Zum Inhalt springen
Qries Qries Qries Qries Qries Qries

11. Þua


EMRE

Empfohlene Beiträge

Onbirinci Þua

 

(Denizli Hapsinin Bir Meyvesi)

 

[Zýndýka ve küfr-ü mutlaka karþý Risâle-i Nur'un bir müdafaanamesidir. Ve bu hapsimizde hakikî müdafaanamemiz dahi budur. Çünki, yalnýz buna çalýþýyoruz.

 

Bu risale, Denizli hapishanesinin bir meyvesi ve bir hatýrasý ve iki cuma gününün mahsulüdür.]

 

 

 

Said Nursî

 

sh: » (Þ: 190)

 

Meyve Risalesi

 

بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

 

فَلَبِثَ فِى السِّجْنِ بِضْعَ سِنِينَ

 

âyetinin ihbarý ve sýrrýyla Yusuf Aleyhisselâm mahpuslarýn pîridir. Ve hapishane bir nevi Medrese-i Yusufiye olur. Madem Risâle-i Nur þâkirdleri, iki defadýr çoklukla bu medreseye giriyorlar; elbette Risâle-i Nur'un hapse temas ve isbat ettiði bir kýsým mes'elelerinin kýsacýk hülâsalarýný, bu terbiye için açýlan dershanede okumak ve okutmakla tam terbiye almak lâzým geliyor. Ýþte o hülâsalardan beþ-altý tanesini beyan ediyoruz.

 

Birincisi

 

Dördüncü Söz'de izahý bulunan, her gün yirmidört saat sermaye-i hayatý Hâlýkýmýz bize ihsan ediyor. Tâ ki, iki hayatýmýza lâzým þeyler o sermaye ile alýnsýn. Biz kýsacýk hayat-ý dünyeviyeye yirmiüç saatý sarfedip, beþ farz namaza kâfi gelen bir saati, pek çok uzun olan hayat-ý uhreviyemize sarfetmezsek; ne kadar hilâf-ý akýl bir hatâ ve o hatânýn cezasý olarak hem kalbî, hem ruhî sýkýntýlarý çekmek ve o sýkýntýlar yüzünden ahlâkýný bozmak ve me'yusane hayatýný geçirmek sebebiyle, deðil terbiye almak, belki terbiyenin aksine gitmekle ne derece hasaret ederiz, kýyas edilsin. Eðer, bir saati beþ farz namaza sarfetsek; o halde hapis ve musibet müddetinin

 

sh: » (Þ: 191)

 

herbir saati, bazan bir gün ibadet ve fâni bir saati bâki saatler hükmüne geçebilmesi ve kalbî ve ruhî me'yusiyet ve sýkýntýlarýn kýsmen zeval bulmasý ve hapse sebebiyet veren hatalâra keffâreten afvettirmesi ve hapsin hikmeti olan terbiyeyi almasý ne derece kârlý bir imtihan, bir ders ve musibet arkadaþlarýyla tesellidarâne bir hoþ-sohbet olduðu düþünülsün.

 

Dördüncü Söz'de denildiði gibi, bin lira ikramiye kazancý için, bin adam iþtirak etmiþ bir piyango kumarýna yirmidört lirasýndan beþ-on lirayý veren ve yirmidörtten birisini ebedî bir mücevherat hazinesinin biletine vermeyen; halbuki dünyevî piyangoda o bin lirayý kazanmak ihtimali binden birdir, çünki bin hissedar daha var. Ve uhrevî mukadderat-ý beþer piyangosunda, hüsn-ü hâtimeye mazhar ehl-i îman için kazanç ihtimali binden dokuzyüz doksandokuz olduðuna -yüzyirmidört bin enbiyanýn ona dair ihbarýný keþf ile tasdik eden evliyadan ve asfiyadan- hadd ve hesaba gelmez sadýk muhbirler haber verdikleri halde, evvelki piyangoya koþmak, ikincisinden kaçmak ne derece maslahata muhalif düþer mukayese edilsin.

 

Bu mes'elede hapishane müdürleri ve ser-gardiyanlarý ve belki memleketin idare müdebbirleri ve asayiþ muhafýzlarý Risâle-i Nur'un bu dersinden memnun olmalarý gerektir. Çünki bin mütedeyyin ve Cehennem hapsini her vakit tahattur eden adamlarýn idare ve inzibatý, on namazsýz ve itikadsýz, yalnýz dünyevî hapsi düþünen ve haram-helâl bilmeyen ve kýsmen serseriliðe alýþan adamlardan daha kolay olduðu, çok tecrübelerle görülmüþ.

 

 

 

sh: » (Þ: 192)

 

Ýkinci Mes'elenin Hülâsasý

 

Risâle-i Nur'dan Gençlik Rehberi'nin güzelce izah ettiði gibi, ölüm o kadar kat'î ve zâhirdir ki; bugünün gecesi ve bu güzün kýþý gelmesi gibi ölüm baþýmýza gelecek. Bu hapishane nasýlki mütemadiyen çýkanlar ve girenler için muvakkat bir misafirhanedir. Öyle de: Bu zemin yüzü dahi, acele hareket eden kafilelerin yollarýnda bir gecelik konmak ve göçmek için bir handýr. Herbir þehri yüz defa mezaristana boþaltan ölüm, elbette hayattan ziyade bir istediði var. Ýþte bu dehþetli hakikatýn muammasýný Risâle-i Nur hall ve keþfetmiþ. Bir kýsacýk hülâsasý þudur: Madem ölüm öldürülmüyor ve kabir kapýsý kapanmýyor; elbette bu ecel celladýnýn elinden ve kabir haps-i münferidinden kurtulmak çaresi varsa, insanýn en büyük ve herþeyin fevkinde bir endiþesi, bir mes'elesidir. Evet çaresi var ve Risâle-i Nur Kur'an'ýn sýrrýyla o çareyi iki kere iki dört eder derecesinde kat'î isbat etmiþ. Kýsacýk hülâsasý þudur ki:

 

Ölüm ya idam-ý ebedîdir; hem o insaný, hem bütün ahbabýný ve akaribini asacak bir daraðacýdýr. Veyahut baþka bir bâki âleme gitmek ve îman vesikasýyla saadet sarayýna girmek için bir terhis tezkeresidir. Ve kabir ise, ya karanlýklý bir haps-i münferid ve dipsiz bir kuyudur veyahut bu zindan-ý dünyadan bâki ve nurani bir ziyafetgâh ve baðistana açýlan bir kapýdýr. Bu hakikatý "Gençlik Rehberi" bir temsil ile isbat etmiþ. Meselâ; bu hapsin bahçesinde asmak için daraðaçlarý konulmuþ ve onlarýn dayandýklarý duvarýn arkasýnda gayet büyük ve umum dünya iþtirak etmiþ bir piyango dairesi kurulmuþ. Biz bu hapisteki beþyüz kiþi, her halde hiç müstesnasý yok ve kurtulmak mümkün deðil, bizi birer birer o meydana çaðýracaklar: Ya "Gel idam ilânýný al, daraðacýna çýk" veya "Daimî haps-i münferid puslasýný tut, bu açýk kapýya gir." veyahut "Sana müjde! Milyonlar altun bileti sana çýkmýþ, gel al." diye her tarafta ilânatlar yapýlýyor. Biz de güzümüzle görüyoruz ki, birbiri arkasýnda o daraðaçlarýna çýkýyorlar. Bir kýsmýn asýldýklarýný müþahede ediyoruz. Bir kýsmý da, daraðaçlarýný basamak yapýp o duvarýn arkasýndaki piyango dairesine girdiklerini; orada büyük ve ciddî memurlarýn kat'î haberleri ile görür gibi bildiðimiz bir sýrada, bu

 

sh: » (Þ: 193)

 

hapishanemize iki hey'et girdi. Bir kafile ellerinde çalgýlar, þarablar, zâhirde gayet tatlý helvalar, baklavalar var. Bizlere yedirmey‏e çalýþtýlar. Fakat o tatlýlar zehirlidir, insî þeytanlar içine zehir atmýþlar.

 

Ýkinci cemaat ve hey'et, ellerinde terbiyenâmeler ve helâl yemekler ve mübarek þerbetler var. Bize hediye veriyorlar ve bil'ittifak beraber, pek ciddî ve kat'î diyorlar ki: "Eðer o evvelki hey'etin sizi tecrübe için verilen hediyelerini alsanýz, yeseniz; bu gözümüz önündeki þu daraðaçlarda baþka gördükleriniz gibi asýlacaksýnýz. Eðer bizim bu memleket Hâkiminin fermanýyla getirdiðimiz hediyeleri evvelkinin yerine kabul edip ve terbiye-nâmelerdeki dualarý ve evradlarý okusanýz, o asýlmaktan kurtulacaksýnýz. O piyango dairesinde ihsan-ý þâhâne olarak herbiriniz milyon altun biletini alacaðýnýzý, görür gibi ve gündüz gibi inanýnýz. Eðer o haram ve þübheli ve zehirli tatlýlarý yeseniz, asýlmaða gittiðiniz zamana kadar dahi o zehirin sancýsýný çekeceðinizi, bu fermanlar ve bizler müttefikan size kat'î haber veriyoruz." diyorlar.

 

Ýþte bu temsil gibi, her vakit gördüðümüz ecel daraðacýnýn arkasýnda mukadderat-ý nev'-i beþer piyangosundan ehl-i îman ve tâat için -hüsn-ü hâtime þartýyla- ebedî ve tükenmez bir hazinenin bileti çýkacaðýný yüzde yüz ihtimal ile; sefâhet ve haram ve itikadsýzlýk ve fýskta devam edenler -tövbe etmemek þartýyla- ya idam-ý ebedî (âhirete inanmayanlara) veya daimî ve karanlýk haps-i münferid (beka-i ruha inanan ve sefahette gidenlere) ve þekavet-i ebediye ilâmýný alacaklarýný yüzde doksandokuz ihtimal ile kat'î haber veren, baþta ellerinde niþâne-i tasdik olan hadsiz mu'cizeler bulunan yüzyirmidört bin peygamberler ve onlarýn verdikleri haberlerin izlerini ve sinemada gibi gölgelerini, keþf ile, zevk ile görüp tasdik ederek imza basan yüzyirmidört milyondan ziyade evliyalar (kaddesallahü esrarehüm) ve o iki kýsým meþahir-i insaniyenin haberlerini aklen kat'î bürhanlarla ve kuvvetli hüccetlerle -fikren ve mantýken- yakînî bir surette isbat ederek tasdik edip imza basan milyarlar gelen geçen muhakkikler, (1) müçtehidler ve sýddýkînler; bil'icma, mütevatiren nev'-i insanýn güneþleri, kamerleri, yýldýzlarý olan bu üç cemaat-ý azîme ve bu üç taife-i ehl-i hakikat ve beþerin kudsî kumandanlarý olan bu üç büyük ve âlî heyetlerin fermanlarý ile verdikleri haberleri dinlemeyen ve saadet-i ebediyeye giden, onlarýn gösterdikleri yol olan sýrat-ý müstakimde gitme

 

____________________

 

(1): O muhakkiklerden tek birisi Risâle-i Nur'dur. Yirmi senedir en muannid feylesoflarý ve mütemerrid zýndýklarý susturan eczalarý meydandadýr. Herkes okuyabilir ve kimse itiraz etmez.

 

sh: » (Þ: 194)

 

yenler, yüzde doksandokuz dehþetli tehlike ihtimalini nazara almayan ve birtek muhbirin bir yolda tehlike var demesiyle o yolu býrakan baþka uzun yolda hareket eden bir adam, elbette ve elbette vaziyeti þudur ki: Ýki yolun -hadsiz muhbirlerin kat'î ihbarlarý ile- en kýsa ve kolayý ve yüzde yüz Cennet ve saadet-i ebediyeyi kazandýraný býrakýp en daðdaðalý ve uzun ve sýkýntýlý ve yüzde doksandokuz Cehennem hapsini ve þekavet-i daimeyi netice veren yolunu ihtiyar ettiði halde, dünyada iki yolun, bir tek muhbirin yalan olabilir haberiyle yüzde birtek ihtimal tehlike ve bir ay hapis imkâný bulunan kýsa yolu býrakýp, menfaatsiz -yalnýz zararsýz olduðu için- uzun yolu ihtiyar eden bedbaht, sarhoþ divaneler gibi dehþetli ve uzakta görünen ve ona musallat olan ejderhalara ehemmiyet vermez, sineklerle uðraþýyor, yalnýz onlara ehemmiyet verir derecede aklýný, kalbini, ruhunu, insaniyetini kaybetmiþ oluyor. Madem hakikat-ý hal budur.. biz mahpuslar, bu hapis musibetinden intikamýmýzý tam almak için o mübarek ikinci heyetin hediyelerini kabul etmeliyiz. Yani, nasýlki bir dakika intikam lezzeti ve birkaç dakika veya bir-iki saat sefahet lezzetleriyle bu musibet bizi onbeþ ve beþ ve on ve iki-üç sene bu hapse soktu; dünyamýzý bize zindan eyledi. Biz dahi bu musibetin raðmýna ve inadýna, bir-iki saat müddet-i hapsi bir-iki gün ibadete ve iki-üç sene cezamýzý -mübarek kafilenin hediyeleriyle- yirmi-otuz sene bâki bir ömre ve on ve yirmi sene hapiste cezamýzý milyonlar sene Cehennem hapsinden afvýmýza vesile edip fâni dünyamýzýn aðlamasýna mukabil bâki hayatýmýzý güldürerek bu musibetten tam intikamýmýzý almalýyýz. Hapishaneyi terbiyehane gösterip vatanýmýza ve milletimize birer terbiyeli, emniyetli, menfaatli adam olmaða çalýþmalýyýz. Ve hapishane memurlarý ve müdürleri ve müdebbirleri dahi, câni ve eþkiya ve serseri ve katil ve sefahetçi ve vatana muzýr zannettikleri adamlarý, bir mübarek dershanede çalýþan talebeler görsünler ve müftehirane Allah'a þükretsinler.

 

 

 

sh: » (Þ: 195)

 

Üçüncü Mes'ele

 

Gençlik Rehberi'nde izahý bulunan ibretli bir hâdisenin hülâsasý þudur:

 

Bir zaman, Eskiþehir hapishanesinin penceresinde bir cumhuriyet bayramýnda oturmuþtum. Karþýsýndaki lise mektebinin büyük kýzlarý, onun avlusunda gülerek raksediyorlardý. Birden manevî bir sinema ile elli sene sonraki vaziyetleri bana göründü. Ve gördüm ki: O elli-altmýþ kýzlardan ve talebelerden kýrk-ellisi kabirde toprak oluyorlar, azab çekiyorlar. Ve on tanesi, yetmiþ-seksen yaþýnda çirkinleþmiþ, gençliðinde iffetini muhafaza etmediðinden sevmek beklediði nazarlardan nefret görüyorlar.. kat'î müþahede ettim. Onlarýn o acýnacak hallerine aðladým. Hapishanedeki bir kýsým arkadaþlar aðladýðýmý iþittiler. Geldiler, sordular. Ben dedim: Þimdi beni kendi halime býrakýnýz, gidiniz.

 

Evet gördüðüm hakikattýr, hayal deðil. Nasýlki bu yaz ve güzün âhiri kýþtýr. Öyle de, gençlik yazý ve ihtiyarlýk güzünün arkasý kabir ve berzah kýþýdýr. Geçmiþ zamanýn elli sene evvelki hâdisatý sinema ile hal-i hazýrda gösterildiði gibi, gelecek zamanýn elli sene sonraki istikbal hâdisatýný gösteren bir sinema bulunsa, ehl-i dalalet ve sefahetin elli-altmýþ sene sonraki vaziyetleri onlara gösterilse idi, þimdiki güldüklerine ve gayr-ý meþru' keyiflerine nefretler ve teellümlerle aðlayacaklardý.

 

Ben o Eskiþehir hapishanesindeki müþahede ile meþgul iken sefahet ve dalaleti tervic eden bir þahs-ý manevî, insî bir þeytan gibi karþýma dikildi ve dedi: "Biz hayatýn herbir çeþit lezzetini ve keyiflerini tatmak ve tattýrmak istiyoruz, bize karýþma." Ben de cevaben dedim: Madem lezzet ve zevk için ölümü hatýra getirmeyip dalalet ve sefahete atýlýyorsun, kat'iyyen bil ki; senin dalaletin hükmüyle bütün geçmiþ zaman-ý mazi ölmüþ ve madumdur ve içinde cenazeleri çürümüþ bir vahþetli mezaristandýr. Ýnsaniyet alâkadarlýðýyle ve dalalet yoluyla senin baþýna ve varsa ve ölmemiþ ise kalbine, o hadsiz firaklardan ve o nihayetsiz dostlarýnýn ebedî ölüm

 

sh: » (Þ: 196)

 

lerinden gelen elemler, senin þimdiki sarhoþça, pek kýsa bir zamandaki cüz'î lezzetini imha ettiði gibi; gelecek istikbal zamaný dahi itikadsýzlýðýn cihetiyle yine madum ve karanlýklý ve ölü ve dehþetli bir vahþetgâhtýr. Ve oradan gelen ve baþýný vücuda çýkaran ve zaman-ý hazýra uðrayan bîçarelerin baþlarý, ecel celladýnýn satýrýyla kesilip hiçliðe atýldýðýndan, mütemadiyen akýl alâkadarlýðýyla senin îmansýz baþýna hadsiz elîm endiþeler yaðdýrýyor. Senin sefihâne cüz'î lezzetini zîr ü zeber eder. Eðer dalaleti ve sefaheti býrakýp îman-ý tahkikî ve istikamet dairesine girsen îman nuruyla göreceksin ki; o geçmiþ zaman-ý mâzi mâdum ve herþeyi çürüten bir mezaristan deðil, belki mevcud ve istikbale inkýlab eden nurani bir âlem ve bâki ruhlarýn istikbaldeki saadet saraylarýna girmelerine bir intizar salonu görünmesi haysiyetiyle deðil elem, belki îmanýn kuvvetine göre Cennet'in bir nevi manevî lezzetini dünyada dahi tattýrdýðý gibi; gelecek istikbal zamaný, deðil vahþetgâh ve karanlýk, belki îman gözüyle görünür ki; saadet-i ebediye saraylarýnda hadsiz rahmeti ve keremi bulunan ve her bahar ve yazý birer sofra yapan ve nimetlerle dolduran bir Rahman-ý Rahîm-i Zülcelali Ve'l-ikram'ýn ziyafetleri kurulmuþ ve ihsanlarýnýn sergileri açýlmýþ, oraya sevkiyat var diye îman sinemasýyla müþahede ettiðinden, derecesine göre bâki âlemin bir nevi lezzetini hissedebilir. Demek hakikî ve elemsiz lezzet, yalnýz îmanda ve îman ile olabilir.

 

Ýmanýn bu dünyada dahi verdiði binler faide ve neticelerinden yalnýz birtek faide ve lezzetini, -bu mezkûr bahsimiz münasebetiyle Gençlik Rehberi'nde bir haþiye olarak yazýlan- bir temsil ile beyan edeceðiz. قِyle ki:

 

Meselâ senin gayet sevdiðin birtek evlâdýn sekeratta ölmek üzere iken ve me'yusane elîm ebedî firakýný düþünürken; birden Hazret-i Hýzýr ve Hakîm-i Lokman gibi bir doktor geldi, tiryak gibi bir macun içirdi, O sevimli ve güzel evlâdýn gözünü açtý, ölümden kurtuldu. Ne kadar sevinç ve ferah veriyor anlarsýn. Ýþte o çocuk gibi sevdiðin ve ciddî alâkadar olduðun milyonlar sence mahbub insanlar o mazi mezaristanýnda -senin nazarýnda- çürüyüp mahvolmak üzere iken, birden hakikat-ý îman, Hakîm-i Lokman gibi o büyük idamhane tevehhüm edilen mezaristana kalb penceresinden bir ýþýk verdi. Onunla baþtan baþa bütün ölüler dirildiler. Ve "Biz ölmemiþiz ve ölmeyeceðiz, yine sizinle görüþeceðiz" lisan-ý hâl ile dediklerinden aldýðýn hadsiz sevinçler ve ferahlarý, îman bu dünyada dahi vermesiyle isbat eder ki: Ýman hakikatý öyle bir çekirdektir ki, eðer tecessüm etse, bir cennet-i hususiye ondan çýkar; o çekirdeðin þecere-i tûbâsý olur dedim.

 

O muannid döndü dedi:

 

sh: » (Þ: 197)

 

"Hiç olmazsa hayvan gibi hayatýmýzý keyif ve lezzetle geçirmek için sefahet ve eðlencelerle bu ince þeyleri düþünmeyerek yaþayacaðýz."

 

Cevaben dedim: "Hayvan gibi olamazsýn. Çünki hayvanýn mâzi ve müstakbeli yok. Ne geçmiþten elemler ve teessüfler alýr ve ne de gelecekten endiþeler ve korkular gelir. Lezzetini tam alýr. Rahatla yaþar, yatar. Hâlýkýna þükreder. Hattâ kesilmek için yatýrýlan bir hayvan, birþey hissetmez. Yalnýz býçak kestiði vakit hissetmek ister, fakat o his dahi gider. O elemden de kurtulur. Demek en büyük bir rahmet, bir þefkat-i Ýlahiye, gaybý bildirmemektedir ve baþa gelen þeyleri setretmektedir. Hususan masum hayvanlar hakkýnda daha mükemmeldir. Fakat ey insan, senin mazi ve müstakbelin akýl cihetiyle bir derece gaybîlikten çýkmasýyla, setr-i gaybdan hayvana gelen istirahattan tamamen mahrumsun. Geçmiþten çýkan teessüfler, elîm firaklar ve gelecekten gelen korkular ve endiþeler; senin cüz'î lezzetini hiçe indirir. Lezzet cihetinde yüz derece hayvandan aþaðý düþürür. Madem hakikat budur. Ya aklýný çýkar at, hayvan ol kurtul veya aklýný îmanla baþýna al, Kur'aný dinle. Yüz derece hayvandan ziyade bu fâni dünyada dahi safi lezzetleri kazan!.." diyerek onu ilzam ettim.

 

Yine o mütemerrid þahýs döndü dedi: "Hiç olmazsa ecnebi dinsizleri gibi yaþarýz."

 

Cevaben dedim: "Ecnebi dinsizleri gibi de olamazsýn. Çünki onlar bir Peygamberi inkâr etse, diðerlerine inanabilirler. Peygamberleri bilmese de, Allah'a inanabilir. Bunu da bilmezse, kemalâta medar bazý seciyeleri bulunabilir. Fakat bir müslüman, en âhir ve en büyük ve dini ve daveti umumî olan Âhirzaman Peygamberi Aleyhissalâtü Vesselâm'ý inkâr etse ve zincirinden çýksa, daha hiçbir Peygamberi, hattâ Allah'ý kabul etmez. Çünki bütün Peygamberleri ve Allah'ý ve kemalâtý onunla bilmiþ. Onlar onsuz kalbinde kalmaz. Bunun içindir ki, eskiden beri her dinden Ýslâmiyete giriyorlar. Ve hiç bir Müslüman, hakikî Yahudi veya Mecusî veya Nasrani olmaz. Belki dinsiz olur, seciyeleri bozulur; vatana, millete muzýr bir halete girer." isbat ettim. O muannid ve mütemerrid þahsýn daha tutunacak bir yeri kalmadý. Kayboldu, Cehennem'e gitti.

 

Ýþte ey bu Medrese-i Yusufiyede benim ders arkadaþlarým! Madem hakikat budur. Ve bu hakikatý Risâle-i Nur o derece kat'î ve güneþ gibi isbat etmiþ ki; yirmi senedir mütemerridlerin inadlarýný kýrýp îmana getiriyor. Biz dahi hem dünyamýza, hem istikbalimize, hem âhiretimize, hem vatanýmýza, hem milletimize tam menfaatli ve kolay ve selâmetli olan îman ve istikamet yolunu takib edip, boþ

 

sh: » (Þ: 198)

 

vaktimizi sýkýntýlý hülyalar yerinde Kur'andan bildiðimiz sûreleri okumak ve manalarýný bildiren arkadaþlardan öðrenmek ve kazaya kalmýþ farz namazlarýmýzý kaza etmek ve birbirinin güzel huylarýndan istifade edip bu hapishaneyi güzel seciyeli fidanlar yetiþtiren bir mübarek bahçeye çevirmek gibi a'mal-i sâliha ile hapishane müdür ve alâkadarlarý, câni ve katillerin baþlarýnda zebani gibi azab memurlarý deðil, belki Medrese-i Yusufiyede Cennet'e adam yetiþtirmek ve onlarýn terbiyesine nezaret etmek vazifesiyle memur birer müstakîm üstad ve birer þefkatli rehber olmalarýna çalýþmalýyýz.

 

 

 

sh: » (Þ: 199)

 

Dördüncü Mes'ele

 

Yine Gençlik Rehberi'nde izahý var. Bir zaman bana hizmet eden kardeþlerim tarafýndan sual edildi ki: "Küre-i arzý herc ü merce getiren ve Ýslâm mukadderatýyla alâkadar olan bu dehþetli harb-i umumîden elli gündür (þimdi yedi seneden geçti ayný hâl) (*) hiç sormuyorsun ve merak etmiyorsun. Hâlbuki bir kýsým mütedeyyin ve âlim insanlar, cemaâti ve câmii býrakýp radyo dinlemeðe koþuyorlar. Acaba bundan daha büyük bir hâdise mi var? Veya onunla meþgul olmanýn zararý mý var?" dediler. Cevaben dedim ki:

 

(*) Parantez içindeki not, 1946 senesine aittir.

 

Ömür sermâyesi pek azdýr. Lüzumlu iþler pek çoktur. Birbiri içinde mütedâhil dâireler gibi, her insanýn kalb ve mide dâiresinden ve cesed ve hâne dâiresinden, mahalle ve þehir dairesinden ve vatan ve memleket dâiresinden ve Küre-i Arz ve nev-i beþer dairesinden tut.. tâ zîhayat ve dünya dâiresine kadar, birbiri içinde dâireler var. Herbir dâirede herbir insanýn bir nevi vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dâirede, en büyük ve ehemmiyetli ve daimî vazife var. Ve en büyük dâirede en küçük ve muvakkat, arasýra vazife bulunabilir. Bu kýyas ile -küçüklük ve büyüklük mâkûsen mütenâsib- vazifeler bulunabilir. Fakat büyük dâirenin câzibedarlýðý cihetiyle küçük dâiredeki lüzumlu ve ehemmiyetli hizmeti býraktýrýp lüzumsuz, malâyâni ve âfâkî iþlerle meþgul eder. Sermâye-i hayatýný boþ yerde imha eder. O kýymetdar ömrünü kýymetsiz þeylerde öldürür. Ve bazan bu harb boðuþmalarýný merak ile takib eden, bir tarafa kalben tarafdar olur. Onun zulümlerini hoþ görür, zulmüne þerik olur.

 

Birinci noktaya cevab ise: Evet bu cihan harbinden daha büyük bir hâdise ve bu zemin yüzündeki hâkimiyet-i âmme dâvasýndan daha ehemmiyetli bir dâva, herkesin ve bilhassa Müslümanlarýn baþýna öyle bir hâdise ve öyle bir dâva açýlmýþ ki; her adam, eðer Alman ve Ýngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklý da varsa, o tek davayý kazanmak için bilâtereddüd sarfedecek. Ýþte

 

sh: » (Þ: 200)

 

o dava ise, yüzbin meþahir-i insaniyenin ve hadsiz nev'-i beþerin yýldýzlarý ve mürþidlerinin müttefikan, kâinat sahibinin ve mutasarrýfýnýn binler va'd ve ahdlerine istinâden haber verdikleri ve bir kýsmý gözleriyle gördükleri þu ki: Herkesin îman mukabilinde bu zemin yüzü kadar baðlar ve kasýrlar ile müzeyyen ve bâkî ve daimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek davasý baþýna açýlmýþ. Eðer îman vesikasýný saðlam elde etmezse kaybedecek. Ve bu asýrda, maddiyunluk taunuyla çoklar o davasýný kaybediyor. Hattâ bir ehl-i keþf ve tahkik, bir yerde kýrk vefiyattan yalnýz birkaç tanesi kazandýðýný sekeratta müþahede etmiþ; ötekiler kaybetmiþler. Acaba bu kaybettiði dâvanýn yerini, bütün dünya saltanatý o adama verilse doldurabilir mi!

 

Ýþte o dâvâyý kazandýracak olan hizmetleri ve yüzde doksanýna o dâvâyý kaybettirmeyen hârika bir dâvâ vekilini o iþde çalýþtýran vazifeleri býrakýp ebedî dünyada kalacak gibi âfâkî malâyaniyat ile iþtigal etmek tam bir akýlsýzlýk bildiðimizden, biz Risâle-i Nur þakirdleri, her birimizin yüz derece aklýmýz ziyade olsa da ancak bu vazifeye sarfetmek lâzýmdýr diye kanaatýmýz var.

 

Ey hapis musibetinde benim yeni kardeþlerim! Sizler, benim ile beraber gelen eski kardeþlerim gibi Risâle-i Nur'u görmemiþsiniz. Ben onlarý ve onlar gibi binler þakirdleri þahid göstererek derim ve isbat ederim ve isbat etmiþim ki: O büyük davayý yüzde doksanýna kazandýran ve yirmi senede yirmi bin adama o davanýn kazancýnýn vesikasý ve senedi ve beratý olan îman-ý tahkikîyi eline veren ve Kur'an-ý Hakîm'in mu'cize-i maneviyesinden neþ'et edip çýkan ve bu zamanýn birinci bir dava vekili bulunan Risâle-i Nur'dur. Bu onsekiz senedir benim düþmanlarým ve zýndýklar ve maddiyyunlar, aleyhimde gayet gaddarane desiselerle hükûmetin bazý erkânlarýný iðfal ederek bizi imha için bu def'a gibi eskide dahi hapislere, zindanlara soktuklarý halde, Risâle-i Nur'un çelik kal'asýnda yüzotuz parça cihazatýndan ancak iki-üç parçasýna iliþebilmiþler. Demek avukat tutmak isteyen onu elde etse yeter. Hem korkmayýnýz, RÝSALE-Ý NUR yasak olmaz; Hükûmet-i Cumhuriyenin meb'uslarý ve erkânlarýnýn ellerinde mühim risaleleri iki-üçü müstesna olarak serbest geziyorlardý. Ýnþâallah, bir zaman hapishaneleri tam bir ýslahhane yapmak için bahtiyar müdürler ve memurlar, o nurlarý, mahpuslara, ekmek ve ilâç gibi tevzi edecekler.

 

 

 

sh: » (Þ: 201)

 

Beþinci Mes'ele

 

Gençlik Rehberi'nde izah edildiði gibi; gençlik hiç þübhe yok ki gidecek. Yaz güze ve kýþa yer vermesi ve gündüz akþama ve geceye deðiþmesi kat'iyetinde, gençlik dahi ihtiyarlýða ve ölüme deðiþecek. Eðer o fâni ve geçici gençliðini iffetle hayrata -istikamet dairesinde- sarfetse, onunla ebedî, bâki bir gençliði kazanacaðýný bütün semavî fermanlar müjde veriyorlar. Eðer sefahete sarf etse, nasýlki bir dakika hiddet yüzünden bir katl, milyonlar dakika hapis cezasýný çektirir. Öyle de gayr-î meþru dâiredeki gençlik keyifleri ve lezzetleri, âhiret mes'uliyetinden ve kabir azabýndan ve zevâlinden gelen teessüflerden ve günahlardan ve dünyevî mücâzatlarýndan baþka, ayný lezzet içinde o lezzetten ziyâde elemler olduðunu aklý baþýnda her genç tecrübe ile tasdik eder. Meselâ, haram sevmekte bir kýskançlýk elemi ve firak elemi ve mukabele görmemek elemi gibi çok ârýzalar ile o cüz'î lezzet, zehirli bir bal hükmüne geçer. Ve o gençliðin su-i istimâli ile gelen hastalýkla hastahânelere ve taþkýnlýklarýyla hapishânelere ve kalb ve ruhun gýdasýzlýk ve vazifesizliðinden neþ'et eden sýkýntýlarla meyhanelere, sefahethanelere veya mezaristana düþeceklerini bilmek istersen, git hastahânelerden ve hapishânelerden ve meyhanelerden ve kabristandan sor. Elbette ekseriyetle, gençlerin gençliðinin su'-i istimâlinden ve taþkýnlýklarýndan ve gayr-ý meþru keyiflerin cezasý olarak gelen tokatlardan eyvahlar ve aðlamalar ve esefler iþiteceksin. Eðer istikamet dairesinde gitse, gençlik gayet þirin ve güzel bir ni'met-i Ýlâhiye ve tatlý ve kuvvetli bir vâsýta-i hayrat olarak âhirette gayet parlak ve bâki bir gençlik netice vereceðini, baþta Kur'an olarak çok kat'î âyâtýyla bütün semavî kitablar ve fermanlar haber verip müjde ediyorlar. Mâdem hakikat budur. Ve mâdem helâl dâiresi keyfe kâfidir. Ve mâdem haram dairesindeki bir saat lezzet, bazan bir sene ve on sene hapis cezasýný çektirir. Elbette gençlik ni'metine bir þükür olarak, o tatlý ni'meti iffette, istikamette sarfetmek lâzým ve elzemdir.

 

* * *

 

sh: » (Þ: 202)

 

Altýncý Mes'ele

 

Risâle-i Nur'un çok yerlerinde izahý ve kat'î hadsiz hüccetleri bulunan imân-ý billâh rüknünün binler küllî bürhanlarýndan birtek bürhana kýsaca bir iþarettir.

 

Kastamonu'da lise talebelerinden bir kýsmý yanýma geldiler. "Bize Hâlýkýmýzý tanýttýr, muallimlerimiz Allah'tan bahsetmiyorlar" dediler. Ben dedim: Sizin okuduðunuz fenlerden her fen, kendi lisan-ý mahsusuyla mütemadiyen Allah'tan bahsedip Hâlýký tanýttýrýyorlar. Muallimleri deðil, onlarý dinleyiniz.

 

Meselâ: Nasýlki mükemmel bir eczahâne ki, her kavanozunda hârika ve hassas mizanlarla alýnmýþ hayatdar macunlar ve tiryaklar var. Þübhesiz gayet meharetli ve kimyager ve hakîm bir eczacýyý gösterir. Öyle de, küre-i arz eczahânesinde bulunan dörtyüz bin çeþit nebatat ve hayvanat kavanozlarýndaki zîhayat macunlar ve tiryaklar cihetiyle, bu çarþýdaki eczahâneden ne derece ziyade mükemmel ve büyük olmasý nisbetinde -okuduðunuz fenn-i týp mikyasýyla -küre-i arz eczahâne-i kübrasýnýn eczacýsý olan Hakîm-i Zülcelal'i hattâ kör gözlere de gösterir, tanýttýrýr.

 

Hem, meselâ: Nasýl bir hârika fabrika ki, binler çeþit çeþit kumaþlarý basit bir maddeden dokuyor. Þeksiz, bir fabrikatörü ve meharetli bir makinisti tanýttýrýr. ,yle de, küre-i arz denilen yüzbinler baþlý, her baþýnda yüzbinler mükemmel fabrika bulunan bu seyyar makine-i Rabbaniye, ne derece bu insan fabrikasýndan büyükse, mükemmelse, o derecede -okuduðunuz fenn-i makine mikyasýyla- küre-i arzýn ustasýný ve sahibini bildirir ve tanýttýrýr.

 

Hem meselâ, nasýlkiý: Gayet mükemmel binbir çeþit erzak etrafýndan celbedip içinde muntazaman istif ve ihzar edilmiþ depo ve iâþe anbarý ve dükkân, þeksiz bir fevkalâde iaþe ve erzak mâlikini ve sahibini ve memurunu bildirir. Öyle de, bir senede yirmidört bin senelik bir dairede muntazaman seyahat eden ve yüzbinler ve ayrý ayrý erzak isteyen taifeleri içine alan ve seyahatýyla mevsimlere uðrayýp, baharý bir büyük vagon gibi, binler ayrý ayrý taamlarla

 

sh: » (Þ: 203)

 

doldurarak, kýþta erzaký tükenen bîçare zîhayatlara getiren ve küre-i arz denilen bu Rahmanî iaþe anbarý ve bu sefine-i Sübhaniye ve binbir çeþit cihazatý ve mallarý ve konserve paketleri taþýyan bu depo ve dükkân-ý Rabbanî, ne derece o fabrikadan büyük ve mükemmel ise; okuduðunuz ve ya okuyacaðýnýz fenn-i iaþe mikyasýyla, o kat'iyette ve o derecede küre-i arz deposunun sahibini, mutasarrýfýný, müdebbirini, bildirir, tanýttýrýr, sevdirir.

 

Hem nasýlki: Dörtyüz bin millet içinde bulunan ve her milletin istediði erzaký ayrý ve istimal ettiði silâhý ayrý ve giydiði elbisesi ayrý ve talimatý ayrý ve terhisatý ayrý olan bir ordunun mu'cizekâr bir kumandaný, tek baþýyla bütün o ayrý ayrý milletlerin ayrý ayrý erzaklarýný ve çeþit çeþit eslihalarýný ve elbiselerini ve cihazatlarýný, hiçbirini unutmayarak ve þaþýrmayarak verdiði o âcib ordu ve ordugâh, þübhesiz bedahetle o hârika kumandaný gösterir, takdirkârane sevdirir. Aynen öyle de, zemin yüzünün ordugâhýnda ve her baharda yeniden silâh altýna alýnmýþ bir yeni ordu-yu Sübhânîde, nebatat ve hayvanat milletlerinden dörtyüz bin nev'in çeþit çeþit elbise, erzak, esliha, talim, terhisleri gayet mükemmel ve muntazam ve hiç birini unutmayarak ve þaþýrmayarak bir tek kumandan-ý âzam tarafýndan verilen küre-i arzýn bahar ordugâhý, ne derece mezkûr insan ordu ve ordugâhýndan büyük ve mükemmel ise; sizin okuyacaðýnýz fenn-i askerî mikyasýyla- dikkatli ve aklý baþýnda olanlara o derece küre-i arzýn Hâkimini ve Rabbini ve Müdebbirini ve Kumandan-ý Akdes'ini hayretler ve takdislerle bildirir ve tahmid ve tesbihle sevdirir.

 

Hem nasýlki: Bir hârika þehirde milyonlar elektrik lâmbalarý hareket ederek her yeri gezerler, yanmak maddeleri tükenmiyor bir tarzdaki elektrik lâmbalarý ve fabrikasý, þeksiz, bedahetle elektriði idare eden ve seyyar lâmbalarý yapan ve fabrikayý kuran ve iþtial maddelerini getiren bir mu'cizekâr ustayý ve fevkalâde kudretli bir elektrikçiyi hayretler ve tebriklerle tanýttýrýr, yaþasýnlar ile sevdirir. Aynen öyle de, bu âlem þehrinde dünya sarayýnýn damýndaki yýldýz lâmbalarý, bir kýsmý -kozmoðrafyanýn dediðine bakýlsa- küre-i arzdan bin defa büyük ve top güllesinden yetmiþ defa sür'atli hareket ettikleri halde, intizamýný bozmuyor, birbirine çarpmýyor, sönmüyor, yanmak maddeleri tükenmiyor. Okuduðunuz kozmoðrafyanýn dediðine göre, küre-i arzdan bir milyon defadan ziyade büyük ve bir milyon seneden ziyade yaþayan ve bir misafirhane-i Rahmaniyede bir lâmba ve soba olan güneþimizin yanmasýnýn devamý için, her gün küre-i arzýn denizleri kadar gazyaðý ve daðlarý kadar kömür veya bin arz kadar odun yýðýnlarý lâzýmdýr ki sönmesin.

 

Ve onu ve onun gibi ulvî yýldýzlarý gazyaðsýz, odunsuz, kö

 

sh: » (Þ: 204)

 

mürsüz yandýran ve söndürmeyen ve beraber ve çabuk gezdiren ve birbirine çarptýrmayan bir nihayetsiz kudreti ve saltanatý, ýþýk parmaklarýyla gösteren bu kâinat þehr-i muhteþemindeki dünya sarayýnýn elektrik lâmbalarý ve idareleri ne derece o misalden daha büyük, daha mükemmeldir, o derecede sizin okuduðunuz veya okuyacaðýnýz fenn-i elektrik mikyasýyla bu meþher-i azam-ý kâinatýn Sultanýný, Münevvirini, Müdebbirini, Sâniini, o nuranî yýldýzlarý þahid göstererek tanýttýrýr. Tesbihatla, takdisatla sevdirir, perestiþ ettirir.

 

Hem meselâ, nasýlki bir kitab bulunsa ki: Bir satýrýnda bir kitab ince yazýlmýþ ve herbir kelimesinde ince kalemle bir sûre-i Kur'aniye yazýlmýþ, gayet mânidar ve bütün mes'eleleri birbirini teyid eder ve kâtibini ve müellifini fevkalâde mehâretli ve iktidarlý gösteren bir acib mecmua, þeksiz, gündüz gibi, kâtib ve musannifini kemalâtýyla, hünerleriyle bildirir, tanýttýrýr. Mâþâallah, Bârekâllah cümleleriyle takdir ettirir. Aynen öyle de, bu kâinat kitab-ý kebiri ki, birtek sahifesi olan zemin yüzünde ve birtek formasý olan baharda, üçyüz bin ayrý ayrý kitablar hükmündeki üçyüz bin nebatî ve hayvanî tâifeleri beraber, birbiri içinde, yanlýþsýz hâtâsýz, karýþtýrmayarak, þaþýrmayarak; mükemmel, muntazam ve bazen aðaç gibi bir kelimede bir kasideyi; ve çekirdek gibi bir noktada bir kitâbýn tamam bir fihristesini yazan bir kalem iþlediðini gözümüzle gördüðümüz bu nihayetsiz mânidar ve her kelimesinde çok hikmetler bulunan þu mecmua-i kâinat ve bu mücessem Kur'an-ý Ekber-i Âlem, mezkûr misaldeki kitabdan ne derece büyük ve mükemmel ve manidar ise, o derecede -sizin okuduðunuz fenn-i hikmet-ül eþya ve mektebde bilfiil mübâþeret ettiðiniz fenn-i kýraat ve fenn-i kitâbet, geniþ mikyaslarýyla ve dürbün gözleriyle bu kitab-ý kâinatý nakkaþýný, kâtibini hadsiz kemalâtýyla tanýttýrýr." ALLAH U EKBER" cümlesiyle bildirir, "SUBHANALLAH" takdisiyle tarif eder,"ELHAMDÜLÝLLAH" senalarýyla sevdirir.

 

Ýþte bu fenlere kýyasen, yüzer fünundan herbir fen, geniþ mikyâsýyla ve hususî aynasýyla ve dürbünlü gözüyle ve ibretli nazarýyla bu kâinatýn Hâlýk-ý Zülcelal'ini esmasýyla bildirir; sýfâtýný, kemalâtýný tanýttýrýr.

 

Ýþte bu muhteþem ve parlak bir bürhan-ý vahdaniyet olan mezkûr hücceti ders vermek içindir ki; Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan çok tekrar ile en ziyade رَبُّ السَّموَاتِ وَ اْلاَرْضِ ve

 

sh: » (Þ: 205)

 

خَلَقَ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضَ âyetleriyle Hâlýkýmýzý bize tanýttýrýyor, diye o mektebli gençlere dedim. Onlar dahi tamamýyla kabul edip tasdik ederek: "Hadsiz þükür olsun Rabbimize ki, tam kudsî ve ayn-ý hakikat bir ders aldýk. Allah senden razý olsun." dediler! Ben de dedim:

 

Ýnsan binler çeþit elemler ile müteellim ve binler nev'i lezzetler ile mütelezziz olacak bir zîhayat makine ve gayet derece acziyle beraber hadsiz maddî-manevî düþmanlarý ve nihayetsiz fakrýyla beraber hadsiz zâhirî ve bâtýnî ihtiyaçlarý bulunan ve mütemadiyen zevâl ve firak tokatlarýný yiyen bir bîçâre mâhluk iken, birden îmân ve ubûdiyetle böyle bir Pâdiþâh-ý Zülcelâl'e intisâb edip bütün düþmanlarýna karþý bir nokta-i istinâd ve bütün hâcâtýna medâr bir nokta-i istimdad bularak, herkes mensub olduðu efendisinin þerefiyle, makamýyla iftihar ettiði gibi, o da böyle nihayetsiz Kadîr ve Rahîm bir padiþaha îmân ile intisâb etse ve ubûdiyetle hizmetine girse ve ecelin îdam ilânýný kendi hakkýnda terhis tezkeresine çevirse ne kadar memnun ve minnetdâr ve ne kadar müteþekkirâne iftihâr edebilir, kýyâs ediniz.

 

O mektebli gençlere dediðim gibi musibetzede mahpuslara da tekrâr ile derim: Onu tanýyan ve itaat eden zindanda dahi olsa bahtiyardýr. Onu unutan saraylarda da olsa zindandadýr, bedbahttýr. Hattâ bir bahtiyar mazlum îdâm olunurken bedbâht zalimlere demiþ: "Ben îdâm olmuyorum. Belki terhis ile saadete gidiyorum. Fakat, ben de sizi îdâm-ý ebedî ile mahkûm gördüðümden sizden tam intikamýmý alýyorum.لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ diyerek sürur ile teslim-i ruh eder.

 

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

 

 

 

* * *

 

 

 

sh: » (Þ: 206)

 

Yedinci Mes'ele

 

(Denizli Hapsinde bir Cuma gününün meyvesidir.)

 

بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

 

وَمَا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ اَقْرَبُ

 

مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ

 

فَانْظُرْ اِلَى آثَارِ رَحْمَةِ اللّهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذلِكَ َلمُحْيِى اْلمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ

 

Bir zaman Kastamonu'da "Hâlýkýmýzý bize tanýttýr" diyen lise talebelerine sâbýk Altýncý Mes'ele'de mekteb fünununun dilleriyle verdiðim dersi, Denizli Hapishanesinde benimle temas edebilen mahpuslar okudular. Tam bir kanaat-ý îmaniye aldýklarýndan âhirete bir iþtiyak hissedip, "Bize âhiretimizi de tam bildir. Tâ ki nefsimiz ve zamanýn þeytanlarý bizi yoldan çýkarmasýn, daha böyle hapislere sokmasýn." dediler. Ve Denizli Hapsindeki Risâle-i Nur þakirdlerinin ve sâbýkan Altýncý Mes'ele'yi okuyanlarýn arzularý ile âhiret rüknünün dahi bir hülâsasýnýn beyaný lâzým geldi. Ben de Risâle-i Nur'dan bir kýsacýk hülâsa ile derim:

 

 

 

Nasýlki Altýncý Mes'ele'de biz Hâlýkýmýzý arzdan, semavattan sorduk; onlar fenlerin dilleri ile güneþ gibi Hâlýkýmýzý bize tanýttýrdýlar. Aynen biz de, âhiretimizi baþta o bildiðimiz Rabbimizden, sonra Peygamberimizden, sonra Kur'anýmýzdan, sonra sair peygamberler ve mukaddes kitablardan, sonra melaikelerden, sonra kâinattan soracaðýz. Ýþte birinci mertebede âhireti Allah'tan soruyoruz. O da bütün gönderdiði elçileriyle ve fermanlarýyla ve bütün

 

sh: » (Þ: 207)

 

isimleriyle ve sýfatlarýyla "Evet âhiret vardýr ve sizi oraya sevkediyorum." ferman ediyor. Onuncu Söz, oniki parlak ve kat'î hakikatlar ile bir kýsým isimlerin âhirete dair cevablarýný isbat ve izah eylemiþ. Burada, o izaha iktifaen gayet kýsa bir iþaret ederiz.

 

Evet madem hiçbir saltanat yoktur ki, o saltanata itaat edenlere mükâfatý ve isyan edenlere mücazatý bulunmasýn. Elbette rububiyet-i mutlaka mertebesinde bir saltanat-ý sermediyenin, o saltanata îman ile intisab ve taat ile fermanlarýna teslim olanlara mükâfatý ve o izzetli saltanatý küfür ve isyanla inkâr edenlere de mücazatý; o rahmet ve cemale, o izzet ve celale lâyýk bir tarzda olacak diye "Rabb-ül Âlemîn" ve "Sultan-üd Deyyan" isimleri cevab veriyorlar.

 

Hem madem güneþ gibi, gündüz gibi, zemin yüzünde bir umumî rahmet ve ihatalý bir þefkat ve kerem gözümüzle görüyoruz. Meselâ o rahmet, her baharda umum aðaçlarý ve meyveli nebatlarý Cennet hurileri gibi giydirip, süslendirip, ellerine her çeþit meyveleri verip bizlere uzatýp "Haydi alýnýz, yeyiniz" dediði gibi; bir zehirli sineðin eliyle bizlere þifalý, tatlý balý yedirdiði ve elsiz bir böceðin eliyle en yumuþak ipeði bizlere giydirdiði gibi, bir avuç kadar küçücük çekirdeklerde, tohumcuklarda binler batman taamlarý bizim için saklayan ve ihtiyat zahîresi olarak o küçücük depolarda yerleþtiren bir rahmet, bir þefkat, elbette hiç þübhe olamaz ki; bu derece nazeninane beslediði bu sevimli ve minnetdarlarý ve perestiþkârlarý olan mü'min insanlarý idam etmez. Belki onlarý daha parlak rahmetlere mazhar etmek için, hayat-ý dünyeviye vazifesinden terhis eder diye "Rahîm" ve "Kerim" isimleri sualimize cevab veriyorlar; "El-Cennetü Hakkun" diyorlar.

 

Hem madem biz gözümüzle görüyoruz ki: Umum mahluklarda ve zemin yüzünde öyle bir hikmet eli iþliyor ve öyle bir adalet ölçüleriyle iþler dönüyor ki, akl-ý beþer onun fevkinde düþünemiyor. Meselâ: Ýnsanýn bin cihazatýna takýlan hikmetlerinden yalnýz bir küçük çekirdek kadar kuvve-i hâfýzasýnda bütün tarihçe-i hayatýný ve ona temas eden hadsiz hâdisatý o kuvvecikte yazýp, onu bir kütübhane hükmüne getirip ve insanýn haþirde muhakemesi için neþir olacak olan defter-i a'malinin bir küçük senedi olarak her vakit hatýrlatmak sýrrý ile her insanýn eline vererek dimaðýnýn cebine koyan bir ezelî hikmet ve bütün masnuatta gayet hassas mizanlar ile a'zalarýný yerleþtiren, mikroptan gergedana, sinekten simurga kuþuna, bir çiçekli nebattan milyarlar, trilyonlarla çiçekler açan bahar çiçeðine kadar, israfsýz ölçülerle bir tenasüb, bir müvazene, bir intizam ve bir cemal içinde masnuatý bir hüsün ve san'at yapan ve her zîhayatýn hukuk-u hayatýný kemal-i mizanla

 

sh: » (Þ: 208)

 

veren; iyiliklere güzel neticeler ve fenalýklara fena neticeler verdiren ve Âdem zamanýndan beri taðî ve zalim kavimlere vurduðu tokatlarla kendini pek kuvvetli ihsas ettiren bir adalet-i sermediye, elbette ve hiç þübhe getirmez ki: Güneþ gündüzsüz olmadýðý gibi; o hikmet-i ezeliye, o adalet-i sermediye âhiretsiz olmazlar ve ölümde en zalimlerin ve en mazlumlarýn bir tarzda gitmelerindeki âkibetsiz bir dehþetli haksýzlýða, adaletsizliðe ve hikmetsizliðe hiçbir veçhile müsaade etmezler diye "Hakîm" ve "Hakem" ve "Adl" ve "Âdil" isimleri bizim sualimize kat'î cevab veriyorlar.

 

Hem mâdem bütün zîhayat mahluklarýn elleri yetiþmediði ve iktidarlarý dairesinde olmayan bütün hacatlarýný, bütün fýtrî matlablarýný bir nevi dua bulunan istidad-ý fýtrî ve ihtiyac-ý zarurî dilleriyle istedikleri vakitte, gayet rahîm ve iþitici ve þefkatli bir dest-i gaybî tarafýndan verildiðinden ve ihtiyarî olan daavat-ý insaniyenin, hususan havaslarýn ve nebilerin dualarýnýn on adedden altý-yedisi hilaf-ý âdet makbul olmasýndan kat'î anlaþýlýyor ki: Her dertlinin âhýný, her muhtacýn duasýný iþiten ve dinleyen bir Semî-i Mucîb perde arkasýnda var, bakar ki; en küçük bir zîhayatýn en küçük bir ihtiyacýný görür ve en gizli bir âhýný iþitir, þefkat eder, fiilen cevab verir, memnun eder. Elbette ve her halde hiçbir þübhe ihtimali kalmaz ki: Mahluklarýn en ehemmiyetlisi olan nev'-i insanýn en ehemmiyetli ve umumî ve umum kâinatý ve umum esma ve sýfât-ý Ýlahiyeyi alâkadar eden beka-i uhreviyeye ait dualarýný içine alan ve nev'-i insanýn güneþleri ve yýldýzlarý ve kumandanlarý olan bütün peygamberleri arkasýna alýp onlara duasýna "âmîn, âmîn" dedirten ve ümmetinden her gün her ferd-i mütedeyyin hiç olmazsa kaç defa ona salavat getirmekle onun duasýna "âmîn, âmîn" diyen ve belki bütün mahlukat o duasýna iþtirak ederek "Evet ya Rabbenâ! Ýstediðini ver, biz de onun istediðini istiyoruz." diyorlar. Bütün bu reddedilmez þerait altýnda beka-i uhrevî ve saadet-i ebediye için Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn -haþrin hadsiz esbab-ý mûcibesinden- yalnýz tek duasý Cennet'in vücuduna ve baharýn icadý kadar kudretine kolay olan âhiretin icadýna kâfi bir sebebdir diye "Mucîb" ve "Semi'" ve "Rahîm" isimleri bizim sualimize cevab veriyorlar.

 

Hem madem gündüz bedahetle güneþi gösterdiði gibi; zemin yüzünde, mevsimlerin tebeddülünde küllî ölmek ve dirilmekte, perde arkasýnda bir mutasarrýf gayet intizamla koca küre-i arzý bir bahçe, belki bir aðaç kolaylýðýnda ve intizamýnda ve azametli baharý bir çiçek sühuletinde ve mizanlý zînetinde ve zemin sahifesinde üçyüz bin haþr ve neþrin nümune ve misallerini gösteren üçyüz bin kitab hükmündeki nebatat ve hayvanat taifelerini (onda)

 

sh: » (Þ: 209)

 

yazar, beraber ve birbiri içinde þaþýrmayarak, karýþýk iken karýþtýrmayarak, birbirine benzemekle beraber iltibassýz, sehivsiz, hatasýz, mükemmel, muntazam, manidar yazan bir kalem-i kudret, bu azameti içinde hadsiz bir rahmet, nihayetsiz bir hikmet ile iþlediði gibi; koca kâinatý bir hanesi misillü insana müsahhar ve müzeyyen ve tefriþ etmek ve o insaný halife-i zemin ederek ve dað ve gök ve yer tahammülünden çekindikleri emanet-i kübrayý ona vermesi ve sair zîhayatlara bir derece zabitlik mertebesiyle mükerrem etmesi ve hitabat-ý Sübhaniyesine ve sohbetine müþerref eylemesi ile fevkalâde bir makam verdiði ve bütün semavî fermanlarda ona saadet-i ebediyeyi ve beka-i uhreviyeyi kat'î vaad ve ahdettiði halde, elbette ve hiçbir þübhe olmaz ki: Bahar kadar kudretine kolay gelen dâr-ý saadeti o mükerrem ve müþerref insanlar için açacak ve yapacak ve haþir ve kýyameti getirecek diye "Muhyî" ve "Mümit" ve "Hayy" ve "Kayyum" ve "Kadîr" ve "Alîm" isimleri, Hâlýkýmýzdan sormamýza cevab veriyorlar.

 

Evet her baharda bütün aðaçlarý ve otlarýn köklerini aynen ihya ve nebatî ve hayvanî üçyüz bin nevi haþrin ve neþrin nümunelerini icad eden bir kudret, Muhammed ve Musa Aleyhimessalâtü Vesselâmlarýn herbirinin ümmetinin geçirdiði bin senelik zaman, karþý karþýya hayalen getirilip bakýlsa, haþrin ve neþrin bin misalini ve bin delilini iki bin baharda (1) gösterdiði görülecek. Ve böyle bir kudretten haþr-i cismanîyi uzak görmek, bin derece körlük ve akýlsýzlýktýr.

 

(1) Sâbýk herbir bahar; kýyameti kopmuþ, ölmüþ ve karþýsýndaki bahar, onun haþri hükmündedir.

 

Hem madem nev'-i beþerin en meþhurlarý olan yüzyirmidört bin peygamberler ittifak ile saadet-i ebediyeyi ve beka-yý uhrevîyi Cenab-ý Hakk'ýn binler vaad ve ahidlerine istinaden ilân edip mu'cizeleriyle doðru olduklarýný isbat ettikleri gibi, hadsiz ehl-i velayet, keþf ile ve zevk ile ayný hakikata imza basýyorlar. Elbette o hakikat güneþ gibi zâhir olur, þübhe eden divane olur. Evet bir fende ve bir san'atta mütehassýs bir-iki zâtýn o fen ve o san'ata ait hükümleri ve fikirleri, onda ihtisasý olmayan bin adamýn, -hattâ baþka fenlerde âlim ve ehl-i ihtisas da olsalar- muhalif fikirlerini hükümden ýskat ettikleri gibi; bir mes'elede, meselâ ramazan hilâlini yevm-i þekte isbat etmek ve "Süt konservelerine benzeyen ceviz-i hindî bahçesi rûy-i zeminde var" diye dava etmekte iki isbat edici, bin inkâr edici ve nefyedicilere galebe edip davayý kazanýyorlar. Çünki isbat eden yalnýz bir ceviz-i hindîyi veyahut yerini gösterse kolayca davayý kazanýr. Onu nefy ve inkâr eden,

 

sh: » (Þ: 210)

 

bütün rûy-i zemini aramak, taramakla hiçbir yerde bulunmadýðýný göstermekle davasýný isbat edebildiði gibi; Cennet'i ve dâr-ý saadeti ihbar ve isbat eden yalnýz bir izini, sinemada gibi keþfen bir gölgesini, bir tereþþuhunu göstermekle davayý kazandýðý halde; onu nefy ve inkâr eden, bütün kâinatý ve ezelden ebede kadar zamanlarý görmek ve göstermekle ancak inkârýný ve nefyini isbat ile davayý kazanabilir. Ve bu ehemmiyetli sýrdandýr ki; hususî bir yere bakmayan ve îmanî hakikatlar gibi umum kâinata bakan nefyler, inkârlar (zâtýnda muhal olmamak þartýyla) isbat edilmez diye eh-i tahkik ittifak edip bir düstur-u esasî kabul etmiþler.

 

Ýþte bu kat'î hakikata binaen binler feylesoflarýn muhalif fikirleri, böyle îmanî mes'elelerde birtek muhbir-i sadýka karþý hiçbir þübhe hattâ vesvese vermemek lâzým iken, yüzyirmi bin isbat edici ehl-i ihtisas ve muhbir-i sadýkýn ve hadsiz ve nihayetsiz müsbit ve mütehassýs ehl-i hakikat ve ashab-ý tahkikin ittifak ettikleri erkân-ý îmaniyede, aklý gözüne inmiþ, kalbsiz, maneviyattan uzaklaþmýþ, körleþmiþ birkaç feylesofun inkârlarýyla þübheye düþmenin ne kadar ahmaklýk ve divanelik olduðunu kýyas ediniz.

 

Hem madem gözümüzle, gündüz gibi; hem nefsimizde, hem etrafýmýzda bir rahmet-i âmme ve bir hikmet-i þamile ve bir inayet-i daime müþahede ediyoruz ve dehþetli bir saltanat-ý rububiyet ve dikkatli bir adalet-i âliye ve izzetli icraat-ý celaliyenin âsârýný ve cilvelerini görüyoruz. Hattâ bir aðacýn meyveleri ve çiçekleri sayýsýnca o aðaca hikmetler takan bir hikmet ve herbir insanýn cihazatý ve hissiyatý ve kuvveleri adedince ihsanlarý, in'amlarý ona baðlamýþ bir rahmet ve Kavm-i Nuh ve Hud ve Sâlih Aleyhimüsselâm ve Kavm-i Âd ve Semud ve Firavun gibi âsi milletlere tokat vuran ve en küçük bir zîhayatýn hakkýný muhafaza eden izzetli ve inayetli bir adalet ve

 

وَمِنْ آيَاتِهِ اَنْ تَقُومَ السّمَاءُ وَاْلاَرْضُ بِاَمْرِهِ ثُمَّ اِذَا دَعَاكُمْ دَعْوَةً مِنَ اْلاَرْضِ اِذَا اَنْتُمْ تَخْرُجُونَ

 

âyeti, azametli bir îcaz ile der:

 

Nasýlki iki kýþlada yatan ve duran muti' askerler, bir kumandanýn çaðýrmasýyla silâh baþýna ve vazife baþýna boru sesiyle gelmeleri gibi, aynen öyle de: Bu iki kýþlanýn misalinde ve emre itaatýnda koca semavat ve küre-i arz, Sultan-ý Ezelî'nin askerlerine iki

 

sh: » (Þ: 211)

 

 

 

muti' kýþla gibi, ne vakit Hazret-i Ýsrafil Aleyhisselâm'ýn borusuyla o kýþlalarda ölüm ile yatanlar çaðýrýlsa, derhal cesed libaslarýný giyip dýþarý fýrlamalarýný isbat edip gösteren her baharda arz kýþlasý içindekiler, melek-i ra'dýn borusuyla ayný vaziyeti göstermesiyle nihayetsiz azameti anlaþýlan bir saltanat-ý rububiyet; elbette ve elbette ve her halde ve hiç þübhe getirmez ki, -Onuncu Söz'de isbatýna binaen- o rahmet ve hikmet ve inayet ve adalet ve saltanat-ý sermediyenin gayet kat'î istedikleri dâr-ý âhiret ve daire-i haþir ve neþrin açýlmamasýyla o nihayetsiz cemal-i rahmet nihayetsiz bir çirkin merhametsizliðe inkýlâb etmesi ve o hadsiz kemal-i hikmet, hadsiz kusurlu abesiyete ve faydasýz israfata dönmesi ve o gayet þirin inayet, gayet acý ihanetlere deðiþmesi ve o gayet mizanlý ve hakkaniyetli adalet, gayet þiddetli zulümlere kalbolmasý ve o gayet derecede haþmetli ve kuvvetli saltanat-ý sermediye sukut etmesi ve haþrin gelmemesiyle bütün haþmeti kaybolmasý ve kemalât-ý rububiyeti acz ve kusur ile lekedar olmasý, hiçbir cihet-i imkâný yok; hiçbir akýl ihtimal vermez, yüz muhal içinde birden bulunur, daire-i imkân haricinde bâtýl ve mümteni'dir. Çünki nazenin ve nazdar beslediði ve akýl ve kalb gibi cihazatla saadet-i ebediyeye ve âhirette beka-i daimîye iþtiyak hissini verdiði halde onu ebedî idam etmek, ne kadar gadirli bir merhametsizlik ve onun yalnýz dimaðýna yüzer hikmetler ve faydalar taktýðý halde onu dirilmemek üzere bütün cihazatýný ve binler faideleri bulunan istidadatýný âkibetsiz bir ölümle faidesiz, neticesiz, hikmetsiz bütün bütün israf etmek ne derece hilaf-ý hikmet ve binler va'd ü ahidlerini yerine getirmemek ile -hâþâ- aczini ve cehlini göstermek, ne kadar o haþmet-i saltanata ve o kemal-i rububiyete zýddýr, her zîþuur anlar. Bunlara kýyasen, inayet ve adaleti tatbik eyle.

 

Ýþte Hâlýkýmýzdan sorduðumuz âhirete dair sûalimize "Rahman" ve "Hakîm" ve "Adl" ve "Kerim" ve "Hâkim" isimleri mezkûr hakikatle cevab veriyorlar, þeksiz þübhesiz, güneþ gibi âhireti isbat ediyorlar.

 

Hem mâdem biz gözümüzle görüyoruz: Öyle ihâtalý ve azametli bir hafîziyet hükmeder ki, zîhayat herþeyin ve her hâdisenin çok suretlerini ve gördüðü fýtrî vazifesinin defterini ve esma-i Ýlâhiyeye karþý lisan-ý hâl ile tesbihatýna dair sahife-i a'mâlini misalî levhalarda ve çekirdeklerinde ve tohumcuklarýnda ve levh-i mahfuzun nümunecikleri olan kuva-yý hâfýzalarýnda ve bilhassa insanýn dimaðýndaki pek büyük ve pek küçük kütübhanesi olan kuvve-i hâfýzasýnda ve sair maddî ve manevî in'ikâs âyinelerinde kaydeder, yazdýrýr; zabtederek muhafaza altýna alýr. Sonra mevsi

 

sh: » (Þ: 212)

 

mi geldikçe bütün o mânevî yazýlarý maddî bir tarzda da gözümüze gösterip milyonlarla misâller ve deliller ve nümuneler kuvvetiyle وَ َاِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ âyetindeki en acib bir hakikat-ý haþriyeyi, kudretin bir çiçeði olan her bahar, kendi çiçek-i ekberinde milyarlar dil ile kâinata ilân eder. Ve baþta nev'-i insan olarak bütün zîhayatlar ve bütün eþya, fenaya düþmek ve ademe sukut etmek ve hiçlikte mahvolmak ve baþta nev'-i beþer olarak zîhayatlar idam edilmek için yaratýlmamýþlar. Belki bekaya terakki ile ve devama tasaffi ile ve sermedî vazifeye istidadýyla girmek için halk olunduklarýný gayet kuvvetli isbat eder.

 

Evet her baharda müþahede ediyoruz ki: Güz mevsimi kýyametinde vefat eden hadsiz nebatat, bahar haþrinde herbir aðaç, herbir kök, herbir çekirdek, herbir tohum وَ َاِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ âyetini okuyup bir manasýný, bir ferdini kendi diliyle, geçmiþ senelerde gördüðü vazifenin misalleriyle tefsir ederek o azametli hafîziyete þehadet eder. هُوَ اْلاَوَّلُ وَاْلآخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ âyetindeki dört muazzam hakikatlarý her þeyde gösterip hafîziyeti azamî derecede ve haþri bahar kolaylýðýnda ve kat'iyetinde bizlere ders verir. Evet bu dört ismin cilveleri, en cüz'îden en küllîye kadar cereyan ederler. Meselâ: Nasýlki bu aðacýn menþei olan bir çekirdek َاْلاَوَّلُ ismine mazhariyetle o aðacýn gayet mükemmel proðramýný ve icadýnýn noksansýz cihazatýný ve teþekkülünün bütün þeraitini câmi' bir kutucuktur ki; hafîziyetin azametini isbat eder.

 

وَاْلآخِرُ ismine mazhar olan meyvesi ise, çekirdekleriyle o aðacýn iþlediði bütün fýtrî vazifelerinin fihristesini ve amellerinin listesini ve hayat-ý sâniyesinin düsturlarýný ihtiva eden bir sandukçadýr ki, azamî derecede hafîziyete þehadet eder.

 

وَالظَّاهِرُ ismine mazhar olan o aðacýn suret-i cismaniyesi ise, öyle tenasüblü ve san'atlý ve süslü bir hulle, bir libas ve ayrý ayrý

 

sh: » (Þ: 213)

 

 

 

nakýþlar ve zînetler ve yaldýzlý niþanlar ile tezyin edilmiþ; güya yetmiþ renkli bir huri elbisesidir ki, hafîziyet içinde azamet-i kudret ve kemal-i hikmet ve cemal-i rahmeti gözlere gösterir.

 

وَالْبَاطِنُ ismine âyine olan o aðacýn içindeki makinesi ise, öyle muntazam ve mükemmel ve mu'cizatlý bir fabrika, bir tezgâh, bir kimyahane ve hiçbir dalý ve meyveyi ve yapraðý gýdasýz býrakmayan mizanlý bir kazan-ý erzaktýr ki; hafîziyet içinde kemal-i kudret ve adalet ve cemal-i rahmet ve hikmeti güneþ gibi isbat eder.

 

Aynen öyle de, küre-i arz, senevî mevsimler cihetinde bir aðaçtýr. Ýsm-i Evvel cilvesiyle güz mevsiminde hafîziyete emanet edilen bütün tohumlar ve çekirdekler, bahar çarþafýný giyen zemin yüzünün milyarlar dal, budak, meyve veren ve çiçek açan aðacýnýn teþkilâtýna dair Ýlahî emirlerin mecmuacýklarý ve kaderden gelen düsturlarýn listeleri ve geçen yazýn iþlediði vazifelerin küçücük sahife-i amelleri ve defter-i hidematýdýr ki, bilbedahe bir Hafîz-i Zülcelali Vel'ikram'ýn hadsiz kudret, adalet, hikmet, rahmet ile iþ gördüðünü gösteriyor.

 

Ve senevî zemin aðacýnýn âhiri ise, ikinci güzde o aðacýn gördüðü bütün vazifelerini ve esma-i Ýlahiyeye karþý ettiði bütün fýtrî tesbihatlarýný ve gelecek bahar haþrinde neþir olabilen bütün sahaif-i a'mallerini, zerrecik ve küçücük kutucuklarýn içine koyup, Hafîz-i Zülcelal'in dest-i hikmetine teslim eder. هُوَ اْلآخِرُ ismini hadsiz dillerle kâinat yüzünde okur.

 

Ve bu aðacýn zâhiri ise, haþrin üçyüz bin misallerini ve emarelerini gösteren üçyüz bin küllî ve çeþit çeþit çiçekler açýp hadsiz rahmaniyet ve rezzakýyet ve rahîmiyet ve kerimiyet sofralarýný sererek zîhayatlara ziyafetler vermekle هُوَ الظَّاهِرُ ismini meyveleri, çiçekleri, taamlarý sayýsýnca lisanlarýyla zikredip medh ü sena eder, gündüz gibi وَ َاِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ hakikatýný gösterir.

 

Bu haþmetli aðacýn bâtýný ise, hadsiz ve hesaba gelmez muntazam makineleri ve mizanlý fabrikalarý kemal-i dikkat ve intizamla iþlettiren öyle bir kazan ve tezgâhtýr ki, bir dirhemden bin bat

 

sh: » (Þ: 214)

 

man taamlarý piþirir, açlara yetiþtirir. Ve öyle bir mizan ve dikkatle iþler ki, zerre kadar tesadüfün karýþmasýna bir yer býrakmýyor. هُوَ الْبَاطِنُ ismini zeminin iç yüzüyle yüzbin dil ile tesbih eden bazý melaike gibi yüzbin tarzlarda ilân edip isbat eder.

 

Hem arz, senevî hayatý haysiyetiyle bir aðaç olduðu ve o dört isim içinde hafîziyeti ve onunla haþir kapýsýna bir anahtar yaptýðý gibi, aynen öyle de, dehrî ve dünya hayatý cihetiyle yine meyveleri âhiret pazarýna gönderilen bir muntazam aðaçtýr. Ve o dört isme öyle bir mazhar, bir âyine ve âhirete giden bir yol açar ki, geniþliðini ihataya ve tabire aklýmýz kâfi gelmiyor. Yalnýz bu kadar deriz: Nasýlki bir saatin saniyeleri ve dakikalarý ve saatleri ve günleri sayan haftalýk saatin milleri birbirine benzer, birbirini isbat eder. Saniyelerin hareketini gören, sair çarklarýn hareketlerini tasdik etmeye mecbur olur. Aynen öyle de; semavat ve arzýn Hâlýk-ý Zülcelalinin bir saat-ý ekberi olan bu dünyanýn saniyelerini sayan günler ve dakikalarýný hesab eden seneler ve saatlerini gösteren asýrlar ve günlerini bildiren devirler birbirine benzer, birbirini isbat eder. Ve bu gecenin sabahý ve bu kýþýn baharý kat'iyetinde fâni dünyanýn karanlýklý kýþýnýn bâki bir baharý ve sermedî bir sabahý geleceðini hadsiz emarelerle haber verir diye, Hafîz ismi ile هُوَ اْلاَوَّلُ وَاْلآخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ isimleri, biz Hâlýkýmýzdan sorduðumuz haþir mes'elesine, mezkûr hakikatla cevab veriyorlar.

 

Hem madem gözümüzle görüyoruz ve aklýmýzla anlýyoruz ki; insan þu kâinat aðacýnýn en son ve en cem'iyetli meyvesi ve hakikat-ý Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm cihetiyle çekirdek-i aslîsi ve kâinat Kur'anýnýn âyet-i kübrasý ve ism-i azamý taþýyan âyet-el kürsisi ve kâinat sarayýnýn en mükerrem misafiri ve o saraydaki sair sekenelerde tasarrufa me'zun en faal memuru ve kâinat þehrinin zemin mahallesinin bahçesinde ve tarlasýnda, varidat ve sarfiyatýna ve zer' ve ekilmesine nezarete memur ve yüzer fenler ve binler san'atlarla techiz edilmiþ en gürültülü ve mes'uliyetli nâzýrý ve kâinat ülkesinin arz memleketinde, Padiþah-ý Ezel ve Ebed'in gayet dikkat altýnda bir müfettiþi, bir nevi halife-i arzý ve cüz'î ve küllî harekâtý kaydedilen bir mutasarrýfý ve sema ve arz ve cibalin kaldýrmasýndan çekindikleri emanet-i kübrayý omuzuna alan ve önüne iki acib yol açýlan, bir yolda zîhayatýn en bedbahtý ve diðerinde en bahtiyarý, çok geniþ bir ubudiyetle mükellef

 

 

 

 

 

sh: » (Þ: 215)

 

bir abd-i küllî ve kâinat sultanýnýn ism-i azamýna mazhar ve bütün esmasýna en câmi' bir âyinesi ve hitabat-ý Sübhaniyesine ve konuþmalarýna en anlayýþlý bir muhatab-ý hassý ve kâinatýn zîhayatlarý içinde en ziyade ihtiyaçlýsý ve hadsiz fakrýyla ve aczi ile beraber hadsiz maksadlarý ve arzularý ve nihayetsiz düþmanlarý ve onu inciten zararlý þeyleri bulunan bir bîçare zîhayatý ve istidadca en zengini ve lezzet-i hayat cihetinde en müteellimi ve lezzetleri dehþetli elemlerle âlûde ve bekaya en ziyade müþtak ve muhtaç ve en çok lâyýk ve müstehak ve devamý ve saadet-i ebediyeyi hadsiz dualarla isteyen ve yalvaran ve bütün dünya lezzetleri ona verilse, onun bekaya karþý arzusunu tatmin etmeyen ve ona ihsanlar eden zâtý perestiþ derecesinde seven ve sevdiren ve sevilen çok hârika bir mu'cize-i kudret-i Samedaniye ve bir acube-i hilkat ve kâinatý içine alan ve ebede gitmek için yaratýldýðýna bütün cihazat-ý insaniyesi þehadet eden.. böyle yirmi küllî hakikatlar ile Cenab-ý Hakk'ýn Hak ismine baðlanan ve en küçük zîhayatýn en cüz'î ihtiyacýný gören ve niyazýný iþiten ve fiilen cevab veren Hafîz-i Zülcelal'in, Hafîz ismiyle mütemadiyen amelleri kaydedilen ve kâinatý alâkadar edecek ef'alleri o ismin kâtibîn-i kiramlarýyla yazýlan ve her þeyden ziyade o ismin nazar-ý dikkatine mazhar bulunan bu insanlar, elbette ve elbette ve her halde ve hiçbir þübhe getirmez ki; bu yirmi hakikatýn hükmüyle, insanlar için bir haþir ve neþir olacak ve Hak ismiyle evvelki hizmetlerinin mükâfatýný ve kusuratýnýn mücazatýný çekecek. Ve Hafîz ismiyle cüz'î-küllî kayd altýna alýnan her amelinden muhasebe ve sorguya çekilecek. Ve dâr-ý bekada saadet-i ebediye ziyafetgâhýnýn ve þekavet-i daime hapishanesinin kapýlarý açýlacak. Ve bu âlemde çok taifelere kumandanlýk yapan ve karýþan ve bazan karýþtýran bir zabit, topraða girip her amelinden sual olunmamak ve uyandýrýlmamak üzere yatýp saklanmayacaktýr.

 

Yoksa sineðin sesini iþitip hakk-ý hayatýný vermekle fiilen cevab verdiði halde, gök gürültüsü kuvvetinde bekaya ait hadsiz hukuk-u insaniyenin, mezkûr yirmi hakikatlar lisanlarý ile edilen ve arþý ve ferþi çýnlatan dualarýný iþitmemek ve o hadsiz hukuku zayi' etmek ve sinek kanadýnýn intizamý þehadetiyle sinek kanadý kadar israf etmeyen bir hikmet, bütün o hakikatlarýn baðlandýklarý insanî istidadatý ve ebede uzanan emelleri ve arzularý ve o istidad ve arzularý besleyen kâinatýn pek çok rabýtalarýný ve hakikatlarýný bütün bütün israf etmek öyle bir haksýzlýktýr ve imkân haricinde ve zalîmane bir çirkinliktir ki; "Hak" ve "Hafîz" ve "Hakîm" ve "Cemil" ve "Rahîm" isimlerine þehadet eden bütün mevcudat onu reddeder. Yüz derece muhal ve bin vecihle mümteni'dir

 

sh: » (Þ: 216)

 

derler. Ýþte biz Hâlýkýmýzdan haþre dair sorduðumuz suale, Hak, Hafîz, Hakîm, Cemil, Rahîm isimleri cevab verip derler: "Biz, hak ve hakikat olduðumuz gibi ve hem bize þehadet eden mevcudatýn tahakkuku misillü, haþir haktýr ve muhakkaktýr."

 

Hem madem.. daha yazacaktým, fakat güneþ gibi malûm olmasýndan kýsa kestim. Ýþte geçmiþ misallerde ve mademlerdeki maddelere kýyasen, Cenab-ý Hakk'ýn yüz, belki bin esmasýnýn kâinata bakan isimlerinin herbirisi, nasýlki mevcudattaki âyine ve cilveleriyle müsemmasýný bedahetle isbat eder. Aynen öyle de; haþri ve dâr-ý âhireti de gösterirler ve kat'iyetle isbat ederler.

 

Hem nasýl Hâlýkýmýzdan sorduðumuz sualimize, o Rabbimiz bütün fermanlarýyla ve nâzil ettiði bütün kitablarýyla ve müsemma olduðu ekser isimleriyle bize kudsî ve kat'î cevab veriyor. Aynen öyle de, melaikeleriyle ve onlarýn diliyle daha baþka bir tarzda dedirir:

 

"Sizin zaman-ý Âdem'den beri hem ruhanîlerle, hem bizimle görüþmenizin yüzer tevatür kuvvetinde hâdiseleri var ve bizim ve ruhanîlerin vücudlarýna ve ubudiyetlerine delalet eden hadsiz emare ve deliller var. Ve biz âhiret salonlarýnda ve bazý dairelerinde gezdiðimizi, birbirimize mutabýk olarak sizin kumandanlarýnýz ile görüþtüðümüz zaman söylemiþiz ve daima da söylüyoruz. Elbette bu gezdiðimiz bâki ve mükemmel salonlar ve bu salonlarýn arkalarýnda tefriþ ve tezyin edilmiþ olan saraylar ve menziller, hiç þübhemiz yoktur ki, gayet ehemmiyetli misafirleri o yerlerde iskân etmek üzere bekliyorlar. Size kat'î beyan ediyoruz." diye sualimize cevab veriyorlar.

 

Hem madem Hâlýkýmýz, bize en büyük muallim ve en mükemmel üstad ve þaþýrmaz ve þaþýrtmaz en doðru rehber olarak Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'ý tayin etmiþ. Ve en son elçi olarak göndermiþ. Biz dahi, ilmelyakîn mertebesinden aynelyakîn ve hakkalyakîn mertebelerine terakki ve tekemmül etmek üzere herþeyden evvel bu üstadýmýzdan, Hâlýkýmýzdan sorduðumuz suali sormaklýðýmýz lâzým geliyor. Çünki o zât, Hâlýkýmýz tarfýndan herbiri birer niþane-i tasdik olan bin mu'cizatýyla, Kur'anýn bir mu'cizesi olarak Kur'anýn hak ve kelâmullah olduðunu isbat ettiði gibi; Kur'an dahi, kýrk nevi i'caz ile, o zâtýn bir mu'cizesi olup, O'nun doðru ve Resûlullah olduðunu isbat ederek ikisi beraber, biri âlem-i þehadet lisaný -bütün hayatýnda bütün enbiya ve evliyanýn tasdikleri altýnda- diðeri âlem-i gayb lisaný -bütün semavî fermanlarýn ve kâinat hakikatlarýnýn tasdikleri için

 

sh: » (Þ: 217)

 

de- binler âyâtýyla iddia ve isbat ettikleri hakikat-ý haþriye elbette güneþ ve gündüz gibi bir kat'iyettedir.

 

Evet haþir gibi, en acib ve en dehþetli ve tavr-ý aklýn haricinde bir mes'ele, ancak ve ancak böyle hârika iki üstadýn dersleriyle halledilir, anlaþýlýr.

 

Eski zaman peygamberleri ümmetlerine Kur'an gibi izahat vermediklerinin sebebi, o devirler beþerin bedeviyet ve tufuliyet devri olmasýdýr. Ýbtidaî derslerde izah az olur.

 

Elhasýl: Madem Cenab-ý Hakk'ýn ekser isimleri âhireti iktiza edip isterler. Elbette o isimlere delalet eden bütün hüccetler, bir cihette âhiretin tahakkukuna dahi delalet ederler. Ve madem melaikeler âhiretin ve âlem-i bekanýn dairelerini gördüklerini haber veriyorlar. Elbette melaike ve ruhlarýn ve ruhaniyatýn vücud ve ubudiyetlerine þehadet eden deliller, dolayýsýyla âhiretin vücuduna dahi delalet ederler. Ve madem Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn bütün hayatýnda vahdaniyetten sonra en daimî davasý ve müddeasý ve esasý âhirettir; elbette o zâtýn nübüvvetine ve sýdkýna delalet eden bütün mu'cizeleri ve hüccetleri, -bir cihette, dolayýsýyla- âhiretin tahakkukuna ve geleceðine þehadet ederler. Ve madem Kur'anýn dörtten birisi haþir ve âhirettir ve bin âyâtýyla onun isbatýna çalýþýr ve onu haber verir. Elbette Kur'anýn hakkaniyetine þehadet ve delalet eden bütün hüccetleri ve delilleri ve bürhanlarý, dolayýsýyla âhiretin vücuduna ve tahakkukuna ve açýlmasýna dahi delalet ve þehadet ederler.

 

Ýþte bak, bu rükn-ü îmanî ne kadar kuvvetli ve kat'î olduðunu gör.

 

* * *

 

 

 

sh: » (Þ: 218)

 

Sekizinci Mes'elenin Bir Hülâsasý

 

Yedinci'de haþri çok makamattan soracaktýk. Fakat Hâlýkýmýzýn isimleriyle verdiði cevab o derece kuvvetli yakîn ve kanaat verdi ki; daha baþka sorgulara ihtiyaç býrakmadýðýndan orada kýsa kestik. Þimdi bu mes'elede, âhiret îmanýnýn, hem âhiretin saadetine, hem dünya saadetine dair temin ettiði faideler ve neticelerinden yüzden biri hülâsa edilecek. Saadet-i uhreviyeye ait kýsmý, Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan'ýn izahatý daha hiç bir beyana ihtiyaç býrakmamýþ, onu ona havale ederek ve saadet-i dünyeviyeye ait kýsmý izah cihetini Risâle-i Nur'a býrakýp, yalnýz kýsa bir hülâsa ile insanýn hayat-ý þahsiye ve hayat-ý içtimaiyesine ait yüzer neticelerinden üç-dört tanesini beyan ederiz.

 

Birincisi: Ýnsan, sair hayvanata muhalif olarak, hanesiyle alâkadar olduðu misillü dünya ile alâkadardýr ve akaribiyle münasebettar olduðu gibi, nev'-i beþer ile de ciddî ve fýtrî münasebettardýr. Ve dünyada muvakkat bekasýný arzuladýðý gibi bir dâr-ý ebedîde bekasýný, aþk derecesinde arzuluyor. Ve midesinin gýda ihtiyacýný temin etmeye çalýþtýðý gibi dünya kadar geniþ, belki ebede kadar uzanan sofralarý ve gýdalarý, akýl ve kalb ve ruh ve insaniyet mideleri için tedarik etmeye fýtraten mecburdur, çabalýyor. Ve öyle arzularý ve matlablarý var ki, ebedî saadetten baþka hiçbir þey onlarý tatmin etmiyor. Hattâ Onuncu Söz'de iþaret edildiði gibi, bir zaman -küçüklüðümde- hayalimden sordum: "Sana bir milyon sene ömür ve dünya saltanatý verilmesini, fakat sonra ademe ve hiçliðe düþmesini mi istersin? Yoksa bâki fakat âdi ve meþakkatli bir vücudu mu istersin?" dedim. Baktým, ikincisini arzulayýp birincisinden "ah" çekti. "Cehennem de olsa beka isterim" dedi.

 

Ýþte madem mahiyet-i insaniyenin bir hizmetkârý olan kuvve-i hayaliyeyi bu dünya lezzetleri tatmin etmiyor. Elbette gayet câmi' mahiyet-i insaniye, ebediyetle fýtraten alâkadardýr. Ýþte bu hadsiz arzu ve emellere baðlý olduðu halde, sermayesi bir cüz'î

 

sh: » (Þ: 219)

 

cüz-ü ihtiyarî ve fakr-ý mutlak bir insana, âhirete îman ne derece kuvvetli ve kâfi ve vâfi bir hazine, bir medar-ý saadet ve lezzet, bir medar-ý istimdad, bir merci' ve dünyanýn hadsiz gamlarýna karþý bir medar-ý teselli olduðu öyle bir meyve ve faidedir ki; onu kazanmak yolunda dünya hayatýný feda etse, yine ucuzdur.

 

Ýkinci meyvesi ve hayat-ý þahsiyeye bakan bir faidesi:

 

Üçüncü Mes'ele'de izah edilen ve Gençlik Rehberi'nde bir haþiye bulunan çok ehemmiyetli bir neticedir.

 

Evet her insanýn, her zaman düþündüðü en ehemmiyetli endiþesi, mezaristana giren kendi dostlarý ve akrabalarý gibi o idamhaneye girmek keyfiyetidir. Birtek dostu için, ruhunu feda eden o bîçare insanýn; binler, belki milyonlar, milyarlar dostlarý ebedî bir müfarakat içinde idam olmalarýný tevehhüm edip Cehennem azabýndan beter bir elem -o düþünmek ucundan- göründüðü vakit, âhirete îman geldi, gözünü açtýrdý ve perdeyi kaldýrdý. "Bak" dedi. O îmanla baktý. Cennet lezzetinden haber veren bir lezzet-i ruhaniyeyi o dostlarý ebedî ölümlerden ve çürümelerden kurtulup mesrurane bir nuranî âlemde onu da bekliyorlar vaziyetinde müþahedesiyle aldý. Risâle-i Nur'da bu netice hüccetlerle izahýna iktifaen kýsa kesiyoruz.

 

Hayat-ý þahsiyeye ait üçüncü bir faidesi:

 

Ýnsanýn sair zîhayatlar üstündeki tefevvuku ve rütbesi ise; yüksek seciyeleri ve cem'iyetli istidadlarý ve küllî ubudiyetleri ve geniþ vücudî daireleri itibariyledir. Halbuki o insan, hem mâdum, hem ölü, hem karanlýk olan geçmiþ ve gelecek zamanlarýn ortasýnda sýkýþmýþ bir kýsa zaman olan hazýr vaktin mikyasýyla, ölçüsüyle; hamiyeti, muhabbeti, kardeþliði, insaniyeti gibi seciyeler alýr.

 

Meselâ, eskiden tanýmadýðý ve ayrýldýktan sonra da hiç göremeyeceði babasýný, kardeþini, karýsýný, milletini ve vatanýný sever, hizmet eder. Ve tam sadakata ve ihlasa pek nâdir muvaffak olabilir; o nisbette kemalâtý ve seciyeleri küçülür. Deðil hayvanlarýn en ulvîsi belki baþ aþaðý, akýl cihetiyle en bîçaresi ve aþaðýsý olmak vaziyetine düþeceði sýrada, âhirete îman imdada yetiþir. Mezar gibi dar zamanýný, geçmiþ ve gelecek zamanlarý içine alan, pek geniþ bir zamana çevirir. Ve dünya kadar, belki ezelden ebede kadar bir daire-i vücud gösterir. Babasýný, dâr-ý saadette ve âlem-i ervahta dahi pederlik münasebetiyle ve kardeþini, tâ ebede kadar uhuvvetini düþünmesiyle ve karýsýný Cennet'te dahi en güzel bir

 

sh: » (Þ: 220)

 

refika-i hayatý olduðunu bilmesi haysiyetiyle sever, hürmet eder, merhamet eder, yardým eder. Ve o büyük ve geniþ daire-i hayatta ve vücuddaki münasebetler için olan ehemmiyetli hizmetleri, dünyanýn kýymetsiz iþlerine ve cüz'î garazlarýna ve menfaatlerine âlet etmez. Ciddî sadakata ve samimî ihlasa muvaffak olarak, kemalâtý ve hasletleri, o nisbette -derecesine göre- yükselmeye baþlar. Ýnsaniyeti teâli eder. Hayat lezzetinde serçe kuþuna yetiþmeyen o insan; bütün hayvanat üstünde, kâinatýn en müntehab ve bahtiyar bir misafiri ve Sahib-i Kâinat'ýn en mahbub ve makbul bir abdi olmasýdýr. Bu netice dahi Risâle-i Nur'da hüccetlerle izahýna iktifaen kýsa kesildi.

 

Dördüncü bir faidesi ki, insanýn hayat-ý içtimaiyesine bakýyor:

 

Risâle-i Nur'dan Dokuzuncu Þua'da beyan edilen o neticenin bir hülâsasý þudur:

 

Nev'-i insanýn dörtten birini teþkil eden çocuklar, âhiret îmanýyla insanca yaþayabilirler ve insaniyetin istidadlarýný taþýyabilirler. Yoksa elîm endiþeler içinde, kendini uyutturmak ve unutturmak için çocukça oyuncaklarýyla, haylaz bir hayatla yaþayacak. Çünki her vakit etrafýnda onun gibi çocuklarýn ölmesiyle onun nazik dimaðýnda ve ileride uzun arzularý taþýyan zaîf kalbinde ve mukavemetsiz ruhunda öyle bir tesir yapar ki; hayatý ve aklý o bîçareye âlet-i azab ve iþkence edeceði zamanda, âhiret îmanýnýn dersiyle, görmemek için oyuncaklar altýnda onlardan saklandýðý o endiþeler yerinde, bir sevinç ve geniþlik hissederek der: "Bu kardeþim veya arkadaþým öldü, Cennet'in bir kuþu oldu. Bizden daha iyi keyfeder, gezer. Ve validem öldü, fakat rahmet-i Ýlahiyeye gitti, yine beni Cennet'te kucaðýna alýp sevecek ve ben de o þefkatli anneciðimi göreceðim." diye insaniyete lâyýk bir tarzda yaþayabilir.

 

Hem insanýn bir rub'unu teþkil eden ihtiyarlar; yakýnda hayatlarýnýn sönmesine ve topraða girmelerine ve güzel ve sevimli dünyalarýnýn kapanmasýna karþý teselliyi, ancak ve ancak âhiret îmanýnda bulabilirler. Yoksa o merhametli muhterem babalar ve fedakâr þefkatli analar, öyle bir vaveylâ-yý ruhî ve bir daðdaða-i kalbî çekeceklerdi ki, dünya onlara me'yusane bir zindan ve hayat iþkenceli bir azab olurdu. Fakat âhiret îmaný onlara der: "Merak etmeyiniz, Sizin ebedî bir gençliðiniz var, gelecek ve parlak bir hayat ve nihayetsiz bir ömür sizi bekliyor. Ve zayi' ettiðiniz evlâd ve akrabalarýnýzla sevinçlerle görüþeceksiniz. Ve ettiðiniz bütün iyilikleriniz muhafaza edilmiþ, mükâfatlarýný göreceksiniz."

 

sh: » (Þ: 221)

 

diye, îman-ý âhiret onlara öyle bir teselli ve inþirah verir ki; her birinin yüz ihtiyarlýk birden baþlarýna toplansa onlarý me'yus etmez.

 

Nev'-i insanýn üçten birisini teþkil eden gençler, hevesatlarý galeyanda, hissiyata maðlub, cür'etkâr akýllarýný her vakit baþýna almayan o gençler, âhiret îmanýný kaybetseler ve Cehennem azabýný tahattur etmezlerse; hayat-ý içtimaiyede ehl-i namusun malý ve ýrzý ve zaîf ve ihtiyarlarýn rahatý ve haysiyeti tehlikede kalýr. Bazý bir dakika lezzeti için bir mes'ud hanenin saadetini mahveder ve bu gibi hapiste dört-beþ sene azab çeker, canavar bir hayvan hükmüne geçer. Eðer îman-ý âhiret onun imdadýna gelse, çabuk aklýný baþýna alýr. "Gerçi hükûmet hafiyeleri beni görmüyorlar ve ben onlardan saklanabilirim, fakat Cehennem gibi bir zindaný bulunan bir Padiþah-ý Zülcelal'in melaikeleri beni görüyorlar ve fenalýklarýmý kaydediyorlar. Ben baþýboþ deðilim ve vazifedar bir yolcuyum. Ben de onlar gibi ihtiyar ve zaîf olacaðým." diye birden, zulmen tecavüz etmek istediði adamlara karþý bir þefkat, bir hürmet hissetmeye baþlar. Bu mananýn dahi Risâle-i Nur'da bürhanlarýyla izahýna iktifaen kýsa kesiyoruz.

 

Hem nev'-i beþerin ehemmiyetli bir kýsmý, hastalar ve mazlumlar ve bizim gibi musibetzedeler ve fakirler ve aðýr ceza alan mahpuslar; eðer îman-ý âhiret onlarýn imdadýna yetiþmezse, her vakit hastalýðýn ihtarýyla gözü önüne gelen ölüm ve intikamýný alamadýðý ve namusunu elinden kurtaramadýðý zalimin maðrurane ihaneti ve büyük musibetlerde boþuboþuna malýný, evlâdýný kaybetmekle gelen elîm me'yusiyeti ve bir-iki dakika veya bir-iki saat keyif yüzünden beþ-on sene böyle bir hapis azabýný çekmekten gelen kederli sýkýntý, elbette o bîçarelere dünyayý zindan ve hayatý bir iþkenceli azaba çevirir. Eðer âhirete îman imdadlarýna yetiþse, birden onlar nefes alýrlar; sýkýntýlarý, me'yusiyetleri ve endiþeleri ve intikam hiddetleri derece-i îmanýna göre kýsmen ve bazan tamamen zâil olur.

 

Hattâ diyebilirim ki: Benim ve bir kýsým kardeþlerimin bu sebebsiz hapsimizde ve dehþetli musibetimizde, eðer îman-ý âhiret yardým etmese idi, bir gün dayanmak ölüm kadar tesir edip bizi hayattan istifa etmeðe sevkedecekti. Fakat hadsiz þükür olsun, benim caným kadar sevdiðim pek çok kardeþlerimin bu musibetten gelen elemlerini de çektiðim ve gözüm kadar sevdiðim binler Risâle-i Nur risaleleri ve benim yaldýzlý ve süslü ve çok kýymetdar kitablarýmýn ziya'larý ve aðlamalarýndan teessüflerini çektiðim ve eskiden beri az bir ihaneti ve tahakkümü kaldýramadýðým halde, si

 

sh: » (Þ: 222)

 

zi kasemle temin ederim ki: Ýman-ý bil'âhiret nuru ve kuvveti bana öyle bir sabýr ve tahammül ve teselli ve metanet, belki mücahidane, kârlý bir imtihan dersinde daha büyük mükâfatý kazanmak için bir þevk verdi ki; ben bu risalenin baþýnda dediðim gibi, kendimi Medrese-i Yusufiye ünvanýna lâyýk bir güzel ve hayýrlý medresede biliyorum. Arasýra gelen hastalýklar ve ihtiyarlýktan neþ'et eden titizlikler olmasa idi, mükemmel ve rahat-ý kalb ile derslerime daha ziyade çalýþacaktým. Her ne ise.. bu makam münasebetiyle saded harici girdi, kusura bakýlmasýn.

 

Hem her insanýn küçük bir dünyasý, belki küçük bir cenneti dahi kendi hanesidir. Eðer îman-ý âhiret o hanenin saadetinde hükmetmezse, o aile efradý, herbiri þefkat ve muhabbet ve alâkadarlýðý derecesinde elîm endiþeler ve azablar çeker. O cenneti, cehenneme döner. Veyahut muvakkat eðlenceler ve sefahetlerle aklýný tenvim edip uyutur. Devekuþu gibi avcýyý görür, kaçamýyor, uçamýyor. Baþýný kuma sokar, tâ görünmesin. Baþýný gaflete sokar, tâ ölüm ve zeval ve firak onu görmesin. Divanece, muvakkat, ibtal-i his nev'inden bir çare bulur. Çünki meselâ: Valide ruhunu feda ettiði evlâdýný daima tehlikelere maruz gördükçe titrer. Ve pederini ve kardeþini eksik olmayan belalardan kurtaramayan evlâdlar, daim bir keder, bir korkaklýk hisseder. Buna kýyasen, bu daðdaðalý kararsýz hayat-ý dünyeviyede o mes'ud zannedilen aile hayatý çok cihetlerle saadetini kaybeder ve kýsacýk bir hayattaki münasebet ve karabet dahi, hakikî sadakatý ve samimî ihlasý ve garazsýz bir hizmeti ve muhabbeti vermez. Ahlâk o nisbette küçülür, belki sukut eder. Eðer âhirete îman o haneye girse, birden ýþýklandýracak, ortalarýndaki münasebet ve þefkat ve karabet ve muhabbet kýsacýk bir zaman ölçüsüyle deðil, belki dâr-ý âhirette saadet-i ebediyede dahi o münasebetlerin devamý ölçüsüyle samimî hürmet eder, sever, þefkat eder, sadakat eder, kusurlarýna bakmaz gibi ahlâk yükseklenir. Hakikî insaniyet saadeti o hanede baþlar inkiþafa. Bu mana dahi hüccetlerle Risâle-i Nur'da beyanýna binaen kýsa kesildi.

 

Hem herbir þehir kendi ahalisine geniþ bir hanedir. Eðer îman-ý âhiret o büyük aile efradýnda hükmetmezse; güzel ahlâkýn esaslarý olan ihlas, samimiyet, fazilet, hamiyet, fedakârlýk, rýza-yý Ýlahî, sevab-ý uhrevî yerine garaz, menfaat, sahtekârlýk, hodgâmlýk, tasannu, riya, rüþvet, aldatmak gibi haller meydan alýr. Zâhirî asayiþ ve insaniyet altýnda, anarþistlik ve vahþet manalarý hükmeder; o hayat-ý þehriye zehirlenir. Çocuklar haylazlýða, gençler sarhoþluða, kavîler zulme, ihtiyarlar aðlamaða baþlarlar.

 

sh: » (Þ: 223)

 

Buna kýyasen, memleket dahi bir hanedir ve vatan dahi bir millî ailenin hanesidir. Eðer îman-ý âhiret bu geniþ hanelerde hükmetse, birden samimî hürmet ve ciddî merhamet ve rüþvetsiz muhabbet ve muavenet ve hilesiz hizmet ve muaþeret ve riyasýz ihsan ve fazilet ve enaniyetsiz büyüklük ve meziyet o hayatta inkiþafa baþlarlar. Çocuklara der: "Cennet var, haylazlýðý býrak." Kur'an dersiyle temkin verir. Gençlere der: "Cehennem var, sarhoþluðu býrak." Aklý baþlarýna getirir. Zalime der: "Þiddetli azab var, tokat yiyeceksin." Adalete baþýný eðdirir. Ýhtiyarlara der: "Senin elinden çýkmýþ bütün saadetlerinden çok yüksek ve daimî bir uhrevî saadet ve taze, bâki bir gençlik seni bekliyorlar. Onlarý kazanmaða çalýþ." Aðlamasýný gülmeye çevirir. Bunlara kýyasen cüz'î ve küllî herbir taifede hüsn-ü tesirini gösterir, ýþýklandýrýr. Nev'-i beþerin hayat-ý içtimaiyesiyle alâkadar olan içtimaiyyun ve ahlâkiyyunlarýn kulaklarý çýnlasýn! Ýþte îman-ý âhiretin binler faidelerinden iþaret ettiðimiz beþ-altý nümunelerine sairleri kýyas edilse kat'î anlaþýlýr ki; iki cihanýn ve iki hayatýn medar-ý saadeti yalnýz îmandýr.

 

Risâle-i Nur'da Yirmisekizinci Söz'de ve baþka risalelerinde, haþrin cismâniyeti cihetinde gelen zaîf þübhelere kuvvetli cevablarýna iktifâen burada yalnýz bir kýsa iþaretle deriz ki: Esmâ-i Ýlâhiyenin en cem'iyetli âyinesi cismâniyettedir. Ve hilkat-ý kâinattaki makasýd-ý Ýlahiyenin en zengini ve faal merkezi cismaniyettedir. Ve ihsanat-ý Rabbaniyenin en çok çeþitleri ve rengârenkleri cismaniyettedir. Ve beþerin ihtiyâcât dilleriyle Hâlýk'ýna karþý dualarýnýn ve teþekküratýnýn en kesretli tohumlarý yine cismaniyettedir. Mâneviyât ve ruhaniyât âlemlerinin en mütenevvi çekirdekleri yine cismaniyettedir. Bunlara kýyasen, yüzer küllî hakikatlar cismaniyette temerküz ettiðinden, Hâlýk-ý Hakîm zemin yüzünde cismaniyeti çoðaltmak ve mezkûr hakikatlere mazhar eylemek için öyle sür'atli ve dehþetli bir faaliyetle kafile kafile arkasýna mevcudata vücud giydirir, o meþhere gönderir. Sonra onlarý terhis eder, baþkalarýný gönderir. Mütemadiyen kâinat fabrikasýný iþlettirir. Cismanî mahsulâtý dokuyup, zemini âhirete ve Cennet'e bir fidanlýk bahçesi hükmüne getirir. Hattâ insanýn cismanî midesini memnun etmek için, o midenin hal diliyle bekasýna dair duasýný kemal-i ehemmiyetle dinleyip kabul ederek fiilen cevab vermek için, hadsiz ve hesabsýz ve yüzbinler tarzlarda ve binler çeþit çeþit lezzetlerde gayet san'atlý taamlarý ve gayet kýymetli nimetleri cismaniyete ihzar etmek, bedahetle ve þeksiz gösterir ki; dâr-ý âhirette Cennet'in en çok ve en mütenevvi' lezzetleri cismanîdir. Ve saadet-i ebediyenin en ehemmiyetli ve herkesin istediði ve ünsiyet ettiði nimetleri cismanîdir.

 

Acaba hiçbir cihet-i ihtimali ve imkâný var mý ki; bu âdi midenin

 

sh: » (Þ: 224)

 

hal diliyle beka duasýný kabul edip nihayetsiz mu'cizatlý maddî taamlar ile onu minnetdar ederek, her vakit tesadüfsüz, kasdî olarak fiilen cevab veren bir Kadîr-i Rahîm, bir Alîm-i Kerim, kâinatýn en ehemmiyetli neticesi ve arzýn halifesi ve o Hâlýk'ýn güzidesi ve perestiþkârý olan nev-i insanýn insaniyet mide-i kübrasý ile küllî ve yüksek ve daima arzu ettiði ve ünsiyet ettiði ve fýtraten istediði cismanî lezzetleri, dâr-ý bekada verilmesine dair hadsiz umumî dualarý kabul olmasýn ve haþr-i cismanî ile fiilen cevab verilmesin; onu ebedî minnetdar etmesin. Âdeta sineðin sesini iþitsin, gök gürültüsünü iþitmesin. Ve âdi bir neferin kemal-i ehemmiyetle techizatýna baksýn; orduya hiç bakmasýn, ehemmiyet vermesin. Bu yüz derece muhal ve bâtýldýr. Evet وَ فِيهَا مَا تَشْتَهِيهِ اْلاَنْفُسُ وَ تَلَذُّ اْلاَعْيُنُ âyetinin sarahat-ý kat'iyesiyle: Ýnsan, en ziyade ünsiyet ettiði ve dünyada nümunesini tatmýþ olduðu cismanî lezzetleri Cennet'e lâyýk bir tarzda görecek, tadacak. Ve lisan, göz ve kulak gibi a'zalarýn ettikleri hâlis þükürler ve hususî ibadetlerin mükâfatlarý, o uzuvlara mahsus cismanî lezzetler ile verilecektir. Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan o derece cismanî lezzetleri sarih bir surette beyan eder ki, baþka teviller ile mana-yý zâhirîyi kabul etmemek, imkân haricindedir. Ýþte îman-ý âhiretin meyveleri ve neticeleri gösteriyorlar ki; nasýlki a'za-yý insanîden midenin hakikatý ve ihtiyacatý, taamlarýn vücuduna kat'î delalet eder; öyle de: Ýnsanýn hakikatý ve kemalâtý ve fýtrî ihtiyacatý ve ebedî arzularý ve îman-ý âhiretin mezkûr netice ve faidelerini isteyen hakikatlarý ve istidadlarý daha kat'î olarak âhirete ve Cennet'e ve cismanî bâki lezzetlere delalet ve tahakkuklarýna þehadet ettiði gibi, bu kâinatýn hakikat-ý kemalâtý ve manidar tekvinî âyâtý ve insaniyetin mezkûr hakikatlar ile alâkadar bütün hakikatlarý, dâr-ý âhiretin vücuduna ve tahakkukuna ve haþrin gelmesine ve Cennet ve Cehennem'in açýlmasýna delalet ve þehadet ettiklerini, Risâle-i Nur eczalarý ve bilhassa Onuncu ve Yirmisekizinci (Ýki Makamý), Yirmidokuzuncu Sözler ve Dokuzuncu Þua ve Münacat Risaleleri hüccetlerle, parlak ve þübhe býrakmaz bir tarzda isbat etmiþler. Onlara havale ederek bu uzun kýssayý kýsa kesiyoruz.

 

Cehennem'e dair beyanat-ý Kur'aniye o kadar vâzýh ve zâhirdir ki baþka izahata ihtiyaç býrakmamýþ. Yalnýz bir-iki zaîf þübheyi izale edecek iki-üç nükteyi, -tafsilini Risâle-i Nur'a havale edip, gayet kýsa bir hülâsasýný- beyan edeceðiz.

 

Birinci Nükte: Cehennem fikri, geçmiþ îman meyvelerinin lezzetlerini korkusuyla kaçýrmýyor. Çünki hadsiz rahmet-i Rabbaniye o korkan adama der: Bana gel, tövbe kapýsýyla gir. Tâ Ce

 

sh: » (Þ: 225)

 

hennem'in vücudu deðil korkutmak, belki sana Cennet'in lezzetlerini tam bildirsin ve senin ve hukuklarýna tecâvüz edilen hadsiz mahlukatýn intikamlarýný alsýn, sizi keyiflendirsin. Eðer sen dalâlette boðulup çýkamýyorsan yine Cehennem'in vücudu, bin derece îdam-ý ebedîden hayýrlýdýr ve kâfirlere de bir nevi merhamettir. Çünki insan hattâ yavrulu hayvanat dahi, akrabasýnýn ve evlâdýnýn ve ahbabýnýn lezzetleriyle ve saadetleriyle lezzetlenir, bir cihette mes'ud olur. Þu halde sen ey mülhid, dalâletin itibariyle ya îdam-ý ebedî ile ademe düþeceksin veya Cehennem'e gireceksin! Þerr-i mahz olan adem ise, senin bütün sevdiklerin ve saadetleriyle memnun ve bir derece mes'ud olduðun umum akraba ve asl ve neslin seninle beraber idam olmasýndan, binler derece Cehennem'den ziyâde senin ruhunu ve kalbini ve mahiyet-i insaniyeni yandýrýr. Çünki Cehennem olmazsa, Cennet de olmaz. Herþey senin küfrün ile ademe düþer. Eðer sen Cehennem'e girsen, vücud dâiresinde kalsan, senin sevdiklerin ve akrabalarýn ya Cennet'te mes'ud veya vücud dâirelerinde bir cihette merhametlere mazhar olurlar. Demek herhâlde Cehennem'in vücuduna tarafdar olmak sana lâzýmdýr. Cehennem aleyhinde bulunmak, ademe tarafdar olmaktýr ki, hadsiz dostlarýnýn saadetlerinin hiç olmasýna tarafdarlýktýr. Evet Cehennem ise, hayr-ý mahz olan daire-i vücudun Hâkim-i Zülcelalinin hakîmâne ve âdilâne bir hapishâne vazifesini gören dehþetli ve celâlli bir mevcud ülkesidir. Hapishâne vazifesini de görmekle beraber, baþka pek çok vazifeleri var. Ve pek çok hikmetleri ve âlem-i bekaya ait hizmetleri var. Ve zebani gibi pek çok zîhayatýn celaldarane meskenleridir.

 

Ýkinci Nükte: Cehennem'in vücudu ve þiddetli azabý, hadsiz rahmete ve hakikî adâlete ve israfsýz, mizanlý hikmete zýddiyeti yoktur. Belki rahmet ve adâlet ve hikmet, onun vücudunu isterler. Çünki nasýl bin mâsumlarýn hukukunu çiðneyen bir zalimi cezalandýrmak ve yüz mazlum hayvanlarý parçalayan bir canavarý öldürmek, adâlet içinde mazlumlara bin rahmettir. Ve o zalimi afvetmek ve canavarý serbest býrakmak, bir tek yolsuz merhamete mukabil yüzer bîçarelere yüzer merhametsizliktir. Aynen öyle de; Cehennem hapsine girenlerden olan kâfir-i mutlak, küfrüyle hem esma-i Ýlâhiyenin hukukuna inkâr ile tecavüz, hem o esmaya þehadet eden mevcudatýn þehadetlerini tekzib ile hukuklarýna tecavüz ve mahlukatýn o esmaya karþý tesbihkârane yüksek vazifelerini inkâr etmekle hukuklarýna tecavüz ve kâinatýn gaye-i hilkati ve bir sebeb-i vücudu ve bekasý olan tezâhür-ü rububiyet-i Ýlahiyeye karþý ubudiyetlerle mukabelelerini ve âyinedarlýklarýný

 

sh: » (Þ: 226)

 

tekzib ile hukukuna bir nevi tecavüz ettiði haysiyetiyle öyle azîm bir cinayet, bir zulümdür ki afva kabiliyeti kalmaz. اِنَّ اللّهَ لاَ يَغْفِرُ اَنْ يُشْرَكَ بِهِ âyetinin tehdidine müstehak olur. Onu Cehennem'e atmamak, bir yersiz merhamete mukabil, hukuklarýna tâarruz edilen hadsiz davacýlara hadsiz merhametsizlikler olur. Ýþte o dâvacýlar Cehennem'in vücudunu istedikleri gibi, izzet-i celâl ve azamet-i kemâl dahi kat'î isterler.

 

Evet nasýl bir serseri âsi ve raiyete tecavüz eden bir adam, oranýn izzetli hâkimine dese: "Beni hapse atamazsýn ve yapamazsýn." diye izzetine dokunsa, elbette o þehirde hapis olmasa da o edebsiz için bir hapis yapacak, onu içine atacak. Aynen öyle de; kâfir-i mutlak, küfrüyle izzet-i celâline þiddetle dokunuyor. Ve azamet-i kudretine inkâr ile dokunduruyor. Ve kemal-i rububiyetine tecavüzüyle iliþiyor. Elbette Cehennem'in pek çok vazifeler için pek çok esbab-ý mûcibesi ve vücudunun hikmetleri olmasa da, öyle kâfirler için bir Cehennem'i halketmek ve onlarý içine atmak, o izzet ve celâlin þe'nidir.

 

Hem mâhiyet-i küfür dahi Cehennem'i bildirir. Evet nasýlki îmânýn mahiyeti eðer tecessüm etse, lezzetleriyle bir cennet-i hususiye þekline girebilir ve Cennet'ten bu noktadan gizli haber verir. Aynen öyle de: Risâle-i Nur'da delilleriyle isbat ve baþtaki mes'elelerde dahi iþaret edilmiþ ki; küfrün ve bilhassa küfr-ü mutlakýn ve nifakýn ve irtidadýn öyle karanlýklý ve dehþetli elemleri ve mânevî azablarý var.. eðer tecessüm etse, o mürted adama bir hususî cehennem olur. Ve büyük Cehennem'den bu cihette gizli haber verir. Ve bu fidanlýk dünya mezraasýndaki hakikatcikler âhirette sünbüller vermesi noktasýndan, bu zehirli çekirdek, o zakkum aðacýna iþaret eder. "Ben onun bir mâyesiyim." der. "Ve beni kalbinde taþýyan bedbaht için o zakkum aðacýnýn bir hususî nümunesi, benim meyvem olur..."

 

Mâdem küfür hadsiz hukuka bir tecâvüzdür, elbette hadsiz bir cinayettir. Öyle ise hadsiz bir azaba müstehak eder. Mâdem bir dakika katl, onbeþ sene cezada (sekiz milyona yakýn dakikada) hapis azabýný çekmesini adâlet-i beþeriye kabul edip maslahata ve hukuk-u âmmeye muvafýk görür. Elbette bir küfür bin katl kadar olmasý cihetiyle, bir dakika küfr-ü mutlak, sekiz milyara yakýn dakikalarda azab çekmesi, o kanun-u adâlete muvafýk geliyor. Bir sene ömrünü o küfürde geçiren, iki trilyon sekizyüzseksen milyara

 

 

 

sh: » (Þ: 227)

 

yakýn dakikada azaba müstehak ve خَالِدِينَ فِيهَا اَبَدًا sýrrýna mazhar olur. Her ne ise...

 

Kur'an-ý Hakîm'in Cennet ve Cehennem hakkýndaki mu'cizane izahatý ve Kur'an'ýn tefsiri ve ondan gelen Risâle-i Nur'un Cennet ve Cehennem'in vücudlarýna dair hüccetleri, daha baþka beyana ihtiyaç býrakmamýþlar.

 

وَيَتَفَكَّرُونَ فِى خَلْقِ السَّمَوَاتِ وَاْلاَرْضِ رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هذَا بَاطِلاً سُبْحَانَكَ فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ

 

رَبَّنَا اصْرِفْ عَنَّا عَذَابَ جَهَنَّمَ اِنَّ عَذَابَهَا كَانَ غَرَامًا اِنَّهَا سَاءَتْ مُسْتَقَرًّا وَمُقَامًا

 

gibi pek çok âyetlerin ve baþta Resûl-i Ekrem (A.S.M.) ve umum peygamberler ve ehl-i hakikatýn, her vakit dualarýnda, en ziyade اَجِرْنَا مِنَ النَّارِ نَجِّنَا مِنَ النَّارِ خَلِّصْنَا مِنَ النَّارِ ve vahy ve þuhuda binaen onlarca kat'iyet kesbeden Cehennem'den bizi hýfzeyle demeleri gösteriyor ki; nev'-i beþerin en büyük mes'elesi Cehennem'den kurtulmaktýr. Ve kâinatýn pekçok ehemmiyetli ve muazzam ve dehþetli bir hakikatý Cehennem'dir ki; bir kýsým o ehl-i þuhud ve keþif ve tahkik onu müþahede eder. Ve bir kýsmý tereþþuhatýný ve gölgelerini görür, dehþetinden feryad ederler. "Bizi ondan kurtar" derler.

 

Evet bu kâinatta hayýr-þer, lezzet-elem, ziya-zulmet, hararet-bürudet, güzellik-çirkinlik, hidayet-dalalet birbirine karþý gelmesi ve içine girmesi, pek büyük bir hikmet içindir. Çünki þer olmazsa, hayýr bilinmez. Elem olmazsa, lezzet anlaþýlmaz. Zulmetsiz ziya, ehemmiyeti olmaz. Soðukla, hararetin dereceleri tahakkuk eder. Çirkinlik ile, hüsnün tek bir hakikatý, bin hakikat ve binler çeþit hüsün mertebeleri vücud bulur. Cehennem'siz Cennet'in pek çok lezzetleri gizli kalýr. Bunlara kýyasen, herþey bir cihette zýddýyla bilinebilir. Ve birtek hakikatý, sünbül verip çok hakikatlar olur. Madem bu karýþýk mevcudat dâr-ý fâniden dâr-ý bekaya akýp gidiyor; elbette nasýlki hayýr, lezzet, ýþýk, güzellik, îman gibi þeyler Cennet'e akar. Öyle de þer, elem, karanlýk, çirkinlik, küfür gibi zararlý mad

 

sh: » (Þ: 228)

 

deler Cehennem'e yaðar. Ve bu mütemadiyen çalkanan kâinatýn selleri o iki havuza girer, durur. Kerametli Yirmidokuzuncu Söz'ün âhirindeki remizli nüktelerine havale ederek kýsa kesiyoruz.

 

Ey bu Medrese-i Yusufiyede benim ders arkadaþlarým! Bu dehþetli haps-i ebedîden kurtulmanýn kolayý, çaresi; bu dünyevî hapsimizden istifade ederek elimiz mecburiyetle yetiþmeyen çok günahlardan kurtulduðumuzla beraber, eski günahlardan tövbe edip farzlarýmýzý eda ederek herbir saat bu hapisteki ömrümüzü bir gün ibadet hükmüne getirmekle o ebedî hapisten necatýmýz ve o nurani Cennet'e girmemiz için en iyi bir fýrsattýr. Bu fýrsatý kaçýrýrsak, dünyamýz aðladýðý gibi âhiretimiz dahi aðlayacak. خَسِرَ الدُّنْيَا وَ اْلآخِرَةَ tokadýný yiyeceðiz.

 

Bu makam yazýldýðý zaman Kurban Bayramý geldi. اَللَّهُ اَكْبَرُ اَللَّهُ اَكْبَرُ اَللَّهُ اَكْبَرُ ler ile nev'-i beþerin beþten birisine, üçyüz milyon insanlara birden اَللَّهُ اَكْبَرُ dedirmesi; koca küre-i arz, büyüklüðü nisbetinde اَللَّهُ اَكْبَرُ kelime-i kudsiyesini semavattaki seyyarat arkadaþlarýna iþittiriyor gibi, yirmibinden ziyade hacýlarýn Arafat'ta ve îd'de beraber birden اَللَّهُ اَكْبَرُ demeleri, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn binüçyüz sene evvel âl ve sahabeleriyle söylediði ve emrettiði اَللَّهُ اَكْبَرُ kelâmýnýn bir nevi aks-i sadasý olarak rububiyet-i Ýlahiyenin رَبُّ الْاَرْضِ وَ رَبُّ الْعَالَمِينَ azamet-i ünvanýyla küllî tecellisine karþý geniþ ve küllî bir ubudiyetle bir mukabeledir, diye tahayyül ve his ve kanaat ettim.

 

Sonra, acaba bu kelâm-ý kudsînin bizim mes'elemizle dahi münasebeti var mý diye tahattur ettim. Birden hatýra geldi ki, baþta bu kelâm olarak sair bâkiyat-ý sâlihat ünvanýný taþýyan

 

sh: » (Þ: 229)

 

سُبْحَانَ اللَّهِ* وَالْحَمْدُ للَّهِ * وَلاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ gibi þeairden çok kelâmlar cüz'î ve küllî mes'elemizi ihtar ve tahakkukuna iþaret ederler. Meselâ اَللَّهُ اَكْبَرُ in bir vech-i manasý, Cenab-ý Hakk'ýn kudreti ve ilmi herþeyin fevkinde büyüktür, hiçbir þey daire-i ilminden çýkamaz, tasarruf-u kudretinden kaçamaz ve kurtulamaz. Ve korktuðumuz en büyük þeylerden daha büyüktür. Demek haþri getirmekten ve bizi ademden kurtarmaktan ve saadet-i ebediyeyi vermekten daha büyüktür. Her acib ve tavr-ý aklýn haricindeki herþeyden daha büyüktür ki, مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ âyetinin sarahat-ý kat'iyesi ile nev'-i beþerin haþri ve neþri, birtek nefsin icadý kadar o kudrete kolay gelir. Bu mana itibariyledir ki, darb-ý mesel hükmünde büyük musibetlere ve büyük maksadlara karþý, herkes "Allah büyüktür, Allah büyüktür" der.. kendine teselli ve kuvvet ve nokta-i istinad yapar.

 

Evet nasýlki Dokuzuncu Söz'de, bu kelime iki arkadaþýyla bütün ibadatýn fihristesi olan namazýn çekirdekleri ve hülâsalarý ve içinde ve tesbihatýnda tekrar ile namazýn manasýný takviye için سُبْحَانَ اللَّهِ اَلْحَمْدُ للَّهِ اَللَّهُ اَكْبَرُ üç muazzam hakikatlara ve insanýn kâinatta gördüðü medar-ý hayret, medar-ý þükran ve medar-ý azamet ve kibriya, acib ve güzel ve büyük, pekçok fevkalâde þeylerden aldýðý hayret ve lezzet ve heybetten neþ'et eden suallerine pek kuvvetli cevab verdiði gibi, Onaltýncý Söz'ün âhirinde izah edilen þu: Nasýl bir nefer, bayramda bir müþir ile beraber huzur-u padiþaha girer; sair vakitte, zabitinin makamý ile onu tanýr. Aynen öyle de; her adam haccda bir derece veliler gibi Cenab-ý Hakk'ý رَبُّ الاَرْضِ وَرَبُّ العَالَمِينَ ünvaný ile tanýmaða baþlar. Ve o kibriya mertebeleri kalbine açýldýkça, ruhunu istila eden mükerrer ve hararetli hayret suallerine yine

 

sh: » (Þ: 230)

 

اَللَّهُ اَكْبَرُ tekrarýyla umumuna cevab verdiði misillü; Onüçüncü Lem'a'nýn âhirinde izahý bulunan ki, þeytanlarýn en ehemmiyetli desiselerini köküyle kesip cevab-ý kat'î veren yine اَللَّهُ اَكْبَر olduðu gibi; bizim âhiret hakkýndaki sualimize de kýsa fakat kuvvetli cevab verdiði misillü, اَلْحَمْدُ للَّهِ cümlesi dahi haþri ihtar edip ister. Bize der: "Mânam âhiretsiz olmaz. Çünki, ezelden ebede kadar her kimden ve her kime karþý bütün hamd ve þükür Ona mahsustur, ifade ettiðimden, bütün nimetlerin baþý ve nimetleri hakikî nimet yapan ve bütün zîþuuru ademin hadsiz musibetlerinden kurtaran, yalnýz saadet-i ebediye olabilir. Ve benim o küllî manama mukabele eder."

 

Evet her mü'min namazlardan sonra, her gün hiç olmazsa yüzelliden ziyade اَلْحَمْدُ للَّهِ اَلْحَمْدُ للَّهِþer'an demesi ve mânasý da ezelden ebede kadar bir hadsiz geniþ hamd ve þükrü ifade etmesi, ancak ve ancak saadet-i ebediyenin ve Cennet'in peþin bir fiatý ve muaccel bir bahasýdýr. Ve dünyanýn kýsa ve fâni elemlerle âlûde olan nimetlerine münhasýr olmaz ve mahsus deðil ve onlara da ebedî nimetlere vesile olmalarý cihetiyle bakar, þükreder.سُبْحَا نَ اللَّهِkelime-i kudsiyesi ise, Cenab-ý Hakk'ý þerikten, kusurdan, noksaniyetten, zulümden, aczden, merhametsizlikten, ihtiyaçtan ve aldatmaktan ve kemâl ve cemâl ve celâline muhalif olan bütün kusurattan takdis ve tenzih etmek manasýyla, saadet-i ebediyeyi ve celâl ve cemal ve kemâl-i saltanatýnýn haþmetine medar olan dâr-ý âhireti ve ondaki Cennet'i ihtar edip delalet ve iþaret eder. Yoksa sâbýkan isbat edildiði gibi, saadet-i ebediye olmazsa hem saltanatý, hem kemali, hem celal, hem cemal, hem rahmeti, kusur ve noksan lekeleriyle lekedar olurlar. Ýþte bu üç kudsî kelimeler gibi,لاَاِلَهَ الاَّ اللَّه ve بِسْمِ اللَّهِ ve sair kelimat-ý mübareke, herbiri erkân-ý îmaniyenin birer çekirde

 

sh: » (Þ: 231)

 

ði ve bu zamanda keþfedilen et hülâsasý ve þeker hülâsasý gibi, hem erkân-ý îmaniyenin hem Kur'an hakikatlarýnýn hülâsalarý ve bu üçü namazýn çekirdekleri olduklarý gibi, Kur'anýn dahi çekirdekleri ve parlak bir kýsým sûrelerin baþlarýnda pýrlanta gibi görünmeleri ve çok sünuhatý tesbihatta baþlayan Risâle-i Nur'un dahi hakikî madenleri ve esaslarý ve hakikatlarýnýn çekirdekleridirler. Ve velayet-i Ahmediye ve ubudiyet-i Muhammediye (Aleyhissalâtü Vesselâm) cihetinde, öyle bir daire-i zikirde, namazdan sonraki tesbihatta bir tarîkat-ý Muhammediyenin (A.S.M.) virdidirler ki, her namaz vaktinde yüz milyondan ziyade mü'minler beraber, o halka-i kübra-yý zikirde, ellerinde tesbihlerسُبْحَا نَ اللَّهِ otuzüç, اَلْحَمْدُ للَّهِ otuzüç, اَللَّهُ اَكْبَر otuzüç defa da tekrar ederler.

 

Ýþte böyle gayet muhteþem bir halka-i zikirde, sâbýkan beyan ettiðimiz gibi hem Kur'an'ýn, hem îmanýn, hem namazýn hülâsalarý ve çekirdekleri olan o üç kelime-i mübarekeyi namazdan sonra otuzüçer defa okumak ne kadar kýymetdar ve sevablý olduðunu elbette anladýnýz.

 

Bu risalenin baþýnda Birinci Mes'elesi namaza dair güzel bir ders olduðu gibi hiç düþünmediðim halde, âdeta ihtiyarsýz olarak, onun âhiri de namaz tesbihatýna dair ehemmiyetli bir ders oldu.

 

اَلْحَمْدُ ِللّهِ عَلَى اِنْعَامِهِ

 

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

 

* * *

 

 

 

sh: » (Þ: 232)

 

Dokuzuncu Mes'ele

 

بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

 

آمَنَ الرَّسُولُ بِمَا اُنْزِلَ اِلَيْهِ مِنْ رَبِّهِ وَالْمُؤْمِنُونَ كُلٌّ آمَنَ بِاللّهِ وَمَلئِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ لاَ نُفَرِّقُ بَيْنَ اَحَدٍ مِنْ رُسُلِهِ

 

ilâ âhir-il âye...

 

Bu âyet-i ecma ve a'lâ ve ekber'in bir küllî ve uzun nüktesini beyan etmeðe, bir dehþetli manevî sual ve bir azametli ve Ýlahî bir nimetin inkiþafýndan neþ'et eden bir hal sebebiyet verdiler. Þöyle ki: Mânen ruha geldi; neden bir cüz'ü hakikat-ý îmaniyeyi inkâr eden kâfir olur ve kabul etmeyen müslüman olmaz? Halbuki Allah ve âhirete îman bir güneþ gibi o karanlýðý izale etmek lâzým geliyor. Hem neden bir rükün ve hakikat-ý îmaniyeyi inkâr eden mürted olur, küfr-ü mutlaka düþer ve kabul etmeyen Ýslâmiyetten çýkar? Halbuki sair erkân-ý îmaniyeye îmaný varsa, onu küfr-ü mutlaktan kurtarmak lâzým geliyor?

 

Elcevap: Ýman altý rüknünden çýkan öyle bir vahdanî hakikattýr ki, tefrik kabul etmez. Ve öyle bir küllîdir ki, tecezzi kaldýrmaz. Ve öyle bir külldür ki kabil-i inkýsam olmazlar. Çünki herbir rükn-ü îmanî, kendini isbat eden hüccetleriyle sair erkân-ý îmaniyeyi isbat eder. Herbiri herbirisine gayet kuvvetli bir hüccet-i âzam olur. Öyle ise bütün erkâný, bütün delilleriyle sarsmayan bir fikr-i bâtýl, hakikat nazarýnda bir tek rüknü, belki bir hakikatý ibtal edip inkâr edemez. Belki adem-i kabul perdesi altýnda gözünü kapamakla, bir küfr-ü inadî yapabilir. Gitgide küfr-ü mutlaka düþer, insaniyeti mahvolur. Hem maddî, hem manevî Cehennem'e gider. Ýþte biz bu makamda, gayet muhtasar iþaretlerle

 

sh: » (Þ: 233)

 

ve Meyve Risalesi'nde haþrin isbatýnda, sair erkân-ý îmaniye haþri de isbat ettiklerini kýsacýk hülâsalarla beyaný gibi, bu makamda dahi mücmel fezleke ve muhtasar hülâsalarla -Cenab-ý Hakk'ýn inayetiyle- bu nükte-i âzam altý noktada beyan edilecek.

 

Birinci Nokta: Ýmân-ý Billâh, kendi hüccetleriyle hem sair rükünlerini, hem imân-ý bil'âhireti isbat eder ki; Meyve Risalesi'nin Yedinci Mes'elesinde güzelce göstermiþ. Evet bu hadsiz kâinatý bir saray, bir þehir, bir memleket gibi bütün levâzýmý ile idâre eden ve mizan ve intizam dairesinde çeviren ve hikmetlerle deðiþtiren ve zerratý ve seyyaratý ve sinekleri ve yýldýzlarý birer muntazam ordu gibi beraber techiz ve idare eden ve emir ve iradesi dairesinde mütemadiyen bir ulvî manevra içinde tâlim ve tavzifatla faaliyete ve seyr ve cevelana ve ubudiyetkârane bir resm-i küþada ve seyahata getiren ezelî ve bâkî bir saltanat-ý rububiyet ve ebedî ve daimî bir hâkimiyet-i ulûhiyet, hiç mümkün müdür ve hiç akýl kabul eder mi ve hiçbir ihtimal var mý ki, o ebedî ve sermedî ve bâkî ve daimî saltanatýn bâkî bir makarrý ve daimî bir medarý ve sermedî bir mazharý olan dâr-ý âhiret olmasýn? Bin defa hâþâ!

 

Demek Cenab-ý Hakk'ýn saltanat-ý rububiyeti ve -Yedinci Mes'ele'de beyan edildiði gibi- ekser isimleri ve vücub-u vücudunun hüccetleri, âhirete þehadet ederler ve isterler. Ve bu kutb-u îmanî ne kadar kuvvetli bir nokta-i istinadý var.. gör, bil, görür gibi inan.

 

Hem nasýl îmân-ý billâh âhiretsiz olmaz, öyle de, Onuncu Söz'de kýsa iþaretlerle beyan edildiði gibi, hiçbir cihette mümkün müdür ve hiç akýl kabul eder mi ki; ulûhiyet ve mâbudiyetin tezahürü için bu kâinatý öyle bir mücessem kitab-ý Samedanî ki, her sahifesi bir kitab kadar ve her satýrý bir sahife kadar manalarý ifade eder ve öyle cismanî bir Kur'an-ý Sübhanî ki, herbir âyet-i tekvîniyesi ve herbir kelimesi, hattâ herbir noktasý, herbir harfi birer mu'cize hükmündedir. Ve öyle muhteþem ve içi hadsiz âyâtla ve manidar nakýþlarla tezyin edilmiþ bir mescid-i Rahmanîdir ki; herbir köþesinde bir taife, bir nev' ibâdet-i fýtriye ile iþtigal eder bir þekilde halkeden bir Allah, bir Mabud-u Bilhak, o kitab-ý kebirin manalarýný ders verecek üstadlarý ve o Kur'ân-ý Samedânî'nin âyetlerini tefsir edecek müfessirleri elçi olarak göndermesin.. ve o mescid-i ekberde hadsiz tarzlarda ibâdet edenlere imamlarý tâyin etmesin.. ve o üstadlara ve müfessirlere ve imamlara fermanlarý vermesin? Hâþâ, yüzbin hâþâ!

 

sh: » (Þ: 234)

 

Hem cemal-i rahmetini ve hüsn-ü þefkatini ve kemal-i rububiyetini zîþuurlara göstermek ve onlarý þükre ve hamde sevketmek için bu kâinatý öyle bir ziyafetgâh ve bir teþhirgâh ve öyle bir seyrangâh ki; hadsiz çeþit çeþit, leziz ni'metler ve gayet antika, hadsiz hârika san'atlar içinde dizilmiþ bir tarzda halkeden bir Sâni'-i Rahîm ve Kerîm hiç mümkün müdür ve hiç akýl kabul eder mi ki; o ziyafetgâhtaki zîþuur mahluklar ile konuþmasýn ve onlara o nimetlere mukabil elçileri vasýtasýyla vazife-i teþekküriyeyi ve tezahür-ü rahmetine ve sevdirmesine karþý vazife-i ubûdiyeti bildirmesin. Hâþâ, binler hâþâ!

 

Hem hiç mümkün müdür bir Sâni' san'atýný sever, beðendirmek ister; hattâ aðýzlarýn bin çeþit zevklerini nazara almasý delâletiyle, takdir ve tahsinlerle karþýlanmak arzu eder ve herbir san'atýyla kendini hem tanýttýrmak, hem sevdirmek, hem bir çeþit mânevî cemâlini göstermek ister bir tarzda bu kâinatý antika san'atlarla süslendirdiði halde, kâinattaki zîhayatýn kumandanlarý olan insanlara onlarýn büyüklerinden bir kýsmý ile konuþup elçi olarak göndermesin? Güzel san'atlarý takdirsiz ve fevkalâde hüsn-ü esmâsý tahsinsiz ve tanýttýrmasý ve sevdirmesi mukabelesiz kalsýn. Hâþâ, yüzbin hâþâ!

 

Hem bütün zîhâyatýn ihtiyâcat-ý fýtriyeleri için duâlarýna ve hâl dili ile edilen bütün ilticalara ve arzulara, vakti vaktine, kasd ve ihtiyar ve iradeyi gösterir bir tarzda hadsiz in'amlarýyla ve nihayetsiz ihsanatýyla fiilen ve hâlen sarih bir surette konuþan bir Mütekellim-i Alîm; hiç mümkün müdür, hiç akýl kabul eder mi, en cüz'î bir zîhâyat ile fiilen ve halen konuþsun ve tam derdine derman yetiþtiren ihsanýyla derdini dinlesin ve ihtiyacýný görsün ve bilsin ve bütün kâinatýn en müntehab neticesi ve arzýn halifesi ve ekser mahlâkat-ý arziyenin kumandanlarý olan insanlarýn mânevî reisleri ile görüþmesin? Onlarla, belki her zîhayat ile fiilen ve hâlen konuþtuðu gibi, onlar ile kavlen ve kelâmen konuþmasýn ve onlara fermanlarý ve suhuf ve kitablarý göndermesin? Hâþâ, hadsiz hâþâ!

 

Demek îmân-ý billâh, kat'iyetiyle ve hadsiz hüccetleriyle وَبِكُتبِهِ وَرُسُلِهِ yani peygamberlere ve mukaddes kitablara îmâný isbat eder.

 

Hem hiç bir cihet-i imkâný var mý ve hiç akýl kabul eder mi ki; bütün masnuatýyla kendini tanýttýrana ve sevdirene ve teþekküratý fiilen ve hâlen isteyene mukabil; kâinatý velveleye veren ha-

 

sh: » (Þ: 235)

 

kikat-ý Kur'âniye ile zülcelâl o san'atkârý ekmel bir tarzda tanýyýp ve tanýttýrýp ve sevip ve sevdirip ve teþekkür edip ve ettirip ve اَللَّهُ اكْبَرُ اَ لْحَمْدُ لِلَّهِ سُبْحَنَااللَّهِ ler ile küre-i arzý semavata iþittirecek derecede konuþturup ve kara ve denizleri cezbeye getirecek bir vaziyetle, bin üçyüz sene zarfýnda nev'-i beþerin kemmiyeten beþten birisini ve keyfiyeten ve insaniyeten yarýsýný arkasýna alýp o Hâlýk'ýn bütün tezahür-ü rububiyetine geniþ ve küllî bir ubudiyetle mukabele eden ve bütün makasýd-ý Ýlahiyesine karþý Kur'anýn sûreleriyle kâinata ve asýrlara baðýran, ders veren, dellâllýk eden ve nev'-i insanýn þerefini ve kýymetini ve vazifesini gösteren ve bin mu'cizatýyla tasdik edilen Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, en müntehab mahluku ve en mükemmel elçisi ve en büyük Resûlü olmasýn? Hâþâ ve kellâ! Yüzbin defa hâþâ!

 

Demek اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ hakikatý, bütün hüccetleriyle اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللَّهِhakikatýný isbat eder.

 

Hem hiç imkân var mý ki; bu kâinatýn Sâni'i, mahlûkatýný yüzbin diller ile birbiriyle konuþtursun ve onlarýn konuþmalarýný iþitsin ve bilsin ve kendisi konuþmasýn? Hâþâ!

 

Hem hiç akýl kabul eder mi ki; kâinattaki makasýd-ý Ýlâhiyesini bir ferman ile bildirmesin. Ve muammasýný açacak ve mahlukat ne yerden geliyorlar ve ne yere gidecekler ve ne için böyle kafile kafile arkasýnda buraya gelip bir parça durup geçiyorlar, diye üç dehþetli sûal-i umumîye hakikî cevab verecek Kur'ân gibi bir kitabý göndermesin? Hâþâ!

 

Hem hiç mümkün müdür ki; onüç asrý ýþýklandýran ve her saatte yüz milyon lisanlarda kemâl-i hürmetle gezen ve milyonlar hâfýzlarýn kalblerinde kudsiyetiyle yazýlan ve nev'-i beþerin keyfiyeten kýsm-ý âzamýný kanunlarýyla idare eden ve nefislerini ve ruhlarýný ve kalblerini ve akýllarýný terbiye ve tezkiye ve tasfiye ve tâlim eden ve Risâle-i Nur'da kýrk vech-i i'cazý isbat edilen ve kýrk taife ve tabaka-i nâsa ve herbir tabakaya karþý bir nevi i'cazýný gösterdiði kerâmetli ve hârikalý Ondokuzuncu Mektub'da beyan olunan ve Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm bin mu'cizatýyla onun bir mu'cizesi olarak hak kelâmullah olduðu kat'î isbat

 

sh: » (Þ: 236)

 

edilen Kur'ân-ý Mu'ciz-ül Beyan hiçbir cihette imkâný var mý ki, o Mütekellim-i Ezelî ve o Sâni'-i Sermedî'nin kelâmý ve fermaný olmasýn? Hâþâ, yüzbin defâ hâþâ ve kellâ!

 

Demek îmân-ý billâh bütün hüccetleriyle, Kur'ân'ýn kelâmullah olduðunu isbat ediyor.

 

Hem hiç mümkün müdür ki; zeminin yüzünü mütemadiyen zîhayatlarla doldurup boþaltan ve kendini tanýttýrmak ve ibâdet ve tesbihat ettirmek için bu dünyamýzý zîþuurlarla þenlendiren bir Sultan-ý Zülcelâl, semavatý ve yýldýzlarý boþ ve hâlî býraksýn; onlara münasib ahaliyi yaratýp, o semavî saraylarda iskân etmesin ve saltanat-ý rububiyetini en büyük memleketinde hademesiz, haþmetsiz, memursuz, elçisiz, yaversiz, nâzýrsýz, seyircisiz, âbidsiz, raiyetsiz býraksýn? Hâþâ, melekler sayýsýnca hâþâ!

 

Hem hiçbir cihette imkâný var mý ki; bu kâinatý öyle bir kitab tarzýnda yazar ki, herbir aðacýn bütün tarihçe-i hayatýný bütün çekirdeklerinde kaydeden ve herbir otun ve çiçeðin bütün vazife-i hayatiyesini bütün tohumlarýnda yazan ve herbir zîþuurun bütün sergüzeþte-i hayatiyesini hardal gibi küçük kuvve-i hâfýzasýnda gayet mükemmel yazdýran ve bütün mülkünde ve devair-i saltanatýnda her ameli ve her hâdiseyi müteaddid fotoðraflarla alarak muhafaza eden ve rububiyetin en ehemmiyetli bir esasý olan adâlet, hikmet ve rahmetin tecellileri ve tahakkuklarý için koca Cennet ve Cehennem'i ve Sýrat ve mîzan-ý ekberi yaratan bir Hâkim-i Hakîm ve bir Alîm-i Rahîm, insanlarýn kâinatý alâkadar eden amellerini yazdýrmasýn ve mücâzat ve mükâfat için fiillerini kaydettirmesin ve seyyiat ve hasenatlarýný kaderin levhalarýnda yazmasýn? Hâþâ, kaderin levh-i mahfuzunda yazýlan harfleri adedince hâþâ!

 

Demek îmân-ý billâh hakikâtýý, hüccetleriyle hem melaikeye îman, hem kadere îman hakikatlarýný dahi kat'î isbat eder. Güneþ gündüzü ve gündüz güneþi gösterdiði gibi, îmanýn rükünleri birbirini isbat ederler.

 

Ýkinci Nokta: Baþta Kur'ân, bütün semavî kitaplar ve suhuflar ve baþta Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm olarak bütün peygamberler (Aleyhimüsselâm), bütün dâvalarý beþ-altý esas üzerine dönüyorlar. Mütemadiyen o esaslarý ders vermeye ve isbat etmeye çalýþýyorlar. Onlarýn peygamberliklerine ve doðruluklarýna þehadet eden bütün hüccetler ve deliller, o esaslara bakýyorlar. Onlarýn hakkaniyetlerine kuvvet veriyorlar. O esaslar ise, îman-ý billâh ve îman-ý bil'âhiret ve sâir rükünlere îmandýr. Demek îmâ

 

sh: » (Þ: 237)

 

nýn altý rüknü birbirlerinden ayrýlmalarý mümkün deðildir. Herbirisi umumunu isbat eder, ister, iktiza eder. O altý, öyle bir küll ve küllîdir ki, tecezzi kabul etmez ve inkýsâmý imkân haricindedir. Nasýlki kökü göklerde Tûba aðacý gibi.. herbir dalý, herbir meyvesi, herbir yapraðý; o koca aðacýn küllî, tükenmez hayatýna dayanýyor. O kuvvetli ve güneþ gibi zâhir o hayatý inkâr edemeyen, birtek muttasýl yapraðýn hayatýný inkâr edemez. Eðer etse; o aðaç, dallarý ve meyveleri ve yapraklarý sayýsýnca o münkiri tekzib edecek, susturacak. Öyle de îmân, altý rükünleriyle ayný vaziyettedir.

 

Bu makamýn baþýnda, altý nokta ve herbir nokta dahi beþ nükte olarak, altý erkân-ý îmâniyeyi otuzaltý nüktede beyan etmek niyet edilmiþti. Ve baþtaki dehþetli suâle izahat ile cevab vermek murad etmiþtim. Fakat bazý ârýzalar meydan vermediler. Tahmin ederim ki, birinci nokta kâfi bir mikyas olmasýndan daha zekilere ziyade izaha ihtiyaç kalmadý. Ve tam anlaþýldý ki; bir müslüman bir hakikat-ý îmâniyeyi inkâr etse, küfr-ü mutlaka düþer. Çünki baþka dinlerin icmallerine mukabil, Ýslâmiyet'te tam izahat verilmiþ, rükünler birbiriyle zincirlenmiþ. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ý tanýmayan, tasdik etmeyen bir müslüman, Allah'ý da (sýfâtýyla) daha tanýmaz ve âhireti bilmez. Bir müslümanýn îmâný o kadar kuvvetli ve sarsýlmaz hadsiz hüccetlere dayanýyor ki, inkârda hiçbir özür kalmýyor. Âdeta akýl, kabulde mecbur oluyor.

 

Üçüncü Nokta: Bir zaman "Elhamdülillâh" dedim. Onun hadsiz geniþ mânasýna mukabil gelecek bir nimet aradým. Birden bu cümle hatýra geldi:

 

اَلْحَمْدُ لِلّهِ عَلَى اْلاِيمَانِ بِاللّهِ وَعَلَى وَحْدَانِيَّتِهِ وَعَلَى وُجُوبِ وُجُودِهِ وَعَلَى صِفَاتِهِ وَاَسْمَائِهِ حَمْدًا بِعَدَدِ تَجَلِّيَاتِ اَسْمَائِهِ مِنَ اْلاَزَلِ اِلَى اْلاَبَدِ

 

Ben de baktým; tam mutâbýktýr. Þöyle ki:.........

 

* * *

 

 

 

sh: » (Þ: 238)

 

Onuncu Mes'ele

 

Emirdað Çiçeði

 

Kur'ânda olan tekrarata gelen itirazlara karþý gayet kuvvetli bir cevabdýr.

 

Aziz sýddýk kardeþlerim!

 

Gerçi bu mes'ele, periþan vaziyetimden müþevveþ ve letafetsiz olmuþ. Fakat o müþevveþ ibare altýnda çok kýymetli bir nevi i'cazý kat'î bildim. Maatteessüf ifadeye muktedir olamadým. Her ne kadar ibaresi sönük olsa da, Kur'âna ait olmak cihetiyle hem ibadet-i tefekküriye, hem kudsî, yüksek, parlak bir cevherin sadefidir. Yýrtýk libasýna deðil, elindeki elmasa bakýlsýn. Eðer münasib ise, "Onuncu Mes'ele" yapýnýz; deðilse, sizin tebrik mektublarýnýza mukabil bir mektub kabul ediniz. Hem bunu gayet hasta ve periþan ve gýdasýz, bir-iki gün Ramazanda, mecburiyetle gayet mücmel ve kýsa ve bir cümlede pek çok hakikatleri ve müteaddid hüccetleri dercederek yazdým. Kusura bakýlmasýn. (1)

 

Aziz sýddýk kardeþlerim!

 

Ramazan-ý Þerifte Kur'ân-ý Mu'ciz-ül Beyan'ý okurken Risâle-i Nur'a iþaretleri Birinci Þûâ'da beyan olunan otuzüç âyetten hangisi gelse bakýyorum ki, o âyetin sahifesi ve yapraðý ve kýssasý dahi Risâle-i Nur'a ve þakirdlerine kýssadan hisse almak noktasýnda bir derece bakýyor. Hususan Sûre-i Nur'dan âyât-ün nur, on parmakla Risâle-i Nur'a baktýðý gibi, arkasýndaki âyât-ý zulümat dahi muarýzlarýna tam bakýyor ve ziyade hisse veriyor. Âdeta o makam, cüz'iyetten çýkýp külliyet kesbeder ve bu asýrda o kül-

 

__________________________

 

(1): Denizli hapsinin meyvesine Onuncu Mes'ele olarak Emirdaðý'nýn ve bu Ramazan-ý Þerifin nurlu bir küçük çiçeðidir. Tekrarat-ý Kur'âniyenin bir hikmetini beyanla, ehl-i dalâletin ufûnetli ve zehirli evhamlarýný izâle eder.

 

sh: » (Þ: 239)

 

liyetin tam bir ferdi Risâle-i Nur ve þakirdleridir diye hissettim. Evet Kur'ânýn hitabý, evvelâ Mütekellim-i Ezelî'nin rububiyet-i âmmesinin geniþ makamýndan, hem nev-i beþer, belki kâinat namýna muhatab olan zâtýn geniþ makamýndan, hem umum nev-i beþer ve benî-âdemin bütün asýrlarda irþadlarýnýn gayet vüs'atli makamýndan, hem dünya ve âhiretin, arz ve semâvatýn ve ezel ve ebedin ve Hâlýk-ý Kâinat'ýn rububiyetine ve bütün mahlûkatýn tedbirine dair kavânîn-i Ýlâhiyenin gayet yüksek ihatalý beyanatýnýn makamýndan aldýðý vüs'at ve ulviyet ve ihata cihetiyle o hitab, öyle bir yüksek i'câzý ve þümulü gösterir ki; ders-i Kur'ânýn muhatablarýndan en kesretli taife olan tabaka-i avâmýn basit fehimlerini okþayan zâhirî ve basit mertebesi dahi en ulvî tabakayý da tam hissedar eder. Güya kýssadan yalnýz bir hisse ve bir hikâye-i tarihiyeden bir ibret deðil, belki bir küllî düsturun efradý olarak her asýrda ve her tabakaya hitab ederek taze nâzil oluyor ve bilhassa çok tekrar ile اَلظَّالِمِينَ اَلظَّالِمِينَ deyip tehdidleri ve zulümlerinin cezasý olan musibet-i semaviye ve arziyeyi þiddetle beyaný, bu asrýn emsalsiz zulümlerine Kavm-i Âd ve Semûd ve Firavun'un baþlarýna gelen azablarla baktýrýyor ve mazlûm ehl-i îmana Ýbrahim ve Mûsa Aleyhimesselâm gibi enbiyanýn necatlarýyla teselli veriyor.

 

Evet nazar-ý gaflet ve dalâlette, vahþetli ve dehþetli bir ademistan ve elîm ve mahvolmuþ bir mezaristan olan bütün geçmiþ zaman ve ölmüþ karnlar ve asýrlar; canlý birer sahife-i ibret ve baþtan baþa ruhlu, hayatdar bir acib âlem ve mevcud ve bizimle münasebetdar bir memleket-i Rabbaniye suretinde sinema perdeleri gibi, kâh bizi o zamanlara, kâh o zamanlarý yanýmýza getirerek her asra ve her tabakaya gösterip yüksek bir i'câz ile dersini veren Kur'ân-ý Mu'ciz-ül Beyan ayný i'câz ile, nazar-ý dalâlette camid, periþan, ölü, hadsiz bir vahþetgâh olan ve firak ve zevalde yuvarlanan bu kâinatý bir kitab-ý Samedanî, bir þehr-i Rahmânî, bir meþher-i sun'-i Rabbanî olarak o câmidatý canlandýrýp birer vazifedar suretinde birbiriyle konuþturup ve birbirinin imdadýna koþturup nev'-i beþere ve cin ve meleðe hakikî ve nurlu ve zevkli hikmet dersleri veren bu Kur'ân-ý Azîmüþþan'ýn elbette her harfinde on ve yüz ve bazan bin ve binler sevab bulunmasý ve bütün cin ve ins toplansa onun mislini getirememesi ve bütün benî-âdemle ve kâinatla tam yerinde konuþmasý ve her zaman milyonlar hâfýzlarýn kalblerinde zevk ile yazýlmasý ve çok tekrarla ve kesretli tekraratýyla usandýrmamasý ve çok iltibas yerleri ve cümleleri ile beraber

 

sh: » (Þ: 240)

 

çocuklarýn nâzik ve basit kafalarýnda mükemmel yerleþmesi ve hastalarýn ve az sözden müteessir olan ve sekeratta olanlarýn kulaðýnda mâ-i zemzem misillû hoþ gelmesi gibi kudsî imtiyazlarý kazanýr ve iki cihanýn saadetlerini kendi þakirdlerine kazandýrýr. Ve tercümanýn ümmiyet mertebesini tam riayet etmek sýrrýyla hiçbir tekellüf ve hiçbir tasannu ve hiçbir gösteriþe meydan vermeden selâset-i fýtriyesini ve doðrudan doðruya semadan gelmesini ve en kesretli olan tabakat-ý avâmýn basit fehimlerini tenezzülât-ý kelâmiye ile okþamak hikmetiyle en ziyade sema ve arz gibi en zâhir ve bedihî sahifelerini açýp o âdiyat altýndaki hârikulâde mu'cizat-ý kudretini ve mânidar sutûr-u hikmetini ders vermekle lûtf-u irþadda güzel bir i'câz gösterir. Tekrarý iktiza eden dua ve davet, zikir ve tevhid kitabý dahi olduðunu bildirmek sýrrýyla güzel, tatlý tekraratýyla birtek cümlede ve birtek kýssada ayrý ayrý çok mânalarý, ayrý ayrý muhatab tabakalarýna tefhim etmekte ve cüz'î ve âdî bir hâdisede en cüz'î ve ehemmiyetsiz þeyler dahi nazar-ý merhametinde ve daire-i tedbir ve iradesinde bulunmasýný bildirmek sýrrýyla tesis-i Ýslâmiyette ve tedvîn-i Þeriatta sahabelerin cüz'î hâdiselerini dahi nazar-ý ehemmiyete almasýnda; hem küllî düsturlarýn bulunmasý, hem umumî olan Ýslâmiyetin ve þeriatýn tesisinde o cüz'î hâdiseler, çekirdekler hükmünde çok ehemmiyetli meyveleri verdikleri cihetinde de bir nevi i'câzýný gösterir. Evet ihtiyacýn tekerrürüyle, tekrarýn lüzumu haysiyetiyle, yirmi sene zarfýnda pek çok mükerrer suallere cevab olarak ayrý ayrý çok tabakalara ders veren ve koca kâinatý parça parça edip kýyamette þeklini deðiþtirerek dünyayý kaldýrýp onun yerine azametli âhireti kuracak ve zerrattan yýldýzlara kadar bütün cüz'iyat ve külliyatýn tek bir zâtýn elinde ve tasarrufunda bulunduðunu isbat edecek ve kâinatý ve arzý ve semavatý ve anâsýrý kýzdýran ve hiddete getiren nev'-i beþerin zulümlerine, kâinatýn netice-i hilkati hesabýna gadab-ý Ýlâhîyi ve hiddet-i Rabbaniyeyi gösterecek hadsiz ve nihayetsiz ve dehþetli ve geniþ bir inkýlâbýn tesisinde binler netice kuvvetinde bazý cümleleri ve hadsiz delillerin neticesi olan bir kýsým âyetleri tekrar etmek; deðil bir kusur, belki gayet kuvvetli bir i'caz ve gayet yüksek bir belâgat ve mukteza-yý hâle gayet mutâbýk bir cezâlettir, bir fesâhattir. Meselâ: Birtek âyet olup yüz ondört defa tekrar edilen بِسْمٍ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ cümlesi, Risâle-i Nur'un Ondördüncü Lem'asýnda beyan edildiði gibi; arþý ferþe baðlayan ve kâinatý ýþýklandýran ve her dakika herkes ona muhtaç olan öyle bir hakikattýr ki, milyonlar defa tekrar edilse

 

sh: » (Þ: 241)

 

yine ihtiyaç vardýr. Deðil yalnýz ekmek gibi her gün, belki hava ve ziya gibi her dakika ona ihtiyaç ve iþtiyak vardýr. Hem meselâ: Sûre-i طسم de sekiz defa tekrar edilen þu اِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ âyeti, o sûrede hikâye edilen peygamberlerin necatlarýný ve kavimlerinin azablarýný, kâinatýn netice-i hilkati hesabýna ve rububiyet-i âmmenin namýna o binler hakikat kuvvetinde olan âyeti tekrar ederek, izzet-i Rabbâniye o zâlim kavimlerin azabýný ve rahîmiyet-i Ýlâhiye dahi enbiyânýn necatlarýný iktiza ettiðini ders vermek için binler defa tekrar olsa yine ihtiyaç ve iþtiyak var ve îcazlý ve i'cazlý bir ulvî belâgattýr. Hem meselâ: Sûre-i Rahman'da tekrar edilen فَبِاَىِّ آلاَءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ âyeti ile Sûre-i Mürselât'ta وَيْلٌ يَوْمَئِذٍ لِلْمُكَذِّبِينَ âyeti, cin ve nev'-i beþere, kâinatý kýzdýran ve arz ve semavatý hiddete getiren ve hilkat-i âlemin neticelerini bozan ve haþmet-i saltanat-ý Ýlâhiyeye karþý inkâr ve istihfafla mukabele eden küfür ve küfranlarýný ve zulümlerini ve bütün mahlûkatýn hukuklarýna tecavüzlerini asýrlara ve arza ve semâvata tehdidkârane haykýran bu iki âyet, böyle binler hakikatlarla alâkadar ve binler mes'ele kuvvetinde olan bir ders-i umumîde binler defa tekrar edilse yine lüzum var ve celâlli bir îcâz ve cemalli bir i'caz-ý belâgattýr.

 

Hem meselâ: Kur'ânýn hakikî ve tam bir nevi münâcatý ve Kur'ândan çýkan bir çeþit hülâsasý olan Cevþen-ül Kebir namýndaki münâcat-ý Peygamberîde (A.S.M.) yüz defa

 

سُبْحَانَكَ يَا لاَ اِلهَ اِلاَّ اَنْتَ اْلاَمَانُ اْلاَمَانُ خَلِّصْنَا وَ اَجِرْنَا وَ نَجِّنَا مِنَ النَّارِ

 

cümlesinin tekrarýnda tevhid gibi kâinatça en büyük hakikat ve mahlukatýn rububiyete karþý tesbih ve tahmid ve takdis gibi üç muazzam vazifesinden en ehemmiyetli bir vazifesi ve þekavet-i ebediyeden kurtulmak gibi nev'-i insanýn en dehþetli mes'elesi ve ubudiyet ve acz-i beþerin en lüzumlu neticesi bulunmasý cihetiyle binler defa tekrar edilse yine azdýr.

 

sh: » (Þ: 242)

 

Ýþte tekrarat-ý Kur'âniye bu gibi esaslara bakýyor. Hattâ bazan bir sahifede iktiza-yý makam ve ihtiyac-ý ifham ve belâgat-ý beyan cihetiyle yirmi defa sarîhan ve zýmnen tevhid hakikatýný ifade eder. Deðil usanç, belki kuvvet ve þevk verir. Risâle-i Nur'da, tekrarat-ý Kur'âniye ne kadar yerinde ve münasib ve belâgatça makbul olduðu hüccetleriyle beyan edilmiþ.

 

Kur'ân-ý Mu'ciz-ül Beyan'ýn Mekke sûreleriyle Medîne sûreleri belâgat noktasýnda ve i'caz cihetinde ve tafsil ve icmal vechinde birbirinden ayrý olmasýnýn sýrrý ve hikmeti þudur ki: Mekke'de birinci safta muhatab ve muarýzlarý, Kureyþ müþrikleri ve ümmîleri olduðundan belâgatça kuvvetli bir üslûb-u âlî ve îcazlý, muknî', kanaat verici bir icmâl ve tesbit için tekrar lâzým geldiðinden ekseriyetle Mekkiye sûreleri erkân-ý îmaniyeyi ve tevhidin mertebelerini gayet kuvvetli ve yüksek ve i'cazlý bir îcâz ile tekrar edip ifade ederek mebde' ve meadi, Allah'ý ve âhireti, deðil yalnýz bir sahifede, bir âyette, bir cümlede, bir kelimede; belki bazan bir harfte ve takdim, te'hir ve tarif ve tenkir ve hazf ve zikir gibi heyetlerde öyle kuvvetli isbat eder ki, ilm-i belâgatýn dâhî imamlarý hayretle karþýlamýþlar. Risâle-i Nur ve bilhassa Kur'ânýn kýrk vech-i i'câzýný icmâlen isbat eden Yirmibeþinci Söz, zeyilleriyle beraber ve Kur'ânýn nazmýndaki vech-i i'câzý hârika bir tarzda isbat eden Arabî Risâle-i Nur'dan "Ýþarât-ül Ý'câz" tefsiri bilfiil göstermiþler ki, Mekkiye olan sûre ve âyetlerde en âlî bir üslûb-u belâgat ve en yüksek bir i'câz-ý îcâzî vardýr. Amma Medeniye sûre ve âyetlerde birinci safta muhatab ve muarýzlarý ise, Allah'ý tasdik eden Yahudi ve Nasâra gibi ehl-i kitab olduðundan mukteza-yý belâgat ve irþad ve mutabýk-ý makam ve hâlin lüzumundan, sade ve vazýh ve tafsilli bir üslûbla ehl-i kitaba karþý dinin yüksek usûlünü ve îmanýn rükünlerini deðil, belki medar-ý ihtilaf olan þeriatta ve ahkâmda ve teferruatýn ve küllî kanunlarýn menþe'leri ve sebebleri olan cüz'iyatýn beyaný lâzým geldiðinden o Medeniye sûre ve âyetlerde ekseriyetle tafsil ve izah ve sade üslûbla beyanat içinde Kur'ana mahsus emsalsiz bir tarz-ý beyanla, birden o cüz'î teferruat hâdisesi içinde yüksek, kuvvetli bir fezleke, bir hâtime, bir hüccet ve o cüz'î hâdise-i þer'iyeyi küllîleþtiren ve imtisalini îmân-ý billâh ile temin eden bir cümle-i tevhîdiyeyi ve îmaniyeyi ve uhreviyeyi zikreder. O makamý nurlandýrýr, ulvîleþtirir. Risâle-i Nur, âyetlerin âhirlerinde ekseriyetle gelen

 

sh: » (Þ: 243)

 

اِنَّ اللّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ { اِنَّ اللّهَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ { وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ { وَهُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ

 

gibi tevhidi ve âhireti ifade eden fezlekelerde ve hâtimelerde ne kadar yüksek bir belâgat ve meziyetler ve cezaletler ve nükteler bulunduðunu Yirmibeþinci Söz'ün Ýkinci Þu'lesinin Ýkinci Nurunda o fezleke ve hâtimelerin pekçok nüktelerinden ve meziyetlerinden on tanesini beyan ederek, o hülâsalarda bir mu'cize-i kübrâ bulunduðunu muannidlere de isbat etmiþ. Evet Kur'ân, o teferruat-ý þer'iye ve kavânîn-i içtimaiyenin beyaný içinde birden muhatabýn nazarýný yüksek ve küllî noktalara kaldýrýp, sade üslûbu bir ulvî üslûba ve þeriat dersinden tevhid dersine çevirerek Kur'aný, hem bir kitab-ý þeriat ve ahkâm ve hikmet, hem bir kitab-ý akide ve îman ve zikir ve fikir ve dua ve davet olduðunu gösterip her makamda çok makasýd-ý irþadiye-i Kur'âniyeyi ders vermesiyle Mekkiye âyetlerin tarz-ý belâgatlarýndan ayrý ve parlak mu'cizane bir cezalet izhar eder. Bazan iki kelimede meselâ رَبّ الْعَالَمِينَ ve رَبُّكَ de, رَبُّكَ tabiriyle ehadiyeti ve رَبّ الْعَالَمِينَ ile vâhidiyeti bildirir. Ehadiyet içinde vâhidiyeti ifade eder. Hattâ bir cümlede; bir zerreyi bir gözbebeðinde gördüðü ve yerleþtirdiði gibi, Güneþ'i ayný âyetle, ayný çekiçle göðün gözbebeðinde yerleþtirir ve göðe bir göz yapar. Meselâ: خَلَقَ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضَ âyetinden sonra يُولِجُ الّيْلَ فِى النّهَارِ وَيُولِجُ النّهَارَ فِى الّيْلِ âyetinin akabinde وَ هُوَ عَلِيمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ der. "Zemin ve göklerin haþmet-i hilkatinde kalbin dahi hatýratýný bilir, idare eder." der, tarzýnda bir be-

 

sh: » (Þ: 244)

 

yanat cihetiyle o sade ve ümmiyet mertebesini ve avâmýn fehmini nazara alan o basit ve cüz'î muhavere, o tarz ile ulvî ve cazibedar ve umumî ve irþadkâr bir mükâlemeye döner.

 

Bir Sual: "Bazan ehemmiyetli bir hakikat, sathî nazarlara görünmediðinden ve bazý makamlarda cüz'î ve âdi bir hâdiseden yüksek bir fezleke-i tevhidi veya küllî bir düsturu beyan etmekte münasebet bilinmediðinden, bir kusur tevehhüm edilir. Meselâ: "Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm, kardeþini bir hile ile almasý" içinde وَفَوْقَ كُلِّ ذِى عِلْمٍ عَلِيمٌ diye gayet yüksek bir düsturun zikri, belâgatça münasebeti görünmüyor. Bunun sýrrý ve hikmeti nedir?"

 

Elcevap: Herbiri birer küçük Kur'ân olan ekser uzun sûre ve mutavassýtlarda ve çok sahife ve makamlarda yalnýz iki-üç maksad deðil, belki Kur'ân mahiyeti, hem bir kitab-ý zikir ve îman ve fikir, hem bir kitab-ý þeriat ve hikmet ve irþad gibi, çok kitablarý ve ayrý ayrý dersleri tazammun ederek rububiyet-i Ýlâhiyenin herþeye ihatasýný ve haþmetli tecelliyatýný ifade etmek cihetiyle, kâinat kitab-ý kebirinin bir nevi kýraatý olan Kur'ân, elbette her makamda, hattâ bazan bir sahifede çok maksadlarý takiben marifetullahtan ve tevhidin mertebelerinden ve îman hakikatlarýndan ders verdiði haysiyetiyle, öbür makamda, meselâ zâhirce zaîf bir münasebetle, baþka bir ders açar ve o zaîf münasebete çok kuvvetli münasebetler iltihak ederler. O makama gayet mutabýk olur, mertebe-i belâgatý yükseklenir.

 

Ýkinci Bir Sual: "Kur'ân'da sarîhan ve zýmnen ve iþareten, âhiret ve tevhidi ve beþerin mükâfat ve mücâzatýný binler defa isbat edip nazara vermenin ve her sûrede, her sahifede, her makamda ders vermenin hikmeti nedir?"

 

Elcevap: Daire-i imkânda ve kâinatýn sergüzeþtine ait inkýlâblarda ve emanet-i kübrâyý ve hilafet-i arziyeyi omuzuna alan nev'-i beþerin þekavet ve saadet-i ebediyeye medar olan vazifesine dair en ehemmiyetli, en büyük, en dehþetli mes'elelerinden en azametlilerini ders vermek ve hadsiz þüpheleri izale etmek ve gayet þiddetli inkârlarý ve inadlarý kýrmak cihetinde elbette o dehþetli inkýlablarý tasdik ettirmek ve o inkýlâblarýn azametinde büyük ve beþere en elzem ve en zarurî mes'eleleri teslim ettirmek için Kur'ân, binler defa deðil, belki milyonlar defa onlara baktýrsa yine

 

sh: » (Þ: 245)

 

israf deðil ki, milyonlar kere tekrar ile o bahisler Kur'ânda okunur, usanç vermez, ihtiyaç kesilmez. Meselâ:

 

اِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّاِلحَاتِ لَهُمْ جَنَّاتٌ تَجْرِى مِنْ تَحْتِهَا اْلاَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا اَبَدًا

 

âyetinin gösterdiði müjde-i saadet-i ebediye hakikatý, "Bîçâre beþere her dakika kendini gösteren hakikat-ý mevtin; hem insaný, hem dünyasýný, hem bütün ahbabýný îdam-ý ebedîsinden kurtarýp ebedî bir saltanatý kazandýrýr" dediðinden milyarlar defa tekrar edilse ve kâinat kadar ehemmiyet verilse yine israf olmaz, kýymetten düþmez. Ýþte bu çeþit hadsiz kýymetdar mes'eleleri ders veren ve kâinatý bir hane gibi deðiþtiren ve þeklini bozan dehþetli inkýlâblarý tesis etmekte iknaa ve inandýrmaya ve isbata çalýþan Kur'ân-ý Mu'ciz-ül Beyan elbette sarihân ve zýmnen ve iþareten binler defa o mes'elelere nazar-ý dikkati celbetmek; deðil israf, belki ekmek, ilâç, hava ve ziya gibi birer hâcet-i zaruriye hükmünde ihsanýný tazelendirir. Hem meselâ: اِنَّ الْكَافِرِينَ فِى نَارِ جَهَنَّمَ وَ الظّالِمِينَ لَهُمْ عَذَابٌ اَلِيمٌ gibi tehdid âyetlerini Kur'ân gayet þiddetle ve hiddetle ve gayet kuvvet ve tekrarla zikretmesinin hikmeti ise; -Risâle-i Nur'da kat'î isbat edildiði gibi- beþerin küfrü, kâinatýn ve ekser mahlukatýn hukuklarýna öyle bir tecavüzdür ki, semavatý ve arzý kýzdýrýyor ve anasýrý hiddete getirip tufanlarla o zalimleri tokatlýyor. اِذَا اُلْقُوا فِيهَا سَمِعُوا لَهَا شَهِيقًا وَهِىَ تَفُورُ تَكَادُ تَمَيَّزُ مِنَ الْغَيْظِ âyetinin sarâhatýyla o zâlim münkirlere Cehennem öyle öfkeleniyor ki, hiddetinden parçalanmak derecesine geliyor. Ýþte böyle bir cinayet-i âmmeye ve hadsiz bir tecavüze karþý beþerin küçüklük ve ehemmiyetsizliði noktasýnda deðil, belki zâlimâne cinayetinin azametine ve kâfirane tecavüzünün dehþetine karþý Sultan-ý Kâinat kendi raiyetinin hukukunun ehemmiyetini ve o münkirlerin küfür ve zulmündeki nihayetsiz çirkinliðini göstermek hikmetiyle fermanýnda gayet hiddet ve þiddetle o cinayeti ve cezasýný deðil bin defa, belki milyonlar ve milyarlar ile tekrar etse, yine israf ve kusur

 

 

 

sh: » (Þ: 246)

 

deðil ki, bin seneden beri yüzer milyon insanlar hergün usanmadan kemal-i iþtiyakla ve ihtiyaçla okurlar.

 

Evet hergün, her zaman, herkes için bir âlem gider, taze bir âlemin kapýsý kendine açýlmasýndan, geçici herbir âlemini nurlandýrmak için ihtiyaç ve iþtiyakla لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهْ cümlesini bin defa tekrar ile o deðiþen perdelerin herbirisine bir لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهْ ý bir lâmba yaptýðý gibi, öyle de: O kesretli, geçici perdeleri ve o tazelenen seyyar kâinatlarý karanlýklandýrmamak ve âyine-i hayatýnda in'ikas eden sûretlerini çirkinleþtirmemek ve lehinde þahid olabilen o misafir vaziyetleri aleyhine çevirmemek için, o cinayetlerin cezalarýný ve Padiþah-ý Ezelî'nin þiddetli ve inadlarý kýran tehdidlerini Kur'âný okumakla takdir etmek ve nefsinin tuðyanýndan kurtulmaya çalýþmak hikmetiyle, Kur'ân gayet mânidar tekrar eder ve bu derece kuvvet ve þiddet ve tekrar ile tehdidat-ý Kur'âniyeyi hakikatsýz tevehhüm etmekten, þeytan bile kaçar. Onlarý dinlemeyen münkirlere Cehennem azabý ayn-ý adâlettir, diye gösterir.

 

Hem meselâ: Asâ-yý Mûusa gibi çok hikmetleri ve faideleri bulunan Kýssa-i Mûsa'nýn (A.S.) ve sair enbiyânýn (A.S.) kýssalarýný çok tekrarýnda, risalet-i Ahmediyenin (A.S.M.) hakkaniyetine bütün enbiyânýn nübüvvetlerini bir hüccet gösterip onlarýn umumunu inkâr edemeyen, bu zâtýn risâletini hakikat noktasýnda inkâr edemez hikmetiyle ve herkes her vakit bütün Kur'âný okumaya muktedir ve muvaffak olamadýðýndan herbir uzun ve mutavassýt sûreyi birer küçük Kur'ân hükmüne getirmek için ehemmiyetli erkân-ý îmaniye gibi o kýssalarý tekrar etmesi, deðil israf belki mukteza-yý belâgattýr ve hâdise-i Muhammediye (A.S.M.) bütün benî-Âdemin en büyük hâdisesi ve kâinatýn en azametli mes'elesi olduðunu ders vermektir. Evet Kur'ânda Zât-ý Ahmediyeye en büyük makam vermek ve dört erkân-ý îmaniyeyi içine almakla

 

لاَ اِلَهَ الاَّ اللَّهrüknüne denk tutulanمُحَمَّدٌرَسُولُ اللَّهِ risalet-i Muhammediye (A.S.M.) kâinatýn en büyük hakikatý ve Zât-ý Ahmediye (A.S.M.), bütün mahlûkatýn

 

sh: » (Þ: 247)

 

en eþrefi ve hakikat-ý Muhammediye (A.S.M.) tâbir edilen küllî þahsiyet-i maneviyesi ve makam-ý kudsîsi, iki cihanýn en parlak bir güneþi olduðuna ve bu hârika makama liyâkatýna dair pekçok hüccetleri ve emareleri, kat'î bir surette Risâle-i Nur'da isbat edilmiþ. Binden birisi þudur ki: اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِ düsturuyla, bütün ümmetinin bütün zamanlarda iþlediði hasenatýn bir misli onun defter-i hasenâtýna girmesi ve bütün kâinatýn hakikatlarýný, getirdiði nur ile nurlandýrmasý, deðil yalnýz cin ve insi ve meleði ve zîhayatlarý, belki kâinatý ve semavatý ve arzý minnetdar eylemesi ve istidad lisanýyla nebatâtýn dualarý ve ihtiyac-ý fýtrî diliyle hayvanatýn dualarý, gözümüz önünde bilfiil kabul olmasýnýn þehadetiyle milyonlar, belki milyarlar fýtrî ve reddedilmez dualarý makbul olan sulehâ-yý ümmeti her gün o zâta (A.S.M.) salât ve selâm ile rahmet dualarý ve mânevî kazançlarýný en evvel o zâta (A.S.M.) baðýþlamalarý ve bütün ümmetçe okunan Kur'ânýn üçyüzbin hurufunun herbirisinde on sevabdan tâ yüz, tâ bin hasene ve meyve vermesinden yalnýz kýraat-ý Kur'ân cihetiyle defter-i a'maline hadsiz nurlar girmesi haysiyetiyle o zâtýn (A.S.M.) þahsiyet-i maneviyesi olan hakikat-ý Muhammediye (A.S.M.), istikbalde bir þecere-i tuba-i Cennet hükmünde olacaðýný Allâm-ül Guyûb bilmiþ ve görmüþ ve o makama göre Kur'ânýnda o azîm ehemmiyeti vermiþ ve fermanýnda ona tebaiyeti ve sünnet-i seniyesine ittiba ile þefaatine mazhariyeti en ehemmiyetli bir mes'ele-i insaniye göstermiþ ve o haþmetli þecere-i tûbanýn bir çekirdeði olan þahsiyet-i beþeriyetini ve bidayetteki vaziyet-i insaniyesini arasýra nazara almasýdýr.

 

Ýþte Kur'anýn tekrar edilen hakikatlarý bu kýymette olduðundan, tekraratýnda kuvvetli ve geniþ bir mu'cize-i maneviye bulunmasýna fýtrat-ý selime þehadet eder. Meðer maddiyyunluk tâûnuyla maraz-ý kalbe ve vicdan hastalýðýna mübtela ola...

 

قَدْ يُنْكِرُ الْمَرْءُ ضَوْءَ الشَّمْسِ مِنْ رَمَدٍ وَ يُنْكِرُ الْفَمُ طَعْمَ الْمَاءِ مِنْ سَقَمٍ

 

kaidesine dâhil olur.

 

* * *

 

 

 

sh: » (Þ: 248)

 

Bu Onuncu Mes'eleye bir hâtime olarak iki haþiye

 

Birincisi: Bundan (*) oniki sene evvel iþittim ki, en dehþetli ve muannid bir zýndýk Kur'âna karþý suikasdýný tercümesiyle yapmaða baþlamýþ ve demiþ ki: "Kur'ân tercüme edilsin, tâ ne mal olduðu bilinsin." Yani, lüzumsuz tekraratý herkes görsün ve tercümesi onun yerinde okunsun diye dehþetli bir plân çevirmiþ. Fakat Risâle-i Nur'un cerhedilmez hüccetleri kat'î isbat etmiþ ki: Kur'ânýn hakikî tercümesi kabil deðil ve lisan-ý nahvî olan lisan-ý Arabî yerinde Kur'ânýn meziyetlerini ve nüktelerini baþka lisan muhafaza edemez ve herbir harfi, on adedden bine kadar sevab veren kelimat-ý Kur'âniyenin mu'cizane ve cem'iyetli tabirlerinin yerini, beþerin âdi ve cüz'î tercümeleri tutamaz, onun yerinde câmilerde okunmaz diye Risâle-i Nur her tarafta intiþarýyla o dehþetli plâný akîm býraktý. Fakat o zýndýktan ders alan münafýklar, yine þeytan hesabýna Kur'ân güneþini üflemekle söndürmeðe ahmak çocuklar gibi ahmakane ve divânecesine çalýþmalarý sebebiyle, bana gayet sýký ve sýkýcý ve sýkýntýlý bir hâlette bu Onuncu Mes'ele yazdýrýldý tahmin ediyorum. Baþkalar ile görüþemediðim için hakikat-ý hâli bilmiyorum.

 

(*) Bu risalenin te'lifinden oniki sene evvel.

 

Hâtimeden Ýkinci Haþiye: Denizli hapsinden tahliyemizden sonra meþhur Þehir Oteli'nin yüksek katýnda oturmuþtum. Karþýmda güzel bahçelerde kesretli kavak aðaçlarý birer halka-i zikir tarzýnda gayet lâtif tatlý bir surette hem kendileri, hem dallarý, hem yapraklarý, havanýn dokunmasýyla cezbedârâne ve cazibekârane hareketle rakslarý, kardeþlerimin müfarakatlarýndan ve yalnýz kaldýðýmdan hüzünlü ve gamlý kalbime iliþti. Birden güz ve kýþ mevsimi hâtýra geldi ve bana bir gaflet bastý. Ben, o kemâl-i neþ'e ile cilvelenen o nazenin kavaklara ve zîhayatlara o kadar acýdým ki, gözlerim yaþ ile doldu. Kâinatýn süslü perdesi altýndaki ademleri, firaklarý ihtar ve ihsasýyla kâinat dolusu firaklarýn, zevallerin hüzünleri baþýma toplandý. Birden hakikat-ý Muhammediyenin (A.S.M.) getirdiði nur, imdâda yetiþti. O hadsiz hüzünleri ve gamlarý, sürurlara çevirdi. Hattâ o nurun, herkes ve her ehl-i îman gibi benim hakkýmda milyon feyzinden yalnýz o vakitte, o vaziyete temas eden imdad ve tesellisi için Zât-ý Muhammediyeye (A.S.M.) karþý ebediyen minnetdar oldum. Þöyle ki:

 

Ol nazar-ý gaflet, o mübârek nâzeninleri; vazifesiz, neticesiz, bir mevsimde görünüp, hareketleri neþ'eden deðil belki güya ademden ve firaktan titreyerek hiçliðe düþtüklerini göstermekle, herkes gibi bende-

 

sh: » (Þ: 249)

 

ki aþk-ý beka ve hubb-u mehâsin ve þefkat-i cinsiye ve hayatiyeye medar olan damarlarýma o derece dokundu ki, böyle dünyayý bir mânevî cehenneme ve aklý bir tâzib âletine çevirdiði sýrada, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn beþere hediye getirdiði nur perdeyi kaldýrdý; idam, adem, hiçlik, vazifesizlik, abes, firak yerlerinde o kavaklarýn herbirinin yapraklarý adedince hikmetleri ve mânâlarý ve Risâle-i Nur'da isbat edildiði gibi, üç kýsma ayrýlan neticeleri ve vazifeleri var diye gösterdi.

 

Birinci kýsým: Sâni'-i Zülcelâl'in esmâsýna bakar. Meselâ: Nasýl bir usta hârika bir makinayý yapsa; herkes o zâta "Mâþâallah, bârekâllah" deyip alkýþlar. Öyle de: O makina dahi, ondan maksud neticeleri tam tamýna göstermesiyle, lisan-ý hâliyle ustasýný tebrik eder, alkýþlar. Her zîhayat ve herþey böyle bir makinadýr, ustasýný tebriklerle alkýþlar.

 

Ýkinci kýsým hikmetleri ise: Zîhayatýn ve zîþuurun nazarlarýna bakar. Onlara þirin bir mütalââgâh, birer kitab-ý mârifet olur. Mânâlarýný zîþuurun zihinlerinde ve suretlerini kuvve-i hâfýzalarýnda ve elvah-ý misaliyede ve âlem-i gaybýn defterlerinde daire-i vücudda býrakýp, sonra âlem-i þehadeti terkeder, âlem-i gayba çekilir. Demek sûrî bir vücudu býrakýr, manevî ve gaybî ve ilmî çok vücudlarý kazanýr. Evet, madem Allah var ve ilmi ihâta eder. Elbette adem, idam, hiçlik, mahv, fena; hakikat noktasýnda ehl-i îmanýn dünyasýnda yoktur ve kâfirlerin dünyalarý ademle, firakla, hiçlikle, fânilikle doludur. Ýþte bu hakikatý, umumun lisanýnda gezen bu gelen darb-ý mesel ders verip, der: "Kimin için Allah var, ona herþey var ve kimin için yoksa, herþey ona yoktur, hiçtir."

 

Elhasýl: Nasýlki îman, ölüm vaktinde insaný idam-ý ebedîden kurtarýyor; öyle de herkesin hususî dünyasýný dahi idamdan ve hiçlik karanlýklarýndan kurtarýyor. Ve küfür ise, hususan küfr-ü mutlak olsa; hem o insaný, hem hususî dünyasýný ölümle idam edip manevî cehennem zulmetlerine atar. Hayatýnýn lezzetlerini acý zehirlere çevirir. Hayat-ý dünyeviyeyi âhiretine tercih edenlerin kulaklarý çýnlasýn. Gelsinler, buna ya bir çare bulsunlar veya îmana girsinler. Bu dehþetli hasârattan kurtulsunlar!

 

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

 

Duânýza çok muhtaç ve size çok müþtak kardeþiniz

 

Said Nursî

 

 

 

sh: » (Þ: 250)

 

Onuncu Mes'ele münâsebetiyle Hüsrev'in üstadýna yazdýðý mektub

 

Çok sevgili üstadým efendim,

 

Cenab-ý Hakk'a hadsiz þükürler olsun, iki aylýk iftirak üzüntülerini ve muhaberesizlik ýzdýrablarýný hafifleþtiren ve kalblerimize taze hayat bahþeden ve ruhlarýmýza yeni, sâfi bir nesîm ihda eden Kur'ânýn celâlli ve izzetli, rahmetli ve þefkatli âyetlerindeki tekraratýn mehâsinini tâ'dâd eden, hikmet-i tekrarýnýn lüzum ve ehemmiyetini izah eden ve Risâle-i Nur'un bir hârika müdafaasý olan Denizli Meyvesinin Onuncu Mes'elesi namýný alan "Emirdaðý Çiçeði"ni aldýk. Elhak takdir ve tahsine çok lâyýk olan bu çiçeði kokladýkça ruhumuzdaki iþtiyak yükseldi. Dokuz aylýk hapis sýkýntýsýna mukabil, Meyve'nin Dokuz Mes'elesi nasýl beraetimize büyük bir vesile olmakla güzelliðini göstermiþ ise, Onuncu Mes'elesi olan çiçeði de Kur'ânýn îcazlý i'cazýndaki hârikalarý göstermekle o nisbette güzelliðini göstermektedir.

 

Evet sevgili üstadým, gülün çiçeðindeki fevkalâde letafet ve güzellik, aðacýndaki dikenleri nazara hiç göstermediði gibi; bu nuranî çiçek de bize dokuz aylýk hapis sýkýntýsýný unutturacak bir þekilde o sýkýntýlarýmýzý da hiçe indirmiþtir. Mütalâasýna doyulmayacak þekilde kaleme alýnan ve akýllarý hayrete sevkeden bu nurani çiçek, muhtevi olduðu çok güzelliklerinden bilhassa Kur'ânýn tercümesi suretiyle nazar-ý beþerde âdileþtirilmek ihânetine mukabil, o tekraratýn kýymetini tam göstermekle Kur'ânýn cihandeðer ulviyetini meydana koymuþtur. Sâliklerinin her asýrda fevkalâde bir metanetle sarýlmalarý ile ve emir ve nehyine tamamen inkýyad etmeleriyle, güya yeni nâzil olmuþ gibi tazeliði isbat edilmiþ olan Kur'ân-ý Mu'ciz-ül Beyan'ýn, bütün asýrlarda, zâlimlerine karþý þiddetli ve dehþetli ve tekrarlý tehdidleri ve mazlûmlarýna karþý þefkatli ve rahmetli mükerrer taltifleri, hususuyla bu asrýmýza bakan tehdidâtý içinde zâlimlerine misli görülmemiþ bir hâlette, sanki feza-i ekberden bir nümuneyi andýran semavî bir cehennemle altý-yedi seneden beri mütemadiyen feryad u figan ettirmesi ve keza mazlumlarýnýn bu asýrdaki küllî ferdleri baþýnda Risâle-i Nur talebelerinin bulunmasý ve hakikaten bu talebeleri de ümem-i sâlifenin enbiyalarýna verilen necatlar gibi pek büyük umumî ve hususî necatlara mazhar etmesi ve muarýzlarý olan dinsizlerin cehennemî azabla tokatlanmalarýný göstermesi, hem iki güzel ve lâ-

 

 

 

sh: » (Þ: 251)

 

tif hâþiyelerle hâtime verilmek suretiyle çiçeðin tamam edilmesi bu fakir talebeniz Hüsrev'i o kadar büyük bir sürurla sonsuz bir þükre sevketti ki; bu güzel çiçeðin verdiði sevinç ve süruru müddet-i ömrümde hissetmediðimi sevgili üstadýma arzettiðim gibi, kardeþlerime de kerratla söylemiþim. Cenâb-ý Hak, zaîf ve tahammülsüz omuzlarýna pek azametli bâr-ý sakîl tahmil edilen siz sevgili üstadýmýzdan ebediyen razý olsun. Ve yüklerinizi tahfif etmekle yüzlerinizi ebede kadar güldürsün âmîn.

 

Evet sevgili üstadým, biz Allah'tan, Kur'ândan, Habib-i Zîþan'dan ve Risâle-i Nur'dan ve Kur'ân dellâlý siz sevgili üstadýmýzdan ebediyen râzýyýz. Ve intisabýmýzdan hiçbir cihetle piþmanlýðýmýz yok. Hem kalbimizde zerre kadar kötülük etmek için niyet yok. Biz ancak Allah'ý ve rýzâsýný istiyoruz. Gün geçtikçe, rýzâsý içinde, Cenab-ý Hakk'a vuslat iþtiyaklarýný kalbimizde teksif ediyoruz. Bilâ-istisna bize fenalýk edenleri Cenab-ý Hakk'a terketmekle afvetmek ve bilakis bize zulmeden o zalimler de dâhil olduðu halde, herkese iyilik etmek, Risâle-i Nur talebelerinin kalblerine yerleþen bir þiar-ý Ýslâm olduðunu, biz istemeyerek îlân eden Hazret-i Allah'a hadsiz hududsuz þükürler ediyoruz.

 

Çok kusurlu talebeniz Hüsrev

 

* * *

 

 

 

sh: » (Þ: 252)

 

Onbirinci Mes'ele

 

Meyve'nin Onbirinci Mes'elesinin baþý; bir meyvesi Cennet ve biri saadet-i ebediye ve biri rü'yetullah olan îman þecere-i kudsiyesinin hadsiz, küllî ve cüz'î meyvelerinden yüzer nümûneleri Risâle-i Nur'da beyan ve hüccetlerle isbat edildiðinden, izahýný "Sirâcünnur"a hâvale edip; küllî erkânýnýn deðil, belki cüz'î ve cüzlerin, cüz'î ve hususî meyvelerinden birkaç nümûne beyan edilecek.

 

Birisi: Bir gün bir duada, "Ya Rabbi! Cebrâil, Mikâil, Ýsrâfil, Azrâil hürmetlerine ve þefaatlerine, beni cin ve insin þerlerinden muhafaza eyle" meâlinde duayý dediðim zaman, herkesi titreten ve dehþet veren Azrâil nâmýný zikrettiðim vakit gayet tatlý ve tesellidâr ve sevimli bir halet hissettim. Elhamdülillah dedim. Azrâil'i cidden sevmeðe baþladým. Melâikeye îman rüknünün bu cüz'î ferdinin pek çok meyvelerinden yalnýz bir cüz'î meyvesine gayet kýsa bir iþâret ederiz.

 

Birisi: Ýnsanýn en kýymetli ve üstünde titrediði malý, onun ruhudur. Onu zâyi' olmaktan ve fenâdan ve baþýboþluktan muhafaza etmek için kuvvetli ve emin bir ele teslimin derin bir sevinç verdiðini kat'î hissettim. Ve insanýn amelini yazan melekler hatýrýma geldi. Baktým, aynen bu meyve gibi çok tatlý meyveleri var.

 

Birisi: Her insan kýymetli bir sözünü ve fiilini bâkileþtirmek için iþtiyakla kitâbet ve þiir, hattâ sinema ile hýfzýna çalýþýr. Hususan o fiillerin Cennet'te bâkî meyveleri bulunsa, daha ziyâde merak eder. "Kiramen Kâtibîn" insanýn omuzlarýnda durup onlarý ebedî manzaralarda göstermek ve sahiblerine daimî mükâfat kazandýrmak, o kadar bana þirin geldi ki târif edemem.

 

Sonra ehl-i dünyanýn, beni hayat-ý içtimaiyedeki herþeyden tecrid etmek içinde bütün kitablarýmdan ve dostlarýmdan ve hizmetçilerimden ve teselli verici iþlerden ayrý düþürmeleriyle beraber, gurbet vahþeti beni sýkarken ve boþ dünya baþýma yýkýlýrken, me

 

sh: » (Þ: 253)

 

lâikeye îmanýn pek çok meyvelerinden birisi imdadýma geldi. Kâinatýmý ve dünyamý þenlendirdi, melekler ve ruhanîlerle doldurdu, âlemimi sevinçle güldürdü. Ve ehl-i dalaletin dünyalarý vahþet ve boþluk ve karanlýkla aðladýklarýný gösterdi. Hayâlim bu meyvenin lezzetiyle mesrur iken, umum peygamberlere îmanýn pek çok meyvelerinden buna benzer birtek meyvesini aldý, tattý Birden, bütün geçmiþ zamanlardaki enbiyalarla yaþamýþ gibi onlara îmaným ve tasdikim, o zamanlarý ýþýklandýrdý ve îmanýmý küllî yapýp geniþlendirdi. Ve âhirzaman peygamberimizin îmana âit olan dâvalarýna binler imza bastýrdý, þeytanlarý susturdu. Birden "Hikmet-ül Ýstiaze Lem'asý"nda kat'î cevabý bulunan bir suâl kalbime geldi ki: "Bu meyveler gibi hadsiz tatlý semereler ve fâideler ve hasenâtýn gayet güzel neticeleri ve menfaatleri ve Erhamürrâhîmîn'in gayet merhametkârane tevfikleri ve inayetleri ehl-i hidâyete yardým edip kuvvet verdikleri halde, ehl-i dalâlet neden çok defa galebe eder ve bazan yirmisi, yüz tane ehl-i hidâyeti periþan eder." diye, mânen benden soruldu. Ve bu tefekkür içinde, þeytanýn gayet zaîf desiselerine karþý Kur'ânýn büyük tahþidatý ve melaikeleri ve Cenab-ý Hakk'ýn yardýmýný ehl-i îmana göndermesi hatýra geldi. Risâle-i Nur'un onun hikmetini kat'î hüccetlerle îzahýna binaen, o sualin cevabýna gayet kýsa bir iþaret ederiz:

 

Evet bazan serseri ve gizli, muzýr bir adamýn bir saraya ateþ atmaða çalýþmasý yüzünden, yüzer adamýn yapmasý gibi; yüzer adamýn muhafazasý ile ve bazan devlete ve padiþaha iltica ile o sarayýn vücudu devam edebilir. Çünki onun vücudu, bütün þerâitin ve erkânýn ve esbabýn vücûduyla olabilir. Fakat onun ademi ve harab olmasý birtek þartýn ademiyle vâki' ve bir serserinin bir kibritiyle yanýp mahvolduðu gibi, ins ve cin þeytanlarý az bir fiil ile büyük tahribat ve dehþetli mânevî yangýnlar yaparlar. Evet bütün fenalýklar ve günahlar ve þerlerin mâyesi ve esaslarý ademdir, tahribdir. Sûreten vücudun altýnda, adem ve bozmak saklýdýr. Ýþte cinnî ve insî þeytanlar ve þerirler bu noktaya istinaden gayet zaîf bir kuvvetle hadsiz bir kuvvete karþý dayanýp, ehl-i hak ve hakikatý Cenâb-ý Hakk'ýn dergâhýna ilticâya ve kaçmaya her vakit mecbur ettiðinden, Kur'ân onlarý himâye için büyük tahþidat yapar. Doksandokuz esmâ-i Ýlâhiyeyi onlarýn ellerine verir. O düþmanlara karþý sebat etmelerine çok þiddetli emirler verir.

 

Bu cevabdan, birden pek büyük bir hakikatýn ucu ve azametli, dehþetli bir mes'elenin esasý göründü. Þöyle ki:

 

Nasýlki Cennet bütün vücud âlemlerinin mahsulâtýný taþýyor ve dünyanýn yetiþtirdiði tohumlarý bâkiyâne sünbüllendiriyor, öy-

 

sh: » (Þ: 254)

 

le de; Cehennem dahi, hadsiz dehþetli adem ve hiçlik âlemlerinin çok elîm neticelerini göstermek için o adem mahsulâtlarýný kavuruyor ve o dehþetli Cehennem fabrikasý, sâir vazifeleri içinde, âlem-i vücud kâinatýný âlem-i adem pisliklerinden temizlettiriyor. Bu dehþetli mes'elenin þimdilik kapýsýný açmayacaðýz. Ýnþâallah sonra izah edilecek.

 

 

 

Hem meleklere îmân meyvesinden bir cüz'ü ve Münker ve Nekir'e ait bir nümûnesi þudur: Herkes gibi ben dahi muhakkak gireceðim diye mezarýma hayâlen girdim. Ve kabirde yalnýz, kimsesiz, karanlýk, soðuk, dar bir haps-i münferidde bir tecrid-i mutlak içindeki tevahhuþ ve me'yusiyetten tedehhüþ ederken, birden Münker ve Nekir taifesinden iki mübarek arkadaþ çýkýp geldiler. Benimle münâzaraya baþladýlar. Kalbim ve kabrim geniþlediler, nurlandýlar, hararetlendiler; âlem-i ervaha pencereler açýldý. Ben de þimdi hayâlen ve istikbalde hakikaten göreceðim o vaziyete bütün canýmla sevindim ve þükrettim. Sarf ve Nahiv ilmini okuyan bir medrese talebesinin vefat edip, kabirde Münker ve Nekir'in: "Men Rabbüke"= "Senin Rabbin kimdir?" diye suallerine karþý, kendini medresede zannedip Nahiv ilmi ile cevab vererek: "(Men) mübtedadýr. (Rabbüke) onun haberidir; müþkil bir mes'eleyi benden sorunuz, bu kolaydýr." diyerek, hem o melâikeleri, hem hazýr ruhlarý, hem o vakýayý müþahede eden orada bulunan bir keþf-el kubur velîsini güldürdü ve rahmet-i ilâhiyeyi tebessüme getirdi; azabdan kurtulduðu gibi, Risâle-i Nur'un bir þehid kahramaný olan merhum Hâfýz Ali, hapiste Meyve Risâlesi'ni kemâl-i aþkla yazarken ve okurken vefat edip kabirde melâike-i suâle mahkemedeki gibi Meyve hakikatlarý ile cevab verdiði misillü; ben de ve Risâle-i Nur þakirdleri de, o suâllere karþý Risâle-i Nur'un parlak ve kuvvetli hüccetleriyle istikbalde hakikaten ve þimdi mânen cevab verip onlarý tasdike ve tahsine ve tebrike sevkedecekler inþâallah.

 

Hem meleklere îmânýn saadet-i dünyeviyeye medar cüz'î bir nümunesi þudur ki: Ýlmihâlden îman dersini alan bir mâsum çocuðun, yanýnda aðlayan ve masum bir kardeþinin vefatý için vâveylâ eden diðer bir çocuða: "Aðlama, þükreyle.. senin kardeþin meleklerle beraber Cennet'e gitti; orada gezer, bizden daha iyi keyfedecek, melekler gibi uçacak, heryeri seyredebilir." deyip, feryad edenin aðlamasýný tebessüme ve sevince çevirmesidir. Ben de aynen bu aðlayan çocuk gibi, bu hazîn kýþta ve elîm bir vaziyetimde gayet elîm iki vefat haberini aldým. Biri, hem âlî mekteblerde birinciliði kazanan, hem Risâle-i Nur'un hakikatlarýný neþreden, biraderzâdem merhum Fuad; ikincisi, hacca gidip sekerat içinde tavaf ederken, tavaf içinde vefat eden Âlime Haným namýndaki mer-

 

sh: » (Þ: 255)

 

hume hemþirem. Bu iki akrabamýn ölümleri, Ýhtiyar Risalesi'nde yazýlan merhum Abdurrahman'ýn vefatý gibi beni aðlatýrken; îmanýn nuruyla o mâsum Fuad, o sâliha Haným insanlar yerinde meleklere, hûrilere arkadaþ olduklarýný ve bu dünyanýn tehlike ve günahlarýndan kurtulduklarýný mânen, kalben gördüm. O þiddetli hüzün yerinde büyük bir sevinç hissedip hem onlarý, hem Fuad'ýn pederi kardeþim Abdülmecid'i, hem kendimi tebrik ederek Erhamürrâhimîn'e teþekkür ettim. Bu iki merhumeye rahmet duâsý niyetiyle buraya yazýldý kaydedildi.

 

Risâle-i Nur'daki bütün mîzanlar ve müvâzeneler, îmânýn saadet-i dünyeviyeye ve uhreviyeye medar meyvelerini beyan ederler. Ve o küllî ve büyük meyveler, bu dünyada gösterdikleri saadet-i hayatiye ve lezzet-i ömür cihetiyle her mü'minin îmaný ona bir saadet-i ebediyeyi kazandýracak.. belki sünbül verecek ve o surette inkiþaf edecek diye haber verirler. Ve o küllî ve pek çok meyvelerinden beþ meyvesi, meyve-i mi'rac olarak Otuzbirinci Söz'ün âhirinde ve beþ meyvesi Yirmidördüncü Söz'ün Beþinci Dal'ýnda nümune olarak yazýlmýþ. Erkân-ý îmâniyenin herbirinin ayrý ayrý pek çok belki hadsiz meyveleri olduðu gibi, mecmuunun birden çok meyvelerinden bir meyvesi, koca Cennet ve biri de saadet-i ebediye ve biri de belki en tatlýsý da rü'yet-i Ýlâhiyedir diye, baþta demiþtik. Ve Otuzikinci Söz'ün âhirindeki müvazenede, îmanýn saadet-i dâreyne medar bir kýsým semereleri güzel izah edilmiþ. Ýman-ý bil'kader rüknünün kýymetdar meyveleri bu dünyada bulunduðuna bir delil, umum lisanýnda مَنْ آمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ darb-ý mesel olmuþtur. Yâni, "Kadere îman eden, gamlardan kurtulur." Risâle-i Kader'in âhirinde güzel bir temsil ile, iki adamýn þahane bir sarayýn bahçesine girmesiyle, bir küllî meyvesi beyan edilmiþ. Hattâ ben kendi hayatýmda binler tecrübelerimle gördüm ve bildim ki; kadere îman olmazsa hayat-ý dünyeviye saadeti mahvolur. Elîm musibetlerde, ne vakit kadere îman cihetine bakardým; musibet gayet hafifleþiyor görüyordum. Ve kadere îman etmeyen nasýl yaþayabilir diye hayret ederdim.

 

Melâikeye îman rüknünün küllî meyvelerinden birisine, Yirmiikinci Söz'ün Ýkinci Makam'ýnda þöyle iþaret edilmiþ ki; Azrâil Aleyhisselâm Cenâb-ý Hakk'a münacat edip demiþ: "Kabz-ý ervah vazifesinde senin ibâdýn benden küsecekler, þekvâ edecekler." Ona cevaben denilmiþ: "Senin vazifene hastalýklarý ve musibetleri per-

 

sh: » (Þ: 256)

 

de yapacaðým; tâ ibâdýmýn þekvalarý onlara gitsin, sana gelmesin." Aynen bu perdeler gibi Azrâil Aleyhisselâm'ýn vazifesi de bir perdedir. Tâ haksýz þekvâlar Cenâb-ý Hakk'a gitmesin. Çünki ölümdeki hikmet ve rahmet ve güzellik ve maslahat cihetini herkes göremez. Zâhire bakýp itiraz eder, þekvâya baþlar. Ýþte bu haksýz þekvalar Rahîm-i Mutlak'a gitmemek hikmetiyle Azrâil Aleyhisselâm perde olmuþ. Aynen bunun gibi bütün meleklerin, belki bütün esbab-ý zâhiriyenin vazifeleri, izzet-i rububiyetin perdeleridir. Tâ güzellikleri görünmeyen ve hikmetleri bilinmeyen þeylerde kudret-i Ýlâhiyenin izzeti ve kudsiyeti ve rahmetinin ihatasý muhafaza edilsin, itiraza hedef olmasýn ve hasis ve ehemmiyetsiz ve merhametsiz þeyler ile kudretin mübâþereti -nazar-ý zâhirîde- görünmesin. Yoksa hiçbir sebebin hakikî tesiri ve îcada hiç kabiliyeti olmadýðýný, her þeyde tevhid sikkeleri kat'î gösterdiðini, Risâle-i Nur hadsiz delilleriyle isbat etmiþ. Halketmek, îcad etmek ona mahsustur. Esbab, yalnýz bir perdedir. Melâike gibi zîþuur olanlarýn, yalnýz cüz-î ihtiyarýyla cüz'î, îcadsýz, kesb denilen bir nevi hizmet-i fýtriye ve amelî bir nevi ubudiyetten baþka ellerinde yoktur.

 

Evet, izzet ve azamet isterler ki; esbab, perdedâr-ý dest-i kudret ola aklýn nazarýnda.

 

Tevhid ve ehadiyet isterler ki; esbab, ellerini çeksinler tesir-i hakikîden.

 

Ýþte nasýlki melekler ve umûr-u hayriyede ve vücûdiyede istihdam edilen zâhirî sebebler, güzellikleri görünmeyen ve bilinmeyen þeylerde kudret-i Rabbaniyeyi kusurdan, zulümden muhafaza edip takdis ve tesbih-i Ýlahîde birer vesiledirler. Aynen öyle de: Cinnî ve insî þeytanlar ve muzýr maddelerin umûr-u þerriyede ve ademiyede istimalleri dahi, yine kudret-i Sübhaniyeyi gadrden ve haksýz itirazlardan ve þekvalara hedef olmaktan kurtarmak ile takdis ve tesbihat-ý Rabbaniyeye ve kâinattaki bütün kusurattan müberra ve münezzehiyetine hizmet ediyorlar. Çünki bütün kusurlar ademden ve kabiliyetsizlikten ve tahribden ve vazife yapmamaktan -ki birer ademdirler- ve vücudî olmayan ademî fiillerden geliyor. Bu þeytanî ve þerli perdeler, o kusurâta merci olup itiraz ve þekvalarý bi'l-istihkak kendilerine alarak Cenâb-ý Hakk'ýn takdisine vesile oluyorlar. Zâten þerli ve ademî ve tahribçi iþlerde kuvvet ve iktidar lâzým deðil, az bir fiil ve cüz'î bir kuvvet, belki vazifesini yapmamak ile bazan büyük ademler ve bozmaklar oluyor. O þerir fâiller, muktedir zannedilirler. Halbuki ademden baþka hiç tesir-

 

sh: » (Þ: 257)

 

leri ve cüz'î bir kesbden hâriç bir kuvvetleri yoktur. Fakat o þerler ademden geldiklerinden, o þerirler hakikî fâildirler. Bil-istihkak, eðer zîþuur ise cezayý çekerler. Demek seyyiatta o fenalar fâildirler; fakat haseneler ve hayýrlarda ve amel-i sâlihte vücud olmasýndan, o iyiler hakikî fâil ve müessir deðiller. Belki kabildirler; feyz-i Ýlâhîyi kabul ederler ve mükâfatlarý dahi sýrf bir fazl-ý Ýlâhîdir diye, Kur'ân-ý Hakîm مَا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّهِ وَمَا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ ferman eder.

 

Elhâsýl: Vücud kâinatlarý ve hadsiz adem âlemleri birbirleriyle çarpýþýrken ve Cennet ve Cehennem gibi meyveler verirken ve bütün vücud âlemleri "Elhamdülillâh Elhamdülillâh" ve bütün adem âlemleri "Sübhanallah Sübhanallah" derken ve ihâtalý bir kanun-u mübâreze ile melekler þeytanlarla ve hayýrlar þerlerle, tâ kalbin etrafýndaki ilham, vesvese ile mücadele ederken; birden meleklere îmânýn bu meyvesi tecelli eder, mes'eleyi halledip karanlýk kâinatý ýþýklandýrýr. اَللّهُ نُورُ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ âyetinin envârýndan bir nurunu bize gösterir ve bu meyve ne kadar tatlý olduðunu tattýrýr.

 

Ýkinci bir küllî meyvesine "Yirmidördüncü" ve "elif"ler kerâmetini gösteren "Yirmidokuzuncu Söz"ler iþâret edip parlak bir sûrette meleklerin vücudunu ve vazifesini isbat etmiþler. Evet kâinatýn her tarafýnda, cüz'î ve küllî her þeyde, her nevide, kendini tanýttýrmak ve sevdirmek içinde merhametkârane bir haþmet-i rububiyet, elbette o haþmete, o merhamete, o tanýttýrmaya, o sevdirmeye karþý þükür ve takdis içinde bir geniþ ve ihâtalý ve þuurkârane bir ubudiyetle mukabele etmesi lâzým ve kat'îdir. Ve þuursuz cemâdat ve erkân-ý azîme-i kâinat hesabýna o vazifeyi, ancak hadsiz melekler görebilir ve o saltanat-ý rubûbiyetin her tarafta, serada süreyyada, zeminin temelinde, dýþýnda hakîmane ve haþmetkârane icraatýný onlar temsil edebilirler.

 

Meselâ, felsefenin ruhsuz kanunlarý pek karanlýk ve vahþetli gösterdikleri hilkat-ý arziye ve vaziyet-i fýtriyesini, bu meyve ile nurlu, ünsiyetli bir tarzda Sevr ve Hut namlarýndaki iki meleðin omuzlarýnda, yâni nezâretlerinde ve Cennet'ten getirilen ve fâni küre-i arzýn bâki bir temel taþý olmak, yâni ileride bâki Cennet'e bir kýsmýný devretmeðe bir iþaret için Sahret namýnda uh-

 

sh: » (Þ: 258)

 

revî bir madde, bir hakikat gönderilip Sevr ve Hut meleklerine bir nokta-i istinad edilmiþ diye Benî-Ýsrail'in eski peygamberlerinden rivâyet var ve Ýbn-i Abbas'tan dahi mervîdir. Maatteessüf bu kudsî mâna, mürûr-u zamanla bu teþbih, avamýn nazarýnda hakikat telâkki edilmekle, aklýn haricinde bir sûret almýþ. Madem melekler havada gezdikleri gibi toprakta ve taþta ve yerin merkezinde de gezerler; elbette onlarýn ve küre-i arzýn, üstünde duracak cismanî taþ ve balýða ve öküze ihtiyaçlarý yoktur.

 

Hem meselâ küre-i arz, küre-i arzýn nevileri adedince baþlar ve o nevilerin ferdleri sayýsýnca diller ve o ferdlerin â'zâ ve yaprak ve meyveleri mikdarýnca tesbihatlar yaptýðý için elbette o haþmetli ve þuursuz ubûdiyet-i fýtriyeyi bilerek, þuurdarâne temsil edip dergâh-ý Ýlâhiyeye takdim etmek için kýrkbin baþlý ve her baþý kýrkbin dil ile ve herbir dil ile kýrkbin tesbihat yapan bir melek-i müekkeli bulunacak ki, ayn-ý hakikat olarak Muhbir-i Sâdýk haber vermiþ. Ve hilkat-ý kâinatýn en ehemmiyetli neticesi olan insanlarla münâsebât-ý Rabbaniyeyi teblið ve izhar eden Cebrail (Aleyhisselâm) ve zîhayat âleminde en haþmetli ve en dehþetli olan diriltmek ve hayat vermek ve ölümle terhis etmekteki Hâlýk'a mahsus olan icraat-ý Ýlâhiyeyi yalnýz temsil edip ubudiyetkârane nezâret eden Ýsrâfil (Aleyhisselâm) ve Azrail(Aleyhisselâm) ve hayat dairesinde rahmetin en cem'iyetli, en geniþ, en zevkli olan rýzýktaki ihsanat-ý Rahmaniyeye nezâretle beraber þuursuz þükürleri þuur ile temsil eden Mikâil (Aleyhisselâm) gibi meleklerin pek acib mahiyette olarak bulunmalarý ve vücudlarý ve ruhlarýn bekalarý, saltanat ve haþmet-i rububiyetin muktezâsýdýr. Onlarýn ve herbirinin mahsus tâifelerinin vücudlarý, kâinatta güneþ gibi görünen saltanat ve haþmetin vücudu derecesinde kat'îdir ve þübhesizdir. Melâikeye âit baþka maddeler bunlara kýyas edilsin.

 

Evet küre-i arzda dörtyüzbin nevileri zîhayattan halkeden, hattâ en âdî ve müteaffin maddelerden zîruhlarý çoklukla yaratan ve her tarafý onlarla þenlendiren ve mu'cizat-ý san'atýna karþý, onlara dilleriyle "Mâþâallah, Bârekâllah, Sübhânallah" dediren ve ihsanat-ý rahmetine mukabil "Elhamdülillah, Veþþükrü-lillâh, Allahüekber" o hayvancýklara söylettiren bir Kadîr-i Zücelâli ve'l-Cemâl, elbette, bilâþek velâ-þübhe, koca semavata münasib, isyansýz ve dâima ubûdiyette olan sekeneleri ve ruhanîleri yaratmýþ, semâvâtý þenlendirmiþ, boþ býrakmamýþ ve hayvanatýn tâifelerinden pekçok ziyade ayrý ayrý nevileri meleklerden îcad etmiþ ki, bir kýsmý küçücük olarak yaðmur ve kar katrelerine binip san'at ve rahmet-i Ýlâhiyeyi kendi dilleriyle alkýþlýyorlar; bir kýsmý, birer seyyar yýldýzlara binip feza-yý kâinatta seyahat içinde azamet ve izzet ve

 

sh: » (Þ: 259)

 

haþmet-i rububiyete karþý tekbir ve tehlil ile ubudiyetlerini âleme ilân ediyorlar. Evet zaman-ý Âdem'den beri bütün semavî kitablar ve dinler, meleklerin vücudlarýna ve ubudiyetlerine ittifaklarý ve bütün asýrlarda melekler ile konuþmalar ve muhâvereler, kesretli tevatür ile insanlar içinde vukubulduðunu nakl ve rivayetleri ise, görmediðimiz Amerika insanlarýnýn vücudlarý gibi meleklerin vücudlarýný ve bizimle alâkadar olduklarýný kat'î isbat eder. Ýþte þimdi gel, îmân nuruyla bu küllî ikinci meyveye bak ve tat; nasýl kâinatý baþtan baþa þenlendirip, güzelleþtirip bir mescid-i ekbere ve büyük bir ibâdethâneye çeviriyor. Ve fen ve felsefenin soðuk, hayatsýz, zulmetli, dehþetli göstermelerine mukabil; hayatlý, þuurlu, ýþýklý, ünsiyetli, tatlý bir kâinat göstererek bâkî hayatýn bir cilve-i lezzetini ehl-i îmâna derecesine göre dünyada dahi tattýrýr.

 

Tetimme: Nasýlki vahdet ve ehadiyet sýrrýyla kâinatýn her tarafýnda ayný kudret, ayný isim, ayný hikmet, ayný san'at bulunmasýyla Hâlýk'ýn vahdet ve tasarrufu ve icad ve rububiyeti ve hallâkýyet ve kudsiyeti, cüz'î-küllî herbir masnu'un hâl dili ile ilân ediliyor. Aynen öyle de; her tarafta melekleri halkedip her mahlûkun lisân-ý hâl ile þuursuz yaptýklarý tesbihatý, meleklerin ubudiyetkârane dilleriyle yaptýrýyor. Meleklerin hiçbir cihette hilâf-ý emir hareketleri yoktur. Hâlis bir ubûdiyetten baþka hiçbir îcad ve emirsiz hiçbir müdahale, hattâ izinsiz þefaatlarý dahi olmaz. Tam بَلْ عِبَادٌ مُكْرَمُونَ { وَ يَفْعَلُونَ مَا يُؤْمَرُونَ sýrrýna mazhardýrlar.

 

sh: » (Þ: 260)

 

HÂTÝME

 

[Gayet ehemmiyetli bir nükte-i i'caziyeye dair, birden ihtiyarsýz, maðribden sonra kalbe ihtar edilen ve sûre-i قُلْ اَعُوذُ بِرَبِّ الْفَلَقِ ýn zâhir bir mu'cize-i gaybiyesini gösteren uzun bir hakikata kýsa bir iþarettir.]

 

بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

 

قُلْ اَعُوذُ بِرَبِّ الْفَلَقِ مِنْ شَرِّ مَا خَلَقَ وَمِنْ شَرِّ غَاسِقٍ اِذَا وَقَبَ وَمِنْ شَرِّ النَّفَّاثَاتِ فِى الْعُقَدِ وَمِنْ شَرِّ حَاسِدٍ اِذَا حَسَدَ

 

Ýþte yalnýz mana-yý iþârî cihetinde bu sûre-i azîme-i hârika: "Kâinatta adem âlemleri hesabýna çalýþan þerirlerden ve insî ve cinnî þeytanlardan kendinizi muhafaza ediniz." Peygamberimize ve ümmetine emrederek, her asra baktýðý gibi mânâ-yý iþârîsiyle bu acib asrýmýza daha ziyâde, belki zâhir bir tarzda bakar; Kur'ân'ýn hizmetkârlarýný istiâzeye davet eder. Bu mu'cize-i gaybiye, beþ iþâretle kýsaca beyan edilecek. Þöyle ki:

 

Bu sûrenin herbir âyetinin mânâlarý çoktur. Yalnýz mânâ-yý iþârî ile beþ cümlesinde dört defa شَرِّ kelimesini tekrar etmek ve kuvvetli münâsebet-i mâneviye ile beraber dört tarzda bu asrýn emsalsiz dört dehþetli ve fýrtýnalý maddî ve mânevî þerlerine ve inkýlâblarýna ve mübârezelerine aynî tarih ile parmak basmak ve mânen "Bunlardan çekininiz" emretmek, elbette Kur'ân'ýn î'cazýna yakýþýr bir irþad-ý gaybîdir.

 

sh: » (Þ: 261)

 

Meselâ: Baþta قُلْ اَعُوذُ بِرَبِّ الْفَلَقِ cümlesi, bin üçyüz elliiki veya dört (1352–1354) tarihine hesab-ý ebcedî ve cifrîyle tevafuk edip nev'-i beþerde en geniþ hýrs ve hasedle ve birinci harbin sebebiyle vukua gelmeye hazýrlanan ikinci harb-i umumîye iþâret eder. Ve ümmet-i Muhammediyeye (A.S.M.) mânen der: "Bu harbe girmeyiniz ve Rabbinize iltica ediniz." Ve bir mâna-yý remziyle, Kur'ân'ýn hizmetkârlarýndan olan Risâle-i Nur þakirdlerine hususî bir iltifat ile onlarýn Eskiþehir hapsinden, dehþetli bir þerden ayný tarihiyle kurtulmalarýna ve haklarýndaki imha plânýnýn akîm býrakýlmasýna remzen haber verir; mânen "Ýstiâze ediniz" emreder gibi bir remz verir.

 

Hem meselâ: مِنْ شَرِّ مَا خَلَقَ cümlesi -þedde sayýlmaz- bin üçyüz altmýþ bir (1361) ederek bu emsalsiz harbin merhametsiz ve zâlîmane tahribatýna rumî ve hicrî tarihiyle parmak bastýðý gibi; ayný zamanda bütün kuvvetleriyle Kur'ânýn hizmetine çalýþan Nur þakirdlerinin geniþ bir imha plânýndan ve elîm ve dehþetli bir belâdan ve Denizli hapsinden kurtulmalarýna tevâfukla, bir mâna-yý remzî ile onlara da bakar. "Halk'ýn þerrinden kendinizi koruyunuz" gizli bir îma ile der.

 

Hem meselâ: اَلنَّفَّاثَاتِ فِى الْعُقَدِ cümlesi -þeddeler sayýlmaz- bin üçyüz yirmisekiz (1328); eðer þeddedeki (lâm) sayýlsa, bin üçyüz ellisekiz (1358) adediyle bu umumî harbleri yapan ecnebi gaddarlarýn, hýrs ve hased ile bizdeki Hürriyet Ýnkýlâbý'nýn Kur'ân lehindeki neticelerini bozmak fikri ile tebeddül-ü saltanat ve Balkan ve Ýtalyan Harbleri ve Birinci Harb-i Umumî'nin patlamasýyla maddî ve manevî þerlerin, siyasî diplomatlarýn radyo diliyle herkesin kafalarýna sihirbaz ve zehirli üflemeleriyle ve mukadderat-ý beþerin düðme ve ukdelerine gizli plânlarýný telkin etmeleriyle bin senelik medeniyet terakkiyâtýný vahþiyâne mahveden þerlerin vücuda gelmeye hazýrlanmalarý tarihine tevafuk ederek, اَلنَّفَّاثَاتِ فِى الْعُقَدِ in tam mânâsýna tetabuk eder.

 

sh: » (Þ: 262)

 

Hem meselâ: وَمِنْ شَرِّ حَاسِدٍ اِذَا حَسَدَ cümlesi -þedde ve tenvin sayýlmaz- yine bin üçyüz kýrkyedi (1347) edip, ayný tarihte, ecnebi muahedelerin icbârýyla bu vatanda ehemmiyetli sarsýntýlar ve felsefenin tahakkümüyle bu dindar millette ehemmiyetli tahavvüller vücuda gelmesine ve ayný tarihte, devletlerde ikinci harb-i umumîyi ihzar eden dehþetli hasedler ve rekabetlerin çarpýþmalarý tarihine bu mâna-yý iþarî ile tam tamýna tevafuku ve manen tetâbuku, elbette bu kudsî sûrenin bir lem'a-i î'câz-ý gaybîsidir.

 

Bir Ýhtar: Herbir âyetin müteaddid mânalarý vardýr. Hem herbir mâna küllîdir. Her asýrda efrâdý bulunur. Bahsimizde bu asrýmýza bakan yalnýz mâna-yý iþârî tabakasýdýr. Hem o küllî manada, asrýmýz bir ferddir. Fakat hususiyet kesbetmiþ ki, ona tarihiyle bakar. Ben dört senedir, bu harbin ne safahatýný ve ne de neticelerini ve ne de sulh olmuþ olmamýþ bilmediðimden ve sormadýðýmdan, bu kûdsî surenin daha ne kadar bu asra ve bu harbe iþareti var diye daha onun kapýsýný çalmadým. Yoksa bu hazinede daha çok esrar var olduðunu Risâle-i Nur'un eczalarýnda, hususan Rumuzat-ý Semâniye Risalelerinde beyan ve isbat edildiðinden onlara havâle edip kýsa kesiyorum.

 

Hatýra gelebilen bir sualin cevabýdýr:

 

Bu lem'a-i i'caziyede, baþtaki مِنْ شَرِّ مَا خَلَقَ da hem مِنْ hem شَرِّ kelimeleri hesaba girmesi ve âhirde وَمِنْ شَرِّ حَاسِدٍ اِذَا حَسَدَ yalnýz شَرِّ kelimesi girmesi, وَمِنْ girmemesi ve وَمِنْ شَرِّ النَّفَّاثَاتِ فِى الْعُقَدِ ikisi de hesab edilmemesi gayet ince ve lâtif bir münasebete îmâ ve remz içindir. Çünki, halklarda þerden baþka hayýrlar da var. Hem bütün þer herkese gelmez. Buna remzen, bâzýyeti ifade eden مِنْ ve

 

sh: » (Þ: 263)

 

شَرِّ girmiþler. Hâsid hased ettiði zaman bütün þerdir, bâzýyete lüzum yoktur. Ve اَلنَّفَّاثَاتِ فِى الْعُقَدِ remziyle, kendi menfaatleri için küre-i arza ateþ atan üfleyicilerin ve sihirbaz o diplomatlarýn tahribata ait bütün iþleri ayn-ý þerdir diye, daha شَرِّ kelimesine lüzum kalmadý.

 

BU SÛREYE ÂIT BIR NÜKTE-I Ý'CÂZIYENIN HAQIYESIDIR:

 

Nasýl bu sûre, beþ cümlesinden dört cümlesi ile bu asrýmýzýn dört büyük þerli inkýlâblarýna ve fýrtýnalarýna mana-yý iþarî ile bakar; aynen öyle de, dört defa tekraren مِنْ شَرِّ -þedde sayýlmaz- kelimesiyle âlem-i Ýslâmca en dehþetli olan Cengiz ve Hülâgû fitnesinin ve Abbasî Devleti'nin inkýraz zamanýnýn asrýna dört defa mânâ-yý iþarî ile ve makam-ý cifrî ile bakar ve parmak basar. Evet -þeddesiz- شَرِّ beþyüz (500) eder; مِنْ doksan (90)dýr. Ýstikbale bakan çok âyetler, hem bu asrýmýza hem o asýrlara iþaret etmeleri cihetinde, istikbalden haber veren Ýmam-ý Ali (R.A.) ve Gavs-ý Azam (K.S.) dahi, aynen hem bu asrýmýza, hem o asra bakýp haber vermiþler. غَاسِقٍ اِذَا وَقَبَ kelimeleri bu zamana deðil, belki غَاسِق binyüz altmýþbir (1161) ve اِذَا وَقَبَ sekizyüzon (810) ederek, o zamanlarda ehemmiyetli maddî manevî þerlere iþâret eder. Eðer beraber olsa, Milâdî bin dokuzyüz yetmiþbir (1971) olur. O tarihte dehþetli bir þerden haber verir. Yirmi sene sonra, þimdiki tohumlarýn mahsulü ýslah olmazsa, elbette tokatlarý dehþetli olacak.

 

* * *

 

sh: » (Þ: 264)

 

Onbirinci Mes'elenin Haþiyesinin Bir Lâhikasýdýr.

 

بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

 

Âyet-ül Kürsî'nin tetimmesi olan لاَ اِكْرَاهَ فِى الدّيِنِ قَدْ تَبَيَّنَ الرُّشْدُ مِنَ الْغَىِّ bin üçyüz elli (1350); فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ bin dokuzyüz yirmidokuz (1929) veya (1928) وَيُؤْمِنْ بِاللّهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ dokuzyüz kýrkaltý (946) "Risalet-ün Nur ismine muvafýk"; بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقَى bin üçyüz kýrkyedi (1347); لاَ انْفِصَامَ لَهَا وَاللّهُ سَمِيعٌ عَلِيم* ٌ اَللّهُ وَلِىُّ الّذِينَ آمَنُوا -eðer beraber olsa- bin oniki (1012); -eðer beraber olmazsa- dokuzyüz kýrkbeþ (945) (bir þedde sayýlmaz); يُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِ bin üçyüz yetmiþiki (1372) -þeddesiz- وَالَّذِينَ كَفَرُوا اَوْلِيَاؤُهُمُ الطَّاغُوتُ bin dörtyüz onyedi (1417) يُخْرِجُونَهُمْ مِنَ النُّورِ اِلَى الظُّلُمَاتِ bin üçyüz otuzsekiz (1338) -þedde sayýlmaz-;

 

sh: » (Þ: 265)

 

اُولئِكَ اَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ bin ikiyüz doksanbeþ (1295) -þedde sayýlýr- eder.

 

Risalet-ün Nur'un hem iki kerre ismine, hem sûret-i mücahedesine, hem tahakkukuna ve te'lif ve tekemmül zamanýna tam tamýna tevâfukuyla beraber ehl-i küfrün bin ikiyüz doksanüç (1993) harbiyle âlem-i Ýslâm'ýn nurunu söndürmeye çalýþmasý tarihine ve Birinci Harb-i Umumî'den istifade ile bin üçyüz otuzsekiz (1338)de bil'fiil nurdan zulümata atmak için yapýlan dehþetli muahedeler tarihine tam tamýna tevafuku ve içinde mükerreren nur ve zulümat karþýlaþtýrýlmasý ve bu mücâhede-i mâneviyede Kur'ânýn nurundan gelen bir nur, ehl-i îmâna bir nokta-i istinad olacaðýný mânâ-yý iþârî ile haber veriyor diye kalbime ihtar edildi. Ben de mecbur oldum, yazdým. Sonra baktým ki; mânâsýnýn münâsebeti bu asrýmýza o kadar kuvvetlidir ki, hiç tevâfuk emaresi olmasa da yine bu âyetler her asra baktýðý gibi mânâ-yý iþârî ile bizimle de konuþuyor kanaatým geldi.

 

Evet evvelâ: Baþta لاَ اِكْرَاهَ فِى الدِّينِ قَدْ تَبَيَّنَ الرُّشْدُ cümlesi, makam-ý cifrî ve ebcedî ile bin üçyüz elli (1350) tarihine parmak basar ve mânâ-yý iþârî ile der: Gerçi o tarihte, dini dünyadan tefrik ile dinde ikraha ve icbara ve mücâhede-i diniyeye ve din için silâhla cihada muarýz olan hürriyet-i vicdan, hükûmetlerde bir kanun-u esasî, bir düstur-u siyasî oluyor ve hükûmet lâik cumhuriyete döner. Fakat ona mukâbil mânevî bir cihad-ý dinî, îmân-ý tahkikî kýlýncýyla olacak. Çünki dindeki rüþd-ü irþad ve hak ve hakikatý gözlere gösterecek derecede kuvvetli bürhanlarý izhar edip tebyin ve tebeyyün eden bir nur Kur'ân'dan çýkacak diye haber verip, bir lem'a-i i'caz gösterir.

 

Hem tâ خَالِدُونَ kelimesine kadar Risâle-i Nur'daki bütün müvazenelerin aslý, menbaý olarak aynen o müvazeneler gibi mükerreren nur ve zulümat ve îmân ve karanlýklarý karþýlaþtýrmasýyla gizli bir emâredir ki, o tarihte bulunan cihad-ý manevî mübarezesinde büyük bir kahraman; Nur namýnda Risâle-i Nur'dur ki, dinde bulunan yüzer týlsýmlarý keþfeden onun mânevî elmas kýlýncý, maddî kýlýnçlara ihtiyaç býrakmýyor.

 

Evet hadsiz þükürler olsun ki, yirmi senedir Risâle-i Nur bu ihbar-ý gaybý ve lem'a-i i'cazý bil'fiil göstermiþtir. Ve bu sýrr-ý azîm

 

sh: » (Þ: 266)

 

içindir ki; Risâle-i Nur þakirdleri dünya siyasetine ve cereyanlarýna ve maddî mücadelelerine karýþmýyorlar ve ehemmiyet vermiyorlar ve tenezzül etmiyorlar ve hakikî þakirdleri en dehþetli bir hasmýna ve hakaretli tecâvüzüne karþý ona der:

 

"Ey bedbaht! Ben seni îdam-ý ebedîden kurtarmaya ve fâni hayvaniyetin en süflî ve elîm derecesinden bir bâki insaniyet saadetine çýkarmaya çalýþýyorum. Sen benim ölümüme ve idamýma çalýþýyorsun. Senin bu dünyada lezzetin pek az, pek kýsa ve âhirette ceza ve belâlarýn pek çok ve pek uzundur. Ve benim ölümüm bir terhistir. Haydi defol; senin ile uðraþmam, ne yaparsan yap." der. O zalim düþmanýna hiddet deðil, belki acýyor, þefkat ediyor, keþki kurtulsa idi diyerek ýslahýna çalýþýr.

 

Sâniyen:(وَيُؤْمِنْ بِاللّهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ )(بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقَى) Bu iki kudsî cümleler, kuvvetli münasebet-i mâneviye ile beraber makam-ý cifrî ve ebcedî hesabýyla, birincisi Risalet-ün Nur'un ismine, ikincisi onun tahakkukuna ve tekemmülüne ve parlak fütuhatýna mânen ve cifren tam tamýna tetâbuklarý bir emaredir ki; Risalet-ün Nur bu asýrda, bu tarihte bir "urvet-ül vüska"dýr. Yâni çok muhkem, kopmaz bir zincir ve bir "hablullah"týr. Ona elini atan, yapýþan necat bulur diye mânâ-yý remziyle haber verir.

 

Sâlisen: اَللّهُ وَلِىُّ الّذِينَ آمَنُوا cümlesi hem mânâ, hem cifr ile Risalet-ün Nur'a bir remzi var. Þöyle ki:.........

 

(Bu makamda perde indi. Yazmaya izin verilmedi. Baþka zamana te'hir edildi.)

 

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

 

(Haþiye): Bu nüktenin bâki kýsmý þimdilik yazdýrýlmadýðýnýn sebebi, bir derece dünyaya, siyâsete temasýdýr. Biz de bakmaktan memnuuz. Evet اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَيَطْغَى bu tâguta bakar ve baktýrýr.

 

Said Nursî

 

* * *

 

sh: » (Þ: 267)

 

[Risâle-i Nur kahramaný Hüsrev'in "Meyve'nin Onbirinci Mes'elesi" münasebetiyle yazdýðý mektubun bir parçasýdýr.]

 

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

 

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ

 

Çok mübarek, çok kýymetdar, çok sevgili üstadýmýz efendimiz!

 

Millet ve memleket için çok büyük güzellikleri ihtiva eden "Meyve" "Dokuz Mes'ele"si ile, dehþetli bir zamanda, müdhiþ âsiler içinde en büyük düþmanlar arasýnda hayretfeza bir sûrette þakirdlerine necat vermeye vesile olmakla kalmamýþ, Onuncu ve Onbirinci Mes'eleleri ile hususuyla Nur'un þakirdlerini hakikat yollarýnda alkýþlamýþ ve gidecekleri hakikî mekânlarý olan kabirdeki ahvâllerinden ve herkesi titreten ve bilhassa ehl-i gaflet için çok korkunç, çok elemli, çok acýklý bir menzil olan toprak altýnda, göreceði ve konuþacaðý melâikelerle konuþmayý ve refakatý sevdirerek bu mekâna daha çok ünsiyet izhar etmekle bu korkulu ilk menzil hakkýndaki fevkalhad korkularýmýzý ta'dil etmiþ, nefes aldýrmýþ. Hususuyla o âlemin nurani hayatýný benim gibi göremeyenlerin ellerinde þuaâtý yüzbinlerle senelik mesafelere uzanan bir elektrik lâmbasý hükmüne geçmiþ. Hem de daima koklanýlacak nümunelik bir çiçek bahçesi olmuþtur. Evet, biz sevgili üstadýmýza arz ediyoruz ki; hergün dersini hocasýna okuyan bir talebe gibi Nur'dan aldýðýmýz feyizlerimizi, her vakit için sevgili üstadýmýza arzedelim. Fakat sevgili üstadýmýz þimdilik konuþmalarýný ta'til buyurdular.

 

Ey aziz üstadým! Risâle-i Nur'un hakikatý ve Meyve'nin güzelliði ve çiçeðinin feyzi, beni minnetdarane bir parça memleketim namýna konuþturmuþ ve benim gibi konuþan çok kalblere hayat vermiþ. Þimdi muhitimizde Risâle-i Nur'a karþý atýlan adýmlar ve uzatýlan eller, Meyve'nin Onbirinci çiçeði ile daha çok metânet kesbetmiþ, inkiþaf etmiþ, faaliyete baþlamýþtýr.

 

Çok hakir talebeniz

 

Hüsrev

 

* * *

 

sh: » (Þ: 268)

 

[isparta'daki umum Risâle-i Nur talebeleri namýna ramazan tebriki münasebetiyle yazýlmýþ ve onüç fýkra ile ta'dil edilmiþ bir mektubdur.]

 

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

 

Ey âlem-i Ýslâmýn dünya ve âhirette selâmeti için Kur'ânýn feyziyle ve Risâle-i Nur'un hakikatýyla ve sâdýk þakirdlerin himmetiyle mübarek gözlerinden yaþ yerine kan akýtan ve ey fitne-i âhirzamanýn þu daðdaðalý ve fýrtýnalý zamanýnda Hazret-i Eyyûb Aleyhisselâm'dan ziyade hastalýklara, dertlere giriftar olan ve Kur'ânýn nuruyla ve Risâle-i Nur'un bürhanlarýyla ve þakirdlerin gayretiyle âlem-i Ýslâmýn maddî ve manevî hastalýklarýný Hakîm-i Lokman gibi tedaviye çalýþan ve ey mübarek ellerinde mevcud olan Nur parçalarýnýn hak ve hakikat olduðunu Kur'ânýn otuzüç âyetiyle ve keramet-i Aleviye ve Gavsiye ile isbat eden ve ey kendisi hasta ve ihtiyar ve zaîf ve gayet acýnacak bir halde olduðuna göre herkesten ziyade âlem-i Ýslâm'a can feda eder derecesinde acýyarak kendine fenalýk etmek isteyenlere Kur'ânýn hakikatýyla ve Risâle-i Nur'un hüccetleriyle, Nur talebelerinin sadakatlarýyla hayýrlý dualar ve iyilik etmek ile karþýlayan ve yazdýðý mühim eserlerinden Âyet-ül Kübrâ'nýn tab'ýyla kendi zâtýna ve talebelerine gelen musibette hapishanelere düþen ve o zindanlarý Kur'ânýn irþadýyla ve Risâle-i Nur'un dersiyle ve þakirdlerin iþtiyaký ile bir medrese-i Yusufiyeye çeviren ve bir dershane yapan ve içimizde bulunan cahil olanlarýn hepsini Kur'âný o dershanede hatmettirerek çýkaran; ve o musibette Kur'anýn kuvve-i kudsiyesiyle ve Risâle-i Nur'un tesellisiyle ve kardeþlerin tahammülleriyle ihtiyar ve zaîf olduðu halde bütün aðýrlýklarýmýzý ve yüklerimizi üzerine alan ve yazdýðý Meyve ve Müdâfaanâme risaleleriyle Kur'ân-ý Mu'ciz-ül Beyan'ýn i'cazýyla ve Risâle-i Nur'un kuvvetli bürhanlarýyla ve þâkirdlerin ihlasý ile, izn-i Ýlahî ile üzerinden kapýlarýný açtýrýp beraet kazandýran ve o günde bize ve âlem-i Ýslâma bayram yaptýran ve hakikaten Risâle-i Nur'larý "Nûrun alâ nur" olduðunu isbat ederek kýyamete kadar serbest okunup ve yazýlmasýna hak ka-

 

sh: » (Þ: 269)

 

zandýran ve âlem-i Ýslâmýn Kur'ân-ý Azîmüþþan'ýn gýda-i kudsîsiyle ve Nur'un uhrevî taamýyla ve þakirdlerinin iþtihasýyla ekmek, su ve hava gibi bu Nurlara çok ihtiyacý olduðunu ve bu Nurlarý okuyup yazanlardan binler kiþi îmânla kabre girdiðini isbat eden ve kendisine mensub talebelerini hiçbir yerde maðlub ve mahcub etmeyen ve elyevm Kur'ân'ýn semavî dersleriyle ve Risâle-i Nur'un esâsâtýyla ve þakirdlerinin zekâvetleriyle ve Meyve'nin Onuncu ve Onbirinci Mes'ele ve çiçekleriyle firak ateþiyle gece-gündüz yanan kalblerimizi âb-ý hayat ve þarab-ý kevser gibi o mübârek "Mes'ele" ve "Çiçekler" ile kalblerimizin ateþini söndürüp sürur ve feraha sevkeden ve ey âlemin (Kur'ân-ý Azîmüþþan'ýn kat'î va'diyle ve tehdidi ile ve Risâle-i Nur'un keþf-i kat'îsiyle ve merhum þakirdlerinin müþahedesiyle ve onlarda keþf-el kubur sahiblerinin görmesiyle..) en çok korktuðu ölümü ehl-i îmân için idâm-ý ebedîden kurtarýp bir terhis tezkeresine çeviren ve âlem-i Nur'a gitmek için güzel bir yolculuk olduðunu isbat eden ve kâfir ve münâfýklar için îdam-ý ebedî olduðunu bildiren Kur'ân-ý Mu'ciz-ül Beyan'ýn, bin mu'cizat-ý Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm ve kýrk vech-i i'cazýnýn tasdiki altýnda ihbarat-ý kat'iyesiyle, ondan çýkan Risâle-i Nur'un en muannid düþmanlarýný maðlub eden hüccetleriyle ve Nur þâkirdlerinin çok emarelerin ve tecrübelerin ve kanaatlarýnýn teslimi ile o korkunç, karanlýk, soðuk ve dar kabri, ehl-i îmân için Cennet çukurundan bir çukur ve Cennet bahçesinin bir kapýsý olduðunu isbat eden ve kâfir ve münafýk zýndýklar için Cehennem çukurundan yýlan ve akreplerle dolu bir çukur olduðunu isbat eden ve oraya gelecek olan Münker Nekir isminde melaikeleri ehl-i hak ve hakikat yolunda gidenler için birer mûnis arkadaþ yapan ve Risâle-i Nur'un þakirdlerini talebe-i ulûm sýnýfýna dâhil edip Münker Nekir suallerine Risâle-i Nur ile cevab verdiklerini merhum kahraman þehid Hâfýz Ali'nin vefatýyla keþfeden ve hayatta bulunanlarýmýzýn da yine Risâle-i Nur'la cevab vermemizi rahmet-i Ýlâhiyeden dua ve niyâz eden ve Hazret-i Kur'âný, Kur'ân-ý Azîmüþþan'ýn kýrk tabakadan her tabakaya göre bir nevi i'caz-ý manevîsini göstermesiyle ve umum kâinata bakan kelâm-ý ezelî olmasýyla ve tefsiri olan Risâle-i Nur'un Mu'cizat-ý Kur'âniye ve Rumuzat-ý Semâniye risaleleriyle ve Risâle-i Nur gül fabrikasýnýn serkâtibi gibi kahraman kardeþlerin ve þakirdlerin fevkalâde gayretleriyle asr-ý saadetten beri böyle hârika bir surette mu'cizeli olarak yazýlmasýna hiç kimse kadir olmadýðý halde Risâle-i Nur'un kahraman bir kâtibi olan Hüsrev'e "Yaz" emir buyurulmasýyla, Levh-i Mahfuz'daki yazýlan Kur'an gibi yazýlmasý ve Kur'ân-ý Azîmüþþan'ýn hak kelâmullah olduðunu ve bütün semavî ki-

 

sh: » (Þ: 270)

 

tablarýn en büyüðü ve en efdali ve bir Fâtiha içinde binler Fâtiha ve bir Ýhlâs içinde binler Ýhlâs ve hurufatýnýn birden on ve yüz ve bin ve binler sevab ve hasene verdiklerini hiç görülmedik ve iþitilmedik pek güzel ve hârika bir surette tarif ve isbat eden ve Kur'ân-ý Mu'ciz-ül Beyan'ýn binüçyüz seneden beri i'cazýný göstermesiyle ve muarýzlarýný durdurmasýyla ve Nur'un gözlere gösterir derecede zâhir delilleri ile ve Nur þakirdlerinin elmas kalemleriyle bu zamana kadar misli görülmedik Risâle-i Nur'un dünyaya ferman okuyan ve en mütemerrid ve muannidleri susturan Yirmibeþinci Söz ve zeyilleri kýrk vecihle i'caz-ý Kur'ânî olduðunu isbat eden ve ey Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn hak peygamber olduðuna ve umum yüzyirmidört bin peygamberlerin efdali ve seyyidi olduðuna dair binler mu'cizelerini "Mu'cizat-ý Ahmediye" (A.S.M.) namýndaki Risâle-i Nur'u ile güzel bir surette isbat eden ve Kur'ân-ý Azîmüþþan'ýn Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn rahmeten-lil-âlemîn olduðunu kâinatta ilân etmesiyle ve Nur'un baþtan nihayete kadar onun rahmeten-lil-âlemîn olduðunu bürhanlarla isbat etmesiyle ve o Resûlün ef'al ve ahvali, kâinatta nümune-i iktida olacak en saðlam, en güzel rehber olduðunu hattâ körlere de göstermesiyle ve Anadolu ve hususî memleketlerde Nur'un intiþarý zamanýnda belâlarýn ref'i ve susturulmasýyla musibetlerin gelmesi þehadetiyle ve Nur þakirdlerinin gayet aðýr müþkilâtlar içinde kemal-i metanetle hizmet ve irtibatlarýyla o zâtýn (A.S.M.) sünnet-i seniyesine ittiba etmek ne kadar kârlý olduðunu ve bir sünnete bu zamanda ittiba'da yüz þehidin ecrini kazandýðýný bildiren ve sadaka, kaza ve belayý nasýl def'ediyorsa Risâle-i Nur'un da Anadolu'ya gelecek kazayý, belayý, yirmi senedir def'ettiðini aynelyakîn isbat eden üstad-ý ekremimiz efendimiz hazretleri!.. Þimdi þu Risâle-i Nur'un beraeti, baþta siz sevgili üstadýmýzý, sonra biz âciz kusurlu talebelerinizi, sonra âlem-i Ýslâmý sürura sevk ederek, ikinci büyük bir bayram yaptýrdýðýndan siz mübarek üstadýmýzýn bu büyük bayram-ý þerifinizi tebrik ile ve yine üçüncü bayram olan ramazan-ý þerifinizi ve leyle-i Kadrinizi tebrik, emsâl-i kesîresiyle müþerref olmaklýðýmýzý niyaz ve biz kusurlularýn kusurlarýmýzýn affýný rica ederek umumen selâm ile mübarek ellerinizden öper ve dualarýnýzý temenni ederiz, efendimiz hazretleri.

 

Isparta ve havalisinde bulunan Nur Talebeleri

 

* * *

 

sh: » (Þ: 271)

 

Haddimden yüz derece ziyade olan bu mektub muhteviyatýný tevâzu ile reddetmek bir küfran-ý nimet ve umum þakirdlerin hüsn-ü zanlarýna karþý bir ihanet olmasý ve aynen kabul etmek bir gurur, bir enaniyet ve benlik bulunmasý cihetiyle, umum namýna Risâle-i Nur kâtibinin yazdýðý bu uzun mektubu -onüç fýkralarý ilâve edip- hem bir þükr-ü manevî, hem gururdan, hem küfran-ý nimetten kurtulmak için size bir suretini gönderiyorum ki: Meyve'nin Onbirinci Mes'elesinin âhirinde "Risâle-i Nur'un Isparta ve civarý talebelerinin bir mektubudur" diye ilhak edilsin. Ben bu mektubu, bu ta'dilât ile yazdýðýmýz halde iki defa bir güvercin yanýmýzdaki pencereye geldi. Ýçeriye girecekti, Ceylân'ýn baþýný gördü girmedi. Birkaç dakika sonra baþkasý aynen geldi. Yine yazaný gördü girmedi. Ben dedim, herhalde evvelki serçe ve kuddüs kuþu gibi müjdecilerdir. Veyahut bu mektub gibi müteaddid mektublarý yazdýðýmýzdan, mübarek mektubun ta'dili ile mübarekiyetini tebrik için gelmiþler kanaatýmýz geldi.

 

Said Nursî

 

* * *

 

 

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

Gast
Dieses Thema wurde nun für weitere Antworten gesperrt.
×
×
  • Neu erstellen...