derguiz Geschrieben 20. Oktober 2006 Teilen Geschrieben 20. Oktober 2006 Papa’nýn iddia ettiði gibi, Ýslam gerçekten kýlýçla mý yayýldý? Aslýnda Perþembe’nin geliþi, Çarþamba’dan belliydi. Yirmi beþ yýllýk bir süreçte dinlerarasý diyalog adýna ciddi bir zemin hazýrlamýþ olan Jean Paul II’nin aksine, yeni papa Ratzinger henüz kardinal iken dahi sert konuþmalarýyla esip gürlüyordu. Biraz da zaten bu ‘þahinliði’yle Papa olmuþtu. Elbette Papa olduktan sonra da durum deðiþmedi. En son kendi anavataný Almanya’da Regensburg Üniversitesi’nde yaptýðý konuþmayla bu gerçeði bir kez daha gördük. Daha fazla... Ratzinger, Ýslâm’a ve peygamberine saldýrý anlamý taþýyan konuþmasýný durduk yere yapmadý. ABD’de 11 Eylül olaylarýnýn anýldýðý haftaya rastlayan böyle bir konuþmanýn teolojik bir izahý hedeflemediði açýktý. Papa, basbayaðý George Bush’un “Ya bizdensiniz, ya onlardan!” bölücülüðü karþýsýnda “Ben de sizdenim!” deme ihtiyacý hissetti. Yaptýðý konuþma da, esas olarak, Bush’un siyasetini inanç alanýnda desteklemek üzerine kuruluydu. Ýþin gerçeði, Papa’nýn kendi açýsýndan böyle bir çýkýþ yapmaya ihtiyacý vardý. Daha doðrusu, Hýristiyanlýðýn Avrupa’da tükendiði, kiliselerin bile cemaatsizlikten satýlýða çýkarýldýðý bir dönemde Papa, Avrupa’da Hýristiyanlýðýn kendi dinamikleri içinde ayakta kalamayacaðýný biliyordu. O yüzden de, bildik bir oyuna, “Düþman var, saflarý bozmayýn!” taktiðine baþvurmayý uygun buldu. Böylece Ýslâm’ýn Avrupa’daki yükseliþine engel olmayý da planladý. Papa’nýn konuþmasýnýn içeriðinden önce, bu durumun bilinmesinde fayda var. Ondan sonra Ratzinger’in dediklerine bakabiliriz þimdi. “Ýslâm kýlýçla yayýldý” iddiasý Ratzinger konuþmasýnda uyanýklýk yapýp söylemek istediðini Bizans Ýmparatoru II. Manuel’e söyletse de, herkes o alýntýnýn Papa’nýn kendi düþüncesini yansýttýðýný biliyor. Bir Farsi ile konuþmasýnda II. Manuel þöyle demiþti: “Bana Muhammed’in yeni diye getirdiði nedir, sadece onu gösterin. Burada sadece þer ve insanlýk dýþý þeyler bulursunuz. Týpký kendi inancýný kýlýçla yayma yönteminde olduðu gibi.” Þimdi ilk iki cümledeki aymazlýðý görmezden gelerek, son cümle üzerine serinkanlý bir þekilde düþünelim. Bu iddiada dillendirildiði gibi, Ýslâm ya da herhangi bir din kýlýç zoruyla yayýlabilir mi? Ýslâm’ýn doðuþundan sonraki otuz dört yýl içinde Halife Hz. Osman zamanýnda bir yanda Kuzey Afrika’nýn tamamý aþýlarak Ýspanya’ya ulaþýlmasý, diðer yanda Ýstanbul’un kuþatýlacak noktaya gelinmesi, Doðu’da Çin içlerine kadar uzanýlmasý, Kuzey’de Ermenistan’dan Güney’de Hindistan’a kadar sýnýrlarýn geniþletilmesi, gerçekten kýlýç zoruyla gerçekleþmiþ olabilir mi? Bu soruya akýl ve mantýk sýnýrlarý çerçevesinde “evet” demek, imkânsýzýn imkânsýzý bir þeydir. Aklý baþýnda hiçbir insan, böylesine kýsa bir sürede, böylesine muazzam bir yayýlmayý sadece kýlýç zoruna baðlayamaz. Bu konuda sýrf Müslümanlarýn adaletli tavrýný duyan Kudüs Patriði’nin bir antlaþmayla þehrin anahtarlarýný halifeye teslim etmiþ olmasý bile, bu mucizevî yayýlýþýn ipuçlarý hakkýnda bize fikir verebilir. Kaldý ki, Ýslâm’ýn yayýlýþýnýn önemli bir bölümü, kendi hükümdarlarý tarafýndan kötü yönetilmelerine bir isyan duygusu içinde, Ýslâm’ýn adaletine iliþkin iþittikleri sebebiyle bu yeni dine sempatiyle bakan topluluklar nezdinde oldu. Ýnsanlar topluluklar halinde Müslüman oldular. Bunun en güzel örneklerinden birisini de biz Türkler teþkil ediyoruz. Horasan civarýnda Ýslâm’ýn adil ve fýtrî bir din olduðunu müþahade eden Türk unsurlarý, büyük bir çoðunlukla ve kendi iradeleriyle müslümanlýðý tercih ettiler. Ayrýca bir din gerçekten kýlýçla yayýlabiliyor ise, acaba niçin Haçlý Seferleri sýrasýnda Ortadoðu bölgesi hýristiyanlaþmadý da, Ýslâm ordusunun yaptýðý savaþlar sýrasýnda halklar müslümanlaþtý? Veya belli tarih dönemlerinde Anadolu’yu ve Ortadoðu’yu yakýp yýkan Moðollarýn dinine dair neden hiçbir iz yok bugün? “Cihad”ýn gerçek anlamý Bu meseledeki karýþýklýk, cihadýn anlaþýlmamasýndan ileri geliyor. Bir de bunun üstüne Batý dünyasýnýn cihadý terörle özdeþleþtiren çarpýtmalarý eklenince, ortalýk tamamen toz duman oluyor. Cihadýn kelime manasý, çalýþmak, uðraþmak, çabalamak, gayret sarfetmektir. Bu kelimelerin sadece harp meydanýndaki düþmanla savaþ yapmak anlamýna gelemeyeceði mantýken bile bellidir. Peygamberimizin çok meþhur “Küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz” hadîsi, bir savaþ dönüþü söylenmiþtir. Ve anlatýlmak istenen, can verilme ihtimali çok yüksek bir savaþýn mü’minin kendi nefsiyle yaptýðý mücadele yanýnda ancak “küçük cihad” mertebesini hak ettiðidir. Savaþ yolu ile cihad, cihad türleri içinde sadece birisidir. Allah’a iman etmiþ bir mü’min, ayný zamanda malý ile, ilmi ile de cihad eder. Gerekli olduðunda da caný ile cihad eder. Hepsinde de, bir tek amacý vardýr, o da ila-yý kelimetullah; yani Allah’ýn isminin dininin yüce tutmak. Buradan çýkan sonuç þudur: Müslümanlar herhangi bir toplulukla savaþtýklarý vakit, bunu toprak kazanmak ya da ganimet elde etmek için yapmazlar. Nitekim, Arap kültürü içinde bu amaçla yapýlan savaþlar için cihad yerine, ‘harp’ ‘kýtal’ gibi kelimeler kullanýlmaktaydý. Fakat Ýslâm bu kelimeleri deðil, ‘cihad’ý seçti. Çünkü amaç toprak kazanmak ya da müslümanlara bir millî veya kavmî onur yaþatmak deðildi. Sadece Allah’ýn ismini yüksekte tutmaktý. Allah’ýn ismini yüksekte tutmak, adaletsiz bir yoldan mümkün olamayacaðý için, müslümanlarýn savaþ prensipleri de bu niyetleriyle uyumlu bir dürüstlük ve doðruluk üzeredir. Dinen hiçbir müslüman topluluk durup dururken bir baþka topluluða savaþ açamaz. Savaþ yoluyla cihadýn meþru olabilmesi için, ya müslümanlarýn saldýrýya maruz kalmasý, ya da diðer topluluðun Allah ve Peygamberinin haram kýldýðý þeyleri haram kabul etmeden idarecileri tarafýndan adaletsiz bir þekilde yönetiliyor olmalarý gerekir. Ýkinci durumda da müslümanlar hemen savaþ kararý alýp düþmanýn üzerine yürümezler. Öncelikle bugünkü deyiþle birtakým “diplomatik” giriþimlerde bulunulur. Peygamberimizin yaptýðý gibi mektuplarla, elçilerle yapýlan yanlýþlardan geri dönüþ çaðrýsý yapýlýr. Halka yönelik bariz zulümlere, aþýrý vergi ya da iþkence gibi haksýz uygulamalara karþý devlet idarecileri uyarýlýr. Allah’ýn hak dinine davet yapýlýr. Eðer bunlar kabul edilmez ise, savaþ yoluyla cihad tercihi iþaretlenir. Ki böyle bir savaþ vuku bulduðunda da, savaþ meydanýnýn dýþýnda kalan ve savaþla fiilen alâkasý olmayan “sivil halk”a ateþ edilmez. Çünkü cihad bir intikam ya da yakýp yok etme savaþý deðildir. Savaþ gibi en þiddetli bir hadisede dahi tezahür eden Ýslâm’ýn bu mükemmel adalet anlayýþý, Hýristiyan tebaaya bile, “Baþýmýzda katolik külahý görmektense, müslüman sarýðý görmeyi tercih ederiz,” sözünü söyletmiþtir. Bunlarýn dýþýnda bir þeriat üzerine yaþayan topluluklara karþý zaten cihad yapýlmaz. Hýristiyan ya da Yahudi bir topluluk, eðer Müslümanlarýn egemenliði altýnda iseler, cizye adýyla bilinen bir vergiyi vermeleri haricinde, kendi þeriatlarýný bildikleri gibi yaþarlar. Tarihte bunun örnekleri çoktur ama en güzel örneklerinden birisi Fatih Sultan Mehmet’in Ýstanbul’u almasýndan sonra Hýristiyan tebaya ve diðerlerine kendi dinlerini mevcut kurumlarýyla birlikte yaþama serbestiyeti tanýmasýdýr. Eðer Ýslâm’ýn dinlere karþý (dinsizliðe deðil!) bu hoþgörüsü olmasaydý, yan yana birbirine bakan kilise-cami-havra’lar tarihten günümüze miras kalmazdý. Beraber güzelce yan yana yaþasak olmaz mý? Aklýný ters istikamette çalýþtýran bazýlarý, bu açýklamalardan sonra “Ýslâm ya da Müslüman topluluklar neden kendi iç iþleriyle ilgilenmiyorlar? Baþka topluluklarýn ne yaptýklarýna kafayý takýyorlar?” diye bir soru sorabilirler. Bu soruya verilebilecek en güzel cevap, bir din olarak Ýslâm’la birlikte Müslümanlarýn kalbine inen iman hakikatinin ne kadar yüksek ve ne kadar derin olduðudur. Bu öylesine yüce bir hakikattir ki, tek bir tanesi için binler baþlar verilse azdýr. Dolayýsýyla mü’minler mevcut dinler içinde vahyin þahitliðinde en mükemmel olduðuna inandýklarý Ýslâm’ýn tüm insanlara ulaþtýrýlmasýný ve onlarýn bu hak dine davet edilmelerini (teblið) bir görev sayar ve zaten Allah da onlarý bununla sorumlu tutmuþtur. Baþkalarýnýn ne yaptýðýna bigane kalan bir din ya da mensuplarý, zýmnen, ellerinde baþkalarýna sunacak deðerde bir hakikat olmadýðýný kabul etmiþ olurlar ki, Ýslâm ve Müslümanlar böylesi bir eksiklikten beridir. Ýslâm ‘lokal hakikate,’ sadece kendileri için geçerli doðruluða sahip bir din deðildir. Ýslâm’ýn ve Müslümanlarýn baþka topluluklarla savaþmalarý, bu açýdan bakýldýðýnda, bir merhamet ve þefkat izi taþýr aslýnda. Müslümanlar ellerindeki en deðerli þeyi, sonu cennete varan bir reçeteyi, nev’inin diðer üyelerine de götürme, onlarý da doðru yola eriþtirme gibi bir amaç etrafýnda birleþmiþ insan grubu demektir. Fakat, daha önce ifade ettiðim gibi, Müslümanlar bu reçeteyi diðer insanlara topluluklara sunarken, asla adaletsiz bir yol takip etmezler. Bu anlamda, örneðin, kendi nefsinde ‘büyük cihad’ý yapmayan bir müslüman topluluðun, dine davet amacýyla kafir de olsa bir toplulukla savaþmasýnýn yeterli meþruiyete sahip olduðu su götürür. Ýslâm’ýn baþka topluluklara ilgili olmasýnýn bir diðer sebebi, ‘kötülüðün’ zamanla normalleþmesi tehlikesidir. Allah ve Peygamberinin haram kýldýðýný haram kabul etmeyen bir topluluðun yaptýklarýný yapmaya devam etmesi, yeryüzünde o yapýlanlarýn âdeta ‘ikinci bir tabiat’ gibi yerleþik hâle gelmesini sonuç verir. Dolayýsýyla zina, þirk, faiz.. gibi Ýslâm’da ve diðer hak dinlerde yasak kýlýnmýþ fiiller yapýla yapýla insanlar tarafýndan günah olarak görülmez hale gelir. Ýþte bu yüzden Ýslâm açýk bir biçimde büyük günahlarý bir toplumsal norm haline getirmiþ topluluklarý hoþ görmez ve Müslümanlarýn da bunu hoþ görmesine müsaade etmez. Ayrýca bu kötülüklerin zaman içinde Ýslâm topraklarýna sýzma ve buradaki güzellikleri ifsat etme potansiyeli vardýr ki, bu da göz ardý edilebilecek bir tehlike deðildir. Fakat tüm bunlarýn ötesinde, Ýslâm’ýn savaþ yerine barýþý ön planda tutan bir din olduðu, kendi dýþýndaki dünyayý ‘kör’ bir bakýþla, daha baþtan ‘gavur’ ve ‘düþman’ olarak adlandýrmadýðý gözlerden kaçmamalýdýr. Ne kadar tahrife uðramýþ olsa bile, Yahudi ve Hýristiyan topluluklara gösterdiði hoþgörü, inançlarýna duyduðu saygý, bunun en güzel kanýtýdýr. Hýristiyanî yanýlgý ve çarpýtmalar Ýslâm peygamberinin (asm) elindeki kýlýca iþaret edip “inancýný kýlýçla yayma yöntemi uyguladý” suçlamasý, sanýlanýn aksine, sadece Bizans Ýmparatoru II. Manuel’e veya Papa’ya ait deðildir. Bu suçlamanýn asýl sahibi, ana akým Hýristiyan düþüncesidir. Bu suçlamayý kazýdýðýmýz zaman, altýnda Hýristiyanlarýn “peygamber algýsý”ný buluruz. Hýristiyanlar Hz. Ýsa’yý kendilerine göre zihinlerinde “doðru peygamber modeli” olarak kodladýklarý için, o modelin dýþýnda kalan her modeli peygamber olarak kabul etmeye þiddetle karþý çýkýyorlar. Hz. Ýsa’nýn evlenmemiþ ve savaþmamýþ olmasýndan hareketle, Hz. Muhammed’in hem evlenmiþ hem de savaþmýþ olmasýný güya bir peygambere yakýþtýramýyorlar. Oysa, Hýristiyanlarýn bu yaklaþýmlarýný hem teolojik hem tarihî açýdan çürütecek ortada yeterince delil var ve bu delilleri onlar da biliyor. Hýristiyanlýðýn manevî yönü aðýr basan, dünya hayatý yerine ruhî hayatý ön planda tutan tabiatýna karþýlýk, Ýslâm manevî ve maddî olan arasýnda bir denge hâline ulaþmýþ bir dindir. Hz. Ýsa’yý örnek alan Hýristiyan din adamlarý (ruhban sýnýfý), manastýrlarda evlenmeden ve sosyal hayatýn içine karýþmadan yaþarlarken, Ýslâm dünya hayatýný dinî yaþantýnýn içine dahil etmiþtir. Dolayýsýyla Hz. Muhammed’in evlenmesi ve savaþmasý, mü’minlere hayatýn her boyutunu kapsayan þumüllü bir örnek olmasýný saðlamýþtýr. Ayrýca Ýslâm’ýn kutsal ile dünyevî, din ile toplum, ruh ile beden arasýnda keskin bir bölünme öngörmemesi, Hýristiyanlarýn zannettiði gibi Ýslâm’ýn eksikliðini deðil, bilâkis ona göre kemâline iþaret eden bir delildir. Tarihî gerçekler Bu noktada tarihin þahitliðine baþvurmakta da fayda var. Okuduðumuz Peygamberler Tarihi eserlerine bakýldýðýnda, Hz. Ýsa’nýn otuz üç yaþýnda iken vefat ettiði ve yaþantýsý boyunca çok az sayýda kiþinin kendisine ümmet olduðu görülmektedir. O bakýmdan, Hz. Ýsa’nýn içinde yaþadýðý topluluktan ayrýlýp onlara karþý savaþmasý yahut baþka bir topluluða karþý savaþmasý fiilen mümkün deðildi. Eðer mümkün olsaydý, kimbilir belki de Allah Hz. Ýsa’ya da ila-yý kelimetullah adýna savaþmasýný emredecekti! Kaldý ki, Hz. Ýsa açýkça Allah’ý inkâr eden bir kavme peygamber olarak gönderilmedi. Onun gönderildiði topluluk, daha önce kendilerine çok sayýda peygamberin gönderildiði Ýsrailoðullarýndan baþkasý deðildi. Cenab-ý Hak Hz. Musa aracýlýðýyla kendilerine indirdiði Tevrat’ý tahrif ettikleri için ve Tevrat’la uygulanan aðýr yahudi þeriatýnýn bir derece hafifletilmesi için gönderdi Hz. Ýsa’yý Ýsrailoðullarýna. Tarihî açýdan, Hýristiyanlarýn gözlerden sakladýðý bir baþka gerçek de, Peygamberimiz dýþýnda savaþmýþ olan peygamberlerin varlýðýdýr. Allah önceki peygamberler arasýnda kral-peygamberler de göndermiþtir ve bu kral peygamberler ordularýyla birlikte savaþmýþlardýr. Bunlar içinde en bilinen örnek, Hz. Süleyman’dýr. Hz. Süleyman, Sebe kraliçesinin müslüman olmasýný saðladýktan sonra, zorba bir kralý yenerek Maðrib beldelerini fethetmiþtir. Bunun dýþýnda, Musa aleyhisselâm da Allah’tan aldýðý emir gereði, Mýsýr’da Firavun’un elinden kurtardýktan sonra Ýsrailoðullarý’ný Beytülmakdis’te (Kudüs) oturan Ad kavminin torunlarýyla savaþmaya çaðýrmýþtýr. Fakat Ýsrailoðullarý, bu çaðrýya “Sen Rabbinle berabet git. Ýkiniz onlarla harp ediniz. Biz burada oturuyoruz!” diye cevap vermiþlerdir. Bu itaatsizleri, onlarýn Tih Çölü’nde kýrk yýl periþan vaziyette yaþamalarýna sebep olmuþur. Son olarak, Hýristiyanlarýn Ýslâm peygamberine yönelttikleri “þiddet düþkünü” ithamlarý da tarihî gerçeklerle taban tabana zýttýr. Hz. Muhammed (asm) haþâ þiddet düþkünü biri deðildi. Eðer öyle olsaydý, az sayýda müslümanýn imanýndan dolayý büyük eziyetlere maruz kaldýðý Mekke döneminde iken müþriklerle savaþýrdý. Fakat o bazý müslümanlarýn “Neden dini açýktan yaymýyoruz?” ýsrarlarý karþýsýnda nasýl mutedil bir çizgide hareket ettiyse, “Neden hâlâ savaþmýyoruz?” ýsrarlarý karþýsýnda da ayný tavrý takýndý. Allah’ýn kendilerine savaþma izni ve emri verene kadar, hem Peygamberimiz hem Müslümanlar Mekke müþriklerinin kendilerine reva gördüðü eziyet, aðýr hakaret, ambargo ve iþkencelere karþý þahsiyetlerini ezdirmeden sabýrla karþý koydular, ama asla kýlýca sarýlmadýlar. Kanlarý döküldü, þehit oldular ama kýlýca sarýlmadýlar. Bu, Hz. Muhammed’in (asm) kiþiliðinde þiddetin merkezî bir yer tutmadýðýný görmek için yeterlidir. “Dinin doðasýnda þiddet olamaz” iddiasý Papa’nýn sözleriyle meydana gelen tüm patýrtý ve kütürtüde aslýnda temel sorun, Hýristiyanlarýn “din” ile “þiddet” arasýnda kategorik bir ayrým yapmalarýdýr. Peki bu ayrým doðru mu? Örneðin, Allah bir peygamberine ve onunla beraber bulunan mü’minlere “savaþýn!” emri veremez mi? Bu soruya Allah’a gerçekten iman etmiþ hiç kimse, “Hayýr, Allah böyle bir emir vermez” diyemez. Çünkü Allah, taným gereði, tüm mahlûkatýn yaratýcýsýdýr ve bunu hiçbir þeyin karþýlýðýnda yapmamýþtýr. Hiçbir yarattýðýna “borçlu” deðildir O, üstelik her yarattýðý her þeyini Ona borçludur. Dolayýsýyla verdiði caný istediði þekilde alma hakkýna sahiptir. Hiçkimsenin, Hýristiyanlarýn da bu anlamda Allah’ýn icraatýný sorgulama, mütalâa etme yetkisi yoktur. Hakikat böyle olmasýna raðmen, Allah yine de yaptýðý her þeyi pekçok hikmetiyle beraber yapar. Esma-i Hüsna’sýnýn icap ettirdiði þekilde, hiçbir yarattýðýna adaletsizlik yapmadýðý gibi, her yarattýðýnýn iyiliðini ister. Ýnsan hariç, ihtiyar ve irade gücü vermediði tüm mahlukat ve melekler zaten yaratýlýþ amacýna otomatik olarak uygun hareket eder. Fakat insan, iradesini kullanmayýp nefsinin ve þeytanýn aldatmacýlarýný ihtiyar ettiðinde, kendi eliyle kötülüðün sümbüllenmesine yol açar. Ýþte Allah’ýn kullarýna gazabý da bu noktada devreye girer. Hýristiyanlar tam burada yanýlýyor ve yanýltýyorlar: Evet, din þiddetle yayýlmaz, ama kendilerine hak dine davet çaðrýsý yapýldýðý halde, yanlýþta ýsrar ediliyorsa, iþte o zaman Kahhar olan Allah’ýn þiddeti, farklý þekillerde, ama bazen de Onun muradýný yeryüzünde gerçekleþtirmeye çok istekli mü’minlerin kýlýçlarýnda belirebilir. Nitekim, Kur’ân-ý Kerim’de sonlarý helâk ile neticelenen Ad, Semud, Nuh, Lut kavmi gibi pekçok halktan bahsedilir. Bunlarýn durumlarýna bakýldýðýnda, hepsine muhakkak bir peygamber gönderildiði ve kendilerine Rabbinin hak sözünü aktardýðý görülür. Sorun, karþýlýðýnda ücret istenilmeyen ve tatlý dille yapýlan bu davete icabet edilmediðinde baþlar. Allah’ýn peygamberi ve kitabý aracýlýðýyla ulaþtýðý kimseler, bunlara sýrt çevirdiklerinde bir ceza olarak “þiddet”i hak ederler. Ve ceza, bu çerçevede bir zulüm deðil, adaletin tecellisidir. Hýristiyanlar, þiddeti kategorik olarak reddetmekle, ilâhî adaleti de imkânsýz hâle getiriyor ve Ýslâm Peygamberinden önce, aslýnda Allah’ý itham etmiþ oluyorlar. Halbuki þiddet eþyanýn tabiatýnda vardýr. Þiddeti kategorik olarak dýþlamak, hem insanýn ve eþyanýn tabiatýna, hem de adalet ve hak duygusuna aykýrýdýr. Ýslâm þiddeti kategorik olarak dýþlamaz, insandaki þiddet eðilimini terbiye eder ve sýnýrlar. Batýlý psikologlardan bazýlarýnýn, günümüz dünyasýnda görülen bunalýmýn önemli bir sebebinin insanýn tabiatýnda bulunan þiddet enerjisinin uygun biçimde boþaltýlamadýðýný belirttiklerini bu noktada belirtmekte fayda var. Ýhtida gerçeðinin söylediði Ýslâm’ýn kýlýçla yayýldýðý safsatasýyla ilgili son olarak Avrupa da dahil Batý dünyasýnda yaþanan ihtidalardan bahsetmezsek, sözümüz eksik kalýr. 1900’lerin baþýndan beri Ýslâm âleminin önemli ölçüde sömürgeleþtirdiði günümüz dünyasýnda, Ýslâm belki de dünya tarihinde en zayýf dönemini yaþamaktadýr. Buna karþýlýk, gerek Müslümanlarla doðrudan temas ile, gerek Ýslâm’a dair kitaplar okumak sûretiyle kendilerine bir din olarak Ýslâm’ý seçen Batýlýlar lisan-ý halleriyle þunu söylüyorlar: “Ýslâm’ýn kýlýçla yayýlmasýna ihtiyaç yoktur. Ýslâm’ýn kendine özgü fazilet ve deðerleri, insanýn hayatýna kattýðý anlam, bu dünya ve ötesi arasýnda kurduðu dengeli köprü, fikre getirdiði istikâmet, kalbe verdiði sûkunet.. onun bir din olarak tercih edilmesi için yeter de artar bile.” Ömer Baldýk Zafer Dergisi Ekim - 2006 Zitieren Link zu diesem Kommentar Auf anderen Seiten teilen Mehr Optionen zum Teilen...
Empfohlene Beiträge
Dein Kommentar
Du kannst jetzt schreiben und Dich später registrieren. Wenn Du ein Konto hast, melde Dich jetzt an, um unter Deinem Benutzernamen zu schreiben.