Zum Inhalt springen
Qries Qries Qries Qries Qries Qries

Empfohlene Beiträge

 

 

ASÂ-YI MUSA'DAN

 

 

 

ÝKÝNCÝ KISIM

 

 

HÜCCETÜLLAH-ÜL BÂLÝÐA RÝSALESÝ

 

 

 

ONBÝR HÜCCET-Ý ÎMANÝYEDÝR.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bu risaleyi Ankara ehl-i vukufu çok takdir ettikleri gibi; bu defa da beraetimize ehemmiyetli bir sebep, ve küfr-ü mutlaký kýran en keskin ve yüksek ve kuvvetli bir hüccet-i katýa ve bürhan-ý bâhirdir.

SAÝD NURSÝ

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(Sh:Asâ.89)

 

$

 

 

 

 

 

BÝRÝNCÝ HÜCCET-Ý ÎMÂNÝYE

 

 

AYET-ÜL KÜBRA

 

 

 

Kâinattan hâlikýný soran bir seyyahýn müþahedatýdýr.

 

 

 

 

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمِنِ الرَّحِيمِ

 

تُسَبِّحُ لَهُ السَّمَواتُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

 

وَلَكِنْ لاَتَفْقَهُونَ تَسْبِيحَهُمْ اَنَّهُ كَانَ حَلِيمَاً غَفُورًا

 

 

 

 

 

[bu âyet-i muazzama gibi pek çok âyât-ý Kur'aniye; bu kâinat Hâlikýný bildirmek cihetinde, her vakit ve herkesin en çok hayretle bakýp zevk ile mütalaâ ettiði en parlak bir sahife-i tevhid olan semâvâtý en baþta zikretmelerinden, en baþta ona baþlamak muvafýktýr.]

 

 

 

Evet, bu dünya memleketine ve misafirhanesine gelen herbir misafir, gözünü açýp baktýkça görür ki: Gayet keremkârane bir ziyafetgâh; ve gayet san'atkârane bir teþhirgâh, ve gayet haþmetkârane bir ordugâh ve talimgâh; ve gayet hayretkârane ve þevk-engizane bir seyrangâh ve temaþâgâh; ve gayet mânidarane ve hikmetperverane bir mütalâagâh olan bu güzel misafirhanenin sahibini ve bu kitab-ý kebirin müellifini ve bu muhteþem memleketin sultanýný tanýmak ve bilmek için þiddetle merak ederken,

 

 

 

 

 

(Sh:Asâ.90)

 

 

 

en baþta göklerin, nur yaldýzý ile yazýlan güzel yüzü görünür. "Bana bak, aradýðýný sana bildireceðim." der. O da, bakar görür ki:

 

 

 

Bir kýsmý, Arzýmýzdan bin defa büyük ve o büyüklerden bir kýsmý top güllesinden yetmiþ derece sür'atli yüzbinler ecram-ý semâviyeyi direksiz düþürmeden durduran; ve birbirine çarpmadan fevkalhad çabuk ve beraber gezdiren; yaðsýz, söndürmeden mütemadiyen o hadsiz lâmbalarý yandýran; ve hiçbir gürültü ve ihtilâl çýkartmadan o nihayetsiz büyük kütleleri idare eden; ve Güneþ ve Kamer'in vazifeleri gibi, hiç isyan ettirmeden o pek büyük mahlûklarý vazifelerle çalýþtýran; ve iki kutbun dairesindeki hesap rakamlarýna sýkýþmayan bir nihayetsiz uzaklýk içinde, ayný zamanda ayný kuvvet ve ayný tarz ve ayný sikke-i fýtrat ve ayný surette, beraber, noksansýz tasarruf eden; ve o pek büyük mütecaviz kuvvetleri taþýyanlarý, tecavüz ettirmeden kanununa itaat ettiren; ve o nihayetsiz kalabalýðýn enkazlarý gibi, göðün yüzünü kirletecek süprüntülere meydan vermeden, pek parlak ve pek güzel temizlettiren; ve bir muntazam ordu manevrasý gibi manevra ile gezdiren; ve Arzý döndürmesiyle, o haþmetli manevranýn baþka bir surette hakikî ve hayalî tarzlarýný her gece ve her sene sinema levhalarý gibi seyirci mahlûkatýna gösteren bir tezâhür-ü Rubûbiyyet; ve o Rubûbiyyet faaliyeti içinde görünen teshir, tedbir, tedvir, tanzim, tanzif, tavziften mürekkep bir hakikat bu azameti ve ihâtâtý ile o semâvat Hâlik'ýnýn vücub-u vücuduna ve vahdetine; ve mevcudiyeti, semâvatýn mevcudiyetinden daha zâhir bulunduðuna bilmüþahede þehadet eder mânasiyle Birinci makam'ýn Birinci Basamaðýnda:

 

 

 

لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ السَّمَوَاتُ بِجَمِيعِ مَا فِيهَا بِشَهَادَتِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ التَّسْخِيرِ وَالتَّدْبِيرِ وَالتَّدْوِيرِ وَالتَّنْظِيمِ وَالتَّنْظِيفِ الْوَاسِعَةِ الْمُكَمَّلَةِ بِالْمُشَاهَدَةِ

 

 

 

 

 

denilmiþtir.

 

 

 

Sonra, dünyaya gelen o yolcu adama ve misafire, cevv-i semâ denilen ve mahþer-i acaib olan feza, gürültü ile konuþarak baðýrýyor; "Bana bak! Merakla aradýðýný ve seni buraya göndereni benimle bilebilir ve bulabilirsin." der.

 

 

 

O misafir, onun ekþi, fakat merhametli yüzüne bakar. Müthiþ fakat müjdeli gürültüsünü dinler, görür ki: Zemin ile âsuman ortasýnda muallâkda durdurulan bulut, gayet hakîmane ve rahîmâne bir tarzda zemin bahçesini sular ve zemin ahalisine âb-ý hayat getirir ve harareti -yâni yaþamak ateþinin þiddetini- tadil eder ve ihtiyaca göre her yerin imdadýna

 

 

 

(Sh:Asâ.91)

 

 

 

yetiþir. Ve bu vazifeler gibi çok vazifeleri görmekle beraber, muntazam bir ordunun acele emirlere göre görünmesi ve gizlenmesi gibi, birden cevvi dolduran o koca bulut dahi gizlenir, bütün eczalarý istirahata çekilir, hiçbir eseri görülmez. Sonra "Yaðmur baþýna arþ!" emrini aldýðý anda; bir saat, belki birkaç dakika zarfýnda toplanýp cevvi doldurur, bir kumandanýn emrini bekler gibi durur.

 

 

 

Sonra o yolcu, cevdeki rüzgâra bakar görür ki: Hava o kadar çok vazifelerle gayet hakîmane ve kerîmane istihdam olunur ki, güya o câmid havanýn þuursuz zerrelerinden herbir zerresi; bu kâinat sultanýndan gelen emirleri dinler, bilir; ve hiçbirini geri býrakmýyarak, o kumandanýn kuvvetiyle yapar ve intizamla yerine getirir bir vaziyette zeminin bütün nüfuzlarýna nefes vermek ve zîhayata lüzumu bulunan hararet ve ziya ve elektrik gibi maddeleri ve sesleri nakletmek ve nebatatýn telkihine vasýta olmak gibi çok küllî vazifelerde ve hizmetlerde, bir dest-i gaybî tarafýndan gayet þuurkârâne ve alîmâne ve hayatperverâne istihdam olunuyor...

 

 

 

Sonra yaðmura bakýyor, görür ki: O lâtif ve berrak ve tatlý ve hiçten ve gaybî bir hazine-i rahmetten gönderilen katrelerde o kadar rahmanî hediyeler ve vazifeler var ki; güya rahmet, tecessüm ederek katreler suretinde hazine-i Rabbâniyeden akýyor mânasýnda olduðundan, yaðmura "rahmet" namý verilmiþtir.

 

 

 

Sonra þimþeðe bakar ve ra'dý -gök gürültüsü- dinler, görür ki: Pek acîb ve garip hizmetlerde çalýþtýrýlýyorlar.

 

 

 

Sonra gözünü çeker, aklýna bakar, kendi kendine der ki: Atýlmýþ pamuk gibi bu câmid,þuursuz bulut; elbette bizleri bilmez ve bize acýyýp imdadýmýza kendi kendine koþmaz ve emirsiz meydana çýkmaz ve gizlenmez; belki gayet Kadîr ve Rahîm bir kumandanýn emriyle hareket eder ki, bir iz býrakmadan gizlenir ve def'aten meydana çýkar, iþ baþýna geçer ve gayet faal ve müteâl ve gayet cilveli ve haþmetli bir Sultanýn fermaniyle, ve kuvvetiyle vakit bevakit cevv âlemini doldurup, boþaltýr ve mütemadiyen, hikmetle yazar ve paydos ile bozar tahtasýna ve mahv ve isbat levhasýna ve haþir ve kýyamet suretine çevirir; ve gayet lütufkâr ve ihsanperver, ve gayet keremkâr ve Rubûbiyyetperver bir Hâkim-i Müdebbir'in tedbiriyle rüzgâra biner ve daðlar gibi yaðmur hazinelerini bindirir, muhtaç olan yerlere yetiþir. Güya onlara acýyýp aðlayarak, göz yaþlariyle, onlarý çiçeklerle güldürür, güneþin þiddet-i ateþini serinlendirir; ve sünger gibi bahçelerine su serper; ve zemin yüzünü yýkar, temizler.

 

 

 

Hem o meraklý yolcu kendi aklýna der: "Bu câmid, hayatsýz, þuursuz, mütemadiyen çalkanan, kararsýz, fýrtýnalý, daðdaðalý, sebatsýz, hedefsiz þu havanýn perdesiyle ve zâhiri suretiyle vücuda gelen yüzbinler hakîmane ve râhi-

 

 

 

 

 

(Sh:Asâ.92)

 

 

 

mane ve san'atkârane iþler ve ihsanlar ve imdadlar bilbedâhe isbat eder ki: Bu çalýþkan rüzgârýn ve bu cevval hizmetkârýn kendi baþýna hiçbir hareketi yok, belki gayet Kadîr ve Alîm; ve gayet Hakîm ve Kerîm bir âmirin emriyle hareket eder. Güya herbir zerresi, herbir iþi bilir ve o âmirin herbir emrini anlar ve dinler bir nefer gibi, hava içinde cereyan eden her bir emr-i Rabbâniyi dinler, itaât eder ki; bütün hayvanatýn teneffüsüne ve yaþamasýna ve nebatatýn telkihine ve büyümesine ve hayatýna lüzumlu maddelerin yetiþtirilmesine ve bulutlarýn sevk ve idaresine ve ateþsiz sefinelerin seyr ü seyehatýna; ve bilhassa seslerin: ve bilhassa telsiz telefon ve telgraf ve radyo ile konuþmalarýn îsaline; ve bu hizmetler gibi umumî ve küllî hizmetlerden baþka, azot ve müvellidülhumuza -oksijen- gibi iki basit madeden ibaret olan havanýn zerreleri birbirinin misli iken zemin yüzünde yüzbinler tarzda bulunan Rabbâni san'atlarda kemâl-i intizam ile bir dest-i hikmet tarafýndan çalýþtýrýlýyor görüyorum."

 

Demek,وَتَصْرِيفُ الرِّيَاحِ وَالسَّحَابِ الْمُسَخَّرِ بَيْنَ السَّمَآءِ وَاْلاَرْضِ âyetinin tasrihiyle, rüzgârýn tasrifiyle, hadsiz Rabbâni hizmetlerde istimal; ve bulutlarýn teshiriyle, hadsiz Rahmâni iþlerde istihdam; ve havayý o surette icad eden, ancak Vâcibü'l-Vücud ve Kadir-i Küll-i Þey ve Âlim-i Küll-i Þey bir Rabb-i Zülcelâl-i Vel-Ýkram'dýr der, hükmeder.

 

 

 

Sonra yaðmura bakar, görür ki: Yaðmurun taneleri sayýsýnca menfaatler ve katreleri adedince rahmânî cilveler ve reþhalarý mikdarýnca hikmetler içinde bulunuyor. Hem o þirin ve lâtif ve mübarek katreler o kadar muntazam ve güzel halkediliyor ki, hususan yaz mevsiminde gelen dolu o kadar mîzan ve intizam ile gönderiliyor ve iniyor ki, fýrtýnalar ile çalkalanan ve büyük þeyleri çarpýþtýran þiddetli rüzgârlar onlarýn muvazene ve intizamlarýný bozmuyor; katreleri birbirine çarpýp, birleþtirip, zararlý kütleler yapmýyor. Ve bunlar gibi çok hakîmane iþlerde ve bilhassa zîhayatta çalýþtýrýlan basit ve câmid ve þuursuz müvellidülma ve müvellidülhumuza -hidrojen, oksijen- gibi iki basit maddeden terekküp eden bu su, yüzbinlerle hikmetli ve þuurlu ve muhtelif hizmetlerde ve san'atlarda istihdam ediliyor.

 

 

 

Demek bu tecessüm etmiþ ayn-ý rahmet olan yaðmur, ancak bir Rahman-ý Rahîm'in hazine-i gaybiye-i rahmetinde yapýlýyor; ve nüzuliyle وَهُوَ الَّذِى يُنَزِّلُ الْغَيْثَ مِنْ بَعْدِ مَا قَنَطُوا وَيَنْشُرُ رَحْمَتَهُ âyetini maddeten tefsir ediyor.

 

 

 

 

 

(Sh:Asâ.93)

 

 

 

Sonra ra'dý dinler ve berk'e -þimþeðe- bakar, görür ki: Bu iki hâdise-i acîbe-i cevviye tamtamýnaوَيُسَبِّحُ الرَّعْدُ بِحَمْدِهِ veيَكَادُ سَنَا بَرْقِهِ يَذْهَبُ بِالاَبْصَارِ âyetlerini maddeten tefsir etmekle beraber, yaðmurun gelmesini haber verip, muhtaçlara müjde ediyorlar.

 

 

 

Evet hiçten, birden hârika bir gürültü ile cevvi konuþturmak ve fevkalâde bir nur ve nar ile zulmetli cevvi ýþýkla doldurmak ve daðvari pamuk- misal ve dolu ve kar ve su tulumbasý hükmünde olan bulutlarý ateþlendirmek gibi hikmetli ve garabetli vaziyetlerle, baþ aþaðý , gafil insanýn baþýna tokmak gibi vuruyor. "Baþýný kaldýr, kendini tanýttýrmak isteyen faal ve kudretli bir zatýn hârika iþlerine bak. Sen, baþý boþ olmadýðýn gibi, bu hadiseler de baþý boþ olamazlar. Herbirisi çok hikmetli vazifeler peþinde koþturuluyorlar. Bir müdebbir-i Hakîm tarafýndan istihdam olunuyorlar."diye ihtar ediyorlar.

 

 

 

Ýþte bu meraklý yolcu, bu cevv'de; bulutu teshirden, rüzgârý tasrifden, yaðmuru tenzilden ve hâdisat-ý cevviyeyi tedbirden terekküp eden bir hakikatýn yüksek ve âþikar þehadetini iþitir, Âmentü Billah der. Birinci Makam'daki

 

لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودِهِ الْجَوُّ بِجَمِيعِ مَا فِيهِ بِشَهَادَتِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ التَّسْخِيرِ وَالتَّصْرِيفِ وَالتَّنْزِيلِ وَالتَّدْبِيرِ الْوَاسِعَةِ الْمُكَمَّلَةِ بِالْمُشَاهَدَةِ

 

fýkrasý, bu yolcunun cevve dâir mezkûr müþâhedâtýný ifade eder. (Ýhtar)

 

 

 

Sonra, o seyehat-i fikriyeye alýþan o mütefekkir misafire, Küre-i Arz, lisan-ý haliyle diyor ki:

 

 

 

"Gökde, fezada, havada ne geziyorsun? Gel, ben sana aradýðýný tanýttýracaðým. Gördüðünm vazifelerime bak ve sahifelerimi oku."

 

O da bakar, görür ki: Arz, meczub bir mevlevî gibi iki hareketiyle;

 

-----------------------

 

Ý H T A R : Birinci Makamda geçen otuzüç merteb-i tevhidi bir parça içah etmek isterdim. Fakat þimdiki vaziyetim ve halimin müsaadesizliði cihetiyle, yalnýz gayet muhtasar bürhanlarýna ve meâlinin tercümesine iktifaya mecbur oldum. Risale-i Nur'un, otuz, belki yüz risalelerinde; bu otuzüç mertebe delilleriyle, ayrý ayrý tarzlarda, herbir risalede bir kýsým mertebeler beyan edildiðinden, tafsili onlara havale edilmiþ.

 

 

 

(Sh:Asâ.94)

 

 

 

günlerin, senelerin, mevsimlerin husulüne medar olan bir daireyi, Haþr-ý A'zamýn meydaný etrafýnda çiziyor. Ve zîhayatýn yüzbin envaýný bütün erzak ve levazýmatlariyle içine alýp feza denizinde kemal-i muvazene ve nizamla gezdiren, ve Güneþ etrafýnda seyehat eden muhteþem ve musahhar bir sefine-i Rabbâniyedir.

 

 

 

Sonra sahifelerine bakar, görür ki: Bablarýndaki herbir sahifesi, binler âyâtiyle Arzýn Rabbini tanýttýrýyor. Umumunu okumak için vakit bulamadýðýndan, yalnýz bir tek sahife olan zîhayatýn bahar faslýnda îcad ve idaresine bakar, müþahede eder ki: Yüzbin envaýn hadsiz efradlarýnýn suretleri, basit bir maddeden gayet muntazam açýlýyor ve gayet rahîmane terbiye ediliyor; ve gayet mu'cizâne, bir kýsmýnýn tohumlarýna kanatçýklar verip, onlarý uçurmak suretiyle neþrettiriliyor; ve gayet müdebbirâne idare olunuyor; ve gayet müþfikâne iaþe ve it'am ediliyor; ve gayet rahîmane ve rezzakane hadsiz ve çeþit çeþit ve lezzetli ve tatlý rýzýklarý, hiçten ve kuru topraktan ve birbirinin misli ve farklarý pek az ve kemik gibi köklerden ve çekirdeklerden, su katrelerinden yetiþtiriliyor...

 

 

 

Her bahara, bir vagon gibi, hazine-i gaybdan yüzbin nevi' et'ime ve levazýmat, kemal-i intizam ile yüklenip zîhayata gönderiliyor. Ve bilhassa o erzak paketleri içinde yavrulara gönderilen süt konserveleri ve validelerinin þefkatli sinelerinde asýlan þekerli süt tulumbacýklarýný göndermek, o kadar þefkat ve merhamet ve hikmet içinde görünüyor ki, bilbedâhe bir Rahman-ý Rahîmin gayet müþfikâne ve mürebbiyane bir cilve-i rahmeti ve ihsaný olduðunu isbat eder.

 

 

 

E l h a s ý l: Bu sahife-i hayatiye-i bahariye, Haþr-i A'zamýn yüzbin nümunelerini ve misallerini göstermekle,

 

 

فَانْظُرْ اِلّى اَثَارِ رَحْمَةِ اللَّهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذَالِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ

 

 

 

âyetini maddeten gayet parlak tefsir ettiði gibi; bu âyet dahi, bu sahifenin mânalarýný mu'cizane ifade eder. Ve arzýn, bütün sahifeleriyle, büyüklüðü nisbetinde ve kuvvetinde لآاِلَهَ اِلاَّ هُوَ dediðini anladý.

 

 

 

Ýþte; Küre-i Arz'ýn yirmiden ziyade büyük sahifelerinden bir tek sahifenin yirmi vechinden bir tek vechinin muhtasar þehadeti ile, o yolcunun sair vecihlerin sahifelerindeki müþahedatý mânasýnda olarak ve o müþahedatlarý ifade için, Birinci Makam'ýn Üçüncü Mertebesinde böyle denilmiþ:

 

 

 

(Sh:Asâ.95)

 

 

 

لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الْوُاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلَى وَجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اْلاَرْضُ بِجَمِيعِ مَا فِيهَا

 

وَمَا عَلَيْهَا بِشَهَادَتِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ التَّسْخِيرِ وَالتَّدْبِيرِ وَالتَّرْبِيَةِ وَالْفَتَّاحِيَّةِ وَتَوْزِيعِ الْبُذُورِ وَالْمُحَافظَةِ وَاْلاِدَارَةِ وَاْلاِعَاشَةِ لِجَمِيعِ ذَوِىِ الْحَيَاتِ وَالرَّحْمَانِيَّةِ وَالرَّحِيمِيَّةِ الْعَامَّةِ الشَّامِلَةِ الْمُكَمَّلَةِ بِالْمُشَاهَدَةِ

 

 

 

 

 

Sonra, o mütefekkir yolcu, her sahifeyi okudukça saadet anahtarý olan îmaný kuvvetlendirip ve manevi terakkiyatýn miftahý olan mârifeti ziyadeleþip ve bütün kemalâtýn esasý ve madeni olan Îman-ý Billâh hakikatý bir derece daha inkiþaf edip mânevî çok zevkleri ve lezzetleri verdikçe onun merakýný þiddetle tahrik ettiðinden; "sema", "cevv" ve "arz'ýn" mükemmel ve kat'i derslerini dinlediði haldeهَلْ مِنْ مَزِيدٍ deyip dururken, denizlerin ve büyük nehirlerin cezbekârane cûþ u huruþla zikirlerini ve hazin ve leziz seslerini iþitir. Lisan-ý hâl ve lisan-ý kâl ile "Bize de bak, bizi de oku!" derler. O da bakar, görür ki:

 

Hayatdârane mütemadiyen çalkanan ve daðýlmak ve dökülmek ve istilâ etmek fýtratýnda olan denizler, Arzý kuþatýp, Arz ile beraber gayet süratli bir surette bir senede yirmibeþ bin senelik bir dairede koþturulduðu halde; ne daðýlýrlar, ne dökülürler ve ne de komþularýndaki topraða tecavüz ederler. Demek gayet kudretli ve azametli bir zâtýn emriyle ve kuvvetiyle dururlar, gezerler, muhafaza olurlar.

 

Sonra denizlerin içlerine bakarlar, görür ki; gayet güzel ve zînetli ve muntazam cevherlerinden baþka, binlerce çeþit hayvanatýn iaþe ve idareleri ve tevvellüdat ve vefiyatlarý o kadar muntazamdýr, basit bir kum ve acý bir sudan verilen erzaklarý ve tayinatlarý o kadar mükemmeldir ki, bilbedahe bir Kadir-i Zülcelâl'in, bir Rahîm-i Zülcemâl'in idare ve iaþesiyle olduðunu isbat eder.

 

Sonra o misafir, nehirlere bakar, görür ki: Menfaatleri ve vazifeleri ve varidat ve sarfiyatlarý o kadar hakîmane ve rahîmanedir, bilbedahe isbat eder ki; bütün ýrmaklar, pýnarlar, çaylar büyük nehirler, bir Rahman-ý Zülcelâl-i Ve'l-Ýkram'ýn hazine-i rahmetinden çýkýyorlar ve akýyorlar. Hattâ o kadar fevkalâde iddihar ve sarfediliyorlar ki, "Dört nehir Cennet'ten

 

(Sh:Asâ.96)

 

geliyorlar."diye rivayet edilmiþ. Yâni; zâhiri esbabýn pek fevkýnde olduklarýndan, mânevî bir Cennet'in hazinesinden ve yalnýz gaybî tükenmez bir menbaýn feyzinden akýyorlar demektir.

 

Meselâ: Mýsýr'ýn kumistanýný bir Cennet'e çeviren Nil-i Mübarek, Cenup tarafýndan, Cebel-i Kamer denilen bir daðdan mütemadiyen küçük bir deniz gibi tükenmeden akýyor. Altý aydaki sarfiyatý dað þeklinde toplansa ve buzlansa, o daðdan büyük olur. Halbuki o daðdan ona ayrýlan yer, mahzen altý kýsmýndan bir kýsým olmaz. Varidatý ise; o mýntýka-i harrede pek az gelen ve susamýþ toprak çabuk yuttuðu için mahzene az giden yaðmur, elbette o muvazene-i vâsiayý muhafaza edemediðinden, o Nil-i mübarek âdet-i Arziye fevkýnde bir gaybî Cennet'ten çýkýyor diye rivayeti, gayet mânidar ve güzel bir hakikatý ifade ediyor.

 

Ýþte, deniz ve nehirlerin denizler gibi hakikatlarýnýn ve þehadetlerinin binden birisini gördü. Ve umumu bil'icma, denizlerin büyüklüðü nisbetinde bir kuvvetleلآاِلَهَ اِلاَّ هُوَ der; ve bu þehadete denizler mahlûkatý adedince þâhidler gösterir diye anladý. Ve denizlerin, nehirlerin umum þehadetlerini irade ederek ifade etmek mânasýnda, Birinci Makam'ýn Dördüncü Mertebesinde:

 

لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ جَمِيعُ الْبِحَارِ وَالاَنْهَارِ بِجَمِيعِ مَا فِيهَا بِشَهَادَتِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ التَّسْخِيرِ وَالْمُحَافظَةِ وَاْلاِدِّخَارِ وَاْلاِدَارَةِ اْلوَاسِعَةِ الْمُنْتَظَمَةِ بِالْمُشَاهَدَةِ

 

 

 

denilmiþ.

 

 

 

Sonra daðlar ve sahralar, seyahat-ý fikriyede bulunan o yolcuyu çaðýrýyorlar, "Sahifelerimizi de oku" diyorlar. O da bakar görür ki:

 

 

 

Daðlarýn küllî vazifeleri ve umumî hizmetleri o kadar azametli ve hikmetlidirler; akýllarý hayret içinde býrakýr. Meselâ: Daðlarýn zeminden emr-i Rabbâni ile çýkmalarý ve zeminin içinde, inkýlâbat-ý dahiliyeden neþ'et eden heyecanýný ve gazabýný ve hiddetini, çýkmalariyle teskin ederek; zemin o daðlarýn fýþkýrmasiyle ve menfeziyle teneffüs edip zararlý olan sarsýntýlardan ve zelzele-i muzýrradan kurtulup, vazife-i devriyesinde sekenesinin istirahatlarýný bozmuyor.

 

 

 

Demek, nasýlki sefineleri sarsýntýdan vikâye ve muvazenelerini muhafaza için; onlarýn direkleri üstünde kurulmuþ; öyle de, daðlar, zemin sefi-

 

 

 

 

 

(Sh:Asâ.97)

 

 

 

nesinde bu mânada hazineli direkler olduklarýný Kur'an-ý Mu'cizü'l-Beyan:

 

وَالْجِبَالَ اَوْتَادًا * وَاَلْقَيْنَا فِيهَا رَوَاسِىَ * وَالْجِبَالَ اَرْسَيهَا gibi çok âyetlerle ferman ediyor.

 

 

 

Hem meselâ: Daðlarýn içinde zîhayata lâzým olan her nevi' menba'lar, sular, madenler, maddeler, ilaçlar o kadar hakimâne ve müdebbirane ve kerîmane ve ihtiyatkârane iddihar ve ihzar ve istif edilmiþ ki; bilbedahe, kudreti nihayetsiz bir Kadîr'in ve hikmeti nihayetsiz bir Hakîm'in hazineleri ve anbarlarý ve hizmetkârlarý olduklarýný isbat ederler, diye anlar. Ve sahra ve daðlarýn dað kadar vazife ve hikmetlerinden bu iki cevhere sairlerini kýyas edip, daðlarýn ve sahralarýn umum hikmetleriyle, hususan ihtiyatî iddiharlar cihetiyle getirdikleri þehadeti ve söyledikleri لآ اِلَهَ اِلاَّ هُوَ tevhidini daðlar kuvvetinde ve sebatýnda ve sahralar geniþliðinde ve büyüklüðünde görür, Âmentü Billâh der.

 

 

 

Ýþte bu mânayý ifade için, Birinci Makam'ýn Beþinci Mertebesinde:

 

لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودِهِ جَمِيعُ الجِبَالِ وَالصَّحَارَى بِجَمِيعِ مَا فِيهَا وَعَلَيْهَا بِشَهَادَتِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ اْلاِدِّخَارِ وَاْلاِدَارَةِ وَ نَشْرِ الْبُذُورِ وَالْمُحَافَظَةِ وَالتَّدْبِيرِ

 

اْلاِحْتِيَاطِيَّةِ الرَّبَّانِيَّةِ اْلوَاسِعَةِ الْعَامَّةِ الْمُنْتَظَمَةِ اَلْمُكَمَّلَةِ بِالْمُشَاهَدَةِ

 

denilmiþ.

 

 

 

Sonra o yolcu daðda ve sahrada fikriyle gezerken, eþcar ve nebatat âleminin kapýsý fikrine açýldý. O'nu içeriye çaðýrdýlar: "Gel dairemizde de gez, yazýlarýmýzý da oku." dediler. O da girdi, gördü ki:

 

 

 

Gayet muhteþem ve müzeyyen bir meclis-i tehlil ve tevhid ve bir halka-i zikir ve þükür teþkil etmiþler. Bütün eþcar ve nebatatýn enva'larý; bil' icma, beraberلآاِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ diyorlar gibi lisan-ý hallerinden anladý. Çünki bütün meyvedar aðaç ve nebatlar; mizanlý ve fesahatli yapraklarýnýn dilleriyle ve süslü ve cezaletli çiçeklerinin sözleriyle ve intizamlý ve belâgatlý meyvelerinin kelimeleriyle beraber müsebbihâne þehadet getirdiklerine ve لآاِلَهَ اِلاَّهُوَ dediklerine delâlet ve þehadet eden üç büyük küllî haikatý gördü.

 

 

 

B i r i n c i s i: Pek zâhir bir surette kasdî in'am ve ikram ve ih-

 

 

 

 

 

(Sh:Asâ.98)

 

 

 

tiyarî bir ihsan ve imtinan mânasý ve hakikatý herbirisinde hissedildiði gibi; mecmuunda ise, güneþin zuhurundaki ziyasý gibi görünüyor.

 

 

 

Ý k i n c i s i: Tesadüfe havalesi hiçbir cihet-i imkâný olmýyan kasdî ve hakîmane bir temyiz ve tefrik, ihtiyarî ve rahîmane bir tezyin ve tasvir mânasý ve hakikatý, o hadsiz enva' ve efradda gündüz gibi âþikâre görünüyor; ve bir Sâni-i Hakîm'in eserleri ve nakýþlarý olduklarýný gösterir.

 

 

 

Ü ç ü n c ü s ü: O hadsiz masnuâtýn yüzbin çeþit ve ayrý ayrý tarz ve þekilde olan suretleri, gayet muntazam, mizanlý, zînetli olarak, mahdut ve mâdut ve birbirinin misli ve basit ve câmid ve birbirinin ayný veya az farklý ve karýþýk olan çekirdeklerden, habbeciklerden o ikiyüz bin nevi'lerin fârikalý ve intizamlý, ayrý ayrý, muvazeneli, hayatdar, hikmetli, yanlýþssýz, hatâsýz bir vaziyette umum efradýnýn suretlerinin fethi ve açýlýþý ise öyle bir hakikattýr ki, Güneþten daha parlaktýr; ve baharýn çiçekleri ve meyveleri ve yapraklarý ve mevcudatý sayýsýnca o hakikatý isbat eden þahidler var diye, bildi. "Elhamdülillâhi alâ ni'metil îman" dedi.

 

 

 

Ýþte bu mezkûr hakikatlarý ve þehadetleri ifade manasýyle, Birinci Makam'ýn Altýncý Mertebesinde:

 

لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اِجْمَاعُ جَمِيعِ اَنْوَاعِ اْلاَشْجَارِ وَالنَّبَاتَاتِ الْمُسَبِّحَاتِ النَّاطِقَتِ بِكَلِمَاتِ اَوْرَاقِهَا الْمَوْزُونَاتِ الْفَصِيحَاتِ وَأَزْهَارِهَا الْمُزَيَّنَاتِ الْجَزِيلاَتِ وَاَثْمَارِهَا الْمُنْتَظَمَاتِ الْبَلِيغَاتِ بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ الاِنْعَامِ وَالاِكْرَامِ وَالاِحْسَانِ بِقَصْدٍ وَرَحْمَةٍ وَحَقِيقَةِ التَّمْيِيزِ وَالتَّزْيِينِ وَالتَّصْوِيرِ بِاَرَادَةٍ وَ حِكْمَةٍ مَعَ قَطْعِيَّتِ دَلاَلَةِ حَقِيقَةِ فَتْحِ جَمِيعِ صُوَرِهَا الْمَوْزُونَاتِ الْمُزَيَّنَاتِ الْمُتَبَايِنَةِ الْمُتَنَوِّعَةِ الْغَيْرِ الْمَحْدُودَةِ مِنْ نُوَاتَاتٍ وَحَبَّاتٍ مُتَمَاثِلَةٍ مُتَشَابِهَةٍ مَحْصُورَةٍ مَعْدُودَةٍ

 

 

 

denilmiþ.

 

 

 

 

 

(Sh:Asâ.99)

 

 

 

Sonra, seyahat-ý fikriyede bulunan o meraklý ve terakki ile zevki ve þevki artan dünya yolcusu, bahar bahçesinden bir bahar kadar bir güldeste-i mârifet ve îman alýp gelirken; hayvanat ve tuyur âleminin kapýsý hakikat-bîn olan aklýna ve mârifet-âþina olan fikrine açýldý. Yüzbin ayrý ayrý seslerle ve çeþit çeþit dillerle onu içeriye çaðýrdýlar, "Buyurun" dediler. O da girdi ve gördü ki:

 

 

 

Bütün hayvanat ve kuþlarýn bütün nevi'leri ve taifeleri ve milletleri, bil'ittifak, lisan-ý kal ve lisan-ý halleriyle لآاِلَهَ اِلاَّهُوَ deyip, zemin yüzünü bir zikirhane ve muazzam bir meclis-i tehlil suretine çevirmiþler; her biri bizzat birer kaside-i Rabbanî, birer kelime-i Sübhânî ve mânidar birer harf-i Rahmanî hükmünde sâni'lerini tavsif edip hamd ü senâ ediyorlar vaziyetinde gördü. Güya o hayvanlarýn ve kuþlarýn duygularý ve kuvâlarý ve cihazlarý ve âzâlarý ve âletleri, manzum ve mevzun kelimelerdir, ve muntazam ve mükemmel sözlerdir. Onlar, bunlarla Hallâk ve Rezzaklarýna þükür ve vahdaniyyetine þehadet getirdiklerine kat'î delâlet eden üç muazzam ve muhit hakikatlarý müþahede etti.

 

 

 

B i r i n c i s i: Hiçbir cihetle serseri tesadüfe ve kör kuvvete ve þuursuz tabiata havalesi mümkün olmýyan hiçten hakîmâne îcad; ve san'atperverâne ibda'; ve ihtiyarkârâne ve alîmâne halk ve inþa; ve yirmi cihetle ilim ve hikmet ve iradenin cilvesini gösteren ruhlandýrmak ve ihya etmek hakikatýdýr ki; zîruhlar adedince þahidleri bulunan bir bürhan-ý bâhir olarak Zât-ý Hayy-ý Kayyûm'un vücub-u vücuduna ve sýfat-ý seb'asýna ve vahdetine þehadet eder.

 

 

 

Ý k i n c i s i: O hadsiz masnu'lar biribirinden simaca fârikalý, zînetli ve miktarca mîzanlý ve suretçe intizamlý bir tarzdaki temyizden, tezyinden, tasvirden öyle azametli ve kuvvetli bir hakikat görünür ki; Kadir-i Küll-i Þey ve Âlim-i Küll-i Þeyden baþka hiçbir þey, bu her cihetle binlerle hârikalarý ve hikmetleri gösteren ihâtalý fiile sahip olamaz ve hiçbir imkân ve ihtimal yok.

 

 

 

Ü ç ü n c ü s ü: Birbirinin misli ve ayný veya az farklý ve birbirine benziyen mahsur ve mahdud yumurtalardan ve yumurtacýklardan ve nutfe denilen su katrelerinden o hadsiz hayvanlarýn yüzbinler çeþit tarzlarda ve birer mu'cize-i hikmet mahiyetinde bulunan suretlerini, gayet muntazam ve muvazeneli ve hatâsýz bir hey'ette açmak ve fethetmek öyle parlak bir hakikattýr ki; hayvanlar adedince senedler, deliller o hakikatý tenvir eder.

 

Ýþte bu üç hakikatýn ittifakiyle, hayvanlarýn bütün envaý, beraber öyle bir

 

(Sh:Asâ.100)

 

لآاِلَهَ اِلاَّهُوَ deyip þehadet getiriyorlar ki; güya zemin, büyük bir insan gibi, büyüklüðü nisbetinde لآاِلَهَ اِلاَّهُوَ diyerek semavat ehline iþittiriyor mahiyetinde gördü ve tam ders aldý. Birinci Makam'ýn Yedinci Mertebesinde bu mezkûr hakikatlarý ifade mânasýyle:

 

لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلَى

 

وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اِتِّفَاقُ جَمِيعِ اَنْوَاعِ

 

الْحَيْوَانَاتِ وَالطُّيُورِ الْحَامِدَاتِ الشَّاهِدَاتِ بِكَلِمَاتِ حَوَاسِّهَا وَقُواَهَا وَحِسِّيَّاتِهَا وَلَطَائِفِهَا الْمَوْزُونَاتِ الْمُنْتَظَمَاتِ اْلفَصِيحَاتِ وَبِكَلِمَاتِ جِهَازَاتِهَا وَجَوَارِحِهَا وَاَعْضَائِهَا وَاَلاَتِهَا الْمُكَمَّلَةِ الْبَلِيغَاتِ بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ اْلاِيجَادِ وَالصُّنْعِ وَالاِبْدَاعِ بِالْاِرَادِةِ وَحَقِيقَةِ التَّمْيِيزِ وَالتَّزْيِينِ بِالْقَصْدِ وَحَقِيقَةِ التَّقْدِيرِ وَالتَّصْوِيرِ بِالْحِكْمَةِ مَعَ قَتْعِيَةِ دَلاَلَةِ حَقِيقَةِ فَتْحِ جَمِيعِ صُوَرِهَا الْمُنْتَظَمَةِ الْمُتَخَالِفَةِ الْمُتَنَوِّعَةِ الْغَيْرِ الْمَحْصُورَةِ مِنْ بِيضَاتٍ وَقَطَرَاتٍ مُتَمَاثِلَةِ مُتَشَابِهَةٍ مَحْصُورَةٍ مَحْدُودَةٍ

 

denilmiþtir.

 

 

 

Sonra o mütefekkir yolcu, mârifet-i Ýlâhiyyenin hadsiz mertebelerinde ve nihayetsiz ezvakýnda ve envarýnda daha ileri gitmek için insanlar âlemine ve beþer dünyasýna girmek isterken, baþta enbiyalar olarak onu içeriye davet ettiler; o da girdi. En evvel geçmiþ zamanýn menziline baktý, gördü ki:

 

 

 

Nev'i beþerin en nûranî ve en mükemmeli olan umum peygamberler

 

 

 

 

 

(Sh:Asâ.101)

 

 

 

(Aleyhimüsselâm), bil'icma' beraberلآاِلَهَ اِلاَّهُوَ deyip zikrediyorlar; ve parlak ve musaddak olan hadsiz mu'cizatlarýnýn kuvvetiyle; tevhidi iddia ediyorlar; ve beþeri, hayvaniyet mertebesinden melekiyet derecesine çýkarmak için, onlarý Ýman-ý Billâha davet ile ders veriyorlar gördü. O da, o nuranî medresede diz çöküp derse oturdu. Gördü ki: Meþahir-i insâniyenin en yüksekleri ve namdarlarý olan o üstadlarýn herbirisinin elinde Hâlik-ý kâinat tarafýndan verilmiþ niþane-i tasdik olarak mu'cizeler bulunduðundan, herbirinin ihbarý ile beþerden bir taife-i azîme ve bir ümmet tasdik edip imana geldiklerinden, o yüzbin ciddî ve doðru zatlarýn icma' ve ittifakla hüküm ve tasdik ettikleri bir hakikat ne kadar kuvvetli ve kat'i olduðunu kýyas edebildi. Ve bu kuvvette bu kadar muhbir-i sâdýklarýn hadsiz mu'cizeleriyle imza ve isbat ettikleri bir hakikatý inkâr eden ehl-i dalâlet ne derece hadsiz bir hatâ, bir cinâyet ettiklerini ve ne kadar hadsiz bir azâba mestahak olduklarýný anladý. Ve onlarý tasdik edip îman getirenler ne kadar haklý ve hakikatlý olduklarýný bildi; îman kudsiyetinin büyük bir mertebesi daha ona göründü.

 

 

 

Evet, Enbiyayý (Aleyhimüsselâm), Cenâb-ý Hak tarafýndan fiilen tasdik hükmünde olan hadsiz mu'cizatlarýndan; ve hakkaniyetlerini gösteren, muarýzlarýna gelen semavî pek çok tokatlarýndan; ve hak olduklarýna delâlet eden þahsî kemalâtlarýndan ve hakikatlý tâlimatlarýndan; ve doðru olduklarýna þehadet eden kuvvet-i îmanlarýndan ve tam ciddiyetlerinden ve fedâkarlýklarýndan ve ellerinde bulunan kudsî kitab ve suhuflarýndan; ve onlarýn yollarý doðru ve hak olduðuna þehadet eden ittiba'lariyle hakikata, kemâlâta, nûra vasýl olan hadsiz tilmizlerinden baþka, onlarýn ve o pek ciddî muhbirlerin müsbet mes'elelerde icmâý ve ittifâký ve tevâtürü ve isbatta tevâfuku ve tesânüdü ve tetâbuku öyle bir hüccettir ve öyle bir kuvvettir ki; dünyada hiçbir kuvvet, karþýsýna çýkamaz ve hiçbir þüphe ve tereddüdü býrakmaz. Ve îmanýn erkânýnda umum enbiyayý (Aleyhimüsselâm) tasdik dahi dahil olmasý, o tasdik büyük bir kuvvet menbaý olduðunu anladý. Onlarýn derslerinden çok feyz-i îmanî aldý. Ýþte, bu yolcunun mezkûr dersini ifade mânasýnda Birinci Makam'ýn Sekizinci Mertebesinde:

 

لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اِجْمَاعُ جَمِيعِ الأَنْبِيَاءِ بِقُوَّةِ مُعْجِزَاتِهِمْ الْبَاهِرَةِ الْمُصَدِّقَةِ الْمُصَدَّقَةِ

 

denilmiþ.

 

 

 

Sonra îmanýn kuvvetinden ulvî bir zevk-i hakikat alan o seyyah-ý talib, Enbiya

 

 

 

 

 

(Sh:Asâ.102)

 

 

 

Aleyhimüsselâm'ýn meclisinden gelirken, ulemanýn ilmelyakîn suretinde kat'i ve kuvvetli delillerle, enbiyalarýn (Aleyhimüsselâm) dâvalarýný isbat eden ve asfiya sýddîkîn denilen mütebahhir müctehid muhakkikler, onu dershanelerine çaðýrdýlar. O da girdi, gördü ki:

 

 

 

Binlerle dâhî ve yüzbinlerle müdakkik ve yüksek ehl-i tahkik, kýl kadar bir þüphe býrakmayan tedkikat-ý amikalarýyla, baþta vücub-u vücud ve vahdet olarak müsbet mesail-i îmâniyeyi isbat ediyorlar.

 

 

 

Evet, istidatlarý ve meslekleri muhtelif olduðu halde usul ve erkân-ý îmaniyede onlarýn müttefikan ittifaklarý ve herbirisinin kuvvetli ve yakînî bürhanlarýna istinadlarý öyle bir hüccetir ki; onlarýn mecmuu kadar bir zekâvet ve dirayet sahibi olmak ve bürhanlarýnýn umumu kadar bir bürhan bulmak mümkün ise karþýlarýna ancak öyle çýkýlabilir. Yoksa o münkirler, yalnýz cehalet ve echeliyet ve inkâr ve isbat olunmýyan menfî mes'elelerde inad ve göz kapamak suretiyle karþýlarýna çýkabilirler. Gözünü kapayan, yalnýz kendine gündüzü gece yapar...

 

 

 

Bu seyyah; bu muhteþem ve geniþ dershanede, bu muhterem ve mütebahhir üstadlarýn neþrettikleri nurlar, zeminin yarýsýný bin seneden ziyâde ýþýklandýrdýðýný bildi. Ve öyle bir kuvve-i mâneviyeyi buldu ki, bütün ehl-i inkâr toplansa onu kýl kadar þaþýrtmaz ve sarsmaz. Ýþte bu yolcunun dershaneden aldýðý derse bir kýsa iþaret olarak Birinci Makam'ýn Dokuzuncu Mertebesinde:

 

لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اِتِّفَاقُ جَمِيعِ اْلاَصْفِيَآءِ بِقُوَّةِ

 

بَرَاهِينِهِمُ الزَّاهِرَةِ الْمُحَقَّقَةِ الْمُتَّفِقَةِ

 

denilmiþ.

 

 

 

Sonra, îmanýn daha ziyade kuvvetlenmesinde ve inkiþafýnda ve ilmelyakîn derecesinden aynelyakîn mertebesine terakkisinde ki envarý ve ezvaký görmeye çok müþtak olan o mütefekkir yolcu medreseden gelirken, hadsiz küçük tekyelerin ve zaviyelerin telâhukýyle tevessü eden gayet feyizli ve nurlu ve sahra geniþliðinde bir tekye, bir hangâh, bir zikirhane, bir irþadgâhda ve cadde-i kübra-yý Muhammedînin (A.S.M) ve mi'rac-ý Ahmedînin (A.S.M) gölgesinde hakikate çalýþan ve hakka eriþen ve aynelyakîne yetiþen binlerle ve milyonlarla kudsî Mürþidler onu dergâha çaðýrdýlar. O da girdi, gördü ki:

 

 

 

 

 

(Sh:Asâ.103)

 

 

 

O ehl-i keþf ve keramet mürþidler; keþfiyatlarýna ve müþahedelerine ve keremetlerine istinaden bil'icma' müttefikan اِلَهَ اِلاَّ هُوَ لآ diyerek, vücub ve vahdet-i Rabbâniyyeyi ilân ediyorlar. Güneþin ziyasýndaki yedi renk ile güneþi tanýmak gibi, yetmiþ renk ile, belki esma-i hüsna adedince, Þems-i Ezelî'nin ziyasýndan tecelli eden ayrý ayrý nurlu renkler ve çeþit çeþit ziyalý levnler ve baþka baþka hakikatlý tarikatlar ve muhtelif doðru meslekler ve mütenevvi haklý meþreblerde bulunan o kudsî dâhilerin ve nuranî âriflerin icma' ve ittifakla imza ettikleri bir hakikat, ne derece zâhir ve bâhir olduðunu aynelyakîn müþahede etti ve enbiyanýn (Aleyhimüsselâm) icmaý ve asfiyanýn ittifaký ve evliyanýn tevâfuku ve bu üç icmaýn birden ittifaký, Güneþi gösteren gündüzün ziyasýndan daha parlak gördü. Ýþte, bu misafirin tekyeden aldýðý feyze kýsa bir iþaret olarak, Birinci Makam'ýn Onuncu Mertebesinde:

 

لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اِجْمَاعُ الْاَوْلِيَآءِ بِكَشْفِيَاتِهِمْ وَكَرَامَاتِهِمُ الظَّاهِرَةِ الْمُحَقَّقَةِ المُصَدَّقَةِ

 

denilmiþ.

 

 

 

Sonra kemalât-ý insaniyenin en mühimmi ve en büyüðü, belki bilcümle kemalât-ý insaniyenin menbaý ve esasý, Îman-ý Billâhdan ve mârifetullahdan neþ'et eden muhabbetullah olduðunu bilen o dünya seyyahý, bütün kuvvetiyle ve letaifiyle, îmânýn kuvvetinde ve mârifetin inkiþafýnda daha ziyade terakki etmesini istemek fikriyle baþýný kaldýrdý ve semavata baktý. Kendi aklýna dedi ki:

 

 

 

Mâdem kâinatta en kýymetdar þey hayattýr ve kâinatýn mevcudatý hayata musahhardýr; ve madem zîhayatýn en kýymetdârý zîruhdur ve zîruhun en kýymetdarý zîþuurdur; ve madem bu kýymetdarlýk için küre-i zemin, zîhayatý mütemadiyen çoðaltmak için her asýr, her sene dolar boþalýr.

 

 

 

Elbette ve her halde, bu muhteþem ve müzeyyen olan semâvatýn dahi kendisine münasip ahalisi ve sekenesi, zîhayat ve zîruh ve zîþuurlardan vardýr ki; huzur-u Muhammedîde (A.S.M) Sahabelere görünen Hazret-i Cebrail (A.S) in temessülü gibi melâikeleri görmek ve onlarla konuþmak hâdiseleri tevatür suretinde eskidenberi nakl ve rivayet ediliyor. Öyle ise, keþki ben semâvat ehli ile dahi görüþseydim; onlar ne fikirde olduklarýný bilseydim. Çünki, "Hâlik-ý kâinat hakkýnda en mühim söz onlarýndýr." diye düþünürken, birden semâvi þöyle bir sesi iþitti: Mâdem bizim ile görüþmek ve dersimizi dinlemek istersin. Baþta Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm ve Kur'an-ý Mu'ciz'ül-Beyan olarak bütün Peygamberlere vasýtamýzla gelen mesail-i îmâniyeye en evvel biz îman etmiþiz.

 

 

 

 

 

(Sh:Asâ.104)

 

 

 

Hem, insanlara temessül edip görünen ve bizlerden olan ervah-ý tayyibe, bilâistisna ve bil'ittifak, bu kâinat Hâlikýnýn vücub-u vücuduna ve sýfât-ý kudsiyesine þehadet edip birbirine muvafýk ve mutabýk olarak ihbar etmiþler. Bu hadsiz ihbârâtýn tevâfuku ve tetâbuku, Güneþ gibi sana bir rehberdir, dediklerini bildi. Ve onun nur-u îmaný parladý. Zeminden göklere çýktý. Ýþte bu yolcunun melâikeden aldýðý derse kýsa bir iþaret olarak Birinci Makam'ýn Onbirinci Mertebesinde:

 

لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اِتِّفَاقُ الْمَلَئِكَةِ اَلْمُتَمَثِّلِينَ لِاَنْظَارِ النَّاسِ وَالْمُتَكَلِّمِينَ مَعَ خَوَاصِّ الْبَشَرِ بِاِخْبَارَاتِهِمْ الْمُتَطَابِقَةِ الْمُتَوَافِقَةِ

 

denilmiþtir.

 

 

 

Sonra, pür-merak ve pür-iþtiyak o misafir, âlem-i þehadet ve cismânî ve maddî cihetinde mahsus taifelerin dillerinden ve lisan-ý hallerinden ders aldýðýndan, âlem-i gayb ve âlem-i berzahta dahi mütalâa ile bir seyahat ve bir taharri-i hakikat arzu ederken, her taife-i insaniyede bulunan; ve kâinatýn meyvesi olan insanýn çekirdeði hükmünde bulunan ve küçüklüðü ile beraber, mânen kâinat kadar inbisat edebilen müstakim ve münevver akýllarýn selim ve nuranî kalblerin kapýsý açýldý. Baktý ki:

 

 

 

Onlar, âlem-i gayb ve âlem-i þehadet ortasýnda insanî berzahlardýr ve iki âlemin birbiriyle temaslarý ve muameleleri, insana nisbeten o noktalarda oluyor gördüðünden; kendi akýl ve kalbine dedi ki: "Gelin, bu emsalinizin kapýsýndan hakikata giden yol daha kýsadýr. Biz öteki yollardaki dillerden ders aldýðýmýz gibi deðil, belki îman noktasýndaki ittisaflarýndan ve keyfiyet ve renklerinden, mütalâamýz ile istifade etmeliyiz." dedi, mütalâaya baþladý. Gördü ki:

 

 

 

Ýstidatlarý gayet muhtelif ve mezhebleri birbirinden uzak ve muhalif olan umum istikametli ve nurlu akýllarýn îman ve tevhiddeki ittisafkârane ve râsihâne itikadlarý, tevâfuk; ve sebatkârane ve mutmainâne kanaat ve yakînleri tetâbuk ediyor. Demek, tebeddül etmiyen bir hakikata dayanýp baðlanmýþlar; ve kökleri, metin bir hakikata girmiþ kopmuyor. Öyle ise bunlarýn nokta-i îmaniyede ve vücub ve tevhidde icma'larý, hiç kopmaz bir zincir-i nûranîdir; ve hakikate açýlan ýþýklý bir penceredir.

 

 

 

Hem gördü ki: Meslekleri birbirinden uzak ve meþrebleri birbirine mü-

 

 

 

 

 

(Sh:Asâ.105)

 

 

 

bayin olan o umum selim ve nuranî kalblerin erkân-ý îmaniyedeki müttefikane ve itmi'nankârane ve müncezibâne keþfiyat ve müþahedatlarý birbirine tevâfuk; ve tevhidde birbirine mutabýk çýkýyor.

 

 

 

Demek, hakikate mukabil ve vâsýl ve mütemessil bu küçücük birer arþ-ý mârifet-i Rabbâniyye ve bu câmi birer âyine-i samedâniyye olan nuranî kalbler, Þems-i Hakikate karþý açýlan pencerelerdir; ve umumu birden Güneþe âyinedarlýk eden bir deniz gibi, bir âyine-i a'zamdýr. Bunlarýn vücub-u vücudda ve vahdette ittifaklarý ve icma'larý hiç þaþýrmaz ve þaþýrtmaz bir rehber-i ekmel ve bir mürþid-i ekberdir. Çünki, hiçbir cihetle hiçbir imkân ve hiçbir ihtimal yok ki, hakikattan baþka bir vehim ve hakikatsýz bir fikir ve asýlsýz bir sýfat, bu kadar müstemirrâne ve râsihane, bu pek büyük ve keskin gözlerin umumunu birden aldatsýn, galat-ý hisse uðratsýn. Buna ihtimal veren bozulmuþ ve çürümüþ bir akla, bu kâinatý inkâr eden ahmak sofestailer dahi razý olmazlar, reddederler diye anladý. Kendi akýl ve kalbiyle beraber Âmentü Billâh dediler. Ýþte, bu yolcunun müstakim akýllardan ve münevver kalblerden istifade ettiði mârifet-i îmâniyeye kýsa bir iþaret olarak Birinci Makam'ýn Onüçüncü Mertebesinde:

 

لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اِجْمَاعُ الْعُقُولِ الْمُسْتَقِيمَةِ الْمُنَوَّرَةِ بِاِعْتِقَادَاتِهَا الْمُتَوَافِقَةِ وِبِقَنَاعَاتِهَا وَيَقِينَاتِهَا الْمُتَطَآبِقَةِ مَعَ تَخَالُفِ الاْسْتِعْدَادَاتِ وَالْمَذَاهِبِ وَكَذا دَلَّ عَلَى وَجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اِتِّفَاقُ الْقُلُوبِ السَّلِيمَةِ النُّورَانِيَّةِ بِكَشْفِيَّاتِهَا الْمُتَطَابِقَةِ وَبِمُشَاهَدَاتِهَا الْمُتَوَافِقَةِ مَعَ تَبَايُنِ الْمَسَالِكِ وَالْمَشَارِبِ

 

denilmiþ.

 

 

 

Sonra âlem-i gaybe yakýndan bakan ve akýl ve kalbde seyahat eden o yolcu, acaba âlem-i gayb ne diyor diye merakla o kapýyý da þöyle bir fikir ile çaldý. Yâni:

 

 

 

Mâdem bu cismanî âlem-i þehadette, bu kadar zînetli san'atlý hadsiz masnu'lariyle kendini tanýttýrmak ve bu kadar tatlý ve süslü nihayetsiz ni'metleriyle kendini sevdirmek ve bu kadar mu'cizeli ve maharetli hesabsýz eserleriyle gizli kemâlâtýný bildirmek, kavilden ve tekellümden daha

 

 

 

 

 

(Sh:Asâ.106)

 

 

 

zâhir bir tarzda fiilen istiyen ve hâl diliyle bildiren bir zât, perde-i gayb tarafýnda bulunduðu bilbedahe anlaþýlýyor. Elbette ve her halde, fiilen ve hâlen olduðu gibi, kavlen ve tekellümen dahi konuþur, kendini tanýttýrýr, sevdirir, Öyle ise, âlem-i gayb cihetinde O'nu, O'nun tezahüratýndan bilmeliyiz dedi; kalbi içeriye girdi, akýl gözüyle gördü ki:

 

Gayet kuvvetli bir tezahüratla, vahiylerin hakikatý, âlem-i gaybýn her tarafýnda, her zamanda hükmediyor. Kâinatýn ve mahlûkatýn þehadetlerinden çok kuvvetli bir þehadet, vücud ve tevhid, Allâmü'l-Guyub'dan vahiy ve ilham hakikatleriyle geliyor. Kendini ve vücud ve vahdetini, yalnýz masnularýnýn þehadetlerine býrakmýyor. Kendisi, kendine lâyýk bir kelâm-ý ezelî ile konuþuyor. Her yerde, ilim ve kudretiyle hâzýr ve nâzýrýn kelâmý dahi hadsizdir; ve kelâmýnýn mânasý O'nu bildirdiði gibi, tekellümü dahi, O'nu, sýfâtýyle bildiriyor.

 

Evet, yüzbin Peygamberlerin (Aleyhimüsselâm) tevatürleriyle, ve ihbaratlarýnýn vahy-i Ýlâhîye mazhariyet noktasýnda ittifaklariyle; ve nev'i beþerden ekseriyet-i mutlakanýn tasdik-gerdesi ve rehberi ve muktedasý; ve vahyin semereleri ve vahy-i meþhud olan kütüb-ü mukaddese ve suhuf-u semâviyenin delâil ve mu'cizatlariyle, hakikat-ý vahyin tahakkuku ve sübutu, bedahet derecesine geldiðini bildi; ve vahyin hakikatý beþ hakikat-ý kudsiyeyi ifade ve ifaza ediyor diye anladý.

 

 

 

B i r i n c i s i: لِلتَّنَزُّلاَتِ اْلاِلَهِيَّةِ اِلَى عُقُولِ الْبَشَرِ denilen, beþerin akýllarýna ve fehimlerine göre konuþmak bir tenezzül-ü Ýlâhidir. Evet, bütün zîruh mahlûkatýný konuþturan ve konuþmalarýný bilen, elbette kendisi dahi o konuþmalara konuþmasiyle müdahele etmesi, Rubûbiyyetin muktezasýdýr.

 

 

 

Ý k i n c i s i: Kendini tanýttýrmak için kâinatý, bu kadar hadsiz masraflarla, baþtan baþa hârikalar içinde yaratan ve binler dillerle kemâlâtýný söylettiren, elbette kendi sözleriyle dahi kendini tanýttýracak.

 

 

 

Ü ç ü n c ü s ü: Mevcudatýn en müntehabý ve en muhtacý ve en nâzenini ve en müþtaký olan hakiki insanlarýn münâcatlarýna ve þükürlerine, fiilen mukabele ettiði gibi, kelâmiyle de mukabele etmek, Hâlikýyyetin þe'nidir.

 

 

 

D ö r d ü n c ü s ü: Ýlim ile hayatýn zaruri bir lâzýmý ve ýþýklý bir tezâhürü olan mükâleme sýfatý, elbette ihâtalý bir ilmi ve sermedî bir hayatý taþýyan zatta, ihâtalý ve sermedî bir surette bulunur.

 

 

 

 

 

(Sh:Asâ.107)

 

 

 

B e þ i n c i s i: En sevimli ve muhabbetli ve endiþeli ve nokta-i istinada en muhtac ve sâhibini ve mâlikini bulmaða en müþtak; hem fakir ve âciz bulunan mahlûkatlarýna; acz ve iþtiyaký, fakr ve ihtiyacý ve endiþe-i istikbali ve muhabbeti ve perestiþi veren bir zat, elbette kendi vücudunu onlara tekellümü ile iþ'ar etmek, Ulûhiyyetin muktezasýdýr.

 

 

 

Ýþte: Tenezzül-ü Ýlâhî ve taarrüf-ü Rabbânî ve mukabele-i Rahmânî ve mükâleme-i Sübhânîve iþ'ar-ý Samedânî hakikatlarýný tazammun eden umumî, semavî vahiylerin, icma ile, Vâcibü'l-Vücud'un vücuduna ve vahdetine delâletleri öyle bir hüccettir ki; gündüzdeki Güneþ'in þuââtýnýn Güneþ'e þehadetinden daha kuvvetlidir, diye anladý.

 

 

 

Sonra ilhamlar cihetine baktý, gördü ki: Sâdýk ilhamlar, gerçi bir cihette vahye benzerler ve bir nevi' mükâleme-i Rabbâniyyedir, fakat iki fark vardýr.

 

 

 

Birincisi : Ýlhamdan çok yüksek olan vahyin, ekseri melâike vasýtasiyle; ve ilhamýn, ekseri vasýtasýz olmasýdýr. Meselâ:

 

 

 

Nasýlki bir padiþahýn iki suretle konuþmasý ve emirleri var. Birisi: Haþmet-i saltanat ve hâkimiyet-i umumiye haysiyetiyle bir yâverini, bir vâliye gönderir. O hâkimiyetin ihtiþamýný ve emrin ehemmiyetini göstermek için, bazan, vasýta ile beraber bir içtima yapar, sonra ferman teblið edilir.

 

 

 

Ýkincisi : Sultanlýk unvanýyla ve padiþahlýk umumî ismiyle deðil, belki kendi þahsiyle, hususî bir münasebeti ve cüz'i bir muamelesi bulunan has bir hizmetçisi ile, veya bir âmi raiyyetiyle ve hususî telefoniyle hususî konuþmasýdýr.

 

 

 

Öyle de; Padiþah-ý Ezelînin, umum âlemlerin Rabbi ismiyle ve kâinat Hâliký unvaniyle, vahiy ile ve vahyin hizmetini gören þümullü ilhamlariyle mükâlemesi olduðu gibi; herbir ferdin herbir zîhayatýn Rabbi ve Hâliki olmak haysiyetiyle, hususî bir surette, fakat perdeler arkasýnda onlarýn kabiliyetine göre bir tarz-ý mükâlemesi var.

 

 

 

Ýkinci fark: Vahiy; gölgesizdir, sâfidir, havassa hasdýr. Ýlham ise; gölgelidir, renkler karýþýr, umumîdir; melâike ilhamlarý ve insan ilhamlarý ve hayvanat ilhamlarý gibi, çeþid çeþid, hem pekçok enva'lariyle, denizlerin katreleri kadar kelimat-ý Rabbâniyyenin teksirine medar bir zemin teþkil ediyor.

 

 

 

لَوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِكَلِمَاتِ رِبِّى لَنَفِدَ الْبَحْرُ قَبْلَ اَنْ تَنْفَدَ كَلِمَاتُ رَبِّى

 

âyetinin bir vechini tefsir ediyor anladý.

 

 

 

 

 

(Sh:Asâ.108)

 

 

 

Sonra, ilhamýn mahiyetine ve hikmetine ve þehadetine baktý, gördü ki: Mahiyeti ile hikmeti, ve neticesi dört nurdan terekküp ediyor.

 

 

 

B i r i n c i s i: Tevveddüd-ü Ýlâhî denilen, kendini mahlûkatýna fiilen sevdirdiði gibi, kavlen ve huzuren ve sohbeten dahi sevdirmek, Vedûdiyyetin ve Rahmâniyyetin muktezasýdýr.

 

 

 

Ý k i n c i s i: Ýbâdýnýn dualarýna fiilen cevap verdiði gibi, kavlen dahi perdeler arkasýnda icabet etmesi, Rahîmiyyetin þe'nidir.

 

 

 

Ü ç ü n c ü s ü: Aðýr beliyyelere ve þiddetli hallere düþen mahlûkatlarýnýn istimdadlarýna ve feryadlarýna ve tazarruatlarýna fiilen imdad ettiði gibi, bir nevi' konuþmasý hükmünde olan ilhâmî kaviller ile de imdada yetiþmesi, Rubûbiyyetin lâzýmýdýr.

 

 

 

D ö r d ü n c ü s ü: Çok âciz ve çok zaif; ve çok fakir ve ihtiyaçlý; ve kendi mâlikini ve hâmisini ve Müdebbirini ve Hafîzini bulmaða pekçok muhtaç ve müþtak olan zîþuur masnu'larýna, vücudunu ve huzurunu ve himayetini fiilen ihsas ettiði gibi, bir nevi' mükâleme-i Rabbâniyye hükmünde sayýlan bir kýsým sâdýk ilhamlar perdesinde, mahsus ve bir mahlûka bakan has bir vecihde, onun kabiliyetine göre, onun kalb telefonuyla, kavlen dahi kendi huzurunu ve vücudunu ihsas etmesi, þefkat-i Ulûhiyyetin ve rahmet-i Rubûbiyyetin zarurî ve vacib bir muktezasýdýr; diye anladý.

 

 

 

Sonra ilhamýn þehadetine baktý, gördü: Nasýlki Güneþin -faraza- þuuru ve hayatý olsaydý; ve o halde, ziyasýndaki yedi rengi, yedi sýfâtý olsaydý o cihette ýþýðýnda bulunan þualarý ve cilveleri ile bir tarz konuþmasý bulunacaktý. Ve bu vaziyette, misâlinin ve aksinin þeffaf þeylerde bulunmasý ve her âyinede ve her parlak þeylerde ve cam parçalarýnda ve kabarcýklarda ve katrelerde hattâ þeffaf zerrelerde herbirinin kabiliyetine göre konuþmasý; ve onlarýn hâcâtýna cevap vermesi; ve bütün onlar, Güneþ'in vücuduna þehadet etmesi; ve hiçbir iþ, bir iþe mâni olmamasý; ve bir konuþmasý, diðer konuþmaya müzahemet etmemesi bilmüþahede görüleceði gibi... aynen öyle de:

 

 

 

Ezel ve ebedin Zülcelâl Sultaný ve bütün mevcudatýn Zülcemal Hâlik-ý Zîþâný olan Þems-i Sermedî'nin mükâlemesi dahi, onun ilmi ve kudreti gibi, küllî ve muhît olarak herþey'in kabiliyetine göre tecelli etmesi; hiçbir sual, bir suale; bir iþ, bir iþe; bir hitab bir hitaba mâni olmamasý ve karýþtýrmamasý bilbedahe anlaþýlýyor. Ve bütün o cilveler, o konuþmalar ve ilhamlar, birer birer ve beraber bil'ittifak o Þems-i Ezelî'nin huzuruna ve vücub-u vücuduna ve Vahdetine ve Ehadiyetine delâlet ve þehadet ettiklerini aynelyakîne yakýn bir ilmelyakîn ile bildi.

 

 

 

 

 

(Sh:Asâ.109)

 

 

 

Ýþte, bu meraklý misafirin âlem-i gaybdan aldýðý ders-i mârifetine kýsa bir iþaret olarak, Birinci Makam'ýn Ondördüncü ve Onbeþinci mertebelerinde:

 

لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الْوَاحِدُ الاَحَدُ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اِجْمَاعُ

 

جَمِيعِ الْوَحْيَاتِ الْحَقَّةِ الْمُتَضَمِّنَةِ لِلتَّنَزَّلاَتِ اْلاِلَهِيَّةِ وَلِلْمُكَالَمَاتِ السُّبْحَانِيَّةِ وَلِلتَّعَرُّفَاتِ الرَّبَّانِيَّةِ وَلِلْمُقَابَلاَتِ الرَّحْمَانِيَّةِ عِنْدَ مُنَاجَاتِ عِبَادِهِ وَلِلْعِشَارَاتِ الصَّمَدَانِيَّةِ لِوُجُودِهِ لِمَخْلُوقَاتِهِ وَكَذَا دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اِتِّفَاقُ اْلاِلْهَامَاتِ الصَّادِقَةِ الْمُتَضَمِّنَةِ لِلتَّوَدُّدَاتِ اْلاِلَهِيَّةِ وَلِلْاِجَابَاتِ الرَّحْمَانِيَّةِ لِدَعَوَاتِ مَخْلُوقَاتِهِ وَلِلْاِمْدَادَاتِ الرَّبَّانِيَّةِ لِاِسْتِغَاثَاتِ عِبَادِهِ وَلِلْاِحْسَاسَاتِ السُّبْحَانِيَّةِ لِوُجُودِهِ لِمَصْنُوعَاتِهِ

 

 

 

denilmiþtir.

 

Sonra, o dünya seyyahý kendi aklýna dedi ki: Mâdem bu kâinatýn mevcudatýyle Mâlikimi ve Hâlikimi arýyorum; elbette herþeyden evvel bu mevcudatýn en meþhuru, ve a'dasýnýn tasdikiyle dahi en mükemmeli ve en büyük kumandaný ve en namdar hâkimi ve sözce en yükseði ve akýlca en parlaðý ve ondört asrý fazileti ile ve Kur'an'ý ile ýþýklandýran Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtu Vesselâm'ý ziyaret etmek ve aradýðýmý ondan sormak için Asr-ý Saadet'e beraber gitmeliyiz diyerek, akliyle beraber o asra girdi, gördü ki:

 

 

 

O asýr hakikâten, o Zât (A.S.M) ile bir saadet-i beþeriye asrý olmuþ. Çünki en bedevî, en ümmî bir kavmi, getirdiði Nur vasýtasiyle, kýsa bir zamanda dünyaya üstad ve hâkim eylemiþ.

 

 

 

Hem kendi aklýna dedi : Biz, en evvel, bu fevkalâde Zâtýn (A.S.M) bir derece kýymetini ve sözlerinin hakkaniyetini ve ihbaratýnýn doðruluðunu bilmeliyiz. Sonra Hâlikýmýzý ondan sormalýyýz, diyerek taharriye baþladý. Bulduðu hadsiz kat'i delillerden, burada, yalnýz "Dokuz Külliyeti" ne birer kýsa iþaret edilecek:

 

 

 

 

 

(Sh:Asâ.110)

 

 

 

B i r i n c i s i: Bu Zât'da (A.S.M) - hattâ düþmanlarýnýn tasdiki ile dahi,- bütün güzel huylarýn ve hasletlerin bulunmasý; ve وَانْشَقَّ الْقَمَرُ * وَمَا رَمَيْتَ اِذْ رَمَيْتَ وَلَكِنَّ اللَّهَ رَمَى

 

âyetlerinin sarahatýyla, bir parmaðýnýn iþaretiyle kamer iki parça olmasý; ve bir avucu ile a'dasýnýn ordusuna attýðý az bir toprak , umum o ordunun gözlerine girmesiyle kaçmalarý; ve susuz kalmýþ kendi ordusuna, beþ parmaðýndan kevser gibi akan suyu kifayet derecesinde içirmesi gibi; nakl-i kat'i ile ve bir kýsmý tevatür ile yüzer mu'cizatýn onun elinde zâhir olmasýdýr. Bu mu'cizattan üçyüzden ziyade bir kýsmý, Ondokuzuncu Mektup olan Mu'cizat-ý Ahmediye (A.S.M) namýndaki hârika ve kerametli bir risalede kat'i delilleriyle beraber beyan edildiðinden, onlarý ona havale ederek dedi ki:

 

 

 

Bu kadar ahlâk-ý hasene ve kemalâtla beraber, bu kadar mu'cizat-ý bâhiresi bulunan bir Zât (A.S.M), elbette en doðru sözlüdür. Ahlâksýzlarýn iþi olan hileye, yalana, yanlýþa tenezzül etmesi kabil deðil.

 

 

 

Ý k i n c i s i: Elinde, bu kâinat sahibinin bir fermaný bulunduðu; ve o fermaný her asýrda üçyüz milyondan ziyade insanlarýn kabul ve tasdik ettikleri; ve o ferman olan Kur'an-ý Azîmüþþân'ýn, yedi vecihle hârika olmasýdýr. Ve bu Kur'an'ýn, kýrk vecihle mu'cize olduðu ve kâinat Hâlik'ýnýn sözü bulunduðu, kuvvetli delilleriyle beraber Yirmibeþinci Söz, ve Mu'cizat-ý Kur'aniye namlarýndaki Risale-i Nur'un bir güneþi olan meþhur bir risalede tafsilen beyan edilmesinden, onu, ona havale ederek dedi: Böyle ayn-i hak ve hakikat bir fermanýn tercümaný ve teblið edicisi bir Zatta (A.S.M) fermana cinayet ve ferman sahibine hýyanet hükmünde olan yalan olamaz ve bulunamaz.

 

 

 

Ü ç ü n c ü s ü: O zât (A.S.M), öyle bir þeriat ve bir Ýslâmiyet ve bir ubûdiyet ve bir dua ve bir dâvet ve bir îman ile meydana çýkmýþ ki; onlarýn ne misli var ve ne de olur. Ve onlardan daha mükemmel, ne bulunmuþ ve ne de bulunur. Çünki: Ümmî bir Zât'ta (A.S.M) zuhur eden o þeriat, ondört asrý ve nev-i beþerin, humsunu, âdilâne ve hakkaniyet üzere ve müdakkikane hadsiz kanunlariyle idare etmesi emsâl kabul etmez.

 

 

 

Hem, ümmî bir Zât'ýn (A.S.M) ef'al ve akvâl ve ahvalinden çýkan Ýslâmiyet, her asýrda, üçyüz milyon insanýn rehberi ve mercii; ve akýllarýnýn muallimi ve mürþidi; ve kalblerinin münevviri ve musaffisi, ve nefislerinin mürebbisi ve müzekkisi; ve ruhlarýnýn medar-ý inkiþafý ve mâden-i terakkiyatý olmasý cihetiyle, misli olamaz ve olamamýþ.

 

 

 

Hem, dininde bulunan bütün ibâdâtýn bütün envaýnda en ileri olmasý..ve herkesten ziyade takvada bulunmasý..ve Allah'tan korkmasý..ve fevkalâde daimi mücahedat

 

 

 

 

 

(Sh:Asâ.111)

 

 

 

kalâde daimi mücahedat ve daðdaðalar içinde tamtamýna ubûdiyetin en ince esrarýna kadar müraat etmesi ve hiç kimseyi taklid etmiyerek, ve tam mânasiyle ve mübtediyane fakat en mükemmel olarak, hem ibtida ve intihayý birleþtirerek yapmasý; elbette misli görülmez ve görülmemiþ.

 

 

 

Hem binler dua ve münâcatlarýndan Cevþenü'l-Kebir ile, öyle bir mârifet-i Rabbaniyye ile, öyle bir derecede Rabbini tavsif ediyor ki; o zamandan beri gelen ehl-i mârifet ve ehl-i velâyet, telâhuk-u efkâr ile beraber, ne o mertebe-i mârifete ve ne de o derece-i tavsife yetiþememeleri gösteriyor ki; duada dahi onun misli yoktur. Risale-i Münâcatýn baþýnda, Cevþenü'l-Kebirin doksandokuz fýkrasýndan bir fýkrasýnýn kýsacýk bir mealinin beyan edildiði yere bakan adam, Cevþen'in dahi misli yoktur diyecek.

 

 

 

Hem, teblið-i Risalette ve nâsý hakka dâvette o derece metanet ve sebat ve cesaret göstermiþ ki; büyük devletler, büyük dinler, hattâ kavim ve kabilesi ve amcasý ona þiddetli adavet ettikleri halde; zerre miktar bir eser-i tereddüt, bir telâþ, bir korkaklýk göstermemesi; ve tek baþiyle bütün dünyaya meydan okumasý ve baþa da çýkarmasý; ve Ýslâmiyeti dünyanýn baþýna geçirmesi isbat eder ki, teblið ve dâvette dahi misli olmamýþ ve olamaz.

 

 

 

Hem îmanda, öyle fevkalâde bir kuvvet ve hârika bir yâkin ve mu'cizane bir inkiþaf ve cihaný ýþýklandýran bir ulvî itikad taþýmýþ ki, o zamanýn hükümraný olan bütün efkârý ve akideleri ve hükemanýn hikmetleri ve ruhani reislerin ilimleri ona muarýz ve muhalif ve münkir olduklarý halde; onun ne yakînine, ne îtikadýna, ne îtimadýna, ne itmi'nanýna hiçbir þüphe, hiçbir tereddüt, hiçbir zaaf, hiçbir vesvese vermemesi; ve maneviyatta ve merâtib-i îmâniyede terakki eden baþta Sahabeler ve bütün ehl-i velâyet, Onun, her vakit, mertebe-i îmanýndan feyz almalarý ve O'nu en yüksek derecede bulmalarý bilbedahe gösterir ki, îmaný dahi emsalsizdir.

 

 

 

Ýþte, böyle emsalsiz bir þeriat ve misilsiz bir Ýslâmiyet ve hârika bir ubûdiyet ve fevkalâde bir dua ve cihan-pesendane bir davet ve mu'cizane bir îman sahibinde, elbette hiçbir cihetle yalan olamaz ve aldatmaz diye anladý, ve aklý dahi tasdik etti.

 

 

 

D ö r d ü n c ü s ü: Enbiyalarýn (Aleyhimüsselâm) icmaý, nasýl ki vücud ve vahdaniyyet-i Ýlâhiyeye gayet kuvvetli bir delildir; öyle de, bu Zât'ýn (A.S.M) doðruluðuna ve risaletine gayet saðlam bir þehadettir. Çünki, Enbiya Aleyhimüsselâm'ýn doðruluklarýna ve Peygamber olmalarýna medar olan ne kadar kudsî sýfatlar ve mu'cizeler ve vazifeler varsa, O Zât'da (A.S.M) en ileride olduðu tarihçe musaddaktýr. Demek onlar, nasýlki lisan-ý kal ile, Tevrat, Ýncil, Zebur ve Suhuflarýnda bu Zât'ýn (A.S.M) geleceðini haber verip insanlara beþaret vermiþler ki kütüb-ü mukaddesenin o beþaretli iþârâtýndan yirmiden fazla ve pek zâhir bir kýsmý, Ondokuzuncu Mektupta güzelce beyan ve isbat edilmiþ. Öyle de, lisan-ý halleriyle yani

 

 

 

 

 

(Sh:Asâ.112)

 

 

 

nübüvvetleriyle ve mu'cizeleriyle kendi mesleklerinde ve vazifelerinde en ileri ve en mükemmel olan bu zâtý tasdik edip dâvasýný imza ediyorlar; ve lisan-ý kal ve icma' ile vahdâniyyete delâlet ettikleri gibi, lisan-ý hal ile ve ittifak ile de, bu Zât'ýn sâdýkýyetine þehadet ediyorlar, diye anladý.

 

 

 

B e þ i n c i s i: Bu Zât'ýn düsturlariyle ve terbiyesi ve tebaiyyetiyle ve arkasýndan gitmeleriyle; hakka, hakikata, kemâlâta, kerâmete, keþfiyata, müþahedata yetiþen binlerce evliya vahdâniyyete delâlet ettikleri gibi; üstadlarý olan bu Zât'ýn sâdýkýyetine ve risaletine, icma' ve ittifakla þehadet ediyorlar. Ve âlem-i gaybdan verdiði haberlerin bir kýsmýný, nur-u velâyetle müþahede etmeleri; ve umumunu, nur-u îman ile, ya ilmeyakîn veya aynelyakîn veya hakkalyakîn îtikad ve tasdik etmeleri; üstadlarý olan bu Zât'ýn, derece-i hakkaniyet ve sâdýkýyetini Güneþ gibi gösterdiðini gördü.

 

 

 

A l t ý n c ý s ý: Bu Zât'ýn ümmîliðiyle beraber; getirdiði hakaik-i kudsiye ve ihtira ettiði ulûm-u âliye ve keþfettiði mârifet-i Ýlâhiyyenin dersiyle ve tâlimiyle, mertebe-i ilmiyede en yüksek makama yetiþen milyonlar asfiya-i müdakkikîn ve sýddîkîn-i muhakkikîn ve dâhî hükema-i mü'minin, bu Zât^ýn üssü'l-esas dâvasý olan vahdâniyyeti kuvvetli bürhanlariyle bil'ittifak isbat ve tasdik ettikleri gibi; bu muallîm-i ekberin ve bu üstâd-ý âzamýn hakkaniyetine ve sözlerinin hakikat olduðuna ittifak ile þehadetleri, gündüz gibi bir hüccet-i risaleti ve sâdýkýyetidir. Meselâ Risale-i Nur, yüz parçasiyle, bu Zât'ýn sadâkatinin bir tek bürhanýdýr.

 

 

 

Y e d i n c i s i: Âl ve Ashab namýnda, ve nev-i beþerin enbiyadan sonra feraset ve dirayet ve kemâlâtla en meþhuru, ve en muhterem ve en namdarý, ve en dindar ve keskin nazarlý taife-i azîmesi, kemal-i merak ile ve gayet dikkat ve nihayet ciddiyetle bu Zât'ýn bütün gizli ve aþikâr hallerini ve fikirlerini ve vaziyetlerini taharri ve teftiþ ve tedkik etmeleri neticesinde; bu Zât'ýn, dünyada en sâdýk ve en yüksek ve en haklý ve hakikatlý olduðuna ittifak ile ve icma' ile sarsýlmaz tasdikleri ve kuvvetli îmanlarý, güneþin ziyasýna delâlet eden gündüz gibi bir delildir, diye anladý.

 

 

 

S e k i z i n c i s i: Bu kâinat, nasýlki kendini îcad ve idare ve tertip eden, ve tasvir ve takdir ve tedbir ile bir saray gibi, bir kitap gibi, bir sergi gibi, bir temaþagâh gibi tasarruf eden sâniine ve kâtibine ve nakkaþýna delâlet eder; öyle de: Kâinatýn hilkatindeki makasýd-ý Ýlâhiyyeyi bilecek ve bildirecek ve tahavvülâtýndaki Rabbânî hikmetlerini talim edecek ve vazifedarane harekâtýndaki neticeleri ders verecek ve mahiyetindeki kýymetini ve içindeki mevcudatýn kemâlâtýný ilan edecek ve o kitab-ý kebîrin mânalarýný ifade edecek bir yüksek dellâl, bir doðru keþþaf, bir muhakkik üstad, bir sâdýk muallim istediði ve iktiza ettiði ve herhalde bulunmasýna delâlet ettiði cihetiyle; elbette bu vazifeleri herkesten ziyade

 

 

 

 

 

(Sh:Asâ.113)

 

 

 

yapan bu Zât'ýn hakkaniyetine, ve bu kâinat Hâlik'ýnýn en yüksek ve sâdýk bir me'muru olduðuna þehadet ettiðini bildi.

 

 

 

D o k u z u n c u s u: Mâdem bu san'atlý ve hikmetli masnûatýyla kendi hünerlerini ve san'atkârlýðýnýn kemâlâtýný teþhir etmek; ve bu süslü, zînetli nihayetsiz mahlûkatýyla kendini tanýttýrmak ve sevdirmek; ve bu lezzetli ve kýymetli hesapsýz ni'metleriyle kendine teþekkür ve hamd ettirmek; ve bu þefkatli ve himayetli umumî terbiye ve iaþe ile, hattâ aðýzlarýn en ince zevklerini ve iþtihalarýn her nev'ini tatmin edecek bir surette ihzar edilen Rabbânî it'amlar ve ziyafetler ile, kendi rubûbiyyetine karþý minnettarâne ve müteþekkirâne ve perestiþkârâne ibadet ettirmek; ve mevsimlerin tebdili ve gece gündüzün tahvili ve ihtilafý gibi, azametli ve haþmetli tasarrufat ve icraat ve dehþetli ve hikmetli faaliyet ve hallâkýyyet ile kendi Ulûhiyyetini izhar ederek, o Ulûhiyyetine karþý îman ve teslim ve inkýyad ve itaat ettirmek; ve her vakit iyiliði ve iyileri himaye, fenalýðý ve fenalarý izale ve semavi tokatlar ile zâlimleri ve yalancýlarý imha etmek cihetiyle, hakkaniyet ve adaletini göstermek isteyen perde arkasýnda birisi var. Elbette ve herhalde, o gaybî Zât'ýn yanýnda en sevgili mahlûku ve en doðru abdi; ve O'nun mezkûr maksatlarýna tam hizmet ederek, hilkat-i kâinatýn týlsýmýný ve muammasýný hall ve keþfeden, ve daima o Hâlik'ýnýn namýna hareket eden, ve O'ndan istimdat eden, ve muvaffakiyet isteyen, ve O'nun tarafýndan imdada ve tevfika mazhar olan ve Muhammed-i Kureyþî denilen bu Zât olacak (A.S.M)...

 

 

 

Hem aklýna dedi: Mâdem bu mezkur dokuz hakikatlar bu Zât'ýn sýdkýna þehadet ederler; elbette bu âdem, benî -âdemin medar-ý þerefi ve bu alemin medar-ý iftiharýdýr; ve O'na, Fahr-i âlem ve Þeref-i benî-âdem denilmesi pek lâyýktýr; ve O'nun elinde bulunan ferman-ý Rahman olan Kur'an-ý Mu'cizü'l_Beyanýn haþmet-i saltanat-ý mâneviyesinin nýsf-ý arzý istilâsý ve þahsî kemâlâtý ve yüksek hasletleri gösteriyor ki; bu âlemde en mühim Zât budur; Hâlik'ýmýz hakkýnda en mühim söz, O'nundur.

 

 

 

Ýþte gel, bak: Bu hârika Zât'ýn yüzer zâhir ve bâhir kat'i mu'cizelerinin kuvvetine, ve dinindeki binler âli ve esaslý hakikatlarýna istinaden, bütün dâvalarýnýn esasý ve bütün hayatýnýn gayesi, Vacibü'l-Vücudun vücuduna ve vahdetine ve sýfâtýna ve esmasýna delâlet ve þehadet, ve o Vâcibü'l-Vücudu isbat ve ilân ve i'lam etmektir.

 

 

 

Demek; bu kâinatýn mânevî güneþi ve Hâlik'ýmýzýn en parlak bir bürhaný bu Habibullah denilen Zât'dýr ki; O'nun þehadetini te'yid ve tasdik ve imza eden aldanmaz ve aldatmaz üç büyük icma' var:

 

 

 

B i r i n c i s i: "Eðer perde-i gayb açýlsa yakînim ziyadeleþmiyecek" diyen, Ýmam-ý Ali (radýyallahü anh); ve yerde iken Arþ-ý A'zamý ve Ýsrâfil'in azamet-i heykelini temaþa eden Gavs-ý A'zam (K.S) gibi keskin nazar

 

 

 

 

 

(Sh:Asâ.114)

 

 

 

ve gayb-bîn gözleri bulunan binler aktab ve evliya-i azîmeyi câmi ve âl-i Muhammed nâmiyle þöhretþiâr-ý âlem olan cemaat-ý nurâniyenin icma' ile tasdikleridir.

 

 

 

Ý k i n c i s i: Bedevî bir kavim ve ümmî bir muhitte, hayat-ý içtimaiyeden ve efkâr-ý siyasiyeden hâlî ve kitapsýz, ve Fetret Asrýnýn karanlýklarýnda bulunan ve pek az bir zamanda en medenî ve mâlûmatlý ve hayat-ý içtimaiyede ve siyasiyede en ileri olan milletlere ve hükûmetlere üstad ve rehber ve diplomat ve hâkim-i âdil olarak; Þarktan Garba kadar cihanpesendane idare eden, ve Sahâbe namiyle dünyada nâmdar olan cemaat-i meþhurenin ittifakla can ve mallarýný, peder ve aþiretlerini feda ettiren bir kuvvetli îmanla tasdikleridir.

 

 

 

Ü ç ü n c ü s ü: Her asýrda binlerle efradý bulunan ve her fende dâhiyane ileri giden ve muhtelif mesleklerde çalýþan, ümmetinde yetiþen hadsiz muhakkik ve mütebahhir ulemasýnýn cemaat-ý uzmasýnýn tevâfukla ve ilmelyakîn derecesinde tasdikleridir. Demek; bu Zâtýn Vahdâniyyete þehadeti þahsî ve cüz'i deðil, belki, umumî ve küllî sarsýlmaz ve bütün þeytanlar toplansa, karþýsýna hiçbir cihetle çýkamaz bir þehadettir, diye hükmetti.

 

 

 

Ýþte, Asr-ý Saadette aklýyla beraber seyahat eden dünya misafiri ve hayat yolcusunun o medrese-i nuraniyeden aldýðý derse kýsa bir iþaret olarak, Birinci Makam'ýn Onaltýncý Mertebesinde böyle:

 

 

 

لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ اَلْوَاحِدُ الاَحَدُ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ فَخْرُ الْعَالَمِ

 

وَشَرَفُ نَوْعِ بَنِى اَدَمَ بِعَظَمَةِ سَلْطَنَةِ قُرْاَنِهِ وَحِشْمَةِ وُسْعَةِ دِينِهِ وَكَثْرَةِ كَمَالَاتِهِ وَعُلْوِيَّةِ اَخْلَاقِهِ حَتَّى بِتَصْدِيقِ اَعْدَآئِهِ وَكَذَا شَهِدَ وَبَرْهَنَ بِقُوَّةِ مِأَتِ مُعْجِزَاتِهِ الظَّاهِرَاةِ الْبَاهِرَاتِ الْمُصَدِّقَةِ الْمُصَدَّقَةِ وِبِقُوَّةِ اَلاَفِ حَقَآئِقِ دِينِهِ السَّاطِعَةِ الْقَاطِعَةِ بِاِجْمَاعِ اَلِهِ ذَوْىِ اْلاَنْوَارِ وَبِاِتِّفَاقِ اَصْحَابِهِ ذَوِى اْلاَبْصَارِ وَبِتَوَافُقِ مُحَقِّقِى اُمَّتِهِ ذَوىِ الْبَرَاهِينِ وَالْبَصَائِرِ النَّوَّارَةِ

 

denilmiþtir.

 

 

 

(Sh:Asâ.115)

 

 

 

Sonra bu dünyada hayatýn gayesi ve hayatýn hayatý îmân olduðunu bilen bu yorulmaz ve tok olmaz yolcu, kendi kalbine dedi ki: Aradýðýmýz Zât'ýn sözü ve kelâmý denilen bu dünyada en meþhur ve en parlak ve en Hâkim ve ona teslim olmýyan herkese, her asýrda meydan okuyan Kur'an-ý Mu'cizü'l-Beyan namýndaki kitaba müracaat edip, o ne diyor, bilelim. Fakat, en evvel bu kitap, bizim Hâlik'ýmýzýn kitabý olduðunu isbat etmek lâzýmdýr diye taharriye baþladý. Bu seyyah bu zamanda bulunduðu münasebetiyle en evvel mânevî i'câz-ý Kur'aniyenin lem'alarý olan Risale-i Nur'a baktý ve onun yüzotuz risaleleri, âyât-ý Furkâniyenin nükteleri ve ýþýklarý ve esaslý tefsirleri olduðunu gördü. Ve Risale-i Nur, bu kadar muannid ve mülhid bir asýrda her tarafa hakaik-ý Kur'aniyeyi mücâhidane neþrettiði halde, karþýsýna kimse çýkamadýðýndan isbat eder ki, onun üstadý ve menbaý ve mercii ve güneþi olan Kur'an, semâvîdir, beþer kelâmý deðildir. Hattâ Resaili'n-Nur'un yüzer hüccetlerinden birtek hüccet-i Kur'aniyesi olan Yirmibeþinci Söz ile Ondokuzuncu Mektubun âhiri, Kur'an'ýn kýrk vecihle mu'cize olduðunu öyle isbat etmiþ ki; kim görmüþse deðil tenkid ve itiraz etmek, belki isbatlarýna hayran olmuþ, takdir ederek çok sena etmiþ...

 

 

 

Kur'an'ýn vech-i i'cazýný ve hak kelâmullah olduðunu isbat etmek cihetini Risaleti'n-Nur'a havale ederek yalnýz kýsa bir iþaretle büyüklüðünü gösteren birkaç noktaya dikkat etti.

 

 

 

B i r i n c i N o k t a: Nasýlki, Kur'an bütün mu'cizatiyle ve hakkaniyetine delil olan bütün hakaikýyle Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn bir mu'cizesidir. Öyle de; Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm da, bütün mu'cizatiyle ve delâil-i nübüvvetiyle ve kemalât-ý ilmiyesiyle Kur'an'ýn bir mu'cizesidir ve Kur'an Kelâmullah olduðuna bir hüccet-i katýasýdýr.

 

 

 

Ý k i n c i N o k t a: Kur'an, bu dünyada öyle nuranî ve saadetli ve hakikatlý bir surette bir tebdil-i hayat-ý içtimaiye ile beraber, insanlarýn; hem nefislerinde, hem kalblerinde, hem ruhlarýnda, hem akýllarýnda, hem hayat-ý þahsiyelerinde, hem hayat-ý içtimaiyelerinde, hem hayat-ý siyasiyelerinde öyle bir inkýlâb yapmýþ ve idame etmiþ ve idare etmiþ ki, ondört asýr müddetinde her dakikada altýbin altýyüz altmýþaltý âyetleri, kemâl-i ihtiramla hiç olmazsa yüz milyondan ziyade insanlarýn dilleriyle okunuyor ve insanlarý terbiye ve nefislerini tezkiye ve kalblerini tasfiye ediyor; ruhlara inkiþaf ve terakki ve akýllara istikamet ve nur ve hayata, hayat ve saadet veriyor. Elbette böyle bir kitabýn misli yoktur, hârikadýr, fevkalâdedir, mu'cizedir.

 

 

 

Ü ç ü n c ü N o k t a: Kur'an, o asýrdan tâ þimdiye kadar öyle bir belaðat göstermiþ ki, Kâbe'nin duvarýnda altýnla yazýlan en meþhur ediblerin "Muallekat-ý Seb'a" namiyle þöhretþiar kasidelerini o dereceye in-

 

 

 

 

 

(Sh:Asâ.116)

 

 

 

dirdi ki, Lebid'in kýzý, babasýnýn kasidesini Kâbe'den indirirken demiþ: "Âyâta karþý bunun kýymeti kalmadý."

 

 

 

Hem bedevî bir edib: فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُ âyeti okunurken iþittiði vakit secdeye kapanmýþ. O'na demiþler "Sen müslüman mý oldun?" O demiþ, "Hayýr, ben bu âyetin belâðatýna secde ettim."

 

 

 

Hem ilm-i belâðatýn dâhilerinden Abdülkahir-i Cürcânî ve Sekkâkî ve Zemahþeri gibi binlerle dâhî imamlar ve mütefennin edibler icma' ve ittifakla karar vermiþler ki: "Kur'an'ýn belâðatý, tâkat-ý beþerin fevkýndedir, yetiþilmez."

 

 

 

Hem o zamandan beri mütemadiyen meydan-ý muârazaya dâvet edip, maðrur ve enaniyetli ve ediblerin ve beliðlerin damarlarýna dokundurup, gururlarýný kýracak bir tarzda der: "Ya birtek surenin mislini getiriniz veyahut dünyada ve âhirette helâket ve zilleti kabûl ediniz." diye ilân ettiði halde o asrýn muannid beliðleri birtek surenin mislini getirmekle kýsa bir yol olan muârazayý býrakýp, uzun olan, can ve mallarýný tehlikeye atan muharebe yolunu ihtiyar etmeleri isbat eder ki, o kýsa yolda gitmek mümkün deðildir.

 

 

 

Hem, Kur'an'ýn dostlarý, Kur'an'a benzemek ve taklid etmek þevkiyle ve düþmanlarý dahi Kur'an'a mukabele ve tenkid etmek sevkiyle o vakitten beri yazdýklarý ve yazýlan ve telâhuk-u efkâr ile terakki eden milyonlarla Arabî kitablar ortada geziyor, Hiçbirisinin ona yetiþemediðini, hattâ en âdî adam dahi dinlese, elbette diyecek: "Bu Kur'an, bunlara benzemez ve onlarýn mertebesinde deðil. Ya onlarýn altýnda veya umumunun fevkýnde olacak. Umumunun altýnda olduðunu dünyada hiçbir ferd, hiçbir kâfir, hattâ hiçbir ahmak diyemez. Demek mertebe-i belâðatý umumun fevkýndedir." Hattâ bir adam سَبَّحَ لِلَّهِ مَا فِى السَّمَوَاتِ وَالاَرْضِ âyetini okudu. Dedi ki: "Bu âyetin hârika telâkki edilen belâðatýný göremiyorum." Ona denildi: "Sen dahi bu seyyah gibi o zamana git, orada dinle." O da kendini Kur'andan evvel orada tahayyül ederken gördü ki: Mevcudat-ý âlem, periþan, karanlýk, câmid ve þuursuz ve vazifesiz olarak hâlî, hadsiz, hudutsuz bir fezada; kararsýz fâni bir dünyada bulunuyorlar. Birden Kur'an'ýn lisanýndan bu âyeti dinlerken gördü. Bu âyet, kâinat üstünde, dünyanýn yüzünde öyle bir perde açtý ve ýþýklandýrdý ki, bu ezeli nutuk ve bu sermedî ferman asýrlar sýralarýnda dizilen zîþuurlara ders verip gösteriyor ki, bu kâinat bir câmi-i kebir hükmünde baþta semâvat ve arz olarak umum mahlûkatý hayatdarane

 

 

 

 

 

(Sh:Asâ.117)

 

 

 

zikir ve tesbihde ve vazife baþýnda cûþ u hurûþla mes'udane ve memnunane bir vaziyette bulunduruyor, diye müþahede etti ve bu âyetin derece-i belâðatýný zevkederek sair âyetleri buna kýyasla Kur'an'ýn zemzeme-i belâðatý arzýn nýsfýný ve nev'i beþerin humsunu istila ederek haþmet-i saltanatý kemâl-i ihtiramla ondört asýr bilâ-fâsýla idame ettiðinin binler hikmetlerinden bir hikmetini anladý.

 

 

 

D ö r d ü n c ü N o k t a: Kur'an, öyle hakikatlý bir halâvet göstermiþ ki, en tatlý birþeyden dahi usandýran çok tekrar, Kur'aný tilâvet edenler için deðil usandýrmak, belki kalbi çürümemiþ ve zevki bozulmamýþ adamlara tekrar-ý tilâveti halâvetini ziyadeleþtirdiði eski zamandan beri herkesce müsellem olup darb-ý mesel hükmüne geçmiþ. Hem öyle bir tazelik ve gençlik ve þebâbet ve garabet göstermiþ ki, on dört asýr yaþadýðý ve herkesin eline kolayca girdiði halde, þimdi nâzil olmuþ gibi tazeliðini muhafaza ediyor. Her asýr, kendine hitab ediyor gibi bir gençlikte görmüþ. Her taife-i ilmiye Ondan her vakit istifade etmek için kesretle ve mebzuliyetle yanlarýnda bulundurduklarý ve üslub-u ifadesine ittiba ve iktida ettikleri halde, O, üslûbundaki ve tarz-ý beyanýndaki garabetini aynen muhafaza ediyor.

 

 

 

B e þ i n c i s i: Kur'an'ýn bir cenahý mâzide, bir cenahý müstakbelde, kökü ve bir kanadý eski Peygamberlerin ittifaklý hakikatlarý olduðu ve bu, onlarý tasdik ve te'yid ettiði ve onlar dahi tevâfukun lisan-ý hâliyle bunu tasdik ettikleri gibi, öyle de: Evliya ve asfiya gibi ondan hayat alan semereleri ve hayattar tekemmülleriyle, þecere-i mübarekelerinin hayatdar, feyizdar ve hakikat-medar olduðuna delâlet eden ve ikinci kanadýnýn himayesi altýnda yetiþen ve yaþayan velâyetin bütün hak tarikatlarý ve Ýslâmiyetin bütün hakikatlý ilimleri, Kur'an'ýn, ayn-ý hak ve mecma-i hakaik ve câmiiyyette misilsiz bir hârika olduðuna þehadet eder.

 

 

 

A l t ý n c ý s ý: Kur'an'ýn altý ciheti nuranîdir, sýdk ve hakkaniyeti gösterir. Evet, altýnda hüccet ve bürhan direkleri; üstünde sikke-i i'caz lem'alarý; önünde ve hedefinde, saadet-i dareyn hediyeleri; arkasýnda nokta-i istinadý, vahy-i semâvî hakikatlarý; saðýnda, hadsiz ukul-ü müstakîmenin delillerle tasdikleri; solunda, selim kalblerin ve temiz vicdanlarýn ciddî itmi'nanlarý ve samimî incizablarý ve teslimleri, Kur'an'ýn fevkalâde, hârika, metin ve hücum edilmez bir kal'a-i semâviye-i arziye olduðunu isbat ettikleri gibi, altý makamdan dahi O'nun ayn-ý hak ve sâdýk olduðuna ve beþerin kelâmý olmadýðýna hem yanlýþ olmadýðýna imza eden, baþta, bu kâinatta daima güzelliði izhar, iyiliði ve doðruluðu himaye ve sahtekârlarý ve müfterîleri imha ve izale etmek âdetini bir düstur-u faaliyet ittihaz eden bu kâinatýn mutasarrýfý, o Kur'an'a âlemde en makbul, en

 

 

 

 

 

(Sh:Asâ.118)

 

 

 

yüksek, en hâkimane bir makam-ý hürmet ve bir mertebe-i muvaffakiyet vermesiyle O'nu tasdik ve imza ettiði gibi, Ýslâmiyetin menbaý ve Kur'an'ýn tercümaný olan Zât'ýn (A.S.M) herkesten ziyade O'na îtikad ve ihtiramý ve nüzulü zamanýnda uyku gibi bir vaziyet-i nâimânede bulunmasý ve sair kelâmlarý O'na yetiþememesi ve bir derece benzememesi ve ümmiyetiyle beraber gitmiþ ve gelecek hakiki hâdisat-ý kevniyeyi, gaybiyâne Kur'an ile tereddütsüz ve itmi'nan ile beyan etmesi ve çok dikkatli gözlerin altýnda hiçbir hile, hiçbir yanlýþ vaziyeti görülmiyen o tercümanýn bütün kuvvetiyle Kur'an'ýn herbir hükmüne îman edip tasdik etmesi ve hiçbir þey O'nu sarsmamasý, Kur'an semavî, hakkaniyetli ve kendi Hâlik-i Rahîm'inin mübarek kelâmý olduðunu imza ediyor.

 

 

 

Hem, nev-i insanýn humsu, belki kýsm-ý âzâmý, göz önündeki o Kur'an'a müncezibane ve dindarane irtibatý ve hakikatperestane ve müþtâkane kulak vermesi ve çok emarelerin ve vâkýalarýn ve keþfiyatýn þehadetiyle, cin ve melek ve ruhânilerin dahi, tilâveti vaktinde pervane gibi hakperestane etrafýnda toplanmasý, Kur'an'ýn kâinatça makbûliyetine ve en yüksek bir makamda bulunduðuna bir imzadýr.

 

 

 

Hem, nev'-i beþerin umum tabakalarý, en gabî ve âmiden tut, tâ en zeki ve âlime kadar herbirisi, Kur'an'ýn dersinden tam hisse almalarý ve en derin hakikatleri fehmetmeleri ve yüzlerler fen ve ulûm-u Ýslâmiyenin ve bilhassa þeriat-ý kübrânýn müçtehidleri ve Usûl-üd-din ve Ýlm-i Kelâm'ýn dâhî muhakkikleri gibi, her taife kendi ilimlerine ait bütün hâcâtýný ve cevaplarýný Kur'an'dan istihrac etmeleri, Kur'an menba-ý hak ve mâden-i hakikat olduðuna bir imzadýr.

 

 

 

Hem edebiyatça en ileri bulunan Arab edibleri, -Ýslâmiyete girmeyenler- þimdiye kadar muârazaya pekçok muhtaç olduklarý halde Kur'an'ýn i'cazýndan yedi büyük vechi varken, yalnýz birtek vechi olan belâðatýnýn (tek bir sûrenin) mislini getirmekten istinkâflarý ve þimdiye kadar gelen ve muâraza ile þöhret kazanmak istiyen meþhur beliðlerin ve dâhî âlimlerin O'nun hiçbir vech-i i'câzýna karþý çýkamamalarý ve âcizane sükût etmeleri; Kur'an, mu'cize ve tâkat-i beþerin fevkýnde olduðuna bir imzadýr. Evet, bir kelâm, "kimden gelmiþ ve kime gelmiþ ve niçin?" denilmesiyle kýymeti ve ulviyeti ve belâðat tezahür etmesi noktasýnda Kur'an'ýn misli olamaz ve O'na yetiþilemez. Çünki: Kur'an, bütün âlemlerin Rabbi ve Hâlik'ýnýn hitabý ve konuþmasý ve hiçbir cihette taklidi ve tasannuu ihsas edecek bir emare bulunmýyan bir mükâlemesi ve bütün insanlarýn belki bütün mahlûkatýn namýna meb'us ve nev'-i beþerin en meþhur ve namdar muhatabý bulunan ve o muhatabýn kuvvet ve vüs'at-i îmaný, koca Ýslâmi-

 

 

 

 

 

(Sh:Asâ.119)

 

 

 

yeti tereþþuh edip sahibini Kab-ý Kavseyn makamýna çýkararak muhatab-ý Samedaniyyeye mazhariyetle nüzul eden ve saadet-i dareyne dair ve hilkat-i kâinatýn neticelerine ve ondaki Rabbânî maksatlara ait mesâili ve o muhatabýn bütün hakaik-i Ýslâmiyeyi taþýyan en yüksek ve en geniþ olan imânýný beyan ve izah eden ve koca kâinatýn bir harita, bir saat, bir hâne gibi her tarafýný gösterip, çevirip, onlarý yapan san'atkârý tavriyle ifade ve tâlim eden Kur'an-ý Mu'ciz-ül-Beyan'ýn elbette mislini getirmek mümkün deðildir ve derece-i i'câzýna yetiþilmez.

 

 

 

Hem, Kur'an'ý tefsir eden ve bir kýsmý otuz-kýrk, hattâ yetmiþ cild olarak birer tefsir yazan yüksek zekâlý müdakkik binlerle mütefennin ulemânýn, senetleri ve delilleriyle beyan ettikleri Kur'andaki hadsiz meziyetleri ve nükteleri ve hâsiyetleri ve sýrlarý ve âli mânalarý ve umûr-u gaybiyenin her nev'inden kesretli gaybî ihbarlarý izhar ve isbat etmeleri ve bilhassa Risale-i Nur'un yüzotuz kitabýnýn herbiri, Kur'an'ýn bir meziyetini, bir nüktesini kat'i bürhanlarla isbat etmesi ve bilhassa Mu'cizât-ý Kur'aniye Risalesi; þimendifer ve tayyare gibi medeniyetin hârikalarýndan çok þeyleri Kur'an'dan istihraç eden Yirminci Söz'ün Ýkinci Makamý ve Risale-i Nura ve elektriðe iþaret eden âyetlerin iþârâtýný bildiren Ýþârât-ý Kur'aniye namýndaki Birinci Þuâ ve Huruf-u Kur'aniye, ne kadar muntazam , esrarlý ve mânalý olduðunu gösteren Rumuzat-ý Semâniye namýndaki sekiz küçük risaleler ve Sûre-i Feth'in âhirki âyeti beþ vecihle ihbar-ý gaybî cihetinde mu'cizeliðini isbat eden küçük bir risale gibi Risale-i Nur'un her bir cüz'ü Kur'an'ýn bir hakikatýný, bir nurunu izhar etmesi; Kur'an'ýn misli olmadýðýna ve mu'cize ve hârika olduðuna ve bu âlem-i þehâdette âlem-i gaybýn lisaný ve bir Allâm-ül-Guyûb'un kelâmý bulunduðuna bir imzadýr.

 

 

 

Ýþte altý noktada ve altý cihette ve altý makamda iþaret edilen, Kur'an'ýn mezkûr meziyetleri ve hâsiyetleri içindir ki, haþmetli hâkimiyet-i nurâniyesi ve azametli saltanat-ý kudsiyesi, asýrlarýn yüzlerini ýþýklandýrarak zemin yüzünü dahi binüçyüz sene tenvir ederek kemâl-i ihtiramla devam etmesi, hem o hâsiyetleri içindir ki, Kur'an'ýn herbir harfi, hiç olmazsa on sevabý ve on hasenesi olmasý ve on meyve-i bâki vermesi, hattâ bir kýsým âyâtýn ve surelerin herbir harfi, yüz ve bin ve daha ziyade meyve vermesi ve mübarek vakitlerde her harfin nuru ve sevabý ve kýymeti on'dan yüzlere çýkmasý gibi kudsî imtiyazlarý kazanmýþ, diye dünya seyyahý anladý ve kalbine dedi: "Ýþte böyle her cihetle mu'cizatlý bu Kur'an; surelerinin icmâiyle ve âyâtýnýn ittifakýyle ve envârýnýn tevâfukiyle ve semerat ve âsârýnýn tetabukiyle birtek Vâcib-ül-Vücud'un vücuduna ve vahdetine ve sýfât ve esmâsýna delillerle isbat suretinde öyle þehadet etmiþ ki, bütün ehl-i îmânýn hadsiz þehadetleri, O'nun þehadetinden tereþþüh etmiþler."

 

 

 

 

 

(Sh:Asâ.120)

 

 

 

Ýþte bu yolcunun Kur'an'dan aldýðý ders-i tevhid ve îmân kýsa bir iþaret olarak Birinci Makamýn Onyedinci Mertebesinde böyle:

 

لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ اَلْوَاحِدُ اْلاَحَدُ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اَلْقُرْاَنُ الْمُعْجِزُ الْبَيَانْ اَلْمَقْبُولُ الْمَرْغُوبُ ِلاَجْنَاسِ الْمَلَكِ وَالاِنْسِ وَالْحَآنِّ الْمَقْرُوءُ كُلُّ آيَاتِهِ فِى كُلِّ دَقِيقَةٍ بِكَمَالِ اْلاِحْتِرَامِ بِاَلْسِنَةِ مِأَتِ مِلْيُونٍ مِنْ نَوْعِ اْلاِنْسَانُ الدَّآئِمُ سَلْطَنتُهُ الْقُدْسِيَّةُ عَلَى اَقْطَارِ اْلاَرْضِ وَاْلاَكْوَانِ وَعَلَى وُجُوهِ اْلاَعْصَارِ وَالزَّمَانُ وَالْجَآرِى حَاكِمِيَّتُهُ الْمَعْنَوِيَّةُ النُّورَانِيَّةُ عَلَى نِصْفِى اْلاَرْضِ وَخُمْسِ اْلبَشَرْ فِى اَرْبَعَةِ عَشَرَ عَصْرًا بِكَمَالِ اِحْتِشَامِ .. وَكَذَا شَهِدَ وَبَرْهَنَ بِاِجْمَاعِ سُوَرِةِ الْقُدْسِيَّةِ السَّمَاوِيَّةِ وَبِاِتِّفَاقِ اَيَاتِهِ النُّورَانِيَّةِ اْلاِلَهِيَّةِ وَبِتَوَافُقِ اَسْرَارِهِ وَاَنْوَارِهِ وَبِتَطَابُقِ حَقَائِقِهِ وَثَمَرَاتِهِ وَاَثَارِهِ بِالْمُشَاهَدَةِ وَالْعَيَانِ

 

denilmiþtir.

 

 

 

Sonra, bir fakir insana deðil fâni ve muvakkat bir tarlayý, bir haneyi belki koca kâinatý ve dünya kadar bir mülk-ü bâkiyi kazandýran; ve bir fânî adama, ebedî bir hayatýn levâzýmatýný bulduran ve ecelin daraðacýný bekleyen bir biçâreyi idam-ý ebedîden kurtaran ve saadet-i sermediyenin hazinesini açan en kýymetdar sermaye-i insaniyenin îman olduðunu bilen mezkûr misafir ve hayat yolcusu, kendi nefsine dedi ki:

 

 

 

"Haydi, ileri!" Îmanýn hadsiz mertebelerinden bir mertebe daha kazanmak için kâinatýn hey'et-i mecmuasýna müracaat edip, "O da ne diyor, dinlemeliyiz; erkânýndan ve eczasýndan aldýðýmýz dersleri tekmil ve tenvir etmeliyiz." diye, Kur'andan aldýðý geniþ ve ihâtalý bir dürbün ile baktý, gördü:

 

 

 

Bu kâinat, o kadar mânidar ve muntazamdýr ki; mücessem bir kitab-ý Sübhanî ve cismanî bir Kur'an-ý Rabbânî ve müzeyyen bir saray-ý Same-

 

 

 

 

 

(Sh:Asâ.121)

 

 

 

danî ve muntazam bir þehr-i Rahmanî suretinde görünüyor. O kitabýn bütün sûreleri, âyetleri ve kelimatlarý; hattâ harfleri ve bablarý ve fasýllarý ve sayfalarý ve satýrlarý; umumunun, her vakit mânidarane mahv ve isbatlarý ve hakîmâne taðyir ve tahvilleri; icma' ile, bir Alîm-i Küll-i Þey'in ve bir Kadîr-i Küll-i Þey'in ve bir musannifin, herþeyde herþey'i gören ve herþey'in herþey'i ile münasebetini bilen, riayet eden bir Nakkaþ-ý Zülcelâlin ve bir Kâtib-i Zülkemâlin vücudunu ve mevcudiyetini bilbedahe ifade ettikleri gibi; bütün erkân ve envaiyle ve ecza ve cüz'iyatiyle ve sekeneleri ve müþtemilâtiyle ve vâridat ve masârýfatiyle ve onlarda maslahatkârane tebdilleriyle ve hikmetperverane tecditleriyle, bil'ittifak, hadsiz bir kudret ve nihayetsiz bir hikmetle iþ gören âli bir ustanýn ve misilsiz bir Sâniin mevcudiyetini ve vahdetini bildiriyorlar. Ve kâinatýn azametine münasib iki büyük ve geniþ hakikatýn þehadetleri, kâinatýn bu büyük þehadetini isbat ediyorlar.

 

 

 

Birinci Hakikat : Usûlü'd-Din ve Ýlm-i Kelâm'ýn dâhi ulemasýnýn ve hükema-i Ýslâmiyenin gördükleri ve hadsiz bürhanlarla isbat ettikleri hudûs ve imkân hakikatlarýdýr.

 

 

 

Onlar demiþler ki: "Mâdem, âlemde ve herþeyde tegayyür ve tebeddül var, elbette fânidir, hâdistir, kadîm olamaz. Mâdem hâdistir, elbette onu ihdas eden bir Sâni' var. Ve mâdem herþey'in zâtýnda vücudu ve ademi bir sebep bulunmazsa müsavidir, elbette vacib ve ezelî olamaz. Ve mâdem muhal ve bâtýl olan devir ve teselsül ile birbirini îcad etmek mümkün olmadýðý kat'i bürhanlarla isbat edilmiþ, elbette öyle bir Vâcibü'l-Vücud'un mevcudiyeti lâzýmdýr ki: Nazîri mümteni', misli muhal, ve bütün mâadâsý mümkün, ve masivasý mahlûku olacak."

 

 

 

Evet hudus hakikatý, kâinatý istilâ etmiþ, çoðunu göz görüyor; diðer kýsmýný akýl görüyor. Çünki: Gözümüzün önünde her sene güz mevsiminde öyle bir âlem vefat eder ki; herbirisinin hadsiz efradý bulunan ve herbiri zîhayat bir kâinat hükmünde olan yüzbin nevi' nebatat ve küçücük hayvanat, o âlem ile beraber vefat ederler. Fakat o kadar intizam ile bir vefattýr ki; haþir ve neþirlerine medar olan; ve rahmet ve hikmetin mu'cizeleri, kudret ve ilmin hârikalarý bulunan çekirdekleri ve tohumlarý ve yumurtacýklarý baharda yerlerinde býrakýp, defter-i a'mallerini ve gördükleri vazifelerin programlarýný onlarýn ellerine vererek, Hâfiz-i Zülcelâl'in himayesi altýnda, hikmetine emanet eder; sonra vefat ederler. Ve bahar mevsiminde, haþr-i âzamýn yüzbin misâli ve nûmune ve delilleri hükmünde olarak o vefat eden aðaçlar ve kökler ve bir kýsým hayvancýklar, aynen ihya ve diriliyorlar. Ve bir kýsmýnýn dahi kendi yerlerinde emsalleri ve aynen onlara benzeyenleri îcad ve ihya olunuyor. Ve geçen baharýn mevcudatý,

 

 

 

 

 

(Sh:Asâ.122)

 

 

 

iþledikleri amellerin ve vazifelerin sahifelerini ilânat gibi neþredip وَاِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ âyetinin bir misâlini gösteriyorlar.

 

 

 

Hem; hey'et-i mecmua cihetinde, her güzde ve her baharda büyük bir âlem vefat eder ve taze bir âlem vücuda gelir. Ve o vefat ve hudus, o kadar muntazam cereyan ediyor; ve o vefat ve hudusda, gayet intizam ve mizanla o kadar nevi'lerin vefiyatlarý ve huduslarý oluyor ki; güya dünya öyle bir misafirhanedir ki, zîhayat kâinatlar ona misafir olurlar; ve seyyah âlemler ve seyyar dünyalar ona gelirler, vazifelerini görürler, giderler.

 

 

 

Ýþte; bu dünyada böyle hayattar dünyalarý ve vazifedar kâinatlarý kemal-i ilim ve hikmet ve mizanla, ve muvazene ve intizam ve nizamla ihdas ve îcad edip, Rabbânî maksadlarda ve Ýlâhî gayelerde ve Rahmanî hizmetlerde Kadîrane istimal ve Rahîmane istihdam eden bir Zât-ý Zülcelâl'in vücub-u vücudu ve hadsiz kudreti ve nihayetsiz hikmeti, bilbedahe, Güneþ gibi akýllara görünüyor. Hudus mesâilini Risale-i Nur'a ve muhakkîkîn-i kelâmiyenin kitaplarýna havale ile o bahsi kapýyoruz...

 

 

 

Amma imkân ciheti ise: O da kâinatý istilâ ve ihâta etmiþ. Çünki, görüyoruz ki herþey, küllî ve cüz'î bulunsun, büyük ve küçük olsun, arþtan ferþe, zerrattan seyyârâta kadar her mevcud, mahsus bir zat ve muayyen bir suret ve mümtaz bir þahsiyet ve has sýfatlar ve hikmetli keyfiyetler ve maslahatlý cihazlar ile dünyaya gönderiliyor. Halbuki; o mahsus zâta ve o mahiyete, hadsiz imkânat içinde o hususiyeti vermek; hem, suretler adedince imkânlar ve ihtimaller içinde o nakýþlý ve fârikalý ve münasib o muayyen sureti giydirmek; hem, hemcinsinden olan eþhasýn mikdarýnca imkânlar içinde çalkanan o mevcuda, o lâyýk þahsiyeti imtiyazla tahsis etmek; hem, sýfatlarýn nevi'leri ve mertebeleri sayýsýnca imkânlar ve ihtimaller içinde þekilsiz ve mütereddit bulunan o masnua, o has ve muvafýk maslahatlý sýfatlarý yerleþtirmek, hem hadsiz yollar ve tarzlarda bulunmasý mümkün olmasý noktasýnda hadsiz imkânat ve ihtimalât içinde mütehayyir, sergerdan, hedefsiz o mahlûka, o hikmetli keyfiyetleri ve inâyetli cihazlarý takmak ve teçhiz etmek, elbette küllî ve cüz'î bütün mümkinat adedince ve her mümkünün mezkûr mahiyet ve hüviyet, hey'et ve sûret, sýfat ve vaziyetinin imkânatý adedince tahsis edici, tercih edici, tâyin edici, ihdâs edici bir Vâcibü'l-Vücud'un vücub-u vücuduna ve hadsiz kudretine ve nihayetsiz hikmetine; ve hiçbir þey ve hiçbir þe'n, O'ndan gizlenmediðine, ve hiçbir þey O'na aðýr gelmediðine; ve en büyük bir þey, en küçük bir þey gibi O'na kolay geldiðine; ve bir baharý bir aðaç kadar, ve bir aðacý bir çekirdek kadar suhuletle îcad edebildiðine iþaretler ve delâ-

 

 

 

 

 

(Sh:Asâ.123)

 

 

 

letler ve þehadetler, imkân hakikatýndan çýkýp kâinatýn bu büyük þehadetinin bir kanadýný teþkil ederler.

 

 

 

Kâinatýn þehadetini, her iki kanadý ve iki hakikatiyle Risale-i Nur eczalarý ve bilhassa Yirmiikinci ve Otuzikinci Sözler, ve Yirminci ve Otuzüçüncü Mektuplar tamamiyle isbat ve izah ettiklerinden onlara havale ederek bu pek uzun kýssayý kýsa kestik.

 

 

 

Kâinatýn hey'et-i mecmuasýndan gelen büyük ve küllî þehadetin ikinci kanadýný isbat eden:

 

 

 

Ý k i n c i H a k i k a t: Bu mütemadiyen çalkanan inkýlâplar ve tahavvülâtlar içinde vücudunu ve hizmetini ve zîhayat ise, hayatýný muhafazaya ve vazifesini yerine getirmeðe çalýþan mahlûkatta, kuvvetlerinin bütün bütün haricinde bir teavün hakikatý görünüyor. Meselâ: Unsurlarý, zîhayatýn imdadýna... hususan bulutlarý, nebatatýn mededine... ve nebatatý dahi hayvanatýn yardýmýna ve hayvanat ise, insanlarýn muavenetine, ve memelerin kevser gibi sütleri, yavrularýn beslenmelerine... ve zîhayatlarýn iktidarlarý haricindeki pek çok hacetleri ve erzaklarý, umulmadýk yerlerden onlarýn ellerine verilmesi, hattâ zerrat-ý taamiye dahi hüceyrât-ý bedeniyenin tâmirine koþmalarý gibi, teshîr-i Rabbânî ile ve istihdam-ý Rahmânî ile, hakikat-ý teavünün pek çok misalleri doðrudan doðruya, bütün kâinatý bir saray gibi idare eden bir Rabb'ül-Âlemîn'in umumî ve, Rahîmâne Rubûbiyyetini gösteriyorlar.

 

 

 

Evet; câmid ve þuursuz ve þefkatsiz olan, ve birbirine þefkatkârâne, þuurdarane vaziyet gösteren muavenetçiler, elbette gayet Rahîm ve Hakîm bir Rabb-ý Zülcelâl'in kuvvetiyle, rahmetiyle, emriyle yardýma koþturuluyorlar.

 

 

 

Ýþte kâinatta câri olan teâvün-ü umumî, seyyârattan tâ zîhayatýn aza ve cihazat ve zerrat-ý bedeniyesine kadar kemal-i intizamla cereyan eden muvazene-i âmme ve muhafaza-i þâmile; ve semâvâtýn yaldýzlý yüzünden ve zeminin zînetli yüzünden tâ çiçeklerin süslü yüzlerine kadar kalem gezdiren tezyin, ve kehkeþandan ve Manzume-i Þemsiyeden tâ mýsýr ve nar gibi meyvelere kadar hükmeden tanzim, ve Güneþ ve Kamerden ve unsurlardan ve bulutlardan tâ bal arýlarýna kadar memuriyet veren tavzif gibi pek büyük hakikatlarýn büyüklükleri nisbetindeki þehadetleri, kâinatýn þehadetinin ikinci kanadýný isbat ve teþkil ederler. Mâdem Risale-i Nur bu büyük þehadeti isbat ve izah etmiþ, biz burada bu kýsacýk iþaretle iktifa ederiz.

 

 

 

(Sh:Asâ.124)

 

 

 

Ýþte dünya seyyahýnýn kâinattan aldýðý ders-i îmânîye kýsa bir iþaret olarak Birinci Makam'ýn Onsekizinci Mertebesinde böyle:

 

لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الْمُمْتَنِعُ نَظِيرُهُ اَلْمُمْكِنُ كُلُّ مَا سِوَاهُ الْوَاحِدُ اْلاَحَدُ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ هَذِهِ الْكَائِنَاتُ اْلكِتَابُ اْلكَبِيرُ الْمُجَسَّمْ وَالْقُرْاَنُ الْجِسْمَانِىُّ الْمُعَظَّمُ وَالْقَصْرُ الْمُزَيَّنُ الْمُنَظَّمْ وَالْبَلَدُ الْمُحْتَشَمُ الْمُنْتَظَمُ بِاِجْمَاعِ سُوَرِهِ وَاَيَاتِهِ وَكَلِمَاتِهِ وَحَرُوفِهِ وَاَبْوَابِهِ وَفُصُولِهِ وَصُحُفِهِ وَسُطُورِهِ وَاِتِّفَاقِ اَزْكَانِهِ وَاَنْوَاعِهِ وَاَجْزَآئِهِ وَجُزْئِيَّاتِهِ وَسَكَنَتِهِ وَمُشْتَمَلاَتِهِ وَوَارِدَاتِهِ وَمَصَارِفِهِ بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ الْحُدُوثِ وَالتَّغَيُّرِ واْلاْمْكَانِ بِاِجْمَاعِ جَمِيعِ عُلَمَآءِ عِلْمِ الْكَلاَمِ وَبِشَهَادَةِ حَقِيقَةِ تَبْدِيلِ صُورَتِهِ وَمُشْتَمَلاَتِهِ بِالْحِكْمَةِ وَاْلاِنْتِظَامِ وَتَجْدِيدِ حُرُوفِهِ وَكَلِمَاتِهِ بِالنِّظَامِ وَالْمِيزَانِ وَبِشَهَادَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ التَّعَاوُنِ وَالتَّجَاوُبِ وَالتَّسَانُدِ وَالتَّدَاخُلِ وَالْمَوَازَنَةِ وَالْمُحَافَظَةِ فِى مَوْجُودَاتِهِ بِالْمُشَاهَدَةِ وَالْعَيَانِ

 

denilmiþtir.

 

 

 

Sonra, dünyaya gelen ve dünyanýn yaratanýný arayan ve onsekiz adet mertebelerden çýkan ve arþý-ý hakikate yetiþen bir mi'rac-ý îmânî ile gaibane mârifetten hâzýrane ve muhâtabâne bir makama terakki eden meraklý ve müþtak yolcu adam, kendi ruhuna dedi ki: Fâtiha-i Þerîfede, baþýndan tâاِيَّاكَ kelimesine kadar gaibane medh-ü sena ile bir huzur gelipاِيَّاكَ hitabýna çýkýlmasý gibi, biz dahi doðrudan doðruya gaibane aramayý býrakýp, aradýðýmýzý aradýðýmýzdan sormalýyýz; her þey'i gösteren Güneþi, Gü-

 

 

 

 

 

(Sh:Asâ.125)

 

 

 

neþden sormak gerektir. Evet, her þey'i gösteren, kendini her þeyden ziyade gösterir. Öyle ise Þemsin þuââtý ile onu görmek ve tanýmak gibi, Hâlik'ýmýzýn esmâ-i hüsnâsiyle ve Sýfât-ý Kudsiyesiyle, O'nu kabiliyetimizin nisbetinde tanýmaya çalýþabiliriz.

 

 

 

Bu maksadýn hadsiz yollarýndan iki yolu, ve o iki yolun hadsiz mertebelerinden iki mertebeyi, ve o iki mertebenin pek çok hakikatlarýndan ve pek çok uzun tafsilâtýndan yalnýz iki hakikatý icmâl ve ihtisar ile bu risalede beyan edeceðiz.

 

 

 

B i r i n ci H a k i k a t: Bilmüþahede gözümüzle görünen, ve muhit ve daîmî ve muntazam ve dehþetli, ve semavî ve arzî bütün mevcudatý çeviren ve tebdil ve tecdid eden ve kâinatý kaplýyan faaliyet-i müstevliye hakikatýdýr, ve o her cihetle hikmetmedar faaliyet hakikatinin içinde, tezâhür-ü Rubûbiyyet hakikatýnýn bilbedahe hissedilmesi, ve o her cihetle, rahmet-feþan tezâhür-ü Rubûbiyyet hakikatinin içinde, tebârüz-ü Ulûhiyyet hakikati bizzarure bilinmiþ olmasýdýr.

 

 

 

Ýþte; bu Hâkimane ve Hakîmane faaliyet-i daimeden ve perdesinin arkasýnda bir Fâil-i Kadir ve Alîm'in ef'âli görünür gibi hissedilir. Ve bu mürebbiyâne ve müdebbirâne ef'ali Rabbâniyyeden ve perdesinin arkasýndan, her þeyde cilveleri bulunan Esmâ-i Ýlâhiyye hissedilir derecesinde bedahetle bilinir. Ve bu celâldârâne ve cemalperverâne cilvelenen Esmâ-i Hüsnâ'dan ve perdesinin arkasýnda sýfât-ý seb'a-i kudsiyenin, ilmelyakîn, belki aynelyakîn, belki hakkalyakîn derecesinde vücudlarý ve tahakkuklarý anlaþýlýr. Ve bu yedi kudsî sýfâtýn dahi, bütün masnuatýn þehadetiyle, hem hayattarâne, hem kadîrâne, hem alîmâne, hem semiâne, hem basîrâne, hem mürîdâne, hem mütekellimane nihayetsiz bir surette tecellileri ile bilbedahe ve bizzarure ve biilmelyakîn bir mevsuf-u Vâcibü'l Vücud'un ve bir müsemma-i Vâhid-i Ehad'in ve bir Fâil-i Ferd-i Samed'in mevcudiyeti Güneþten daha zâhir, daha parlak bir tarzda, kalbdeki îman gözüne görünür gibi kat'î bilinir. Çünki: Güzel ve mânidar bir kitap ve muntazam bir hâne, bedahetle, yazmak ve yapmak fiillerini; ve güzel yazmak ve intizamlý yapmak fiilleri dahi, bedahetle, yazýcý ve dülger namlarýný; yazýcý ve dülger ünvanlarý ise, bedahetle, kitabet ve dülgerlik san'atlarýný ve sýfatlarýný; ve bu san'at ve sýfatlar, bedahetle, herhalde bir zâtý istilzam eder ki, mevsuf ve sâni' ve müsemma ve fâil olsun. Failsiz bir fiil ve müsemmasýz bir isim mümkün olmadýðý gibi; mevsufsuz bir sýfat, san'atkârsýz bir san'at dahi mümkün deðildir.

 

 

 

Ýþte bu hakikat ve kaideye binaen, bu kâinat; bütün mevcudatiyle beraber, kaderin kalemiyle yazýlmýþ, kudretin çekiciyle yapýlmýþ mânidar hadsiz kitaplar, mektuplar, nihayetsiz binalar ve saraylar hükmünde -her biri binler vecihle ve beraber hadsiz vücuh ile-Rabbânî ve Rahmânî nihayetsiz fiilleri ve o fiillerin menþe'leri olan binbir esmâ-i Ýlâhiyyeyi had-

 

 

 

 

 

(Sh:Asâ.126)

 

 

 

siz cilveleriyle, ve o güzel isimlerin menbaý olan yedi sýfat-ý sübhâniyyenin nihayetsiz tecellileriyle, o yedi muhit ve kudsî sýfatlarýn mâdeni ve mevsufu olan ezelî ve ebedî bir Zât-ý Zülcelâl'in vücub-u vücuduna ve vahdetine hadsiz iþaretler ve nihayetsiz þehadetler ettikleri gibi; bütün o mevcudatta bulunan bütün hüsünler, cemaller, kýymetler, kemâller dahi, ef'âl-i Rabbaniyyenin ve Esmâ-i Ýlâhiyyenin ve Sýfât-ý Samedâniyyenin ve þuûnât-ý Sübhâniyyenin, kendilerine lâyýk ve muvâfýk kudsî cemallerine ve kemallerine, ve hepsi birden, Zât-ý Akdes'in kudsî cemâline ve kemâline bedahetle þehadet ederler.

 

 

 

Ýþte, faaliyet hakikatý içinde tezahür eden Rubûbiyyet hakikatý: Ýlim ve hikmetle halk ve îcad ve sun' ve ibda'; nizam ve mîzan ile takdir ve tasvir ve tedbir ve tedvir; kasd ve irade ile tahvil ve debdil ve tenzil ve tekmil; þefkat ve rahmetle it'am ve in'am ve ikram ve ihsan gibi þuûnâtiyle ve tasarrufatiyle kendini gösterir ve tanýttýrýr. Ve tezahür-ü Rubûbiyyet hakikatý içinde bedahetle hissedilen ve bulunan Ulûhiyyetin tebarüz hakikatý dahi, esma-i hüsnânýn rahîmane ve kerîmâne cilveleriyle ve "Yedi Sýfât-ý Subûtiyye" olan; "Hayat", "Ýlim", "Kudret", "Ýrade", "Sem'", "Basar" ve "Kelâm" sýfatlarýnýn celâlli ve cemâlli tecillileriyle kendini tanýttýrýr, bildirir.

 

 

 

Evet, nasýlki kelâm sýfatý, vahiyler ve ilhamlar ile Zât-ý Akdesi tanýttýrýr; öyle de, kudret sýfatý dahi, mücessem kelimeleri hükmünde olan san'atlý eserleriyle o Zât-ý Akdesi bildirir; ve kâinatý baþtan baþa bir fürkan-ý cismanî mahiyetinde gösterip, bir Kadîr-i Zülcelâl'i tavsif ve târif eder.

 

 

 

Ve ilim sýfatý dahi; hikmetli, intizamlý, mîzanlý olan bütün masnuat miktarýnca, ve ilim ile idare ve tedbir ve tezyin ve temyiz edilen bütün mahlûkat adedince mevsuflarý olan bir tek Zât-ý Akdes'i bildirir.

 

 

 

Ve hayat sýfatý ise; kudreti bildiren bütün eserler ve ilmin vücudunu bildiren bütün intizamlý ve hikmetli ve mîzanlý ve zînetli suretler, haller, ve sâir sýfatlarý bildiren bütün deliller, sýfat-ý hayatýn delilleriyle beraber, hayat sýfatýnýn tahakkukuna delâlet ettikleri gibi; hayat dahi, bütün o delilleriyle, âyineleri olan bütün zîhayatlarý þâhid göstererek, Zât-ý Hayy-ý Kayyûm'u bildirir. Ve kâinatý, serbeser her vakit taze taze ve ayrý ayrý cilveleri ve nakýþlarý göstermek için, daima deðiþen ve tazelenen ve hadsiz âyinelerden terekküb eden bir âyine-i ekber suretine çevirir.

 

 

 

Ve bu kýyasla görmek ve iþitmek, ihtiyar etmek ve konuþmak sýfatlarý dahi, herbiri birer kâinat kadar Zât-ý Akdes'i bildirir, tanýttýrýr.

 

 

 

Hem o sýfatlar, Zât-ý Zülcelâl'in vücuduna delâlet ettikleri gibi, hayatýn vücuduna ve tahakkukuna ve o Zât'ýn hayattar ve diri olduðuna dahi bedahetle delâlet ederler. Çünki, Bilmek, hayatýn alâmeti; iþitmek, dirilik emâresi; görmek, dirilere mahsus; irade, hayat ile olabilir. Ýhtiyarî iktidar, zîhayatlarda bulunur; tekellüm ise, bilen dirilerin iþidir.

 

 

 

Ýþte bu noktalardan anlaþýlýr ki; hayat sýfatýnýn yedi defa kâinat ka-

 

 

 

(Sh:Asâ.127)

 

 

 

dar delilleri, ve kendi vücudunu ve mevsufun vücudunu bildiren bürhanlarý vardýr ki; bütün sýfatlarýn esasý ve menbaý ve Ýsm-i A'zamýn masdarý ve medarý olmuþtur. Risale-i Nur, bu birinci hakikatý kuvvetli bürhanlar ile isbat ve bir derece izah ettiðinden, bu denizden, bu mezkûr katre ile þimdilik iktifa ediyoruz...

 

 

 

Ý k i n c i H a k i k a t: Sýfat-ý Kelâm'dan gelen tekellüm-ü Ýlâhîdir.

لَوْكَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِكَلِمَاتِ رَبِّى

 

âyetinin sýrrýyle: Kelâm-ý Ýlâhî, nihayetsizdir. Bir Zât'ýn vücudunu bildiren en zâhir alâmet, konuþmasýdýr. Demek bu hakikat, nihayetsiz bir surette Mütekellim-i Ezelînin mevcudiyetine ve vahdetine þehadet eder. Bu hakikatýn iki kuvvetli þehadeti, bu Risalenin Ondördüncü ve Onbeþinci Mertebelerinde beyan edilen vahiyler ve ilhamlar cihetiyle; ve geniþ bir þehadeti dahi, Onuncu Mertebesinde iþaret edilen Kütüb-ü Mukaddese-i Semâviye cihetiyle; ve çok parlak ve câmi bir diðer þehadeti dahi, Onyedinci Mertebesinde Kur'an-ý Mu'cizü'l-Beyan cihetiyle geldiðinden, bu hakikatýn beyan ve þehadetini o mertebelere havale edip; o hakikatý, mu'cizane ilân eden ve þehadetini sair hakikatlarýn þehadetleriyle beraber ifade eden

 

شَهِدَ اللَّهُ اَنَّهُ لآ اِلَهَ اِلاَّ هُوَ وَالْمَلئِكَةُ وَاُولُو اْلعِلْمِ قَآئِمًا بِالْقِسْطِ لآاِلَهَ اِلاَّ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ

 

âyet-i muazzamanýn envarý ve esrarý, bizim bu yolcuya kâfi ve vâfi gelmiþ ki, daha ileri gidememiþ.

 

 

 

Ýþte bu yolcunun, bu makam-ý kudsîden aldýðý dersin kýsa bir meâline bir iþaret olarak, Birinci Makamýn Ondokuzuncu Mertebesinde:

 

 

 

 

 

 

 

(Sh:Asâ.128)

 

لآ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الْوَاحِدُ اْلاَحَدُ لَهُ الأَسْمَآءُ الْحُسْنَى وَلَهُ الصِّفَاتُ اْلعُلْيَا وَلَهُ الْمَثَلُ اْلاَعْلَى اَلَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اَلذَّاتُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ بِاِجْمَاعِ جَمِيعِ صِفَاتِهِ الْقُدْسِيَّةِ الْمُحِيطَةُ وَجَمِيعِ اَسْمَآئِهِ الْحُسْنَى الْمُتَجَلِّيَّةِ بِاِتِّفَاقِ جَمِيعِ شُؤُنَاتِهِ وَاَفْعَاَلِهِ الْمُتَصَرِّفَةِ بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ حَقِيقَةِ تَبَارُزِ اْلاُلُوهِيَّةِ فِى تَظَاهُرِ الرُّبُوبِيَّةِ فِى دَوَامِ الْفَعَالِيَّةِ الْمُسْتَوْلِيَةِ بِفِعْلِ اْلاِيجَادِ وَالْخَلْقِ وَالصُّنْعِ وَالاِبْدَاعِ بِاِرِادَةٍ وَقُدْرَةٍ وَبِفِعْلِ التَّقْدِيرِ وَالتَّصْوِيرِ وَالتَّدْبِيرِ وَالتَّدْوِيرِ بِاِخْتِيَارٍ وَحِكْمِةٍ وِبِفِعْلِ التَّصْرِيفِ وَالتَّنْظِيمِ وَالْمُحَافَظَةِ وَاْلاِدَارَةِ وَالاِعَاشَةِ بِقَصْدٍ وَرَحْمَةٍ وَبِكَمَالِ اْلاِنْتِظَامِ وَالْمُوَازَنَةِ وَبِشَهَادَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ اَسْرَارٍ - شَهِدَ اللَّهُ اَنَّهُ لآ اِلَهَ اِلاَّ هُوَ وَالْمَلئِكَةُ وَاُولُو اْلعِلْمِ قَآئِمًا بِالْقِسْطِ لآاِلَهَ اِلاَّ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ

 

 

 

denilmiþtir.

 

 

 

[bu "Âyetül-Kübrâ"nýn 33 mertebeden müteþekkil tamamý, hârikulâde mukaddemesi ile birlikte müstakil olarak neþredilmiþtir. Buraya kýsmen konulmuþ.]

 

 

 

* * *

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

Gast
Dieses Thema wurde nun für weitere Antworten gesperrt.
×
×
  • Neu erstellen...