EMRE Geschrieben 21. Dezember 2008 Teilen Geschrieben 21. Dezember 2008 Yirmialtýncý Söz Kader Risalesi بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ عِنْدَ نَا خَزَآئِنُهُ وَمَا نُنَزّلُهُ اِلاَّ بَقَدَرٍ مَعْلُومٍ * وَكُلِّ شَىْءٍ اَحْصَيْنَاهُ فِى اِمَامٍ مُبِينٍ * [Kader ile cüz'-i ihtiyârî, iki mes'ele-i mühimmedir. Ona dair dört mebhas içinde birkaç sýrlarýný açmaða çalýþacaðýz.] BÝRÝNCÝ MEBHAS: Kader ve cüz-i ihtiyârî, Ýslâmiyetin ve îmanýn nihayet hududunu gösteren, hâlî ve vicdanî bir îmanýn cüz'lerindendir.Yoksa ilmî ve nazarî deðillerdir.Yâni, mü'min; herþey'i, hattâ fiilini, nefsini Cenâb-ý Hakk'a vere vere, tâ nihayette teklif ve mes'uliyetten kurtulmamak için "Cüz-i ihtiyarî" önüne çýkýyor. Ona: "Mes'ul ve mükellefsin der. Sonra, ondan südûr eden iyilikler ve kemalât ile maðrur olmamak için, "Kader" karþýsýna geliyor. Der. "Haddini bil, yapan sen deðilsin." Evet.. kader, cüz-i ihtiyârî; îman ve Ýslâmiyetin nihayet meratibinde.. kader, nefsi gururdan ve cüz-i ihtiyârî adem-i mes'uliyetten kurtarmak içindir ki mesaîl-i îmâniyeye girmiþler. Yoksa mütemerrid nüfus-u emmârenin iþledikleri seyyiatýnýn mes'uliyetinden kendilerini kurtarmak için kadere yapýþmak ve onlara in'am olunan mehâsinle iftihar etmek, gururlanmak, cüz-i ihtiyarîye istinad etmek; bütün bütün sýrr-ý kadere ve hikmet-i cüz-i ihtiyarîyeye zýt bir harekete sebebiyet veren ilmî mes'eleler deðildir. Evet, mânen terakki etmiyen avam içinde kaderin cây-ý isti'mâli var. Fakat, o da mâziyat ve mesâibdedir ki, ye'sin (Sh»Tls:82) ve hüznün ilâcýdýr. Yoksa, maâsî ve istikbaliyatta deðildir ki, sefahete ve atâlete sebeb olsun. Demek kader mes'elesi, teklif ve mes'uliyetten kurtarmak için deðil, belki fahr ve gururdan kurtarmak içindir ki, îmana girmiþ. Cüz-i ihtiyarî, seyyiata merci olmak içindir ki, akideye dahil olmuþ. Yoksa, mehâsine masdar olarak tefer'un etmek için deðildir. Evet, Kur-an'ýn dediði gibi: Ýnsan, seyyiatýndan tamamen mes'uldür. Çünki: Seyyiatý istiyen odur. Seyyiat tahribat nev'inden olduðu için, insan bir seyyie ile çok tahribat yapabilir. Müthiþ bir cezaya kesb-i istihkak eder. -Bir kibrit ile bir evi yakmak gibi.- Fakat, hasenatta iftihara hakký yoktur. Onda onun hakký pek azdýr. Çünki: Hasenatý isteyen, iktiza eden rahmet-i Ýlâhiyye ve îcad eden kudret-i Rabbâniyyedir. Sual ve cevap, dâî ve sebep, ikiside Hak'tandýr. Ýnsan, yalnýz dua ile, îman ile, þuur ile, rýza ile onlara sahib olur. Fakat seyyiatý istiyen, nefsi insâniyyedir (ya istidad ile, ya ihtiyar ile). Nasýlki beyaz, güzel Güneþin ziyasýndan bâzý maddeler siyahlýk ve taaffün alýr. O siyahlýk, onun istidadýna aittir. Fakat o seyyiatý, çok mesâlihi tazammun eden bir kanun-u Ýlâhî ile îcad eden yine Hak'týr. Demek; sebebiyet ve sual, nefisdendir ki, mes'uliyeti o çeker. Hakk'a ait olan halk ve îcad ise, daha baþka güzel netice ve meyveleri olduðu için güzeldir, hayýrdýr. Ýþte þu sýrdandýr ki: Kesb-i þer, þerdir; halk-ý þer, þer deðildir.Nasýlki, pekçok mesâlihi tazammun eden bir yaðmurdan zarar gören tenbel bir adam diyemez: "Yaðmur rahmet deðil." Evet halk ve îcadda bir þerr-i cüz-î ile beraber hayr-ý kesîr vardýr. Bir þerr-i cüz-î için hayr-ý kesîri terketmek þerr-i kesîr olur. Onun için o þerr-i cüz-î, hayýr hükmüne geçer. Ýcad-ý Ýlâhîde þer ve çirkinlik yoktur. Belki, abdin kesbine ve istidadýna aittir. Hem nasýl kader-i Ýlâhî, netice ve meyveler itibariyle þerden ve çirkinlikten münezzehtir. Öyle de: Ýllet ve sebep îtibâriyle dahi, zulümden ve kubuhtan mukaddestir. Çünki: Kader, hakikî illetlere bakar,adâlet eder. Ýnsanlar, zâhirî gördükleri illetlere, hükümlerini bina eder; kaderin ayný adâletinde zulme düþerler. Meselâ: Hâkim seni sirkatle mahkûm edip hapsetti. Halbuki; sen sârýk deðilsin. Fakat kader, o gizli katlin için mahkum edip adâlet etmiþ, kimse bilmez, gizli bir katlin var. Ýþte, Kader-i ilâhî dahi seni o hapisle mahkûm etmiþ. Hâkim ise, sen ondan mâsum olduðun sirkate binâen mahkûm ettiði için zulmetmiþtir. Ýþte þey-i vâhidde iki cihetle kader ve îcad-ý ilâhînin adâleti ve insan kesbinin zulmü göründüðü gibi, baþka þeyleri buna kýyas et. Demek, kader ve îcad-ý Ýlâhî; mebde' ve müntehâ, asýl ve fer', illet ve neticeler itibariyle þerden ve kubuhtan ve zulümden münezzehtir. Eðer denilse: "Mâdem cüz-i ihtiyarînin îcada kabiliyeti yok.Bir emr-i (Sh»Tls:83) itibarî hükmünde olan kesbden baþka insanýn elinde birþey bulunmuyor. Nasýl oluyor ki, Kur'an-ý Mu'ciz-ül-Beyan'da, Hâlik-ý Semâvat ve arza karþý, insana âsi ve düþman vaziyeti verilmiþ. Hâlik-ý arz ve semâvat, ondan azim þikâyetler ediyor. O âsî insana karþý abd-i mü'mine yardým için kendini ve melâikesini tahþid ediyor.Ona azîm bir ehemmiyet veriyor." Elcevab: Çünki küfür ve isyan seyyie, tahriptir, ademdir. Halbuki azim tahribat ve hadsiz ademler, birtek emr-i îtibarîye ve ademîye terettüb edebilir. Nasýlki, bir azîm sefinenin dümencisi, vazifesinin adem-i ifasiyle, sefine gark olup bütün hademelerin netice-i sa'yleri ibtal olur. Bütün o tahribat, bir ademe terettüb ediyor. Öyle de: Küfür ve mâsiyet, adem ve tahrib nev'inden olduðu için, cüz-i ihtiyarî bir emr-i îtibarî ile onlarý tahrik edip müdhiþ netâice sebebiyet verebilir. Zira küfür, çendan bir seyyiedir. Fakat, bütün kâinatý kýymetsizlikle ve abesiyetle tahkir ve delâil-i Vahdâniyyeti gösteren bütün mevcudatý tekzip ve bütün tecelliyat-ý Esmâyý tezyif olduðundan, bütün kâinat ve mevcûdat ve Esmâ-i Ýlâhiyye nâmýna Cenâb-ý Hak, kâfirden þedid þikâyet ve dehþetli tehdidat etmek; ayn-ý hikmettir ve ebedî azab vermek, ayn-ý adâlettir. Mâdem insan küfür ve isyanla tahribat tarafýna gidiyor. Az bir hizmetle çok iþleri yapar. O'nun için ehl-i îman, onlara karþý Cenâb-ý Hakk'ýn inâyet-i azîmine muhtaçtýr. Çünki: On kuvvetli adam, bir evin muhafazasýný ve tâmiratýný deruhte etse, haylaz bir çocuðun, o haneye ateþ vermeye çalýþasýna karþý, o çocuðun velisine, belki padiþahýna müracaata, yalvarmaða mecbur olmasý gibi; mü'minlerin de, böyle edepsiz ehl-i isyana karþý dayanmak için Cenâb-ý Hakk'ýn çok inâyâtýna muhtaçtýrlar. Elhasýl: Eðer kader ve cüz-i ihtiyarîden bahseden adam, ehl-i huzur ve kemâl-i îman sahibi ise, kâinatý ve nefsini Cenâb-ý Hakk'a verir, O'nun tasarrufunda bilir. O vakit hakký var, kaderden ve cüz-i ihtiyarîden bahsetsin. Çünki: Madem nefsini ve herþey'i Cenab-ý Hakk'tan bilir, o vakit cüz-i ihtiyarîye istinad ederek mes'uliyeti deruhte eder. Seyyiata merciiyyeti kabûl edip, Rabbini takdis eder. Daire-i ubûdiyyette kalýp, teklif-i Ýlâhiyyeyi zimmetine alýr. Hem, kendinden südur eden kemâlât ve hasenat ile gururlanmamak için kadere bakar, fahr yerine þükreder. Baþýna gelen musibetlerde kaderi görür, sabreder. Eðer kader ve cüz-i ihtiyarîden bahseden adam, ehl-i gaflet ise; o vakit kaderden ve cüz-i ihtiyarîden bahse hakký yoktur. Çünki: Nefs-i emmaresi, gaflet veya dalâlet saikasiyle kâinatý esbaba verip, Allah'ýn malýný onlara taksim eder, kendini de kendine temlik eder. Fiilini kendine ve esbaba verir. Mes'uliyeti ve kusuru kadere hvale eder. O vakit, nihayette Cenâb-ý Hakk'a verilecek olan cüz-i ihiyarî ve en nihayette medar-ý nazar (Sh»Tls:84) olacak olan kader bahsi mânasýzdýr.Yalnýz, bütün bütün onlarýn hikmetine zýd ve mes'uliyetten kurtulmak için bir desise-i nefsiyyedir. ÝKÝNCÝ MEBHAS: Ehl-i ilme mahsus (Hâþiye), ince bir tedkik-i ilmîdir. Eðer desen: "Kader ile cüz-i ihtiyarî, nasýl tevfik edilebilir?" Elcevab: Yedi vecihle... Birincisi: Elbette kâinatýn intizam ve mîzan lisaniyle hikmet ve adâletine þehadet ettiði bir Âdil-i Hakîm, insan için medar-ý sevab ve ikab olacak, mahiyeti meçhul bir cüz-i ihtiyarî vermiþtir. O Âdil-i Hakîm'in pek çok hikmetini bilmediðimiz gibi, þu cüz-i ihtiyarînin kaderle nasýl tevfik edildiðini bilmediðimiz, olmamasýna delalet etmez. Ýkincisi: Bizzarure herkes kendisinde bir ihtiyar hisseder. O ihtiyarýn vücudunu vicdanen bilir. Mevcudatýn mahiyetini bilmek ayrýdýr, vücudunu bilmek ayrýdýr. Çok þeyler var: Vücudu bizce bedihî olduðu halde, mahiyeti bizce meçhul... Ýþte þu cüz-i ihtiyarî, öyleler sýrasýna girebilir. Herþey, malûmatýmýza münhasýr deðildir. Adem-i ilmimiz, onun ademine delâlet etmez. Üçüncüsü: Cüz-i ihtiyarî, kadere münafi deðil. Belki kader, ihtiyarý te'yid eder. Çünki: Kader, ilm-i Ýlâhînin bir nev'idir. Ýlm-i Ýlâhî, ihtiyarýmýza taallûk etmiþ. Öyle ise, ihtiyarý te'yid ediyor, ibtal etmiyor. Dördüncüsü: Kader, ilim nev'indendir. Ýlim, malûma tâbidir. Yâni, nasýl olacak, öyle taallûk ediyor. Yoksa malûm ilme tâbi deðil. Yâni, ilim desâtiri; malûmu, haricî vücud noktasýnda idare etmek için esas deðil. Çünki: Malûmun zâtý ve vücud-u haricîsi, iradeye bakar ve kudrete istinad eder. Hem, ezel; mazi silsilesinin bir ucu deðil ki, eþyanýn vücudunda esas tutulup ona göre bir mecburiyet tasavvur edilsin. Belki, ezel, mazi ve hal ve istikbali birden tutar, yüksekten bakar bir âyine misâldir. Öyle ise, daire-i mümkinat içinde uzanýp giden zamanýn mazi tarafýnda bir uç tahayyül edip, ona ezel deyip, o ezel ilmine, eþyanýn tertib ile girmesini ve kendisini onun haricinde tevehhüm etmesi, ona göre muhakeme etmek hakikat deðildir. Þu sýrrýn keþfi için þu misale bak: Senin elinde bir âyine bulunsa, sað tarafýndaki mesafe, mazi sol tarafýndaki mesafe müstakbel farzedilse; o âyine yalnýz mukabilini tutar, sonra o iki tarafý bir tertip ile tutar, çoðunu tutamaz. O âyine ne kadar aþaðý ise, o kadar az görür. Fakat o âyine ile yükseðe çýktýkça o âyinenin _________ (Hâþiye) Bu ikinci mebhas, en derin ve en müþkil bir sýrr-ý kader mes'elesidir. Bütün ülema-i muhakkikînce en ehemmiyetli ve münazaralý bir mes'ele-i akaid-i kelâmiyyedir.Risale-i Nur tam halletmiþ. (Sh»Tls:85) mukabil dairesi geniþlenir.Gitgide, bütün iki taraf mesafeyi birden bir anda tutar. Ýþte, þu âyine þu vaziyette onun irtisamýnda, o mesafelerde cereyan eden hâlât birbirine mukaddem, muahhar, muvafýk, muhalif denilmez. Ýþte kader, ilm-i ezelîden olduðu için; ilm-i ezelî, hadîsin tâbiriyle: "Manzar-ý âlâdan, ezelden ebede kadar herþey, olmuþ ve olacak, birden tutar, ihâta eder bir makam-ý âlâdadýr." Biz ve muhakematýmýz, onun haricinde olamaz ki, mâzi mesafesinde bir âyine tarzýnda olsun. Beþincisi: Kader, sebeble müsebbebe bir taallûku var. Yâni, þu müsebbeb, þu sebeble vukua gelecek. Öyle ise denilmesin ki: "Mâdem filân adamýn ölmesi, filân vakitte mukadderdir. Cüz-i ihtiyariyle tüfek atan adamýn ne kabahati var, atmasaydý yine ölecekti? Sual: Niçin denilmesin? Elcevab: Çünki: Kader,onun ölmesini onun tüfeðiyle tâyin etmiþtir. Eðer onun tüfek atmamasýný farzetsen, o vakit kaderin adem-i taallûnu farzediyorsun. O vakit ölmesini ne ile hükmedeceksin! Ya Cebrî gibi; sebebe ayrý, müsebbebe ayrý birer kader tasavvur etsen veyahut Mu'tzile gibi kaderi inkâr etsen, Ehl-i sünnet ve Cemaati býrakýp fýrka-i dâlleye girersin. Öyle ise, biz ehl-i hak deriz ki: "Tüfek atmasaydý, ölmesi bizce meçhul. " Cebrî der: "Atmasaydý yine ölecekti." Mu'tezile der: "Atmasaydý ölmeyecekti." Altýncýsý: (Hâþiye) Cüz-i ihtiyarînin üss-ül-esâsý olan meyelân, Matüridîce bir emr-i itibarîdir, abde verilebilir. Fakat eþ'arî, ona; mevcud nazariyle baktýðý için abde vermemiþ. Fakat o meyelândaki tasarruf, Eþ'ariyece bir emr-i itibarîdir. Öyle ise, o meyelân, o tasarruf, bir emr-i nisbîdir. Muhakkak bir vücud-u haricîsi yoktur. Emr-i itibarî ise, illet-i tâmme istemez ki illet-i tamme vücudu için lüzum ve zaruret ve vücub ortaya girip ihtiyarý re'ftsin. Belki o emr-i itibarînin illeti, bir rüçhaniyet derecesinde bir vaziyet alsa, o emr-i itibarî sübut bulabilir. Öyle ise; o anda onu terkedebilir. Kur'an ona o anda diyebilir ki: "Þu þerdir, yapma." Evet, eðer abd, hâlik-ý ef'ali bulunsaydý ve îcada ikidarý olsaydý, o vakit ihtiyarý ref'olurdu. Çünki: Ýlm-i usul ve hikmette مَا لَمْ يَجِبْ لَمْ يُوجَدْ kaidesince mukarrerdir ki: "Bir þey vâcib olmazsa, vücuda gelmez. " Yâni, illet-i tâmme bulunacak; sonra vücuda gelebilir. Ýllet-i tâmme ise; malûlu, bizzarure ve bilvücub iktiza ediyor. o vakit ihtiyar kalmaz. _________ (Hâþiye) Gayet müdakkik âlimlere mahsus bir hakikattýr. (Sh»Tls:86) Eðer desen: Tercih bilâ müreccih muhaldir. (Hâþiye) Halbuki, o emr-i itibarî dediðimiz kesb-i insanî; bazan yapmak ve bâzan yapmamak; eðer mûcib bir müreccih bulunmazsa tercih bilâ müreccih lâzým gelir. Þu ise; usûl-ü kelâmiyyenin en mühim bir esasýný hedmeder..? Elcevab: Tereccuh bilâ müreccih muhâldir. Yâni: Müreccihsiz, sebebsiz rüchâniyyet muhâldir. Yoksa, tercih bilâ müreccih câizdir ve vâkidir. Ýrade bir sýfattýr. Onun þe'ni, böyle bir iþi görmektedir. Eðer desen: "Madem katli halkeden Hak'týr. Niçin bana katil denilir? Elcevab: Çünki: Ýlm-i sarf kaidesince ism-i fâil, bir emr-i nisbî olan masdardan müþtaktýr. Yoksa bir emr-i sâbit olan hâsýl-ý bilmasdardan inþikak etmez. Masdar kesbimizdir, katil ünvanýný da biz alýrýz.Hâsýl-ý bilmasdar, Hakk'ýn mahlûkudur. Mes'uliyeti iþmam eden birþey, hâsýl-ý bilmasdardan müþtak kýlýnmaz. Yedincisi: Ýrade-i cüz'iyye-i insaniyye ve cüz-i ihtiyariyesi çendan zaiftir,bir emr-i itibarîdir, fakat, Cenab-ý Hak ve Hakîm-i Mutlak, o zaif cüz-î irade-i külliyesinin taallûkuna bir þart-ý âdi yapmýþtýr.Yâni mânen der: "Ey abdim! Ýhtiyarýnla hangi yolu istersen, seni o yolda götürürüm. Öyle ise, mes'uliyet sana aittir!" Teþbihte hata olmasýn, sen bir iktidarsýz çocuðu omuzuna alsan. Onu muhayyer býrakýp, "Nereyi istersen seni oraya götüreceðim" desen. O çocuk, yüksek bir daðý istedi, götürdün.Çocuk üþüdü yahut düþtü.Elbette "Sen istedin" diyerek itab edip üstünde bir tokat vuracaksýn. Ýþte Cenâb-ý Hak, Ahkem-ül-Hâkimîn, nihayet zaafta olan abdin iradesini, bir þart-ý âdi yapýp irade-i külliyyesi ona nazar eder. Elhasýl: Ey insan! Senin elinde gayet zaif, fakat seyyiatta ve tahribatta eli gayet uzun ve hasenatta eli gayet kýsa, cüz-i ihtiyarî namýnda bir iraden var. O iradenin bir eline duayý ver ki, silsile-i hasenatýn bir meyvesi olan Cennet'e eli yetiþsin ve bir çiçeði olan saadet-i ebediyeye eli uzansýn. Diðer eline istiðfarý ver ki, onun eli seyyiattan kýsalsýn ve o þecere-i mel'unenin bir meyvesi olan zakkum-u Cehennem'e yetiþmesin. Demek, dua ve tevekkül, meyelân-ý hayra büyük bir kuvvet verdiði gibi, istiðfar ve tevbe dahi, meyelân-ý þerr-i keser, tecavüzatýný kýrar. ÜÇÜNCÜ MEBHAS: Kadere îman, îmanýn erkânýndandýr. Yâni: "Herþey, Cenâb-ý Hakk'ýn takdiriyledir." Kadere delâil-i kat'iyye o kadar _________ (Hâþiye) Tereccuh ayrýdýr, tercih ayrýdýr, çok fark var. (Sh»Tls:87) çoktur ki, had ve hesaba gelmez. Biz, basit ve zâhir bir tarz ile þu rükn-ü îmânîyi, ne derece kuvvetli ve geniþ olduðunu, bir mukaddeme ile göstereceðiz. Mukaddeme: Herþey vücudundan evvel ve vücudundan sonra yazýldýðýný وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ gibi, pekçok âyât-ý Kur'aniyye tasrih ediyor ve þu kâinat denilen, kudretin Kur'an-ý kebîrinin âyâtý dahi þu hükm-ü Kur-anîyi, nizam ve mizan ve intizam ve tasvir ve tezyin ve imtiyaz gibi âyât-ý tekvîniyyesiyle tasdik ediyor. Evet, þu kâinat kitabýnýn manzum mektubatý ve mevzun âyâtý þehadet eder ki, herþey yazýlýdýr. Amma, vücudundan evvel herþey mukadder ve yazýlý olduðuna delil, bütün mebâdi ve çekirdekler ve mekadîr ve suretler, birer þahittir. Zira, herbir tohum ve çekirdekler, "Kâf-Nûn" tezgâhýndan çýkan birer lâtif sandukcadýr ki, kaderle tersim edilen bir fihristecik, ona tevdi edilmiþtir ki, Kudret, o kaderin hendesesine göre zerratý istihdam edip, o tohumcuklar üstünde koca mu'cizat-ý kudreti bina ediyor. Demek, bütün aðacýn baþýna gelecek; bütün vâkýatý ile çekirdeðinde yazýlý hükmündedir. Zira tohumlar maddeten basittir, birbirinin aynýdýr, maddeten birþey yoktur. Hem, herþey'in miktar-ý muntazamasý, kaderi vâzýhan gösterir. Evet, hangi zîhayata bakýlsa görünüyor ki, gayet hikmetli ve san'atlý bir kalýbdan çýkmýþ gibi, bir miktar, bir þekil var ki; o mikdarý, o sureti, o þekli almak; ya, hârika ve nihayet derecede eðri büðrü maddî bir kalýb bulunmalý veyahut kaderden gelen mevzun, ilmî bir kalýb-ý mânevî ile Kudret-i Ezeliyye, o sureti, o þekli biçip giydiriyor. Meselâ: Sen, þu aðaca, þu hayvana dikkat ile bak ki; câmid, saðýr, kör, þuursuz, birbirinin misli olan zerreler, onun neþv ü nemasýnda hareket eder. Bazý eðri büðrü hudutlarda, meyve ve faidelerin yerini tanýr, görür, bilir gibi durur, tevakkuf eder. Sonra, baþka bir yerde, büyük bir gayeyi takib eder gibi yolunu deðiþtirir. Demek kaderden gelen mikdar-ý mânevînin ve o mikdarýn emr-i mânevisiyle zerreler hareket ederler. Madem, maddi ve görünecek eþyada bu derece kaderin tecelliyatý var. Elbette eþyanýn mürur-u zamanla giydikleri suretler ve ettikleri hârekât ile hâsýl olan vaziyetler dahi, bir intizam-ý kadere tâbidir. Evet, bir çekirdekte, hem bedihî olarak, irade ve evâmir-i tekvîniyyenin unvaný olan "Kitab-ý Mübîn"den haber veren ve iþaret eden, hem nazarî olarak emir ve ilm-i Ýlâhînin bir unvaný olan "Ýmam-ý Mübîn"den haber veren ve remzeden iki kader tecellisi var. Bedhî kader ise, o çekirdeðin tazammun ettiði aðacýn, maddî keyfiyat ve vaziyetleri ve hey'etleridir ki, sonra göz ile görünecek. Nazarî ise, o çekerdekte, ondan halkolunacak aðacýn müddet-i hayatýndaki geçireceði tavýrlar, vaziyetler, (Sh»Tls:88) þekiller, hareketler, tesbihatlardýr ki, tarihçe-i hayat namiyle tâbir edilen vakit-bevakit deðiþen tavýrlar, vaziyetler, þekiller, fiiller; o aðacýn dallarý, yapraklarý gibi intizamlý birer kaderî mikdarý vardýr.Madem en âdi ve basit eþyada böyle kaderin tecellisi var. Elbette umum eþyanýn vücudundan evvel yazýlý olduðunu ifade eder ve az bir dikkatle anlaþýlýr. Þimdi; vücudundan sonra herþey'in sergüzeþt-i hayatý yazýldýðýna delil ise; âlemde "Kitab-ý Mübîn" ve "Ýmam-ý Mübîn"den haber veren bütün meyveler ve "Levh-i Mahfuz"dan haber veren ve iþaret eden insandaki bütün kuvve-i hâfýzalar birer þahittir, birer emâredir. Evet herbir meyve, bütün aðacýn mukadderat-ý hayatý, onun kalbi hükmünde olan çekirdeðinde yazýlýyor. Ýnsanýn sergüzeþt-i hayatiyle beraber kýsmen âlemin hâdisatý mâziyesi, kuvve-i hâfýzasýnda öyle bir sûrette yazýlýyor ki, güya hardal küçüklüðünde bu kuvvecikte dest-i kudret, kalem-i kaderiyle insanýn sahife-i a'mâlinden küçük bir senet istinsah ederek, insanýn eline verip, dimaðýnýn cebine koymuþ. Tâ, muhasebe vaktinde onunla hatýrlatsýn. Hem, tâ mutmain olsun ki; bu fena ve zeval herc ü mercinde beka için pekçok âyineler var ki, Kadîr-i Hakîm, zâillerin hüviyetlerini onlarda tersim edip ibka ediyor. Hem, beka için pekçok levhalar var ki, Hafîz-i Alîm, fânilerin mânalarýný onlarda yazýyor... Elhasýl: Madem en basit ve en aþaðý derece-i hayat olan nebatat hayatý, bu derece kaderin nizamýna tâbidir. Elbette en yüksek derece-i hayat olan hayat-ý insâniyye, bütün teferruatiyle kaderin mikyasiyle çizilmiþtir ve kalemiyle yazýlýyor. Evet, nasýl katreler, buluttan haber verir, reþhalar su menbaýný gösterir; senetler, cüzdanlar, bir defter-i kebîr'in vücuduna iþaret ederler. Öyle de: Þu meþhudumuz olan, zîhayatlardaki intizam-ý maddî olan bedihî kader ve intizam-ý mânevî ve hayatî olan nazarî kaderin reþhalarý, katreleri, senetleri, cüzdanlarý hükmünde olan meyveler, nutfeler, tohumlar, çekirdekler, suretler, þekiller; bilbedahe "Kitab-ý Mübîn" denilen irade ve evamir-i tekvîniyyenin defterini ve "Ýmam-ý Mübîn" denilen ilm-i Ýlâhînin bir divaný olan levh-i mahfuzu gösterir. Netice-i meram: Madem bilmüþahede görüyoruz ki, herbir zîhayatýn neþv ü nema zamanýnda; zerreleri, eðribüðrü hudutlara gider, durur. Zerreler yolunu deðiþtirir. O hudutlarýn nihayetlerinde birer hikmet, birer faide, birer maslahatý semere verirler.Bilbedahe, o þey'in mikdar-ý sûrîsi, bir kader kalemiyle tersim edilmiþtir. Ýþte: Meþhud, bedihî kader, o zîhayatýn mânevî hâlâtýnda dahi bir kader kalemiyle çizilmiþ muntazam meyvedar hudutlarý, nihayetleri var olduðunu gösterir. Kudret masdardýr, kader mistardýr. Kudret; o maanî kitabýný, o mistar üstünde yazar. Madem maddî ve mânevi kader kalemiyle tersim edilmiþ (Sh»Tls:89) müsmir hudutlar, hikmetli nihayetler olduðunu kat'iyyen anlýyoruz.Elbette herbir zîhayatýn müddet-i hayatýnda geçireceði ahval ve etvârý, o kaderin kalemiyle tersim edilmiþ. Çünki: Sergüzeþt-i hayatý, bir intizam ve mîzan ile cereyan ediyor. Suretler deðiþtiriyor, þekiller alýyor. Mâdem böyle umum zîhayatta kalem-i kader hükümrandýr. Elbette âlemin en mükemmel meyvesi ve arzýn halifesi ve emanet-i kübrânýn hâmili olan insanýn sergüzeþt-i hayatiyyesi, herþeyden ziyâde kaderin kanununa tâbidir. Eðer desen: "Kader bizi böyle baðlamýþ. Hürriyetimizi selbetmiþtir. Ýnbisat ve cevelâna müþtak olan kalb ve ruh için kadere îman bir aðýrlýk, bir sýkýntý vermiyor mu? Elcevab: Kat'a ve asla!.. Sýkýntý vermediði gibi, nihayetsiz bir hiffet, bir rahatlýk ve revh u reyhâný veren ve emn ü emaný te'min eden bir sürur, bir nur veriyor. Çünki: Ýnsan kadere îman etmezse, küçük bir dairede cüz-î bir serbestiyet, muvakkat bir hürriyet içinde, dünya kadar aðýr bir yükü, bîçare ruhun omuzunda taþýmaya mecburdur. Çünki: Ýnsan bütün kâinatla alâkadardýr. Nihayetsiz makasýd ve metâlibi var. Kudreti, iradesi, hürriyeti; milyondan birisine kâfi gelmediði için, çektiði mânevî sýkýntý aðýrlýðý, ne kadar müdhiþ ve muvahhiþ olduðu anlaþýlýr. Ýþte kadere îman, bütün o aðýrlýðý kaderin sefinesine atar, kemal-i rahat ile, ruh ve kalbin kemâl-i hürriyyetiyle kemâlâtýnda serbest cevelânýna meydan veriyor. Yalnýz nefs-i emmarenin cüz-î hürriyetini selbeder ve fir'avuniyyetini ve rubûbiyyetini ve keyfemâyeþâ hareketini kýrar. Kadere îman o kadar lezzetli, saadetlidir ki, târif edilmez. Yalnýz þu temsil ile o lezzete ve o saadete bir iþaret edeceðiz. Þöyle ki: Ýki adam, bir padiþahýn payitahtýna giderler. O padiþahýn mahall-i garâib olan has sarayýna girerler. Biri, padiþahý bilmez; o yerde gasýbâne, sârikane tavattun etmek ister. Fakat o bahçe, o sarayýn iktiza ettikleri idare ve tedbir ve vâridat ve makinelerini iþlettirmek ve garib hayvanatýn erzakýný vermek gibi zahmetli külfetleri görür, mütemadiyen ýstýrap çeker. O cennet gibi bahçe, baþýna bir cehennem gibi oluyor. Herþey'e acýyor. Ýdare edemiyor. Teessüfle vaktini geçirir.Sonrada, o hýrsýz edepsiz adam, te'dip sûretiyle hapse atýlýr. Ýkinci adam, padiþahý tanýr, padiþaha kendini misafir bilir. Bütün o bahçede, o sarayda olan iþler, bir nizam-ý kanunla cereyan ettiðini, herþey bir programla, kemâl-i sühuletle iþlediðini îtikad eder. Zahmet ve külfetleri, padiþahýn kanununa býrakýp kemâl-i safa ile o cennet-misal bahçenin bütün lezzetlerinden istifade edip padiþahýn merhametine ve idare kanunlarýnýn güzelliðine istinaden herþey'i hoþ görür, kemâl-i lzzet ve saadetle (Sh»Tls:90) hayatýný geçirir. Ýþte مَنْ اَمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مَنَ الْكَدَرِ sýrrýný anla DÖRDÜNCÜ MEBHAS: Eðer desen: "Birinci Mebhasda isbat ettin ki: Kaderin herþey'i güzeldir, hayýrdýr. Ondan gelen þer de hayýrdýr, çirkinlik de güzeldir. Halbuki, þu dâr-ý dünyadaki musibetler, beliyyeler, o hükmü cerhediyor. " Elcevab: Ey þiddet-i þefkatten þedit bir elemi hisseden nefsim ve arkadþým! Vücud, hayr-ý mahz; adem, þerr-i mahz olduðuna; bütün mehâsin ve kemalâtýn vücuda rücuu ve bütün maâsî ve mesâib ve nekaisin esasý, adem olduðu, delildir.Madem adem þerr-i mahzdýr. Ademe müncer olan veya ademi iþmam eden hâlât dahi þerr-i tazammun eder. Onun için, vücudun en parlak nuru olan hayat, ahvâl-i muhtelife içinde yuvarlanýp kuvvet buluyor. Mütebâyin vaziyetlere girip tasaffi ediyor ve müteaddid keyfiyatý alýp, matlub semeratý veriyor ve müteaddid tavýrlara girip, Vâhib-i Hayat'ýn nukuþ-u esmâsýný güzelce gösterir. Ýþte þu hakikattandýr ki, zîhayatlara âlâm ve mesaib ve meþakkat ve beliyyat suretinde, bazý hâlât ârýz olur ki; o hâlât ile hayatlarýna envar-ý vücud teceddüd edip zulümat-ý adem tebâud ederek hayatlarý tasaffi ediyor. Zira: Tevakkuf, sükûnet, sükût, atâlet, istirahat, yeknesaklýk; keyfiyatta ve ahvalde birer ademdir. Hattâ en büyük bir lezzet, yeknesaklýk içinde hiçe iner. Elhasýl: Madem hayat, Esmâ-i Hüsnânýn nukuþunu gösterir. Hayatýn baþýna gelen herþey hasendir. Meselâ: Gayet zengin, nihayet derecede san'atkâr ve çok san'atlarda mâhir bir zât; âsâr-ý san'atýný, hem kýymetdar servetini göstermek için, adi bir miskin adamý modellik vazifesini gördürmek için bir ücrete mukabil bir saatte murassa', musanna' yaptýðý gömleði giydirir, onun üstünde iþler ve vaziþyetler verir, tebdil eder. Hem her nevi san'atýný göstermek için keser, deðiþtirir, uzaltýr, kýsaltýr. Acaba þu ücretli miskin adam o zâta dese: "bana zahmet veriyorsun. Eðilip kalkmakla vaziyet veriyorsun, beni güzelleþtiren bu gömleði kesip kýsaltmakla güzelliðimi bozuyorsun" demeðe hak kazanabilir mi? "Merhametsizlik, insafsýzlýk ettin" diyebilir mi? Ýþtez onun gibi Sâni-i Zülcelâl, Fâtýr-ý Bîmisal; zîhayata göz, kulak, akýl, kalb gibi havas ve letâif ile murassa olarak giydirdiði vücud gömleðini Esmâ-i Hüsnâ'nýn nakýþlarýný göstermek için çok hâlât içinde çevirir. Çok vaziyetlerde deðiþtirir. Elemler, musibetler nev'inde olan keyfiyat; bazý Esmâsýnýn ahkâmýný göstermek için lemaat-ý hikmet içinde bâzý þuâât-ý Rahmet ve þuâât-ý Rahmet içinde lâtif güzellikler vardýr. (Sh»Tls:91) Hâtime [Eski Said'in serkeþ, müftehir, maðrur, ucublu, riyâkâr nefsini susturan, telime mecbur eden beþ fýkradýr.] Birinci Fýkra: Madem eþya var ve san'atlýdýr. Elbette bir ustalarý var. Yirmiikinci Söz'de gayet kat'î isbat edildiði gibi: Eðer herþey birinin olmazsa, o vakit herbir þey, bütün eþya kadar müþkil ve aðýr olur. Eðer herþey birinin olsa, o zaman bütün eþya, birþey kadar âsân ve kolay olur. Madem zemin ve âsumâný birisi yapmýþ, yaratmýþ. Elbette o pek hikmetli ve çok san'atkâr Zât, zemin ve âsumanýn meyveleri ve neticeleri ve gayeleri olan zîhayatlarý baþklalara býrakýp iþi bozmayacak. Baþka ellere teslim edip bütün hikmetli iþlerini abes etmiyecek, hiçe indirmiyecek, þükür ve ibadetlerini baþkasýna vermiyecektir. Ýkinci Fýkra: Sen ey maðrur nefsim! Üzüm aðacýna benzersin. Fahirlenme, salkýmlarý o aðaç kendi takmamýþ. Baþkasý onlarý ona takmýþ. Üçüncü Fýkra: Sen ey riyâkâr nefsim! "Dine hizmet ettim" diye gururlanma. اِنَّ اللَّهَ لَيُؤَيِّدُ هَذَا الدِّينَ بِالرَّجُلِ الْفَاجِرِ sýrrýnca: Müzekkâ olmadýðýn için, belki sen kendini o recül-i fâcir bilmelisin. Hizmetini, ubûdiyyetini; geçen ni'metlerin þükrü ve vazife-i fýtrat ve farîze-i hilkat ve netic-i san'at bil, ucub ve riyâdan kurtul!. Dördüncü Fýkra: Hakikat ilmini, hakikî hikmeti istersen; Cenâb-ý Hakk'ýn mârifetini kazan. Çünki: Bütün hakaik-ý mevcudat, Ýsm-i Hakk'ýn þuunatý ve Esmâsýnýn tezahüratý ve sýfâtýnýn tecelliyatýdýrlar. Maddî ve mânevî, cevherî, arazî herbir þey'in, herbir insanýn hakikatý, birer ismin nuruna dayanýr ve hakikitýna istinad eder. Yoksa; hakikatsýz ehemmiyetsiz bir surettir. Yirminci Söz'ün âhirinde, þu sýrra dair bir nebze bahsi geçmiþtir. Ey nefis! Eðer þu dünya hayatýna müþtaksan mevtten kaçarsan; (Sh»Tls:92) kat'iyyen bil ki: Hayat zannettiðin hâlât, yalnýz bulunduðun dakikadýr. O dakikadan evvel, bütün zamanýn ve o zaman içindeki eþya-i dünyeveyye, o dakikada meyyittir,ölmüþtür. O dakikadan sonra, bütün zamanýn ve onun mazrûfu, o dakikada ademdir, hiçtir. Demek, güvendiðin hayat-ý maddiyye, yalnýz bir dakikadýr. Hatta bir kýsým ehl-i tedkik, "Bir âþiredir, belki bir ân-ý seyyâledir" demiþler. Ýþte þu sýrdandýr ki: Bâzý ehl-i velâyet, dünyanýn, dünya cihetiyle ademine hükmetmiþler. Madem böyledir, hayat-ý maddiyye-i nefsiyyeyi býrak. Kalb ve ruh ve sýrrýn derece-i hayatlarýna çýk, bak; ne kadar geniþ bir daire-i hayatlarý var. Senin için meyyit olan mâzi, müstakbel; onlar için "Hayy" dýr, hayatdar ve mevcuttur. Ey nefsim!. Madem öyledir, sen dahi kalbim gibi aðla ve baðýr ve de ki: "Fâniyim, fâni olaný istemem. Âcizim, âciz olaný istemem. Ruhumu Rahman'a teslim eyledim gayr istemem. Ýsterim, fakat bir yâr-ý bâkî isterim. Zerreyim, fakat bir Þems-i Sermed isterim. Hiç-ender-hiçim, fakat bu mevcudatý birden isterim." Beþinci Fýkra: Þu fýkra, Arabî geldiði için Arabî yazýldý. Hem þu fýkra-i Arabiyye, "Allahü Ekber" zikrinde otuzüç mertebe-i tefekkürden bir mertebeye iþarettir. اَللَّهُ اَكْبَرُ اِذْ هُوَ الْقَدِيرُ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ الْكَرِيمُ الرَّحِيمُ الْجَمِلُ النَّقَّاشُ الْاَزَلِىُّ الَّذِى مَا حَقِيقَةُ هَذِهِ الْكَئِنَاتِ كُلًّ وَ جُزْءً وَصَحَائِفَ وَطَبَقَاتٍ وَمَا حَقَائِقُ هَذِهِ الْمَوْجُودَاتِ كُلِّيًا وَجُزْئِيًا وَوُجُودًا وَبَقَاءً اِلاَّ خُطُوطُ فَلِمَ قَضَائِهِ وَقَدَرِهِ وَتَنْظِيمِهِ وَتَقْدِيرِهِ بِعِلْمٍ وَحِكْمَةٍ وَنُقُوشُ َرْكَارِ عِلْمِهِ وَحِكْمَتِهِ وَتَصْوِيرِهِ وَتَدْبِيرِهِ بِصُنْعٍ وَعِنَايَتٍ وَتَزْيِينَاتُ يَدِ بَيْضَاءٍ صُنْعِهِ وَعِنَايَتِهِ وَتَزْيِينِهِ وَتَزْيِنِهِ وَتَنْوِيرِهِ بِلُطْفٍ وَكَرَمٍ وَاَزَاهِيرُ لَطَائِفِ لُطْفِهِ وَكَرَمِهِ وَتَوَدُّدِهِ وَتَعَرُّفِهِ بِرَحْمَةٍ وَنِعْمَةٍ وَثَمَرَاتٌ فَيَّاضِ رَحْمَتِهِ وَنِعْمِتِهِ وَتَرَحُّمِهِ وَتَحَنُّنِهِ بِجَمَالِ وَكَمَالِ وَلَمَعَاتِ تَجَلِّيَاتِ جَمَالِهِ وَكَمَالِهِ بِشَهَادَةِ تَفَانِيَةِ الْمَرَايَا وَسَيَّالِيَّةِ الْمَظَاهِرَ مَعَ بَقَاءِ الْجَمَالِ الْمُجَرَّدِ Sh» (Tls: 93) اَسَّرْمَدِىِّ الدَّائِمِ التَّجَلِّى وَالظُّهُورِ عَلَى مَرِّ الْفُصُولِ وَالْعُصُورِ وَالدُّهُورِ وَالدَّائِمِ الاِنْعَامِ عَلَى مَرِّ الاَنَامِ وَالاَيَّامِ وَالاَعْوَامِ نَعَمْ فَالْاَثَرُ الْمُكَمَّلُ يَدُلُّ لِذِى عَقْلٍ عَلَى الْفِعْلِ الْمُكَمَّلِ ثُمَّ الْفِعْلُ الْمُكَمَّلُ يَدُلُّ لِذِى فَهْمٍ عَلَى الْاِسْمِِ الْمُكَمَّلِ ثُمَّ الاِسْمُ الْمُكَمَّلُ يَدُلُّ بِالْبَدَاهَةِ عَلَى الْوَصْفِ الْمُكَمَّلِ ثُمَّ الْوَصْفُ الْمُكَمَّلُ يَدُلُّ بِالضَرُورَةِ عَلَى الشَّأْنِ الْمُكَمَّلِ ثُمَّ الشَّأْنُ الْمُكَمَّلُ يَدُلُّ بِالْيَقِينِ عَلَى كَمَالِ الذَّاتِ بِمَا يَلِيقُ بِااذَّاتِ وَهُوَ الْحَقُّ الْيَقِينُ . نَعَمْ تَفَانِى الْمِرْاَةِ . زَوَالُ الْمَوْجُودَاتِ مَعَ التَّجَلِّى الدَّائِمِ مَعَ الْفَيِضِِ الْمُلاَزِمِ مِنْ اَظْهَرِ لظَّوَاهِرَ اَنَّ الْجَمَالَ الظَّاهِرَ لَيْسَ الْمُلْكَ الْمَظَاهِرَ : مِنْ اَفْصَحِ تِبْيَانٍ مِنْ اَوْضَحِ بُرْهَانٍ لِلْجَمَالِ الْمُجَرَّدِ .. لِلاِحْسًانِ الْمُجَدَّدِ .. لِلْوَاجِبِ الْوُجُودِ .. لِلْبَاقِ الْوَدُودِ .. اَللَّهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ مِنَ الاَزَلِ اِلَى اْلاَبَدِ عَدَدَمَا فِى عِلْمِ اللَّهِ وَعَلَى اَلِهِ وَصَحْبِهِ وَسَلِّمْ * Link zu diesem Kommentar Auf anderen Seiten teilen Mehr Optionen zum Teilen...
Empfohlene Beiträge