EMRE Geschrieben 21. Dezember 2008 Teilen Geschrieben 21. Dezember 2008 ÜÇÜNCÜ HÜCCET-Ý ÎMANÝYE (YÝRMÝÜÇÜNCÜ LEM'A) [Tabiattan gelen fikr-i küfriyi dirilmiyecek bir surette öldürüyor; küfrün temel taþýný zir ü zeber ediyor.] ÝHTAR Þu notada, Tabiiyyûnun münkir kýsmýnýn gittikleri yolun iç yüzü ne kadar akýldan uzak ve ne kadar çirkin ve ne derece hurafe olduðu, lâakal doksan muhali tazammun eden dokuz muhal ile beyan edilmiþ. Sair risalelerde o muhallar kýsmen izah edildiðinden, burada, gayet muhtasar olmak haysiyetiyle, bazý basamaklar tayyedilmiþtir. Onun için, birdenbire, bu kadar zâhir ve âþikâre bir hurafeyi nasýl bu meþhur âkýl feylesoflar kabul etmiþler, o yolda gidiyorlar, hâtýra geliyor. Evet, onlar mesleklerinin iç yüzünü görememiþler. Hem, hakikat-ý meslekleri ve mesleklerinin lâzýmý ve muktezasý odur ki, yazýlmýþ herbir muhalin ucunda beyan edilen o çirkin ve müstekreh ve gayr-ý mâkul (Haþiye) hulâsa-i mezhebleri, mesleklerinin lâzýmý ve zarurî muktezasý olduðunu gayet bedihî ve kat'i bürhanlarla -þüphesi olanlara- tafsîlen beyan ve isbat etmeye hazýrým. بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ قَالَتْ رُسُلُهُمْ اَفِى اللَّهِ شَكٌّ فَاطِرِ السَّمَوَاتِ وَاْلاَرْضِ Þu âyet-i kerime, istifham-ý inkâri ile "Cenab-ý Hak hakkýnda þek olmaz _____________ (Hâþiye) : Bu risalenin sebeb-i te'lifi, gayet mütecavizane ve gayet çirkin bir tarz ile "hakaik-i îmâniyyeyi" tezyif edip; bozulmuþ aklý yetiþmediði þey'e hurafe deyip, dinsizliði, tabiata baðlayarak; Kur'ana hücum edilmesidir. O hücum ise, þiddetli bir hiddeti kalbe verdi ki, þiddetli ve galiz tokatlarý o mülhidlere ve haktan yüz çeviren bâtýl mezheblilere yedirdi. Yoksa Risale-i Nur'un mesleði, nezihane ve nazikâne ve kavl-i leyyindir. (Sh:Asâ.141) ve olmamalý" demekle; vücud ve Vahdâniyyet-i Ýlâhiyye, bedahet derecesinde olduðunu gösteriyor. % ÞU SIRRI ÝZAHTAN EVVEL BÝR ÝHTAR: Binüçyüz otuzsekizde Ankara'ya gittim. Ýslâm ordusunun Yunan'a galebesinden neþ'e alan ehl-i îmanýn kuvvetli efkârý içinde, gayet müdhiþ bir zýndýka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsâne çalýþtýðýný gördüm. Eyvah dedim. Bu ejderha îmanýn erkânýna iliþecek! O vakit, þu âyet-i kerîme bedahet derecesinde vücud ve vahdâniyyeti ifham ettiði cihetle ondan istimdat edip, o zýndýkanýn baþýný daðýtacak derecede Kur'an-ý Hakîmden alýnan kuvvetli bir bürhaný, Arabî Risalesi'nde yazdým. Ankara'da, Yeni Gün Matbaasýnda tab'ettirmiþtim. Fakat maatteessüf Arabî bilen az ve ehemmiyetle bakanlar da nâdir olmakla beraber, gayet muhtasar ve mücmel bir surette o kuvvetli bürhan te'sirini göstermedi. Maatteessüf, o dinsizlik fikri hem inkiþaf etti, hem kuvvet buldu. Bilmecburiye, o bürhaný Türkçe olarak bir derece beyan edeceðim. O bürhanýn bazý parçalarý, bazý risalelerde tam izah edildiðinden, burada icmalen yazýlacaktýr. Sair risalelerde inkýsam etmiþ olan müteaddit bürhanlar, bu bürhanda kýsmen ittihad ediyor; herbiri bunun bir cüz'ü hükmüne geçiyor. M U K A D D E M E Ey insan! Bil ki, insanlarýn aðzýndan çýkan ve dinsizliði iþmam eden dehþetli kelimeler var. Ehl-i iman, bilmiyerek istimal ediyorlar. Mühimlerinden üç tanesini beyan edeceðiz. B i r i n c i s i : "Evcedethü'l-Esbâb" Yani: "Esbab bu þey'i îcad ediyor." Ý k i n c i s i : "Teþekkele Bînefsihi" Yâni: "Kendi kendine teþekkül ediyor, oluyor, bitiyor." Ü ç ü n c ü s ü: "Ýktezathü't-Tabiat" "Yâni: "Tabiîdir, tabiat iktiza edip îcad ediyor." Evet, mâdem mevcudat var ve inkâr edilmez. Hem her mevcut san'atlý ve hikmetli vücuda geliyor. Hem, mâdem kadîm deðil, yeniden oluyor. Herhalde ey mülhid! Bu mevcudu, meselâ bu hayvaný, ya diyeceksin ki: "Esbâb-ý âlem onu îcad ediyor."; yâni, esbabýn içtimaýnda o mevcud vücud buluyor...veyahut, "o kendi kendine teþekkül ediyor." Veyahut "tabiat muktezasý olarak tabiatýn te'siriyle vücuda geliyor"...veyahut bir Kadîr-i Zülcelâl'in kudretiyle îcad edilir. Mâdem aklen bu dört yoldan baþka yol yoktur; evvelki üç yol muhal, battal, mümteni', gayr-i kabil olduklarý kat'i isbat edilse; bizzarure ve bilbedahe dördüncü yol olan tarîk-i vahdâniyyet þeksiz þüphesiz sabit olur. (Sh:Asâ.142) Amma birinci yol ki: Esbab-ý âlemin içtimaiyle, teþkil-i eþya ve vücud-u mahlûkattýr. Pek çok muhâlâtýndan yalnýz üç tanesini zikrediyoruz. B i r i n c i s i: Bir eczahânede, gayet muhtelif maddelerle dolu, yüzer kavanoz þiþeler bulunuyor. O edviyelerden, zîhayat bir mâcun istenildi. Hem, hayatdar hârika bir tiryak onlardan yapýlmak icab etti. Geldik, o eczahânede, zîhayat mâcunu ve hayatdar tiryâký çoklukla efradýný gördük. O mâcunlardan her birisini tedkik ettik. Görüyoruz ki: O kavanoz þiþelerden herbirisinden, bir mîzan-ý mahsus ile, bir-iki dirhem bundan, üç-dört dirhem ötekinden, altý-yedi dirhem baþkasýndan ve hâkezâ...muhtelif mikdarlarda eczalar alýnmýþ. Eðer birinden, bir dirhem ya noksan veya fazla alýnsa, o mâcun, zîhayat olamaz; hâsiyetini gösteremez. Hem, o hayatdar tiryaký da tedkik ettik. Herbir kavanozdan bir mîzan-ý mahsus ile bir madde alýnmýþ ki, zerre mikdarý noksan veya ziyade olsa, tiryak, hâssasýný kaybeder. O kavanozlar elliden ziyade iken, herbirisinden ayrý bir mîzan ile alýnmýþ gibi, ayrý ayrý mikdarda eczalarý alýnmýþ. Acaba hiçbir cihetle imkân ve ihtimal var mý ki, o þiþelerden alýnan muhtelif mikdarlar, þiþelerin garip bir tesadüf veya fýrtýnalý bir havanýn çarpmasiyle devrilmesinden, herbirisinden alýnan mikdar kadar-yalnýz o mikdar- aksýn, beraber gitsinler ve toplanýp o mâcunu teþkil etsinler... Acaba bundan daha hurafe, muhal, bâtýl bir þey var mý, eþek muzaaf bir eþekliðe girse, sonra insan olsa, "bu fikri kabul etmem" diye kaçacaktýr. Ýþte bu misal gibi.. herbir zîhayat, elbette zîhayat bir mâcundur; ve herbir nebat, hayatdar bir tiryak gibidir ki; çok müteaddit eczâlardan, çok muhtelif maddelerden, gayet hassas bir ölçü ile alýnan maddelerden terkip edilmiþtir. Eðer esbaba, anâsýra isnad edilse ve "esbab îcad etti" denilse; aynen eczahânedeki mâcunun, þiþelerin devrilmesinden vücud bulmasý gibi yüz derece akýldan uzak, muhal ve bâtýldýr. E l h â s ý l: Þu eczahâne-i kübrâ-yý âlemde, Hakîm-i Ezelî'nin mîzan-ý kaza ve kaderiyle alýnan mevadd-ý hayatiye, hadsiz bir hikmet ve nihayetsiz bir ilim ve her þey'e þâmil bir irade ile vücud bulabilir. "Kör, saðýr, hudutsuz sel gibi akan küllî anâsýr ve tebâyî ve esbabýn iþidir." diyen bedbaht, "o tiryâk-ý acib, kendi kendine þiþelerrin devrilmesinden çýkýp olmuþtur." diyen dîvane bir hezeyancý; sarhoþ bulunan bir ahmaktan daha ziyade ahmaktýr. Evet o küfür; ahmakane, sarhoþane, divanece bir hezeyandýr. Ý k i n c i M u h a l: Eðer herþey, Vâhid-i Ehad olan Kadîr-i Zülcelâl'e verilmezse, belki esbaba isnad edilse, lâzým gelir ki: Âlemin pek çok anâsýr ve esbabý, herbir zîhayatýn vücudunda müdahalesi bulunsun. Halbuki: Sinek gibi bir küçük mahlûkun vücudunda, kemâl-i intizam ile gayet hassas bir mîzan ve tam bir ittifak ile, muhtelif ve birbirine zýd, mübâyin (Sh:Asâ.143) esbabýn içtimaý, o kadar zâhir bir muhaldir ki, sinek kanadý kadar þuuru bulunan "bu muhaldir, olamaz!" diyecektir. Evet sineðin küçücük cismi, Kâinatýn ekser anâsýr ve esbabý ile alâkadardýr; belki bir hulâsasýdýr. Eðer kudret-i ezeliyyeye verilmezse, o esbab-ý maddiye, onun vücudu yanýnda bizzat hâzýr bulunmak lâzým; belki onun küçücük cismine girmek gerektir. Belki cisminin küçük bir nümunesi olan gözündeki bir hüceyresine girmeleri îcab ediyor. Çünkü sebeb, maddî ise; müsebbebin yanýnda ve içinde bulunmasý lâzým geliyor. Þu halde, iki sineðin iðne ucu gibi parmaklarý yerleþmiyen o hüceyrecikte, erkân-ý âlem ve anâsýr ve tebâyiin, maddeten içinde bulunup, usta gibi içinde çalýþtýklarýný kabul etmek lâzým geliyor. Ýþte Sofestâînin en eblehleri dahi, böyle bir meslekten utanýyor. Ü ç ü n c ü M u h a l: اَلْوَاحِدُ لاَيَصْدُرُ اِلاَّ عَنِ الْوَاحِدِ kaide-i mukarreresiyle: Bir mevcudun vahdeti varsa, elbette bir vâhidden, bir elden sudur edebilir. Hususan o mevcud, gayet mükemmel bir intizam ve hassas bir mîzan içinde ve câmi bir hayata mazhar ise, bilbedahe sebeb-i ihtilâf ve keþmekeþ olan müteaddit ellerden çýkmadýðýný, belki gayet Kadîr, Hakîm olan bir tek elden çýktýðýný gösterdiði halde; hadsiz ve câmid ve câhil, mütecaviz, þuursuz, karmakarýþýklýk içinde, kör, saðýr, esbab-ý tabiiyenin karmakarýþýk ellerine hadsiz imkânat yollarý içinde ve içtimâ ve ihtilât ile, o esbâbýn körlüðü, saðýrlýðý ziyadeleþtiði halde; o muntazam ve mevzun ve vâhid bir mevcudu onlara isnad etmek, yüz muhali birden kabul etmek gibi akýldan uzaktýr. Haydi bu muhalden kat'-ý nazar, esbab-ý maddiyenin elbette te'sirleri, mübaþeretle ve temasla olur. Halbuki o esbab-ý tabiiyenin temaslarý, zîhayat mevcudlarýn zâhirleriyledir. Halbuki görüyoruz ki: O esbab-ý maddiyenin elleri yetiþmediði ve temas edemedikleri o zîhayatýn bâtýný, on defa zâhirinden daha muntazam, daha lâtif, san'atça daha mükemmeldir. Esbab-ý maddiyenin elleri ve âletleriyle hiçbir cihetle yerleþemedikleri, belki tam zâhirine de temas edemedikleri küçücük zîhayat, küçücük hayvancýklar,en büyük mahlûklardan daha ziyade san'atça acîb, hilkatca bedî bir surette olduklarý halde, o câmid, câhil, kaba, uzak, büyük ve birbirine zýd olan saðýr, kör esbaba isnad etmek, yüz derece kör, bin derece saðýr olmakla olur!... Amma ikinci mes'ele: "Teþekkele binefsihi"dir. Yâni: Kendi kendine teþekkül ediyor. Ýþte bu cümlenin dahi çok muhâlatý var. Çok cihetle bâtýldýr., muhaldir. Nümune için muhâlâtýndan üç tanesini beyan ederiz. B i r i n c i s i: Ey muannid münkir! Senin enâniyetin seni o kadar ahmaklaþtýrmýþ ki, yüz muhâli birden kabul etmek derecesinde hükmediyor- (Sh:Asâ.144) sun. Çünki, sen mevcudsun. Ve basit bir madde ve câmid ve tegayyürsüz deðilsin. Belki, daima teceddüdde olarak, gayet muntazam bir makine; ve hârika ve daima tahavvülde bir saray gibisin. Senin vücudunda her vakit zerreler çalýþýyorlar. Senin vücudun kâinatla, hususan rýzýk münasebetiyle hususan beka-i nev'i itibariyle alâkadar ve alýþ veriþi vardýr. Senin vücudunda çalýþan zerreler, o münasebatý bozmamak ve o alâkadarlýðý kýrmamak için dikkat ediyorlar. Öylece ihtiyatla ayaklarýný atýyorlar. Güya bütün kâinata bakýyorlar. Senin münasebatýný kâinatta görüp öylece vaziyet alýyorlar. Sen zâhiri ve bâtini duygularýnla, o zerrelerin, o hârika vaziyetine göre istifade edersin. Eðer sen, vücudundaki zerreleri, Kadîr-i Ezelînin, kanuniyle hareket eden küçücük me'murlarý veya bir ordusu veya kalem-i kaderin uçlarý, herbir zerre bir kalem ucu; veya kalem-i kudretin noktalarý, herbir zerre bir nokta olduðunu kabul etmezsen; o vakit senin gözünde çalýþan herbir zerreye öyle bir göz lâzým ki, senin mecmu-u cesedinin her tarafýný görmekle beraber, münasebettar olduðun bütün kâinatý dahi görecek bir göz; ve bütün senin mâzi ve müstekbel ve nesil ve aslýn ve anâsýrýnýn menbalarýný ve rýzkýný mâdenlerini bilecek, tanýyacak yüz dâhî kadar bir akýl vermek lâzým geliyor. Senin gibi bu mes'elelerde zerre kadar aklý olmýyanýn bir zerresine bin Eflâtun kadar bir ilim ve þuur vermek, bin derece divanece bir hurafeciliktir!... Ý k i n ci M u h a l: Senin vücudun bin kubbeli hârika bir saraya benzer ki; her kubbesinde taþlar, direksiz birbirine baþbaþa verip, muallâkta durdurulmuþ. Belki senin vücudun, bin defa bu saraydan daha acibdir. Çünki; o saray-ý vücudun, daima kemal-i intizamla tazelenmektedir. Gayet hârika olan ruh, kalb ve mânevi letâiften kat'-ý nazar, yalnýz cesedindeki herbir âzâ. bir kubbeli menzil hükmündedir. Zerreler, o kubbedeki taþlar gibi birbiriyle kemal-i muvazene ve intizam ile baþbaþa verip, hârika bir bina, fevkalâde bir san'at, göz ve dil gibi acib birer mu'cize-i kudret gösteriyorlar. Eðer bu zerreler, þu âlemin ustasýnýn emrine tâbi birer me'mur olmasalar; o vakit herbir zerre, umum o ceseddeki zerrelere hem hâkim-i mutlak..hem herbirisine mahkûm-u mutlak, hem herbirisine misil.. hem hâkimiyet noktasýnda zýd.. hem yalnýz Vâcibul-Vücuda, mahsus olan ekser sýfatýn masdarý, menbaý.. hem gayet mukayyed..hem gayet mutlak bir surette olmakla beraber, sýrr-ý vahdetle yalnýz bir Vâhid-i Ehad'in eseri olabilen gayet muntazam bir masnû-u vâhidi, o hadsiz zerrata isnad etmek; zerre kadar þuuru olan, bunun pek zâhir bir muhal, belki yüz muhal olduðunu derkeder. Ü ç ü n c ü m u h a l: Eðer senin vücudun, Vâhid-i Ehad olan Kadîr-i Ezelînin kalemiyle mektup olmazsa; ve tabiata, esbaba mensup matbû ise, (Sh:Asâ.145) o vakit senin vücudundaki bir hüceyre-i bedenden tut, birbiri içinde daireler misillû, binler mürekkepler adedince tabiat kalýplarýnýn bulunmasý lâzým gelir. Çünki: Meselâ bu elimizdeki kitap eðer mektup olsa, bir tek kalem, kâtibinin ilmine istinad edip bütün onlarý yazar. Eðer o mektup olmazsa ve onun kalemine verilmezse, kendi kendine olmuþ denilse veya tabiata verilse, o vakit matbû kitap gibi, herbir harfi için bir demir kalem lâzýmdýr ki, tab'edilsin. Nasýlki matbaada hurufat adedince demir harfler bulunur, sonra o harfler vücud bulur; o vakit bir tek kaleme bedel o hurufat adedince kalemler bulunmasý lâzým gelir. Belki o hurufat içinde bazen olduðu gibi, küçük kalem ile bir büyük harfte bir sahife -ince hatla- yazýlmýþ ise, binler kalem bir tek harf için lâzým geliyor. Belki birbirinin içine girip muntazam bir vaziyetle, senin cesedin gibi bir þekil alýyorsa, o vakit herbir dairede, herbir cüz' için, o mürekkebat adedince kalýplar lâzým geliyor. Haydi yüz muhal içinde bulunan bu tarzý, mümkün desen dahi, bu muntazam san'atlý demir harfleri ve mükemmel kalýplarý ve kalemleri yapmak için, yine bir tek kaleme verilmezse, o kalemler, o kalýplar, o demir harflerin yapýlmasý için, onlarýn adetlerince yine kalemler, kalýplar ve harfler lâzým. Çünki onlar da yapýlmýþlar ve onlar da muntazam san'atlýdýrlar. Ve hâkezâ müteselsilen gittikçe gidecek... Ýþte sen de anla! Bu öyle bir fikirdir ki; senin zerratýn adedince muhalât ve hurafeler içinde bulunuyor. Ey muannid muattýl! Sen de utan..Bu dalâletten vaz geç! Ü ç ü n c ü k e l i m e: "Ýktezathü't-Tabiat" Yâni: Tabiat iktiza ediyor; tabiat yapýyor. Ýþte bu hükmün çok muhalâtý var. Nümune için üçünü zikrediyoruz. B i r i n c i s i: Eðer mevcudatta, hususan zîhayatta görünen; basîrâne, hakîmane olan san'at ve îcad, Þems-i Ezelînin kalem-i kader ve kudretine verilmezse, belki; kör, saðýr, düþüncesiz olan tabiata ve kuvvete isnad edilse, lâzým gelir ki; tabiat, îcad için her þeyde hadsiz mânevî makine ve matbaalarý bulundursun; veyahut herþeyde, kâinatý halk ve idare edecek bir kudret ve hikmet dercetsin. Çünki: Nasýl Þems'in cilveleri ve akisleri, zemin yüzündeki zerrecik cam parçalarýnda ve katrelerde görünüyor. Eðer o misâlî ve aksî Güneþcikler, semâdaki tek Güneþe isnad edilmese, lâzým gelir ki: Bir kibrit baþý yerleþmiyen bir zerrecik cam parçasýnda tabiî, fýtrî ve Güneþin hâsiyetlerine mâlik, zâhiren küçük, mânen çok derin bir Güneþin harîcî vücudunu kabul ederek, zerrat-ý zücâciye adedince tabiî Güneþleri kabul etmek lâzým geldiði gibi..aynen bu misâl gibi, mevcudat ve zîhayat doðrudan doðruya Þems-i Ezelî'nin cilve-i esmâsýna verilmezse, herbir mevcudda, hususan herbir zîhayatta; hadsiz bir kudret ve irade ve nihayetsiz bir (Sh:Asâ.146) ilim ve hikmet taþýyacak bir tabiatý, bir kuvveti, âdeta bir Ýlâhý içinde kabul etmek lâzým gelir. Bu tarz-ý fikir ise, kâinattaki muhâlâtýn en bâtýlý, en hurafesidir. Hâlik-ý kâinatýn san'atýný, bir sineðe müteveccih mevhum, ehemmiyetsiz, þuursuz bir tabiata veren insan, elbette yüz defa hayvandan daha hayvan, daha þuursuz olduðunu gösterir!.. Ý k i n c i M u h a l: Eðer gayet intizamlý, mizanlý, san'atlý, hikmetli þu mevcudat; nihayetsiz Kadîr, Hakîm bir Zâta verilmezse, belki tabiata isnad edilse, lâzým gelir ki: Tabiat, herbir parça toprakta, Avrupa'nýn umum matbaalarý ve fabrikalarý adedince makineleri, matbaalarý bulundursun.. tâ, o parça toprak, menþe' ve tezgâh olduðu hadsiz çiçekler ve meyvelerin yetiþmelerine ve teþkillerine medar olabilsin. Çünki: Çiçekler için saksýlýk vazifesini gören bir kâse toprak içine, tohumlarý nöbetle atýlan umum çiçeklerin birbirinden çok ayrý olan þekil ve hey'etlerini teþkil ve tasvir edebilir bir kabiliyeti, bilfiil görülüyor. Eðer Kadîr-i Zülcelâl'e verilmezse: O vakit, o kâsedeki toprakta, herbir çiçek için mânevî, ayrý, tabii bir makine bulunmazsa; bu hal vücuda gelemez. Çünki tohumlar ise nutfeler ve yumurtalar gibi, maddeleri birdir. Yâni: Müvellidülmâ, müvellidülhumuza, karbon, azotun, intizamsýz, þekilsiz, hamur gibi halitasýndan ibaret olmakla beraber, hava, su, hararet,ziye dahi, herbiri basit ve þuursuz ve herþey'e karþý sel gibi bir tarzda gittiðinden o hadsiz çiçeklerin teþkilâtlarý, ayrý ayrý ve gayet muntazam ve san'atlý olarak o topraktan çýkmasý, bilbedahe ve bizzarure iktiza ediyor ki: O kâsede bulunan toprakta, mânen Avrupa kadar, mânevî ve küçük mikyasta matbaalarý ve fabrikalarý bulundursun. Tâ ki, bu kadar hayatdar kumaþlarý ve binler ayrý ayrý nakýþlý mensûcatlarý dokuyabilsin. Ýþte, Tabiiyyunun fikr-i küfrîleri, ne derece daire-i akýldan hariç saptýðýný kýyas et. Ve tabiatý mûcid zanneden insan suretindeki ahmak sarhoþlar, "mütefennin ve akýllýyýz" diye dâva ettikleri akýl ve fenden ne kadar uzak düþtüklerini, mümteni' ve hiçbir cihetle mümkün olmýyan bir hurafeyi kendilerine meslek ittihaz ettiklerini gör, gül ve tükür!... Eðer desen: Mecudat, tabiata isnad edilse böyle acib muhaller olur, imtina' derecesinde müþkilât olur; acaba Zât-ý Ehad ve Samed'e verildiði vakit, o müþkilât nasýl kalkýyor? Ve suûbetli imtina' o suhuletli vücuba nasýl inkýlâb eder? E l c e v a p: Birinci muhalde, nasýlki Güneþin cilve-i in'ikasý, kemâl-i suhûletle, külfetsiz en küçük zerrecik câmidden tut, tâ en büyük bir denizin yüzüne kadar feyzini ve te'sirini misâli güneþciklerle gayet kolaylýkla gösterdikleri halde, eðer Güneþten nisbeti kesilse o vakit herbir zerrecikte, tabiî ve bizzat bir Güneþin haricî vücudu -imtina' derecesinde bir suûbetle- olabilmesi kabul edilmek lâzým gelir. Öyle de: Herbir mevcud doðru- (Sh:Asâ.147) dan doðruya Zât-ý Ehad ve Samede, verilse; vücub derecesinde bur suhûlet, bir kolaylýk ile ve bir intisab ve cilve ile, herbir mevcuda lâzým olan herbir þey'i, ona yetiþtirebilir. Eðer o intisab kesilse ve o me'muriyet baþýbozukluða dönse ve herbir mevcud kendi baþýna ve tabiata býrakýlsa, o vakit imtina' derecesinde yüzbin müþkilât ve suûbetle sinek gibi bir zîhayatýn, kâinatýn küçük bir fihristesi olan ve gayet hârika makine-i vücudunu îcad eden, içindeki kör tabiatýn, bu kâinatý halk ve idare edecek bir kudret ve hikmet sahibi olduðunu farzetmek lâzým gelir. Bu ise bir muhal deðil, belki binler muhaldir. E l h a s ý l: Nasýlki Zât-ý Vâcibü'l-Vücud'un þerik ve nazîri mümteni' ve muhaldir. Öyle de: Rubûbiyyetinde ve îcad-ý eþyada baþkalarýnýn müdahalesi, þerik-i zâtî gibi mümteni' ve muhaldir. Amma ikinci muhaldeki müþkilât ise müteaddit Risalelerde isbat edildiði gibi; Eðer bütün eþya Vâhid-i Ehad'e verilse; bütün eþya, bir tek þey gibi suhuletli ve kolay olur. Eðer esbaba ve tabiata verilse, bir tek þey, umum eþya kadar müþkilâtlý olduðu, müteaddit ve kat'i bürhanlarla isbat edilmiþ. Bir bürhanýn hülâsasý þudur ki: Nasýlki bir adam, bir padiþaha askerlik veya me'muriyet cihetiyle intisab etse, o me'mur ve o asker o intisab kuvvetiyle, yüzbin defa kuvvet-i þahsiyesinden fazla iþlere medar olabilir. Ve padiþahý namýna bazen bir þâhý esir eder. Çünki gördüðü iþlerin ve yaptýðý eserlerin cihazatýný ve kuvvetini kendi taþýmýyor ve taþýmaya mecbur olmuyor. O intisab münasebetiyle, padiþahýn hazineleri ve arkasýndaki nokta-i istinadý olan ordu; o kuvveti, o cihazatý taþýyor. Demek gördüðü iþler, þâhâne olarak bir padiþahýn iþi gibi; ve gösterdiði eserler, bir ordu eseri misillû hârika olabilir. Nasýlki karýnca, o me'muriyet cihetiyle Firavunun sarayýný harab ediyor ve sinek o intisab ile, Nemrud'u gebertiyor. Ve o intisab ile, buðday tanesi gibi bir çam çekirdeði. koca çam aðacýnýn bütün cihazatýný yetiþtiriyor (Hâþiye). Eðer o intisab kesilse, o me'muriyetten terhis edilse, yapacaðý iþlerin cihazatýný ve kuvvetini, belinde ve bileðinde taþýmaða mecburdur. O vakit, o küçücük bileðindeki kuvvet mikdarýnca ve belindeki cephane adedince iþ görebilir. Evvelki vaziyette gayet kolaylýkla gördüðü iþleri bu vaziyette ondan istenilse, elbette bileðinde bir ordu kuvveti ve belinde bir padiþahýn cihazat-ý harbiye fabrikasýný yüklemek lâzým gelir ki; güldürmek için acib hurafeleri ve masallarý hikâye eden maskaralar dahi bu hayalden utanýyorlar!.. ________________ (Hâþiye) : Evet, eðer o intisab olsa; o çekirdek, kader-i Ýlâhîden bir emir alýr, o hârika iþlere mazhar olur. Eðer o intisab kesilse; o çekirdeðin hilkati, koca çam aðacýnýn hilkatinden daha ziyade cihazat ve iktidar ve san'atý iktiza eder. Çünki, daðdaki kudret eseri olan mücessem çam aðacýnýn, bütün âzalarý ve cihazatiyle, o çekirdekteki kader eseri olan mânevi aðaçta mevcud bulunmasý lâzým gelir. Çünki, o koca aðacýn fabrikasý, o çekirdektir. Ýçindeki kaderî aðaç, kudretle hariçte tezahür eder, cismanî çam aðacý olur. (Sh:Asâ.148) E l h a s ý l: Vâcibü'l-Vücud'a her mevcudu vermek, vücub derecesinde bir suhûleti var. Ve tabiata îcad cihetinde vermek, imtina derecesinde müþkil ve hâric-i daire-i akliyedir. Ü ç ü n c ü M u h a l: Bu muhâli izah edecek bazý risalelerde beyan edilen iki misal: Birinci Misâl: Bütün âsâr-ý medeniyetle tekmil ve tezyin edilmiiþ, hâlî bir sahrada kurulmuþ, yapýlmýþ bir saraya; gayet vahþî bir adam girmiþ, içine bakmýþ...Binler muntazam san'atlý eþyayý görmüþ. Vahþetinden, ahmaklýðýndan, "hariçten kimse müdahale etmeyip, o saray içinde o eþyadan birisi, o sarayý müþtemilâtiyle beraber yapmýþtýr." diye taharriye baþlýyor. Hangi þey'e bakýyor..o vahþetli aklý dahi kabil görmüyor ki, o þey bunlarý yapsýn. Sonra o sarayýn teþkilât programýný ve mevcudat fihristesini ve idare kanunlarý içinde yazýlý olan bir defteri görür. Çendan, elsiz ve gözsüz ve çekiçsiz olan o defter dahi, sair içindeki þeyler gibi, hiçbir kabiliyeti yoktur ki o sarayý teþkil ve tezyin etsin. Fakat muztar kalarak, bilmecburiye, eþyâ-yý âhere nisbeten, kavânin-i ilmiyenin bir unvaný olmak cihetiyle, o sarayýn mecmuuna, bu defteri münasebetdar gördüðünden, "Ýþte bu defterdir ki, o sarayý teþkil, tanzim ve tezyin edip bu eþyayý yapmýþ, takmýþ, yerleþtirmiþ." diyerek..vahþetini; ahmaklarýn, sarhoþlarýn hezeyanýna çevirmiþ... Ýþte aynen bu misâl gibi: Hadsiz derecede misaldeki saraydan daha muntazam, daha mükemmel ve bütün etrafý mu'cizane hikmetle dolu þu saray-ý âlemin içine, inkâr-ý Ulûhiyyete giden "tabiiyyûn" fikrini taþýyan vahþî bir insan girer. Daire-i mümkinat hâricinde olan Zât-ý Vâcib'ül-Vücud'un eser-i san'atý olduðunu düþünmeyerek ve ondan i'raz ederek, dâire-i mümkinat içinde kader-i Ýlâhînin yazar bozar bir levhasý hükmünde ve kudreti Ýlâhîyyenin kavânîn-i icraatýna tebeddül ve tagayyür eden bir defteri olabilen ve pek yanlýþ ve hatâ olarak "tabiat" namý verilen bir mecmua-i kavânîn-i âdât-ý Ýlâhîyye ve bir fihriste-i San'at-ý Rabbâniyyeyi görür. Ve der ki: "Mâdem bu eþya bir sebeb ister, hiçbir þey'in bu defter gibi münâsebeti görünmüyor. Çendan hiçbir cihetle akýl kabul etmez ki; gözsüz, þuursuz, kudretsiz bu defter, Rubûbiyyet-i Mutlakanýn iþi olan ve hadsiz bir kudreti iktiza eden îcadý yapamaz. Fakat mâdem Sâni-i Kadîmi kabul etmiyorum; öyle ise en münasibi, bu defter bunu yapmýþ ve yapar diyeceðim" der. Biz de deriz: Ey ahmaku'l-humakadan tahammuk etmiþ sarhoþ ahmak! Baþýný tabiat bataklýðýndan çýkar, arkana bak: Zerrattan, seyyârata kadar bütün mevcûdat, ayrý ayrý lisanlarla (O'nun) vücuduna þehadet ettikleri ve parmaklariy- (Sh:Asâ.149) le iþaret ettikleri bir Sâni-i Zülcelâl'i gör. Ve o sarayý yapan ve o defterde sarayýn programýný yazan Nakkaþ-ý Ezelî'nin cilvesini müþahede et, fermanýna bak, Kur'anýný dinle, o hezeyanlardan kurtul!... Ýkinci misâl: Gayet vahþî bir adam, muhteþem bir kýþla dairesine girer. Gayet muntazam bir ordunun umumî beraber tâlimlerini, muntazam hareketlerini görür. Bir neferin hareketiyle; bir tabur, bir alay, bir fýrka kalkar, oturur gider; bir ateþ emriyle ateþ ettiklerini müþahede eder. Onun kaba, vahþî aklý, bir kumandanýn, devletin nizamatiyle ve kanun-u padiþahî ile kumandasýný anlamayýp, inkâr ettiðinden, o askerlerin iplerle birbirine baðlý olduklarýný tahayyül eder. O hayalî ip, ne kadar hârikalý bir ip olduðunu düþünüp hayrette kalýr. Sonra gider..Ayasofya gibi gayet muazzam bir câmiye, Cuma gününde dahil olur. O cemaat-i müslimînin, bir adamýn sesiyle kalkar, eðilir, secde eder, oturduklarýný müþahede eder. Mânevî ve semavî kanunlarýnýn mecmuundan ibaret olan þeriatý ve þeriat sahibinin emirlerinden gelen mânevî düsturlarýný anlamadýðýndan, o cemaatin maddî iplerle baðlandýðýný ve o acib ipler onlarý esir edip oynattýðýný tahayyül ederek, en vahþî, insan suretindeki canavar hayvanlarý dahi güldürecek derecede maskaralý bir fikirle çýkar, gider... Ýþte ayný bu misal gibi: Sultân-ý Ezel ve Ebed'in, hadsiz cünûdunun muhteþem bir kýþlasý olan þu âleme ve o Mâbûd-u Ezelî'nin muntazam bir mescidi olan þu kâinata; mahz-ý vahþet olan, inkârlý fikr-i tabiatý taþýyan bir münkir giriyor. O Sultân-ý Ezelî'nin hikmetinden gelen nizâmât-ý kâinatýn mânevî kanunlarýný, birer maddî madde tasavvur ederek; ve saltanat-ý Rubûbiyyetin kavânîn-i itibariyesi ve o Mâbûd-u Ezelînin þeriat-ý fýtriye-i kübrâsýnýn, mânevî ve yalnýz vücud-u ilmîsi bulunan, ahkâmlarýný ve düsturlarýný birer mevcud-u hâricî ve maddî birer madde tahayyül ederek, kudret-i Ýlâhîyyenin yerine, o ilim ve kelâmdan gelen ve yalnýz vücud-u ilmîsi bulunan o kanunlarý ikame etmek ve ellerine îcad vermek, sonra da onlara "tabiat" namýný takmak ve yalnýz bir cilve-i kudret-i Rabbâniyye olan kuvveti, kudret ve müstakil bir kadîr telâkki etmek; misâldeki vahþîden bin defa aþaðý bir vahþettir!... E l h a s ý l: Tabiiyyunlarýn; mevhum ve hakikatsýz, tabiat dedikleri þey, olsa olsa ve hakikat-i hâriciye sahibi ise; ancak bir san'at olabilir. Sâni olamaz. Bir nakýþtýr, Nakkaþ olamaz. Ahkâmdýr, Hâkim olamaz. Bir þeriat-ý fýtriyedir, Þâri, olamaz. Mahlûk bir perde-i izzettir, Hâlik olamaz. Münfail bir fýtrattýr, Fâtýr bir Fâil olamaz. Kanundur, kudret deðildir; Kadir olamaz. Mistardýr, masdar olamaz... E l h a s ý l: Mâdem mevcudat var. Mâdem Onaltýncý Nota'nýn baþýnda denildiði gibi: Mevcudun vücuduna, taksîm-i aklî ile dört yoldan baþka yol tahayyül edilmez. O dört cihetten üçünün -herbirinin- üç zâhir muhal- (Sh:Asâ.150) ler ile butlâný, kat'i bir surette isbat edildi. Elbette bizzarure ve bilbedahe dördüncü yol olan vahdet yolu, kat'i bir surette isbat olunur. O dördüncü yol ise; baþdaki اَفِى اللَّهِ شَكٌّ فَاطِرِ السَّمَوَاتِ وَالاَرْضِ âyeti, þeksiz ve þüphesiz bedahet derecesinde Zât-ý Vâcibü'l-Vücud'un Ulûhiyyetini..ve herþey doðrudan doðruya dest-i kudretinden çýktýðýný..ve Semâvat ve Arz, kabza-ý tasarrufunda bulunduðunu gösteriyor.., Ey esbabperest ve tabiata tapan bîçare adam! Mâdem herþey'in tabiatý, herþey gibi mahlûktur, çünki san'atlýdýr ve yeni oluyor... Hem her müsebbeb gibi, zâhirî sebebi dahi masnû'dur. Ve mâdem her þey'in vücudu, pek çok cihazat ve âletlere muhtaçtýr. O halde, o tabiatý îcad eden ve o sebebi halkeden bir Kadîr-i Mutlak var. Ve o Kadîr-i Mutlak'ýn ne ihtiyacý var ki âciz vesâiti, Rubûbiyyetine ve îcadýna teþrik etsin, Hâþâ! Belki doðrudan doðruya müsebbebi, sebeb ile beraber halkederek, cilve-i esmâsýný ve hikmetini göstermek için, bir tertip ve tanzim ile zâhirî bir sebebiyet, bir mukarenet, vermekle eþyadaki zâhirî kusurlara, merhametsizliklere ve noksaniyetlere merci' olmak için, esbab ve tabiatý dest-i kudretine perde etmiþ; izzetini o suretle muhafaza etmiþ. Acaba bir saatçi, saatin çarklarýný yapsýn; sonra saati çarklarla tertip edip tanzim etsin, daha mý kolaydýr, yoksa hârika bir makineyi, o çarklar içinde yapsýn; sonra saatin yapýlmasýný o makinenin câmid ellerine versin, tâ saati yapsýn, daha mý kolaydýr? Acaba imkân haricinde deðil midir? Haydi o insafsýz aklýnla sen söyle..sen hâkim ol! Veyahut bir kâtib; mürekkeb, kalem, kâðýdý getirdi. Onunla kendi bizzat o kitabý yazsa, daha mý kolaydýr..yoksa; o kâðýd, mürekkeb, kalem içinde, o kitabdan daha san'atlý, daha zahmetli..yalnýz o tek kitaba mahsus olarak bir yazý makinesi îcad etsin; sonra o þuursuz makineye: "Haydi sen yaz" desin de kendi karýþmasýn, daha mý kolaydýr? Acaba yüz defa yazýdan daha müþkil deðil midir? E ð e r d e s e n: Evet bir kitabý yazan makinenin îcâdý, o kitabdan yüz defa daha müþkildir. Fakat o makine, ayný kitabýn bir çok nüshalarýný yazmasýna vasýta olmak cihetiyle, belki bir kolaylýk var. E l c e v a p: Nakkaþ-ý Ezelî, hadsiz kudretiyle nihayetsiz cilve-i esmâsýný, her vakit tazelendirmekle ayrý ayrý þekilde göstermek için, eþyadaki teþahhuslarý ve hususî sîmâlarý öyle bir surette halketmiþtir ki; hiç bir mektub-u Samedânî ve hiçbir kitab-ý Rabbânî, diðer kitablarýn ayný aynýna olamýyor. Alâküllihal, ayrý mânalarý ifade etmek için, ayrý bir simâsý bulunacak. Eðer gözün varsa, insanýn Sîmâsýna bak, gör ki: Zaman-ý Âdemden þimdiye kadar, belki ebede kadar, bu küçük simâda, âzâ-yý esâside ittifak ile beraber herbir simâ, umum simâlara nisbeten, herbirisine karþý birer alâ- (Sh:Asâ.151) met-i fârikasý var olduðu kat'iyen sâbittir. Bunun için herbir simâ, ayrý bir kitabdýr. Yalnýz san'atýn tanzimi için ayrý bir yazý takýmý ve ayrý bir tertib ve te'lif ister. Ve maddelerini hem getirmek, hem yerleþtirmek ve hem de vücuda lâzým olan herþey'i dercetmek için, bütün bütün baþka bir tezgâh ister. Haydi, farz-ý muhal olarak tabiata bir matbaa nazariyle bakdýk: Fakat bir matbaaya ait olan tanzim ve basmak, yâni muayyen intizamýný kalýba sokmaktan baþka; o tanzimin îcadýndan îcadlarý yüz derece daha müþkül bir zîhayatýn cismindeki maddeleri, aktar-ý âlemden mîzan-ý mahsusla ve has bir intizamla îcad etmek ve getirmek ve matbaa eline vermek için, yine o matbaayý îcad eden Kadîr-i Mutlak'ýn kudret ve iradesine muhtaçdýr. Demek bu matbaalýk ihtimali ve farzý, bütün bütün mânasýz bir hurafedir. Ýþte bu saat ve kitab misâlleri gibi: Sâni-i Zülcelâl, Kadîr-i Küll-i Þey', esbabý halketmiþ; müsebbebâtý da halkediyor. Hikmetiyle, müsebbebâtý esbaba baðlýyor. Kâinatýn harekâtýnýn tanzîmine dâir kavânîn-i âdetullahtan ibaret olan þeriat-ý fýtriye-î kübra-yý Ýlâhiyyenin bir cilvesini ve eþyadaki o cilvesine yalnýz bir âyine ve bir ma'kes olan tabiat-ý eþyayý, iradesiyle tâyin etmiþtir. Ve o tabîatýn vücud-u hâricîye mazhar olan vechini, kudretiyle îcad etmiþ ve eþyayý o tabiat üzerinde halketmiþ birbirine mezcetmiþ...Acaba gayet derecede mâkul ve hadsiz bürhanlarýn neticesi olan bu hakikatýn kabulü mü daha kolaydýr...-acaba vücub derecesinde lâzým deðil midir?- yoksa câmid, þuursuz, mahlûk, masnû, basit olan o sebep ve tabiat dediðimiz maddelere, herbir þey'in vücuduna lâzým olan hadsiz cihazat ve âlâtý verip hakîmane, basîrane olan iþleri kendi kendilerine yaptýrmak mý daha kolaydýr? Acaba imtina, derecesinde, imkân haricinde deðil midir? Senin, o insafsýz aklýnýn insafýna havale ediyoruz. Münkir ve tabiat-perest diyor ki: Mâdem beni insafa dâvet ediyorsun, ben de diyorum ki; þimdiye kadar yanlýþ gittiðimiz yol, hem yüz derece muhâl, hem gayet zararlý ve nihayet derecede çirkin bir meslek olduðunu itiraf ediyorum. Sabýk tahkikatýnýzdan zerre miktar þuuru bulunan anlayacak ki; esbâba, tabiata îcad vermek mümteni'dir, muhaldir. Ve her þey'i doðrudan doðruya Vâcibü'l-Vücud'a vermek; vâcibdir, zarurîdir. Elhamdülillâhi alel-îman deyip îman ediyorum. Yalnýz bir þüphem var. Cenâb-ý Hakk'ýn Hâlýk olduðunu kabul ediyorum; fakat bazý cüz'i esbabýn ehemmiyetsiz þeylerde îcada müdahaleleri ve bir parça medh ü sena kazanmalarý, Saltanat-ý Rubûbiyyetine ne zarar verir? Saltanatýna noksaniyet gelir mi? E l c e v a p: Bazý Risalelerde gayet kat'i isbat ettiðimiz gibi; hâkimiyetin þe'ni müdahaleyi reddetmektir. Hattâ en ednâ bir hâkim, bir me'mur; daire-i hâkimiyetinde oðlunun müdahalesini kabul etmiyor. Hattâ hâkimiyetine müdahale tevehhümiyle, bazý dindar padiþahlar, Halife oldukla- (Sh:Asâ.152) rý halde, mâsum evlâdlarýný katletmeleri, bu "redd-i müdahale kanunu"nun hâkimiyette ne kadar esaslý hükmettiðini gösteriyor. Bir nahiyede iki müdürden tut, tâ bir memlekette iki padiþaha kadar, hâkimiyetteki istiklâliyetin iktiza ettiði "men-i iþtirâk kanunu" tarih-i beþerde çok acib herc ü merc ile kuvvetini göstermiþ. Acaba âciz ve muavenete muhtaç insanlardaki âmiriyet ve hâkimiyetin bir gölgesi, bu derece müdahaleyi reddetmeyi ve baþkasýnýn müdahelesini men'etmeyi ve hâkimiyetinde iþtirâk kabul etmemeyi ve makamýnda istiklâliyetini nihayet taassubla muhafazaya çalýþmayý gör.. sonra, hâkimiyyet-i mutlaka, Rubûbiyyet derecesinde; ve âmiriyyet-i mutlaka, Ulûhiyyet derecesinde; ve istiklâliyyet-i mutlaka, Ehadiyyet derecesinde; ve istiðnâ-yý mutlak, Kadiriyyet-i mutlak derecesinde bir Zât-ý Zülcelâl'de, bu redd-i müdahale ve men-i iþtirâk ve tard-ý þerik, ne derece o hâkimiyyetin zarurî bir lâzýmý ve vâcib bir muktezasý olduðunu kýyas edebilirsen et. Amma ikinci þýk þüphen ki: Bazý esbab, bazý cüz'iyatýn bazý ubûdiyetlerine merci olsa, o Mâbud-u Mutlak olan Zât-ý Vâcibü'l Vücud'a müteveccih zerrattan seyyârata kadar mahlûkatýn ubûdiyetlerinden ne noksan gelir? E l c e v a p: Þu kâinatýn Hâlik-ý Hakîm'i, kâinatý bir aðaç hükmünde halkedip, en mükemmel meyvesini zîþuur ve zîþuurun içinde en câmi' meyvesini insan yapmýþtýr. Ve insanýn en ehemmiyetli, belki insanýn netice-i hilkati ve gaye-i fýtratý ve semere-i hayatý olan þükür ve ibadeti; o Hâkim-i Mutlak ve Âmir-i Müstakil, kendini sevdirmek ve tanýttýrmak için kâinatý halkeden O Vâhid-i Ehad, bütün kâinatýn meyvesi olan insaný ve insanýn en yüksek meyvesi olan þükür ve ibadetini baþka ellere verir mi? Bütün bütün hikmetine zýd olarak, netice-i hilkati ve semere-i kâinatý abes eder mi? Hâþâ ve kellâ... Hem hikmetini ve Rubûbiyyetini inkâr ettirecek, bir tarzda mahlûkatýn ibadetlerini baþkalara vermeye rýza gösterir mi, hiç müsaade eder mi? Hem hadsiz bir derecede kendini sevdirmeyi ve tanýttýrmayý ef'aliyle gösterdiði halde, en mükemmel mahlûkatýnýn þükür ve minnettarlýklarýný, tahabbüb ve ubûdiyetlerini baþka esbaba vermekle, kendini unutturup, kâinattaki makasýd-ý âliyesini inkâr ettirir mi? Ey tabiat-perestlikten vaz geçen arkadaþ! Haydi sen söyle! O diyor: Elhamdülillâh, bu iki þüphem hallolmakla beraber, Vahdâniyyet-i Ýlâhiyyeye dair ve Mâbud-u Bilhak O olduðuna ve O'dan baþkalarý ibâdete lâyýk olmadýðýna o kadar parlak ve kuvvetli iki delil gösterdin ki, onlarý inkâr etmek, Güneþi ve gündüzü inkâr etmek gibi bir mükâberedir. (Sh:Asâ.153) $ HÂTÝME Tabiat fikr-i küfrisini terkeden ve îmana gelen zât diyor ki: Elhamdülillâh, benim þüphelerim kalmadý; yalnýz merakýmý mûcib olan bir kaç sualim var. B i r i n c i S u a l: Çok tenbellerden ve târik-üs-salâtlardan iþitiyoruz, diyorlar ki: Cenâb-ý Hakk'ýn bizim ibadetimize ne ihtiyacý var ki, Kur'anda çok þiddet ve ýsrar ile ibâdeti terk edeni zecredip Cehennem gibi dehþetli bir ceza ile tehdit ediyor. Ý'tidalli ve istikametli ve adâletli olan ifade-i Kur'aniyeye nasýl yakýþýyor ki, ehemmiyetsiz bir cüz'i hatâya karþý, nihayet þiddeti gösteriyor? E l c e v a p: Evet, Cenâb-ý Hak, senin ibadetine, belki hiçbir þey'e muhtaç deðil. Fakat sen, ibadete muhtaçsýn; mânen hastasýn. Ýbadet ise, mânevi yaralarýna tiryaklar hükmünde olduðunu çok risalelerde isbat etmiþiz. Acaba bir hasta, o hastalýk hakkýnda, þefkatli bir hekîmin ona nâfi ilâçlarý içirmek hususunda ettiði ýsrara mukabil, hekime dese: Senin ne ihtiyacýn var bana böyle ýsrar ediyorsun? Ne kadar mânasýz olduðunu anlarsýn. Amma Kur'an'ýn, terk-i ibadet hakkýnda þiddetli tehdidatý ve dehþetli cezalarý ise; nasýlki bir padiþah, raiyyetinin hukukunu muhafaza etmek için âdî bir adamýn raiyyetinin hukukuna zarar veren bir hatâsýna göre, þiddetli cezaya çarpar. Öyle de: Ýbadeti ve namazý terkeden adam, Sultan-ý Ezel ve Ebed'in raiyyeti hükmünde olan mevcudatýn hukukuna ehemmiyetli bir tecavüz ve mânevî bir zulüm eder. Çünki: Mevcudatýn kemalleri, Sânia müteveccih yüzlerinde tesbih ve ibadet ile tezahür eder. Ýbadeti terkeden, mevcudatýn ibadetini görmez ve göremez. Belki de inkâr eder. O vakit ibadet ve tesbih noktasýnda yüksek makamda bulunan ve herbiri birer mektub-u Samedânî ve birer âyine-i Esmâ-i Rabbâniyye olan mevcudatý; âli makamlarýndan tenzil ettiðinden ve ehemmiyetsiz, vazifesiz, câmid periþan bir vaziyette telâkki ettiðinden, mevcudatý tahkir eder, kemâlâtýný inkâr ve tecavüz eder. Evet, herkes, kâinatý kendi âyinesiyle görür. Cenab-ý Hak, insaný kâinat için bir mikyas, bir mizan suretinde yaratmýþtýr. Her insan için, bu âlemden hususî bir âlem vermiþ. O âlemin rengini, o insanýn îtikâd-ý kalbîsine (Sh:Asâ.154) göre gösteriyor. Meselâ: Gayet me'yus ve matemli olarak aðlýyan bir insan mevcudatý aðlar ve me'yus suretinde görür..gayet sürurlu ve neþ'eli, müjdeli ve kemal-i neþ'esinden gülen bir adam, kâinatý neþ'eli, güler gördüðü gibi, mütefekkirâne ve ciddî bir surette ibadet ve tesbih eden adam; mevcudatýn hakikaten mevcud ve muhakkak olan ibadet ve tesbihatlarýný bir decere keþfeder ve görür..gafletle veya inkârla ibadeti terkeden adam; mevcudatý, hakikat-ý kemalâtýna tamamiyle zýd ve muhalif ve hatâ bir surette tevehhüm eder ve mânen onlarýn hukukuna tecavüz eder. Hem o târik-üs-salât, kendi kendine mâlik olmadýðý için, kendi mâlikinin bir abdi olan kendi nefsine zulmeder. Onun mâliki, o abdinin hakkýný, onun nefs-i emmâresinden almak için, dehþetli tehdit eder. Hem netice-i hilkati ve gaye-i fýtratý olan ibadeti terk ettiðinden, hikmet-i Ýlâhiyye ve meþîet-i Rabbâniyyeye karþý bir tecavüz hükmüne geçer. Onun için cezaya çarpýlýr. E l h a s ý l: Ýbadeti terkeden, hem kendi nefsine zulmeder. Nefs ise, Cenâb-ý Hakk'ýn abdi ve memlûküdür. Hem kâinatýn hukuk-u kemalâtýna karþý bir tecavüz, bir zulümdür. Evet, nasýlki küfür mevcudata karþý bir tahkirdir; terk-i ibadet dahi, kâinatýn kemalâtýný inkârdýr. Hem hikmet-i Ýlâhiyyeye karþý bir tecavüz olduðundan dehþetli tehdide, þiddetli cezaya müstahak olur. Ýþte bu istihkaký ve mezkûr hakikatý ifade etmek için, Kur'an-ý Mu'cizü'l-Beyan; mu'cizane bir surette o þiddetli tarz-ý ifadeyi ihtiyar ederek, tam tamýna, hakikat-ý belâðat olan mutabýk-ý mukteza-yý hale mutabakat ediyor. Ý k i n c i S u a l: Tabiattan vaçgeçen ve îmana gelen zât diyor ki: Her mevcud her cihette, her iþinde ve her þey'inde ve her þe'ninde meþîet-i Ýlâhiyyeye ve kudret-i Rabbâniyyeye tâbi olmasý, çok azim bir hakikattýr. Azameti cihetinde dar zihinlerimize sýkýþmýyor. Halbuki gözümüzle gördüðümüz bu nihayet derecede mebzuliyyet, hem hilkat ve îcad-ý eþyadaki hadsiz suhulet, hem sâbýk bürhanlarýnýzla tahakkuk eden vahdet yolundaki -îcad-ý eþyada- nihayet derecede kolaylýk ve suhûlet, hem nass-ý Kur'an ile beyan edilen; مَاخَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ وَمَآ اَمْرُ السَّاعَةِ اِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ اَقْرَبُ gibi âyetlerin sarahatten gösterdikleri nihayet derecede kolaylýk, o hakikat-ý azîmenin, en makbul ve en mâkul bir mes'ele olduðunu gösteriyorlar. Bu kolaylýðýn sýrrý ve hikmeti nedir? (Sh:Asâ.155) E l c e v a p: Yirminci Mektub'un Onuncu Kelimesi olanوَهُوَ عَلَى كُلِّى شَىْءٍ قَدِيرٌ beyanýnda, o sýr gayet vâzýh ve kat'i ve muknî bir tarzda beyan edilmiþ...Hususan o mektubun zeylinde daha ziyade vuzuh ile isbat edilmiþ ki: Bütün mevcudat, Sâni-i Vâhid'e isnad edildiði vakit, bir tek mevcud hükmünde kolaylaþýr. Eðer Vâhid-i Ehad'e verilmezse bir tek mahlûkun îcadý, bütün mevcudat kadar müþkilleþir ve bir çekirdek, bir aðaç kadar suûbetli olur. Eðer Sâni-i hakikîsine verilse kâinat, bir aðaç gibi; ve aðaç, bir çekirdek gibi; ve Cennet, bir bahar gibi; ve bahar, bir çiçek gibi kolaylaþýr; suhûlet peyda eder. Ve bilmüþahede görünen hadsiz mebzuliyet ve ucuzluðun ve her nev'in suhûletle kesret-i efradý bulunmasýnýn ve kesret-i suhûlet ve sür'atle muntazam, san'atlý, kýymetli mevcudatýn kolayca vücuda gelmesinin sýrlarýna medar olan ve hikmetlerini gösteren ve baþka Risalelerde tafsilen beyan edilen yüzer delillerinden bir ikisine muhtasar bir iþaret ederiz. Meselâ: Nasýlki yüz nefer, bir zâbitin idaresine verilse, bir neferin, yüz zâbitin idarelerine verilmesinden yüz derece daha kolay olduðu gibi, bir ordunun teçhizat-ý askeriyesi, bir merkez, bir kanun, bir fabrika ve bir padiþahýn emrine verildiði vakit, âdeta kemmiyeten bir neferin teçhizatý kadar kolaylaþtýðý gibi.. bir neferin teçhizat-ý askeriyesi, müteaddit merkezlere, müteaddit fabrikalara, müteaddit kumandanlara havalesi de, âdeta bir ordunun teçhizatý kadar kemmiyeten müþkilâtlý oluyor. Çünki, bir tek neferin teçhizatý için, bütün orduya lâzým olan fabrikalarýn bulunmasý gerektir. Hem bir aðacýn sýrr-ý vahdet cihetiyle, bir kökde, bir merkezde, bir kanun ile mevadd-ý hayatiyesi verildiðinden; binler meyve veren o aðaç, bir meyve kadar suhûletli olduðu bilmüþahede görünür. Eðer vahdetten kesrete gidilse, herbir meyveye lâzým mevadd-ý hayatiye baþka yerden verilse; herbir meyve, bir aðaç kadar müþkilât peyda eder. Belki aðacýn bir enmuzeci ve fihristesi olan bir tek çekirdek dahi, o aðaç kadar suûbetli olur. Çünki bir aðacýn hayatýna lâzým olan bütün mevadd-ý hayatiye, bir tek çekirdek için de lâzým oluyor. Ýþte bu misâller gibi, yüzler misâller var, gösteriyorlar ki: Vahdette, nihayet derecede suhûletle vücuda gelen binler mevcud, þirkte ve kesrette, bir tek mevcuddan daha ziyade kolay olur. Sair Risalelerde bu hakikat iki kere iki dört eder derecede isbat edildiðinden, onlara havale edip, burada yalnýz bu suhûlet ve kolaylýðýn ilim ve Kader-i Ýlâhî ve Kudret-i Rabbâniyye nokta-i nazarýnda, gayet mühim bir sýrrýný beyan edeceðiz. Þöyle ki: Sen bir mevcudsun. Eðer Kadir-i Ezelî'ye kendini versen; bir kibrit çakar gibi, hiçten, yoktan, bir emirle, hadsiz kudretiyle, seni bir anda halkeder. Eðer sen kendini ona vermezsen, belki esbâb-ý maddiyeye ve tabiata, (Sh:Asâ.156) isnad etsen; o vakit sen, kâinatýn muntazam bir hülâsasý, meyvesi ve küçük bir fihristesi ve listesi olduðundan; seni yapmak için, kâinatý ve anâsýrý ince elek ile eleyip hassas ölçülerle aktâr-ý âlemden senin vücudundaki maddeleri toplamak lâzým gelir. Çünki, esbab-ý maddiye yalnýz terkib eder, toplar. Kendilerinde bulunmýyaný, hiçten, yoktan yapamadýklarý, bütün ehl-i akýl yanýnda musaddaktýr. Öyle ise, küçük bir zîhayatýn cismini aktâr-ý âlemden toplamaya mecbur olurlar. Ýþte vahdette ve tevhidde ne kadar kolaylýk ve þirkte ve dalâlette ne kadar müþkilât var olduðunu anla! Ýkincisi : Ýlim noktasýnda hadsiz bir suhûlet vardýr. Þöyle ki: Kader, ilmin bir nev'idir ki, herþey'in mânevî ve mahsus kalýbý hükmünde bir miktar tâyin eder. Ve o mikdar-ý kaderî, o þey'in vücuduna bir plân, bir model hükmüne geçer. Kudret îcad ettiði vakit; gayet suhûletle, o kaderî mikdar üstünde îcad eder. Eðer o þey muhit ve hadsiz ve ezelî bir ilmin sahibi olan Kadîr-i Zülcelâl'e verilmezse; -sâbýkan geçtiði gibi- binler müþkilât deðil, belki yüz muhâlât ortaya düþer. Çünki: O mikdar-ý kaderî ve mikdar-i ilmî olmazsa, binler hâricî ve maddî kalýplar, küçücük bir hayvanýn cesedinde istîmal edilmek lâzým gelir. Ýþte vahdette nihayetsiz kolaylýk ve dalâlette ve þirkte hadsiz müþkilâtýn bir sýrrýný anla; وَمَآ اَمْرُ السَّاعَةِ اِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ اَقْرَبُ âyeti, ne kadar hakikatlý ve doðru ve yüksek bir hakikatý ifade ettiðini bil!. Ü ç ü n c ü S u a l: Eskiden düþman, þimdi dost olan mühtedî diyor ki: Þu zamanda çok ileri giden feylesoflar diyorlar ki: "Hiçten hiçbir þey îcad edilmiyor ve hiçbir þey idam edilmiyor; yalnýz bir terkib, bir tahlildir ki, kâinat fabrikasýný iþlettiriyor." E l c e v a p: Nur-u Kur'an ile mevcudata bakmayan feylesoflarýn en ileri gidenleri bakmýþlar ki; tabiat ve esbab vasýtasiyle bu mevcudatýn teþekkülât ve vücudlarýný -sâbýkan isbat ettiðimiz tarzda-imtina' derecesinde müþkilâtlý gördüklerinden, iki kýsma ayrýldýlar. Bir kýsmý, Sofestâi olup, insanýn hassasý olan akýldan istifa ederek, ahmak hayvanlardan daha aþaðý düþerek, kâinatýn vücudunu inkâr etmeyi, hattâ kendilerinin vücudlarýný dahi inkâr etmesini, -dalâlet mesleðinde- esbab ve tabiatýn îcad sahibi olmalarýndan daha ziyade kolay gördüklerinden, hem kendilerini, hem kâinatý inkâr edip, cehl-i mutlaka düþmüþler. Ýkinci güruh bakmýþlar ki: Dalâlette, esbab ve tabiat mûcid olmak naktasýnda, bir sinek ve bir çekirdeðin îcadý, hadsiz müþkilâtý var ve tavr-ý aklýn haricinde bir iktidar iktiza ediyor. Onun için bilmecburiye îcadý inkâr (Sh:Asâ.157) ediyorlar, "yoktan var olmaz" diyorlar; ve îdamý da muhal görüyorlar, "var yok olmaz" hükmediyorlar. Yalnýz, harekât-ý zerrat ile tesadüf rüzgârlariyle, bir terkib ve tahlil ve daðýlmak ve toplanmak suretinde bir "vaziyet-i îtibariye" tahayyül ediyorlar... Ýþte sen gel, ahmaklýðýn ve cehaletin en aþaðýsý derecesinde, en yüksek akýllý kendini zanneden adamlarý gör; ve dalâlet, insaný ne kadar maskara ve süflî ve echel yaptýðýný bil; ibret al! Acaba her senede, dörtyüzbin envâý birden zemin yüzünde îcad eden ve semâvat ve arzý altý günde halkeden ve altý haftada, her baharda, kâinattan daha san'atlý, hikmetli zîhayat bir kâinatý inþa eden bir Kudret-i Ezeliyye, bir Ýlm-i Ezelînin dairesinde plânlarý ve mikdarlarý taayyün eden mevcudat-ý ilmiyeyi, göze göstermiyen bir ecza ile yazýlan ve görünmeyen bir yazýyý göstermek için sürülen bir ecza misillû, gayet kolay O mâdumat-ý hâriciye olan mevcudat-ý ilmiyeye vücud-u hârici vermeði o Kudret-i Ezeliyyeden uzak görmek ve îcadý inkâr etmek; evvelki güruh olan Sofestâilerden daha ziyade ahmakane ve cahilânedir. Bu bedbahtlar, âciz-i mutlak ve yalnýz bir cüz'-ü ihtiyariden baþka ellerinde olmýyan Firavunlaþmýþ kendi nefisleri, hiçbir þey'i îdam ve yok edemediklerinden ve hiçbir zerreyi, bir maddeyi hiçten, yoktan îcad edemediklerinden ve güvendikleri esbab ve tabiatýn ellerinden hiçten îcad gelmediði cihetle, ahmaklýklarýndan diyorlar: "Yoktan var olmaz, var da yok olmaz" deyip, bu bâtýl ve hatâ düsturu, Kadîr-i Mutlak'a teþmil etmek istiyorlar. Evet, Kadîr-i Zülcelâl'in iki tarzda îcadý var: Biri: Ýhtira ve ibda' iledir. Yâni: Hiçten, yoktan vücud veriyor; ve ona lâzým her þey'i de hiçten îcad edip eline veriyor. Diðeri : Ýnþâ ile, san'at iledir. Yâni; kemâl-i hikmetini ve çok esmâsýnýn cilvelerini göstermek gibi çok dakik hikmetler için, kâinatýn anâsýrýndan bir kýsým mevcudatý inþa ediyor. Her emrine tâbi olan zerratlarý ve maddeleri, Rezzâkýyyet kanuniyle onlara gönderir ve onlarda çalýþtýrýr. Evet Kadîr-i Mutlak'ýn, iki tarzda hem ibda', hem inþa suretinde îcadý var. Varý yok etmek ve yoðu var etmek; en kolay, en suhûletli, belki daimî, umumî bir kanunudur. Bir baharda, üçyüzbin envâ-i zîhayat mahlûkatýn þekillerini, sýfatlarýný, belki zerratlarýndan baþka bütün keyfiyât ve ahvallerini hiçten var eden bir kudrete karþý "yoðu var edemez!" diyen adam, yok olmalý!... Tabiatý býrakan ve hakikata geçen zât diyor ki: Cenâb-ý Hakka zerrat adedince þükür ve hamd ve senâ ediyorum ki, kemâl-i îmaný kazandým, evham ve dalâletlerden kurtuldum; ve hiçbir þüphem de kalmadý. "Elhamdülillâhi alâ dîni'l-Ýslâm ve kemâli'l-îman." سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * * * Link zu diesem Kommentar Auf anderen Seiten teilen Mehr Optionen zum Teilen...
Empfohlene Beiträge