EMRE Geschrieben 21. Dezember 2008 Teilen Geschrieben 21. Dezember 2008 Birinci Tarîk: Arab kavmi maarifsiz, bedevi bir millet idi. Muhitleri de, onlar gibi bedevi bir muhit idi. Divanlarý, þiir idi. Yani medar-ý iftihar olan hallerini, þiir ile kayd ve muhafaza ederlerdi. Ýlimleri, belâgat idi. Medar-ý iftiharlarý, fesahat idi. Sair kavimlerden fazla bir zekâya mâlik idiler. Baþka insanlara nisbeten cevval fikirleri vardý. Ýþte Arab kavmi böyle bir vaziyette iken ve zihinleri de bahar çiçekleri gibi yeni yeni açýlmaya baþlarken, birdenbire Kur'an-ý Azîmüþþan yüksek belâgatýyla, hârika fesahatýyla mele-i a'ladan yeryüzüne indi. Arablarýn medar-ý iftiharlarý ve timsal-i belâgatlarý olan ve bilhassa Kâbe duvarýnda teþhir edilmek üzere altun suyu ile yazýlmýþ "Muallakat-ý Seb'a" ünvanýyla anýlan en meþhur ediblerin en belîð ve en fasih eserlerini iftihar listesinden sildirtti. Maahaza Hazret-i Muhammed (A.S.M.), Kur'anla muarazaya ve Kur'ana bir nazîre yapýlmasýna onlarý þiddetle davet etmekten geri durmuyordu, damarlarýna dokunduruyordu, techil ve terzil ediyordu. O Hazretin yaptýðý böyle þiddetli hücumlara karþý, o ümera-i belâgat ve hükkâm-ý fesahat ünvanýyla anýlan Arab edibleri, bir kelime ile dahi mukabelede bulunamadýlar. Halbuki kibir ve azametleri, enaniyetleri ve göklere kadar çýkan gururlarý iktizasýnca, gece-gündüz çalýþýp Kur'ana bir nazîre yapmalý idiler ki, âleme karþý rezil ü rüsva olmasýnlar. Demek bu mes'elenin uhdesinden gelemediklerinden, yani Kur'anýn bir benzerini yapmaktan âciz kaldýklarýndan, sükûta mecbur olmuþlardýr. Ýþte onlarýn bu ýztýrarî sükûtlarý aczlerini meydana çýkardý. Ve bunlarýn aczlerinden de, i'caz-ý Kur'anýn güneþi tulû etmiþtir. Ýkinci Tarîk: Kelâmlarýn hasiyetlerini, kýymetlerini, meziyetlerini bilip altunlarýný bakýrýndan tefrik eden bütün ehl-i tahkikten, tedkikten, tenkidden, dost ve düþmanlar tarafýndan Kur'an-ý Kerim sure sure, âyet âyet, kelime kelime mihenk taþýna vurularak, altundan maada bir bakýr eseri görülmemiþtir. Bu aðýr imtihandan sonra, Kur'an-ý Azîmüþþan'ýn ihtiva ettiði mezâyâ, letaif, hakaikin hiçbir beþer kelâmýnda bulunmadýðýna þehadet etmiþlerdir. Onlarýn sýdk-ý þehadetleri þöylece isbat edilebilir: Kur'anýn insan âleminde yaptýðý büyük inkýlâb ve tebeddül; ve þark ve garbý içine alan tesis ettiði din, diyanet; ve zamanýn geçmesiyle gençlik ve þebabiyetini ve tekerrür ettikçe halâvetini muhafaza etmesi gibi hârika halleri, اِنْ هُوَ اِلاَّ وَحْىٌ يُوحَى âyetini okuyup ilân ediyorlar. Üçüncü Tarîk: Belâgat imamlarýndan meþhur Câhýz'ýn tahkikatýna göre: Arab edib ve belîðlerinin Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn dâvâsýný kalem ile ibtal etmeye, tarife gelmez derecede ihtiyaçlarý vardý. Ve o Hazrete karþý olan kin, adavet ve inadlarýyla beraber; sh: » (Ý: 123) en kolay, en yakýn, en selim olan kalem ve yazý ile muarazayý terk ve en uzun, en müþkil, en tehlikeli ve þüpheli seyf ve harb ile mukabeleye mecburen iltica ettiler. Suret-i kat'iyyede bundan anlaþýldý ki, Kur'anýn benzerini yapmaktan âciz kalmýþlardýr. Zira her iki yolun arasýndaki farký bilmeyenlerden deðildiler. Binaenaleyh birinci yol ibtal-i dava için daha müsaid iken onu terkedip, hem mallarý, hem canlarý tehlikeye atan baþka bir yola sülûk eden ya sefihtir -halbuki müslüman olduktan sonra siyaset-i âlemi eline alanlara sefih denilemez- veya birinci yola sülûktan kendilerini âciz görmüþlerdir. Onun için kalem yerine seyfe müracaat etmiþlerdir. S- Kur'ana bir nazîre yapmak mümkinattan imiþ, fakat nasýlsa yapýlmamýþtýr? C- Mümkinattan olmuþ olsaydý, damarlarýna dokundurulanlar, behemehal muarazayý arzu ederlerdi. Ve muaraza arzusunda bulunmuþ olsaydýlar, muaraza yapacaklardý. Çünkü ibtal-i dava için muarazaya ihtiyaçlarý pek þedid idi. Muaraza etmiþ olsaydýlar, gizli kalmazdý, tezahür ederdi. Çünkü tezahürüne raðbet çok olduðu gibi, esbab dahi çok idi. Tezahür etseydi, âlemde þöhret bulurdu. Þöhret bulmuþ olsaydý, Müseylime'nin hezeyanlarý gibi behemehal tarihte bulunacaktý. Madem ki tarihte bulunmamýþtýr, demek yapýlmamýþtýr. Madem yapýlmamýþtýr, demek Kur'an mu'cizedir. S- Müseylime füseha-i Arabdan olduðu halde, sözleri ne için âleme maskara olmuþtur? C- Çünkü onun sözleri, bin derece fevkinde bulunan sözlere karþý mukabeleye çýktýðýndan çirkin ve gülünç olmuþtur. Evet güzel bir adam, Hazret-i Yusuf (A.S.) ile beraber güzellik imtihanýna girerse, elbette çirkin ve gülünç olur. S- Kur'an-ý Kerim hakkýnda þek ve þüpheleri olanlar, Kur'anýn bazý terkib ve kelimeleri güya Nahiv ilminin kaidelerine muhalefet etmiþ gibi þüphe îka' etmiþlerdir? C- Bu gibi heriflerin, Ýlm-i Nahvin kaidelerinden haberleri yoktur. Sekkakî'nin dediði gibi; efsah-ý füseha olan Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, Kur'an-ý Kerim'i uzun uzun zamanlarda tekrar tekrar okuduðu halde o hatalarýn farkýnda olmamýþ da bu cahil herifler mi farkýnda olmuþlardýr? Bu, hangi akla girer ve hangi kafaya sýðar? Sekkakî "Miftah"ýnýn sonunda, bu gibi cahilleri iyi taþlamýþtýr. Evet bir þâirin dediði gibi, لَوْكُلُّ كَلْبٍ عَوَى اَلْقَمْتَهُ حَجَرًا * لَمْ يَبْقَ فِى هذِهِ الْكُرَةِ اَحْجَارُ sh: » (Ý: 124) her üren kelbin aðzýna bir taþ atacak olsan dünyada taþ kalmaz. Bu âyeti mâkabliyle rabteden ikinci vecih ise: Evvelki âyet vaktâ ki ibadeti emretti, sanki ibadetin keyfiyeti nasýldýr diye sâmiin zihnine bir sual geldi, "Kur'anýn talim ettiði gibi" diye cevab verildi. Tekrar, Kur'anýn Allah'ýn kelâmý olduðunu nasýl bileceðiz diye ikinci bir suale daha kapý açýldý. Bu suale cevaben وَاِنْ كُنْتُمْ فِى رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا ilh.. âyetiyle cevab verildi. Demek her iki âyetin arasýndaki cihet-i irtibat, bir sual-cevab ve bir alýþ veriþdir. Arkadaþ! Bu âyetin ihtiva ettiði cümlelerin arasýna girelim, bakalým, aralarýnda ne gibi münasebetler vardýr? Evet وَاِنْ كُنْتُمْ فِى رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا cümlesi, mukadder bir suale cevabdýr. Çünkü Kur'an, evvelki âyette ibadeti emrettiði vakit, "Acaba ibadete olan bu emrin Allah'ýn emri olup olmadýðýný nasýl anlayacaðýz ki imtisal edelim?" diye bir sual sâmiin hatýrýna geldi. Bu suale cevaben denildi ki: "Eðer Kur'anýn ve dolayýsýyla bu emrin Allah'ýn emri olduðunda þübheniz varsa, kendinizi tecrübe ediniz ve þübhenizi izale ediniz." Ve eyzan, vaktâ ki Kur'an, surenin evvelinde لاَ رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِلْمُتَّقِينَ cümlesiyle kendisini sena etti, sonra mü'minlerin medhine, sonra kâfir ve münafýklarýn zemmine intikal etti, sonra ibadet ve tevhidi emrettikten sonra surenin baþýna dönerek لاَ رَيْبَ فِيهِ cümlesini te'kiden وَاِنْ كُنْتُمْ فِى رَيْبٍ ilââhir cümlesini zikretti. Yani "Kur'an, þek ve þüphelere mahal deðildir. Sizin þüpheleriniz, ancak kalblerinizin hastalýðýndan ve tabiatýnýzýn sekametinden neþ'et ediyor." Evet gözleri hasta olan, güneþin ziyasýný inkâr eder; aðzý acý olan, tatlý suya acý der. فَاْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ : Yani "Kur'anýn mislinden bir sure getiriniz." Arkadaþ! Bu cümleyi وَاِنْ كُنْتُمْ فِى رَيْبٍ cümlesiyle baðlayan اِنْ sh: » (Ý: 125) edat-ý þarttýr. Þart edatlarý daima -hararetle ateþ gibi- biri sebeb, diðeri müsebbeb iki cümleye dâhil olurlar. Ýlm-i Nahivce birisine fil-üþ þart, ikincisine ceza-üþ þart denir. Bu iki cümle arasýnda, hararetle ateþ arasýnda olduðu gibi, "lüzum" lâzýmdýr. Halbuki bu iki cümle arasýnda lüzum görünmüyor. Binaenaleyh âyetin ihtisarý dolayýsýyla, ortadan kaldýrýlan cümlelere müracaat lâzýmdýr. Mukadder cümleler ise, تَشَبَّثُوا, وَجَبَ التَّشَبُّثُ, تَعَلَّمُوا, جَرِّبُوا emirleridir. Bunlar sýra ile, ikincisi birincisine lâzýmdýr. Yani ityan (delil getirmek), tecrübeye lâzýmdýr; tecrübe taallüme, taallüm vücub-u teþebbüse, vücub-u teþebbüs de teþebbüse, teþebbüs de raybe lâzýmdýr. Demek bu kadar lüzumlarýn takdiri lâzýmdýr ki, "Kur'anýn bir mislini getiriniz" ile "Kur'anda þübheniz varsa" arasýnda lüzum tezahür edebilsin. وَادْعُوا شُهَدَاءَكُمْ مِنْ دُونِ اللّهِ : Bu cümlenin, üç vecihle mâkabliyle irtibatý vardýr. Birinci Vecih: "Kur'ana muaraza etmekten zâhir olan aczimiz, bütün insanlarýn aczini istilzam etmez. Biz yapamadýk amma baþkalar yapabilirler" diye zihinlerine gelen vesveseyi def'etmek için, Kur'an-ý Kerim bu âyetin lisanýyla; büyüklerinizi, reislerinizi de çaðýrýnýz, size yardým etsinler diye onlarý ilzam etmiþtir. Ýkinci Vecih: "Eðer biz muaraza teþebbüsünde bulunsak bizi destekleyen, müdafaa eden yoktur" diye ileri sürdükleri zumlarýný da reddetmiþtir ki; herhangi bir meslek olursa olsun, mutaassýblarý çoktur. Muaraza ettiðiniz takdirde, sizi müdafaa eden çok olur, diye onlarý iskât etmiþtir. Üçüncü Vecih: Kur'an-ý Kerim sanki onlara istihzaen diyor ki: "Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, bütün insanlara nübüvvetini tasdik ettirmek için Allah'ýndan yardým istedi. Allah'ý da, Kur'anýna sikke-i i'cazý basarak pek çok insanlara tasdik ettirdi. Sizin âlihelerinizden bir faideniz varsa, siz de onlarý çaðýrýnýz; size yardým etsinler." فَاِنْ لَمْ تَفْعَلُوا : Yani "Tecrübeden sonra bakýnýz. Muarazaya kadir olmadýðýnýz takdirde, acziniz zâhir olur ve muarazayý da yapmýþ olmazsýnýz." sh: » (Ý: 126) وَلَنْ تَفْعَلُوا : Yani: "Mâzide yapamadýðýnýz gibi, bundan sonra da kat'iyetle yapamayacaksýnýz." Binaenaleyh "Bizim mâzide yapamamamýz, istikbalde beþerin yapamamasýný istilzam etmez." diye izhar ettikleri o bahaneyi de, لَنْ تَفْعَلُوا ile defetmiþtir. Ve ayný zamanda üç vecihle i'caza iþaret yapmýþtýr: Birinci Vecih: Gaibden haber vermiþtir. Ve ihbar ettiði gibi de muaraza vâki olmamýþtýr. Bakýnýz milyonlarca arabî kitab vardýr ve bütün müellifler, dost olsun düþman olsun, Kur'anýn üslûbunu taklid etmeye fevkalâde müþtak olduklarý halde, hiç bir müellif, hiçbir kitabýnda Kur'an-ý Kerim'in üslûbunu taklid etmeye muvaffak olamamýþtýr. Sanki Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan, نَوْعٌ مُنْحَصِرٌ فِى الشَّخْصِ yani bir þahýsta inhisar etmiþ bir nevidir. Binaenaleyh Kur'an-ý Kerim ya bütün kitablarýn altýndadýr -bu gülünç bir sözdür- veya bütün kitablarýn fevkinde, fevkalküll bir nâdiredir. Ýkinci Vecih: Böyle büyük bir dâvâda ve müþkil bir makamda, onlarýn asablarýný tahrik, izzet-i nefislerini kýrmak suretiyle "yapamayacaksýnýz" diye kat'iyetle verdiði hüküm; onun emin, mutmain, i'timadlý olduðuna bir delildir. Üçüncü Vecih: Sanki Kur'an-ý Kerim diyor ki: "Sizler fesahatýn ümerasý ve herkesten ziyade fesahata muhtaç olduðunuz halde, muarazaya kadir olamadýnýz. Beþer de Kur'anýn muarazasýna kadir olamaz." Ve keza Kur'anýn neticesi olan Ýslâmiyete bir nazîrenin yapýlmasýna zaman-ý mazi kadir olmadýðý gibi, istikbal zamaný da onun mislinden âciz kalacaðýna bir iþarettir. فَاتَّقُوا النَّارَ الَّتِى وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ اُعِدَّتْ لِلْكَافِرِينَ yani: "Kâfirlere hazýrlanan bir ateþten sakýnýnýz ki; odunu, insanlar ile taþlardýr." فَاتَّقُوا cümlesi اِنْ لَمْ تَفْعَلُوا cümlesine ceza-üþ þart olduðu cihetle, aralarýnda lüzumun bulunmasý lâzýmdýr. Halbuki muarazanýn yapýlmamasý, ateþten sakýnmayý istilzam etmez. Binaenaleyh ihtisar sh: » (Ý: 127) için ortadan kaldýrýlan cümlelere müracaat etmekle, bu lüzumu arayýp bulacaðýz. Þöyle ki: 1- Muarazanýn yapýlmamasýndan, Kur'anýn i'cazý lâzýmgelir. 2- Kur'anýn i'cazýndan, Allah'ýn kelâmý olduðu lâzýmgelir. 3- Allah'ýn kelâmý olduðundan, emirlerine imtisâl lâzýmgelir. 4- Emirlerine imtisalden, ibadetin yapýlmasý lâzýmgelir. 5- Ýbadetin yapýlmasý, ateþe girmemeðe vesiledir. Ýþte bu cümlelerin arasýnda bulunan lüzumlarýn silsilesinden, فَاتَّقُوا ile اِنْ لَمْ تَفْعَلُوا arasýndaki o gizli lüzum tezahür eder. Ve bu yapýlan îcaz ve ihtisardan, i'cazýn bir þuaý meydana gelir. اَلَّتِى وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ : Kur'an-ý Kerim, onlarý فَاتَّقُوا النَّارَ cümlesi ile tehdid ettikten sonra, نَارْ kelimesinin bu cümle ile vasýflandýrýlmasýyla da o tehdidi te'kid ve teþdid etmiþtir. Zira, odunu insanlar ile taþlar olan bir ateþin heybeti, dehþeti ve havfý daha þediddir. Ve keza bu cümle ile sanemlere ibadet yapanlarý zecr ve men'etmeye iþaret yapýlmýþtýr. Þöyle ki: "Ey insanlar! Allah'ýn emirlerine imtisal etmeyip, bilhassa taþlara ve camid þeylere ibadet yaparsanýz, muhakkak biliniz ki, tapanlar ile taptýklarý þeyleri yiyip yutacak bir ateþe gireceksiniz." اُعِدَّتْ لِلْكَافِرِينَ : Bu cümle, فَاتَّقُوا ile اِنْ لَمْ تَفْعَلُوا cümleleri arasýndaki lüzumu izah eder ve kararlaþtýrýr. Yani, þu ateþ azabý, Kur'ana imtisal etmeyen kâfirlere hazýrlanmýþtýr. Hem bu ateþ, tufan vesair musîbetler gibi iyi-kötü bütün insanlara þamil musîbetlerden deðildir. Ancak bu musîbeti celbeden, küfürdür. Bu beladan kurtuluþ çaresi, ancak Kur'an-ý Kerim'e imtisaldir. Mazi sîgasýyla zikredilen اُعِدَّتْ kelimesi, Cehennem'in el'an mahluk ve mevcud olup, ehl-i i'tizal'in bilâhare vücuda geleceðine zehablarý gibi olmadýðýna iþarettir. sh: » (Ý: 128) Ey arkadaþ! Ateþ unsuru, kâinatýn bütün kýsýmlarýný istilâ etmiþ pek büyük bir unsurdur. Bir damar gibi kâinatýn yaratýlýþýndan baþlayarak her tarafa dal-budak salýp gelen þu þecere-i nâriyeye nazar-ý hikmetle dikkat edilirse, bu þecerenin baþýnda yani sonunda büyük bir meyvenin bulunduðu anlaþýlýr. Evet topraðýn içinde büyük ve uzun bir damarý gören adam, o damarýn baþýnda kavun gibi bir meyvenin bulunduðunu zannetmesi gibi, âlemin her tarafýnda damarlarý bulunan þu þecere-i nâriyenin de Cehennem gibi bir meyvesinin bulunduðuna bilhads yani sür'at-i intikal ile hükmedebilir. S- Cehennem þimdi mevcud olduðu takdirde, yeri nerededir? C- Biz Ehl-i Sünnet Velcemaat el'an Cehennem'in vücuduna itikad ediyoruz, amma yerini tayin edemiyoruz. S- Bazý Hadîslerin zâhirine göre, Cehennem taht-el Arzdýr; yani yerin altýndadýr. Ve keza bir Hadîse nazaran, Cehennem ateþinin dünya ateþinden iki yüz derece fazla harareti vardýr. Bu noktalarýn izahý?.. C- Kürenin tahtý, merkezinden ibarettir. Buna binaen Arzýn tahtý, merkezidir. Nazariyat-ý hikemiyece sabit olduðu vecihle, Arzýn merkezinde, harareti iki yüz bin dereceye balið bir ateþ vardýr. Çünkü her otuzüç zira' derinliðinde, tahminen bir derece hararet artar. Buna binaen merkeze kadar ikiyüz bin dereceli bir hararet meydana gelir. Ýþte bu nazariyeye, mezkûr hadîsin meali mutabýk gelir. Buna binaen Küre-i Arz'ýn merkezinde bulunan ikiyüz bin derece hararetli bir ateþ, Cehennem'e bir çekirdek hükmünde olup, kýyamette kabuðu hükmünde bulunan tabaka-i türabiyeyi çatlatýp, bütün dehþetiyle çýkar, tevessü etmeye baþlar ve tam techizatýyla Cehennem meydana gelir, denilebilir. Ve keza bir hadîse nazaran, "Zemherir" namýnda, bürudet ile yakan bir ateþ vardýr. Bu hadîs de, o nazariyeye mutabýktýr. Zira merkez-i Arzdan sathýna kadar derece derece artan veya tenakus eden ateþ, zemherir de dâhil olmak üzere ateþin bütün mertebelerine þâmildir. Hikmet-i tabiiyede takarrur ettiði gibi, ateþ bazan öyle bir dereceye gelir ki, yakýnýnda bulunan þeylerden hararetleri tamamen celb ve cezb etmekle, onlarý bürudet ile yakar ve suyu incimad ettirir. S- Mezkûr Hadîse göre; Cehennem Arzýn merkezindedir. Halbuki Arz, Cehennem'e nisbeten bir yumurta kadardýr. O kocaman Cehennem, Arzýn karnýnda nasýl yerleþir? C- Evet âlem-i mülk yani âlem-i þehadet, yani bu görmekte olduðumuz âleme göre, Cehennem Arzýn içindedir diye, Cehennem'i küçük gösteriyoruz. Amma âlem-i âhirete nazaran, Cehennem öyle azamet peyda sh: » (Ý: 129) eder ki, binlerce Arzlarý içine alýr, doymaz. Bu âlem-i þehadet, bir perde gibi onun tevessüüne mani olmuþtur. Binaenaleyh Arz'ýn içindeki Cehennem'den maksad, Cehennem'in kalbi ve Cehennem'in çekirdeðidir. Ve keza Cehennem'in Arzýn altýnda bulunmasý, Arzýn karnýnda veya Arz ile muttasýl, yapýþýk olmasýný istilzam etmez. Zira þems, kamer, yýldýz, Arz gibi küreler, hep þecere-i hilkatýn meyveleridir. Malûmdur ki, meyvenin altý, bütün dallarýn aralarýna þümulü vardýr. Binaenaleyh Allah'ýn mülkü pek geniþtir. Þecere-i hilkatin dallarý da, her tarafa uzanýp gitmiþtir; Cehennem nereye giderse yeri vardýr. Ve keza bir hadîse göre Cehennem matvîdir, yani bükülmüþtür, yani tam açýk deðildir. Demek Cehennem'in bir yumurta gibi Arzýn merkezinde mevcud ve bilâhare tezahür edeceði mümkinâttandýr. Ýhtar: Cehennem'in þimdi mevcud olmadýðýna Mu'tezileleri sevkeden bu Hadîs olsa gerektir. Arkadaþ! Bu âyetin cümlelerini yoklayalým, bakalým; o zarflar nasýl sadeflerdir, içlerinde ne gibi cevherler vardýr: Evet وَاِنْ كُنْتُمْ فِى رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلَى عَبْدِنَا cümlesinin baþýndaki (و) harf-i atftýr. Malûm ya, birþeyin diðer birþeye atfý, aralarýnda bir münasebetin bulunmasýna mütevakkýftýr. Halbuki اِنْ كُنْتُمْ فِى رَيْبٍ ile يَا اَيُّهَا النّاسُ اعْبُدُوا cümleleri arasýnda münasebet görünmüyor, bunlarýn aralarýndaki münasebet, ancak iki sual ve cevabýn takdiriyle tezahür eder. Þöyle ki: Evvelki âyette ibadete emredildiðinde, "Ýbadet nasýldýr?" diye vârid olan suale cevaben: "Kur'anýn talim ettiði gibi" denildi. "Kur'an Allah'ýn kelâmý mýdýr?" diye edilen ikinci suale cevaben وَاِنْ كُنْتُمْ فِى رَيْبٍ ilââhir, denildi. Ýþte her iki cümle arasýnda bu suretle münasebet tezahür eder ve harf-i atfýn da muktezasý yerine gelir. S- اِنْ þek ve tereddüdü ifade eder. اِذَا ise, cezm ve kat'iyete delâlet eder. Onlarýn þek ve rayblarý, Kur'an hakkýnda kat'îdir. Binaenaleyh sh: » (Ý: 130) makamýn iktizasý hilafýna اِنْ kelimesinin اِذَا kelimesine tercihan zikrinde ne gibi bir iþaret vardýr? C- Evet onlarýn þek ve rayblarýný izale edecek esbabýn zuhurundan dolayý, o gibi þübhelerin vücuduna kat'iyetle hükmedilemiyeceðine, ancak o þeklerin vücuduna yine þek ve þübhe ile hükmedilebileceðine iþarettir. Ýhtar: اِنْ kelimesinin ifade ettiði þek ve tereddüd, üslûbun iktizasýna göredir. Hâþâ mütekellime ait deðildir. اِنْ كُنْتُمْ فِى رَيْبٍ ile اِنِ ارْتَبْتُمْ cümleleri bir mânayý ifade ettikleri ve ikinci cümle, birinci cümleden kýsa olmasý üslûba daha uygun olduðu halde, birinci cümlenin ikinci cümleye tercihan zikri, onlarýn rayblarýnýn menþei; hasta tabiatlarýyla, kötü vücudlarý olduðuna iþarettir. S- Onlar rayblara zarf ve mahal olduklarý halde, onlarý mazruf, raybý onlara zarf göstermek neye binaendir? C- Evet kalblerindeki raybýn zulmeti bütün bedenlerine, kalýblarýna intiþar ve istilâ etmiþ olduðundan, kendilerinin rayb içinde bulunduklarý sanýlmakta olduðuna iþarettir. Nekre olarak رَيْبٍ kelimesinin zikri, ta'mim içindir. Yani hangi raybýnýz varsa, cevab birdir; herbir raybýnýza karþý mahsus bir cevab lâzým deðildir. Hangi çareye baþvurursanýz, alacaðýnýz cevab Kur'anýn i'cazýdýr. Evet bir çeþme baþýnda su içip tatlýlýðýný anlayan bir adam, bütün o çeþmeden teþaub eden arklarý tecrübe etmeye hakký yoktur; zira menbaý birdir. Kezalik, bir surenin muarazasýndan âciz kalan adamýn, bütün Kur'aný tecrübeye hakký yoktur. Çünkü kâtib birdir. مِمَّا daki مِنْ beyaný ifade ettiðinden, فِى شَيْءٍ kelimesinin takdirini ister. Takdir-i kelâm, وَاِنْ كُنْتُمْ فِى رَيْبٍ فِى شَيْءٍ مِمَّا نَزَّلْنَا olsa gerektir. نَزَّلْنَا ta'birinden anlaþýlýr ki; onlarýn þüphelerinin menþei nüzul sýfatý sh: » (Ý: 131) olup, kat'î cevablarý da, isbat-ý nüzuldür. Tedricen, yani âyet âyet, sure sure, hâdiselere göre nüzulü ifade eden tef'il babýndan نَزَّلْنَا kelimesinin, def'aten nüzule delâlet eden if'al babýndan اَنْزَلْنَا kelimesine tercihan zikredilmesi; onlarýn davalarýnda "Ne için Kur'an def'aten nâzil olmamýþtýr?" diye delil getirdiklerine iþarettir. عَبْدِنَا : Abd lâfzýnýn nebî veya Muhammed (A.S.M.) lafýzlarýna cihet-i tercihi; abd tabiri, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn azametine ve ibadetin ulûvv-ü derecesine iþaret olduðu gibi, اُعْبُدُوا emrini te'kiddir ve Resul-i Ekrem hakkýnda vârid olan vehimleri defetmektir ki, o Zât bütün insanlardan ziyade ibadet yapmýþ ve Kur'aný okumuþtur. فَاْتُوا : Bu emir, taciz içindir. Yani emirden maksad, muhatabdan birþey taleb deðildir. Ancak baþlarýna vurmakla muarazaya, tecrübeye davet etmektir ki, aczleri meydana çýksýn. بِسُورَةٍ ilââhir... Bu tabirden anlaþýlýr ki; onlarýn ilzamlarý, acizleri son hadde balið olmuþtur. Zira dokuz dereceye balið olan tahaddinin, yani muarazaya davet etmenin tâbirleri, tabakalarý vardýr. 1- Yüksek nazmýyla, ihbârât-ý gaybiyesiyle, ihtiva ettiði ulûmu ve âlî hakaikýyla beraber tam bir Kur'ânýn mislini, ümmî bir þahýstan getiriniz. 2- Eðer böylece mislini getirmek takatinizin fevkinde ise, belîð bir nazýmla uydurma þeylerden olsun, getiriniz. 3- Eðer buna da kudretiniz olmazsa, on sure kadar bir mislini yapýnýz. 4- Bu da mümkin olmadý ise, uzun bir surenin mislini yapýnýz. 5- Eðer bu da size kolay deðilse, kýsa bir surenin misli olsun. 6- Eðer ümmî bir þahýstan imkân bulamadý iseniz, âlim ve kâtib bir adamdan olsun. sh: » (Ý: 132) 7- Bu da olmadýðý takdirde, birbirinize yardým etmek suretiyle yapýnýz. 8- Buna da imkân bulunamadýðý takdirde, bütün ins ve cinlerden yardým isteyiniz ve bütün efkârýn neticelerinden istimdad ediniz. Neticeleri, tamamen yanýnýzda bulunan kütüb-ü Arabiyede mevcuddur. Bütün kütüb-ü Arabiye ile Kur'an arasýnda bir mukayese yapýlýrsa, Kur'an mukayeseye gelmez. Çünkü hiçbirine benzemiyor. Öyle ise Kur'an ya hepsinden aþaðýdýr veya hepsinden yukarýdýr. Birinci ihtimal bâtýl ve muhaldir. Öyle ise hepsinden yukarý, fevk-al küll bir kitabdýr. Onüç asýrdan beri misli vücuda gelmemiþtir, bundan sonra da vücuda gelemeyecektir vesselâm. 9- "Bizim þâhidlerimiz yoktur. Eðer muarazaya giriþsek, bizi destekleyecek kimse yoktur." diye gösterdikleri o bahaneyi de def'etmek için, "Þühedanýza da müsaade edilmiþtir. Onlarý da çaðýrýn, size yardým etsinler." Ýþte bu tabakalara dikkat edilirse, muarazanýn þu mertebelerine iþareten, Kur'an-ý Kerim'in yaptýðý îcaz ile gösterdiði i'caza bir þua görünür. Arkadaþ! Kur'an-ý Kerim'den en kýsa bir sureye muaraza etmekten beþerin aczi, mezkûr izahat ile sabit oldu. Amma i'cazýn limmiyet ciheti kaldý. Yani beþerin aczini intac eden illet ve sebeb nedir? Evet Kur'an ile muaraza ve mübarezeye çýkan insanlarýn kuvveti Cenab-ý Hak tarafýndan körleþtirilerek, muarazayý yapabilecek kabiliyetten sukut ettirilmiþtir. Fakat Abdülkahir-i Cürcânî, Zemahþerî, Sekkakî gibi belâgat imamlarýnca beþerin kuvveti Kur'anýn yüksek üslûb ve nazmýna yetiþemediðinden, aczi tezahür etmiþtir. Bir de Sekkakî demiþtir ki: "Ý'caz zevkîdir, tarif ve tabir edilemez. مَنْ لَمْ يَذُقْ لَمْ يَدْرِ Yani, fikri ile i'cazý zevketmiyen, tarif ile vâkýf olamaz.. bal gibidir." Lâkin Abdülkahir'in iltizam ettiði veche göre, i'cazý tarif ve tabir etmek mümkündür. Biz de bu vechi kabul ediyoruz. S- "Taife", "necm" "nevbet" kelimeleri, "sure" kelimesinin vazifesini ifa edebilirler. "Sure" kelimesinin onlara tercihan zikrinde ne vardýr? C- Onlarý, þüphelerinin menþei ile ilzam ve boðmaktýr. Þöyle ki: Onlarý þübheye düþürten, güya Kur'anýn def'aten nâzil olmamasýdýr. Demek Kur'an def'aten nâzil olmuþ olsaydý, Allah'ýn kelâmý olduðunda þübheleri olmazdý. Lâkin parça parça nâzil olduðundan, þübhelerine sh: » (Ý: 133) bâis olmuþtur ki; "Bu beþerin kelâmýdýr, parça parça yapýlýþý kolaydýr, biz de yapabiliriz." diye þüpheye düþtüler. Kur'an-ý Kerim de onlarýn kolay zannettikleri yolu, بِسُورَةٍ tabiriyle ihtar ve "Haydi mislini getiriniz de, sizin kolay zannettiðiniz parça parça þeklinde olsun" diye, onlarý kolay addettikleri yolda boðmuþtur. Ve keza Zemahþerî'nin beyaný vechiyle, Kur'an-ý Kerim'in surelere taksim edilmiþ bir þekilde nâzil olmasýnda çok faideler vardýr. Evet, çok garib letaifi hâvi olduðu için, þu üslûb-u garib ihtiyar edilmiþtir. مِنْ مِثْلِهِ deki zamir ya Kur'ana raci'dir, yani "Kur'anýn mislini getiriniz" veya Hazret-i Muhammed'e (A.S.M.) aittir. Yani bir sureyi O Zât'ýn (A.S.M.) misli olan ümmî bir þahýstan getiriniz. Lâkin birinci ihtimale göre ibarenin hakký مِثْلِ سُورَةٍ مِنْهُ iken, iktizanýn hilafýna بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ denilmiþtir. Bunun esbabý: Çünkü birinci ihtimalde, ikinci ihtimalin de mülâhazasý ve riayeti lâzýmdýr. Zira yalnýz Kur'anýn mislini getirmekle mes'ele bitmiþ olmuyor. Ancak ümmî bir þahýstan getirilmesi lâzýmdýr ve muarazanýn tamamiyetine þarttýr. Ýþte bunun için hem مِنْ مِثْلِهِ deki zamirin Kur'ana râci olmasý lâzýmdýr, hem ibarenin tebdili lâzýmdýr ki, her iki ihtimal mer'î olsun. Ve keza muarazanýn tamamiyeti, yalnýz bir surenin mislini getirmekle olmuyor. Ancak Kur'anýn tamamýna misil olacak bir mecmu'dan, bir kitabdan alýnan bir surenin mislini getirmek þart olduðuna iþarettir. Ve keza nüzulde Kur'anýn emsali olan kütüb-ü semaviyeye zihinleri çevirir ki, aralarýnda yapýlacak müvazene ile Kur'anýn ulviyeti anlaþýlsýn. وَادْعُوا Bu tâbirin "istiane" veya "istimdad" kelimelerine cihet-i tercihi, "davet" kelimesinin kullanýþ yerlerinden anlaþýldýðý vechile; onlarý belâlardan, zahmetlerden kurtarýp yardým edenler hazýr bulunup, yalnýz çaðýrmalarý lâzýmdýr, fazla bir zahmete ihtiyaç olmadýðýna iþarettir. "Ýstiane ve istimdat" kelimeleri ise yardýmcýlarýn hazýr bulunduklarýna delalet etmezler. sh: » (Ý: 134) شُهَدَاءَ Bu tabir, üç mânaya tatbik edilebilir: Birincisi: Büyük ediblerdir. Bu manaya göre, onlarýn muaraza mânasýnda "Bizim kuvvetimiz muarazaya kâfi deðilse de, büyük edib ve hocalarýmýzýn muarazaya kudretleri vardýr" diye söyledikleri yalaný da, Kur'an-ý Kerim, وَادْعُوا emriyle kesip atmýþtýr. Ýkincisi: Muarazayý destekleyip þehadet edenlerdir. Bu ihtimale nazaran, onlarýn "Biz muarazaya giriþsek; bizi destekliyen, þehadet eden yoktur" diye gösterdikleri bahaneyi de Kur'an-ý Kerim, müsaade vermek suretiyle "Haydi þahidlerinizi de çaðýrýnýz, sizi takviye etsinler" diye o bahaneyi de yalana çýkartmýþtýr. Üçüncüsü: Âlihe manasýnadýr. Bu manaya nazaran, sanki Kur'an-ý Kerim onlara karþý "Yahu bu kadar taptýðýnýz ilâhlarýnýz varken, böyle dar ve sýkýntýlý bir vaktinizde ne için onlardan yardým istemiyorsunuz? Onlarý çaðýrýnýz ki, bu muaraza belâsýndan sizi kurtarsýnlar." diye bu cümle ile onlara tehekküm etmiþ, yüzlerine gülmüþtür. شُهَدَاءَكُمْ : Ýhtisasý ifade eden þu izafe, شُهَدَاءَ kelimesinin her üç manasýna da bakar. Þöyle ki: 1- Madem ki büyük edib ve hocalarýnýz vardýr, tabiî aranýzda irtibat, hürmet ve muhabbet vardýr; ve yanýnýzda hazýr olup, gaib de deðillerdir. Eðer onlarýn bu dehþetli muarazaya kudretleri olsaydý, herhalde yardým edeceklerdi. Demek onlar da sizler gibi âcizdirler, kusurlarýna bakmayýnýz. 2- Muarazada sizleri destekleyecek, þehadet edecek her kim olursa olsun kabul ederiz, çaðýrýnýz. Amma onlar böyle bedîh-ül butlan bir dâvada yalan þehadete cesaret edemezler. 3- Ma'bud ittihaz ettiðiniz âliheleriniz nasýl size yardým etmiyorlar? Onlarý da çaðýrýnýz bakalým. Fakat onlarda can yok, þuurlarý da olmadýðý gibi, hiçbir þey'e de kadir deðillerdir. Onlarý da mâzur görünüz. مِنْ دُونِ اللّهِ Yani: Allah'tan maada. Bu kayýd, þühedanýn birinci manasýna göre ta'mimi ifade eder. Yani: "Allah'tan maada, dünyada ne sh: » (Ý: 135) kadar erbab-ý fesahat varsa çaðýrýnýz." Þühedanýn ikinci mânasýna nazaran, aczlerine iþarettir. Çünkü bir mes'elede âciz ve maðlub olan, yemin eder, þahidleri gösterir. Bu, âcizler için bir usûldür. Þühedanýn üçüncü manasýna göre, onlarýn Resul-ü Ekrem ile muarazalarý, âdeta þirk ile tevhid veya cemadat ile Hâlýk-ý Arz ve Semavat arasýnda bir muaraza olduðuna iþarettir. اِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ : Bu cümle, "Biz istersek Kur'anýn mislini yaparýz" diye evvelce sarfettikleri sözlerine iþarettir. Ve keza onlarýn yalancý olduklarýna bir ta'rizdir. Yani: Sýdk erbabý deðilsiniz, ancak safsatacý adamlarsýnýz. Evet siz hakký taleb ederken rayb, þübhe kuyusuna düþmediniz; ancak rayb, þek ve þübhelere koþarken içine düþmüþ kafasýz adamlarsýnýz. Ýhtar: اِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ cümlesinin ceza-üþ þartý, mâkablinin hülâsasýdýr. Takdir-i kelâm: اِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ تَفْعَلُوا Yani: "Sözünüzde sâdýk olsaydýnýz, yapacaktýnýz." فَاِنْ لَمْ تَفْعَلُوا وَلَنْ تَفْعَلُوا فَاتَّقُوا النَّارَ Arkadaþ! اِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ تَفْعَلُوا cümlesi, onlarýn aleyhine bir kýyas-ý istisnaîyi tazammun etmiþtir. O kýyasýn suret-i teþekkülü: "Eðer sâdýk olsaydýnýz yapacaktýnýz; lâkin yapamadýnýz, öyle ise sâdýk deðilsiniz." Fakat Kur'an-ý Kerim, mukaddeme-i istisnaiye yerinde, yani "Lâkin yapamadýðýnýz"a bedel, فَاِنْ لَمْ تَفْعَلُوا ilââhir cümlesini, þekki ifade eden اِنْ ile söylemiþtir. Bunun esbabý ise, onlarýn "yapacaðýz" diye ettikleri zanný bir derece okþamak içindir. Ve keza o kýyasýn neticesi olan "sâdýk deðilsiniz" yerine de, o neticenin üçüncü derecede lâzýmýnýn illeti olan فَاتَّقُوا النَّارَ söylemiþtir. Takdir-i kelâm: "Eðer sâdýk olsaydýnýz yapacakdýnýz, lâkin yapamadýnýz. Öyle ise sâdýk sh: » (Ý: 136) deðilsiniz. Öyle ise hasmýnýz olan Resul-ü Ekrem sâdýktýr. Öyle ise Kur'an, mu'cizdir. Öyle ise îman ve tasdikiniz lâzýmdýr ki, ateþe düþmeyesiniz." فَاتَّقُوا النَّارَ Bu emr-i Ýlahî, onlara yapýlan tehdidleri dehþetlendiriyor. اِنْ لَمْ تَفْعَلُوا cümlesindeki تَفْعَلُوا kelimesi, fil-i muzâridir. Bu fil, zaman-ý hal ile istikbal arasýnda müþterektir. Huruf-u þartiyeden olan اِنْ zaman-ý hâlden istikbal daðlarýna atýyor. Huruf-u câzimeden olan لَمْ istikbalden mâzi derelerine fýrlatýyor. Zavallý تَفْعَلُوا her iki edatýn ellerinde top gibi oyuncak olmuþtur. Bu edatlarýn bu vaziyetleri zihinleri hem mâziye, hem istikbale gönderiyor ki; mâziyi süslendiren belîð hitabeleri, altýn ile yazýlan muallâkatlarý, Kur'anýn yakýnýna bile gelemediklerini görsünler. O sahifeyi gördükten sonra, istikbal sahifesini de ona kýyas etsinler. تَفْعَلُوا nun تَاْتُوا kelimesine tercihinde, iki nükte vardýr: Birisi: Kur'anýn i'cazý, onlarýn aczindendir. Aczleri ise, eserden olmayýp fiilden olduðuna iþarettir. Yani aczlerinin menþei; Kur'anýn misli deðildir, o misli yapmaktandýr. Ýkincisi ise: Ýlm-i Sarfda( ف ع ل) bütün fiillerin terazisi olduðu gibi; üslûblarda da uzun hikâyeleri, iþleri, vâkýalarý, kýssalarý bir lâfýz ile ifade eden bir fezlekedir. Sanki kinâye kabîlinden cümleleri tâbir eden bir zamirdir. وَلَنْ تَفْعَلُوا daki لَنْ huruf-u nâsibeden olup, dâhil olduðu fiili istikbale nakleder, müekked veya müebbed olarak istikbalde nefyeder. Demek bu cümlenin kaili, pek büyük bir itmi'nan ve ciddiyet ile, þek ve þübhe etmeyirek bu hükmü vermiþtir. Bundan anlaþýlýr ki, o zâtýn iþlerinde hile yoktur. sh: » (Ý: 137) S- فَاتَّقُوا Ýttika ile tecennüb, ikisi de bir mânâyý ifade ederler. Ýttikanýn tecennübe cihet-i tercihi nedir? C- Evet ittika, îmana tâbidir. Yani ittika, îman olduktan sonra husule gelir. Tecennübde bu tebaiyet yoktur. Binaenaleyh, ittika kelimesi îmaný andýrýr ve ittika lafzýyla, îmana îma ve iþaret edilebilir. Fakat tecennüb kelimesi bu iþi göremez. Bunun içindir ki, اِنْ لَمْ تَفْعَلُوا nun hakikî cezasý olan آمَنُوا nun yerinde تَجَنَّبُوا ya tercihan فَاتَّقُوا ihtiyar ve ikame edilmiþtir. اَلنَّارَ : Nârýn( اَلْ )ile tarifi, nârýn ma'hudiyet ve malûmiyetine iþarettir. Çünkü, Enbiya-i izamdan iþitilmek suretiyle, zihinlerde malûmiyeti takarrur etmiþtir. S- اَلَّتِى esma-i mevsuledendir. "Sýla" dahil olduðu cümlenin evvelce malûm olduðunu iktiza eder. Halbuki sýlasý olan وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ evvelce muhatablara ma'lûm deðilmiþ? C- نَارًا وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ âyeti bu âyetten evvel nâzil olduðuna nazaran muhatablar ondan kesb-i malûmat ettiklerine binaen, burada النَّارَ ile اَلَّتِى arasýnda tavsif muamelesi yapýlmýþtýr. وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ : Bu kayýdlardan maksad, tehdiddir. Tehdidlerin te'kid ve teþdid edildiðine binaen, burada اَلنَّاسُ kelimesiyle te'kid edilmiþtir; حِجَارَة lafzýyla da teþdid ve tevbih edilmiþtir. Þöyle ki: "Menfaat, necat ümidiyle taþtan mâmul ma'bud ittihaz ettiðiniz sanemler, sh: » (Ý: 138) size ta'zib âleti, yani sizi yandýrýp yakan ateþe odun olmuþlardýr. Zavallýlar! Ne için bunu düþünmüyorsunuz?" S- اُعِدَّتْ لِلْكَافِرِينَ Cümlede, makamýn iktizasý hilafýna لَكُمْ yerine لِلْكَافِرِينَ denilmesi neye binaendir? C- Evet, Kur'an-ý Kerim'in ta'kib ettiði usul, ale-l-ekser âyetlerin sonunda küllî kaideleri, fezlekeleri söylediðine göre, Kur'an-ý Kerim onlarýn Cehennemlik olduklarýný isbat eden delilin ikinci mukaddemesine iþaret etmek üzere, ism-i zâhiri zamir yerine, yani لِلْكَافِرِينَ cümlesini لَكُمْ yerine ikame ile ta'mim yapmýþtýr. Takdir-i kelâm: اُعِدَّتْ لَكُمْ ِلاَنَّكُمْ مِنَ الْكَافِرِينَ وَالنَّارُ اُعِدَّتْ لِلْكَافِرِينَ yani: "Siz Cehennemliksiniz. Zira kâfirlerdensiniz. Cehennem de kâfirler içindir." Link zu diesem Kommentar Auf anderen Seiten teilen Mehr Optionen zum Teilen...
Empfohlene Beiträge