EMRE Geschrieben 21. Dezember 2008 Teilen Geschrieben 21. Dezember 2008 Nübüvvet Hakkýnda وَاِنْ كُنْتُمْ فِى رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلَى عَبْدِنَا فَاْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ وَادْعُوا شُهَدَاءَكُمْ مِنْ دُونِ اللّهِ اِنْ كُنتُمْ صَادِقِينَ * فَاِنْ لَمْ تَفْعَلُوا وَلَنْ تَفْعَلُوا فَاتَّقُوا النَّارَ الَّتِى وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ اُعِدَّتْ لِلْكَافِرِينَ Gayet kýsa bir meali: Yani "Abdimiz üzerine inzal ettiðimiz Kur'anda bir þüpheniz varsa, Kur'anýn mislinden bir sûre yapýnýz; hem de Allah'tan baþka, iþlerinizde kendilerine müracaat ettiðiniz þüheda ve muinlerinizi de çaðýrýnýz, yardým etsinler. Eðer sözünüzde sâdýk iseniz hepiniz beraber çalýþýnýz, Kur'anýn mislinden bir sure getiriniz. Eðer bir misil getiremediðiniz takdirde, zaten getiremezsiniz ya, öyle bir ateþten sakýnýnýz ki; odunu, insanlar ile taþlardýr." Mukaddeme Kitabýn evvelinde beyan edildiði gibi, Kur'an-ý Kerim'in takib ettiði esas maksad dörttür. Birinci maksadý olan "Tevhid", evvelki âyetle beyan edilmiþtir. Bu âyetle de, ikinci maksad olan "Nübüvvet" beyan ve izah edilmiþtir. Yalnýz birþey var ki, bu âyet Nübüvvet-i Muhammediye'nin (A.S.M.) isbatý hakkýndadýr; nübüvvet-i mutlaka hakkýnda deðildir. Halbuki maksad, mutlak nübüvvettir. Fakat küllî, cüz'îde dâhildir. Cüz'înin isbatýyla küllî de isbat edilmiþ olur. Bu âyet, Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn nübüvvetini, en büyük mu'cizesi olan i'caz-ý Kur'andan bahisle isbat ediyor. O Zâtin (A.S.M.) nübüvvetine dair delâil, baþka risalelerimizde beyan edilmiþtir. Burada yalnýz bir kýsmýný hülâsaten ''Altý Mes'ele'' zýmnýnda beyan edeceðiz: sh: » (Ý: 106) Birinci Mes'ele: Enbiya-i sâlifînde nübüvvete medar ve esas tutulan noktalar ve onlarýn ümmetleriyle olan muameleleri hakkýnda -yalnýz zaman ve mekânýn tesiriyle bazý hususat müstesna olmak þartýyla- yapýlacak tam bir teftiþ ve kontrol neticesinde, Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'da daha ekmel, daha yükseði bulunmakta olduðu tahakkuk eder. Binaenaleyh nübüvvet mertebesine nâil olanlarýn heyet-i mecmuasý, mu'cizeleriyle vesair ahvalleriyle, lisan-ý hal ve kal ile, nev'-i beþerin sinni kemale geldiðinde Üstad-ül Beþer ünvanýný taþýyan Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn sýdk-ý nübüvvetine ilân-ý þehadet etmiþlerdir. O Hazret de (A.S.M.) bütün mu'cizeleriyle Sâni'in vücud ve vahdetini, nurlu bir bürhan olarak âleme ilân etmiþtir. Ýkinci Mes'ele: O Zâtin (A.S.M.) evvel ve âhir bütün ahval ve harekâtý nazar-ý dikkatten geçirilirse, herbir hareketi, herbir hali harikulâde deðilse de onun sýdkýna delâlet eder. Ezcümle: ''Gar'' mes'elesinde, Ebu Bekir-is Sýddýk ile beraber halâs ve kurtuluþ ümidi tamamýyla kesildiði bir anda, لاَ تَخَفْ اِنَّ اللّهَ مَعَنَا "Korkma, Allah bizimle beraberdir" diye Ebu Bekir-is Sýddýk'a verdiði teselli ve tavk-ý beþerin fevkinde bir ciddiyetle, bir metanetle, bir þecaatle, havfsýz, tereddüdsüz gösterdiði vaziyet; elbette sýdkýna ve nokta-i istinadý olan Hâlýkina itimad ettiðine güneþ gibi bir bürhandýr. Kezalik saadet-i dâreyn için tesis ettiði esaslarda isabet etmiþ olduðu ve izhar ettiði kavaidin, hakikatla muttasýl ve hakkaniyetle yapýþýk olduðu, bütün âlemce mazhar-ý kabul ve tasdik olmuþ ve olmaktadýr. Ýhtar: O Zâtin (A.S.M.) ahval ve harekâtý birer birer, yani tek tek onun sýdk ve hakkaniyetini gösterirse; heyet-i mecmuasý, onun sýdk-ý nübüvvetine öyle bir delil olur ki, þeytanlarý bile tasdike mecbur eder. Üçüncü Mes'ele: O Zâtin (A.S.M.) sýdk-ý nübüvvetini yazýp tasdik eden birkaç sahife vardýr. Þimdi o sahifeleri okuyacaðýz: Birinci Sahife: O Hazretin zâtýdýr. Fakat bu sahifeyi mütalaadan evvel, ''Dört Nükte''ye dikkat lâzýmdýr: Birinci Nükte: لَيْسَ الْكَحْلُ كَالتَّكَحُّلِ Yani: Fýtrî karagözlülük, sun'î (yapma) karagözlülük gibi deðildir. Yani: yapma ve sun'î olan birþey ne kadar güzel ve ne kadar kâmil olursa olsun, fýtrî sh: » (Ý: 107) ve tabiî olan þeylerin mertebesine yetiþemez ve onun yerine kâim olamaz. Herhalde sun'îliðin yanlýþlýklarý, onun ahvalinden, etvarýndan belli olacaktýr. Ýkinci Nükte: Ahlâk-ý âliyeyi ve yüksek huylarý hakikata yapýþtýran ve o ahlâký daima yaþattýran, ciddiyet ile sýdktýr. Eðer sýdk kalkýp araya kizb girerse, rüzgârlara oyuncak olan yapraklar gibi, o adam da insanlara oyuncak olur. Üçüncü Nükte: Mütenasîb olan eþya arasýnda meyl ve cezbe vardýr. Yani, birbirine temayül ederler ve yekdiðerini celbederler. Aralarýnda ittihad olur. Fakat birbirine zýd olan eþyanýn aralarýnda nefret vardýr, çekememezlik olur. Dördüncü Nükte: Cemaatte olan kuvvet, fertte yoktur. Meselâ: Çok iplerin heyet-i mecmuasýnýn teþkil ettiði urgandaki kuvvet, ipler birbirinden ayrý olduðu zaman bulunmaz. Bu nükteler gözönüne getirilmekle o Hazretin sahifesi okunmalýdýr. Evet, o zâtýn bütün âsârý, sîretleri, tarihçe-i hayatý vesair ahvali onun pek büyük, azîm ahlâk sahibi olduðuna þehadet ediyorlar. Hatta düþmanlarý bile onun ahlâkça pek yüksekliðinden dolayý kendisini Muhammed-ül Emin ile lâkablandýrmýþlardýr. Malûmdur ki, bir zâtta içtima eden ahlâk-ý âliyenin imtizacýndan izzet-i nefis, haysiyet, þeref, vakar gibi; hasis, alçak þeylere tenezzül etmeðe müsaade etmeyen yüksek haller husule gelir. Evet, melaike ulüvv-ü þanlarýndan, þeytanlarý reddeder, kabul etmezler. Kezalik bir zâtta içtima eden ahlâk-ý âliye; kizb, hile gibi alçak halleri reddeder. Evet, yalnýz þecaatle iþtihar eden bir zât, kolay kolay yalana tenezzül etmez. Bütün ahlâk-ý âliyeyi cem'eden bir Zât, nasýl yalana ve hileye tenezzül eder; imkâný var mýdýr? Hülâsa: Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm kendi kendine güneþ gibi bir bürhandýr. Ve keza o Zât'ýn (A.S.M.) dört yaþýndan kýrk yaþýna kadar geçirmiþ olduðu gençlik devresinde bir hilesi, bir hýyaneti görülmemiþ ve bir yalaný iþitilmemiþtir. Eðer o Zât'ýn yaradýlýþýnda, tabiatýnda bir fenalýk, bir kötülük hissi ve meyli olmuþ olsaydý; behemehal gençlik saikasýyla dýþarýya verecekti. Halbuki bütün yaþýný, ömrünü kemal-i istikametle, metanetle, iffetle, bir ýttýrad ve intizam üzerine geçirmiþ, düþmanlarý bile hileye iþaret eden bir halini görmemiþlerdir. Ve keza yaþ kýrka balið olduðunda iyi olsun, kötü olsun ve nasýl bir ahlâk olursa olsun rüsuh peyda eder, meleke haline gelir, daha terki mümkün olmaz. Bu Zâtýn tam kýrk yaþýnýn baþýnda iken yaptýðý sh: » (Ý: 108) o inkýlab-ý azîmi, âleme kabul ve tasdik ettiren ve âlemi celb ve cezbettiren, o Zât'ýn (A.S.M.) evvel ve âhir herkesce malûm olan sýdk ve emaneti idi. Demek o Zât'ýn (A.S.M.) sýdk u emaneti, dâvâ-yý nübüvvetine en büyük bir bürhan olmuþtur. Dördüncü Mes'ele: Ýkinci sahifeyi okuyacaðýz. Bu sahife, mazi yani zaman-ý saadetten evvelki zamandýr. Þu sahifenin hâvi olduðu enbiya-i sâlifînin ahvâl ve kýssalarý, o Zât'ýn sýdk-ý nübüvvetine birer bürhandýr. Yalnýz ''Dört Nükte''ye dikkat lâzýmdýr: Birinci Nükte: Ýnsan bir fennin esaslarýný ve o fennin hayatýna taallûk eden noktalarý bilmekle, yerli yerince kullanmasýna vâkýf olduktan sonra davasýný o esaslara bina etmesi, o fende mâhir ve mütehassýs olduðuna delildir. Ýkinci Nükte: Fýtrat-ý beþeriyenin iktizasýndandýr ki; âdi bir insan da olsa, hattâ çocuk da olsa, hattâ küçük bir kavim içinde de bulunsa, pek kýymetsiz bir dava hususunda cumhura muhalefet edip yalan söylemeye cesaret edemez. Acaba pek büyük bir haysiyet sahibi, âlem þümul bir dâvâda, pek inadlý ve kesretli bir kavim içinde, ümmî yâni okur-yazar sýnýfýndan olmadýðý halde, aklýn tek baþýna idrakten âciz olduðu bazý þeylerden bahsedip kemal-i ciddiyetle âleme neþr ve ilân etmesi O'nun sýdkýna delil olduðu gibi, o mes'elenin Allah'tan olduðuna da bir bürhan olmaz mý? Üçüncü Nükte: Ma'lûmdur ki, medenî insanlarca malûm ve me'luf pek çok ilimler, sýfatlar, fiiller vardýr ki, bedevilerce meçhul olur ve o gibi þeylerden haberleri yoktur. Binaenaleyh bilhassa geçmiþ zamanlardaki bedevilerin ahvalinden bahsetmek isteyen bir adam, hayalen o zamanlara, o çöllere gidip onlar ile görüþmelidir. Zira onlarýn ahvalini ezberden, onlarý görmeden muhakeme etmekle istediði malûmatý elde edemez. Dördüncü Nükte: Ümmî bir adam, bir fennin ulemasýyla münakaþaya giriþerek, beyn-el ulema ittifaklý olan mes'eleleri tasdik ve ihtilâflý olanlarý da tashih ederse; o adamýn bu hârika olan hali, onun pek yüksekliðine ve onun ilminin de vehbî olduðuna delâlet etmez mi? Bu dört nükteyi gözönüne getir, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'a bak ki: O Zât herkesçe müsellem ümmîliðiyle beraber, geçmiþ enbiya ile kavimlerinin ahvallerini görmüþ ve müþahede etmiþ gibi Kur'anýn lîsanýyla söylemiþtir. Ve onlarýn ahvalini, sýrlarýný beyan ederek âleme neþr ve ilân etmiþtir. Bilhassa naklettiði onlarýn kýssalarý, bütün zekilerin nazar-ý dikkatini celbeden dâvâ-yý nübüvvetini isbat sh: » (Ý: 109) içindir. Ve naklettiði esaslarý, beyn-el enbiya ittifaklý olan kýsmý tasdik, ihtilâflý olaný da tashih edip dâvasýna mukaddeme yapmýþtýr. Sanki o Zât, vahy-i Ýlahî'nin ma'kesi olan masum ruhuyla zaman ve mekâný tayyederek, o zamanýn en derin derelerine girmiþ ve gördüðü gibi söylemiþtir. Binaenaleyh o Zât'ýn bu hali onun bir mu'cizesi olup nübüvvetine delil olduðu gibi, evvelki enbiyanýn da nübüvvet delilleri manevî bir delil hükmünde olup, o Zât'ýn nübüvvetini isbat eder. Beþinci Mes'ele: Asr-ý saadete ve bilhassa Ceziret-ül Arab mes'elesine dairdir. Bunda da ''Dört Nükte'' vardýr. Birinci Nükte: Âlemce malûmdur ki, az bir kavmin âdetlerinden hâkir, ehemmiyetsiz bir âdeti kaldýrmak veya zelil, miskin bir taifenin cüz'î, zaîf huylarýný ref'etmek; büyük bir hükümdara, uzun bir zamanda bile çok zahmetlere baðlýdýr. Acaba hâkim olmamakla beraber, az bir zamanda, nihayet derecede âdetlerine mutaassýb, inadcý ve kesretli bir kavimde rüsuh ve kuvvet peyda etmiþ olan âdetleri ref' ve kalblerde istikrar peyda eden ve zamanlarca devam ve istimrar eden ahlâklarýný terkettiren; hem yerlerine gayet yüksek âdetleri, güzel ahlâklarý te'sis eden bir Zât, hârikulâde olmaz mý? Ýkinci Nükte: Yine âlemce malûmdur ki, devlet bir þahs-ý manevîdir. -Çocuk gibi- teþekkülü, büyümesi tedricîdir. Ve keza yeni teþekkül eden bir devletin, bir milletin ruhuna kadar nüfuz eden eski bir devlete galebe etmesi yine tedricîdir, zamana mütevakkýftýr. Acaba Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn bütün esasat-ý âliyeyi hâvi olan ve maddî manevî bütün terakkiyat ve medeniyet-i Ýslâmiyenin kapýsýný açan, kýsa bir zamanda def'aten teþkil ettiði bir devletle, dünyanýn bütün devletlerine galebe edip maddî mânevî hâkimiyetini muhafaza ve ibka ettiren, hârikulâdeliði deðil midir? Üçüncü Nükte: Evet, kahr ve cebr ile zâhirî bir hâkimiyet, sathî bir tahakküm, kýsa bir zamanda ibka edilebilir. Fakat; bütün kalblere, fikirlere, ruhlara icra-yý tesir ederek, zâhiren ve bâtýnen beðendirmek þartýyla vicdanlar üzerine hâkimiyetini muhafaza ve ibka etmek, -en büyük harika olmakla- ancak nübüvvetin hassalarýndan olabilir. Dördüncü Nükte: Evet tehdidlerle, korkularla, hilelerle efkâr-ý âmmeyi baþka bir mecraya çevirtmek mümkün olur. Fakat tesiri cüz'îdir, sathîdir, muvakkat olur. Muhakeme-i akliyeyi az bir zamanda kapatabilir. Amma irþadýyla kalblerin derinliklerine kadar nüfuz etmek, hissiyatýn en incelerini heyecana getirmek, istidatlarýn inkiþafýna yol açmak, ahlâk-ý âliyeyi tesis ve alçak huylarý imha ve izale sh: » (Ý: 110) etmek, cevher-i insaniyetten perdeyi kaldýrýp hakikatý teþhir etmek, hürriyet-i kelâma serbestî vermek, ancak þua-i hakikattan muktebes harikûlâde bir mu'cizedir. Evet, Asr-ý Saadetten evvelki zamanlarda kalb katýlýðý ve merhametsizlik öyle bir hadde balið olmuþtu ki, kocaya vermekten âr ederek kýzlarýný diri diri topraða gömerlerdi. Asr-ý Saadette Ýslâmiyet'in doðurduðu merhamet, þefkat, insaniyet sayesinde, evvelce kýzlarýný gömerlerken müteessir olmayanlar, Ýslâmiyet dairesine girdikten sonra karýncaya bile ayak basmaz oldular. Acaba böyle ruhî, kalbî, vicdanî bir inkýlâb hiçbir kanuna tatbik edilebilir mi? Bu nükteleri ceyb-i kalbine soktuktan sonra, bu noktalara da dikkat et: 1- Tarih-i âlemin þehadetiyle sabittir ki; parmakla gösterilen en büyük bir dâhî, ancak umumî bir istidadý ihya ve umumî bir hasleti ikaz ve umumî bir hissi inkiþaf ettirebilir. Eðer böyle bir hissi de ikaz edememiþ ise sa'yi hep heba olur. 2- Tarih bize gösteriyor ki; en büyük bir insan, hamiyet-i milliye, hiss-i uhuvvet, hiss-i muhabbet, hiss-i hürriyet gibi hissiyat-ý umumiyeden bir veya iki veyahut üç hissi ikaz etmeye muvaffak olur. Acaba evvelki zamanlarýn cehalet, þekavet, zulüm, zulmetleri altýnda gizli kalan binlerce hissiyat-ý âliyeyi, Ceziret-ül Arab memleketinde, bedevi ve daðýnýk bir kavim içinde inkiþaf ettirmek hârikulâde deðil midir? Evet þems-i hakikatýn ziyasýndandýr. Bu noktalarý aklýna sokamayanýn, Ceziret-ül Arab'ý biz gözüne sokarýz. Ey muannid! Ceziret-ül Arab'a git, en büyük feylesoflardan yüz taneyi de intihab et, beraber götür. Onlar da orada ahlâkýn ve maneviyatýn inkiþafý hususunda çalýþsýnlar. Muhammed-i Arabî'nin o vahþetler zamanýnda o vahþi bedevilere verdiði cilâyý, senin o feylesoflarýn þu medeniyet ve terakkiyat devrinde yüzde bir nisbetinde verebilirler mi? Çünkü o zâtýn yaptýðý o cilâ; Ýlahî, sabit, lâyetegayyer bir cilâdýr ve onun büyük mu'cizelerinden biridir. Ve keza, bir iþde muvaffakýyet isteyen adam, Allah'ýn âdetlerine karþý safvet ve muvafakatýný muhafaza etsin ve fýtratýn kanunlarýna kesb-i muarefe etsin ve heyet-i içtimaiye rabýtalarýna münasebet peyda etsin. Aksi takdirde fýtrat, adem-i muvafakatla cevab verecektir. Ve keza, heyet-i içtimaiyede, umumî cereyana muhalefet etmemek lâzýmdýr. Muhalefet edildiði takdirde, dolabýn üstünden düþer, altýnda kalýr. Binaenaleyh o cereyanlarda, tevfik-i Ýlahînin müsaadesine mazhariyeti dolayýsýyla, o dolabýn üstünde, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn hak ile mütemessik olduðu sâbit olur. sh: » (Ý: 111) Evet, Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn getirdiði þeriatýn hakaiký, fýtratýn kanunlarýndaki müvazeneyi muhafaza etmiþtir. Ýçtimaiyatýn rabýtalarýna lâzým gelen münasebetleri ihlâl etmemiþtir. Zaman uzadýkça, aralarýnda ittisal peyda olmuþtur. Bundan anlaþýlýr ki; Ýslâmiyet, nev'-i beþer için fýtrî bir dindir ve içtimaiyatý tezelzülden vikaye eden yegâne bir âmildir. Bu Nükteler ile þu Noktalarý nazara al, Muhammed-i Haþimî Aleyhissalâtü Vesselâm'a bak. O zât, ümmîliðiyle beraber, bir kuvvete mâlik deðildi. Ne onun ve ne de ecdadýnýn bir hâkimiyetleri sebkat etmemiþti; bir hâkimiyete, bir saltanata meyilleri yoktu. Böyle bir vaziyette iken mühim bir makamda, tehlikeli bir mevkide, kemal-i vüsuk ve itminan ile büyük bir iþe teþebbüs etti. Bütün efkâr-ý âmmeye galebe çaldý, bütün ruhlara kendisini sevdirdi, bütün tabiatlarýn üstüne çýktý. Kalblerden bütün vahþet âdetlerini, çirkin ahlâklarý kaldýrarak, pek yüksek âdât ve güzel ahlâký tesis etti. Vahþetin çöllerinde sönmüþ olan kalblerdeki kasaveti, ince hissiyatla tebdil ettirdi ve cevher-i insaniyeti izhar etti. Onlarý o vahþet köþelerinden çýkararak, evc-i medeniyete yükseltti ve onlarý o zamana, o âleme muallim yaptý. Ve onlara öyle bir devlet teþkil etti ki, sâhirlerin sihirlerini yutan Asâ-yý Mûsa gibi, baþka zâlim devletleri yuttu ve nev'-i beþeri istilâ eden zulüm, fesad, ihtilâl, þekavet rabýtalarýný yaktý, yýktý ve az bir zamanda, devlet-i Ýslâmiyeyi þarktan garba kadar tevsi' ettirdi. Acaba o Zât'ýn þu macerasý, O'nun mesleði hak ve hakikat olduðuna delâlet etmez mi? Altýncý Mes'ele: Bu mes'ele, istikbal sahifesine bakar. Bu sahifede dahi ''Dört Nükte'' vardýr: Birinci Nükte: Bir insan, ne kadar yüksek olursa olsun, ancak dört-beþ fende mütehassýs ve meleke sahibi olabilir. Ýkinci Nükte: Bazan olur ki, iki adamýn söyledikleri bir söz, bir kelâm mütefavit olur; birisinin cehline sathîliðine, ötekisinin ilmine meharetine delalet eder. Þöyle ki: Bir adam düþünmeden, gayr-ý muntazam bir surette söyler; ötekisi o sözün evvel ve âhirine bakar, siyak ve sibakýný düþünür ve o sözün baþka sözler ile münasebetlerini tasavvur eder ve münasib bir mevkide, münbit bir yerde zer' eder. Ýþte bu adamýn þu tarz-ý hareketinden, derece-i ilim ve marifeti anlaþýlýr. Kur'an-ý Kerim'in fenlerden bahsederken aldýðý fezlekeler, bu kabil kelâmlardandýr. Üçüncü Nükte: Bu zamanda vesait, âlât ve edevat- sanayiin tekemmülüyle çocuklarýn oyuncaklarý gibi âdileþmiþ olan çok þeyler sh: » (Ý: 112) vardýr ki, eðer onlar bundan iki-üç asýr evvel vücuda gelmiþ olsaydýlar, hârikalardan addedilecekti. Kezalik kelâmlarda, sözlerde de zamanýn tesiri vardýr. Meselâ bir zamanda kýymetli bir sözün, baþka bir zamanda kýymeti kalmaz. Binaenaleyh þu kadar uzun zamanlar, asýrlar boyunca gençliðini, güzelliðini, tatlýlýðýný, garabetini muhafaza eden Kur'an, elbette ve elbette hârikadýr. Dördüncü Nükte: Ýrþadýn tam ve nâfi' olmasýnýn birinci þartý, cemaatýn istidadýna göre olmasý lâzýmdýr. Cemaat, avamdýr. Avam ise hakaiki çýplak olarak göremez, ancak onlarca malûm ve me'luf üslûb ve elbise altýnda görebilirler. Bunun içindir ki Kur'an-ý Kerim yüksek hakaiki, müteþabihat denilen teþbihler, misaller, istiareler ile tasvir edip, cumhura yani avam-ý nâsýn fehimlerine yakýnlaþtýrmýþtýr. Ve keza tekemmül etmeyen avam-ý nâsýn tehlikeli galatlara düþmemesi için, hiss-i zâhirî ile gördükleri ve itikad ettikleri güneþ, arz gibi mes'elelerde icmal ve ibham etmiþ ise de, yine hakikatlara iþareten bazý emareler, karîneler vaz'etmiþtir. Bu nükteleri aklýna koyduktan sonra, þu gelen fezlekeye dikkat et: Þeriat-ý Ýslâmiye, aklî bürhanlar üzerine müessestir. Bu þeriat, ulûm-u esasiyenin hayatî noktalarýný tamamýyla tazammun etmiþ olan ulûm ve fünundan mülahhastýr. Evet tehzib-ür ruh, riyazet-ül kalb, terbiyet-ül vicdan, tedbir-ül cesed, tedvir-ül menzil, siyaset-ül medeniye, nizamat-ül âlem, hukuk, muamelât, âdâb-ý içtimaiye vesaire vesaire gibi ulûm ve fünunun ihtiva ettikleri esasatýn fihristesi, þeriat-ý Ýslâmiyedir. Ve ayný zamanda, lüzum görülen mes'elelerde, ihtiyaca göre izahatta bulunmuþtur. Lüzumlu olmayan yerlerde veya zihinlerin istidadý olmayan mes'elelerde veyahut zamanýn kabiliyeti olmayan noktalarda, bir fezleke ile icmal etmiþtir. Yani esaslarý vaz'etmiþ, fakat o esaslardan alýnacak hükümleri veya esasata bina edilecek füruatý akýllarýn meþveretine havale etmiþtir. Böyle bir þeriatýn ihtiva ettiði fenlerin üçte biri bile; þu zaman-ý terakkide, en medenî yerlerde, en zeki bir insanda bulunamaz. Binaenaleyh vicdaný insaf ile müzeyyen olan zât, bu þeriatýn hakikatýnýn bütün zamanlarda, bilhassa eski zamanda, takat-ý beþeriyeden hariç bir hakikat olduðunu tasdik eder. Evet zâhiren Ýslâmiyet dairesine girmeyen düþman feylesoflarý bile, bu hakikatý tasdik etmiþlerdir. Ezcümle, Amerikalý feylesof Carlyle -Alman edib-i þehiri Goethe'den naklen- Kur'anýn hakaikýna dikkat ettikten sonra, "Acaba Ýslâmiyet içinde âlem-i medeniyetin tekemmülü mümkün müdür?" diye sormuþtur. Yine bu suale cevaben demiþtir ki: "Evet, Muhakkikler, þimdi o daireden istifade ediyorlar." Yine Carlyle demiþtir ki: "Hakaik-i Kur'aniye, tulû' ettiði zaman ateþ gibi bütün dinleri yuttu. Zâten, bu sh: » (Ý: 113) onun hakký idi. Çünkü Nasara ve Yahudilerin hurafelerinden birþey çýkmadý." Ýþte bu feylesof, فَاْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ ... فَاِنْ لَمْ تَفْعَلُوا وَلَنْ تَفْعَلُوا فَاتَّقُوا النَّارَ ilââhir olan Âyet-i Kerimenin mealini tasdik etmiþtir.(Haþiye) S- Gerek Kur'an-ý Kerim olsun, gerek tefsiri olan Hadîs-i Þerif olsun; her fenden, her ilimden birer fezleke almýþlardýr. Bir kitab veya bir þahsýn yalnýz fezlekeleri ihata etmekle hârika olmasý lâzým gelmez. Bir þahýs, pek çok fezlekeleri ihata edebilir? C- Bahsettiðimiz fezleke, sellemehüsselâm fezlekeler deðildir. Ancak hüsn-ü isabetle münasib bir mevkide ve münbit bir yerde, iþitilmemiþ çok iþaretleri tazammun etmekle istimal ve zer' edilen fezlekelerdir. Kur'an veya hadîsin aldýklarý fezlekeler, bu kabil fezlekelerdir. Bu kabil fezlekeler, tam bir meleke ve ýttýladan sonra hasýl olabilir ki, herbir fezleke, me'hazý olan fen veya ilmin hükmünde olur. Bu ise, bir þahýsda olamaz. Aziz arkadaþ! Bu mes'elelerde yazýlan muhakemelerin neticesi olarak þu gelen kaideleri de koynuna koy, sana lâzým olur. 1- Bir þahýs, çok fenlerde ihtisas sahibi olamaz. 2- Ýki þahýstan sudur eden bir söz, istidadlarýna göre tefavüt eder. Yani birisine göre altun, ötekisine nazaran kömür kýymetinde olur. 3- Fünun; fikirlerin birleþmesinden hasýl olup, zamanýn geçmesiyle tekâmül eder. 4- Eski zamanda nazarî olup, bu zamanda bedihî olmuþ olan çok mes'eleler vardýr. 5- Zaman-ý mazi, bu zamana kýyas edilemez; aralarýnda çok fark vardýr. 6- Sahra ve çöl adamlarý basit ve saf insanlar olduðundan, medenîlerin medeniyet perdesi altýnda gizleyebildikleri hile ve desiseleri bilmezler ve gizleyemezler. Her iþleri merdanedir, kalbleri ve lisanlarý birdir. 7- Çok ilim ve fenler vardýr ki; âdetlerin telkiniyle, vukuatýn talimiyle (Haþiye): Kýrk sene sonra neþrolan Risale-i Nur'da Carlyle, Goethe ve Bismark gibi kýrk meþhur feylesoflarýn tasdikleri beyan edilmiþ. Ýnþâallah bu kitabýn zeylinde dahi yazýlacak. sh: » (Ý: 114) ve zamanla, muhitin yardýmýyla husule gelirler. 8- Beþerin nazarý istikbale nüfuz edemez, hususî keyfiyat ve ahvali göremez. 9- Beþer için bir ömr-ü tabiî olduðu gibi, yaptýðý kanunlar için de bir ömr-ü tabiî vardýr; onun nihayeti olduðu gibi, bunun da nihayeti vardýr. 10- Ýnsanlarýn sýfatlarýnda, tabiatlarýnda, ahvalinde zaman ve mekânýn çok te'siri vardýr. 11- Eski zamanlarda hârika addedilen çok þeyler vardýr ki, mebadî ve vesâitin tekâmülüyle âdi þeyler hükmüne geçmiþlerdir. 12- Def'aten bir fennin icadýna ve ikmal edilmesine, bir zekâ-i harika olsa bile, muktedir olamaz. O fen, ancak çocuk gibi tedricen kemale erer. Aziz Kardeþim! Bu kaideleri birer birer sayýp kafana koyduktan sonra, zamanýn hayal ve hülyalarýndan, muhitin evham ve hurafelerinden tecerrüd et, çýplak ol; bu asrýn sahilinden dal, Ceziret-ül Arab yarýmadasýna çýk; o yarýmadanýn mahsulâtýndan olan insanlarýn kýlýk ve kýyafetlerine gir, fikirlerini baþýna tak, pek geniþ olan o sahraya bak. Göreceksin ki: Bir insan... tek baþýna... Ne muini var ve ne yardým edeni; ne saltanatý var ve ne definesi... Meydana çýkmýþ... Bütün dünyaya karþý mübareze ediyor. Ve umum insanlara hücum etmeye hazýrlanmýþtýr... Ve omuzlarýna Küre-i Arz'dan daha büyük bir hakikat almýþtýr. Elinde de insanlarýn saadetini temin eden bir þeriat tutmuþtur ki, libasa benzemiyor; cild ve deri gibi yapýþýk olup, istidad-ý beþerin inkiþafý nisbetinde tevessü' ve inkiþaf etmekle, saadet-i dâreyni intac ve nev'-i beþerin ahvalini tanzim eder. O þeriatýn kanunlarý, kaideleri nereden gelmiþ ve nereye kadar devam eder gider diye sorulduðu zaman, yine o þeriat, lisan-ý i'cazýyla cevaben diyecektir ki: Biz, kelâm-ý ezelî'den ayrýldýk, nev'-i beþerin fikriyle beraber ebede kadar devam edip gideceðiz. Fakat nev'-i beþer dünyadan kat'-ý alâka ettikten sonra, biz de sureten teklif cihetiyle insanlardan ayrýlacaðýz fakat maneviyatýmýz ve esrarýmýzla nev'-i beþerin arkadaþlýðýna devam edip, onlarýn ruhlarýný gýdalandýrarak, onlara delil olmaktan ayrýlmayacaðýz. Ey arkadaþ! Bu gördüðün garib, acib sahifenin baþtan nihayete kadar ihtiva ettiði haller, inkýlâblar, vaziyetler; فَاْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ deki emr-i tacizîyi, nev'-i beþere tekrar tekrar ilân ediyorlar. sh: » (Ý: 115) Aziz kardeþim! Bir kapý daha açýldý, oraya bakalým. وَاِنْ كُنْتُمْ فِى رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا ilââhir olan Âet-i Krimenin iþaret ettiði gibi, cemaatin istidadýna göre irþadýn yapýlmasý lüzumundan ve Þâri'in cumhuru irþad etmekte takib ettiði maksaddan gafletleri ve cehilleri dolayýsýyla bazý insanlar, Kur'an hakkýnda çok þek ve þübhelere maruz kalmýþlardýr. O þek ve þübhelerin menþei üç emirdir. 1- Diyorlar ki: Kur'anda "müteþabihat ve müþkilât" denilen, hakikî mânalarý anlaþýlmayan bazý þeylerin bulunmasý, i'cazýna münafîdir. Zira Kur'anýn i'cazý, belâgat üzerine müessestir; belâgat da, ancak ifadenin zuhur ve vuzuhuna mebnidir. 2- Diyorlar ki: Yaratýlýþa ait mes'eleler, mübhem ve mutlak býrakýlmýþtýr. Ve keza kâinata dair fünundan pek az bahsedilmiþtir. Bu ise, talim ve irþad mesleðine münafîdir. 3- Diyorlar ki: Kur'anýn bazý âyetleri zâhiren aklî delillere muhaliftir. Bundan, o âyetlerin hilaf-ý vâki olduklarý zihne geliyor. Bu ise, Kur'anýn sýdkýna muhaliftir. O heriflerin zuumlarýnca Kur'ana bir nakîse ve þek ve þüphelere sebeb addettikleri þu üç emir, Kur'an-ý Kerim'e bir nakîse teþkil etmez. Ancak Kur'anýn i'cazýný bir kat daha isbat etmeye ve irþad hususunda Kur'anýn en belîð bir ifade ile en yüksek bir üslûbu ihtiyar etmesine sadýk þâhid ve kat'î delildir. Demek kabahat, onlarýn fehimlerindedir, hâþâ! Kur'an-ý Kerim'de deðildir. Evet, وَ كَمْ مِنْ عَائِبٍ قَوْلاً صَحِيحًا وَ آفَتُهُ مِنَ الْفَهْمِ السَّقِيمِ þâirin dediði gibi, fehimleri hasta olduðundan, saðlam sözleri ta'yib ediyorlar veya ayý gibi elleri üzüm salkýmýna yetiþemediðinden, ekþidir diyorlar. Bunlarýn da fehimleri Kur'anýn o yüksek i'cazýna yetiþemediðinden, ta'yib ediyorlar. Kur'an-ý Kerim'de müteþabihat vardýr dedikleri birinci þüphelerine cevab: Evet Kur'an-ý Kerim, umumî bir muallim ve bir mürþiddir. Halka-i dersinde oturan, nev'-i beþerdir. Nev'-i beþerin ekserisi avâmdýr. Mürþidin nazarýnda ekall, eksere tâbidir. Yani umumî irþadýný ekallin hatýrý için tahsis edemez. Maahâza avâma yapýlan konuþmalardan havas hisselerini alýrlar; aksi halde avâm, yüksek konuþmalarý anlayamadýðýndan mahrum kalýr. Ve keza avâm-ý nâs, ülfet ettikleri üslûblardan sh: » (Ý: 116) ve ifadelerin çeþitderinden ve daima hayallerinde bulunan elfaz, maânî ve ibarelerden fikirlerini ayýramadýklarýndan, çýplak hakikatlarý ve akliyyatý fehmedemezler. Ancak, o yüksek hakaikýn, onlarýn ülfet ettikleri ifadelerle anlatýlmasý lâzýmdýr. Fakat Kur'anýn böyle ifadelerinin hakikat olduðuna itikad etmemelidirler ki; cismiyet ve cihetiyet gibi muhal þeylere zâhib olmasýnlar. Ancak, o gibi ifadelere, hakaika geçmek için bir vesile nazarýyla bakýlmalýdýr. Meselâ; Cenab-ý Hakk'ýn kâinatta olan tasarrufunun keyfiyeti, ancak bir sultanýn taht-ý saltanatýnda yaptýðý tasarrufla tasvir edilebilir. Buna binaendir ki; اِنَّ اللّهَ عَلَىالْعَرْشِ اسْتَوَى da kinaye tarîký ihtiyar edilmiþtir. Hissiyatý bu merkezde olan avâm-ý nâsa yapýlan irþadlarda, belâgat ve irþadýn iktizasýnca, avamýn fehimlerine müraat, hissiyatýna ihtiram, fikirlerine ve akýllarýna göre yürümek lâzýmdýr. Nasýlki bir çocukla konuþan, kendisini çocuklaþtýrýr ve çocuklar gibi çat-pat ederek konuþur ki, çocuk anlayabilsin. Avam-ý nâsýn fehimlerine göre ifade edilen Kur'an-ý Kerim'in ince hakikatlarý اَلتَّنَزُّلاَتُ اْلاِلهِيَّةُ اِلَى عُقُولِ الْبَشَرِÝÝÝÝÝÝÝÝÝÝÝ Ýile anýlmaktadýr. Yani insanlarýn fehimlerine göre Cenab-ý Hakk'ýn hitabatýnda yaptýðý bu tenezzülat-ý Ýlahiye, insanlarýn zihinlerini hakaikten tenfir edip kaçýrtmamak için Ýlahî bir okþamadýr. Bunun için, müteþabihat denilen Kur'an-ý Kerim'in üslûblarý, hakikatlara geçmek için ve en derin incelikleri görmek için, avam-ý nâsýn gözüne bir dürbün veya numaralý birer gözlüktür. Bu sýrra binaendir ki; bülega, büyük bir ölçüde ince hakikatlarý tasavvur ve daðýnýk manalarý tasvir ve ifade için istiare ve teþbihlere müracaat ediyorlar. Müteþabihat dahi ince ve müþkil istiarelerin bir kýsmýdýr. Zira müteþabihat, ince hakikatlara suretlerdir. Kur'anda müþkilât vardýr dedikleri birinci þüphenin ikinci kýsmýna cevab: Ýþkal dedikleri þey ya üslûbun pek yüksek ve muhtasar olmasýyla mananýn çok derin ve inceliðinden ileri gelir, Kur'anýn müþkilâtý bu kabildendir. Veya ibarede karýþýk ve düðümlü noktalarýn bulunmasýndan neþ'et eder; Kur'an-ý Kerim, bu kýsým müþkilâttan müberra ve münezzehtir. Acaba cumhurun zihninden uzak ve pek derin hakikatlarý kolay ve kýsa bir suretle avam-ý nâsýn fehimlerine yakýnlaþtýrmak ayn-ý belâgat deðil midir? Belâgat, mukteza-yý hali müraattan ibaret deðil midir? Hey gözlerin kör olsun herif! Yaradýlýþta ve maddiyata dair mes'elelerde Kur'an mübhem geçmiþtir dedikleri ikinci þüphelerine cevab, þöyle ki: sh: » (Ý: 117) Þecere-i âlemde, meyl-ül istikmal vardýr. Yani kâinatýn, bir aðaç gibi bütün zerratý ve eczasý kemale meyleder ve kemale doðru yürümektedirler. O umumî meyl-ül istikmalden ayrý olarak, insanda da meyl-üt terakki vardýr. Bu meyl-üt terakki çekirdek gibidir; neþv ü nemasý pek çok tecrübeler vasýtasýyla olur; ve çok fikirlerin mahsulü olan neticelerin içtimaiyle teþekkül ve tevessü' etmekle fünunu intac eder. Bu fünun da, mürettebedir. Yani her ikinci fen, birincisinin neticesidir. Birincisi olmasa, o olamaz. Birincisinin ona mukaddeme ve ulûm-u mütearife hükmünde olmasý þarttýr. Buna binaen bundan on asýr evvel gelen insanlara fünun-u hazýrayý ders vermek veya garib mes'elelerden bahsetmek; onlarýn zihinlerini þaþýrtmaktan ve o insanlarý safsatalara atmaktan gayrý bir faide vermezdi. Meselâ: Kur'an-ý Kerim, "Ey insanlar! Þems'in sükûnuna, Arz'ýn hareketine (*) ve bir katre su içinde binlerce hayvanatýn bulunduðuna dikkat ediniz ki azamet-i Ýlahiyeyi anlayasýnýz." demiþ olsaydý, bütün o zamanlarýn insanlarýný tekzibe sevketmiþ olurdu. Çünki hiss-i zâhirîye muhaliftir. Maahaza on asýrdan beri gelip geçen insanlarý þaþýrtmak, yalnýz fünun-u cedidenin zuhurundan sonra gelen insanlarý memnun etmek; makam-ý irþada muhalif olduðu gibi, ruh-u belâgatla da kabil-i te'lif deðildir. S: Keþfiyat-ý fenniye ve fünun-u hazýra eski insanlara meçhul ve gayr-ý me'lûf olduðundan, onlarý onlara ders vermek hatadýr diyorsun. Bilhassa âhirete ait ahval gibi, müstakbeldeki nazariyat da böyle deðil midir? Onlar da bize meçhul ve gayr-ý me'lûufturlar. Onlardan bahsetmek ne için hata olmuyor? C: Müstakbeldeki nazariyat, bilhassa âhirete ait ahvale hiç bir cihetle hiss-i zâhirî taalluk etmemiþtir ki, o hissin hilafýný söylemek þaþýrtma olsun. Binaenaleyh o gibi þeyler, daire-i imkândadýrlar. Öyle ise, onlara itikad ve onlar ile itmi'nan peyda etmek mümkündür. Öyle ise, o gibi þeylerin hakk-ý sarihi, onlarý tasrih etmektir. Lâkin keþfiyat-ý fenniye; eski insanlara göre, imkân ve ihtimal dairesinden çýkýp, muhal ve Haþiye: (*): Hasta halimde, nevm ile yakaza arasýnda ihtar edilen bir nüktedir: Þems'in yerinde mevlevî-vâri yaptýðý semavî hareketi, kuvve-i cazibeyi tevlid etmek içindir. Kuvve-i cazibe de manzume-i þemsiye ile anýlan güneþe baðlý yýldýzlarý düþmek tehlikesinden kurtarmak içindir. Demek Þems'in mihverinde dairevari cereyan ve hareketi olmasa, yýldýzlar düþerler. Said Nursî Muhterem müellif, diðer bir risalesinde þöyle diyor: Evet güneþ bir meyvedardýr, silkinir tâ düþmesin seyyar olan yemiþleri; Eðer sükûnuyla sükûnet eylese, cezbe kaçar, aðlar fezada muntazam meczublarý. Mütercim sh: » (Ý: 118) imtina derecesine girmiþlerdir. Çünkü gözleriyle gördükleri þeyler, onlarca bedahet derecesine girmekle, onun hilafý onlarca muhaldir. Öyle ise, onlarýn hissiyatýna hürmeten, o gibi mes'elelerde belâgatýn iktizasý, ibham ve ýtlaktýr ki, onlara bir þaþýrtma olmasýn. Fakat Kur'an-ý Kerim, irþadýný noksan býrakmamýþtýr. Bu zamanýn fencilerini de istifadeden mahrum etmemek üzere, çok karine ve emarelerin vaz'iyla, hakikatlara iþaretler yapmýþtýr. (Haþiye) Ey insafsýz! Seni insafa davet ediyorum. Bir kerre كَلِّمِ النَّاسَ عَلَى قَدَرِ عُقُولِهِمْ olan meþhur düstûru nazara almakla, zamanlarýyla muhitlerinin müsaadesizliðini düþünerek, telâhuk eden binlerce efkârýn neticelerinden doðan þu keþfiyat-ý fenniyeyi o zamanlardaki insanlarýn kafa mideleri alýp hazmedemediklerine dikkat edersen anlayacaksýn ki; Kur'an-ý Kerim'in o gibi mes'elelerde ihtiyar ettiði ibham ve ýtlak yolu, ayn-ý belâgat olduðu gibi, yüksek i'cazýný da isbata aþikâr bir delil olduðunu gözün kör deðilse göreceksin. Kur'anda delâil-i akliyeye ve fennin keþfiyatýna muhalif bazý âyetler vardýr dedikleri üçüncü þübhelerine cevab: Kur'an-ý Kerim'de takib edilen maksad-ý aslî; isbat-ý Sâni', nübüvvet, haþir, adalet ile ibadet esaslarýna cumhur-u nâsý irþad ve îsal etmektir. Binaenaleyh Kur'an-ý Kerim'in kâinattan yaptýðý bahis tebeîdir, kasdî deðildir. Yani ligayrihîdir, lizâtihî deðildir. Yani Kur'an-ý Kerim Cenab-ý Hakk'ýn vücud, vahdet ve azametine istidlal suretiyle kâinattan bahsetmiþtir. Yoksa kâinatýn bizzât keyfiyetini izah etmek için deðildir. Çünkü Kur'an-ý Kerim coðrafya, kozmoðrafya gibi kasden kâinatýn keyfiyetinden mana-yý ismiyle bahseden bir fen, bir kitab deðildir. Ancak kâinat sahifesinde yazýlan san'at-ý Ýlahiyenin nakýþlarý ve kudretin hilkat mu'cizeleri ve kozmoðrafyacýlarý hayrette býrakan nizam ve intizamla, mana-yý harfiyle Sâni' ve Nazzam-ý Hakikî'ye istidlal keyfiyetini öðretmek için nâzil olan bir kitabdýr. Binaenaleyh san'at, kasd, nizam kâinatýn her zerresinde bulunur, matlub hasýl olur. Teþekkülü nasýl olursa olsun, bizim matlubumuza taalluku yoktur. Febinâen alâ zâlik mademki Kur'anýn kâinattan bahsi istidlal içindir ve delilin de müddeadan evvel malûm olmasý þarttýr ve delilin muhatablarca vuzuhu müstahsendir; bazý âyetlerin onlarýn hissiyatýna ve edebî malûmatlarýna imale etmesi ve benzetmesi, mukteza-yý belâgat ve irþad olmaz mý? Fakat bu âyetlerin, hissiyatlarýna imale etmesi mes'elesi, o hissiyata kasden delalet etmek için deðildir. (Haþiye): Mu'cizat-ý Kur'aniye Risale-i Nuriyesi tamamýyla bu hakikatý isbat etmiþ. Mütercim sh: » (Ý: 119) Ancak kinaye kabilinden o hissiyatý okþamak içindir. Maahâza hakikata ehl-i tahkiki îsal için, karine ve emareler vaz'edilmiþtir. Meselâ: eðer Kur'an-ý Kerim, makam-ý istidlâlde þöylece demiþ olsa idi ki: "Ey insanlar! Güneþ'in zâhirî hareketiyle hakikî sükûnuna ve Arz'ýn zâhirî sükûnuyla hakikî hareketine ve yýldýzlar arasýnda cazibe-i umumiyenin garibelerine ve elektriðin acîbelerine ve yetmiþ unsur arasýnda hasýl olan imtizacata ve bir avuç su içinde binler mikrobun bulunmasýna dikkat ediniz ki, bu gibi hârika þeylerden Cenab-ý Hakk'ýn herþeye kadir olduðunu anlayasýnýz." deseydi; delil, müddeadan binlerce derece daha hafî, daha müþkil olurdu. Halbuki delilin müddeadan daha hafî olmasý, makam-ý istidlâle uymaz. Maahâza onlarýn hissiyatýna imale edilen âyetler kinaye kabilinden olup, ifade ettikleri zâhirî manalarý sýdk veya kizbe medar olamaz. Evet görmüyor musun قَالَ deki(ا) hiffeti ifade ediyor. Aslý (و) olsun, (ى) olsun, ne olursa olsun bize taallûk etmez. Hülâsa: Madem ki Kur'an, bütün zamanlardaki bütün insanlara nâzil olmuþtur, þu þübhe addettikleri umûr-u selâse, Kur'ana nakîse deðil, Kur'anýn yüksek i'cazýna delillerdir. Evet Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan'ý tâlim eden Cenab-ý Hakk'a kasem ederim ki; o Beþîr ve Nezîr'in (A.S.M.) basar ve basireti, hakikatý hayalden tefrik edememekten münezzehtir, celildir, celîdir veya insanlarý kandýrarak aðlatalara düþürtmekten, meslek-i âlîleri ganidir, âlîdir, temizdir, tâhirdir. Yedinci Mes'ele: Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn izhar ettiði mahsus ve zâhirî ve insanlarca meþhur ve malûm olan hârika ve mu'cizelerinin ekserisi, Tarih ve Siyer kitablarýnda mezkûrdur ve ayný zamanda, muhakkikîn-i ulema tarafýndan izah ve beyan edilmiþlerdir. Binaenaleyh tafsilâtýný o kitablara havale ile yalnýz o hârikalarýn nevi'lerini icmalen izah edeceðiz. Evet Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn zâhirî hârikalarýnýn herbirisi âhâdî olup mütevatir deðilse de, o âhâdîlerin heyet-i mecmuasý ve çok nevi'leri, mütevatir-i bil'manadýr. Yani lâfz ve ibareleri mütevatir deðilse de, manalarý çok insanlar tarafýndan nakledilmiþtir. O hârikalarýn nevi'leri üçtür: Birincisi: "Ýrhâsat" ile anýlmaktadýr ki, Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn nübüvvetinden evvel zuhur eden hârikalardýr. Mecusi Milleti'nin taptýðý ateþin sönmesi, Sava Denizi'nin sularýnýn çekilmesi, Kisrâ Sarayý'nýn yýkýlmasý ve gaibden yapýlan tebþirler gibi þeylerdir. Sanki o hazretin (A.S.M.) zamân-ý veladeti, 0hassas ve keramet sh: » (Ý: 120) sahibi imiþ gibi o Zât'ýn kudum ve gelmesini þu gibi hâdiseler ile tebþiratta bulunmuþtur. Ýkinci Nev': Ýhbârât-ý gaybiyedir ki, bilâhare vukua gelecek pek çok garib þeylerden bahsetmiþtir. Ezcümle; Kisra ve Kayser'in definelerinin Ýslâm eline geçmesi, Rumlarýn maðlûb edilmesi, Mekke'nin fethi, Kostantiniye'nin alýnmasý gibi hâdisattan haber vermiþtir. Sanki o Zâtýn cesedinden tecerrüd eden ruhu, zaman ve mekânýn kayýdlarýný kýrarak istikbalin her tarafýna uçup gezmiþ ve gördüðü vukuatý söylemiþtir ve söylediði gibi de vukua gelmiþtir. Üçüncü Nev': Hissî hârikalardýr ki, muaraza zamanlarýnda kendisinden taleb edilen mu'cizelerdir. Taþýn konuþmasý, aðacýn yürümesi, Ay'ýn iki parçaya bölünmesi, parmaklarýndan su akmasý gibi... Tefsir-i Keþþâf'ýn müellifi Zemahþerî'nin dediðine göre, o Hazretin bu nevi' hârikalarý bine balið olmuþtur. Ve bir kýsmý da mütevatir-i bil'manadýr. Hattâ Kur'aný inkâr edenlerden bir kýsmý, inþikak-ý Kamer manasýnda tasarruf etmemiþlerdir.(*) S- Ýnþikak-ý Kamer bütün insanlarca kesb-i þöhret etmesi lâzým bir mu'cize iken âlemce o kadar þöhret bulmamýþtýr. Esbabý nedir? C- Matla'larýn ihtilafý ve havanýn bulutlu olmasýnýn ihtimali ve o zamanda rasadhanelerin bulunmamasý ve vaktin uyku gibi gaflet zamaný _____________________ (*) Diyarbakýr'da Van Valisi Cevdet Bey'in evinde 19/Þubat/1330 tarihinde Cuma gecesi bu tefsirin ilk arabî nüshasýný tebyiz ederken, þu þekl-i garib, tevafukan vaki olmuþtur. Ve o gece vukua gelen Bitlis'in sukutuyla müellif Bediüzzaman'ýn esaretine rastgelir. Sanki þu þekl-i garibin, þu mu'cizeler ve hârikalar bahsinde o gece husule gelmesi, müellifin Ruslara esir düþtüðüne ve beraberinde bulunan bazý talebelerinin þehid olarak kanlarýnýn dökülmesine hârika bir iþarettir. Said'in Küçük Kardeþi, Yirmi Senelik Talebesi Abdülmecid Ve keza bu nakýþ, baþý kesilmiþ bir yýlanýn kuyruðunu müellif Bediüzzaman'a sarmýþ olduðuna ve müellifin yaralý olarak otuz saat ölüme muntazýran su arkýnýn içinde kaldýðý yere benziyor ve o vaziyeti andýrýyor. Eski Said'in Ehemmiyetli Talebesi Hamza sh: » (Ý: 121) olmasý ve inþikakýn âni olmasý gibi esbabdan dolayý, herkesce o vak'anýn görünmesi ve ma'lûm olmasý lâzým gelmez. Maahâza Hicaz matla'ýyla matla'larý bir olan yerlerde, o gece yollarda bulunan kervan ve kafilelerden naklen, inþikakýn vukua geldiði hakkýnda çok rivayetler vardýr. Üçüncü nevi mu'cizelerin reisi ve en büyüðü, Kur'an-ý Azîmüþþan'dýr ki, yedi vecihle mu'cize olduðuna mezkûr âyetle iþaret edilmiþtir. Arkadaþ! Þu mes'eleleri az çok fehmettin. Þimdi bu âyetin mâkabliyle olan cihet-i irtibatýna bakalým: Evet Ýbn-i Abbas'ýn (R.A.) يَا اَيُّهَا النّاسُ اعْبُدُوا âyetindeki "ibadet"i tevhidle tefsir ettiðine nazaran, evvelki âyet isbat-ý tevhid hakkýndadýr, bu âyet de isbat-ý nübüvvet hakkýndadýr. Nübüvvet-i Muhammediye (A.S.M.) ise, tevhidin en büyük bir delilidir. Demek ki bu iki âyet arasýnda cihet-i irtibat, aralarýndaki dâlliyet ve medlûliyet alâkasýdýr. Yani biri delil, diðeri medlûldür. Nübüvvetin isbatý, ancak mu'cizeler ile olur. En büyük mu'cizesi ise, Kur'an-ý Kerim'dir. Evet Kur'anýn mu'cize olduðu, âlem-i Ýslâmca kabul ve tasdik edilmiþ bir hakikattýr. Amma muhakkikîn-i ulema tarafýndan, Kur'anýn vücuh-u i'cazý hakkýnda ihtilaf vaki olmuþtur. Yani i'cazýný intac eden cihetler çoktur. Herbir muhakkik, bir ciheti tercih ve ihtiyar etmiþtir; aralarýnda muhalefet, müsademe yoktur. Ý'cazýn vecihleri: 1- Gaibden, istikbalden haber vermesi. 2- Âyetlerinde tenakuz, tehalüf, hata bulunmamasý. 3- Nazm ile nesir arasýnda, ediblerce gayr-ý malûm bir üslûbu ihtiyar etmesi. 4- Okur-yazar olmayan bir Zât'tan sudur etmesi. 5- Takat-ý beþeriye fevkinde ulûm ve hakaiki ihata etmesi gibi pek çok þeylerdir. Lâkin i'cazýnýn en yüksek vechi, nazmýndaki belâgattan doðmuþtur. Evet Kur'anýn bu nevi i'cazý, beþerin takatinden hariç bir derecededir. Bu hakikatý tafsilen anlayýp kanaat hasýl etmek isteyen, bu tefsiri ve emsali eserleri ve "Yirmibeþinci Söz"ü zeyilleriyle beraber mütalaa etsin. Fakat icmalî bir malûmatý elde etmek isteyenler de, belâgatýn imamlarý bulunan Abdülkahir-i Cürcanî, Zemahþerî, Sekkakî, Câhýz'ýn bu kýsým i'caz hakkýnda -üç tarîk ile- beyan ettikleri malûmattan, mikdar-ý kâfi malûmat elde edebilir. Link zu diesem Kommentar Auf anderen Seiten teilen Mehr Optionen zum Teilen...
Empfohlene Beiträge