EMRE Geschrieben 21. Dezember 2008 Teilen Geschrieben 21. Dezember 2008 اِنَّ اللّهَ لاَ يَسْتَحْيِى اَنْ يَضْرِبَ مَثَلاً مَا بَعُوضَةً فَمَا فَوْقَهَا فَاَمَّا الَّذِينَ آمَنُوا فَيَعْلَمُونَ اَنَّهُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّهِمْ وَ اَمَّا الَّذِينَ كَفَرُوا فَيَقُولُونَ مَاذَا اَرَادَ اللّهُ بِهذَا مَثَلاً يُضِلُّ بِهِ كَثِيرً وَ يَهْدِى بِهِ كَثِيرًا وَمَا يُضِلُّ بِهِ اِلاَّ الْفَاسِقِينَ * اَلَّذِينَ يَنْقُضُونَ عَهْدَ اللّهِ مِنْ بَعْدِ مِيثَاقِهِ وَ يَقْطَعُونَ مَا اَمَرَ اللّهُ بِهِ اَنْ يُوصَلَ وَ يُفْسِدُونَ فِى اْلاَرْضِ اُولئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ Gayet kýsacýk bir meali: Yani "Cenab-ý Hak, kullarýný irþad ve ikaz etmek üzere, sivrisinek gibi hakir, kýymetsiz bir hayvanla veya bir mahlukla misal getirmeyi, kâfirlerin keyfi için terketmez. Ýmaný olanlar, onun Rablarýndan hak olduðunu bilirler. Amma kâfirler, Allah bu gibi hakir misallerden neyi irade etmiþtir diyorlar. Allah onun ile çoklarýný dalâlete atar ve çoklarýný da hidayete götürür. Fakat fâsýklardan maada dalâlete attýðý yoktur. Fâsýklar da ol adamlardýr ki; Allah'ýn taatinden hurucla, misak-ý ezelîden sonra ahidlerini bozarlar ve Allah'ýn akrabalar arasýnda veya mü'minler beyninde emrettiði hatt-ý muvasalayý keserler; yeryüzünde iþleri ifsaddýr; dünya ve âhirette zarar ve hüsrana maruz kalan ancak onlardýr." Bu âyetin de sair arkadaþlarý gibi mevzu-u bahis olacak vücuh-u irtibatý ve cihât-ý nazmiyesi üçtür. Maahâza, bu âyetin meâli; hem mâkabline, hem mâba'dine, hem Kur'anýn tamamýna bakýyor. Mâba'dine olan vech-i irtibatý: Evet, vaktâ ki Kur'an-ý Azîmüþþan; sinekten ankebuttan misâl getirdi, karýnca ile bal arýsýndan bahsetti; müþrikler, münafýklar, Yahudiler itiraz için fýrsat bularak ahmakane dediler ki: sh: » (Ý: 156) "Allah azametiyle beraber, böyle hasis, hakir þeylerden bahsetmeye tenezzül eder mi? Halbuki ashab-ý kemal, bu gibi kýymetsiz þeylerden bahsetmeye tenezzül etmezler, hayâ ederler." Kur'an-ý Kerim bu âyetle aðýzlarýný vurarak kapattý. Mâkabline cihet-i nazm ve irtibatý: Evet, Kur'anýn ihtiva ettiði sýfât ve mezâyânýn hiçbir kelâmda, hiçbir kitabda, hiçbir þahýsta bulunmadýðý sure baþýnda isbat edildiði gibi, Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn nübüvveti de Kur'anýn i'cazýyla isbat edildi. Kur'anýn i'cazý dahi tahaddi ile, yani muhalifleri muaraza, mübareze meydanýna davet etmekle isbat edildi. Çünkü muarazaya yapýlan davet, sükût ile cevablandýrýldý. Böyle cihanþümul bir inkýlâbý söndürmek için yapýlan davet üzerine mübareze meydanýna gitmeyip sükût etmek, elbette eser-i aczdir. Kur'an-ý Kerim'in bu isbatlarýna karþý kâfirler habt olup aðýzlarýný açamadýklarý gibi, nabýzlarý bile felce uðradý. Yalnýz, Kur'an her hususta hadd-i kemale balið olduðundan, uzaktan uzaða bazý ufak itiraz taþlarýný atmýþlardýr. Ezcümle: كَمَثَلِ الَّذِى اسْتَوْقَدَ نَارًا ve اَوْ كَصَيِّبٍ مِنَ السَّمَاءِ gibi âdi, kýymetsiz misâllerden Kur'anýn getirdiði temsiller, yüksek kelâmlarýn kemaline yakýþmaz. Bu gibi temsiller, beyn-en-nâs yapýlan mükâlemelere, konuþmalara benziyorlar, diye mugalâta ile halt etmiþlerdir. Kur'an-ý Kerim onlarýn o haltlarýný bu âyetle baþlarýna vurmuþtur. Arkadaþ! Acele etme, burada bir parça durmak îcab eder. Onlarýn pek vâhî ve zaîf þübheleri vardýr. Bu þüpheler, müteselsil bazý vehimlerden neþ'et etmiþtir. O vehimler de, bazý mugalâtalardan husule gelmiþlerdir. Onlarýn Kur'anýn kemalini tenzil etmek için, Kur'anýn temsillerini insanlarýn temsillerine kýyas etmeleri, "kýyas-ý maalfârýk"týr; aralarýnda dünyalar kadar fark vardýr. Onlarý mugalata ile bu kýyasa sevkeden noktalar: 1- Onlar her þeye, me'luflarýna baktýklarý nazar ile bakýyorlar. 2- Onlar insanýn zihninin, fikrinin, lisanýnýn, sem'inin cüz'î olduklarýný ve cüz'î olduklarýndan, kasden ve bizzat iki þeye beraber taallûk edemediklerini nazara almýþlardýr. 3- Himmetin yüksek ve alçak kýsýmlarýný tefrik eden mikyasýn, iþtigal ve ihtimamdan ibaret olduðunu düþünmüþlerdir. Yani yüksek þeylere sh: » (Ý: 157) ihtimam edenin himmeti yüksektir, alçak iþlerde iþtigal edenin himmeti alçaktýr. 4- Kýymet ve azametin, himmet nisbetinde olduðunu zannetmiþlerdir. Hatta küçük veya alçak birþeyi, yüksek ve büyük þahýslara isnad etmezler. Güya azîm insanlar, kýymeti olmayan þeylere tenezzül etmezler ve zaîf, küçük birþey, o büyük himmet ve azameti tahammül edemez. Ýþte o boþ kafalýlar, bu noktalara istinaden Cenab-ý Hakk'ý da insanlara kýyas ederek diyorlar ki: "Allâh celâl ve azametiyle insanlarýn konuþtuklarý gibi nasýl insanlar ile tekellüm etmeye tenezzül eder? Ve bu cüz'î ve hakir þeylerden nasýl bahseder? Azametine yakýþýr mý?" Acaba o süfeha takýmý; Allah'ýn iradesi, ilmi, kudreti gibi sair sýfatlarýnýn da küllî, umumî, þamil, muhit olduklarýný bilmezler mi? Ve yine bilmezler mi ki; Cenab-ý Hakk'ýn azametine mikyas, ancak mecmu' âsârýdýr, yalnýz bir eser mikyas olamaz! Ve yine bilmezler mi ki; Cenab-ý Hakk'ýn tecellisine mizan olacak, kâffe-i kelimatýdýr ki; eþcar kalem, denizler mürekkeb olsa, o kelimatý yazýp bitiremezler.(Haþiye) Meselâ: Þems; âkýl, ihtiyar ve irade sahibi farzedilse, ziyasýný bütün âleme neþrettiði bir sýrada pis, mülevves bir zerre de onun ziyasýndan istifade ettiði vakit, þemse karþý "Ne için bu pis, bu mülevves zerre ile meþgul oldu ve ne ___________________________ (Haþiye): Bu mealdeki âyette bir mübalaða, bir müzayede görünür. Fakat hakikata, vakýa bakýlýrsa ziyadelik yoktur. Çünkü; "kelime", bir manayý ifade eden þeye denir. Amma Nahvîlerin lâfz ile takyid ve tahsis ettikleri, onlara mahsus bir ýstýlahtýr. Evet; biri kal, diðeri hal olmak üzere iki lisan vardýr. Lisan-ý kalin kelimatý elfaz ise, lisan-ý halin kelimatý da ahvaldir. Binaenaleyh kudsî þâirinوَفِى وَفِى كُلِّ شَىْءٍ لَهُ اَيَةٌ تَدُلُّ عَلَى اَنَّهُ وَاحِدٌا dediði gibi; kitab-ý kebir-i kâinatta yaratýlan herhangi bir þey, Hâlýk'ýn azametine delâlet eden bir kelime-i haliyedir. Eþcar ile denizler, kâinat kitabýnda mevcud kelimat-ý haliyelerin yazýlmasýna kâfi geldiði takdirde, o denizlerin katreleri, o aðaçlarýn zerreleri birer halî kelime olduðundan, onlarýn da yazýlmasý için mürekkeb, kalem lâzýmdýr. Öyle ise onlar için de, onlar kadar baþka eþcar ve denizler lâzýmdýr. Ve hâkeza, herbir birincinin katreleri ve kelimatý yazýldýktan sonra, ona da onun kadar ikinci bir takým eþcar ve denizler lâzýmdýr. Hâl böylece ilâ-gayr-ýn nihaye teselsül eder gider. Cenab-ý Hakk'ýn kelimatý, yani Cenab-ý Hakk'ýn azametine delâlet eden kelimat-ý haliyesi bitmez. Demek hakikatta اَنْ تَنْفَدَ كَلِمَاتُ رَبِّى وَلَوْ جِئْنَا بِمِثْلِهِ مَدَدًا âyetinin ifade ettiði manada hiçbir cihetle mübalaða, müzayede yoktur, belki tenakus vardýr. Mütercim Abdülmecid sh: » (Ý: 158) için ona ziyasýný verdi" diye itiraz edilebilir mi? Hâþâ! Þemsin azametine bir nakîse gelir mi? Yok. Binaenaleyh gayet büyük olan bu âlemi, büyük bir san'at ile ve büyük bir ihtimamla halkettiði gibi, cevher-i ferd ile tâbir edilen zerre de onun destgâh-ý kudretinden çýkan bir eser-i san'atýdýr. Çünkü o büyük kudretin nazarýnda cevahir-i ferd, yani zerrelerle nücum-u seyyare, yani gezici yýldýzlar müsavidirler. Zira o büyük Allah'ýn kudreti, ilmi, iradesi, kelâmý, zâtî sýfatlarýdýr. Zât-ý Akdes'e lâzýmdýrlar. Onlarda teceddüd yok, ziyade ve noksan olmaya kabiliyet yok, tegayyürleri yok ki, mertebeleri olsun. Maahâza acz bu sýfatlarýn zýddý olduðundan, onlarýn içine girip oturamaz. Binaenaleyh, Kudret-i Ýlâhiyede zerre ile þems arasýnda fark yoktur. Meselâ terazinin her iki gözünde iki güneþ veya iki zerre bulunduðu farzedilse, aralarýnda müsavat ve müvazene bulunduðundan hariçten bir kuvvet bir gözüne basarsa, öteki göz havaya kalkar. Ýster o gözde zerre olsun, ister güneþ olsun, o kuvvete göre farklarý yoktur; ikisi de birdir. Kezalik mümkin olan bir þeyin tarafeyni, yani vücud ve ademi arasýnda, terazinin gözleri gibi müsavat olduðundan, kudret-i ezeliye hangi tarafa basarsa, öteki taraf heba gibi havaya kalkar. Güneþ, sinek, zerre.. bu hususda hepsi de birdir. Hülâsa: Zerre gibi küçük þeyler veya âdi fiiller, Hâlýk'ýn halkýyla vücuda geldikleri için, onun daire-i ilminde dâhil olduklarý bedihîdir. Bu itibarla onlardan bahsetmekte bilbedahe müþahhat (münakaþa etmek) yoktur. Kur'an-ý Kerim اَلاَ يَعْلَمُ مَنْ خَلَقَ وَهُوَ اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ âyetiyle bu sýrra iþaret etmiþtir. Yani halkeden Hâlýk, mahlukunu bilmez mi ve bilmemesinin imkâný var mý? Öyle ise mahlukundan ne için bahsetmesin, ne için mahlûkiyla konuþmasýn? Ýkinci Mugalâta: Onlar, "Kur'anýn üslûblarý ve þivesi altýnda bir insanýn timsali görünür" diyorlar. Çünkü Kur'anda bahsedilen âdi iþler ve hakîr þeyler, insanlarýn arasýnda yapýlan muhavere ve konuþmalar gibidir. Bu câhil herifler bilmezler mi ki söylenilen bir kelâm, bir cihetten mütekellimine bakarsa birkaç cihetten de muhatabýna bakar. Çünkü muhatabýn ahvalini nazara almak lâzýmdýr ki, söylenilen söz o ahvalin iktizasý üzerine söylensin. Binaenaleyh Kur'anýn muhatabý beþerdir. Kur'anýn maksadý da tefhimdir. Yani, beþerin bilmediði þeyleri bildirmektir. Buna binaendir ki, belâgatýn iktizasý üzerine Kur'an beþerin hissiyatýyla memzuc olan üslûblarýný giyer ve þivesiyle söyler ki, beþerin fehmi söylenilen sözden tevahhuþ edip ürkmesin. Evet, yüksek bir insan, bir çocukla konuþtuðu zaman çocuklarýn þivesiyle konuþursa, çocuðun zihnini okþamýþ olur. Çocuðun fehmi, onun çat-pat söylediði sh: » (Ý: 159) sözler ile ünsiyet peyda eder; söylediklerini dinler ve anlar. Aksi halde o insan ile o çocuk arasýnda bir malûmat alýþ-veriþi olamaz. Allah ile beþer arasýndaki ahz ve i'talar da böyledir. Eðer Cenab-ý Hak beþere i'ta edeceði malûmatý beþerin terazisiyle tartýp vermezse, beþer kat'iyen ne bakar ve ne de alýr. Çünkü beþer, ancak alýþmýþ olduðu terazisinin dilinden anlar, bu fennî terazilerin dilinden anlamaz. S- Hakikaten, eþyanýn hakareti, hýsseti; kudretin azametine, kelâmýn nezahet ve nezaketine münafîdir? C- Bazý þeylerde veya iþlerde görünen hakaret, çirkinlik; eþyanýn mülk cihetine aittir. Yani dýþ yüzüne nâzýrdýr ve bizim nazarýmýzda öyle görünür. Ve bunun için, eþya ile yed-i kudret arasýna perde olarak esbab-ý zâhiriye vaz'edilmiþtir ki, sathî nazarýmýzda yed-i kudretin o gibi eþya ile mübaþereti görünmesin. Fakat melekût ciheti, yani iç yüzü ise þeffaf ve yüksektir. Kudretin taallûk ettiði bu cihette, hiçbir þey kudretin taallûkundan hariç deðildir. Evet, azamet-i Ýlahiye esbab-ý zâhiriyenin vaz'ýný iktiza ettiði gibi, vahdet ve izzet-i Ýlahiye de kudretin bütün eþyaya þümulünü ve kelâmýn herþeye ihatasýný iktiza ederler. Maahâza bir zerre üstünde zerreler ile yazýlan bir Kur'an, sahife-i semada yýldýzlar ile yazýlacak Kur'andan hüsün ve güzellikte aþaðý deðildir. Ve keza (Haþiye-1) bir sivrisineðin yaratýlýþý, san'atça filin hilkatinden dûn deðildir. Kelâm sýfatý da aynen kudret sýfatý gibidir. Bir çocukla konuþup söz anlatmak, bir feylesofla konuþmaktan aþaðý deðildir. S- Þu temsillerde görünen hakaret-i zâhiriye neye aittir? C- O gibi haller temsil getirene ait deðildir, ancak mümessel-i lehe aittir. Yani kime ve ne þeye temsil getirilmiþse, ona aittir. Zâten kelâmýn güzelliði, belâgatý; mümessel-i lehe mutabakatý nisbetindedir. Evet bir padiþah bir çobana, çobanlara mahsus bir aba, bir palto ve kelbine de bir kemik verirse, "Padiþah iyi yapmadý" diye kimse itiraz edemez. Çünkü herþeyi lâyýkýna vermiþtir. Binaenaleyh mümessel-i leh ne kadar hakir olursa, temsili de o kadar hakir olur ve ne kadar büyük olursa, temsili de o kadar büyük olur. Evet sanemler pek âdi, hakir olduklarýndan; Cenab-ý Hak sineði (Haþiye-2) onlara musallat kýlmýþtýr; ve ibadetleri (Haþiye-1): Sivrisineðin baþýnda mýzrak gibi bir hortum vardýr. Filin baþýna konar, hortumunu filin hortumuna batýrýr, fil kaçmaya baþlar, hiçbir suretle elinden kurtulamaz. Demek Cenab-ý Hak, sivrisineði file galib ve hâkim kýlmýþtýr. Binaenaleyh hilkatça dûn ise de, cesaret hususunda faiktir. Mütercim Abdülmecid (Haþiye-2): Bir A'rabînin taptýðý bir sanemi varmýþ. Bir gün ibadete gitmiþ. Bakmýþ ki, bir tilki sanemin baþýna bevletmiþ. Bu hali görünce اَرَبٌّ يَبُولُ الثَّعْلَبَانُ بِرَاْسِهِ demekle, sanemi kýrmýþ atmýþ. Demek sanemlerin hakaretinden, yalnýz sinekler deðil, tilkiler de baþlarýna çýkar, telvis eder. Mütercim Abdülmecid sh: » (Ý: 160) de o kadar çirkindir ki, نَسْجُ العَنْكَبُوتِ ile, yani örümceðin aðýyla tabir edilmiþtir. Üçüncü Mugalâta: Onlar diyorlar ki: "Hakikatý izhar etmekte, aczi îma eden bu gibi temsilâta ne ihtiyaç vardýr?" Elcevab: Kur'aný inzal etmekten maksad, cumhur-u nâsý irþad etmektir. Cumhur ise avamdýr. Avam-ý nâs, çýplak olan hakaiki göremez; ülfet peyda etmedikleri akliyat-ý mahzayý ve mücerredâtý fehimleri alamaz. Bunun için Cenab-ý Hak lûtuf ve ihsanýyla hakikatlarý onlarýn ülfet ettikleri bir libas ile, bir þive ile göstermiþtir ki, tevahhuþ edip ürkmesinler. Bu bahis, müteþabihat bahsinde geçmiþtir. Bu âyetin cümleleri arasýndaki irtibata gelelim: Evet اِنَّ اللّهَ لاَ يَسْتَحْيِى اَنْ يَضْرِبَ مَثَلاً مَا بَعُوضَةً فَمَا فَوْقَهَا cümlesi onlarýn îrad ettikleri aþaðýdaki müteselsil itirazlarý reddediyor. 1- Allah'ýn beþer ile konuþmasýnda ve onlara kahr ve itab etmekte ve onlardan þikayet etmekte ne hikmet vardýr? Halbuki bu gibi þeylerden anlaþýlýr ki; âlemde insanýn da baþka bir tasarrufu, bir te'siri vardýr. 2- Ýnsanlar arasýnda cereyan eden konuþmalar gibi temsillerin getirilmesi... Zira bu Kur'anýn beþer kelâmý olduðuna alâmettir. 3- Kelâmýn arkasýnda, üslûblarýn arasýnda insanýn timsali görünür. 4- Hakaik, temsilâtla tasvir ediliyor. Bu ise, hakikatý izhar etmekten âciz olduðuna delalet eder. 5- Getirilen temsiller, âdi temsillerdir. Bu ise, mütekellimin zihni inhisar altýnda olduðuna emaredir. 6- Hakir ve kýymetsiz þeylerden temsiller getiriliyor. Bu da mütekellimin zaif olduðuna delildir. 7- Getirilen temsillere mecburiyet olmadýðýndan; terki zikrinden evlâdýr. sh: » (Ý: 161) 8- Bilhassa, ehl-i izzetin hayâ ederek tenezzül etmedikleri þeylerden temsil getirilmiþtir. Kur'an-ý Kerim bu itiraz silsilesini, اِنَّ اللّهَ لاَ يَسْتَحْيِى اَنْ يَضْرِبَ مَثَلاً مَا ilââhir cümlesiyle bir darbede kýrmýþ ve yýkmýþtýr. 1- Eþyanýn iç yüzleri yüksek ve þeffaf olduðundan, bu yüzlerden bahsetmek azamet ve celâle münafî olmadýðý gibi, Ulûhiyetin iktizasý üzerine dýþ yüzleri çirkin görünenlerin bahsedilmekten, zikredilmekten hariç tutulmalarý, Ulûhiyet kanununa muhaliftir. Çünkü bir hâkim, tebaasýndan Çingeneleri hukuk-u medeniyeden ihraç etmez. 2- Belâgat ve hikmetin iktizasý üzerine, hakîr manalarý ifade için hakîr temsillerin zikrinde bir muhalefet yoktur. 3- Âdi temsillerde bir beis yoktur, terbiye ve irþad öyle ister. 4- Ýnayet-i Ýlahiyenin iktizasý üzerine, hakaik temsilâtla tasvir edilir. 5- Rububiyet ve terbiyenin iktizasýna binaen, insanlarý kendi aralarýnda cereyan eden muhavereleri, üslûblarý, þiveleriyle irþad etmek lâzýmdýr. 6- Hikmet ve nizamýn iktizasý üzerine, Cenab-ý Hakk'ýn insanlar ile konuþmasý zarurîdir. Hülâsa: Cenab-ý Hak, insanlara cüz'-i ihtiyarî vermekle, onlarý âlem-i ef'ale masdar yaptý. O âlem-i ef'ali bir nizam altýna almak üzere Kelâmýný, yani Kur'anýný da o âlem-i ef'ale gönderdi. Binaenaleyh, tanzif ve tanzim için yapýlan Ýlahî bir proðram, itirazlara mahal olamaz. فَاَمَّا الَّذِينَ آمَنُوا فَيَعْلَمُونَ اَنَّهُ الْحَقُّ مِنْ رَبّهِمْ Bu cümleyi evvelki cümle ile baðlayan alâkaya gelince: Evvelki cümledeki hükmü isbat için bu cümle, bir delilin yolunu gösteriyor ve zihne gelen vehimleri de def'ediyor. Þöyle ki: Her kim inayet-i ezeliye ile Rububiyet-i Ýlahiyeyi gözönüne getirip Allah cânibinden, kudretin azameti altýnda bakarsa, بَعُوضَةً ve emsaliyle sh: » (Ý: 162) getirilen temsillerin, belâgat kanunlarýna muvafýk ve Cenab-ý Hak'tan hak olduðunu tasdik eder. Fakat her kim nefsinin emri altýnda mümkinatý nazara alarak bakarsa, þüphesiz vehimler onu havalandýrýr, dalaletin bataklýðýna atar. Bu iki taife insanlarýn meseli, þöyle iki þahsýn meseline benzer ki: Onlardan birisi yukarýya, diðeri aþaðýya gider. Her ikisi de pek çok su arklarýný görürler. Yukarýya giden þahýs, doðru çeþmenin baþýna gider, suyun menbaýný bulur; tatlý, temiz bir su olduðunu anlar. Sonra o çeþmeden teþaub edip daðýlan bütün arklarýn temiz ve tatlý olduklarýna hükmeder ve hangi arka tesadüf ederse, tatlý ve temiz olduðunda tereddüd etmez. Ýþte bu itibarla, kendisine vehimler tasallut etmezler. Aþaðýya giden öteki þahýs ise arklara bakar, suyun menbaýný göremediðinden, her rastgeldiði ark suyunun tatlý olup olmadýðýný anlamak için delilleri, emareleri aramaya mecbur olur. Bundan dolayý vehimlere maruz kalýr. Edna bir vehim, o kafasýzý yoldan çýkarýr. Yahud o iki taifenin misali, ellerinde bir âyine bulunan iki þahsýn misaline benzer ki; birisi âyinenin þeffaf yüzüne bakar, içinde kendisini gördüðü gibi çok þeyleri de görebilir. Öteki adam ise, âyinenin renkli yüzüne bakar, birþey anlayamaz. Hülâsa: Allah'ýn sun'una, ef'aline, kelâmýna, temsilâtýna, üslûblarýna; inayet ve Rububiyetini mülâhaza etmekle beraber Allah'ýn cânibinden bakmak lâzýmdýr. Bu bakýþ da ancak nur-u imanla olur. Bu itibarla, vehimler olsa bile, ancak örümcek aðýnýn kýymet ve kuvvetinde olur. Eðer mümkinat cihetinden cüz'î fikriyle, müþteri nazarýyla bakarsa, zaîf bir vehim bile onun nazarýnda bir dað gibi olur. Cûdi Daðý'ný gözün rü'yetinden men'eden sineðin kanadý gibi; zaîf, küçük bir vehim de, hakikatý onun gözünün görmesinden setreder. وَ اَمَّا الَّذِينَ كَفَرُوا ilââhir. Bu cümlenin evvelki cümle ile cihet-i irtibatý: Evet temsilât-ý Kur'aniyedeki hikmeti fehmetmek için Allah canibinden nur-u imanla bakmak lâzým olduðuna evvelki cümle ile iþaret edilmiþtir. Bu cümlede ise, mezkûr temsilâttaki hikmetin adem-i fehmini intac eden ve ayný zamanda evham ve bahaneler yuvasýna giden yol gösterilmiþtir. Þöyle ki: Alçak nefis tarafýndan herþeyi karanlýklý gösteren küfür zulmetiyle temsilât-ý Kur'aniyeye bakan olursa; tabii o temsilâtýn hikmetini anlayamaz, evhama kapýlýr. Kalbindeki marazýn yardýmiyla, her vehim onun nazarýnda bir dev kesilir, tarîk-i hakký kaybeder, tereddüdlere maruz kalýr. Sonra istifhama, yani sorup sual etmeye baþlar; içinden çýkamaz, en nihayet iþ inkâra dayanýr, inkârýn içinde kalýr. Kur'an-ý Kerim, ihtisar sh: » (Ý: 163) ve kinaye tarîkýyla onlarýn inkârý tazammun eden istifhamlarýna, مَاذَا اَرَادَ اللّهُ بِهذَا مَثَلاً cümlesiyle iþaret etmiþtir. Ve bu iþaret içindir ki, evvelki cümlede mezkûr olan يَعْلَمُونَ ye mutabakat için, burada لاَ يَعْلَمُونَ nin zikri lâzým iken مَاذَا اَرَادَ اللّهُ بِهذَا مَثَلاً ilââhir denilmiþtir. يُضِلُّ بِهِ كَثِيرً وَ يَهْدِى بِهِ كَثِيرًا : Bu cümle, onlarýn temsilâtýnýn sebebini, ille-i gaiyesini anlamak üzere مَاذَا ile yaptýklarý istifhama cevabdýr. Fakat Kur'an-ý Kerim usûl ittihaz ettiði îcaz ve ihtisara binaen, temsilâtýn akibetini yani temsilâta terettüb eden dalâlet ve hidayeti, ille-i gaiye menzilesinde göstermiþtir. Evet dalâlet ve hidayet, temsilâta illet olamaz. Eðer illet olsa, cebr olur. Ancak temsilâtýn sebeb ve ille-i gaiyesi, cumhur-u avamý ikaz ve irþaddýr. Sanki onlar "Ne için böyle oldu? Ne için i'caz bedihî olmadý? Ne için Allah'ýn kelâmý olduðu zarurî olmadý? Ne için bu temsilât yüzünden vehimlere meydan verildi?" diye bir çok sualleri ortaya çýkardýlar. Kur'an-ý Kerim يُضِلُّ بِهِ كَثِيرًا وَ يَهْدِى بِهِ كَثِيرًا cümlesiyle, o sual kümesini daðýttý. Þöyle ki: O temsilâtý nûr-u iman ile tefekkür edenin nur-u imaný inkiþaf eder, kuvvet bulur. Küfür zulmetiyle ve tenkid hýrsýyla bakanýn da, zulmeti ziyadeleþir ve gözü kör olur. Çünki nazarîdir, bedihî deðildir. Evet, bu temsilât, temiz ve yüksek ruhlarý, mülevves ve alçak ruhlardan tefrik içindir. Bu da, yüksek istidatlarý neþv ve nemalandýrmakla pis istidatlardan temyiz içindir. Bu dahi, saðlam fýtratlarý, mücahede ile bozuk ve hasta fýtratlardan ayýrmak içindir. Bunu da, imtihan-ý beþer istilzam ediyor. Bunu dahi, sýrr-ý teklif iktiza etmiþtir. Teklif ise saadet-i beþer içindir. Saadet ise tekemmülden sonradýr. S: Diyorsun ki:''Teklif, saadet içindir. Halbuki ekser nâsýn þekavetine sebeb, tekliftir. Teklif olmasaydý, bu kadar tefavüt-ü þekavet de olmazdý?'' sh: » (Ý: 164) C: Cenab-ý Hak verdiði cüz'-i ihtiyarî ile ef'al-i ihtiyariye âlemini kesbiyle teþkil etmeðe insaný mükellef kýldýðý gibi, ruh-u beþerde vedîa olarak ekilen gayr-ý mütenahî tohumlarý sulamak ve neþv ü nemalandýrmak için de beþeri teklif ile mükellef kýlmýþtýr. Eðer teklif olmasaydý, ruhlardaki o tohumlar neþv ü nema bulamazdý. Evet, nev'-i beþerin ahvaline dikkatle bakýlýrsa görülür ki; ruhun manen terakkisini, vicdanýn tekâmülünü, akýl ve fikrin inkiþaf ve terakkisini telkîh eden yani aþýlayan, þeriatlardýr; vücud veren, tekliftir; hayat veren, peygamberlerin gönderilmesidir; ilham eden, dinlerdir. Eðer bu noktalar olmasaydý, insan hayvan olarak kalacaktý ve insandaki bu kadar kemalât-ý vicdaniye ve ahlâk-ý hasene tamamen yok olurlardý. Fakat insanlarýn bir kýsmý, arzu ve ihtiyarýyla teklifi kabul etmiþtir. Bu kýsým, saadet-i þahsiyeyi elde ettiði gibi nev'in saadetine de sebeb olmuþtur. Amma insanlarýn büyük bir kýsmý, ihtiyarý ile küfrü kabul ve tekâlif-i Ýlahiyeyi reddetmiþlerse de, teklifin bazý nevilerinden süzülen terbiyevî, ahlâkî vesaire güzel þeyleri aldýklarýndan, teklifin o nevilerini zýmnen ve ýztýraren kabul etmiþ bulunurlar. Ýþte bu itibarla, kâfirin her sýfatý ve her hali kâfir deðildir. S- Ýnsanlardan büyük bir kýsmýn þekaveti meydanda iken, yalnýz küçük bir kýsmýn saadeti nasýl nev'in saadetine sebeb olur ki, "Þeriat rahmettir" diyorsunuz. Halbuki nev'in saadeti, ya bütün efradýn veya kýsm-ý ekserisinin saadetiyle olabilir? C- Altýna yüz yumurta býrakýlan tavuk, o yumurtadan yirmisini civciv çýkarýp seksenini ifsad etse, bu tavuk, yumurta nev'ine hizmet etmiþ olur. Çünki bir civciv, bin yumurtanýn annesi olabilir. Veya yüz tane çekirdek topraða ekilse ve su ile sulanýp bilâhare yirmisi neþv ü nema bulup hurma aðacý olsa ve sekseni çürüyüp mahvolsa, yirmi çekirdeðin sünbüllenip aðaç olmasýna sebeb olan su, elbette çekirdek nev'ine hizmet etmiþ olur. Veyahud bir maden ateþte eritilse, beþte biri altun, mütebâkisi toprak çýksa; elbette ateþ, o madenin kemaline, saadetine sebeb olur. Binaenaleyh teklif de insanlarýn beþte birini kurtarsa, o beþte birin saadet-i nev'iyeye sebeb ve âmil olduðuna kat'iyetle hükmedilebilir. Maahaza yüksek hissiyat ile güzel ahlâkýn neþv ü nemasý, ancak mücahede ve içtihadla olur. Evet sað el, daima çalýþtýðý için, sol elden daha kuvvetlidir. Ve bir hükûmet, mücahede ettikçe cesareti artar, terkettiði zaman cesareti azalýr ve binnetice cesaret de, hükûmet de söner, mahvolur. Ve keza her þeyin ve her iþin tekâmülü, zýdlarýnýn mukabele ve rekabet etmeleriyle olur. Meselâ hidayetin tekâmülüne dalâlet yardým ettiði gibi, imanýn tekâmülüne de küfür yardým eder. Çünki küfür ve dalâletin ne derece pis ve zararlý olduklarýný gören bir mü'minin sh: » (Ý: 165) îmaný ve hidayeti, birden bine çýkar. Bu iki cihet, teklifin eser ve semeresidir. Ve bu iki cihet itibariyle teklif, saadet-i nev'iyenin yegâne âmilidir. وَمَا يُضِلُّ بِهِ اِلاَّ الْفَاسِقِينَ : Bu cümlenin mâkabliyle münasebeti: Evet Kur'an-ý Kerim يُضِلُّ بِهِ كَثِيرًا cümlesinde dalâlete atýlanlar kimler olduðunu beyan etmeyip mübhem býraktýðýndan, sâmi' korktu. "Acaba o dalâlete atýlanlar kimlerdir? Sebeb nedir? Kur'anýn nurundan zulmet nasýl geliyor?" diye sorduðu bu üç sual, þu cümle ile cevablandýrýlmýþtýr ki: "Onlar, fâsýklardýr. Dalâlete atýlmalarý, fýsklarýnýn cezasýdýr. Fýsk sebebiyle, fâsýklar hakkýnda nûr nâra, ziya zulmete inkýlâb eder." Evet þemsin ziyasýyla, pis maddeler taaffün eder, kokar, berbad olur. اَلَّذِينَ يَنْقُضُونَ عَهْدَ اللّهِ مِنْ بَعْدِ مِيثَاقِهِ وَ يَقْطَعُونَ مَا اَمَرَ اللّهُ بِهِ اَنْ يُوصَلَ وَ يُفْسِدُونَ فِى اْلاَرْضِ Bu cümlenin evvelki cümle ile vech-i nazmý: Evet, bu cümle ile fýsk, þerh ve beyan edilmiþtir. Þöyle ki: Fýsk; haktan udul, ayrýlmak, hadden tecavüz, hayat-ý ebediyeden çýkýp terketmektir. Fýskýn menþei; kuvve-i akliye, kuvve-i gazabiye, kuvve-i þeheviye denilen üç kuvvetin ifrat ve tefritinden neþ'et eder. Evet ifrat veya tefrit, delillere karþý bir isyandýr. Yani sahife-i âlemde yaratýlan delâil, uhûd-u Ýlahiyye hükmündedir. O delaile muhalefet eden, Cenab-ý Hak'la fýtraten yapmýþ olduðu ahdini bozmuþ olur. Ve keza ifrat ve tefrit hayat-ý nefsiye ve ruhiyenin maraz ve hastalýðýný intac eden esbabdandýr. Buna fýskýn birinci sýfatý olan يَنْقُضُونَ عَهْدَ اللّهِ cümlesiyle iþaret edilmiþtir. Ve keza ifrat ve tefrit, hayat-ý içtimaiyeye karþý isyan ateþini yakan iki âmildir. Evet bu âmiller hayat-ý içtimaiyeyi nizam ve intizam altýna alan râbýtalarý, kanunlarý keser atar. Evet þehvet veya gazab haddini aþarsa, ýrz ve namuslar pay-mal olur, masumlar mahvolur. Buna da, fýskýn ikinci sýfatý olan وَيَقْطَعُونَ مَا اَمَرَ اللّهُ بِهِ اَنْ يُوصَلَ cümlesiyle iþaret edilmiþtir. sh: » (Ý: 166) Ve keza dünyanýn nizamýnýn bozulmasýný intac edip fesad ve ihtilâle sebebiyet veren iki ihtilâlcidirler. Buna dahi, fýskýn üçüncü sýfatý olan وَ يُفْسِدُونَ فِى اْلاَرْضِ cümlesiyle iþaret edilmiþtir. Evet, fâsýk olan kimsenin kuvve-i akliye ve fikriyesi itidali kaybedip safsatalara düþerse, itikâdâta âit Rabýtalarý kesmekle, hayat-ý ebediyesini yýrtar atar. Ve keza kuvve-i gazabiyesi hadd-i vasatý tecavüz ederse, hayat-ý içtimaiyenin hem yüzünü, hem astarýný yýrtar, altüst eder. Ve keza kuvve-i þeheviyesi haddi aþarsa heva-i nefse tâbi olur, kalbinden þefkat-i cinsiye zâil olur, kendisi berbad olacaðý gibi baþkalarýný da berbad edecektir. Bu itibarla, fâsýklar hem nev'inin zararýna, hem Arz'ýn fesadýna çalýþmýþ olur. اُولئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ : Bu cümle, evvelki cümlenin neticesi ve ayný zamanda te'kididir. Þöyle ki: Evvelki cümlede ahdi bozmak, sýla-i rahmi kesmek, Arz'da fesad yapmak gibi fâsýkýn cinayetlerini korkunç bir þekilde söyledikten sonra, bu cümlede evvelki tehdid ve korkuyu te'kid için, fâsýkýn cinayetlerinin netice ve cezasýný þöyle beyan etmiþtir:''O fâsýklar, âhiretlerini verip dünyayý aldýklarý gibi, hidayeti dalaletle tebdil eden kafasýz adamlardýr.'' Þimdi üçüncü vazifeye geldik. Yani bu âyetin ihtiva ettiði cümlelerin heyetlerinden bahsedeceðiz: Evvelâ bunu bilmek lâzýmdýr ki, Kur'an-ý Kerim'in âyetleri ve âyetlerin cümleleri ve cümlelerin heyetleri; saniye, dakika, saatleri sayan saatin milleri gibidirler. Millerin her ikincisi birincisine yardým ettiði gibi, bir âyet bir maksadý takib ettiði zaman, cümleleri de o maksadýn etrafýnda dolaþýrlar; cümlelerin heyetleri dahi, cümlelerin izini takib ediyorlar. Vaziyetleri öyle bir noktaya gelir ki; halleri, lisan-ý hal ile þu beyti okuyor: عِبَارَاتُنَا شَتَّى وَ حُسْنُكَ وَاحِدٌ وَ كُلٌّ اِلَى ذَاكَ الْجَمَالِ يُشِيرُYani: ''Söylediðimiz sözler ayrý ayrý ise de, senin hüsnün birdir. Bütün sözlerimiz, o hüsn-ü cemale iþaret ediyorlar." Bunun içindir ki, Kur'an-ý Kerim'in selaseti ve yüksek belâgatý ve nakþýndaki inceliði tabaka-i i'caza vasýl olmuþtur. اِنَّ اللّهَ لاَ يَسْتَحْيِى اَنْ يَضْرِبَ مَثَلاً مَا بَعُوضَةً فَمَا فَوْقَهَا sh: » (Ý: 167) Bu cümledeki kelimelerin nüktelerinden bahsedeceðiz: اِنَّ kelimesi, hem hükmün hakikata baðlý olduðuna, hem hükümde vâki olan tereddüd ve inkârlarýn def'ine delâlet eder. Öyle ise bu اِنَّ , âyetin baþýnda zikredilen müteselsil tereddüdlere iþarettir. اَللّه kelimesi, bundan önce zikredilen Cenab-ý Hak ile mümkinat arasýnda yaptýklarý kýyastaki hatayý, zihnin gözüne sokuyor. Yani "Nasýl Allah diyorsunuz ve nasýl Allah'ý mümkinata kýyas ediyorsunuz, Allah ünvanýný taþýyan zât, mümkinata kýyas edilebilir mi?" S- لاَ يَسْتَحْيِى Hayâ, nefsin sýkýlmasýyla yüzde peyda olan kýzartýdan ibaret olduðundan, Cenab-ý Hak hakkýnda bu kelimenin kullanýlmasý muhaldir; muhali nefyetmekte faide yoktur. Binaenaleyh لاَ يَسْتَحْيِى yerinde لاَ يَتْرُكُ denilmiþ olsaydý, muhaliyete mahal kalmazdý? C- بَعُوضَةً ile yapýlan temsili iktiza eden ve hüsnünü takdir eden hikmet, belâgat vesaire gibi esbaba karþý temsili terketmek isteyen, hayâdan maada tek bir esbab yoktur. Hayâ da Cenab-ý Hak hakkýnda muhaldir. Öyle ise o temsili terketmeye aslâ sebeb bulunmadýðýna iþareten, لاَ يَسْتَحْيِى kelimesi لاَ يَتْرُكُ kelimesine tercih edilmiþtir. Çünki لاَ يَتْرُكُ kelimesi, bu manayý ifade edemez. Yahud يَسْتَحْيِى nin zikri, onlarýn ahmakçasýna söyledikleri اَمَا يَسْتَحْيِى رَبُّ مُحَمَّدٍ اَنْ يُمَثِّلَ بِهذِهِ الْمُحَقَّرَاتِ yani "Muhammed'in Rabbi bu hakir þeylerden temsil getirmeye hayâ etmez mi?" diye söyledikleri sözlerindeki يَسْتَحْيِى kelimesine müþakelet sh: » (Ý: 168) ve müþabehet içindir. Kur'an-ý Kerim belâgatça kýymetli olan مُشَاكَلَةً فِى الصُّحْبَةِ üslûbuna binaen, onlarýn kullandýklarý يَسْتَحْيِى kelimesini aynen kullanmýþtýr. Onlarýn bu sözlerine müþakelet ve müþabehet nokta-i nazarýndan اَنْ يَضْرِبَ yerinde مِنَ الْمَثَلِ الْحَقِيرِ denilmesi, müþabeheti saklamak için daha münasib olurdu. Fakat bu münasebetin nazara alýnmamasý, lâtif bir üslûba iþarettir ki: Temsiller, mühür veya imzalar gibi tasdik ve isbat içindir. Nasýl ki yazýlan bir þey mühürlenmekle tasdik edilmiþ olur; aynen bunun gibi, söylenilen bir söz de bir misal ile tasdik ve isbat edilmiþ olur. Yahut اَنْ يَضْرِبَ ile paranýn darbýna îma edilmiþtir. Yani temsillerin darbý ve darb-ý meseller, sikkenin darbý kadar kelâma kýymet veriyor. Yani nasýl ki sikke; gümüþ ve altuna kýymet veriyor, darb-ý meseller de kelâmlara o nisbette kýymet ve itibar veriyor. Ve bu iþaretle, vehimleri def'etmek için temsillerin güzel bir vasýta olduklarýna ve temsillerin bid'a olmayýp belâgat sahasýnda iþlek ve güzel bir cadde olduðuna îma edilmiþtir. Evet durub-u emsal, malûm kaidelerdendir. Daha kýsa ve muhtasar olan ضَرْبٌ masdarý üzerine اَنْ يَضْرِبَ nin fiil sîgasýyla tercihan zikredilmesi, itirazlarýnýn menþei bizzât temsil olmayýp, بَعُوضَةً hakareti olduðuna iþarettir. Çünki temsiller haddizâtýnda kýymetli olup, itirazlara mahal deðildirler. Zira اَنْ يَضْرِبَ fiildir. Fiil, müstakil ve sâbit olmadýðýndan, sanki lâtiftir. Mütekellimin kasdý onda durmuyor, mef'ule geçiyor. Masdar olanضَرْبٌ ise, isimdir. Ýsim, müstakil ve sabit olduðu için sanki kesiftir. Mütekellimin kasdýný cezbedip, mef'ule vermemesi ihtimali vardýr. Binaenaleyh اِنَّ اللّهَ لاَ يَسْتَحْيِى ضَرْبَ الْبَعُوضَةِ مَثَلاً denilmiþ olsaydý; sh: » (Ý: 169) اِسْتِحْيَا mahalli, ضَرْبْ olurdu. Halbuki istihyânýn mahalli, بَعُوضَةً dir. مَثَلاً : Bundan murad, temsilin hâsiyeti olan aklî bir þeyi, hissî bir þeyle ve aslý olmayan mevhum birþeyi muhakkak ve mevcud olan bir þeyle ve gaib olan birþeyi, hazýr bir þeyle tasvir etmektir. مَثَلاً deki tenkirden anlaþýlýr ki, burada medar-ý nazar, bizzât meselin zâtýdýr, sýfatlarý deðildir. Sýfatlarý ise makamýn iktizasýna veya mümessel-i lehin haline havale edilmiþtir. مَا ta'mimi ifade ettiðinden, kaidenin umumî olduðuna iþarettir ki, cevab yalnýz onlarýn itiraz ettikleri þeye münhasýr kalmasýn. بَعُوضَةً : Pek çok küçük ve hakîr þeyler ve hayvanlar bulunduðu halde بَعُوضَةً tahsisi, ind-el büleða temsil için isti'mali çok olduðuna binaendir. فَمَا فَوْقَهَا Yani: Kýymet ve belâgatça baûdanýn (sinek) mâfevki veya küçüklükte baûdanýn madûnu veyahud hem kýymette hem küçüklükte baûdanýn madûnu olan þeyler. Fakat مَا فَوْقَهَا tabiri, küçük þeyin belâgatça daha garib, hilkatça daha acib olduðuna iþarettir. فَاَمَّا الَّذِينَ آمَنُوا فَيَعْلَمُونَ اَنَّهُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّهِمْ وَ اَمَّا الَّذِينَ كَفَرُوا فَيَقُولُونَ مَاذَا اَرَادَ اللّهُ بِهذَا مَثَلاً Bu cümlenin evvelki cümleden teferru' ve teþa'ub ettiðini ifade eden (ف) , bu cümleyi her iki þýkkýyla intac eden zýmnî ve gizli bir delile sh: » (Ý: 170) iþarettir. Tasviri þöyle olsa gerektir: Cenab-ý Hak, temsili terketmez. Zira belâgatýn iktiza ettiði bir temsildir. Belâgatýn iktiza ettiði þey terkedilmez. Öyle ise Cenab-ý Hak bu temsili terketmez. Binaenaleyh insafý olan, o temsilin belîð, hak ve Allah'tan olduðunu bilir. Ýnad ile bakan adam ise hikmetini bilmez, tereddüde düþer, sorar, sual eder, en nihayet istihkar ile inkâra girer. Hülâsa: Mü'min, insaflý olduðu için Allah'tan olduðunu tasdik eder. Kâfir olan adam inadcý olduðundan, "Bunda ne faide var?" der. اَمَّا : Bu اَمَّا þart edatýdýr. Dâhil olduðu her iki cümleyi birincisi melzum, ikincisi lâzým; veya evvelkisi þart, ötekisi meþrut olmak üzere, ikincisini birinci ile baðlar. Evet bu اَمَّا , iki cümle arasýnda lüzumu tesis etmek için vaz'edilmiþtir. Binaenaleyh burada فَيَعْلَمُونَ اَنَّهُ الْحَقُّ cümlesinin اَلَّذِينَ آمَنُوا cümlesine lâzým ve zarurî olduðuna delâlet eder. Yani imaný olanýn þe'ni, onun hak olduðunu bilmektir. Kendisinden daha kýsa olan اَلْمُؤْمِنُونَ kelimesine bedel اَلَّذِينَ آمَنُوا denilmesi, onun hak olduðunu bilmek iman sebebiyle olduðuna ve keza onun hak olduðunu bilmek îman olduðuna iþarettir. Belâgat nokta-i nazarýndan makama daha münasib olan اَنَّهُ الْبَلِيغُ cümlesine tercihan اَنَّهُ الْحَقُّ denilmesi, onlarýn itirazlarýndan kasdettikleri son neticeye iþarettir. Çünkü onlarýn maksadlarý, Allah'dan olduðunu nefyetmektir. اَنَّهُ الْحَقُّ hakkaniyetin o temsile hasredilmesinden anlaþýlýr ki, takbih edilmeyip istihsan edilen yalnýz بَعُوضَةً temsilidir. بَعُوضَةً gayrýsý ve بَعُوضَةً daha iyisi, ayýblardan hâlî olsa bile, belâgatça بَعُوضَةً yerini tutamaz. Çünkü yalnýz ayýblardan selâmet, kemale delil olamaz. sh: » (Ý: 171) مِنْ رَبِّهِمْ : O temsilin, Rablarýndan nâzil olduðunu ifade eden bu kayýd, onlar itirazlarýna hedef ittihaz ettikleri, o temsilin nüzulü olduðuna iþarettir. وَ اَمَّا الَّذِينَ كَفَرُوا : Bu اَمَّا evvelki اَمَّا gibi mâkabllerindeki icmali tafsil etmekle, tahkik ve te'kidi ifade ediyor. اَلَّذِينَ كَفَرُوا nun اَلْكَافِرُونَ kelimesine tercihan zikredilmesi, onlarýn bu inkârý, kalblerinde rüsuh peyda eden küfürden neþ'et ettiðine ve onun için onlarý yine küfre götürdüðüne iþarettir. Evvelki cümledeki يَعْلَمُونَ nin mutabakatý için burada فَلاَ يَعْلَمُونَ denmesi münasib iken, onun yerine zikredilen فَيَقُولُونَ îcaz ve ihtisar için mukadder olan hallerden kinayedir. Takdir-i kelâm: "Küfrü olan adam, hakikatý bilmez, tereddüde düþer, inkâra girer, istifham þeklinde istihkar eder, hakir görür." Ve keza kendileri dalalette olduklarý gibi, aðýzlarýyla halký da dalâlete sürüklediklerine iþarettir. يُضِلُّ بِهِ كَثِيرًا وَ يَهْدِى بِهِ كَثِيرًا : Bu cümleden evvelki cümlede اَلَّذِينَ آمَنُوا mukaddem olduðuna nazaran, burada ona münasib olan يَهْدِى بِهِ nin takdimi lâzým iken, يُضِلُّ بِهِ takdim edilmiþtir. Çünkü bu kelâmdan maksad, inkâr edenlerin itirazlarýný reddetmektir. Buna binaen يُضِلُّ بِهِ kesb-i ehemmiyet ettiðinden, takdim hakkýný kazanmýþtýr. S- ''Dalâlet'' yerine يُضِلُّ , ''hidayet'' yerine يَهْدِى yani masdardan fiile olan udûlden maksad nedir? C- Fiil-i muzari teceddüd ve istimrara delâlet ettiðinden; yirmiüç sh: » (Ý: 172) sene devam eden nüzul-ü Kur'anýn parça parça teceddüdü nisbetinde, onlarýn zulmet-i küfriyelerine kat kat zulmetlerin ilâvesine sebebiyet verdiðine, mü'minlerin de nüzulün teceddüdü nisbetinde nur-u imanlarýnýn derece derece yükselmesine bâis olduðuna iþarettir. Ve keza, bu cümle مَاذَا اَرَادَ اللَّهُ ilââhirihi cümlesiyle iþaret edilen istifhama cevab olduðu için, her iki fýrkanýn vaziyetlerini beyan etmek îcab etmiþtir. Ve bu îcaba binaen, masdara tercihan fiil zikredilmiþtir. Yani bir fýrkanýn vaziyeti dalalet, ötekisinin de hidayettir. كَثِيرًا : Evvelki كَثِيرًا den kemmiyet ve adedce çokluk irade edilmiþtir. Ýkinci كَثِيرًا den keyfiyet ve kýymetçe çokluk kasdedilmiþtir. Ve ayný zamanda, Kur'anýn nev'-i beþere rahmet olduðunun sýrrýna iþarettir. Evet insanlarýn az bir kýsmýnýn fazilet ve hidayetlerini çok görmek ve göstermek, Kur'anýn beþere karþý merhametli ve lütufkâr olduðunu gösterir. Ve keza bir fazilet sahibi, bin faziletsize mukabildir. Bu itibarla fazileti taþýyan az olsa da, çok görünür. وَمَا يُضِلُّ بِهِ اِلاَّ الْفَاسِقِينَ : Evvelki cümlede mutlak ve mübhem olarak zikredilen كَثِيرًا den hasýl olan vesveseleri, korkularý, tereddüdleri bu cümle ile þöyle def'etmiþtir ki: ''Dalâlete gidenler, fâsýklardýr. Dalâletlerinin menþei de fýsktýr. Fýskýn sebebi ise, kesbleridir. Suç onlarda olup, Kur'anda deðildir. Dalâleti halketmek, yaptýklarýnýn cezasý içindir.'' Yine bilinmesi lâzýmdýr ki; bu cümlelerin herbirisi mâkablini þerh ve beyan eder; mâba'di de onu tefsir eder. Demek her cümle, mâkabline delil, mâba'dine neticedir. Ýki silsile ile bunu izah edeceðiz: 1- Allah, o temsilden hayâ etmez. Çünkü O temsili terketmez. Hem o temsil, belîðdir. Hem o temsil haktýr. Hem o temsil, Allah'ýn kelâmýdýr. Bunu da, mü'min olan kimseler bilir. 2- Allah münkirlerin dedikleri gibi, o temsilden hayâ etmez. O münkirler, "O temsilin terki lâzýmdýr" diyorlar. Zira o temsilin hikmetini bilmezler, hem "Bunda ne faide var" derler. Hem, inkâr ediyorlar, zîra hakîr görüyorlar. Hem iþitmeleriyle dalâlete girdiler, zîra Kur'an onlarý dalâlete attý. Hem onlar, fýskla kabuklarýndan çýktýlar, hem Allah'a sh: » (Ý: 173) olan ahidlerini bozdular, hem sýla-i rahmi kestiler, hem arz'da Allah'ýn nizam ve intizamýný ifsad ettiler. Binaenaleyh hâsir ve zararlý onlardýr. Dünyada vicdan, kalb ve ruhun azabý ile, âhirette de Allah'ýn gazabýyla ebedî bir azab içinde kalan onlardýr. اَلَّذِينَ يَنْقُضُونَ عَهْدَ اللّهِ مِنْ بَعْدِ مِيثَاقِهِ وَ يَقْطَعُونَ مَا اَمَرَ اللّهُ بِهِ اَنْ يُوصَلَ وَ يُفْسِدُونَ فِى اْلاَرْضِ Evvelâ bilinmesi lâzýmdýr ki; Kur'an-ý Kerim'in i'caz ve nazmýnda þek ve þübheleri îka' eden fâsýklarýn bilhassa bu makamda, bu cümlede mezkûr sýfatlar ile tavsifleri, pek yüksek ve latif bir münasebeti taþýyor. Evet, sanki Kur'an-ý Kerim diyor ki: "Kur'an-ý ekber denilen kâinatýn nizamýnda kudret-i ezeliyenin i'cazýný göremeyen veya görmek istemeyen o fâsýklarýn; Kur'an-ý Kerim'in de nazm ve i'cazýnda tereddüdleri ve kör gözleriyle i'cazýný göremeyip inkâr etmeleri, baid ve garib deðildir. Zira onlar, kâinattaki nizam ve intizamý tesadüfe ve tahavvülât-ý garibeyi ve inkýlabat-ý acibeyi abesiyete ve tesadüfe isnad ettiklerinden, bozulmuþ olan ruhlarýnýn gözünden o nizam tesettür edip görünmediði gibi, pis fýtratlarýyla da, Kur'anýn mu'ciz olan nazmýný karýþýk, mukaddemelerini akîm, semerelerini acý gördüler.'' يَنْقُضُونَ : Örülmüþ kalýn bir þeridi açýp daðýtmak manasýný ifade eden نَقض tabiri, yüksek bir üslûba iþarettir. Sanki Cenab-ý Hakk'ýn ahdi; meþiet, hikmet, inayetin ipleriyle örülmüþ nuranî bir þerittir ki, ezelden ebede kadar uzanmýþtýr. Bu nuranî þerit, kâinatta nizam-ý umumî þeklinde tecelli ederek silsilelerini kâinatýn enva'ýna daðýtýr iken, en acib silsilesini nev'-i beþere uzatmýþtýr ve ruh-u beþerde pek çok istidat ve kabiliyetlerin tohumlarýný ekmiþtir. Fakat o istidatlarýn terbiyesini ve neticesini cüz'-i ihtiyarînin eline vermiþtir. O cüz'-i ihtiyarînin yularý da þeriatýn ve delâil-i nakliyenin eline verilmiþtir. Binaenaleyh Cenab-ý Hakk'ýn ahdini bozmamak ve îfa etmek, ancak o istidatlarý lâyýk ve münasib yerlerine sarfetmekle olur. Ahdin nakzý ise, bozmak ve parçalamaktan ibarettir. Meselâ: Bazý enbiyaya iman ve tasdik, bazýlarýný inkâr ve tekzib; bazý hükümleri kabul, bazýlarýný red; bazý âyetleri tahsin, bazýlarýný kabih ve çirkin görmek gibi. Zira böylece yapýlan nakz-ý ahd; nazmý, nizamý, intizamý ihlâl eder, bozar. sh: » (Ý: 174) وَ يَقْطَعُونَ مَا اَمَرَ اللّهُ بِهِ اَنْ يُوصَلَ Bu cümledeki emir, iki kýsýmdýr: Birisi, teþriîdir ki, sýla-i rahm ile tabir edilen akraba ve mü'minler arasýnda þer'an emredilen muvasala hattýdýr. Diðeri, emr-i tekvinîdir ki, fýtrî kanunlar ile âdetullahýn tazammun ettiði emirlerdir. Meselâ; ilmin i'tasý, manen ameli emrediyor; zekânýn i'tasý, ilmi emrediyor; istidadýn bulunmasý, zekâyý; aklýn verilmesi, marifetullahý; kudretin verilmesi, çalýþmayý; cesaretin verilmesi, cihadý manen ve tekvinen emrediyor. Ýþte o fâsýklar, bu gibi þeylerin arasýnda þer'an ve tekvinen tesis edilen muvasala hattýný kesiyorlar. Meselâ akýllarý marifetullaha, zekâlarý ilme küs olduðu gibi; akrabalara ve mü'minlere dahi dargýn olup, gidip gelmiyorlar. وَ يُفْسِدُونَ فِى اْلاَرْضِ : Evet fýskla bozulan bir adam, bataklýða düþüp çýkamýyan bir þahýs gibi çoklarýn da o bataklýða düþmelerini istiyor ki, maruz kaldýðý o dehþetli halet, bir parça hafif olsun. Çünkü musibet umumî olursa, hafif olur. Ve keza bir þahsýn kalbinde bir ihtilâl, bir fenalýk hissi uyanýrsa; yüksek hissiyatý, kemalâtý sukut etmeye baþlar; kalbinde tahribata, fenalýða bir meyil, bir zevk peyda olur. Yavaþ yavaþ o meyil kalbinde büyür; sonra o þahýs bütün lezzetini, zevkini tahribatta, fenalýkta bulur. Ýþte o vakit o þahýs, tam manasýyla Arz'da yýrtýcý bir hayvan, ihtilâli çýkarýp büyüten bir bela, fesadý durmayýp karýþtýran bir âfet kesilir. S- Bir fâsýkýn fýskýyla Arzýn müteessir olmasý akýldan uzaktýr? C- Madem ki arzda nizam var, müvazene de olmalýdýr. Hattâ nizam müvazeneye tâbidir. Binaenaleyh bir makinenin diþleri arasýna küçük bir þey düþerse makine müteessir olur, belki faaliyeti de durur. Veya faraza iki dað bir teraziyle tartýlýr iken, terazi müvazi olduðu vakit bir gözüne bir ceviz ilâve edilirse müvazenesi bozulur. Dünyanýn da manevî nizam makinesi böyledir. Mütemerrid bir fâsýkýn fýský, arzýn müvazene-i maneviyesinin bozulmasýna vesile olabilir. اُولئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ : اُولئِكَ üç þeyi ifade ediyor. Birisi ihzar, ikincisi mahsusiyet, üçüncüsü uzaklýktýr. Demek bu اُولئِكَ gaib olan o fâsýklarý ihzar eder, mahsûs bir þekilde gösterir. sh: » (Ý: 175) S- Onlarýn ihzarýný îcab eden sebeb nedir? C- Sâmi'in taleb ve isteðidir. Evet onlarýn pis ahvalini iþiten sâmi', onlara karþý hissettiði hiddet ve nefretini izale için; hüsran ile tecziye ve tavsiflerinde, sanki onlarý karþýsýnda hazýr olarak görmek istiyor, tâ "Oh! oh!" demekle kalbi rahat olsun. Müþahedeleri mümkün olmadýðý halde اُولئِكَ ile mahsûs gösterilmeleri; gûya pis ahvâlleri, habis sýfatlarý ve þöhret ve kesretleri öyle bir hadde baliðdir ki, herkesin nazar-ý nefreti önünde onlarýn o hallerini tecessüm ettirerek mahsûs bir þekilde gösterir. Ve bu iþaretten, hasârete mahkûm olduklarýnýn sebebi de anlaþýlmýþ olur. O fâsýklara raci' olan اُولئِكَ nin ifade ettiði uzaklýk ise, onlarýn tarîk-i haktan uzaklýklarý öyle bir dereceye baliðdir ki, bir daha tarîk-i hakka rücu'larý mümkün olmayýp, bu yüzden zemme, tahkire müstehak olduklarýna iþarettir. Hasrý ifade eden هُمْ , hasâretin onlara münhasýr olduðuna delâlet eder. Hattâ mü'minlerin bazý dünya lezzetlerinde hasaretleri, hasaret sayýlmaz; ve yine mü'minlerden ehl-i ticaretin ticaretlerinde vaki olan zararlarý hasaret deðildir. اَلْخَاسِرُونَ deki harf-i tarif, cinsi ve hakikatý ifade eder. Yani: ''Hüsran görenlerin hakikatýný, cinslerini görmek isteyen varsa, onlara baksýn''. Ve keza onlarýn meslekleri mahz-ý hasarettir, baþka hasaretlere benzemiyor. خَاسِرِين : Hasâretin mutlak býrakýlmasý, yani birþeyle takyid edilmemesi, hasâretin bütün enva'ýna þamil olduðuna iþarettir. Meselâ: Vefa-i ahidde nakz ile hasâret ettiler, sýla-i rahmde kat' ile, ýslahda ifsad ile, îmanda küfür ile, saadet-i ebediyede þekavetle yaptýklarý hasaretler gibi. Link zu diesem Kommentar Auf anderen Seiten teilen Mehr Optionen zum Teilen...
Empfohlene Beiträge