EMRE Geschrieben 21. Dezember 2008 Teilen Geschrieben 21. Dezember 2008 Yirmiyedinci Söz'ün Zeyli Sahabeler Hakkýndadýr Mevlâna Camî'nin dediði gibi derim: يا رسول الله ه باشد ون س اصحاب كهف داخل جنت شوم در زمره اصحاب تو او رود در جنت من در جهنم كى رواست او س اصحاب كهف من س اصحاب تو بِسمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ بِسْمِ اللَّهِ الرَّّحْمَنِ الرَّحِيمِ مُحَمَّدٌ رَسُولُ الله وَالَّذِينَ مَعَهُ اَشِدَّآءُ عَلَىالْكُفَّارِ رُحَمَآءُ بَيْنَهُمْ ilâ âhir-i âyet... Sual ediyorsunuz: Bâzý rivayetlerde vardýr ki; "Bid'alarýn revacý hengâmýnda ehl-i îman ve takvâdan bir kýsým sülehâ, sahabe derecesinde (Sh»Tls:95) veya daha ziyade efdal olabilir" diye rivayetler vardýr. Bu rivayetler sahihmidir? Sahih ise, hakikatlarý nedir? Elcevab: Enbiyadan sonra nev'i beþerin en efdali sahabe olduðu, Ehl-i sünnet ve Cemaâtin icmâý, bir hüccet-i katýadýr ki, o rivayetlerin sahih kýsmý, fazilet-i cüz'iyye hakkýndadýr. Çünki, cüz'î fazilette ve hususî bir kemâlde, mercuh râcihe tereccüh edebilir. Yoksa Sûre-i Fethin âhirinde, sitayiþkârane tavsifat-ý Rabbâniyyeye mazhar ve Tevrat ve Ýncil ve Kur'anýn medih ve senâsýna mazhar olan sahabelere, fazilet-i külliye nokta-i nazarýnda yetiþilemez. Þu hakikatýn pekçok esbab ve hikmetlerinden, þimdilik üç sebebi tazammun eden üç hikmeti beyan edeceðiz. Birinci Hikmet: Sohbet-i Nebeviyye öyle bir iksirdir ki, bir dakikada ona mazhar bir zât, senelerle seyr ü sülûke mukabil, hakikatýn envarýna mazhar olur. Çünki; sohbette insibað ve in'ikas vardýr.Malûmdur ki: Ýn'ikas ve tebaiyyetle, o Nûr-u A'zam-ý Nübüvvetle beraber en azîm bir mertebeye çýkabilir. Nasýlki, bir sultanýn hizmetkârý ve onun tebaiyyeti ile, öyle bir mevkiye çýkar ki, bir þah çýkamaz. Ýþte þu sýrdandýr ki, en büyük velîler sahabe derecesine çýkamýyorlar.Hattâ Celâleddin-i Süyutî gibi, uyanýk iken çok def'a sohbet-i Nebeviyyeye mazhar olan velîler, Resûl-i Ekrem (A.S.M.) ile yakazaten görüþseler ve þu âlemde sohbetine müþerref olsalar, yine sahabeye yetiþemiyorlar. Çünki: Sahabelerin sohbeti, Nübüvvet-i Ahmediyye (A.S.M) nûriyle, yâni nebî olarak onunla sohbet ediyorlar. Evliyalar ise, vefât-ý nebevîden sonra Resûl-i Ekrem Aleyhisselât-ü Vesselâm'ý görmeleri velayet-i Ahmediyye (A.S.M.) nuriyle sohbettir. Demek Resul-i Ekrem Aleyhisselat-ü Vesselâm'ýn onlarýn nazarlarýna temessül ve tezahür etmesi, velâyet-i Ahmediyye (A.S.M.) cihetindedir; Nübüvvet itibariyle deðil. Mâdem öyledir; nübüvvet derecesi, velâyet derecesinden ne kadar yüksek ise, o iki sohbette o derece tefavüt etmek lâzým gelir. Sohbet-i Nebeviyye ne derece bir iksîr-i nûrânî olduðu bununla anlaþýlýr ki: Bir bedevî adam, kýzýný sað olarak defnedecek derecede bir kasavet-i vahþiyânede bulunduðu halde gelip, bir saat sohbet-i Nebeviyyeye müþerref olur, daha karýncaya ayaðýný basamaz derecede bir þefkat-i rahîmaneyi kesbederdi. Hem câhil, vahþî bir adam, bir gün sohbet-i Nebeviyyeye mazhar olur; sonra Çin ve Hind gibi memleketlere giderdi, o mütemeddin kavimlere muallim-i hakaik ve rehber-i kemâlât olurdu. Ýkinci Sebeb: Yirmiyedinci Söz'deki içtihad bahsinde beyan ve isbat edildiði gibi; sahabeler, ekseriyet-i mutlaka itibariyle, kemalât-ý insâniyyenin en âlâ derecesindedirler. Çünki, o zamanda, o inkilâb-ý azîm-i (Sh»Tls:96) Ýslâmîde hayýr ve hak bütün güzelliðiyle, þer ve bâtýl bütün çirkinliðiyle görülmüþ ve maddeten hissedilmiþ. Þer ve hayýr ortasýnda öyle bir ayrýlýk ve kizb ve sýdk mâbeyninde öyle bir mesâfe açýlmýþtý ki, küfür ve îman kadar, belki Cehennem ve Cennet kadar beynleri uzaklaþtý. Kizb ve þer ve bâtýlýn dellâlý ve nümunesi olan Müseylime-i Kezzab ve maskaraca kelimeleri olduðundan, fýtraten hissiyat-ý ulviyye sahibi ve maâlî-i ahlâka meftun ve izzet ve mübahata meyyal olan sahabeler, elbette ihtiyarlariyle, kizb ve þerre ellerini uzatýp, Müseylime derekesine düþmemiþler. Sýdk ve hayr ve hakkýn dellâlý ve nümunesi olan Habibullah'ýn (A.S.M.) A'lâ-yý Ýlliyyîn-i kemalâtýndaki makamýna bakarak, bütün kuvvet ve himmetleriyle, o tarafa koþmak mukteza-yý seciyeleridir. Meselâ: Nasýlki, zaman oluyor; medeniyet-i beþeriyye çarþýsýnda ve hayat-ý içtimaiye-i insaniyye dükkânýnda, bâzý þeylerin verdiði müdhiþ neticeleri ve çirkin eserleri zehr-i katil gibi, herkes onu satýn almak deðil, bütün kuvvetiyle ondan nefret edip kaçar ve bâzý þeylerin ve mânevî metâlarýn verdikleri güzel neticeler ve kýymetdar eserler, bir tiryak-ý nâfi' ve bir pýrlanta gibi, herkesin nazar-ý raðbetini kendine celbeder. Herkes, elinden geldiði kadar onlarý satýn almaya çalýþýr. Öyle de, Asr-ý Saadette hayat-ý içtimaiye-i insaniyyenin çarþýsýnda, kizb ve þer ve küfür gibi maddeler, þekavet-i ebediye gibi neticeleri ve Müseylime-i Kezzab gibi süflî maskaralarý tevlid ettiðinden, secaya-yý âliye ve hubb-u maâlîye meftun olan sahabelerin, zehr-i katilden kaçar gibi ondan kaçmalarý ve nefret etmeleri bedihîdir. Ve saadet-i ebediyye gibi netice veren ve Resûl-i Ekrem Aleyhisselâtü Vesselâm gibi nurânî meyveler gösteren sýdk ve hakka ve îmana en nâfi' bir tiryak, en kýymetdar bir elmas gibi, o fýtratlarý sâfiye ve seciyeleri sâmiye olan sahabeler, bütün kuvvetleriyle ve hissiyat ve letâifleriyle, onlara müþteri ve müþtak olmasý zarurîdir. Halbuki, o zamandan sonra, git gide ve gele gele sýdk ve kizb ortasýndaki mesafe azala azala, omuz-omuza geldi. Bir dükkânda, ikisi beraber satýlmaða baþladýðý gibi, ahlâk-ý içtimâiyye bozuldu. Propoganda-i siyaset, yalana fazla revaç verdi. Yalanýn müdhiþ çirkinliði gizlenip, doðruluðun parlak güzelliði görünmemeye baþladýðýn zamanda, kimin haddi var ki, sahabenin adalet ve sýdk ve ulviyyet ve hakkaniyyet hususundaki kuvvetlerine, metanetlerine, takvalarýna yetiþebilsin veya derecelerinden geçsin. Geçen mes'eleyi bir derece tenvir edecek, baþýma gelmiþ bir halimi beyan ediyorum. Þöyle ki: Bir zaman kalbime geldi, niçin Muhyiddin-i Arabî gibi hârika zâtlar sahabelere yetiþemiyorlar? Sonra namaz içinde سُبْحَانَ رَبِىَ الاَعْلَى derken, þu kelimenin mânasý inkiþaf et. (Sh»Tls:97) Tam mânasiyle deðil, fakat bir parça hakikatý göründü. Kalben dedim: Keþki, birtek namaza bu kelime gibi muvaffak olsaydým, bir sene ibadetten daha iyi idi.Namazdan sonra anladým ki, o hâtýra ve o hal, sahabelerin ibadetteki derecelerine yetiþilmediðine bir irþaddýr. Evet Kur'an-ý Hakîm'in envariyle hasýl olan o inkýlâb-ý azîm-i içtimaîde, ezdad birbirinden çýkýp ayrýlýrken; þerler bütün tevâbiiyle, zulümatiyle ve teferruatiyle ve hayýr ve kemâlât bütün envâriyle ve netaiciyle karþý karþýya gelip, bir vaziyette ve müheyyic bir zamanda, her zikir ve tesbih, bütün mânasýnýn tabakatýný turfanda ve taravetli ve tâze ve genç bir surette ifade ettiði gibi; o inkýlâb-ý azîm'in tarrakasý altýnda olan insanlarýn bütün hissiyatýný, letâif-i mâneviyyesini uyandýrmýþ; hattâ, vehim ve hayâl ve sýr gibi duygular hüþyar ve müteyakkýz bir surette o zikir, o tesbihlerdeki müteaddid mânalarý kendi zevklerine göre alýr.. emer. Ýþte, þu hikmete binâen bütün hissiyatlarý uyanýk ve letâifleri hüþyar olan sahabeler, envâr-ý îmâniyye ve tesbihiyyeyi câmi' olan kelimat-ý mübarekeyi dedikleri vakit, kelimenin bütün mânasiyle söyler ve bütün letâifiyle hisse alýrlardý. Halbuki, o infilâk ve inkýlâbdan sonra, gitgide letâif uykuya ve havas hakaik noktasýnda gaflete düþüp, o kelimat-ý mübareke , meyveler gibi gitgide , ülfet perdesiyle letâfetini ve taravetini kaybeder. Âdeta, sathîlik havasiyle kuruyor gibi, az bir yaþlýk kalýyor ki; kuvvetli, tefekkürî bir ameliyatla, ancak evvelki hali iade edilebilir. Ýþte bundandýr ki, kýrk dakikada bir sahabenin kazandýðý fazilete ve makama, kýrk günde, hattâ kýrk senede baþkasý ancak yetiþebilir. Üçüncü Sebeb: Onikinci ve Yirmidördüncü ve Yirmibeþinci Sözlerde isbat edildiði gibi, nübüvvetin velâyete nisbeti, Güneþin ayn-ý zâtiyle, âyinelerde görünen Güneþin misali gibidir. Ýþte dâire-i nübüvvet, daire-i velâyetten ne kadar yüksek ise, daire-i nübüvvetin hademeleri ve o güneþin yýldýzlarý olan sahabeler dahi, daire-i velâyetteki sulehâya o derece tefevvuku olmak lâzým geliyor. Hattâ velâyet-i kübrâ olan veraset-i Nübüvvet ve sýddîkýyyet ki, sahabelerin velâyetidir; bir veli kazansa, yine saff-ý evvel olan sahabelerin makamýna yetiþmez. Þu Üçüncü sebebin müteaddit vücuhundan üç vechini beyan ederiz. Birinci Vecih: Ýçtihadda, yâni istinbat-ý ahkâmda,Yâni Cenâb-ý Hakk'ýn marziyyâtýný kelâmýndan anlamakta, sahabelere yetiþilmez. Çünki: O zamandaki o büyük inkýlâb-ý Ýlâhî, marziyyât-ý Rabbâniyyeyi ve ahkâm-ý Ýlâhiyyeyi anlamak üzere dönerdi. Bütün ezhan, istinbat-ý ahkâma müteveccih idi. Bütün kalbler, "Rabbimizin bizden istediði nedir! diye merak ederdi. Ahval-i zaman, bu hâli iþmam ve ihsas edecek bir tarzda cereyan ediyordu. Muhaverat, bu mânalarý tazammun ederek vuku bulu- (Sh»Tls:98) yordu. Ýþte bunun için herþey ve her hâl ve muhavereler ve sohbetler ve hikâyeler, bütün o mânalarý bir derece ders verecek bir tarzda cereyan ettiðinden; sahabenin istidadýný tekmil ve fikirlerini tenvir ettiðinden; içtihad ve istinbatta istidadý, kibrit derecesinde nurlanmaya hazýr olduðundan; bir günde veya bir ayda kazandýðý mertebe-i istinbat ve içtihadý, o sahabenin derece-i zekâvetinde ve istidadýnda olan bir adam, þu zamanda on senede, belki yüz senede kazanmýyacaktýr. Çünki: Þimdi saadet-i ebediyeye bedel, saadet-i dünyeviyye medar-ý nazardýr. Beþerin nazar-ý dikkati, baþka maksadlara müteveccihtir. Tevekkülsüzlük içinde derd-i maiþet, ruha sersemlik ve felsefe-i tabiiyye ve maddiyye akla körlük verdiðinden; beþerin muhît-i içtimaîsi, o þahsýn zihnine ve istidadýna, içtihad hususunda kuvvet vermediði gibi, teþettüt veriyor.. daðýtýyor. Yirmiyedinci Söz'ün içtihad bahsinde, Süfyan Ýbn-i Uyeyne ile onun zekâveti derecesinde birinin muvazenesinde isbat etmiþiz ki; Süfyan'ýn on senede kazandýðýný, öteki yüz senede kazanamýyor. Ýkinci Vecih: Sahabelerin kurbiyyet-i Ýlâhiyye noktasýndaki makamlarýna velâyet ayaðiyle yetiþilmez. Çünki: Cenâb-ý Hak bize akrebdir ve herþeyden daha ziyade yakýndýr. Biz ise, ondan nihayetsiz uzaðýz. Onun kurbiyyetini kazanmak iki suretle olur. Birisi: Akrebiyyetin inkiþafiyledir ki, nübüvvetteki kurbiyyet ona bakar ve nübüvvet veraseti ve sohbeti cihetiyle sahabeler o sýrra mazhardýrlar. Ýkinci Sûret: Bu'diyyetimiz noktasýnda kat'-ý meratib edip bir derece kurbiyyete müþerref olmaktýr ki, ekser seyr ü sülûk-ü velâyet ona göre ve seyr-i enfüsî ve seyr-i âfâkî bu suretle cereyan ediyor. Ýþte, birinci sûret sýrf vehbîdir, kesbî deðil, incizabdýr, cezb-i Rahmânîdir ve mahbubiyettir. yol kýsadýr, fakat çok metin ve çok yüksektir ve çok hâlistir ve gölgesizdir. Diðeri; kesbîdir, uzundur, gölgelidir. Acaib hârikalarý çok ise de; kýymetçe, kurbiyyetçe evvelkisine yetiþemez. Meselâ: Nasýlki dünkü güne, bugün yetiþtirmek için iki yol var. Birincisi: Zamanýn cereyanýna tâbi olmayarak, bir kuvvet-i kudsiyye ile; fevk-az-zaman çýkýp, dünü bugün gibi hazýr görmektir. Ýkincisi: bir sene kat'-ý mesafe edip, dönüp dolaþýp, düne gelmektir; fakat, yine dünü elde tutamýyor, onu býrakýp gidiyor. Öyle de, zâhirden hakikata geçmek iki suretlidir. Biri: Doðrudan doðruya hakikatýn incizabýna kapýlýp, tarikat berzahýna girmeden, hakikatý, ayn-ý zâhir içinde bulmaktýr. Ýkincisi: Çok merâtibden seyr-i sülûk suretiyle geçmektir. Ehl-i velâyet, çendan fena-i nefse muvaffak olurlar, nefs-i emmareyi öldürürler. Yine sahabeye yetiþemiyorlar. Çünki: Sahabelerin nefisleri tezkiye ve tathir edildiðinden; nefsin mahiyetindeki cihazat-ý kesîre ile, ubûdiyyetin envaýna ve þükür ve hamdin aksamýna daha ziyade mazhardýrlar. Fena-i nefisden sonra, ubûdiyyet-i evliya besatet peyda eder. (Sh»Tls:99) Üçüncü Vecih: Fazilet-i a'mâl ve sevab-ý ef'âl ve fazilet-i uhreviyye cihetinde sahabelere yetiþilmez. Çünki, nasýl bir asker bâzý þerait dahilinde, mühim ve mahuf bir mevkide, bir saat nöbette, bir sene ibadet kadar bir fazilet kazanabilir ve bir dakikada bir kurþunu yemekle, en ekall kýrk günde ancak kazanýlacak velâyet derecesi gibi bir makama çýkýyor. Öyle de, sahabelerin te'sis-i Ýslâmiyette ve neþr-i ahkâm-ý Kur'aniyyede hizmetleri ve Ýslâmiyyet için bütün dünyaya ilân-ý harb etmeleri o kadar yüksektir ki, bir dakikasýna baþkalarý bir senede yetiþemez. Hattâ denilebilir ki; bütün dakikalarý, -o hizmet-i kudsiyyede- o þehid olan neferin dakikasý gibidir. Bütün saatleri, müdhiþ bir makamda bir saat nöbet tutan fedakâr bir neferin nöbeti gibidir ki; amel az, üçreti çok, kýymeti yüksektir. Evet, sahabeler madem Ýslâmiyetin te'sisinde ve envar-ý Kur'aniyyenin neþrinde, saff-ý evvel teþkil ediyorlar. الَسَّبَبُ كَالْفَاعِلِ sýrrýnca, bütün ümmetin hasenatýndan onlara hisse çýkar. Ümmetin اَللَّهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى اَلِهِ وَاَصْحَابِهِ demesiyle; sahabelerin, bütün ümmetin hasenatýndan hissedarlýklarýný gösteriyor. Hem nasýlki, bir aðacýn kökündeki küçük bir meziyet; aðacýn dallarýnda büyük bir suret alýr, büyük bir daldan daha büyüktür. Hem nasýlki, mebde'de küçük bir irtifa; gittikçe bir yekûn teþkil eder. Hem nasýlki nokta-i merkeziyyeye yakýn bir iðne ucu kadar bir ziyadelik; daire-i muhîtada, bâzan bir metre kadar ziyadeye mukabil geliyor. Aynen þu dört misal gibi.. sahabeler, Ýslâmiyetin þecere-i nûraniyyesinin köklerinden, esaslarýndan olduklarý, hem bina-yý Ýslâmiyetin hutut-u nurâniyyesinin mebde'inde, hem cemaat-ý Ýslâmiyyenin imamlarýndan ve adedlerinin evvellerinde, hem Þems-i Nübüvvet ve Sirâc-ý Hakikatýn merkezine yakýn olduklarýndan; az amelleri çoktur, küçük hizmetleri büyüktür. Onlara yetiþmek için, hakikî sahabe olmak lâzým geliyor. اَللَّهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ الَّذِى قَالَ اَصْحَابِى كَالنُّجُومِ بِاَيِّهِمْ اِقْتَدَيْتُمْ اِهْتَدَيْتُمْ وَخَيْرُ الْقُرُونِ قَرْنِىوَعَلَى وَاَلِهِ وَصَحْبِهِ وَسَلِّمْ سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَآ اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَآ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ (Sh»Tls:100) Sual: Deniliyor ki: Sahabeler Resûl-i Ekrem Aleyhisselâtü Vesselâm'ý gördüler, sonra îman ettiler. Biz ise görmeden îman ettik. Öyle ise îmanýmýz daha kavîdir. Hem, kuvvet-i îmanýmýza delâlet eden rivayet var? Elcevab: Sahbeler o zamanda, efkâr-ý âmme-i âlem hakaik-ý Ýslâmiyyeye muârýz ve muhalif iken; -sahabeler- yalnýz sûret-i insâniyyede Resûl-i Ekrem Aleyhisselâtü Vesselâm'ý görüp, bâzan mu'cizesiz olarak, öyle bir îman getirmiþler ki; bütün efkâr-ý âmme-i âlem, onlarýn îmanlarýný sarsmýyordu. Þüphe deðil, bâzýsýna vesvesede vermezdi. Sizler iseniz kendi îmanýnýzý, sahabelerin îmanlariyle müvazene ediyorsunuz. Bütün efkâr-ý âmme-i Ýslâmiyye, îmanýnýza kuvvet ve sened olduðu halde; Resûl-i Ekrem Aleyhisselâtü Vesselâm'ýn þecere-i tûba-i nübüvvetinin çekirdeði olan beþeriyyeti ve suret-i cismaniyyesini deðil.. belki umum envar-ý Ýslâmiyye ve hakaik-ý Kur'aniyye ile nuranî, muhteþem þahs-ý mânevîsini, bin mu'cizat ile muhat olarak akýl gözüyle gördüðünüz halde, bir Avrupa feylezofunun sözüyle vesveseye ve þüpheye düþen îmanýnýz nerede! Bütün âlem-i küfrün ve Nasara ve Yehûdun ve feylesoflarýn hücumlarýna karþý sarsýlmayan sahabelerin imanlarý nerede! Hem, sahabelerin kuvvet-i îmanlarýný gösteren ve îmanlarýnýn tereþþuhatý olan þiddet-i takvalarý ve kemâl-i salâhatlarý nerede! Ey müddeî! Senin þiddet-i za'fýndan, ferâizi tamamiyle senden göstermiyen sönük îmanýn nerede! Amma, Hadîsde vârid olan ki, "Âhirzamanda beni görmiyen ve îman getiren, daha ziyade makbuldür" meâlindeki rivayet, hususî fazilete dâirdir. Has, bâzý eþhas hakkýndadaýr. Bahsimiz ise, fazilet-i külliye ve ekseriyet itibariyledir. Ýkinci Sual Diyorlar ki: Ehl-i velâyet ve ashab-ý kemalât, dünyayý terketmiþler. Hattâ, Hadîsde var ki: "Dünya muhabbeti bütün hatâlarýn baþýdýr." Halbuki, sahabeler dünyaya pek çok girmiþler. Terk-i dünya deðil, belki bir kýsým sahabe, o zamanýn ehl-i medeniyetinden daha ileri gitmiþler. Nasýl oluyor ki, böyle sahabelerin en ednâsýna, en büyük bir veli kadar kýymeti var, diyorsunuz? (Sh»Tls:101) Elcevab: Otuzikinci Söz'ün Ýkinci ve Üçüncü Mevkýflarýnda, gayet kat'î isbat edilmiþtir ki: Dünyanýn âhirete bakan yüzüyle, Esmâ-i Ýlâhiyyeye mukabil olan yüzünü sevmek; sebeb-i noksaniyyet deðil, belki medar-ý kemâldir ve o iki yüzde ne kadar ileri gitse, daha ziyade ibadet ve mârifetullah'da ileri gider. Sahabelerin dünyasý ise, iþte o iki yüzdedir. Dünyayý âhiret mezraasý görüp, ekip biçmiþler. Mevcudatý, Esmâ-i Ýlâhiyyenin âyinesi görüp, müþtakane temaþa edip bakmýþlar. Fena-i dünya ise, fâni yüzüdür ki, insanýn hevesatýna bakar. Üçüncü Sual: Tarikatlar, hakikatlarýn yollarýdýr. Tarikatlarýn içerisinde en meþhur ve en yüksek ve cadde-i kübra iddia olunan tarîk-ý Nakþbendî hakkýnda, o tarikatýn kahramanlarýndan ve imamlarýndan bâzýlarý esasýný böyle târif etmiþler.Demiþler ki: دَرْطَرِيقِ نَقْشِبَنْدِى لاَزِمْ آمَدْ ارِتَرْكْ : تَزْكِ دُنْيَا تَزْكِ عُقْبَى تَرْكِ هَسْتِى تَرْكْ Yâni, tarîk-ý Nakþîde dört þey'i býrakmak lâzým. Hem dünyayý, hem nefis hesabýna âhireti dahi maksud-u hakikî yapmamak, hem vücudunu unutmak, hem ucbe, fahre girmemek için bu terkleri düþünmemektir. Demek hakikî mârifetullah ve kemalât-ý insaniyye terk-i mâsiva ile olur? Elcevab: Eðer, insan yalnýz bir kalbden ibaret olsaydý; bütün mâsivayý terk, hattâ esma ve sýfâtý dahi býrakmak, yalnýz Cenâb-ý Hakk'ýn zâtýna rabt-ý kalb etmek lâzým gelirdi. Fakt insanýn akýl, ruh, sýr, nefis gibi pek çok vazifedar letâifi ve hâssalarý vardýr. Ýnsan-ý kâmil odur ki: Bütün o letâif-i; kendilerine mahsus ayrý ayrý tarîk-ý ubûdiyyette, hakikat cânibine sevketmek ile, sahabe gibi geniþ bir dairede, zengin bir surette.. kalb bir kumandan gibi, letâif askerleriyle kahramanâne maksada yürüsün. Yoksa kalb, yalnýz kendini kurtarmak için askerini býrakýp tek baþiyle gitmek, medar-ý iftihar deðil, belki netice-i ýztýrardýr. Dördüncü Sual: Sahabelere karþý iddia-yý rüçhan nereden çýkýyor? Kim çýkarýyor? Þu zamanda, bu mes'eleyi medar-ý bahsetmek nedendir? Hem Müçtehidîn-i Ýzâma karþý müsavat dâva etmek neden ileri geliyor? Elcevab: Þu mes'eleyi söyliyen iki kýsýmdýr. bir kýsmý, sâfi ehl-i diyanet ve ehl-i ilmdir ki; bâzý ehâdîsi görmüþler, þu zamanda ehl-i takvâ ve salâhatý teþvik ve terðib için öyle mebhaslar açýyorlar. Bu kýsma karþý (Sh»Tls:102) sözümüz yok. Zaten onlar azdýrlar, çabuk da intibaha gelirler. Diðer kýsým ise; gayet müdhiþ maðrur insanlardýr ki, mezhebsizliklerini, Müçtehidîn-i Ýzâma müsavat dâvasý altýnda neþretmek istiyorlar ve dinsizliklerini, sahabeye karþý müsavat dâvasý altýnda, icra etmek istiyorlar. Çünki, evvelen: O ehl-i dalâlet sefahata girmiþ, sefahete tiryâkî olmuþ, sefahete mâni olan tekâlif-i Þer'iyyeyi yapamýyor. Kendine bir bahane bulmak için der ki: "Þu mesâil, içtihadiyyedirler. O mesâilde, mezhebler birbirine muhalif gidiyor. Hem onlar da bizim gibi insanlardýr, hatâ edebilirler. Öyle ise biz de onlar gibi içtihad ederiz, istediðimiz gibi ibâdetimizi yaparýz. Onlara tâbi olmaya ne mecburiyetimiz var?" Ýþte bu bedbahtlar, bu desise-i þeytâniyye ile, baþlarýný mezâhibin zincirinden çýkarýyorlar. Bunlarýn þu dâvalarý ne kadar çürük, ne kadar esassýz olduðu Yirmiyedinci Söz'de kat'î bir surette gösterildiðinden ona havale ederiz. Sâniyen; o kýsým ehl-i dalâlet baktýlar ki, Müçtehidînlerde iþ bitmiyor. Onlarýn omuzlarýndaki, yalnýz nazariyat-ý dîniyyedir. Halbuki, bu kýsým ehl-i dalâlet, zaruriyat-ý dîniyyeyi terk ve taðyir etmek istiyorlar. "Onlardan daha iyiyiz" deseler, mes'eleleri tamam olmuyor. Çünki; Müçtehidîn, nazariyata ve kat'î olmayan teferruata karýþabilirler. Halbuki, bu mezhebsiz ehl-i dalâlet, zaruriyat-ý dîniyyede dahi fikirlerini karýþtýrmak ve kabil-i tebdil olmayan mesâili tebdil etmek ve kat'î erkân-ý Ýslâmiyyeye karþý gelmek istediklerinden; elbette, zaruriyat-ý dîniyyenin hameleleri ve direkleri olan sahabelere iliþecekler. Heyhat! Deðil bunlar gibi insan suretindeki hayvanlar, belki hakikî insanlar ve hakikî insanlarýn en kâmilleri olan evliyanýn büyükleri; sahabenin küçüklerine karþý müsavat dâvasýný kazanamadýklarý, gâyet kat'î bir surette Yirmiyedinci Söz'de isbat edilmiþtir. اَللَّهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى رَسُولِكَ الَّذِى قَالَ : لاَ تَسُبُّوا اَسْحَابِى لَوْ اَنْفَقَ اَحَدُكُمْ مِثْلَ اُحُدٍ ذَهَبًا مَا بَلَغَ نِصْفَ مُدٍّ مِنْ اَصْحَابِ صَدَقَ رَسُولُ اللهِ سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَآ اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَآ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ Link zu diesem Kommentar Auf anderen Seiten teilen Mehr Optionen zum Teilen...
Empfohlene Beiträge