâ-yý Müteâl’in lütuflarýný bile enaniyetleri hesabýna kullanmakta ve onlarý bencilliði besleyen birer unsur gibi harcamaktadýrlar. Mesela; öz güven deyip yola çýkanlarýn ekseriyeti, zamanla kendini beðenme hummasýna tutulmakta, bir fâikiyet mülâhazasýna kapýlmakta ve her fýrsatta kendini anlatma hastalýðýna yakalanmaktadýr. Bundan dolayý, öz güven tabirinin bizim kültürümüzle te’lifi imkansýzdýr; o bizim için çok iðreti bir kelimedir. Bu da, diðer nesebi gayr-i sahih sözler gibi kendisine yüklenen mana ile dilimize girmiþ ve hem kalbleri hem de kafalarý karýþtýrmýþtýr. Bizim temel deðerlerimizde “Tut beni Allahým, tut ki edemem Sensiz!” anlayýþý esastýr. Mehdî Taslaklarý Hâkiki bir mü’min asla kendini beðenmemeli ve yeterli bulmamalý; Müslümanlýðýn tevazu, mahviyet ve hacâletten ibaret olduðunu kabul ederek, sâde kulluðu her türlü payenin üstünde saymalýdýr. Hazreti Mevlânâ gibi “Kul oldum, kul oldum, kul oldum! Ben Sana hizmette iki büklüm oldum. Kullar âzad olunca þâd olur; ben Sana kul olduðumdan dolayý þâd oldum.” demeli; Kitap ve Sünnet’in emirlerini kýlý kýrk yararcasýna yerine getirmelidir. Bununla beraber, himmetini her zaman âlî tutmalý, Allah’ýn izni ve inayetiyle hep yüksek uçmaya çalýþmalý, sürekli tekamül peþinde olmalý; fakat, büyüklük iddialarýna kat’iyen kalkýþmamalýdýr. Hususiyle adanmýþ bir ruh, “Nefis cümleden ednâ, vazife her þeyden a’lâ” hakikatine yapýþmalýdýr. Kendisini acz u fakr içindeki sýradan bir insan olarak görmenin yaný sýra, iman hizmetini dünyevî hiçbir bedelle deðiþtirilemeyecek yüce bir lütuf kabul etmelidir. Mazhar olduðu en küçük muvaffakiyeti dahi kendisinden bilmemeli; “Ben böyle uçamazdým, bu çýtayý bu kadar yüksek tutamazdým, maratonda bu kadar hýzlý koþamazdým, ipi önde göðüsleyemezdim... Bütün bu baþarýlarý lutfeden O!..” diyerek tahdis-i nimette bulunmalý ve bu ihsanlarýn daha sonrakiler için birer referans olduðunu düþünerek hizmet yolunda daha bir þevkle koþmalýdýr. Cenâb-ý Hakk’ýn bir dönemde büyük velilere yaptýrdýðý önemli iþleri bir baþka zaman sýradan bazý kimselere de yaptýrabileceðine inanmalý; “Ben çok zavallýyým, iman hizmeti ise, pek kýymetli; fakat, Allah dilerse, bana da bu salih dairede bir yer nasip eder ve beni de bahtiyarlardan kýlar.” mülahazasýyla dolu bulunmalýdýr. Evet, düz kulluða talip olma ile himmeti âlî tutma cem’ edilmelidir. Bizim, sâde kulluða razý olmamýz ama O’nun inayetiyle çok büyük iþlerin altýndan kalkabileceðimize de inanmamýz lazýmdýr. Kendi acz ü fakrýmýza raðmen, Cenâb-ý Hakk’ýn lütuflarýnýn baþýmýzdan aþaðý yaðmasýný O’nun keremine vermemiz gerekmektedir. Þimdiye kadar kimsenin muvaffak olamadýðý baþarýlara ulaþsak, yine de bunu büyüklüðümüzün bir delili saymamamýz; belki, çok küçük vesilelerle çok büyük iþler yapan Allah Teâlâ’nýn bizim gibi sýradan insanlara da iman hizmeti gibi pek büyük bir vazifenin bir ucundan tutturmuþ olabileceðini düþünmemiz icap etmektedir. Aksi halde, hizmet erleri arasýndan bile düz müslümanlýða razý olmayan, bulunduðu yerde gölge iken kendisini asýl görmeye baþlayan ve mazhariyetlerini belli payelere baðlayarak büyük iddialara kalkýþan kimseler çýkabilir. Ýman hizmetindeki mazhariyetleri ölçü kabul ederek ya da þahs-ý maneviye lutfedilen ihsanlardan kendi payýna düþenleri nazar-ý itibara alarak, Hak karþýsýndaki konumunu bunlara göre belirlemeye çalýþan ve dolayýsýyla -hafizanallah- Kutup, Gavs, Mehdî ya da Mesih olduðunu iddia eden bir sürü halaskâr taslaðý zuhur edebilir. Maalesef, günümüzde bu türlü iddialarla ortaya atýlanlarýn sayýsý her zamankinden çok daha fazladýr. Genelde insanlar doðru mülahazalarla yola çýkmýþ olsalar da, bugünkü nesillere iyi bir ruh terbiyesi verilmediðinden, temel disiplinler kendilerine öðretilmediðinden ve bilhassa rehbersizlikten dolayý çoklarý yolculuk esnasýnda yollarýný þaþýrmakta ve kaybolup gitmektedirler. Demek ki, sadece sýrat-ý müstakime girmiþ olmak yetmemektedir; asýl önemli olan, yolda kalmadan ve istikameti þaþýrmadan Cennet, Cemalullah ve Rýdvan hedefine varabilmektir. Bundan dolayýdýr ki, Cenâb-ý Allah günde en az kýrk defa okuduðumuz Fatiha suresinde, sýrat-ý müstakime hidayet eylemesi için dua etmemizin yaný sýra, bizi “dâllîn” ve “maðdûbîn” güruhundan uzak tutmasý için de niyazda bulunmamýzý talim buyurmaktadýr. Binaenaleyh, her gün defalarca, “Allah’ým bizi Sýrât-ý Müstakîm’e; Kendi kitabýna, Rasûlü’nün sünnetine ve Ashâb’ýn yoluna hidayet et, Kur’ân’ýndaki makâsýdý anlamaya muvaffýk kýl!” diyor; “Dünyevî ve uhrevî, cismanî ve rûhânî, vehbî ve kesbî bütün nimetleri baþlarýndan yaðdýrdýðýn ve kendilerinden hoþnut bulunduðun salih zümrenin yoluna bizleri de hidayet eyle Allah’ým” diye yakarýyoruz. Fakat, evliyanýn, asfiyanýn ve mukarrabinin yürüdüðü bir yolda ilerlerken bile insanýn sapýtabileceði mülahazasýyla, bizi “dâllîn” ve “maðdûbîn”den kýlmamasý için de O’na yalvarýyoruz; “Bizi nimet ve lütfuna mazhar ettiklerinin yoluna ilet; gazaba uðrayanlarýn ve sapkýnlarýnkine deðil.” diyoruz. Bu sözümüzle, dalâlete düþmüþ ve Allah’ýn gazabýna uðramýþ ne kadar zavallý varsa hepsini kasdetmiþ ve onlarýn akýbetlerine uðramamak için Allah’ýn rahmetine ve hidayetine sýðýnmýþ oluyoruz. Evet, bugün kazanma kuþaðýnda kaybeden bir sürü insan var; çünkü, onlar düz kulluða razý olmuyor ve daha büyük payeler arýyorlar. Kullukta derinleþme yerine deðiþik ad ve ünvanlarla anýlma peþine düþüyorlar. Tabii, bu hatalý ve hatarlý yolda olmadýk yanlýþlýklar yapýyorlar. Eskiden, medrese mollalarý kendi aralarýnda konuþurlarken “cim karnýnda bir nokta” derlerdi. Malum “cim” harfinin kocaman bir karný vardýr; oraya konan bir nokta o koca karýndaki boþluðu doldurmamaktadýr; daha ilk bakýþta o büyük boþluk hemen göze çarpmaktadýr. Ýþte, bugün cime benzeyen öyle boþ adamlar var ki, kendilerini aliyyülâlâ, mükemmel ve aþkýn görüyorlar; beklenen kurtarýcý olduklarýný iddia ediyorlar. Bunlarýn kimisi deccaliyeti Marks’a baðlamýþ, onu yýkýnca kendi mehdiyetini ispat etmiþ olacaðýna inanýyor; kimisi Engels’i Deccal saymýþ, onun düþüncesini maðlup ederek Mehdî olduðunu kanýtlayacaðýný düþünüyor; kimisi de âlem-i Ýslam’ýn baþýna musallat olan tiranlardan birini devirirse, bir halaskâr olarak gönderildiðini herkese gösterebileceðini ve halký etrafýnda toplayacaðýný umuyor. Bu türlü vehimlere ve kuruntulara kendisini kaptýrmýþ onlarca mecnun, ya üç-beþ rüya veya yakazayla, ya þeytan mý yoksa melek mi olduðunu tefrik edemediði birkaç suretle, ya parapsikolojik bir yolla, ya bir çeþit meditasyonla ya da tasavvufun özünden kopuk mistisizm ile yanlýþ bir koridora giriyor ve hem sapýtýyor hem de baþkalarýný saptýrýyorlar. Ýlan Bakýmýndan Nübüvvet ve Mehdiyetin Farký Halbuki, bir insan Mehdî olsa da, onun bu mazhariyetini ilan etme gibi bir vazifesi yoktur. Dahasý, hakiki Mehdî olduðuna dair elinde kesin bir delili de yoktur; duyuþ ve seziþlerinde yanýlmýþ, asýl ile gölgeyi karýþtýrmýþ olabileceði her zaman muhtemeldir. Mehdî’nin þahýs mý yoksa þahs-ý manevî mi olduðu da þüphelidir. Dolayýsýyla, mehdiyet, arkasýna düþülüp aranýlacak, bulununca da herkese ilan edilecek bir paye deðildir. Heyhat ki, bugün en ciddi insanlar bile o meseleye kafalarýný takmýþlar. Onu bunu Mehdî ilan etmekle insanlýðýn meselelerinin hallolacaðýný zannediyorlar. Falaný filaný getirip o tahta oturtmakla Ýslam âleminin problemlerinin çözüleceðine inanýyorlar. Hayýr, meselelerin halli baþka taraftadýr; bugün insanlýk iman zaafý veya küfür problemi yaþamaktadýr. En büyük dert budur ve illa bir þey yapýlacaksa, bu problemin herkese duyurulmasý ve ona karþý çarelerin ortaya konulmasý adýna bir ilan yapýlmalýdýr. Mutlaka ilan edilmesi gereken meseleler de vardýr, ilan edilmeyecek meseleler de. Ýnsana rüyada veya yakazada bin defa “Sen þahs-ý manevî hesabýna mehdîliði temsil ediyorsun, sen Mehdîsin!” deseler ve o kendisinin Mehdî olduðuna kat’i kanaat getirse bile, onun bu kanaatini ilan etmek gibi bir vazife ve sorumluluðu yoktur. Þayet, insanýn bir kýymeti varsa, o, öbür tarafta belli olacaktýr ve mükafatýný Allah verecektir. Onun burada kendi kendine makamlar ve mükafatlar takdir etmesi manasýzdýr. Özünde derin olmayan ve düz kulluða rýza göstermeyen insan, kendisini hangi makama yakýþtýrýrsa yakýþtýrsýn ya da nasýl takdim ederse etsin faydasýzdýr. Söz gelmiþken bir farklýlýða dikkat çekmek istiyorum: Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in risâletini ilan etmesi onun vazifesi cümlesindendir. Farz-ý muhal, o kelime-i Tevhidi söylese ama “Muhammedün Rasûlullah” demeseydi, vazifesini yapmamýþ olurdu. Nitekim, Rehber-i Ekmel Efendimiz bir münasebetle “Nefsimi yed-i kudretinde tutan Allah’a yemin olsun ki, Musa (aleyhisselam) çýka gelseydi, siz de ona ittiba edip beni býraksaydýnýz, doðru yoldan sapýtmýþ olurdunuz. Eðer Musa (aleyhisselam) hayatta olsaydý ve benim nübüvvetime yetiþseydi, muhakkak ki, o da bana tabi olurdu!” buyurmuþtur. Bu söz hem bir tahdis-i nimettir hem de Peygamber Efendimiz’in teblið misyonunun edasýdýr. Fakat, meselenin nizaya ve münakaþaya bâdî olmasý karþýsýnda, Ýnsanlýðýn Ýftihar Tablosu (aleyhi ekmelüttehâyâ) kendisinin, önceki peygamberlerden üstün görülmesine ve onlarýn -hâþâ- hafife alýnmalarýna aslâ izin vermemiþtir. Hatta bir defasýnda bir sahâbinin Hazreti Musa’nýn kadr ü kýymetine uygun düþmeyen bir söz söylediðini duyunca, hemen ona müdahale etmiþ ve “Beni Musa b. Ýmrân’a tercih etmeyin. Zira, ben onu Mahþer Günü’nde Arþ’ýn kavâimine tutunmuþ olarak göreceðim” demiþ ve orada meseleyi tadil etmiþtir. Oysa, Hazreti Musa da Kainatýn Medar-ý Fahri’ne hayrandýr. Nitekim, Allah Teâlâ onlarý miraçta karþýlaþtýrmýþ, yan yana getirmiþ ve konuþup görüþmelerine izin vermiþtir. Miraç hadîsinde imâ edildiði üzere, Hazreti Musa, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in kendi önünden gelip geçmesini ve defalarca huzur-u ilahiye çýkmasýný görünce, tatlý bir gýpta ile “Þuna bak! Benden sonra geldi ama nasýl da böyle reftare yürüyor” manasýna gelebilecek bir edayla takdirini ifade etmiþtir. Buna raðmen, Rehber-i Ekmel, “Beni Musa b. Ýmrân’a tercih etmeyin.” demiþtir. Yine Allah Rasûlü (aleyhissalâtu vesselâm), kendisine has o engin tevazuu ve kadirþinaslýðý ile Hazreti Ýsa’yý nazara vermiþ, “Ademoðlu arasýnda doðduðu vakit þeytanýn dürtüp de aðlatmadýðý kimse yoktur. Bundan sadece Meryem oðlu Ýsa hariçtir.” buyurmuþ; bir baþka defa, “Ben, dünyada da ahirette de Meryem’in oðluna insanlarýn en yakýnýyým. Benimle onun arasýnda baþka bir peygamber yok. Peyamberler anneleri ayrý, babalarý bir kardeþtirler, dinleri de birdir.” demiþtir. Fakat, risalet vazifesi söz konusu olunca, “Hazreti Ýsa gelecek, ümmetimden olacak; benim dinimle amel edecektir.” ihbarýnda bulunmuþtur. Ýþte, Habîb-i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in bu iki hali, durduðu yer itibarýyla konumunu deðerlendirme adýna bize çok önemli mesajlar ve ipuçlarý vermektedir. Nerede nasýl tavýr alýnmasý lazým geldiðini ve neyin ne ölçüde duyurulmasý gerektiðini göstermektedir. Ben onlarýn kritiðini yapacak durumda deðilim; bu mevzuda kullanacaðým kelimelerin maksadý aþan tabirler olmasýndan ve saygýsýzlýk yapmaktan korkarým. Fakat, bu iki misalin dahi ehl-i basirete çok büyük manalar ifade edeceðini zannediyor ve daha rahat söz söyleyebileceðim bir alana geçiyorum: Ýddiasýz Büyükler Seyyidina Hazreti Ebu Bekir yüz tane mehdînin yaptýðý iþi yapmýþtýr. Fakat, hiçbir zaman herhangi bir büyüklük iddiasýnda bulunmamýþtýr. Bilakis, akýbetinden hep korkmuþ, sürekli kendini sorgulamýþ ve devamlý nefsiyle yaka paça olmuþtur. Mesela; Sâdýk u Masduk Efendimiz’in “Eteklerin yerde sürünmesi kibirdir!” dediðini duyunca ürpermiþ ve hemen “Ya Rasûlallah, yoksa ben de mi mütekebbirlerdenim?” deyip, Allah Rasûlü’nden öyle olmadýðýnýn teminatýný alana kadar endiþeyle beklemiþtir. Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) Efendimiz’in onca takdirine, iltifatýna ve müjdesine mazhar olduðu halde, iddiadan uzak durmuþ, düz kulluðu talep etmiþ ve kendisini hep mü’minlerin en gerisindeki biri gibi görmüþtür. Hazreti Sýddýk’ýn “Cud bi lutfike ya Ýlahî men lehu zâdün kalîl / Müflisün bissýdký ye’tî inde babike yâ Celîl!..” mýsraýyla baþlayan münacaatý, onun ruh haletini ortaya koymasý açýsýndan çok ibretâmizdir: “Allahým, azýcýk bir zahîresi kalmýþ þu kuluna lütf u kereminden bol bol nimet ver; iflas etmiþ olsa da, yine sadâkatle kapýna gelmiþ bulunmasýna merhameten büyüklüðünü göster! Evet o, günahý pek büyük, zavallý bir kuldur, fakat, Senden baþka kimsesi olmayan bir gariptir; Sen o büyük günahlarýn hepsini yarlýða ve bu bîçâreyi sevindir. Onunki isyan üstüne isyan, hata üstüne hata; Senden ise sürekli fazl u ihsan ve pek çok atâ; artýk ne desin, kapýnda þöyle nasýl inlemesin: Rabbim, günahlarým kum taneleri gibi sayýlamayacak kadar çoktur; o güzel müsamahanla muamele eyle ve beni baðýþla, bütün günahlarýmý affet ne olur!” Evet, bu yakýcý naðmelerle tazarru ve niyazda bulunan Hazreti Ebu Bekir, açýkça görülüyor ki, insanlýk semasýnýn en büyük yýldýzlarýndan birisi olduðu halde, hiçbir paye iddiasýnda deðil, fevkalade bir mahviyet içerisindedir; ilahî inayet olmazsa, Nebi’nin þefaat eli uzanmazsa Cennet’e dahi girememe endiþesindedir. O, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’den sonra dava-yý nübüvvetin ilk ve en büyük temsilcisidir; ama halaskârlýk, mehdîlik, müceddidlik iddialarýndan fersah fersah uzak birisidir. Ýþte, onun halidir iki esasý cem’etme: Yüksek bir himmetle hep zirvelerde gezinme; fakat, bütün mazhariyetlere raðmen kendini düz bir kul bilme. Hulefa-yý Raþîdin ve Ashab-ý Güzîn efendilerimizin hepsi ayný mahviyet ve tevazunun mümessilleridir. Mesela, bu hususta Hazreti Ömer, Sýddýk-ý Ekber’den geri deðildir. O, “Ömer aslýnda bizim hayallerimizde ve ideallerimizde canlandýrdýðýmýz prototiptir!” diyen Karl Marks’ýn dahi takdirini almýþtýr. Evet, Rasûlullah’ýn Ýkinci Halifesi, sadece beþerî yanlarý, insanî meziyetleri ve ahlakî derinlikleri itibarýyla bile, Allah’ý kabul etmeyen, peygamber tanýmayan ve dine saygý duymayan kimseler tarafýndan da dünyada eþinin gösterilemeyeceði ve insanlarýn daima ibret alabilecekleri bir hüsn-ü misal ve muhteþem bir tablo olarak takdim edilen bir þahsiyettir. Ne var ki, Allah Rasûlü’ne yakýnlýðý, Ýslam’a hizmetleri, âdilâne hilafeti, zamanýnýn iki güçlü devletini yerle bir ediþi ve üstün ahlaký ile alâkalý misalleri anlatmaya, büyüklüðünü vasfetmeye sözün yetmeyeceði Hazreti Ömer, çok zaman, baþýný secdeye koyar, gizli-açýk, sesli-sessiz münacaat ve tazarruda bulunurdu. Dua ederken hýçkýrýklarla inler, kalbi hýzlý hýzlý çarpar ve tir tir titrerdi. Ahirete irtihalinden az evvel, bir kuraklýk esnasýnda yine duaya durmuþ, þöyle aðlýyordu: “Allahým! Ümmet-i Muhammed’i benim günahlarýmdan dolayý mahvetme. Ýhtimal yaðmursuzluk benim mâsiyetim sebebiyledir; ne olur Rabbim, Ashab-ý Rasûlullah’ý benim yüzümden cezalandýrma!” Evet, Hazreti Ömer’in kendisine bakýþý böyleydi. Onlarca mehdînin ya da yüzlerce müceddidin ancak altýndan kalkabileceði iþleri yapmýþ olsa da, onda iddia yoktu, yüksek mertebelere dilbeste olma yoktu, kendisine makamlar tayin etme yoktu. O âlî himmetlilik ile mahviyetin birleþme noktasýna taht kurmuþtu. Asr-ý Saadet’ten günümüze kadar hakiki Hak dostlarýnýn mülahazalarý hep ayný oldu; onlar iddiada bulunmaktan ve kendilerine mertebeler takdir etmekten hep uzak durdular. Mesela; Ýbrahim Edhem malý-mülkü, tâcý-tahtý, nâm u niþaný terkedip zühd yoluna sülûk etmiþti. Dünyaya sýrtýný dönüp yüzünü ukbâya çevirince Cenâb-ý Allah da onu gönüller tahtýna oturtmuþ ve kalb saraylarýnýn sultaný haline getirmiþti. Fakat, pek yüce mertebelere ulaþmýþ olmasýna raðmen, o hep “Ýlâhî! Asî kulun yine kapýna geldi; daðlar cesametindeki günahlarýný itiraf edip, ellerini Sana açýyor ve Senden af dileniyor. Þâyet Sen maðfiret edersen, hiç þüphesiz o Senin þânýndandýr; fakat, dergahýndan kovarsan, Senden baþka kim ona merhamet eder ve günahlarýnýn aðýrlýðýndan onu kim kurtarabilir?!.” diye yalvarýyordu. Dahasý, bütün hayr ü hasenâtýný, topyekün ibadet ü taatini unutmuþçasýna þu sözleri söylüyordu: “Allah’ým, Senin þefkatine nâil olmayý umarak kapýna gelen þu bîçâreyi affet; ne olur onun günahlarýný baðýþla. Her ne kadar amel defteri isyanla dolu olsa da, ey Müheymin, kulun Sen’den baþkasýna secde etmemiþtir!..” Görüyor musunuz bu kutlu Zâtýn kendisini nereye koyduðunu? Cenâb-ý Hakk’ýn kapýsýna, O’ndan baþkasýna secde etmeme mülahazasýna sýðýnarak teveccüh ediyor; ulaþtýðý mertebelere ya da sâlih amellerine hiç dönüp bakmýyor ve kendisini bir günah küpü gibi addediyor. Oysa, Ýbrahim Edhem, Þâh-ý Geylânî, Fudayl b. Ýyaz, Tavus b. Keysân ve Biþr-i Hafî gibi zatlar, baþý Nübüvvet’in kademine deðen yüce kâmetlerdendi; bir hadîse binaen diyebiliriz ki, þayet Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’den sonra nübüvvet mukadder olsaydý, bunlarýn herbiri Ýsrail peygamberleri döneminde olduðu gibi nübüvvet semâsýnda pervâz edeceklerdi. Eðer karanlýk dönemlerde zuhur etselerdi, Mehdî-i Râsul gibi görüleceklerdi. Ne var ki, onlardan hiçbiri mehdîlik ya da müceddidlik iddiasýnda bulunmamýþ ve mahviyetten kat’iyen ayrýlmamýþlardý. Bunlarýn hepsi, Gazze’de son anlarýný yaþayan Ýmam-ý Þafiî hazretlerinin “Kalbim kasvet baðlayýp yollar da sarpa sarýnca, ümidimi affýna merdiven yaptým. Günahým gözümde büyüdükçe büyüdü ama, onu alýp affýnýn yanýna koyunca, affýný tasavvurlar üstü büyük buldum.” sözleriyle tercüman olduðu tevazu hissiyle ve mahviyet duygusuyla düz kulluðu talep ufkunda yaþamýþ; o mülahazayla da ötelere yürümüþlerdi. Bu mevzuda, o altýn halkanýn zamanýmýza yakýn temsilcilerinden olan Hazreti Üstad’ýn, hususiyle On Yedinci Lema’nýn On Ýkinci Notasýndaki ifadelerini de mutlaka hatýrlamalýsýnýz. Siz ona hangi payeyi verirseniz verin ve onu nerede görürseniz görün; o Zâtý bir de, kendisine bakýþý zaviyesinden deðerlendirmelisiniz. Üstad Hazretlerini gerçekten tanýmak istiyorsanýz, onu kendisini koyduðu yer açýsýndan yakalamaya çalýþmalýsýnýz. Evet, Nur Müellifi, irþat maksadýyla konuþtuðu zaman tabii olarak o andaki makamýnýn gerektirdiði vakar ve ciddiyet içerisinde bulunuyor; fakat, yalnýz kaldýðý ve Rabb-i Rahim’e yakardýðý anlarda kendisiyle alâkalý asýl duygu ve düþüncelerini açýða vuruyor: “Ey Hâlýk-ý Kerîmim ve ey Rabb-i Rahîmim! Senin Said ismindeki mahlûkun ve masnuun ve abdin, hem âsi, hem âciz, hem gafil, hem cahil, hem alîl, hem zelîl, hem müsi', hem müsin, hem þakî, hem seyyidinden kaçmýþ bir köle olduðu halde, kýrk sene sonra nedamet edip Senin dergâhýna avdet etmek istiyor. Senin rahmetine iltica ediyor. Hadsiz günah ve hatalarýný itiraf ediyor. Evham ve türlü türlü illetlerle müptelâ olmuþ, Sana tazarru ve niyaz ediyor. Eðer kemâl-i rahmetinle onu kabul etsen, maðfiret edip rahmet etsen, zaten o Senin þânýndýr. Çünkü Erhamürrâhimînsin. Eðer kabul etmezsen, Senin kapýndan baþka hangi kapýya gideyim? Hangi kapý var? Senden baþka Rab yok ki dergâhýna gidilsin. Senden baþka hak mâbud yoktur ki ona iltica edilsin.” diyor. Büyük Pâyelerle Anma Deðil, Sâdýk Olma Esastýr!.. Madem ki, maneviyat âleminin sultanlarý olan bu Hak dostlarý dahi, kendilerini sýradan bir mü’min kabul ediyor, Allah tarafýndan tutulmazlarsa ayakta kalamayacaklarýna gönülden inanýyor, iddia sayýlabilecek beyanlardan olabildiðine kaçýyor ve en küçük kusurlarýný bile gözlerinde büyütebildikleri kadar büyütüp sürekli hacâletle gözyaþý döküyorlar; öyleyse, bize yakýþan da evleviyetle azamî tevazu, mahviyet ve hacâlettir. Zira, hiçbirimiz öyle derince bir maneviyatýmýzýn olduðunu söyleyemeyiz. Mesela, “Siz hiç Azrail Aleyhisselam’ýn azametli heykelini gördünüz mü? Rasûl-ü Ekrem Efendimiz ile yakazaten görüþtünüz mü? Hiç Hazreti Cebrail’i görme þerefine mazhar oldunuz mu? Hakikat-i Kur’an’ý hiç duydunuz mu? Kur’an bir þahs-ý manevî olarak gelip sizin kulaðýnýza bazý þeyler fýsýldadý mý? Þayet, o büyük insanlar nezdinde size bu sorular sorulsaydý ve sizden “evet” cevabý alýnamasaydý; o âli heyet önünde hakkýnýzda verilecek hüküm “Siz bomboþ insanlarmýþsýnýz!” þeklinde olurdu. Kaldý ki, insan bu mazhariyetlere erse bile, þayet bunlarýn hepsini þekerleme türünden iltifatlar olarak kabul etmiyorsa ve kulluðunu onlara baðlýyorsa, yine kurbetteki sýrrý anlayamamýþ ve sadâkat ufkuna ulaþamamýþ demektir. Ýtiraf etmeliyiz ki, biz ulvî alemler hesabýna hemen hemen hiçbir hakikate âþinâ deðiliz; selef-i salihînle kýyaslanamayacak kadar küçük insanlarýz, birer sýfýrýz. Ne var ki, Cenâb-ý Hak, bazýlarýmýza büyük hizmetler gördürüyor olabilir. Allah Teâlâ’nýn bazýlarýmýzý dinine hizmet yolunda istihdam etmesi, O’nun lütf u keremindendir; bize ait bir fâikiyetten dolayý deðildir. Bu itibarla, bize düþen: Alvarlý Efe Hazretleri gibi, “Allah beni insan eyleye!” demek, irademizin hakkýný vermek, karþýmýza çýkan hizmetleri birer ihsan-ý ilahî kabul ederek onlarýn gereklerini yerine getirmek; sonra da “Mevlâ-yý Müteâl böyle hiç oðlu hiçlere bile neler yaptýrýyor!” diyerek tahdis-i nimette bulunmak ve her zaman O’na þükretmektir. Aslýnda, bu konunun üzerinde ne kadar durulsa sezâdýr. Fakat, daha önce bu mevzuyu geniþçe ele almaya çalýþtýðým için (Bakýnýz: Mesih Nerede, Mehdî Kim? Ümit Burcu, 33-39) bu hatýrlatmalarla iktifa edeceðim. Þu kadar var ki, sadece bir paragrafla olsa da, çok önemli bir hususa daha temas etmeden sözlerimi bitiremeyeceðim: Ne olur, dostlarýnýza fevkalâde makamlar verip onlarý þiþireceðinize, mübalaðalarla onlarýn boyunlarýný kýracaðýnýza ve baþkalarýný da kýskançlýða sevkedeceðinize, onlara karþý fevkalâde sadâkat gösterip kardeþliðin hakkýný verin. Unutmayýn ki; kat’î bilgisi olmadýðý halde mübalaðalara girip falancaya “mehdî” diyenler, filancayý “müceddid” ilan edenler, genellikle bu abartmalarýnýn cezasý olarak, gün gelip de ona “deccal” demeden, öbürünü “fâsýk” görmeden, diðerinin nifak üzere olduðunu söylemeden ölmezler. Sözün özü; mü’min nefsine deðil Allah’a güvenmeli, O’nun inayetine sýðýnýp himmetini hep âlî tutmalý, O’nun yardýmýyla en zor iþlerin dahi altýndan kalkabileceðine inanmalý, iradesine terettüp eden vazifeleri hakkýyla yapmalý ve sonra da neticeyi Yüce Yaratýcý’nýn lütf u ihsanýna baðlamalýdýr. Elde ettiði baþarýlarý ve kendisine bahþedilen bütün mazhariyetleri Mevlâ’nýn nimeti bilmeli ve þayet O inayetini keserse her þeyin sönüp gideceðini bir an aklýndan dûr etmemelidir. Zira, ancak böyle bir denge, insaný iddiadan, bencillikten, benlikten ve âidiyet mülahazasýndan uzaklaþtýrýr; onu Allah’ýn rýzasýna ulaþtýrýr. Hâlis bir mü’min, kendisinin bir Mehdî, bir halaskâr, bir Heraklit ve bir Mesih olabileceði düþüncesini rüyasýna bile misafir etmemeli; haddini bilip düz kulluða rýza göstermelidir. “Kullardan bir kul” olarak Allah’ýn hoþnutluðunu kazanmaktan baþka maksatlarýn ve hele fâikiyet (üstünlük) mülahazasýnýn karþýsýnda yer almalýdýr. Ayrýca, yüksek payeler vermek suretiyle dostlarýný tehlike zeminine sürükleyeceðine ve onlarý bazý hâsid kimselerin hedef tahtasý haline getireceðine, dostluðunu ve muhabbetini onlara karþý fevkalade sadâkatle ortaya koymalýdýr. Kaynak: http://www.herkul.org/kiriktesti/index.php?article_id=5170 Zitieren Link zu diesem Kommentar Auf anderen Seiten teilen Mehr Optionen zum Teilen...
Empfohlene Beiträge
Dein Kommentar
Du kannst jetzt schreiben und Dich später registrieren. Wenn Du ein Konto hast, melde Dich jetzt an, um unter Deinem Benutzernamen zu schreiben.