Zum Inhalt springen
Qries Qries Qries Qries Qries Qries

7. Þua


EMRE

Empfohlene Beiträge

Yedinci Þua

 

Âyet-ül Kübra

 

 

 

Mühim bir ihtar ve bir ifade-i meram

 

Bu ehemmiyetli risalenin, herkes herbir mes'elesini anlamaz. Fakat hissesiz de kalmaz. Büyük bir bahçeye giren bir kimsenin, o bahçenin bütün meyvelerine elleri yetiþmez. Fakat, eline girdiði miktar yeter. O bahçe yalnýz onun için deðil, belki elleri uzun olanlarýn hisseleri de var.

 

Bu risalenin fehmini iþkal eden beþ sebeb var:

 

Birincisi: Ben kendi müþahedatýmý kendi fehmime göre ve kendim için yazdým. Sair kitablar gibi baþkalarýnýn fehmine ve telâkkisine göre yazmadým.

 

Ýkincisi: Ýsm-i Azam cilvesiyle tevhid-i hakikî azamî bir surette yazýldýðýndan, mes'eleleri hem gayet geniþ, hem gayet derin ve bazan çok uzun olduðundan, herkes birden ihata edemez.

 

Üçüncüsü: Herbir mes'ele büyük ve uzun bir hakikat olmasý sebebiyle, hakikatý parçalamamak için bazan bir sahife veya bir yaprak birtek cümle olur. Birtek delil hükmünde çok mukaddemat bulunur.

 

Dördüncüsü: Ekser mes'elelerinin her birisinin pek çok delilleri ve hüccetleri bulunduðundan; bazan on, bazan yirmi delili birtek bürhan yapmak cihetiyle mes'ele uzunlaþýr; kýsa fehimler kavramaz.

 

Beþincisi: Ben Ramazanýn feyziyle bu risalenin nurlarýna mazhar olmaklýðýmla beraber, birkaç cihette halim periþan ve birkaç hastalýkla vücudum sarsýldýðý bir zamanda acele yazýlýp, birinci müsvedde ile iktifa edildi. Hem yazdýðým vakit, irade ve ihtiyarým ile olmadýðýný hissettiðimden, kendi fikrimle tanzim veya

 

sh: » (Þ:96)

 

ýslah etmeði muvafýk görmediðim için bir parça fehmi iþkal edecek bir vaziyet aldý. Hem Arabî fýkralar içine çok girdi. Hattâ Birinci Makam baþtan baþa Arabî olduðundan içinden çýkarýldý, müstakil yazýldý.

 

Medar-ý kusur ve iþkal olan bu beþ sebeble beraber, bu risalenin öyle bir ehemmiyeti var ki; Ýmam-ý Ali (R.A.) keramat-ý gaybiyesinde bu risaleye, "Âyet-i Kübra" ve "Asâ-yý Musa" namlarýný vermiþ. Risâle-i Nur'un risaleleri içinde buna hususî bakýp, nazar-ý dikkati celbetmiþ (1) "El-Âyet-ül Kübra"nýn bir hakikî tefsiri olan bu Âyet-ül Kübra Risalesi, Hazret-i Ýmam'ýn (R.A.) tabirince, "Asâ-yý M‏‏ûsa" namýnda "Yedinci Þua" kitabýdýr.

 

Bu "Yedinci Þua" bir mukaddime ve iki makamdýr. Mukaddimesi dört mes'ele-i mühimmeyi; Birinci Makamý, Âyet-i Kübra'nýn tefsirinden Arabî kýsmýný; Ýkinci Makamý, onun bürhanlarýný ve tercümesini ve mealini beyan ederler.

 

Bu gelen mukaddime lüzumundan fazla izah edilmekle beraber, bir derece uzun olmasý ihtiyarsýz olmuþtur. Demek ihtiyaç var ki, öyle yazdýrýldý. Belki de bir kýsým insanlar bu uzunu kýsa görürler.

 

Said Nursî

 

* * *

 

_____________________________________

 

(1) Evet Ýmam-ý Ali'nin (R.A) Âyet-ül Kübra hakkýnda verdiði haberi, tam tamýna Denizli hâdisesi tasdik etti. Çünki bu risalenin gizli tab'ý hapsimize bir vesile oldu ve onun kudsî ve çok kuvvetli hakikatýnýn galebesi, beraet ve necatýmýza ehemmiyetli bir sebeb oldu. Ve Ýmam-ý Ali'nin (R.A.) keramet-i gaybiyesini körlere de gösterdi ve hakkýmýzdaki وَ بِاْلآيَةِ الْكُبْرَى اَمِنِّى مِنَ الْفَجَتْ duasýnýn kabulünü isbat etti.

 

 

 

sh: » (Þ:97)

 

Mukaddime

 

بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

 

وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَاْلاِنْسَ اِلاَّ لِيَعْبُدُونِ

 

Bu âyet-i uzmanýn sýrrýyla, insanýn bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi; Hâlýk-ý Kâinat'ý tanýmak ve ona îman edip ibadet etmektir. Ve o insanýn vazife-i fýtratý ve farîza-i zimmeti, marifetullah ve îman-ý billahtýr ve iz'an ve yakîn ile vücudunu ve vahdetini tasdik etmektir.

 

Evet fýtraten daimî bir hayat ve ebedî yaþamak isteyen ve hadsiz emelleri ve nihayetsiz elemleri bulunan bîçare insana, elbette o hayat-ý ebediyenin üss-ül esasý ve anahtarý olan îman-ý billah ve marifetullah ve vesilelerinden baþka olan þeyler ve kemalâtlar, o insana nisbeten aþaðýdýr. Belki, çoðunun kýymetleri yoktur.

 

Risâle-i Nur'da bu hakikat kuvvetli bürhanlarla isbat edildiðinden, bu hakikatý Risâle-i Nur'a havale ederek, yalnýz o yakîn-i îmanîyi bu asýrda sarsan ve tereddüd veren iki vartayý dört mes'ele içinde beyan ederiz.

 

Birinci vartadan çare-i necat: Ýki mes'eledir.

 

Birinci Mes'ele: Otuzbirinci Mektub'un Onüçüncü Lem'asýnda tafsilen isbat edildiði gibi, umumî mes'elelerde isbata karþý nefyin kýymeti yoktur ve kuvveti pek azdýr. Meselâ: Ramazan-ý Þerif'in baþýnda hilâli görmek hususunda, iki âmi þahid hilâli isbat etseler ve binlerle eþraf ve âlimler "görmedik" deyip nefyetseler, onlarýn nefiyleri kýymetsiz ve kuvvetsizdir. Çünki isbatta birbirine kuvvet verir, birbirine tesanüd ve icma' var. Nefiyde ise bir olsa bin olsa farklarý yoktur; herkes kendi baþýna kalýr,

 

sh: » (Þ:98)

 

infiradî olur. Çünki isbat eden harice bakar ve nefs-ül emre göre hükmeder. Meselâ: Misalimizde olduðu gibi, biri dese: "Gökte ay vardýr." Diðer arkadaþý parmaðýný oraya basar, ikisi birleþip kuvvetleþirler.

 

Nefy ve inkârda ise, nefs-ül emre bakmaz ve bakamaz. Çünki, "hususî olmayan ve has bir yere bakmayan bir nefy isbat edilmez" meþhur bir düsturdur. Meselâ bir þeyi dünyada var diye ben isbat etsem, sen de "dünyada yok" desen; benim bir iþaretimle kolayca isbat edilebilen o þeyin sen nefyini yani ademini isbat etmek için, bütün dünyayý aramak ve taramak ve göstermek, belki geçmiþ zamanlarýn her tarafýný dahi görmek lâzým geliyor. Sonra "yoktur, vuku bulmamýþtýr" diyebilirsin.

 

Madem nefy ve inkâr edenler nefs-ül emre bakmazlar; belki kendi nefislerine ve akýllarýna ve gözlerine bakýp hükmediyorlar. Elbette birbirine kuvvet veremezler ve zahîr olmazlar. اünki görmeye ve bilmeye mani olan perdeler, sebebler ayrý ayrýdýrlar. Herkes "Ben görmüyorum, benim yanýmda ve itikadýmda yoktur." diyebilir. Yoksa "Vaki'de yoktur" diyemez. Eðer dese, hususan umum kâinata bakan îman mes'elelerinde dünya kadar büyük bir yalan olur ki, doðru diyemez ve doðrultulmaz.

 

Elhasýl: Ýsbatta netice birdir, vâhiddir, tesanüd olur. Nefiyde ise, bir deðildir, müteaddiddir. Ya "yanýmda ve nazarýmda" veya "itikadýmda" gibi kayýdlarýn herkese göre taaddüdü ile neticeler dahi taaddüd eder, daha tesanüd olmaz.

 

Ýþte bu hakikat noktasýnda îmana karþý gelen kâfirlerin ve münkirlerin kesretinin ve zâhiren çokluðunun kýymeti yoktur. Ve mü'minin yakînine ve îmanýna hiç tereddüd vermemek lâzým iken; bu asýrda Avrupa feylesoflarýnýn nefy ve inkârlarý, bir kýsým bedbaht meftunlarýna tereddüd verip yakînlerini izale ve saadet-i ebediyelerini mahvetmiþ. Ve insandan her günde otuz bin adama isabet eden ölümü, mevt ve eceli bir terhis manasýndan çýkarýp idam-ý ebedî suretine çevirmiþ. Kapýsý kapanmayan kabir, daima idamýný o münkire ihtar etmekle, lezzetli hayatýný elîm elemlerle zehirliyor. Ýþte, îman ne kadar büyük bir nimet ve hayatýn hayatý olduðunu anla!..

 

Ýkinci Mes'ele: Bir fennin veya bir san'atýn medar-ý münakaþa olmuþ bir mes'elesinde, o fennin ve o san'atýn haricindeki adamlar ne kadar büyük ve âlim ve san'atkâr da olsalar, sözleri onda geçmez, hükümleri hüccet olmaz; o fennin icma-ý ülemasýna dâhil sayýlmazlar. Meselâ; büyük bir mühendisin, bir hastalýðýn

 

sh: » (Þ:99)

 

keþfinde ve tedavisinde bir küçük tabib kadar hükmü geçmez. Ve bilhassa maddiyatta çok tevaððul eden ve gittikçe maneviyattan tebaüd eden ve nura karþý gabileþen ve kabalaþan ve aklý gözüne inen en büyük bir feylesofun münkirane sözü, maneviyatta nazara alýnmaz ve kýymetsizdir.

 

Acaba yerde iken arþ-ý azamý temaþa eden, hârika bir deha-yý kudsî sahibi olan ve doksan sene maneviyatta terakki edip çalýþan ve hakaik-i îmaniyeyi ilmelyakîn, aynelyakîn hattâ hakkalyakîn suretinde keþfeden Þeyh-i Geylanî (K.S.) gibi yüzbinler ehl-i hakikatýn ittifak ettikleri, tevhidî ve kudsî ve manevî mes'elelerde, maddiyatýn en daðýnýk ve kesretin en cüz'î teferruatýna dalan ve sersemleþen ve boðulan feylesoflarýn sözleri kaç para eder ve inkârlarý ve itirazlarý, gök gürültüsüne karþý sivrisineðin sesi gibi sönük olmaz mý?

 

Hakaik-i Ýslâmiyeye zýddiyet gösterip mübareze eden küfrün mahiyeti bir inkârdýr, bir cehildir, bir nefiydir. Sureten isbat ve vücudî görülse de manasý ademdir, nefi‏ydir. Ýman ise ilimdir, vücudîdir, isbattýr, hükümdür. Herbir menfî mes'elesi dahi, bir müsbet hakikatýn ünvaný ve perdesidir. Eðer îmana karþý mübareze eden ehl-i küfür, gayet müþkilât ile menfî itikadlarýný kabul-ü adem ve tasdik-i adem suretinde isbat ve kabul etmeðe çalýþsalar; o küfür, bir cihette yanlýþ bir ilim ve hata bir hüküm sayýlabilir. Yoksa, irtikâbý çok kolay olan yalnýz adem-i kabul ve inkâr ve adem-i tasdik ise cehl-i mutlaktýr, hükümsüzlüktür.

 

Elhasýl, itikad-ý küfriye iki kýsýmdýr:

 

Birisi: Hakaik-i Ýslâmiyeye bakmýyor. Kendine mahsus yanlýþ bir tasdik ve bâtýl bir itikad ve hata bir kabuldür ve zâlim bir hükümdür. Bu kýsým bahsimizden hariçtir. O bize karýþmaz, biz de ona karýþmayýz.

 

Ýkincisi: Hakaik-i îmaniyeye karþý çýkar, muaraza eder. Bu dahi iki kýsýmdýr:

 

Birisi: Adem-i kabuldür. Yalnýz isbatý tasdik etmemektir. Bu ise bir cehildir, bir hükümsüzlüktür ve kolaydýr. Bu da bahsimizden hariçtir.

 

Ýkincisi: Kabul-ü ademdir. Kalben, ademini tasdik etmektir. Bu kýsým ise bir hükümdür, bir itikaddýr, bir iltizamdýr. Hem iltizamý için nefyini isbat etmeðe mecburdur.

 

Nefiy dahi iki kýsýmdýr:

 

sh: » (Þ:100)

 

Birisi: "Has bir mevkide ve hususî bir cihette yoktur" der. Bu kýsým ise isbat edilebilir. Bu kýsým da bahsimizden hariçtir.

 

Ýkinci kýsým ise: Dünyaya ve kâinata ve âhirete ve asýrlara bakan îmanî ve kudsî ve âmm ve muhit olan mes'eleleri nefy ve inkâr etmektir. Bu nefiy ise -birinci mes'elede beyan ettiðimiz gibi- hiç bir cihetle isbat edilmez. Belki kâinatý ihata edecek ve âhireti görecek ve hadsiz zamanýn her tarafýný temaþa edecek bir nazar lâzýmdýr, tâ o gibi nefiyler isbat edilebilsin.

 

Ýkinci varta ve çare-i necat: Bu dahi iki mes'eledir:

 

Birincisi: Azamet ve kibriya ve nihayetsizlik noktasýnda, ya gaflete veya masiyete veya maddiyata dalmak sebebiyle darlaþan akýllar, azametli mes'eleleri ihata edemediklerinden, bir gurur-u ilmî ile inkâra saparlar ve nefyederler. Evet o manen sýkýþmýþ ve kurumuþ akýllarýna ve bozulmuþ ve maneviyatta ölmüþ olan kalblerine, çok geniþ ve derin ve ihatalý olan îmanî mes'eleleri sýðýþtýramadýklarýndan, kendilerini küfre ve dalalete atarlar, boðulurlar.

 

Eðer dikkatle kendi küfürlerinin iç yüzüne ve dalaletlerinin mahiyetine bakabilseler, görecekler ki; îmanda bulunan mâkul ve lâyýk ve lâzým olan azamete karþý, yüz derece muhal ve imkânsýzlý ve imtina o küfrün altýnda ve içindedir.

 

Risâle-i Nur yüzer mizan ve müvazenelerle, bu hakikatý "iki kere iki dört eder" derecesinde kat'î isbat etmiþ. Meselâ; Cenab-ý Hakk'ýn vücub-u vücudunu ve ezeliyetini ve ihatalý sýfatlarýný azametleri için kabul edemeyen adam, ya hadsiz mevcudata, belki nihayetsiz zerrelere, o vücub-u vücudu ve ezeliyetini ve uluhiyet sýfatlarýný vermekle küfrünü itikad edebilir. Veyahut ahmak Sofestaîler gibi, hem kendini, hem kâinatýn vücudunu inkâr ve nefyetmekle akýldan istifa etmelidir. Ýþte bunun gibi bütün hakaik-i îmaniye ve Ýslâmiye, kendilerinin þe'nlerini, muktezalarý olan azamete istinad ederek, karþýlarýndaki küfrün dehþetli muhalatýndan ve vahþetli hurafatýndan ve zulmetli cehalatýndan kurtarýp kemal-i iz'an ve teslimiyetle selim kalblerde ve müstakim akýllarda yerleþtirirler.

 

Evet, ezan ve namaz gibi ekser þeair-i Ýslâmiyede kesretle

 

اَللّهُ اَكْبَرُ { اَللّهُ اَكْبَرُ { اَللّهُ اَكْبَرُ { اَللّهُ اَكْبَرُ azamet-i kibri

 

sh: » (Þ:101)

 

yasýný her vakit ilâný, hem اَلْعَظَمَةُ اِزَارِى وَ الْكِبْرِيَاءُ رِدَائِى hadîs-i kudsînin fermaný, hem "Cevþen-ül Kebir" münacatýnýn seksenaltýncý ukdesinde:

 

يَا مَنْ لاَ يُحْصِى الْعِبَادُ ثَنَائَهُ *يَا مَنْ لاَ مُلْكَ اِلاَّ مُلْكَهُ

 

يَا مَنْ لاَ تَصِفُ الْخَلاَئِقُ جَلاَلَهُ يَا مَنْ لاَ يَنَالُ اْلاَوْهَامُ كُنْهَهُ

 

يَا مَنْ لاَ يَبْلُغُ اْلاَفْهَامُ صِفَاتَهُ * يَا مَنْ لاَ يُدْرِكُ اْلاَبْصَارُ كَمَالَهُ

 

يَا مَنْ لاَ يُحْسِنُ اْلاِنْسَانُ نُعُوتَهُ *يَا مَنْ لاَ يَنَالُ اْلاَفْكَارُ كِبْرِيَائَهُ

 

يَا مَنْ ظَهَرَ فِى كُلِّ شَىْءٍ آيَاتُهُ * يَا مَنْ لاَ يَرُدُّ الْعِبَادُ قَضَائَهُ

 

سُبْحَانَكَ يَا لاَ اِلهَ اِلاَّ اَنْتَ اْلاَمَانُ اْلاَمَانُ نَجِّنَا مِنَ النَّارِ

 

diye olan gayet ârifane münacat-ý Ahmediyenin (A.S.M.) beyaný gösteriyor ki; azamet ve kibriya lüzumlu bir perdedir.

 

 

 

sh: » (Þ: 102)

 

Âyet-ül Kübra

 

Kâinattan hâlýkýný soran bir seyyahýn müþahedatýdýr.

 

بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

 

تُسَبِّحُ لَهُ السَّموَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ وَلكِنْ لاَ تَفْقَهُونَ تَسْبِيحَهُمْ اِنَّهُ كَانَ حَلِيمًا غَفُورًا

 

[bu Ýkinci Makam, bu âyet-i muazzamayý tefsir etmekle beraber, tayyedilen Arabî Birinci Makamýn bürhanlarýný ve hüccetlerini ve tercümesini ve kýsa bir mealini beyan eder.]

 

Þöyle ki: Bu âyet-i muazzama gibi pek çok âyât-ý Kur'aniye, bu kâinat Hâlýkýný bildirmek cihetinde, her vakit ve herkesin en çok hayretle bakýp zevk ile mütalâa ettiði en parlak bir sahife-i tevhid olan semavatý en baþta zikretmelerinden, en baþta ona baþlamak muvafýktýr.

 

Evet bu dünya memleketine ve misafirhanesine gelen herbir misafir, gözünü açýp baktýkça görür ki: Gayet keremkârane bir ziyafetgâh ve gayet san'atkârane bir teþhirgâh ve gayet haþmetkârane bir ordugâh ve talimgâh ve gayet hayretkârane ve þevk-engizane bir seyrangâh ve temaþagâh ve gayet manidarane ve hikmet-perverane bir mütalaagâh olan bu güzel misafirhanenin sahi

 

sh: » (Þ:103)

 

bini ve bu kitab-ý kebirin müellifini ve bu muhteþem memleketin sultanýný tanýmak ve bilmek için þiddetle merak ederken; en baþta göklerin nur yaldýzý ile yazýlan güzel yüzü görünür: "Bana bak, aradýðýný sana bildireceðim!" der. O da bakar görür ki:

 

Bir kýsmý arzýmýzdan bin defa büyük ve o büyüklerden bir kýsmý top güllesinden yetmiþ derece sür'atli yüzbinler ecram-ý semaviyeyi direksiz düþürmeden durduran ve birbirine çarpmadan fevkalhad çabuk ve beraber gezdiren, yaðsýz söndürmeden mütemadiyen o hadsiz lâmbalarý yandýran ve hiçbir gürültü ve ihtilâl çýkartmadan o nihayetsiz büyük kütleleri idare eden ve Güneþ ve Kamer'in vazifeleri gibi, hiç isyan ettirmeden o pek büyük mahluklarý vazifelerle çalýþtýran ve iki kutbun dairesindeki hesab rakamlarýna sýkýþmayan bir nihayetsiz uzaklýk içinde, ayný zamanda, ayný kuvvet ve ayný tarz ve ayný sikke-i fýtrat ve ayný surette, beraber, noksansýz tasarruf eden ve o pek büyük mütecaviz kuvvetleri taþýyanlarý, tecavüz ettirmeden kanununa itaat ettiren ve o nihayetsiz kalabalýðýn enkazlarý gibi göðün yüzünü kirletecek süprüntülere meydan vermeden pek parlak ve pek güzel temizlettiren ve bir muntazam ordu manevrasý gibi manevra ile gezdiren ve arzý döndürmesiyle, o haþmetli manevranýn baþka bir surette hakikî ve hayalî tarzlarýný her gece ve her sene sinema levhalarý gibi seyirci mahlukatýna gösteren bir tezahür-ü rububiyet ve o rububiyet faaliyeti içinde görünen teshir, tedbir, tedvir, tanzim, tanzif, tavziften mürekkeb bir hakikat, bu azameti ve ihatatý ile o semavat Hâlýkýnýn vücub-u vücuduna ve vahdetine ve mevcudiyeti semavatýn mevcudiyetinden daha zâhir bulunduðuna bilmüþahede þehadet eder manasýyla Birinci Makam'ýn birinci basamaðýnda:

 

لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ السَّموَاتُ بِجَمِيعِ مَا فِيهَا بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ اِحَطَةِ حَقِيقَةِ التَّسْخِيرِ وَ التَّدْبِيرِ وَ التَّدْوِيرِ وَ التَّنْظِيمِ وَ التَّنْظِيفِ وَ التَّوْظِيفِ الْوَاسِعَةِ الْمُكَمَّلَةِ بِالْمُشَاهَدَةِ

 

denilmiþtir.

 

Sonra, dünyaya gelen o yolcu adama ve misafire, cevv-i sema denilen ve mahþer-i acaib olan feza gürültü ile konuþarak ba

 

sh: » (Þ:104)

 

ðýrýyor: "Bana bak! Merakla aradýðýný ve seni buraya göndereni benimle bilebilir ve bulabilirsin." der. O misafir, onun ekþi fakat merhametli yüzüne bakar; müdhiþ fakat müjdeli gürültüsünü dinler, görür ki:

 

Zemin ile âsuman ortasýnda muallakta durdurulan bulut, gayet hakîmane ve rahîmane bir tarzda zemin bahçesini sular ve zemin ahalisine âb-ý hayat getirir ve harareti (yani yaþamak ateþinin þiddetini) ta'dil eder ve ihtiyaca göre her yerin imdadýna yetiþir. Ve bu vazifeler gibi çok vazifeleri görmekle beraber, muntazam bir ordunun acele emirlere göre görünmesi ve gizlenmesi gibi, birden cevvi dolduran o koca bulut dahi gizlenir, bütün eczalarý istirahata çekilir, hiçbir eseri görülmez. Sonra "Yaðmur baþýna arþ!" emrini aldýðý anda; bir saat, belki birkaç dakika zarfýnda toplanýp cevvi doldurur, bir kumandanýn emrini bekler gibi durur.

 

Sonra o yolcu, cevvdeki rüzgâra bakar görür ki: Hava o kadar çok vazifelerle gayet hakîmane ve kerîmane istihdam olunur ki, güya o camid havanýn þuursuz zerrelerinden herbir zerresi; bu kâinat sultanýndan gelen emirleri dinler, bilir ve hiçbirini geri býrakmayarak, o kumandanýn kuvvetiyle yapar ve intizamla yerine getirir bir vaziyetle; zeminin bütün nüfuslarýna nefes vermek ve zîhayata lüzumu bulunan hararet ve ziya ve elektrik gibi maddeleri ve sesleri nakletmek ve nebatatýn telkîhine vasýta olmak gibi çok küllî vazifelerde ve hizmetlerde, bir dest-i gaybî tarafýndan gayet þuurkârane ve alîmane ve hayatperverane istihdam olunuyor.

 

Sonra yaðmura bakýyor, görür ki: O latif ve berrak ve tatlý ve hiçten ve gaybî bir hazine-i rahmetten gönderilen katrelerde o kadar rahmanî hediyeler ve vazifeler var ki; güya rahmet tecessüm ederek katreler suretinde hazine-i Rabbaniyeden akýyor manasýnda olduðundan, yaðmura "rahmet" namý verilmiþtir.

 

Sonra þimþeðe bakar ve ra'dý (gök gürültüsü) dinler, görür ki; pek acib ve garib hizmetlerde çalýþtýrýlýyorlar.

 

Sonra gözünü çeker, aklýna bakar, kendi kendine der ki: "Atýlmýþ pamuk gibi bu camid, þuursuz bulut elbette bizleri bilmez ve bize acýyýp imdadýmýza kendi kendine koþmaz ve emirsiz meydana çýkmaz ve gizlenmez; belki gayet Kadir veRahîm bir kumandanýn emriyle hareket eder ki, bir iz býrakmadan gizlenir ve def'aten meydana çýkar, iþ baþýna geçer ve gayet fa'al ve müteâl ve gayet cilveli ve haþmetli bir sultanýn fermanýyla ve kuv

 

sh: » (Þ:105)

 

vetiyle vakit be-vakit cevv âlemini doldurup boþaltýr ve mütemadiyen hikmetle yazar ve paydos ile bozar tahtasýna ve mahv ve isbat levhasýna ve haþir ve kýyamet suretine çevirir ve gayet lütufkâr ve ihsanperver ve gayet keremkâr ve rububiyetperver bir hâkim-i müdebbirin tedbiriyle rüzgâra biner ve daðlar gibi yaðmur hazinelerini bindirir, muhtaç olan yerlere yetiþir. Güya onlara acýyýp aðlayarak göz yaþlarýyla onlarý çiçeklerle güldürür, güneþin þiddet-i ateþini serinlendirir ve sünger gibi bahçelerine su serper ve zemin yüzünü yýkar, temizler."

 

Hem o meraklý yolcu kendi aklýna der: Bu camid, hayatsýz, þuursuz, mütemadiyen çalkanan, kararsýz, fýrtýnalý, daðdaðalý, sebatsýz, hedefsiz þu havanýn perdesiyle ve zâhirî suretiyle vücuda gelen yüzbinler hakîmane ve rahîmane ve san'atkârane iþler ve ihsanlar ve imdadlar bilbedahe isbat eder ki: Bu çalýþkan rüzgârýn ve bu cevval hizmetkârýn kendi baþýna hiçbir hareketi yok, belki gayet Kadîr ve Alîm ve gayet Hakîm ve Kerim bir âmirin emriyle hareket eder. Güya herbir zerresi, herbir iþi bilir ve o âmirin herbir emrini anlar ve dinler bir nefer gibi, hava içinde cereyan eden herbir emr-i Rabbanîyi dinler, itaat eder ki; bütün hayvanatýn teneffüsüne ve yaþamasýna ve nebatatýn telkîhine ve büyümesine ve hayatýna lüzumlu maddelerin yetiþtirilmesine ve bulutlarýn sevk ü idaresine ve ateþsiz sefinelerin seyr ve seyahatýna ve bilhassa seslerin ve bilhassa telsiz telefon ve telgraf ve radyo ile konuþmalarýn îsaline ve bu hizmetler gibi umumî ve küllî hizmetlerden baþka, azot ve müvellidülhumuza (oksijen) gibi iki basit maddeden ibaret olan havanýn zerreleri birbirinin misli iken, zemin yüzünde yüzbinler tarzda bulunan Rabbanî san'atlarda kemal-i intizam ile bir dest-i hikmet tarafýndan çalýþtýrýlýyor görüyorum.

 

Demek وَتَصْرِيفِ الرِّيَاحِ وَالسَّحَابِ الْمُسَخَّرِ بَيْنَ السّمَاءِ وَاْلاَرْضِ âyetinin tasrihiyle, rüzgârýn tasrifiyle hadsiz Rabbanî hizmetlerde istimal ve bulutlarýn teshiriyle hadsiz Rahmanî iþlerde istihdam ve havayý o surette icad eden, ancak Vâcib-ül Vücud ve Kadir-i Külli Þey ve Âlim-i Külli Þey, bir Rabb-i Zülcelali Ve-l Ýkram'dýr der, hükmeder.

 

Sonra yaðmura bakar, görür ki: Yaðmurun taneleri sayýsýnca menfaatler ve katreleri adedince rahmanî cilveler ve reþhalarý mikdarýnca hikmetler içinde bulunuyor. Hem o þirin ve latif ve mübarek katreler o kadar muntazam ve güzel halkediliyor ki, hu-

 

sh: » (Þ:106)

 

susan yaz mevsiminde gelen dolu o kadar mizan ve intizam ile gönderiliyor ve iniyor ki; fýrtýnalar ile çalkanan ve büyük þeyleri çarpýþtýran þiddetli rüzgârlar, onlarýn müvazene ve intizamlarýný bozmuyor; katreleri birbirine çarpýp, birleþtirip, zararlý kütleler yapmýyor. Ve bunlar gibi çok hakîmane iþlerde ve bilhassa zîhayatta çalýþtýrýlan basit ve camid ve þuursuz müvellidülma ve müvellidülhumuza (hidrojen-oksijen) gibi iki basit maddeden terekküb eden bu su, yüzbinlerle hikmetli ve þuurlu ve muhtelif hizmetlerde ve san'atlarda istihdam ediliyor. Demek bu tecessüm etmiþ ayn-ý rahmet olan yaðmur, ancak bir Rahman-ý Rahîm'in hazine-i gaybiye-i rahmetinde yapýlýyor ve nüzulüyle وَهُوَ الَّذِى يُنَزِّلُ الْغَيْثَ مِنْ بَعْدِ مَا قَنَطُوا وَيَنْشُرُ رَحْمَتَهُ âyetini maddeten tefsir ediyor.

 

Sonra ra'dý dinler ve berke (þimþeðe) bakar, görür ki: Bu iki hâdise-i acibe-i cevviye tamtamýna وَيُسَبِّحُ الرَّعْدُ بِحَمْدِهِ ve يَكَادُ سَنَا بَرْقِهِ يَذْهَبُ بِاْلاَبْصَارِ âyetlerini maddeten tefsir etmekle beraber, yaðmurun gelmesini haber verip, muhtaçlara müjde ediyorlar.

 

Evet hiçten, birden hârika bir gürültü ile cevvi konuþturmak ve fevkalâde bir nur ve nar ile zulmetli cevvi ýþýkla doldurmak ve daðvari pamuk-misal ve dolu ve kar ve su tulumbasý hükmünde olan bulutlarý ateþlendirmek gibi hikmetli ve garabetli vaziyetlerle baþaþaðý gafil insanýn baþýna tokmak gibi vuruyor: "Baþýný kaldýr, kendini tanýttýrmak isteyen fa'al ve kudretli bir zâtýn hârika iþlerine bak! Sen baþýboþ olmadýðýn gibi, bu hâdiseler de baþýboþ olamazlar. Her birisi çok hikmetli vazifeler peþinde koþturuluyorlar. Bir Müdebbir-i Hakîm tarafýndan istihdam olunuyorlar." diye ihtar ediyorlar.

 

Ýþte bu meraklý yolcu, bu cevvde bulutu teshirden, rüzgârý tasriften, yaðmuru tenzilden ve hâdisat-ý cevviyeyi tedbirden terekküb eden bir hakikatýn yüksek ve aþikâr þehadetini iþitir, "Âmentü billah" der. Birinci Makam'ýn ikinci mertebesinde:

 

 

 

sh: » (Þ: 107)

 

لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجوبِ وُجُودِهِ الْجَوُّ بِجَمِيعِ مَا فِيهِ بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ التَّسْخِيرِ وَ التَّصْرِيفِ وَ التَّنْزِيلِ وَ التَّدْبِيرِ الْوَاسِعَةِ الْمُكَمَّلَةِ بِالْمُشَاهَدَةِ

 

fýkrasý, bu yolcunun cevve dair mezkûr müþahedatýný ifade eder. (Ýhtar)

 

Sonra o seyahat-ý fikriyeye alýþan o mütefekkir misafire, küre-i arz lisan-ý haliyle diyor ki: "Gökte, fezada, havada ne geziyorsun? Gel, ben sana aradýðýný tanýttýracaðým. Gördüðüm vazifelerime bak ve sahifelerimi oku!" O da bakar görür ki: Arz meczub bir mevlevî gibi iki hareketiyle; günlerin, senelerin, mevsimlerin husulüne medar olan bir daireyi, haþr-i âzamýn meydaný etrafýnda çiziyor. Ve zîhayatýn yüzbin enva'ýný bütün erzak ve levazýmatlarýyla içine alýp feza denizinde kemal-i müvazene ve nizamla gezdiren ve güneþ etrafýnda seyahat eden muhteþem ve musahhar bir sefine-i Rabbaniyedir.

 

Sonra sahifelerine bakar, görür ki: Bablarýndaki herbir sahifesi, binler âyâtýyla arzýn Rabbini tanýttýrýyor. Umumunu okumak için vakit bulamadýðýndan, yalnýz birtek sahife olan zîhayatýn bahar faslýnda icad ve idaresine bakar, müþahede eder ki: Yüzbin enva'ýn hadsiz efradlarýnýn suretleri, basit bir maddeden gayet muntazam açýlýyor ve gayet rahîmane terbiye ediliyor ve gayet mu'cizane bir kýsmýnýn tohumlarýna kanatçýklar verip, onlarý uçurmak suretiyle neþrettiriliyor ve gayet müdebbirane idare olunuyor ve gayet müþfikane iaþe ve it'am ediliyor ve gayet rahîmane ve rezzakane hadsiz ve çeþit çeþit ve lezzetli ve tatlý rýzýklarý, hiçten ve kuru topraktan ve birbirinin misli ve farklarý pek az ve kemik gibi köklerden, çekirdeklerden, su katrelerinden yetiþtiri-

 

______________________________

 

(Ýhtar): Birinci Makam'da geçen otuzüç mertebe-i tevhidi bir parça izah etmek isterdim. Fakat þimdiki vaziyetim ve halimin müsaadesizliði cihetiyle, yalnýz gayet muhtasar bürhanlarýna ve mealinin tercümesine iktifaya mecbur oldum. Risâle-i Nur'un otuz, belki yüz risalelerinde bu otuzüç mertebe, delilleriyle, ayrý ayrý tarzlarda, herbir risalede bir kýsým mertebeler beyan edildiðinden, tafsili onlara havale edilmiþ.

 

sh: » (Þ:108)

 

liyor. Her bahara, bir vagon gibi, hazine-i gaybdan yüzbin nev'i et'ime ve levazýmat, kemal-i intizam ile yüklenip zîhayata gönderiliyor. Ve bilhassa o erzak paketleri içinde yavrulara gönderilen süt konserveleri ve validelerinin þefkatli sinelerinde asýlan þekerli süt tulumbacýklarýný göndermek, o kadar þefkat ve merhamet ve hikmet içinde görünüyor ki, bilbedahe bir Rahman-ý Rahîm'in gayet müþfikane ve mürebbiyane bir cilve-i rahmeti ve ihsaný olduðunu isbat eder.

 

Elhasýl: Bu sahife-i hayatiye-i bahariye, haþr-i âzamýn yüzbin nümunelerini ve misallerini göstermekle

 

فَانْظُرْ اِلَى آثَارِ رَحْمَةِ اللّهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذلِكَ َلمُحْيِى اْلمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ

 

âyetini maddeten gayet parlak tefsir ettiði gibi; bu âyet dahi, bu sahifenin manalarýný mu'cizane ifade eder. Ve arzýn, bütün sahifeleriyle, büyüklüðü nisbetinde ve kuvvetinde لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ dediðini anladý.

 

Ýþte, küre-i arzýn yirmiden ziyade büyük sahifelerinden birtek sahifenin yirmi vechinden birtek vechinin muhtasar þehadeti ile, o yolcunun sair vecihlerin sahifelerindeki müþahedatý manasýnda olarak ve o müþahedatlarý ifade için, Birinci Makam'ýn üçüncü mertebesinde böyle denilmiþ:

 

لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اْلاَرْضُ بِجَمِيعِ مَا فِيهَا وَ مَا عَلَيْهَا بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ التَّسْخِيرِ وَ التَّدْبِيرِ وَ التَّرْبِيَةِ وَ الْفَتَّاحِيَّةِ وَ تَوْزِيعِ الْبُذُورِ وَ الْمُحَافَظَةِ وَ اْلاِدَارَةِ وَ اْلاِعَاشَةِ لِجَمِيعِ ذَوِى الْحَيَاةِ وَ الرَّحْمنِيَّةِ وَ الرَّحِمِيَّةِ الْعَامَّةِ الشَّامِلَةِ الْمُكَمَّلَةِ بِالْمُشَاهَدَةِ

 

sh: » (Þ:109)

 

Sonra o mütefekkir yolcu her sahifeyi okudukça saadet anahtarý olan îmaný kuvvetlenip ve manevî terakkiyatýn miftahý olan marifeti ziyadeleþip ve bütün kemalâtýn esasý ve madeni olan îman-ý billah hakikatý bir derece daha inkiþaf edip manevî çok zevkleri ve lezzetleri verdikçe onun merakýný þiddetle tahrik ettiðinden; sema, cevv ve arzýn mükemmel ve kat'î derslerini dinlediði halde "Hel min mezîd" deyip dururken, denizlerin ve büyük nehirlerin cezbekârane cûþ u huruþla zikirlerini ve hazîn ve leziz seslerini iþitir. Lisan-ý hal ve lisan-ý kal ile: "Bize de bak, bizi de oku!" derler. O da bakar, görür ki: Hayatdarane mütemadiyen çalkanan ve daðýlmak ve dökülmek ve istilâ etmek fýtratýnda olan denizler, arzý kuþatýp, arz ile beraber gayet sür'atli bir surette bir senede yirmibeþ bin senelik bir dairede koþturulduðu halde; ne daðýlýrlar, ne dökülürler ve ne de komþularýndaki topraða tecavüz ederler. Demek gayet kudretli ve azametli bir zâtýn emriyle ve kuvvetiyle dururlar, gezerler, muhafaza olurlar.

 

Sonra denizlerin içlerine bakar, görür ki: Gayet güzel ve zînetli ve muntazam cevherlerinden baþka, binlerce çeþit hayvanatýn iaþe ve idareleri ve tevellüdat ve vefiyatlarý o kadar muntazamdýr; basit bir kum ve acý bir sudan verilen erzaklarý ve tayinatlarý o kadar mükemmeldir ki, bilbedahe bir Kadîr-i Zülcelal'in, bir Rahîm-i Zülcemal'in idare ve iaþesiyle olduðunu isbat eder.

 

Sonra o misafir, nehirlere bakar, görür ki: Menfaatleri ve vazifeleri ve varidat ve sarfiyatlarý o kadar hakîmane ve rahîmanedir; bilbedahe isbat eder ki, bütün ýrmaklar, pýnarlar, çaylar, büyük nehirler, bir Rahman-ý Zülcelali Ve-l Ýkram'ýn hazine-i rahmetinden çýkýyorlar ve akýyorlar. Hattâ o kadar fevkalâde iddihar ve sarfediliyorlar ki, "Dört nehir Cennet'ten geliyorlar." diye rivayet edilmiþ. Yani; zâhirî esbabýn pek fevkinde olduklarýndan, manevî bir cennetin hazinesinden ve yalnýz gaybî ve tükenmez bir menbaýn feyzinden akýyorlar demektir. Meselâ: Mýsýr'ýn kumistanýný bir cennete çeviren Nil-i Mübarek; cenub tarafýndan, "Cebel-i Kamer" denilen bir daðdan mütemadiyen küçük bir deniz gibi tükenmeden akýyor. Altý aydaki sarfiyatý dað þeklinde toplansa ve buzlansa, o daðdan daha büyük olur. Halbuki o daðdan ona ayrýlan yer ve mahzen, altý kýsmýndan bir kýsým olmaz. Varidatý ise; o mýntýka-i harrede pek az gelen ve susamýþ toprak çabuk yuttuðu için mahzene az giden yaðmur, elbette o müvazene-i vasiayý muhafaza edemediðinden, o Nil-i Mübarek âdet-i arziye fevkinde bir gaybî cennetten çýkýyor diye rivayeti, gayet manidar ve güzel bir hakikatý ifade ediyor.

 

 

 

sh: » (Þ:110)

 

Ýþte, deniz ve nehirlerin denizler gibi hakikatlarýnýn ve þehadetlerinin binden birisini gördü. Ve umumu bil'icma' denizlerin büyüklüðü nisbetinde bir kuvvetle لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ der ve bu þehadete denizler mahlukatý adedince þahidler gösterir diye anladý. Ve denizlerin ve nehirlerin umum þehadetlerini irade ederek ifade etmek manasýnda, Birinci Makam'ýn dördüncü mertebesinde:

 

لاَ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ جَمِيعِ الْبِحَارِ وَ اْلاَنْهَارِ بِجَمِيعِ مَا فِيهَا بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ التَّسْخِيرِ وَ الْمُحَافَظَةِ وَ اْلاِدِّخَارِ وَ اْلاِدَارَةِ الْوَاسِعَةِ الْمُنْتَظَمَةِ بِالْمُشَاهَدَةِ

 

denilmiþ.

 

Sonra daðlar ve sahralar, seyahat-ý fikriyede bulunan o yolcuyu çaðýrýyorlar, "Sahifelerimizi de oku!" diyorlar. O da bakar, görür ki: Daðlarýn küllî vazifeleri ve umumî hizmetleri o kadar azametli ve hikmetlidirler; akýllarý hayret içinde býrakýr. Meselâ: Daðlarýn zeminden emr-i Rabbanî ile çýkmalarý ve zeminin içinde, inkýlabat-ý dâhiliyeden neþ'et eden heyecanýný ve gazabýný ve hiddetini, çýkmalarýyla teskin ederek; zemin o daðlarýn fýþkýrmasýyla ve menfeziyle teneffüs edip, zararlý olan sarsýntýlardan ve zelzele-i muzýrradan kurtulup, vazife-i devriyesinde sekenesinin istirahatlarýný bozmuyor. Demek nasýlki sefineleri sarsýntýdan vikaye ve müvazenelerini muhafaza için onlarýn direkleri üstünde kurulmuþ; öyle de daðlar, zemin sefinesine bu manada hazineli direkler olduklarýný, Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan وَ الْجِبَالَ اَوْتَادًا * وَاَلْقَيْنَا فِيهَا رَوَاسِىَ* وَالْجِبَالَ اَرْسَيهَا gibi çok âyetlerle ferman ediyor.

 

Hem meselâ, daðlarýn içinde zîhayata lâzým olan her nevi menba'lar, sular, mâdenler, maddeler, ilâçlar o kadar hakîmane ve müdebbirane ve kerîmane ve ihtiyatkârane iddihar ve ihzar ve istif edilmiþ ki; bilbedahe kudreti nihayetsiz bir Kadîr'in ve hikme

 

sh: » (Þ:111)

 

ti nihayetsiz bir Hakîm'in hazineleri ve anbarlarý ve hizmetkârlarý olduklarýný isbat ederler, diye anlar. Ve sahra ve daðlarýn dað kadar vazife ve hikmetlerinden bu iki cevhere sairlerini kýyas edip, daðlarýn ve sahralarýn umum hikmetleriyle, hususan ihtiyatî iddiharlar cihetiyle getirdikleri þehadeti ve söyledikleri لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ tevhidini, daðlar kuvvetinde ve sebatýnda ve sahralar geniþliðinde ve büyüklüðünde görür, "Âmentü Billah" der.

 

Ýþte bu manayý ifade için Birinci Makam'ýn beþinci mertebesinde:

 

لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودِهِ جَمِيعُ الْجِبَالِ وَ الصَّحارَى بِجَمِيعِ مَا فِيهَا وَ عَليْهَا بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ اْلاِدِّخَارِ وَ اْلاِدَارَةِ وَ نَشْرِ الْبُذُورِ وَ الْمُحَافَظَةِ وَ التَّدْبِيرِ اْلاِحْتِيَاطِيَّةِ الرَّبَّانِيَّةِ الْوَاسِعَةِ الْعَامَّةِ الْمُنْتَظَمَةِ الْمُكَمَّلَةِبِالْمُشَاهَدَةِ {

 

denilmiþ.

 

Sonra, o yolcu daðda ve sahrada fikriyle gezerken, eþcar ve nebatat âleminin kapýsý fikrine açýldý. Onu içeriye çaðýrdýlar. "Gel dairemizde de gez, yazýlarýmýzý da oku!" dediler. O da girdi, gördü ki: Gayet muhteþem ve müzeyyen bir meclis-i tehlil ve tevhid ve bir halka-i zikir ve þükür teþkil etmiþler. Bütün eþcar ve nebatatýn enva'larý bil'icma' beraber اِلهَ اِلاَّ هُوَ لاَ diyorlar gibi lisan-ý hallerinden anladý. Çünki bütün meyvedar aðaç ve nebatlar; mizanlý ve fesahatlý yapraklarýnýn dilleriyle ve süslü ve cezaletli çiçeklerinin sözleriyle ve intizamlý ve belâgatlý meyvelerinin kelimeleriyle beraber, müsebbihane þehadet getirdiklerine ve لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ dediklerine delalet ve þehadet eden üç büyük küllî hakikatý gördü:

 

 

 

sh: » (Þ: 112)

 

Birincisi: Pek zâhir bir surette kasdî bir in'am ve ikram ve ihtiyarî bir ihsan ve imtinan manasý ve hakikatý her birisinde hissedildiði gibi; mecmuunda ise, güneþin zuhurundaki ziyasý gibi görünüyor.

 

Ýkincisi: Tesadüfe havalesi hiçbir cihet-i imkâný olmayan kasdî ve hakîmane bir temyiz ve tefrik, ihtiyarî ve rahîmane bir tezyin ve tasvir manasý ve hakikatý, o hadsiz enva' ve efradda gündüz gibi aþikâre görünüyor ve bir Sâni'-i Hakîm'in eserleri ve nakýþlarý olduklarýný gösterir.

 

Üçüncüsü: O hadsiz masnuatýn yüzbin çeþit ve ayrý ayrý tarz ve þekilde olan suretleri, gayet muntazam, mizanlý, zînetli olarak, mâhdud ve madud ve birbirinin misli ve basit ve camid ve birbirinin ayný veya az farklý ve karýþýk olan çekirdeklerden, habbeciklerden o ikiyüzbin nevilerin farikalý ve intizamlý, ayrý ayrý, müvazeneli, hayatdar, hikmetli, yanlýþsýz, hatasýz bir vaziyette umum efradýnýn suretlerinin fethi ve açýlýþý ise öyle bir hakikattýr ki; güneþten daha parlaktýr ve baharýn çiçekleri ve meyveleri ve yapraklarý ve mevcudatý sayýsýnca o hakikatý isbat eden þahidler var diye, bildi.الْحَمْدُ لِلَهِ عَلَي نعْمَةِ اْلاِيمَانِ dedi.

 

Ýþte bu mezkûr hakikatlarý ve þehadetleri ifade manasýyla, Birinci Makam'ýn altýncý mertebesinde:

 

 

 

sh: » (Þ: 113)

 

لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودهِ فِى وَحْدَتِهِ اِجْمَاعُ جَمِيعِ اَنْوَاعِ اْلاَشْجَارِ وَ النّبَاتَاتِ الْمُسَبِّحَاتِ النَّطِقَاتِ بِكَلِمَاتِ اَوْرَاكِهَا الْمَوْزُونَاتِ الْفَصِيحَاتِ وَ اَزْهَارِهَا الْمُزَيَّنَاتِ الْجَزِيلاَتِ وَ اَثْمَارِهَا الْمُنْتَظَمَاتِ الْبَلِيغَاتِ بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ اْلاِنْعَامِ وَ اْلاِكْرَامِ وَ اْلاِحْسَانِ بِقَصْدٍ وَ رَحْمَةٍ وَ حَقِيقَةِ التَّمْيِيزِ وَ التّزْيِينِ وَ التَّصْوِيرِ بِاِرَادَةٍ وَ حِكْمَةٍ مَعَ قَطْعِيَّةِ دَلاَلَةِ حَقِيقَةِ فَتْحِ جَمِيعِ صُوَرِهَا الْمَوْزُونَاتِ الْمُزَيَّنَاتِ

 

الْمُتَبَايِنَةِ الْمُتَنَوِّعَةِ الْغَيْرِ الْمَحْدُودَةِ مِنْ نُوَاتَاتٍ وَ حَبَّاتٍ مُتَمَاثِلَةٍ مُتَشَابِهَةٍ مَحْصُورَةٍ مَعْدُودَةٍ

 

denilmiþ.

 

Sonra, seyahat-ý fikriyede bulunan o meraklý ve terakki ile zevki ve þevki artan dünya yolcusu, bahar bahçesinden bir bahar kadar bir güldeste-i marifet ve îman alýp gelirken; hayvanat ve tuyur âleminin kapýsý hakikat-bîn olan aklýna ve marifet-aþina olan fikrine açýldý. Yüzbin ayrý ayrý seslerle ve çeþit çeþit dillerle onu içeriye çaðýrdýlar, "Buyurun" dediler. O da girdi ve gördü ki: Bütün hayvanat ve kuþlarýn bütün nevileri ve taifeleri ve milletleri, bil'ittifak lisan-ý kal ve lisan-ý halleriyleلاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ deyip, zemin yüzünü bir zikirhane ve muazzam bir meclis-i tehlil suretine çevirmiþler; herbiri bizzât birer kaside-i Rabbanî, birer kelime-i Sübhanî ve manidar birer harf-i Rahmanî hükmünde sâ

 

sh: » (Þ: 114)

 

ni'lerini tavsif edip hamd ü sena ediyorlar vaziyetinde gördü. Güya o hayvanlarýn ve kuþlarýn duygularý ve kuvalarý ve cihazlarý ve a'zalarý ve âletleri, manzum ve mevzun kelimelerdir ve muntazam ve mükemmel sözlerdir. Onlar, bunlarla Hallak ve Rezzaklarýna þükür ve vahdaniyetine þehadet getirdiklerine kat'î delalet eden üç muazzam ve muhit hakikatlarý müþahede etti.

 

Birincisi: Hiçbir cihetle serseri tesadüfe ve kör kuvvete ve þuursuz tabiata havalesi mümkün olmayan hiçten hakîmane icad ve san'at-perverane ibda' ve ihtiyarkârane ve alîmane halk ve inþa ve yirmi cihetle ilim ve hikmet ve iradenin cilvesini gösteren ruhlandýrmak ve ihya etmek hakikatýdýr ki; zîruhlar adedince þahidleri bulunan bir bürhan-ý bâhir olarak, Zât-ý Hayy-ý Kayyûm'un vücub-u vücuduna ve sýfât-ý seb'asýna ve vahdetine þehadet eder.

 

Ýkincisi: O hadsiz masnu'larda birbirinden sîmaca farikalý ve þekilce zînetli ve miktarca mizanlý ve suretçe intizamlý bir tarzdaki temyizden, tezyinden, tasvirden öyle azametli ve kuvvetli bir hakikat görünür ki: Kadir-i Külli Þey ve Âlim-i Külli Þey'den baþka hiçbir þey, bu her cihetle binlerle hârikalarý ve hikmetleri gösteren ihatalý fiile sahib olamaz ve hiçbir imkân ve ihtimali yok.

 

Üçüncüsü: Birbirinin misli ve ayný veya az farklý ve birbirine benzeyen mahsur ve mahdud yumurtalardan ve yumurtacýklardan ve nutfe denilen su katrelerinden o hadsiz hayvanlarýn yüzbinler çeþit tarzlarda ve birer mu'cize-i hikmet mahiyetinde bulunan suretlerini, gayet muntazam ve müvazeneli ve hatasýz bir heyette açmak ve fethetmek öyle parlak bir hakikattýr ki; hayvanlar adedince senedler, deliller o hakikatý tenvir eder.

 

Ýþte bu üç hakikatýn ittifakýyla, hayvanlarýn bütün enva'ý, beraber öyle bir لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ deyip þehadet getiriyorlar ki; güya zemin büyük bir insan gibi, büyüklüðü nisbetinde لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ diyerek semavat ehline iþittiriyor mahiyetinde gördü ve tam ders aldý. Birinci

 

Makam'ýn yedinci mertebesinde bu mezkûr hakikatlarý ifade manasýyla:

 

 

 

sh: » (Þ: 115)

 

لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودهِ فِى وَحْدَتِهِ اِتِّفَاقُ جَمِيعِ اَنْوَعِ حَيَوَانَاتِ وَ الطُّيُورِ الْحَامِدَاتِ الشَّاهِدَاتِ بِكَلِمَاتِ حَوَاسِّهَا وَ قُوَاهَا وَ حِسِّيَّاتِهَا وَ لَطَائِفِهَا الْمَوْزُونَاتِ الْمُنْتَظَمَاتِ الْفَصِيحَاتِ وَ بِكَلِمَاتِ جِهَازَاتِهَا وَ جَوَارِحِهَا وَ اَعْضَائِهَا وَآلاَتِهَا الْمُكَمَّلَةِ الْبَلِيغَاتِ بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ الاِيجَادِ وَ الصُّنْعِ وَ اْلاِبْدَاعِ بِاْلاِرادَةِ وَ حَقِيقَةِ التَّمْيِيزِ وَ التَّزْيِينِ بِالْقَصْدِ وَ حَقِيقَةِ التَّقدِيرِ وَ التَّصْوِيرِ بِالْحِكْمَةِ مَعَ قَطْعِيَّةِ دَلاَلَةِ حَقِيقَةِ فَتْحِ جَمِيعِ صُوَرِهَا الْمُنْتَظَمَةِ الْمُتَخَالِفَةِ الْمُتَنَوِّعَةِ الْغَيْرِ الْمَحْصُورَةِ مِنْ بَيْضَاتٍ وَ قَطَرَاتٍ مُتَمَاثِلَةٍ مُتَشَابِهَةٍ مَحْصُورَةٍ مَحْدُودَةٍ {

 

denilmiþtir.

 

Sonra o mütefekkir yolcu, marifet-i Ýlahiyenin hadsiz mertebelerinde ve nihayetsiz ezvakýnda ve envarýnda daha ileri gitmek için, insanlar âlemine ve beþer dünyasýna girmek isterken, baþta enbiyalar olarak onu içeriye davet ettiler; o da girdi. En evvel geçmiþ zamanýn menziline baktý, gördü ki: Nev'-i beþerin en nurani ve en mükemmeli olan umum peygamberler (Aleyhimüsselâm) bil'icma' beraber لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ deyip zikrediyorlar ve parlak ve musaddak olan hadsiz mu'cizatlarýnýn kuvvetiyle, tevhidi iddia edi

 

sh: » (Þ: 116)

 

yorlar ve beþeri, hayvaniyet mertebesinden melekiyet derecesine çýkarmak için, onlarý îman-ý billaha davet ile ders veriyorlar gördü. O da, o nurani medresede diz çöküp derse oturdu. Gördü ki: Meþahir-i insaniyenin en yüksekleri ve namdarlarý olan o üstadlarýn herbirisinin elinde Hâlýk-ý Kâinat tarafýndan verilmiþ niþane-i tasdik olarak mu'cizeler bulunduðundan, herbirinin ihbarý ile beþerden bir taife-i azîme ve bir ümmet tasdik edip îmana geldiklerinden, o yüzbin ciddî ve doðru zâtlarýn icma' ve ittifakla hüküm ve tasdik ettikleri bir hakikat ne kadar kuvvetli ve kat'î olduðunu kýyas edebildi. Ve bu kuvvette, bu kadar muhbir-i sadýklarýn hadsiz mu'cizeleriyle imza ve isbat ettikleri bir hakikatý inkâr eden ehl-i dalalet ne derece hadsiz bir hata, bir cinayet ettiklerini ve ne kadar hadsiz bir azaba müstehak olduklarýný anladý ve onlarý tasdik edip îman getirenler ne kadar haklý ve hakikatlý olduklarýný bildi; îman kudsiyetinin büyük bir mertebesi daha ona göründü. Evet enbiyayý (Aleyhimüsselâm), Cenab-ý Hak tarafýndan fiilen tasdik hükmünde olan hadsiz mu'cizatlarýndan ve hakkaniyetlerini gösteren muarýzlarýna gelen semavî pek çok tokatlarýndan ve hak olduklarýna delalet eden þahsî kemalâtlarýndan ve hakikatlý talimatlarýndan ve doðru olduklarýna þehadet eden kuvvet-i îmanlarýndan ve tam ciddiyetlerinden ve fedakârlýklarýndan ve ellerinde bulunan kudsî kitab ve suhuflarýndan ve onlarýn yollarý doðru ve hak olduðuna þehadet eden ittiba'larýyla hakikata, kemalâta, nura vâsýl olan hadsiz tilmizlerinden baþka, onlarýn ve o pek ciddî muhbirlerin müsbet mes'elelerde icmâý ve ittifaký ve tevatürü ve isbatta tevafuku ve tesanüdü ve tetabuku öyle bir hüccettir ve öyle bir kuvvettir ki; dünyada hiçbir kuvvet karþýsýna çýkamaz ve hiçbir þübhe ve tereddüdü býrakmaz. Ve îmanýn erkânýnda umum enbiyayý (Aleyhimüsselâm) tasdik dahi dâhil olmasý, o tasdik büyük bir kuvvet menbaý olduðunu anladý. Onlarýn derslerinden çok feyz-i îmanî aldý. Ýþte, bu yolcunun mezkûr dersini ifade manasýnda Birinci Makam'ýn sekizinci mertebesinde:

 

الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودهِ فِى وَحْدَتِهِ اِجْمَاعُ جَمِيعِ اْلاَنْبِيَاءِ بِقُوَّةِ مُعْجِزَاتِهِمُ الْبَاهِرَةِ الْمُصَدِّقَةِ الْمَصَدَّقَةِ لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ

 

denilmiþ.

 

Sonra îmanýn kuvvetinden ulvî bir zevk-i hakikat alan o seyyah-ý tâlib, Enbiya Aleyhimüsselâm'ýn meclisinden gelirken, ule-

 

 

 

 

 

 

 

 

 

sh: » (Þ: 117)

 

manýn ilmelyakîn suretinde kat'î ve kuvvetli delillerle, Enbiyalarýn (Aleyhimüsselâm) davalarýný isbat eden ve asfiya ve sýddýkîn denilen mütebahhir, müçtehid muhakkikler, onu dershanelerine çaðýrdýlar. O da girdi, gördü ki: Binlerle dâhî ve yüzbinlerce müdakkik ve yüksek ehl-i tahkik kýl kadar bir þübhe býrakmayan tedkikat-ý amikalarýyla, baþta vücub-u vücud ve vahdet olarak müsbet mesail-i îmaniyeyi isbat ediyorlar. Evet, istidadlarý ve meslekleri muhtelif olduðu halde usûl ve erkân-ý îmaniyede onlarýn müttefikan ittifaklarý ve herbirisinin kuvvetli ve yakînî bürhanlarýna istinadlarý öyle bir hüccettir ki; onlarýn mecmuu kadar bir zekâvet ve dirayet sahibi olmak ve bürhanlarýnýn umumu kadar bir bürhan bulmak mümkün ise, karþýlarýna ancak öyle çýkýlabilir. Yoksa o münkirler, yalnýz cehalet ve echeliyet ve inkâr ve isbat olunmayan menfî mes'elelerde inad ve göz kapamak suretiyle karþýlarýna çýkabilirler. -Gözünü kapayan, yalnýz kendine gündüzü gece yapar.- Bu seyyah; bu muhteþem ve geniþ dershanede, bu muhterem ve mütebahhir üstadlarýn neþrettikleri nurlar, zeminin yarýsýný bin seneden ziyade ýþýklandýrdýðýný bildi. Ve öyle bir kuvve-i maneviyeyi buldu ki, bütün ehl-i inkâr toplansa onu kýl kadar þaþýrtmaz ve sarsmaz. Ýþte bu yolcunun bu dershaneden aldýðý derse bir kýsa iþaret olarak, Birinci Makam'ýn dokuzuncu mertebesinde:

 

لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودهِ فِى وَحْدَتِهِ اِتِّفَاقُ جَمِيعِ اْلاَصْفِيَاءِ بِقُوَّةِ بَرَاهِنِهِمُ الظَّاهِرَةِ الْمُحَقَّقَةِ الْمُتَّفِقَةِ {

 

denilmiþ.

 

Sonra, îmanýn daha ziyade kuvvetlenmesinde ve inkiþafýnda ve ilmelyakîn derecesinden aynelyakîn mertebesine terakkisindeki envarý ve ezvaký görmeye çok müþtak olan o mütefekkir yolcu, medreseden gelirken, hadsiz küçük tekyelerin ve zaviyelerin telahukuyle tevessü' eden gayet feyizli ve nurlu ve sahra geniþliðinde bir tekye, bir hangâh, bir zikirhane, bir irþadgâhta ve cadde-i kübra-yý Muhammedînin (A.S.M.) ve mi'rac-ý Ahmedînin (A.S.M.) gölgesinde hakikate çalýþan ve hakka eriþen ve aynelyakîne yetiþen binlerle ve milyonlarla kudsî mürþidler onu dergâha çaðýrdýlar. O da girdi, gördü ki: O ehl-i keþf ve keramet mürþidler; keþfiyatlarýna ve müþahedelerine ve kerametlerine istinaden

 

sh: » (Þ: 118)

 

bil'icma' müttefikan لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ diyerek, vücub-u vücud ve vahdet-i Rabbaniyeyi kâinata ilân ediyorlar. Güneþin ziyasýndaki yedi renk ile güneþi tanýmak gibi, yetmiþ renk ile, belki esma-i hüsna adedince, Þems-i Ezelî'nin ziyasýndan tecelli eden ayrý ayrý nurlu renkler ve çeþit çeþit ziyalý levnler ve baþka baþka hakikatlý tarîkatlar ve muhtelif doðru meslekler ve mütenevvi haklý meþreblerde bulunan o kudsî dâhîlerin ve nurani âriflerin icma' ve ittifakla imza ettikleri bir hakikat, ne derece zâhir ve bâhir olduðunu aynelyakîn müþahede etti ve enbiyanýn (Aleyhimüsselâm) icmaý ve asfiyanýn ittifaký ve evliyanýn tevafuku ve bu üç icmaýn birden ittifaký, güneþi gösteren gündüzün ziyasýndan daha parlak gördü. Ýþte bu misafirin tekyeden aldýðý feyze kýsa bir iþaret olarak, Birinci Makam'ýn onuncu mertebesinde:

 

لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودهِ فِى وَحْدَتِهِ اِجْمَاعُ اوْلِيَاءِ بِكَشْفِيَّاتِهِمْ وَ كَرَامَاتِهِمُ الظَّاهِرَةِ الْمُحَقَّقَةِ الْمُصَدَّقَةِ {

 

denilmiþ.

 

Sonra kemalât-ý insaniyenin en mühimmi ve en büyüðü, belki bilcümle kemalât-ý insaniyenin menbaý ve esasý, îman-ý billahtan ve marifetullahtan neþ'et eden muhabbetullah olduðunu bilen o dünya seyyahý, bütün kuvvetiyle ve letaifiyle, îmanýn kuvvetinde ve marifetin inkiþafýnda daha ziyade terakki etmesini istemek fikriyle baþýný kaldýrdý ve semavata baktý. Kendi aklýna dedi ki: "Madem kâinatta en kýymetdar þey hayattýr ve kâinatýn mevcudatý hayata musahhardýr ve madem zîhayatýn en kýymetdarý zîruhtur ve zîruhun en kýymetdarý zîþuurdur ve madem bu kýymetdarlýk için küre-i zemin, zîhayatý mütemadiyen çoðaltmak için her asýr, her sene dolar boþalýr. Elbette ve her halde, bu muhteþem ve müzeyyen olan semavatýn dahi kendisine münasib ahalisi ve sekenesi, zîhayat ve zîruh ve zîþuurlardan vardýr ki; huzur-u Muhammedîde (A.S.M.) sahabelere görünen Hazret-i Cebrail'in (A.S.) temessülü gibi melaikeleri görmek ve onlarla konuþmak hâdiseleri, tevatür suretinde eskiden beri nakl ve rivayet ediliyor. Öyle ise keþki ben semavat ehli ile dahi görüþseydim;

 

sh: » (Þ: 119)

 

onlar ne fikirde olduklarýný bilseydim; çünki "Hâlýk-ý Kâinat hakkýnda en mühim söz onlarýndýr" diye düþünürken, birden semavî þöyle bir sesi iþitti: "Madem bizim ile görüþmek ve dersimizi dinlemek istersin.. bil ki: Baþta Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm ve Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan olarak bütün peygamberlere vasýtamýzla gelen mesail-i îmaniyeye en evvel biz îman etmiþiz. Hem insanlara temessül edip görünen ve bizlerden olan bütün ervah-ý tayyibe, bilâ-istisna ve bil'ittifak, bu kâinat hâlýkýnýn vücub-u vücuduna ve vahdetine ve sýfât-ý kudsiyesine þehadet edip birbirine muvafýk ve mutabýk olarak ihbar etmiþler. Bu hadsiz ihbaratýn tevafuku ve tetabuku, güneþ gibi sana bir rehberdir." dediklerini bildi ve onun nur-u îmaný parladý, zeminden göklere çýktý. Ýþte bu yolcunun melaikeden aldýðý derse kýsa bir iþaret olarak, Birinci Makam'ýn onbirinci mertebesinde:

 

لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودهِ فِى وَحْدَتِهِ اِتِّفَاقُ الْمَلَئِكَةِ الْمُتَمَثِّلِينَ ِلاَنْظَارِ النَّاسِ وَ الْمُتَكَلِّمِينَ مَعَ خَوَاصِّ الْبَشَرِ بِاِخْبَارَاتِهِمُ الْمُتَطَابِقَةِ الْمُتَوَافِقَةِ*

 

denilmiþtir.

 

Sonra, pür-merak ve pür-iþtiyak o misafir, âlem-i þehadet ve cismanî ve maddî cihetinde ve mahsus taifelerin dillerinden ve lisan-ý hallerinden ders aldýðýndan, âlem-i gayb ve âlem-i berzahta dahi mütalaa ile bir seyahat ve bir taharri-i hakikat arzu ederken, her taife-i insaniyede bulunan ve kâinatýn meyvesi olan insanýn çekirdeði hükmünde bulunan ve küçüklüðü ile beraber manen kâinat kadar inbisat edebilen müstakim ve münevver akýllarýn, selim ve nurani kalblerin kapýsý açýldý. Baktý ki; onlar, âlem-i gayb ve âlem-i þehadet ortasýnda insanî berzahlardýr ve iki âlemin birbiriyle temaslarý ve muameleleri, insana nisbeten o noktalarda oluyor gördüðünden; kendi akýl ve kalbine dedi ki: "Gelin, bu emsalinizin kapýsýndan hakikate giden yol daha kýsadýr. Biz öteki yollardaki dillerden ders aldýðýmýz gibi deðil, belki îman noktasýndaki ittisaflarýndan ve keyfiyet ve renklerinden mütalaamýz ile istifade etmeliyiz, dedi, mütalaaya baþladý. Gördü ki:

 

Ýstidadlarý gayet muhtelif ve mezhebleri birbirinden uzak ve muhalif olan umum istikametli ve nurlu akýllarýn îman ve tevhid-

 

sh: » (Þ: 120)

 

deki ittisafkârane ve râsihane itikadlarý tevafuk ve sebatkârane ve mutmainane kanaat ve yakînleri tetabuk ediyor. Demek tebeddül etmeyen bir hakikata dayanýp baðlanmýþlar ve kökleri metin bir hakikata girmiþ, kopmuyor. Öyle ise bunlarýn nokta-i îmaniyede ve vücub ve tevhidde icma'larý, hiç kopmaz bir zincir-i nuranidir ve hakikata açýlan ýþýklý bir penceredir.

 

Hem gördü ki: Meslekleri birbirinden uzak ve meþrebleri birbirine mübayin olan o umum selim ve nurani kalblerin erkân-ý îmaniyedeki müttefikane ve itminankârane ve müncezibane keþfiyat ve müþahedatlarý birbirine tevafuk ve tevhidde birbirine mutabýk çýkýyor. Demek, hakikata mukabil ve vâsýl ve mütemessil bu küçücük birer arþ-ý marifet-i Rabbaniye ve bu câmi' birer âyine-i Samedaniye olan nurani kalbler, þems-i hakikata karþý açýlan pencerelerdir ve umumu birden güneþe âyinedarlýk eden bir deniz gibi, bir âyine-i âzamdýr. Bunlarýn vücub-u vücudda ve vahdette ittifaklarý ve icma'larý, hiç þaþýrmaz ve þaþýrtmaz bir rehber-i ekmel ve bir mürþid-i ekberdir. Çünki hiçbir cihetle hiçbir imkân ve hiçbir ihtimal yok ki, hakikattan baþka bir vehim ve hakikatsýz bir fikir ve asýlsýz bir sýfat, bu kadar müstemirrane ve râsihane, bu pek büyük ve keskin gözlerin umumunu birden aldatsýn, galat-ý hisse uðratsýn. Buna ihtimal veren bozulmuþ ve çürümüþ bir akla, bu kâinatý inkâr eden ahmak Sofestaîler dahi razý olmazlar, reddederler diye anladý. Kendi akýl ve kalbiyle beraber "Âmentü Billah" dediler. Ýþte bu yolcunun müstakim akýllardan ve münevver kalblerden istifade ettiði marifet-i îmaniyeye kýsa bir iþaret olarak Birinci Makam'ýn onüçüncü mertebesinde

 

 

 

sh: » (Þ: 121)

 

لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودهِ فِى وَحْدَتِهِ اِجْمَاعُ الْعُقُولِ الْمُسْتَقِيمَةِ الْمُنَوَّرَةِ بِاِعْتِقَادَاتِهَا الْمُتَوَافِقَةِ وَ بِقَنَاعَاتِهَا وَ يَقِينَاتِهَا الْمُتَطَابِقَةِ مَعَ تَخَالُفِ اْلاِسْتِعْدَادَاتِ وَ الْمَذَاهِبِ وَ كَذَا دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اِتِّفَاقُ الْقُلُوبِ السَّلِيمَةِ النُّورَانِيَّةِ بِكَشْفِيَّاتِهَا الْمُتَطَابِقَةِ وَ بِمُشَاهَدَاتِهَا الْمُتَوَافِقَةِ مَعَ تَبَايُنِ الْمَسَالِكِ وَ الْمَشَارِبِ *

 

denilmiþ.

 

Sonra, âlem-i gayba yakýndan bakan ve akýl ve kalbde seyahat eden o yolcu, acaba âlem-i gayb ne diyor diye merakla o kapýyý da þöyle bir fikir ile çaldý. Yani, madem bu cismanî âlem-i þehadette, bu kadar zînetli ve san'atlý hadsiz masnu'larýyla kendini tanýttýrmak ve bu kadar tatlý ve süslü ve nihayetsiz nimetleriyle kendini sevdirmek ve bu kadar mu'cizeli ve meharetli hesabsýz eserleriyle gizli kemalâtýný bildirmek, kavilden ve tekellümden daha zâhir bir tarzda fiilen isteyen ve hal diliyle bildiren bir zât, perde-i gayb tarafýnda bulunduðu bilbedahe anlaþýlýyor. Elbette ve her halde, fiilen ve halen olduðu gibi, kavlen ve tekellümen dahi konuþur, kendini tanýttýrýr, sevdirir. Öyle ise, âlem-i gayb cihetinde onu onun tezahüratýndan bilmeliyiz dedi; kalbi içeriye girdi, akýl gözüyle gördü ki:

 

Gayet kuvvetli bir tezahüratla vahiylerin hakikatý, âlem-i gaybýn her tarafýnda her zamanda hükmediyor. Kâinatýn ve mahlukatýn þehadetlerinden çok kuvvetli bir þehadet-i vücud ve tevhid, Allâm-ül Guyub'dan vahiy ve ilham hakikatlarýyla geliyor. Kendini ve vücud ve vahdetini, yalnýz masnu'larýnýn þehadetlerine býrakmýyor. Kendisi, kendine lâyýk bir kelâm-ý ezelî ile konuþuyor. Her yerde ilim ve kudretiyle hazýr ve nâzýrýn kelâmý dahi hadsizdir ve kelâmýnýn manasý onu bildirdiði gibi, tekellümü dahi, onu sýfâtýyla bildiriyor.

 

Evet, yüzbin Peygamberlerin (Aleyhimüsselâm) tevatürleriyle ve ihbaratlarýnýn vahy-i Ýlahîye mazhariyet noktasýnda ittifakla-

 

sh: » (Þ: 122)

 

rýyla ve nev'-i beþerden ekseriyet-i mutlakanýn tasdikgerdesi ve rehberi ve muktedasý ve vahyin semereleri ve vahy-i meþhud olan kütüb-ü mukaddese ve suhuf-u semaviyenin delail ve mu'cizatlarýyla, hakikat-ý vahyin tahakkuku ve sübutu bedahet derecesine geldiðini bildi ve vahyin hakikatý beþ hakikat-ý kudsiyeyi ifade ve ifaza ediyor diye anladý:

 

Birincisi: اَلتَّنَزُّلاَتُ اْلاِلهِيَّةُ اِلَى عُقُولِ الْبَشَرِ denilen, beþerin akýllarýna ve fehimlerine göre konuþmak bir tenezzül-ü Ýlahîdir. Evet, bütün zîruh mahlukatýný konuþturan ve konuþmalarýný bilen, elbette kendisi dahi o konuþmalara konuþmasýyla müdahale etmesi, rububiyetin muktezasýdýr.

 

Ýkincisi: Kendini tanýttýrmak için kâinatý, bu kadar hadsiz masraflarla, baþtan baþa hârikalar içinde yaratan ve binler dillerle kemalâtýný söylettiren, elbette kendi sözleriyle dahi kendini tanýttýracak.

 

Üçüncüsü: Mevcudatýn en müntehabý ve en muhtacý ve en nazenini ve en müþtaký olan hakikî insanlarýn münacatlarýna ve þükürlerine fiilen mukabele ettiði gibi, kelâmýyla da mukabele etmek, hâlýkýyetin þe'nidir.

 

Dördüncüsü: Ýlim ile hayatýn zarurî bir lâzýmý ve ýþýklý bir tezahürü olan mükâleme sýfatý, elbette ihatalý bir ilmi ve sermedî bir hayatý taþýyan zâtta, ihatalý ve sermedî bir surette bulunur.

 

Beþincisi: En sevimli ve muhabbetli ve endiþeli ve nokta-i istinada en muhtaç ve sahibini ve mâlikini bulmaða en müþtak; hem fakir ve âciz bulunan mahlukatlarýna acz ve iþtiyaký, fakr ve ihtiyacý ve endiþe-i istikbali ve muhabbeti ve perestiþi veren bir zât, elbette kendi vücudunu onlara tekellümüyle iþ'ar etmek, uluhiyetin muktezasýdýr. Ýþte, tenezzül-ü Ýlahî ve taarrüf-ü Rabbanî ve mukabele-i Rahmanî ve mükâleme-i Sübhanî ve iþ'ar-ý Samedanî hakikatlarýný tazammun eden, umumî semavî vahiylerin icma' ile Vâcib-ül Vücud'un vücuduna ve vahdetine delaletleri öyle bir hüccettir ki; gündüzdeki güneþin þuaatýnýn güneþe þehadetinden daha kuvvetlidir diye anladý.

 

Sonra ilhamlar cihetine baktý, gördü ki: Sadýk ilhamlar, gerçi bir cihette vahye benzerler ve bir nevi mükâleme-i Rabbaniyedir, fakat iki fark vardýr:

 

Birincisi: Ýlhamdan çok yüksek olan vahyin ekseri melaike vasýtasýyla ve ilhamýn ekseri vasýtasýz olmasýdýr.

 

Meselâ:

 

sh: » (Þ: 123)

 

Nasýlki bir padiþahýn iki suretle konuþmasý ve emirleri var. Birisi: Haþmet-i saltanat ve hâkimiyet-i umumiye haysiyetiyle bir yaverini bir valiye gönderir. O hâkimiyetin ihtiþamýný ve emrin ehemmiyetini göstermek için bazan vasýta ile beraber bir içtima yapar. Sonra ferman teblið edilir. Ýkincisi: Sultanlýk ünvaný ile ve padiþahlýk umumî ismiyle deðil, belki kendi þahsý ile hususî bir münasebeti ve cüz'î bir muamelesi bulunan has bir hizmetçisi ile veya bir âmi raiyetiyle ve hususî telefonu ile hususî konuþmasýdýr.

 

Öyle de Padiþah-ý Ezelî'nin umum âlemlerin Rabbi ismiyle ve kâinat Hâlýký ünvaný ile vahiy ile ve vahyin hizmetini gören þümullü ilhamlarýyla mükâlemesi olduðu gibi, her bir ferdin ve her bir zîhayatýn Rabbi ve Hâlýký olmak haysiyetiyle hususî bir surette fakat perdeler arkasýnda onlarýn kabiliyetine göre bir tarz-ý mükâlemesi var.

 

Ýkinci fark: Vahiy gölgesizdir, safidir, havassa hastýr. Ýlham ise gölgelidir, renkler karýþýr, umumîdir. Melaike ilhamlarý ve insan ilhamlarý ve hayvanat ilhamlarý gibi çeþit çeþit hem pekçok enva'larýyla denizlerin katreleri kadar kelimat-ý Rabbaniyenin teksirine medar bir zemin teþkil ediyor.

 

لَوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِكَلِمَاتِ رَبِّى لَنَفِدَ الْبَحْرُ قَبْلَ اَنْ تَنْفَدَ كَلِمَاتُ رَبِّى

 

âyetinin bir vechini tefsir ediyor anladý.

 

Sonra; ilhamýn mahiyetine ve hikmetine ve þehadetine baktý, gördü ki: Mahiyeti ile hikmeti ve neticesi dört nurdan terekküb ediyor.

 

Birincisi: Teveddüd-ü Ýlahî denilen, kendini mahlukatýna fiilen sevdirdiði gibi, kavlen ve huzuran ve sohbeten dahi sevdirmek, vedudiyetin ve rahmaniyetin muktezasýdýr.

 

Ýkincisi: Ýbadýnýn dualarýna fiilen cevab verdiði gibi, kavlen dahi perdeler arkasýnda icabet etmesi, rahîmiyetin þe'nidir.

 

Üçüncüsü: Aðýr beliyyelere ve þiddetli hallere düþen mahlukatlarýnýn istimdadlarýna ve feryadlarýna ve tazarruatlarýna fiilen imdad ettiði gibi, bir nevi konuþmasý hükmünde olan ilhamî kaviller ile de imdada yetiþmesi, rububiyetin lâzýmýdýr.

 

Dördüncüsü: Çok âciz ve çok zaîf ve çok fakir ve çok ihtiyaçlý ve kendi mâlikini ve hâmisini ve müdebbirini ve hâfýzýný bulmaða pek çok muhtaç ve müþtak olan zîþuur masnularýna, vücudunu ve huzurunu ve himayetini fiilen ihsas ettiði gibi, bir nevi mü-

 

sh: » (Þ: 124)

 

kâleme-i Rabbaniye hükmünde sayýlan bir kýsým sadýk ilhamlar perdesinde ve mahsus ve bir mahluka bakan has ve bir vecihte, onun kabiliyetine göre onun kalb telefonuyla, kavlen dahi kendi huzurunu ve vücudunu ihsas etmesi, þefkat-i uluhiyetin ve rahmet-i rububiyetin zarurî ve vâcib bir muktezasýdýr diye anladý.

 

Sonra ilhamýn þehadetine baktý, gördü: Nasýlki güneþin -faraza- þuuru ve hayatý olsaydý ve o halde ziyasýndaki yedi rengi yedi sýfatý olsaydý, o cihette ýþýðýnda bulunan þualarý ve cilveleri ile bir tarz konuþmasý bulunacaktý. Ve bu vaziyette, misalinin ve aksinin þeffaf þeylerde bulunmasý ve her âyine ve her parlak þeyler ve cam parçalarý ve kabarcýklar ve katreler, hattâ þeffaf zerreler ile herbirinin kabiliyetine göre konuþmasý ve onlarýn hacatýna cevab vermesi ve bütün onlar güneþin vücuduna þehadet etmesi ve hiçbir iþ, bir iþe mani olmamasý ve bir konuþmasý, diðer konuþmaya müzahamet etmemesi bilmüþahede görüleceði gibi.. aynen öyle de: Ezel ve ebedin zülcelal sultaný ve bütün mevcudatýn zülcemal hâlýk-ý zîþaný olan Þems-i Sermedî'nin mükâlemesi dahi, onun ilmi ve kudreti gibi küllî ve muhit olarak herþeyin kabiliyetine göre tecelli etmesi; hiçbir sual bir suale, bir iþ bir iþe, bir hitab bir hitaba mani olmamasý ve karýþtýrmamasý bilbedahe anlaþýlýyor. Ve bütün o cilveler, o konuþmalar, o ilhamlar birer birer ve beraber bil'ittifak o Þems-i Ezelî'nin huzuruna ve vücub-u vücuduna ve vahdetine ve ehadiyetine delalet ve þehadet ettiklerini aynelyakîne yakýn bir ilmelyakîn ile bildi.

 

Ýþte, bu meraklý misafirin âlem-i gaybdan aldýðý ders-i marifetine kýsa bir iþaret olarak, Birinci Makam'ýn ondördüncü ve onbeþinci mertebelerinde

 

 

 

sh: » (Þ: 125)

 

لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ اَْلاَحَدُ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اِجْمَاعُ جَمِيعِ الْوَحْيَاتِ الْحَقَّةِ الْمُتَضَمِّنَةِ للِتَّنَزُّلاَتِ اْلاِلهِيَّةِ وَ لِلْمُكَالَمَاتِ السُّبْحَانِيَّةِ وَ للِتَّعَرُّفَاتِ الرَّبَّانِيَّةِ وَ لِلْمُقَابَلاَتِ الرَّحْمَانِيَّةِ عِنْدَ مُنَاجَاةِ عِبَادِهِ وَلِْلاِشْعَارَاتِ الصَّمَدَانِيَّةِ لِوُجُودِهِ لِمَخْلُوقَاتِهِ وَ كَذَا دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اِتِّفَاقُ اْلاِلْهَامَاتِ الصَّادِقَةِ الْمُتَضَمِّنَةِ للِتَّوَدُّدَاتِ اْلاِلهِيَّةِ وَ ِلْلاِجاَبَاتِ الرَّحْمَانِيَّةِ لِدَعَوَاتِ مَخْلُوقَاتِهِ وَِلْلاِمْدَادَاتِ الرَّبَّانِيَّةِ ِلاِسْتِغَاثَاتِ عِبَادِهِ وَِلْلاِحْسَاسَاتِ السُّبْحَانِيَّةِ لِوُجُودِهِ لِمَصْنُوعَاتِهِ*

 

denilmiþtir.

 

Sonra o dünya seyyahý, kendi aklýna dedi ki: Madem bu kâinatýn mevcudatýyla mâlikimi ve hâlýkýmý arýyorum. Elbette her þeyden evvel bu mevcudatýn en meþhuru ve a'dasýnýn tasdikiyle dahi en mükemmeli ve en büyük kumandaný ve en namdar hâkimi ve sözce en yükseði ve akýlca en parlaðý ve ondört asrý faziletiyle ve Kur'anýyla ýþýklandýran Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'ý ziyaret etmek ve aradýðýmý ondan sormak için Asr-ý Saadete beraber gitmeliyiz diyerek, aklýyla beraber o asra girdi. Gördü ki: O asýr, hakikaten o zât (A.S.M.) ile, bir saadet-i beþeriye asrý olmuþ. Çünki en bedevî ve en ümmî bir kavmi, getirdiði nur vasýtasýyla, kýsa bir zamanda dünyaya üstad ve hâkim eylemiþ.

 

sh: » (Þ: 126)

 

Hem kendi aklýna dedi: Biz, en evvel bu fevkalâde zâtýn (A.S.M.) bir derece kýymetini ve sözlerinin hakkaniyetini ve ihbaratýnýn doðruluðunu bilmeliyiz, sonra hâlýkýmýzý ondan sormalýyýz diyerek taharriye baþladý. Bulduðu hadsiz kat'î delillerden, burada, yalnýz dokuz külliyetine birer kýsa iþaret edilecek.

 

Birincisi: Bu zâtta (A.S.M.) -hattâ düþmanlarýnýn tasdikiyle dahi- bütün güzel huylarýn ve hasletlerin bulunmasý ve وَمَا رَمَيْتَ اِذْ رَمَيْتَ وَلكِنَّ اللّهَ رَمَى وَ انْشَقَّ الْقَمَرُ * âyetlerinin sarahatýyla: bir parmaðýnýn iþaretiyle Kamer iki parça olmasý; ve bir avucu ile, a'dasýnýn ordusuna attýðý az bir toprak, umum o ordunun gözlerine girmesiyle kaçmalarý ve susuz kalmýþ kendi ordusuna, beþ parmaðýndan kevser gibi akan suyu kifayet derecesinde içirmesi gibi; nakl-i kat'î ile ve bir kýsmý tevatür ile, yüzer mu'cizatýn onun elinde zâhir olmasýdýr. Bu mu'cizattan üçyüzden ziyade bir kýsmý, Ondokuzuncu Mektub olan Mu'cizat-ý Ahmediye (A.S.M.) namýndaki hârika ve kerametli bir risalede kat'î delilleriyle beraber beyan edildiðinden onlarý ona havale ederek dedi ki: Bu kadar ahlâk-ý hasene ve kemalâtla beraber, bu kadar mu'cizat-ý bahiresi bulunan bir zât (A.S.M.) elbette en doðru sözlüdür. Ahlâksýzlarýn iþi olan hileye, yalana, yanlýþa tenezzül etmesi kabil deðil.

 

Ýkincisi: Elinde bu kâinat sahibinin bir fermaný bulunduðu ve o fermaný her asýrda üçyüz milyondan ziyade insanlarýn kabul ve tasdik ettikleri ve o ferman olan Kur'an-ý Azîmüþþan'ýn yedi vecihle hârika olmasýdýr. Ve bu Kur'anýn kýrk vecihle mu'cize olduðu ve kâinat hâlýkýnýn sözü bulunduðu kuvvetli delilleriyle beraber, "Yirmibeþinci Söz ve Mu'cizat-ý Kur'aniye" namlarýndaki Risâle-i Nur'un bir güneþi olan meþhur bir risalede tafsilen beyan edilmesinden; onu, ona havale ederek dedi: Böyle ayn-ý hak ve hakikat bir fermanýn tercümaný ve teblið edicisi bir zâtta (A.S.M.) fermana cinayet ve ferman sahibine hýyanet hükmünde olan yalan olamaz ve bulunamaz!..

 

Üçüncüsü: O zât (A.S.M.), öyle bir þeriat ve bir Ýslâmiyet ve bir ubudiyet ve bir dua ve bir davet ve bir îman ile meydana çýkmýþ ki, onlarýn ne misli var ve ne de olur. Ve onlardan daha mükemmel ne bulunmuþ ve ne de bulunur. Çünki ümmî bir zâtta (A.S.M.) zuhur eden o þeriat; ondört asrý ve nev'-i beþerin humsunu, âdilane, hakkaniyet üzere ve müdakkikane, hadsiz kanunlarýyla idare etmesi emsal kabul etmez.

 

sh: » (Þ: 127)

 

Hem ümmî bir zâtýn (A.S.M.) ef'al ve akval ve ahvalinden çýkan Ýslâmiyet; her asýrda üçyüz milyon insanýn rehberi ve mercii ve akýllarýnýn muallimi ve mürþidi ve kalblerinin münevviri ve musaffisi ve nefislerinin mürebbisi ve müzekkisi ve ruhlarýnýn medar-ý inkiþafý ve mâden-i terakkiyatý olmasý cihetiyle misli olamaz ve olamamýþ.

 

Hem dininde bulunan bütün ibadatýn bütün enva'ýnda en ileri olmasý ve herkesten ziyade takvada bulunmasý ve Allah'tan korkmasý ve fevkalâde daimî mücahedat ve daðdaðalar içinde, tam tamýna ubudiyetin en ince esrarýna kadar müraat etmesi ve hiç kimseyi taklid etmeyerek ve tam manasýyla ve mübtediyane fakat en mükemmel olarak, hem ibtida ve intihayý birleþtirerek yapmasý; elbette misli görülmez ve görülmemiþ.

 

Hem binler dua ve münâcâtlarýndan Cevþen-ül Kebir ile, öyle bir marifet-i Rabbaniye ile, öyle bir derecede Rabbini tavsif ediyor ki; o zamandan beri gelen ehl-i marifet ve ehl-i velayet, telahuk-u efkâr ile beraber, ne o mertebe-i marifete ve ne de o derece-i tavsife yetiþememeleri gösteriyor ki, duada dahi onun misli yoktur. Risâle-i Münâcât'ýn baþýnda, Cevþen-ül Kebir'in doksandokuz fýkrasýndan bir fýkrasýnýn kýsacýk bir mealinin beyan edildiði yere bakan adam, Cevþen'in dahi misli yoktur diyecek.

 

Hem teblið-i risalette ve nâsý hakka davette o derece metanet ve sebat ve cesaret göstermiþ ki; büyük devletler ve büyük dinler, hattâ kavim ve kabilesi ve amucasý ona þiddetli adavet ettikleri halde, zerre mikdar bir eser-i tereddüd, bir telaþ, bir korkaklýk göstermemesi ve tek baþýyla bütün dünyaya meydan okumasý ve baþa da çýkarmasý ve Ýslâmiyeti dünyanýn baþýna geçirmesi isbat eder ki; teblið ve davette dahi misli olmamýþ ve olamaz.

 

Hem îmanda, öyle fevkalâde bir kuvvet ve hârika bir yakîn ve mu'cizane bir inkiþaf ve cihaný ýþýklandýran bir ulvî itikad taþýmýþ ki; o zamanýn hükümraný olan bütün efkârý ve akideleri ve hükemanýn hikmetleri ve ruhanî reislerin ilimleri ona muarýz ve muhalif ve münkir olduklarý halde; onun ne yakînine, ne itikadýna, ne itimadýna, ne itminanýna hiçbir þübhe, hiçbir tereddüd, hiçbir za'f, hiçbir vesvese vermemesi ve maneviyatta ve meratib-i îmaniyede terakki eden baþta sahabeler ve bütün ehl-i velayet, onun her vakit mertebe-i îmanýndan feyz almalarý ve onu en yüksek derecede bulmalarý, bilbedahe gösterir ki; îmaný dahi emsalsizdir.

 

Ýþte böyle emsalsiz bir þeriat ve misilsiz bir Ýslâmiyet ve hârika bir ubudiyet ve fevkalâde bir dua ve cihan pesendane bir da-

 

sh: » (Þ: 128)

 

vet ve mu'cizane bir îman sahibinde, elbette hiçbir cihetle yalan olamaz ve aldatmaz diye anladý ve aklý dahi tasdik etti.

 

Dördüncüsü: Enbiyalarýn (Aleyhimüsselâm) icma'ý, nasýlki vücud ve vahdaniyet-i Ýlahiyyeye gayet kuvvetli bir delildir; öyle de, bu zâtýn (A.S.M.) doðruluðuna ve risaletine gayet saðlam bir þehadettir. Çünki Enbiya Aleyhimüsselâm'ýn doðruluklarýna ve peygamber olmalarýna medar olan ne kadar kudsî sýfatlar ve mu'cizeler ve vazifeler varsa; o zâtta (A.S.M.) en ileride olduðu tarihçe musaddaktýr. Demek onlar, nasýlki lisan-ý kal ile; Tevrat, Ýncil, Zebur ve suhuflarýnda bu zâtýn (A.S.M.) geleceðini haber verip insanlara beþaret vermiþler ki, kütüb-ü mukaddesenin o beþaretli iþaratýndan yirmiden fazla ve pek zâhir bir kýsmý, Ondokuzuncu Mektub'da güzelce beyan ve isbat edilmiþ. Öyle de, lisan-ý halleriyle, yani nübüvvetleriyle ve mu'cizeleriyle; kendi mesleklerinde ve vazifelerinde en ileri ve en mükemmel olan bu zâtý tasdik edip, davasýný imza ediyorlar. Ve lisan-ý kal ve icma' ile vahdaniyete delalet ettikleri gibi, lisan-ý hal ile ve ittifak ile de bu zâtýn sadýkýyetine þehadet ediyorlar diye anladý.

 

Beþincisi: Bu zâtýn düsturlarýyla ve terbiyesi ve tebaiyetiyle ve arkasýndan gitmeleriyle hakka, hakikata, kemalâta, keramata, keþfiyata, müþahedata yetiþen binlerce evliya vahdaniyete delalet ettikleri gibi; üstadlarý olan bu zâtýn sadýkýyetine ve risaletine, icma' ve ittifakla þehadet ediyorlar. Ve âlem-i gaybdan verdiði haberlerin bir kýsmýný nur-u velayetle müþahede etmeleri ve umumunu nur-u îman ile ya ilmelyakîn veya aynelyakîn veya hakkalyakîn suretinde itikad ve tasdik etmeleri; üstadlarý olan bu zâtýn derece-i hakkaniyet ve sadýkýyetini güneþ gibi gösterdiðini gördü.

 

Altýncýsý: Bu zâtýn ümmiliðiyle beraber getirdiði hakaik-i kudsiye ve ihtira ettiði ulûm-u âliye ve keþfettiði marifet-i Ýlahiyyenin dersiyle ve talimiyle, mertebe-i ilmiyede en yüksek makama yetiþen milyonlar asfiya-i müdakkikîn ve sýddýkîn-i muhakkikîn ve dâhî hükema-i mü'minîn, bu zâtýn üss-ül esas davasý olan vahdaniyeti, kuvvetli bürhanlarýyla bil'ittifak isbat ve tasdik ettikleri gibi; bu muallim-i ekberin ve bu üstad-ý azamýn hakkaniyetine ve sözlerinin hakikat olduðuna ittifak ile þehadetleri, gündüz gibi bir hüccet-i risaleti ve sadýkýyetidir. Meselâ: Risâle-i Nur, yüz parçasýyla, bu zâtýn sadakatýnýn bir tek bürhanýdýr.

 

Yedincisi: Âl ve ashab namýnda ve nev'-i beþerin enbiyadan sonra feraset ve dirayet ve kemalâtla en meþhuru ve en muh-

 

sh: » (Þ: 129)

 

terem ve namdarý ve en dindar ve en keskin nazarlý taife-i azîmesi; kemal-i merak ile ve gayet dikkat ve nihayet ciddiyetle, bu zâtýn bütün gizli ve aþikâr hallerini ve fikirlerini ve vaziyetlerini taharri ve teftiþ ve tedkik etmeleri neticesinde; bu zâtýn dünyada en sadýk ve en yüksek ve en haklý ve hakikatlý olduðuna ittifak ile ve icma' ile ve sarsýlmaz tasdikleri ve kuvvetli îmanlarý, güneþin ziyasýna delalet eden gündüz gibi bir delildir, diye anladý.

 

Sekizincisi: Bu kâinat, nasýlki kendini icad ve idare ve tertib eden ve tasvir ve takdir ve tedbir ile bir saray gibi, bir kitab gibi, bir sergi gibi, bir temaþagâh gibi tasarruf eden sâniine ve kâtibine ve nakkaþýna delalet eder. öyle de; kâinatýn hilkatindeki makasýd-ý Ýlahiyeyi bilecek ve bildirecek ve tahavvülâtýndaki Rabbanî hikmetlerini talim edecek ve vazifedarane harekâtýndaki neticeleri ders verecek ve mahiyetindeki kýymetini ve içindeki mevcudatýn kemalâtýný ilân edecek ve o kitab-ý kebirin manalarýný ifade edecek bir yüksek dellâl, bir doðru keþþaf, bir muhakkik üstad, bir sadýk muallim istediði ve iktiza ettiði ve herhalde bulunmasýna delalet ettiði cihetiyle, elbette bu vazifeleri herkesten ziyade yapan bu zâtýn hakkaniyetine ve bu kâinat Hâlýkýnýn en yüksek ve sadýk bir memuru olduðuna þehadet ettiðini bildi.

 

Dokuzuncusu: Madem bu san'atlý ve hikmetli masnuatýyla kendi hünerlerini ve san'atkârlýðýnýn kemalâtýný teþhir etmek ve bu süslü, zînetli nihayetsiz mahlukatýyla kendini tanýttýrmak ve sevdirmek ve bu lezzetli ve kýymetli hesabsýz nimetleriyle kendine teþekkür ve hamd ettirmek ve bu þefkatli ve himayetli umumî terbiye ve iaþe ile, hattâ aðýzlarýn en ince zevklerini ve iþtihalarýn her nev'ini tatmin edecek bir surette ihzar edilen Rabbanî it'amlar ve ziyafetlerle, kendi rububiyetine karþý minnetdarane ve müteþekkirane ve perestiþkârane ibadet ettirmek ve mevsimlerin tebdili ve gece ve gündüzün tahvili ve ihtilafý gibi, azametli ve haþmetli tasarrufat ve icraat ve dehþetli ve hikmetli faaliyet ve hallakýyet ile, kendi uluhiyetini izhar ederek, o uluhiyetine karþý îman ve teslim ve inkýyad ve itaat ettirmek ve her vakit iyiliði ve iyileri himaye, fenalýðý ve fenalarý izale ve semavî tokatlar ile zalimleri ve yalancýlarý imha etmek cihetiyle, hakkaniyet ve adaletini göstermek isteyen perde arkasýnda birisi var. Elbette ve herhalde, o gaybî zâtýn yanýnda en sevgili mahluku ve en doðru abdi ve onun mezkûr maksadlarýna tam hizmet ederek, hilkat-i kâinatýn týlsýmýný ve muammasýný hall ve keþfeden ve daima o Hâlýkýnýn namýna hareket eden ve ondan istimdad eden ve muvaffakýyet isteyen ve onun tarafýndan imdada ve tevfike mazhar olan ve Muhammed-i Kureyþî denilen bu zât olacak. (A.S.M.)

 

sh: » (Þ: 130)

 

Hem aklýna dedi: Madem bu mezkûr dokuz hakikatlar bu zâtýn sýdkýna þehadet ederler; elbette bu âdem, benî-âdem'in medar-ý þerefi ve bu âlemin medar-ý iftiharýdýr. Ve ona "Fahr-i Âlem" ve "Þeref-i Benî-Âdem" denilmesi pek lâyýktýr ve onun elinde bulunan ferman-ý Rahman olan Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan'ýn haþmet-i saltanat-ý maneviyesinin nýsf-ý arzý istilasý ve þahsî kemalâtý ve yüksek hasletleri gösteriyor ki; bu âlemde en mühim zât budur, Hâlýkýmýz hakkýnda en mühim söz onundur.

 

Ýþte gel bak! Bu hârika zâtýn yüzer zâhir ve bâhir kat'î mu'cizelerinin kuvvetine ve dinindeki binler âlî ve esaslý hakikatlarýna istinaden, bütün davalarýnýn esasý ve bütün hayatýnýn gayesi, Vâcib-ül Vücud'un vücuduna ve vahdetine ve sýfâtýna ve esmasýna delalet ve þehadet ve o Vâcib-ül Vücud'u isbat ve ilân ve i'lam etmektir.

 

Demek bu kâinatýn manevî güneþi ve Hâlýkýmýzýn en parlak bir bürhaný bu Habibullah denilen zâttýr ki; onun þehadetini teyid ve tasdik ve imza eden aldanmaz ve aldatmaz üç büyük icma' var:

 

Birincisi: "Eðer perde-i gayb açýlsa yakînim ziyadeleþmeyecek" diyen Ýmam-ý Ali (Radýyallahü Anh) ve yerde iken arþ-ý azamý ve Ýsrafil'in azamet-i heykelini temaþa eden Gavs-ý Azam (K.S.) gibi keskin nazar ve gaybbîn gözleri bulunan binler aktab ve evliya-i azîmeyi câmi' ve Âl-i Muhammed namýyla þöhretþiar-ý âlem olan cemaat-ý nuraniyenin icma' ile tasdikleridir.

 

Ýkincisi: Bedevî bir kavim ve ümmî bir muhitte, hayat-ý içtimaiyeden ve efkâr-ý siyasiyeden hâlî ve kitabsýz ve fetret asrýnýn karanlýklarýnda bulunan ve pek az bir zamanda en medenî ve malûmatlý ve hayat-ý içtimaiyede ve siyasiyede en ileri olan milletlere ve hükûmetlere üstad ve rehber ve diplomat ve hâkim-i âdil olarak, þarktan garba kadar cihanpesendane idare eden ve "Sahabe" namýyla dünyada namdar olan cemaat-ý meþhurenin ittifakla can ve mallarýný, peder ve aþiretlerini feda ettiren bir kuvvetli îmanla tasdikleridir.

 

Üçüncüsü: Her asýrda binlerle efradý bulunan ve her fende dâhiyane ileri giden ve muhtelif mesleklerde çalýþan, ümmetinde yetiþen hadsiz muhakkik ve mütebahhir ulemasýnýn cemaat-ý uzmasýnýn tevafukla ve ilmelyakîn derecesinde tasdikleridir. Demek bu zâtýn vahdaniyete þehadeti þahsî ve cüz'î deðil, belki umumî ve küllî ve sarsýlmaz ve bütün þeytanlar toplansa karþýsýna hiçbir cihetle çýkamaz bir þehadettir diye hükmetti. Ýþte Asr-ý Saadet-

 

sh: » (Þ: 131)

 

te aklýyla beraber seyahat eden dünya misafiri ve hayat yolcusunun, o medrese-i nuraniyeden aldýðý derse bir kýsa iþaret olarak, Birinci Makam'ýn onaltýncý mertebesinde böyle:

 

لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ اَلْوَاحِدُ اْلاَحَدُ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ فَخْرُ الْعَالَمِ وَ شَرَفُ نَوْعِ بَنِى آدَمَ بِعَظَمَةِ سَلْطَنَةِ قُرْآنِهِ وَ حَشْمَةِ وُسْعَةِ دِينِهِ وَ كَثْرَةِ كَمَالاَتِهِ وَ عُلْوِيَّةِ اَخْلاَقِهِ حَتَّى بِتَصْدِيقِ اَعْدَائِهِ وَ كَذَا شَهِدَ وَ بَرْهَنَ بِقُوَّةِ مِأَتِ مُعْجِزَاتِهِ الظَّاهِرَةِ الْبَاهِرَةِ الْمُصَدِّقَةِ الْمُصَدَّقَةِ وَ بِقُوَّةِ آلاَفِ حَقَائِقِ دِينِهِ السَّاطِعَةِ الْقَاطِعَةِ بِاِجْمَاعِ آلِهِ ذَوِى اْلاَنْوَارِ وَ بِاِتِّفَاقِ اَصْحَابِهِ ذَوِى اْلاَبْصَارِ وَ بِتَوَافُقِ مُحَقِّقِى اُمَّتِهِ ذَوِى الْبَرَاهِينِ وَ الْبَصَائِرِ النَّوَّارَةِ *

 

denilmiþtir.

 

Sonra, bu dünyada hayatýn gayesi ve hayatýn hayatý îman olduðunu bilen bu yorulmaz ve tok olmaz yolcu, kendi kalbine dedi ki: "Aradýðýmýz zâtýn sözü ve kelâmý denilen bu dünyada en meþhur ve en parlak ve en hâkim ve ona teslim olmayan herkese, her asýrda meydan okuyan Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan namýndaki kitaba müracaat edip, o ne diyor, bilelim. Fakat en evvel, bu kitab bizim hâlýkýmýzýn kitabý olduðunu isbat etmek lâzýmdýr, diye taharriye baþladý.

 

Bu seyyah bu zamanda bulunduðu münasebetiyle en evvel manevî i'caz-ý Kur'aniyenin lem'alarý olan Risâle-i Nur'a baktý ve onun yüzotuz risaleleri, âyât-ý Furkaniyenin nükteleri ve ýþýklarý ve esaslý tefsirleri olduðunu gördü. Ve Risâle-i Nur, bu kadar muannid ve mülhid bir asýrda her tarafa hakaik-i Kur'aniyeyi mü-

 

sh: » (Þ: 132)

 

cahidane neþrettiði halde, karþýsýna kimse çýkamadýðýndan isbat eder ki; onun üstadý ve menbaý ve mercii ve güneþi olan Kur'an semavîdir, beþer kelâmý deðildir. Hattâ Risâle-i Nur'un yüzer hüccetlerinden birtek hüccet-i Kur'aniyesi olan Yirmibeþinci Söz ile Ondokuzuncu Mektub'un âhiri, Kur'anýn kýrk vecihle mu'cize olduðunu öyle isbat etmiþ ki; kim görmüþse deðil tenkid ve itiraz etmek, belki isbatlarýna hayran olmuþ, takdir ederek çok sena etmiþ. Kur'anýn vech-i i'cazýný ve hak Kelâmullah olduðunu isbat etmek cihetini Risâle-i Nur'a havale ederek yalnýz bir kýsa iþaretle büyüklüðünü gösteren birkaç noktaya dikkat etti.

 

Birinci Nokta: Nasýlki Kur'an bütün mu'cizatýyla ve hakkaniyetine delil olan bütün hakaikýyla, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn bir mu'cizesidir. Öyle de Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm da, bütün mu'cizatýyla ve delail-i nübüvvetiyle ve kemalât-ý ilmiyesiyle Kur'anýn bir mu'cizesidir ve Kur'an kelâmullah olduðuna bir hüccet-i katýasýdýr.

 

Ýkinci Nokta: Kur'an, bu dünyada öyle nuranî ve saadetli ve hakikatlý bir surette bir tebdil-i hayat-ý içtimaiye ile beraber, insanlarýn hem nefislerinde, hem kalblerinde, hem ruhlarýnda, hem akýllarýnda, hem hayat-ý þahsiyelerinde, hem hayat-ý içtimaiyelerinde, hem hayat-ý siyasiyelerinde öyle bir inkýlab yapmýþ ve idame etmiþ ve idare etmiþ ki; ondört asýr müddetinde, her dakikada, altýbin altýyüz altmýþaltý âyetleri, kemal-i ihtiramla, hiç olmazsa yüz milyondan ziyade insanlarýn dilleriyle okunuyor ve insanlarý terbiye ve nefislerini tezkiye ve kalblerini tasfiye ediyor. Ruhlara inkiþaf ve terakki ve akýllara istikamet ve nur ve hayata hayat ve saadet veriyor. Elbette böyle bir kitabýn misli yoktur, hârikadýr, fevkalâdedir, mu'cizedir.

 

Üçüncü Nokta: Kur'an, o asýrdan tâ þimdiye kadar öyle bir belâgat göstermiþ ki, Kâ'be'nin duvarýnda altýn ile yazýlan en meþhur ediblerin "Muallakat-ý Seb'a" namýyla þöhretþiar kasidelerini o dereceye indirdi ki, Lebid'in kýzý, babasýnýn kasidesini Kâ'be'den indirirken demiþ: "Âyâta karþý bunun kýymeti kalmadý."

 

Hem bedevî bir edib: فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُ âyeti okunurken iþittiði vakit secdeye kapanmýþ. Ona demiþler: "Sen müslüman mý oldun?" O demiþ: "Hayýr, ben bu âyetin belâgatýna secde ettim."

 

Hem ilm-i belâgatýn dâhîlerinden Abdülkahir-i Cürcanî ve Sekkakî ve Zemahþerî gibi binlerle dâhî imamlar ve mütefennin edibler icma' ve ittifakla karar vermiþler ki: "Kur'an'ýn belâgatý, takat-ý beþerin fevkindedir, yetiþilmez."

 

sh: » (Þ: 133)

 

Hem o zamandan beri mütemadiyen meydan-ý muarazaya davet edip, maðrur ve enaniyetli ediblerin ve belîðlerin damarlarýna dokundurup, gururlarýný kýracak bir tarzda der: "Ya birtek surenin mislini getiriniz veyahut dünyada ve âhirette helâket ve zilleti kabul ediniz." diye ilân ettiði halde o asrýn muannid belîðleri birtek surenin mislini getirmekle kýsa bir yol olan muarazayý býrakýp, uzun olan, can ve mallarýný tehlikeye atan muharebe yolunu ihtiyar etmeleri isbat eder ki, o kýsa yolda gitmek mümkün deðildir.

 

Hem Kur'ân'ýn dostlarý, Kur'ân'a benzemek ve taklid etmek þevkiyle ve düþmanlarý dahi Kur'ân'a mukabele ve tenkid etmek sevkiyle o vakitten beri yazdýklarý ve yazýlan ve telahuk-u efkâr ile terakki eden milyonlarla Arabî kitablar ortada geziyor. Hiçbirisinin ona yetiþemediðini, hattâ en adî adam dahi dinlese, elbette diyecek: "Bu Kur'ân, bunlara benzemez ve onlarýn mertebesinde deðil." Ya onlarýn altýnda veya umumunun fevkinde olacak. Umumunun altýnda olduðunu dünyada hiçbir ferd, hiçbir kâfir, hattâ hiçbir ahmak diyemez. Demek mertebe-i belâðatý umumun fevkindedir. Hattâ bir adam سَبَّحَ لِلّهِ مَا فِى السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ âyetini okudu. Dedi ki: "Bu âyetin hârika telakki edilen belâðatýný göremiyorum." Ona denildi: "Sen dahi bu seyyah gibi o zamana git, orada dinle." O da , kendini Kur'ân'dan evvel orada tahayyül ederken gördü ki; Mevcudat-ý âlem periþan, karanlýk ,camid ve þuursuz ve vazifesiz olarak; hâlî, hadsiz, hududsuz bir fezada; kararsýz, fâni bir dünyada bulunuyorlar. Birden, Kur'ân'ýn lisanýndan bu âyeti dinlerken gördü: Bu âyet, kâinat üstünde, dünyanýn yüzünde öyle bir perde açtý ve ýþýklandýrdý ki; bu ezelî nutuk ve bu sermedî ferman ,asýrlar sýralarýnda dizilen zîþuurlara ders verip gösteriyor ki; bu kâinat, bir câmi-i kebir hükmünde, baþta semavat ve arz olarak umum mahlukatý hayatdarane zikir ve tesbihte ve vazife baþýnda cûþ u huruþla mes'udane ve memnunane bir vaziyette bulunduruyor, diye müþahede et. Ve bu âyetin derece-i belâgatýný zevkederek, sair âyetleri buna kýyasla, Kur'ân'ýn zemzeme-i belâðatý arzýn nýsfýný ve nev'-i beþerin humsunu istilâ ederek, haþmet-i saltanatý kemal-i ihtiramla ondört asýr bilâfasýla idame ettiðinin binler hikmetlerinden bir hikmetini anladý.

 

Dördüncü Nokta: Kur'ân, öyle hakikatlý bir halâvet göstermiþ ki, en tatlý birþeyden dahi usandýran çok tekrar, Kur'ân'ý

 

sh: » (Þ: 134)

 

tilavet edenler için deðil usandýrmak, belki kalbi çürümemiþ ve zevki bozulmamýþ adamlara tekrar-ý tilaveti halâvetini ziyadeleþtirdiði, eski zamandan beri herkesçe müsellem olup darb-ý mesel hükmüne geçmiþ. Hem öyle bir tazelik ve gençlik ve þebabet ve garabet göstermiþ ki, ondört asýr yaþadýðý ve herkesin eline kolayca girdiði halde, þimdi nâzil olmuþ gibi tazeliðini muhafaza ediyor. Her asýr, kendine hitab ediyor gibi bir gençlikte görmüþ. Her taife-i ilmiye O'ndan her vakit istifade etmek için kesretle ve mebzuliyetle yanlarýnda bulundurduklarý ve üslûb-u ifadesine ittiba ve iktida ettikleri halde, o üslûbundaki ve tarz-ý beyanýndaki garabetini aynen muhafaza ediyor.

 

Beþincisi: Kur'ân'ýn bir cenahý mazide, bir cenahý müstakbelde, kökü ve bir kanadý eski Peygamberlerin ittifaklý hakikatlarý olduðu ve bu onlarý tasdik ve teyid ettiði ve onlar dahi tevafukun lisan-ý haliyle bunu tasdik ettikleri gibi, öyle de: Evliya ve asfiya gibi O'ndan hayat alan semereleri ve hayatdar tekemmülleriyle, þecere-i mübarekelerinin hayatdar, feyizdar ve hakikat-medar olduðuna delalet eden ve ikinci kanadýnýn himayesi altýnda yetiþen ve yaþayan velayetin bütün hak tarîkatlarý ve Ýslâmiyetin bütün hakikatlý ilimleri, Kur'ân'ýn ayn-ý hak ve mecma-i hakaik ve câmiiyette misilsiz bir hârika olduðuna þehadet eder.

 

Altýncýsý: Kur'ân'ýn altý ciheti nuranidir, sýdk ve hakkaniyetini gösterir. Evet altýnda hüccet ve bürhan direkleri, üstünde sikke-i i'caz lem'alarý, önünde ve hedefinde saadet-i dâreyn hediyeleri, arkasýnda nokta-i istinadý vahy-i semavî hakikatlarý, saðýnda hadsiz ukûl-ü müstakimenin delillerle tasdikleri, solunda selim kalblerin ve temiz vicdanlarýn ciddî itmi'nanlarý ve samimî incizablarý ve teslimleri; Kur'ân'ýn fevkalâde, hârika, metin, hücum edilmez bir kal'a-i semaviye-i arziye olduðunu isbat ettikleri gibi, altý makamdan dahi O'ýýnun ayn-ý hak ve sadýk olduðuna ve beþerin kelâmý olmadýðýna, hem yanlýþ olmadýðýna imza eden, baþta bu kâinatta daima güzelliði izhar, iyiliði ve doðruluðu himaye ve sahtekârlarý ve müfterileri imha ve izale etmek âdetini bir düstur-u faaliyet ittihaz eden bu kâinatýn mutasarrýfý, o Kur'ân'a âlemde en makbul, en yüksek, en hâkîmane bir makam-ý hürmet ve bir mertebe-i muvaffakýyet vermesiyle onu tasdik ve imza ettiði gibi, Ýslâmiyetin menbaý ve Kur'ân'ýn tercümaný olan zâtýn (Aleyhissalâtü Vesselâm) herkesten ziyade ona itikad ve ihtiramý ve nüzulü zamanýnda uyku gibi bir vaziyet-i naîmanede bulunmasý ve sair kelâmlarý ona yetiþememesi ve bir derece benzememesi ve ümmiyetiyle beraber gitmiþ ve gelecek hakikî hâdi-

 

sh: » (Þ: 135)

 

sat-ý kevniyeyi, gaybiyane Kur'an ile tereddüdsüz ve itmi'nan ile beyan etmesi ve çok dikkatli gözlerin nazarý altýnda hiçbir hile, hiçbir yanlýþ vaziyeti görülmeyen o tercümanýn, bütün kuvvetiyle Kur'ân'ýn herbir hükmüne îman edip tasdik etmesi ve hiçbir þey O'nu sarsmamasý; Kur'ân semavî, hakkaniyetli ve kendi Hâlýk-ý Rahîminin mübarek kelâmý olduðunu imza ediyor.

 

Hem nev'-i insanýn humsu, belki kýsm-ý azamý, göz önünde ona müncezibane ve dindarane irtibatý ve hakikatperestane ve müþtakane kulak vermesi ve çok emarelerin ve vakýalarýn ve keþfiyatýn þehadetiyle, cin ve melek ve ruhanîlerin dahi, tilaveti vaktinde pervane gibi hakperestane etrafýnda toplanmasý, Kur'ân'ýn kâinatça makbuliyetine ve en yüksek bir makamda bulunduðuna bir imzadýr.

 

Hem nev'-i beþerin umum tabakalarý, en gabi ve âmiden tut, tâ en zeki ve âlime kadar herbirisi, Kur'ân'ýn dersinden tam hisse almalarý ve en derin hakikatlarý fehmetmeleri ve yüzlerle fen ve ulûm-u islâmiyenin ve bilhassa þeriat-ý Kübra'nýn büyük müçtehidleri ve usûl-üd din ve ilm-i Kelâm'ýn dâhî muhakkikleri gibi, her taife kendi ilimlerine ait bütün hacatýný ve cevablarýný Kur'ân'dan istihraç etmeleri, Kur'ân'ýn menba-ý hak ve maden-i hakikat olduðuna bir imzadýr.

 

Hem edebiyatça en ileri bulunan Arab edibleri, -Ýslâmiyete girmeyenler- þimdiye kadar muarazaya pekçok muhtaç olduklarý halde Kur'ân'ýn i'cazýndan yedi büyük vechi varken, yalnýz birtek vechi olan belâgatýnýn, (tek bir surenin) mislini getirmekten istinkâflarý ve þimdiye kadar gelen ve muaraza ile þöhret kazanmak isteyen meþhur belîðlerin ve dâhî âlimlerin onun hiçbir vech-i i'cazýna karþý çýkamamalarý ve âcizane sükût etmeleri; Kur'ân mu'cize ve takat-ý beþerin fevkinde olduðuna bir imzadýr.

 

Evet bir kelâm "Kimden gelmiþ ve kime gelmiþ ve ne için?" denilmesiyle kýymeti ve ulviyeti ve belâgatý tezahür etmesi noktasýndan, Kur'ân'ýn misli olamaz ve O'na yetiþilemez. Çünki Kur'an, bütün âlemlerin Rabbi ve Hâlýkýnýn hitabý ve konuþmasý ve hiçbir cihette taklidi ve tasannuu ihsas edecek bir emare bulunmayan bir mükâlemesi ve bütün insanlarýn belki bütün mahlukatýn namýna meb'us ve nev'-i beþerin en meþhur ve namdar muhatabý bulunan ve o muhatabýn kuvvet ve vüs'at-i îmaný, koca Ýslâmiyeti tereþþuh edip sahibini Kab-ý Kavseyn makamýna çýkararak muhatab-ý Samedaniyeye mazhariyetle nüzul eden ve saadet-i dâreyne dair ve hilkat-ý kâinatýn neticelerine ve ondaki Rab-

 

sh: » (Þ: 136)

 

banî maksadlara ait mesaili ve o muhatabýn bütün hakaik-i Ýslâmiyeyi taþýyan en yüksek ve en geniþ olan îmanýný beyan ve izah eden ve koca kâinatýn bir harita, bir saat, bir hane gibi her tarafýný gösterip çevirip, onlarý yapan san'atkârý tavrýyla ifade ve talim eden Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan'ýn elbette mislini getirmek mümkün deðildir ve derece-i i'cazýna yetiþilmez.

 

Hem, Kur'aný tefsir eden ve bir kýsmý otuz-kýrk hattâ yetmiþ cild olarak birer tefsir yazan yüksek zekâlý müdakkik binlerle mütefennin ülemanýn, senedleri ve delilleriyle beyan ettikleri Kur'andaki hadsiz meziyetleri ve nükteleri ve hâsiyetleri ve sýrlarý ve âlî manalarý ve umûr-u gaybiyenin her nev'inden kesretli gaybî ihbarlarý izhar ve isbat etmeleri ve bilhassa Risâle-i Nur'un yüzotuz kitabýnýn herbiri Kur'anýn bir meziyetini, bir nüktesini kat'î bürhanlarla isbat etmesi ve bilhassa Mu'cizat-ý Kur'aniye Risalesi; þimendifer ve tayyare gibi medeniyetin hârikalarýndan çok þeyleri Kur'andan istihrac eden Yirminci Söz'ün Ýkinci Makamý ve Risâle-i Nur'a ve elektriðe iþaret eden âyetlerin iþaratýný bildiren Ýþarat-ý Kur'aniye namýndaki Birinci Þua ve huruf-u Kur'aniye ne kadar muntazam, esrarlý ve manalý olduðunu gösteren Rumuzat-ý Semaniye namýndaki sekiz küçük risaleler ve Sûre-i Feth'in âhirki âyeti beþ vecihle ihbar-ý gaybî cihetinde mu'cizeliðini isbat eden küçük bir risale gibi Risâle-i Nur'un herbir cüz'ü, Kur'anýn bir hakikatýný, bir nurunu izhar etmesi; Kur'anýn misli olmadýðýna ve mu'cize ve hârika olduðuna ve bu âlem-i þehadette âlem-i gaybýn lisaný ve bir Allâm-ül Guyub'un kelâmý bulunduðuna bir imzadýr.

 

Ýþte altý noktada ve altý cihette ve altý makamda iþaret edilen, Kur'anýn mezkûr meziyetleri ve hâsiyetleri içindir ki; haþmetli hâkimiyet-i nuraniyesi ve azametli saltanat-ý kudsiyesi, asýrlarýn yüzlerini ýþýklandýrarak zemin yüzünü dahi bin üçyüz sene tenvir ederek kemal-i ihtiram ile devam etmesi, hem o hâsiyetleri içindir ki, Kur'anýn herbir harfi, hiç olmazsa on sevabý ve on hasenesi olmasý ve on meyve-i bâki vermesi, hattâ bir kýsým âyâtýn ve sûrelerin herbir harfi, yüz ve bin ve daha ziyade meyve vermesi ve mübarek vakitlerde her harfin nuru ve sevabý ve kýymeti ondan yüzlere çýkmasý gibi kudsî imtiyazlarý kazanmýþ, diye dünya seyyahý anladý ve kalbine dedi: Ýþte böyle her cihetle mu'cizatlý bu Kur'an; sûrelerinin icmaýyla ve âyâtýnýn ittifakýyla ve esrar u envarýnýn tevafukuyla ve semerat ve âsârýnýn tetabukuyla birtek Vâcib-ül Vücud'un vücuduna ve vahdetine ve sýfât ve esmasýna deliller ile isbat suretinde öyle þehadet etmiþ ki, bütün ehl-i îmanýn hadsiz þehadetleri, onun þehadetinden tereþþuh etmiþler.

 

 

 

sh: » (Þ: 137)

 

Ýþte bu yolcunun Kur'andan aldýðý ders-i tevhid ve îmana kýsa bir iþaret olarak Birinci Makam'ýn onyedinci mertebesinde böyle:

 

لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ اَلْوَاحِدُ اْلاَحَدُ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودهِ فِى وَحْدَتِهِ الْقُرْآنُ الْمُعْجِزُ الْبَيَانِ اَلْمَقْبُولُ الْمَرْغُوبُ ِلاَجْنَاسِ الْمَلَكِ وَ اْلاِنْسِ وَ الْجَانِّ ااَلْمَقْرُوءُ كُلُّ آيَاتِهِ فِى كُلِّ دَقِيقَةٍ بِكَمَالِ اْلاِحْتِرَامِ بِاَلْسِنَةِ مِأَتِ مِلْيُونٍ مِنْ نَوْعِ اْلاِنْسَانِ الدَّائِمُ سَلْطَنَتَهُ الْقُدْسِيَّةُ عَلَى اَقْطَارِ اْلاَرْضِ وَ اْلاَكْوَانِ وَ عَلَى وُجوُهِ اْلاَعْصَارِ وَ الزَّمَانِ وَ الْجَارِى حَاكِمِيَّتُهُ الْمَعْنَوِيَّةُ النُّورَانِيَّةُ عَلَى نِصْفِ اْلاَرْضِ وَ خُمْسِ الْبَشَرِ فِى اَرْبَعَةَ عَشَرَ عَصْرًا بِكَمَالِ اْلاِحْتِشَامِ .. وَ كَذَا شَهِدَ وَ بَرْهَنَ بِاِجْمَاعِ سُوَرِهِ الْقُدْسِيَّةِ السَّمَاوِيَّةِ وَ بِاِتِّفَاقِ آيَاتِهِ النُّورَانِيَّةِ اْلاِلهِيَّةِ وَ بِتَوَافُقِ اَسْرَارِهِ وَ اَنْوَارِهِ وَ بِتَطَابُقِ حَقَائِقِهِ وَ ثَمَرَاتِهِ وَ آثَارِهِ بِالْمُشَاهَدَةِ وَ الْعَيَانِ *

 

denilmiþtir.

 

Sonra, bir fakir insana deðil fâni ve muvakkat bir tarlayý, bir haneyi, belki koca kâinatý ve dünya kadar bir mülk-ü bâkiyi kazandýran ve bir fâni adama ebedî bir hayatýn levazýmatýný bulduran ve ecelin daraðacýný bekleyen bir bîçareyi idam-ý ebedîden

 

sh: » (Þ: 138)

 

kurtaran ve saadet-i sermediyenin hazinesini açan en kýymetdar sermaye-i insaniyenin îman olduðunu bilen mezkûr misafir ve hayat yolcusu, kendi nefsine dedi ki: "Haydi, ileri! Ýmanýn hadsiz mertebelerinden bir mertebe daha kazanmak için kâinatýn heyet-i mecmuasýna müracaat edip, o da ne diyor, dinlemeliyiz; erkânýndan ve eczasýndan aldýðýmýz dersleri tekmil ve tenvir etmeliyiz." diye, Kur'andan aldýðý geniþ ve ihatalý bir dürbün ile baktý, gördü:

 

Bu kâinat, o kadar manidar ve muntazamdýr ki; mücessem bir kitab-ý Sübhanî ve cismanî bir Kur'an-ý Rabbanî ve müzeyyen bir saray-ý Samedanî ve muntazam bir þehr-i Rahmanî suretinde görünüyor. O kitabýn bütün sûreleri, âyetleri ve kelimatlarý, hattâ harfleri ve bablarý ve fasýllarý ve sayfalarý ve satýrlarý.. umumunun, her vakit manidarane mahv u isbatlarý ve hakîmane taðyir ve tahvilleri; icma' ile, bir Alîm-i Külli Þey'in ve bir Kadîr-i Külli Þey'in ve bir musannýfýn, herþeyde herþeyi gören ve herþeyin herþeyi ile münasebetini bilen, riayet eden bir Nakkaþ-ý Zülcelal'in ve bir Kâtib-i Zülkemal'in vücudunu ve mevcudiyetini bilbedahe ifade ettikleri gibi, bütün erkân ve enva'ýyla ve ecza ve cüz'iyatýyla ve sekeneleri ve müþtemilâtýyla ve varidat ve masarifatýyla ve onlarda maslahatkârane tebdilleriyle ve hikmetperverane tecdidleriyle, bil'ittifak hadsiz bir kudret ve nihayetsiz bir hikmetle iþ gören âlî bir ustanýn ve misilsiz bir Sâniin mevcudiyetini ve vahdetini bildiriyorlar. Ve kâinatýn azametine münasib iki büyük ve geniþ hakikatýn þehadetleri, kâinatýn bu büyük þehadetini isbat ediyorlar.

 

Birinci Hakikat: Usûlü'd-din ve ilm-i Kelâm'ýn dâhî ulemasýnýn ve hükema-i Ýslâmiyenin gördükleri ve hadsiz bürhanlarla isbat ettikleri "hudûs" ve "imkân" hakikatlarýdýr. Onlar demiþler ki: "Madem âlemde ve herþeyde tegayyür ve tebeddül var; elbette fânidir, hâdistir, kadim olamaz. Madem hâdistir, elbette onu ihdas eden bir Sâni' var. Ve madem herþeyin zâtýnda vücudu ve ademi, bir sebeb bulunmazsa müsavidir; elbette vâcib ve ezelî olamaz. Ve madem muhal ve bâtýl olan devir ve teselsül ile birbirini icad etmek mümkin olmadýðý kat'î bürhanlarla isbat edilmiþ; elbette öyle bir Vâcib-ül Vücud'un mevcudiyeti lâzýmdýr ki, nazîri mümteni', misli muhal ve bütün maadasý mümkün ve masivasý mahluku olacak." Evet hudûs hakikatý kâinatý istilâ etmiþ. Çoðunu göz görüyor, diðer kýsmýný akýl görüyor. Çünki gözümüzün önünde her sene güz mevsiminde öyle bir âlem vefat eder ki; herbirisinin hadsiz efradý bulunan ve herbiri zîhayat bir kâ

 

 

 

sh: » (Þ: 139)

 

inat hükmünde olan yüzbin nevi nebatat ve küçücük hayvanat, o âlem ile beraber vefat ederler. Fakat o kadar intizam ile bir vefattýr ki; haþir ve neþirlerine medar olan ve rahmet ve hikmetin mu'cizeleri, kudret ve ilmin hârikalarý bulunan çekirdekleri ve tohumlarý ve yumurtacýklarý baharda yerlerinde býrakýp, defter-i a'mallerini ve gördükleri vazifelerin proðramlarýný onlarýn ellerine vererek, Hafîz-i Zülcelal'in himayesi altýnda, hikmetine emanet eder; sonra vefat ederler. Ve bahar mevsiminde, haþr-i azamýn yüzbin misali ve nümune ve delilleri hükmünde olarak o vefat eden aðaçlar ve kökler ve bir kýsým hayvancýklar, aynen ihya ve diriliyorlar. Ve bir kýsmýnýn dahi, kendi yerlerinde emsalleri ve aynen onlara benzeyenleri icad ve ihya olunuyor. Ve geçen baharýn mevcudatý, iþledikleri amellerin ve vazifelerin sahifelerini ilânat gibi neþredip, وََاِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ âyetinin bir misalini gösteriyorlar.

 

Hem heyet-i mecmua cihetinde, her güzde ve her baharda büyük bir âlem vefat eder ve taze bir âlem vücuda gelir. Ve o vefat ve hudûs, o kadar muntazam cereyan ediyor ve o vefat ve hudûsta, gayet intizam ve mizanla o kadar nevilerin vefiyatlarý ve hudûslarý oluyor ki; güya dünya öyle bir misafirhanedir ki, zîhayat kâinatlar ona misafir olurlar ve seyyah âlemler ve seyyar dünyalar ona gelirler, vazifelerini görürler, giderler. Ýþte, bu dünyada böyle hayatdar dünyalarý ve vazifedar kâinatlarý kemal-i ilim ve hikmet ve mizanla ve muvazene ve intizam ve nizamla ihdas ve icad edip Rabbanî maksadlarda ve Ýlahî gayelerde ve Rahmanî hizmetlerde kadîrane istimal ve rahîmane istihdam eden bir Zât-ý Zülcelal'in vücub-u vücudu ve hadsiz kudret ve nihayetsiz hikmeti, bilbedahe güneþ gibi, akýllara görünüyor. "Hudûs" mesailini Risâle-i Nur'a ve muhakkikîn-i Kelâmiyenin kitablarýna havale ile o bahsi kapýyoruz.

 

Amma "imkân" ciheti ise; o da kâinatý istilâ ve ihata etmiþ. Çünki görüyoruz ki; herþey, küllî ve cüz'î bulunsun, büyük ve küçük olsun arþtan ferþe, zerrattan seyyarata kadar her mevcud; mahsus bir zât ve muayyen bir suret ve mümtaz bir þahsiyet ve has sýfatlar ve hikmetli keyfiyetler ve maslahatlý cihazlar ile dünyaya gönderiliyor. Halbuki o mahsus zâta ve o mahiyete, hadsiz imkânat içinde o hususiyeti vermek.. hem suretler adedince imkânlar ve ihtimaller içinde o nakýþlý ve farikalý ve münasib o muayyen sureti giydirmek.. hem hemcinsinden olan eþhasýn mikdarýnca imkânlar içinde çalkanan o mevcuda, o lâyýk þahsiyeti imtiyazla tahsis etmek.. hem sýfatlarýn nevileri ve mertebeleri sa-

 

sh: » (Þ: 140)

 

yýsýnca imkânlar ve ihtimaller içinde þekilsiz ve mütereddid bulunan o masnua, o has ve muvafýk, maslahatlý sýfatlarý yerleþtirmek.. hem hadsiz yollar ve tarzlarda bulunmasý mümkin olmasý noktasýnda hadsiz imkânat ve ihtimalat içinde mütehayyir, sergerdan, hedefsiz o mahluka, o hikmetli keyfiyetleri ve inayetli cihazlarý takmak ve teçhiz etmek; elbette küllî ve cüz'î bütün mümkinat adedince ve her mümkinin mezkûr mahiyet ve hüviyet, heyet ve suret, sýfat ve vaziyetinin imkânatý adedince tahsis edici, tercih edici, tayin edici, ihdas edici bir Vâcib-ül Vücud'un vücub-u vücuduna ve hadsiz kudretine ve nihayetsiz hikmetine ve hiçbir þey ve hiç bir þe'n ondan gizlenmediðine ve hiçbir þey ona aðýr gelmediðine ve en büyük bir þey en küçük bir þey gibi ona kolay geldiðine ve bir baharý bir aðaç kadar ve bir aðacý bir çekirdek kadar sühuletle icad edebildiðine iþaretler ve delaletler ve þehadetler, imkân hakikatýndan çýkýp kâinatýn bu büyük þehadetinin bir kanadýný teþkil ederler. Kâinatýn þehadetini, her iki kanadý ve iki hakikatýyla Risâle-i Nur eczalarý ve bilhassa Yirmiikinci ve Otuzikinci Sözler ve Yirminci ve Otuzüçüncü Mektublar tamamýyla isbat ve izah ettiklerinden onlara havale ederek bu pek uzun kýssayý kýsa kestik.

 

Kâinatýn heyet-i mecmuasýndan gelen büyük ve küllî þehadetin ikinci kanadýný isbat eden:

 

Ýkinci Hakikat: Bu mütemadiyen çalkanan inkýlablar ve tahavvülâtlar içinde vücudunu ve hizmetini ve zîhayat ise hayatýný muhafazaya ve vazifesini yerine getirmeye çalýþan mahlukatta, kuvvetlerinin bütün bütün haricinde bir teavün hakikatý görünüyor. Meselâ: Unsurlarý zîhayatýn imdadýna, hususan bulutlarý nebatatýn mededine ve nebatatý dahi hayvanatýn yardýmýna ve hayvanat ise insanlarýn muavenetine ve memelerin kevser gibi sütleri, yavrularýn beslenmelerine ve zîhayatlarýn iktidarlarý haricindeki pek çok hacetleri ve erzaklarý, umulmadýk yerlerden onlarýn ellerine verilmesi, hattâ zerrat-ý taamiye dahi hüceyrat-ý bedeniyenin tamirine koþmalarý gibi teshir-i Rabbanî ile ve istihdam-ý Rahmanî ile, hakikat-ý teavünün pek çok misalleri doðrudan doðruya, bütün kâinatý bir saray gibi idare eden bir Rabb-ül Âlemîn'in umumî ve rahîmane rububiyetini gösteriyorlar.

 

Evet camid ve þuursuz ve þefkatsiz olan ve birbirine þefkatkârane, þuurdarane vaziyet gösteren muavenetçiler, elbette gayet Rahîm ve Hakîm bir Rabb-i Zülcelal'in kuvvetiyle, rahmetiyle, emriyle yardýma koþturuluyorlar.

 

Ýþte kâinatta câri olan teavün-ü umumî, seyyarattan ta zîha-

 

 

 

sh: » (Þ: 141)

 

yatýn a'za ve cihazat ve zerrat-ý bedeniyesine kadar kemal-i intizamla cereyan eden müvazene-i âmme ve muhafaza-i þamile ve semavatýn yaldýzlý yüzünden ve zeminin zînetli yüzünden tâ çiçeklerin süslü yüzlerine kadar kalem gezdiren tezyin ve Kehkeþan'dan ve manzume-i þemsiyeden tâ mýsýr ve nar gibi meyvelere kadar hükmeden tanzim ve Güneþ ve Kamer'den ve unsurlardan ve bulutlardan tâ bal arýlarýna kadar memuriyet veren tavzif gibi pek büyük hakikatlarýn büyüklükleri nisbetindeki þehadetleri, kâinatýn þehadetinin ikinci kanadýný isbat ve teþkil ederler. Madem Risâle-i Nur bu büyük þehadeti isbat ve izah etmiþ, biz burada bu kýsacýk iþaretle iktifa ederiz. Ýþte dünya seyyahýnýn kâinattan aldýðý ders-i îmanîye kýsa bir iþaret olarak Birinci Makam'ýn onsekizinci mertebesinde böyle:

 

لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الْمُمْتَنِعُ نَظِيرُهُ اَلْمُمْكِنُ كُلُّ مَاسِوَاهُ الْوَاحِدُ اْلاَحَدُ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ هذِهِ الْكَائِنَاتُ الْكِتَابُ الْكَبِيرُ الْمُجَسَّمُ وَ الْقُرْآنُ الْجِسْمَانِىُّ الْمُعَظَّمُ وَ الْقَصْرُ الْمُزَيَّنُ الْمُنَظَّمُ وَ الْبَلَدُ الْمُحْتَشَمُ الْمُنْتَظَمُ بِاِجْمَاعِ سُوَرِهِ وَ آيَاتِهِ وَ كَلِمَاتِهِ وَ حُرُوفِهِ وَ اَبْوَابِهِ وَ فُصُولِهِ وَ صُحُفِهِ وَ سُطُورِهِ وَ اِتِّفَاقِ اَرْكَانِهِ وَ اَنْوَاعِهِ وَ اَجْزَائِهِ وَ جُزْئِيَّاتِهِ وَ سَكَنَتِهِ وَ مُشْتَمِلاَتِهِ وَ وَارِدَاتِهِ وَ مَصَارِفِهِ بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ الْحُدُوثِ وَ التَّغَيُّرِ وَ اْلاِمْكَانِ بِاِجْمَاعِ جَمِيعِ عُلَمَاءِ عِلْمِ الْكَلاَمِ وَ بِشَهَادَةِ حَقِيقَةِ تَبْدِيلِ صُورَتِهِ وَ مُشْتَمِلاَتِهِ بِالْحِكْمَةِ وَ اْلاِنْتِظَامِ وَ تَجْدِيدِ حُرُوفِهِ وَ كَلِمَاتِهِ بِالنِّظَامِ وَ الْمِيزَانِ وَ بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ التَّعَاوُنِ وَ التَّجَاوُبِ وَ التَّسَانُدِ وَ التَّدَاخُلِ وَ الْمُوَازَنَةِ وَ الْمُحَافَظَةِ فِى مَوْجُودَاتِهِ بِالْمُشَاهَدَةِ وَ الْعَيَانِ *

 

 

 

sh: » (Þ: 142)

 

denilmiþtir.

 

Sonra, dünyaya gelen ve dünyanýn yaratanýný arayan ve onsekiz aded mertebelerden çýkan ve arþ-ý hakikate yetiþen bir mi'rac-ý îmanî ile gaibane marifetten hazýrane ve muhatabane bir makama terakki eden meraklý ve müþtak yolcu adam, kendi ruhuna dedi ki: Fatiha-i Þerife'de baþýndan tâ اِيَّاكَ kelimesine kadar gaibane medh ü sena ile bir huzur gelip اِيَّاكَ hitabýna çýkýlmasý gibi, biz dahi doðrudan doðruya gaibane aramayý býrakýp, aradýðýmýzý aradýðýmýzdan sormalýyýz; herþeyi gösteren güneþi, güneþten sormak gerektir. Evet herþeyi gösteren, kendini herþeyden ziyade gösterir. Öyle ise þemsin þuaatý ile onu görmek ve tanýmak gibi, Hâlýkýmýzýn esma-i hüsnasýyla ve sýfât-ý kudsiyesiyle onu kabiliyetimizin nisbetinde tanýmaya çalýþabiliriz.

 

Bu maksadýn hadsiz yollarýndan iki yolu ve o iki yolun hadsiz mertebelerinden iki mertebeyi ve o iki mertebenin pek çok hakikatlarýndan ve pek çok uzun tafsilâtýndan yalnýz iki hakikatý icmal ve ihtisar ile bu risalede beyan edeceðiz.

 

Birinci Hakikat: Bilmüþahede gözümüzle görünen ve muhit ve daimî ve muntazam ve dehþetli ve semavî ve arzî olan bütün mevcudatý çeviren ve tebdil ve tecdid eden ve kâinatý kaplayan faaliyet-i müstevliye hakikatý görünmesi ve o her cihetle hikmet-medar faaliyet hakikatýnýn içinde tezahür-ü rububiyet hakikatýnýn bilbedahe hissedilmesi ve o her cihetle rahmet-feþan tezahür-ü rububiyet hakikatýnýn içinde, tebarüz-ü uluhiyet hakikatý bizzarure bilinmiþ olmasýdýr.

 

sh: » (Þ: 143)

 

 

 

Ýþte bu hâkîmane ve hakîmane faaliyet-i daimeden ve perdesinin arkasýnda bir Fâil-i Kadîr ve Alîm'in ef'ali, görünür gibi hissedilir. Ve bu mürebbiyane ve müdebbirane ef'al-i Rabbaniyeden ve perdesinin arkasýndan, herþeyde cilveleri bulunan esma-i Ýlahiye, hissedilir derecesinde bedahetle bilinir. Ve bu celaldarane ve cemalperverane cilvelenen esma-i hüsnadan ve perdesinin arkasýnda sýfât-ý seb'a-i kudsiyenin ilmelyakîn, belki aynelyakîn, belki hakkalyakîn derecesinde vücudlarý ve tahakkuklarý anlaþýlýr. Ve bu yedi kudsî sýfatýn dahi, bütün masnuatýn þehadetiyle hem hayatdarane, hem kadîrane, hem alîmane, hem semîane, hem basîrane, hem mürîdane, hem mütekellîmane nihayetsiz bir surette tecellileri ile bilbedahe ve bizzarure ve biilmelyakîn bir Mevsuf-u Vâcib-ül Vücud'un ve bir Müsemma-i Vâhid-i Ehad'in ve bir Fâil-i Ferd-i Samed'in mevcudiyeti, güneþten daha zâhir, daha parlak bir tarzda kalbdeki îman gözüne görünür gibi kat'î bilinir. Çünki güzel ve manidar bir kitab ve muntazam bir hane, bedahetle yazmak ve yapmak fiillerini ve güzel yazmak ve intizamlý yapmak fiilleri dahi bedahetle yazýcý ve dülger namlarýný, yazýcý ve dülger ünvanlarý ise bedahetle kitabet ve dülgerlik san'atlarýný ve sýfatlarýný ve bu san'at ve sýfatlar bedahetle herhalde bir zâtý istilzam eder ki, mevsuf ve sâni' ve müsemma ve fâil olsun. Fâilsiz bir fiil ve müsemmasýz bir isim mümkün olmadýðý gibi; mevsufsuz bir sýfat, san'atkârsýz bir san'at dahi mümkün deðildir.

 

Ýþte bu hakikat ve kaideye binaen, bu kâinat bütün mevcudatýyla beraber kaderin kalemiyle yazýlmýþ, kudretin çekiciyle yapýlmýþ manidar hadsiz kitablar, mektublar, nihayetsiz binalar ve saraylar hükmünde -herbiri binler vecihle ve beraber hadsiz vücuh ile- Rabbanî ve Rahmanî nihayetsiz fiilleri ve o fiillerin menþe'leri olan binbir esma-i Ýlahiyenin hadsiz cilveleriyle ve o güzel isimlerin menbaý olan yedi sýfât-ý Sübhaniyenin nihayetsiz tecellileriyle, o yedi muhit ve kudsî sýfatlarýn madeni ve mevsufu olan ezelî ve ebedî bir Zât-ý Zülcelal'in vücub-u vücuduna ve vahdetine hadsiz iþaretler ve nihayetsiz þehadetler ettikleri gibi; bütün o mevcudatta bulunan bütün hüsünler, cemaller, kýymetler, kemaller dahi, ef'al-i Rabbaniyenin ve esma-i Ýlahiyenin ve sýfât-ý Samedaniyenin ve þuunat-ý Sübhaniyenin kendilerine lâyýk ve muvafýk kudsî cemallerine ve kemallerine ve hepsi birden Zât-ý Akdes'in kudsî cemaline ve kemaline bedahetle þehadet ederler.

 

Ýþte faaliyet hakikatý içinde tezahür eden rububiyet hakikatý; ilim ve hikmetle halk ve icad ve sun' ve ibda', nizam ve mizan ile takdir ve tasvir ve tedbir ve tedvir, kasd ve irade ile tahvil ve

 

sh: » (Þ: 144)

 

tebdil ve tenzil ve tekmil, þefkat ve rahmetle it'am ve in'am ve ikram ve ihsan gibi þuunatýyla ve tasarrufatýyla kendini gösterir ve tanýttýrýr. Ve tezahür-ü rububiyet hakikatý içinde bedahetle hissedilen ve bulunan uluhiyetin tebarüz hakikatý dahi; esma-i hüsnanýn rahîmane ve kerîmane cilveleriyle ve yedi sýfât-ý sübutiye olan Hayat, Ýlim, Kudret, Ýrade, Sem', Basar ve Kelâm sýfatlarýnýn celalli ve cemalli tecellileriyle kendini tanýttýrýr, bildirir.

 

Evet nasýlki kelâm sýfatý, vahiyler ve ilhamlar ile Zât-ý Akdes'i tanýttýrýr, öyle de; kudret sýfatý dahi, mücessem kelimeleri hükmünde olan san'atlý eserleriyle o Zât-ý Akdes'i bildirir ve kâinatý baþtan baþa bir Furkan-ý Cismanî mahiyetinde gösterip, bir Kadîr-i Zülcelal'i tavsif ve tarif eder. Ve ilim sýfatý dahi; hikmetli, intizamlý, mizanlý olan bütün masnuat mikdarýnca ve ilim ile idare ve tedbir ve tezyin ve temyiz edilen bütün mahlukat adedince, mevsuflarý olan birtek Zât-ý Akdes'i bildirir. Ve hayat sýfatý ise; kudreti bildiren bütün eserler ve ilmin vücudunu bildiren bütün intizamlý ve hikmetli ve mizanlý ve zînetli suretler, haller ve sair sýfatlarý bildiren bütün deliller, sýfat-ý hayatýn delilleriyle beraber, hayat sýfatýnýn tahakkukuna delalet ettikleri gibi; hayat dahi, bütün o delilleriyle, âyineleri olan bütün zîhayatlarý þahid göstererek Zât-ý Hayy-ý Kayyum'u bildirir. Ve kâinatý, serbeser her vakit taze taze ve ayrý ayrý cilveleri ve nakýþlarý göstermek için daima deðiþen ve tazelenen ve hadsiz âyinelerden terekküb eden bir âyine-i ekber suretine çevirir. Ve bu kýyasla görmek ve iþitmek, ihtiyar etmek ve konuþmak sýfatlarý dahi; herbiri birer kâinat kadar Zât-ý Akdes'i bildirir, tanýttýrýr.

 

Hem o sýfatlar, Zât-ý Zülcelal'in vücuduna delalet ettikleri gibi, hayatýn vücuduna ve tahakkukuna ve o zâtýn hayatdar ve diri olduðuna dahi bedahetle delalet ederler. Çünki bilmek hayatýn alâmeti, iþitmek dirilik emaresi, görmek dirilere mahsus, irade hayat ile olabilir, ihtiyarî iktidar zîhayatlarda bulunur, tekellüm ise bilen dirilerin iþidir.

 

Ýþte bu noktalardan anlaþýlýr ki; hayat sýfatýnýn yedi defa kâinat kadar delilleri ve kendi vücudunu ve mevsufun vücudunu bildiren bürhanlarý vardýr ki, bütün sýfatlarýn esasý ve menbaý ve ism-i azamýn masdarý ve medarý olmuþtur. Risâle-i Nur, bu birinci hakikatý kuvvetli bürhanlar ile isbat ve bir derece izah ettiðinden, bu denizden bu mezkûr katre ile þimdilik iktifa ediyoruz.

 

 

 

sh: » (Þ: 145)

 

Ýkinci Hakikat: Sýfat-ý kelâmdan gelen tekellüm-ü Ýlahîdir. لَوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِكَلِمَاتِ رَبِّى âyetinin sýrrýyla: Kelâm-ý Ýlahî, nihayetsizdir. Bir zâtýn vücudunu bildiren en zâhir alâmet, konuþmasýdýr. Demek bu hakikat, nihayetsiz bir surette Mütekellim-i Ezelî'nin mevcudiyetine ve vahdetine þehadet eder. Bu hakikatýn iki kuvvetli þehadeti, bu risalenin ondördüncü ve onbeþinci mertebelerinde beyan edilen vahiyler ve ilhamlar cihetiyle ve geniþ bir þehadeti dahi, onuncu mertebesinde iþaret edilen kütüb-ü mukaddese-i semaviye cihetiyle ve çok parlak ve câmi' bir diðer þehadeti dahi, onyedinci mertebesinde Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan cihetiyle geldiðinden, bu hakikatýn beyan ve þehadetini o mertebelere havale edip o hakikatý mu'cizane ilân eden ve þehadetini sair hakikatlarýn þehadetleriyle beraber ifade eden

 

شَهِدَ اللّهُ اَنَّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ وَاْلمَلَئِكَةُ وَاُولُو الْعِلْمِ قَائِمًا بِالْقِسْطِ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ

 

âyet-i muazzamanýn envarý ve esrarý, bizim bu yolcuya kâfi ve vâfi gelmiþ ki, daha ileri gidememiþ. Ýþte bu yolcunun, bu makam-ý kudsîden aldýðý dersin kýsa bir mealine bir iþaret olarak, Birinci Makam'ýn ondokuzuncu mertebesinde:

 

sh: » (Þ: 146)

 

لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الْوَاحِدُ اْلاَحَدُ لَهُ اْلاَسْمَاءُ لْحُسْنَى وَ لَهُ الصَّفَاتُ الْعُلْيَا وَ لَهُ الْمَثَلُ اْلاَعْلَى اَلَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اَلذَّاتُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ بِاِجْمَاعِ جَمِيعِ صِفَاتِهِ الْقُدْسِيَّةِ الْمُحِيطَةِ وَ جَمِيعِ اَسْمَائِهِ الْحُسْنَى اَلْمُتَجَلِّيَّةِ بِاِتِّفَاقِ جَمِيعِ شُؤُنَاتِهِ وَ اَفْعَالِهِ الْمُتَصَرِّفَةِ بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ حَقِيقَةِ تَبَارُزِ اْلاُلُوهِيَّةِ فِى تَظَاهُرِ الرُّبُوبِيَّةِ فِى دَوَامِ اْلفَعَّالِيَّةِ الْمُسْتَولِيَةِ بِفِعْلِ اْلاِيجَادِ وَ الْخَلْقِ وَ الصُّنْعِ وَ اْلاِبْدَاعِ بِاِرَادَةٍ وَ قُدْرَةٍ وَ بِفِعْلِ التَّقْدِيرِ وَ التَّصْوِيرِ وَ التَّدْبِيرِ وَ التَّدْوِيرِ بِاِخْتِيَارٍ وَ حِكْمَةٍ وَ بِفِعْلِ التَّصْرِيفِ وَ التَّنْظِيمِ وَ الْمُحَافَظَةِ وَ اْلاِدَارَةِ وَ اْلاِعَاشَةِ بِقَصْدٍ وَ رَحْمَةٍ وَ بِكَمَالِ اْلاِنْتِظَامِ وَ الْمُوَازَنَةِ وَ بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ اَسْرَارِ - شَهِدَ اللّهُ اَنَّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ وَ الْمَلئِكَةِ وَ اُولُوا الْعِلْمِ قَائِمًا بِالْقِسْطِ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ *

 

denilmiþtir.

 

* * *

 

 

 

sh: » (Þ: 147)

 

Ýhtar

 

Geçen Ýkinci Makam'ýn Birinci Bab'ýndaki ondokuz aded mertebelerin þehadet eden hakikatlarýnýn herbirisi, tahakkuklarýyla ve vücudlarýyla vücub-u vücuda delalet ettikleri gibi; ihatalarý ile dahi vahdete ve ehadiyete delalet ederler. Fakat baþta sarihan vücudu isbat ettikleri cihetle, vücub-u vücudun delilleri sayýlmýþ. Ýkinci Makam'ýn Ýkinci Bab'ý ise; baþta ve sarahatla vahdeti ve içinde vücudu isbat ettiði haysiyetiyle, tevhid bürhanlarý denilir. Yoksa her ikisi, her ikisini isbat eder. Farklarýna iþaret için Birinci Bab'da بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ , Ýkinci Bab'da vahdet görünür gibi zuhuruna iþareten بِمُشَاهَدَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ fýkralarý tekrar ediliyor. Gelecek Ýkinci Bab'ýn mertebelerini Birinci Bab gibi izah etmeye niyet etmiþtim. Fakat bazý hallerin mümanaatýyla, ihtisara ve icmale mecburum. Hakkýyla beyan etmeyi Risâle-i Nur'a havale ediyoruz.

 

* * *

 

 

 

sh: » (Þ: 148)

 

Ýkinci Bab

 

(Berahin-i Tevhidiyeye Dairdir.)

 

Dünyaya îman için gönderilen ve bütün kâinatta fikren seyahat eden ve herþeyden Hâlýkýný soran ve her yerde Rabbini arayan ve hakkalyakîn derecesinde Ýlahýný vücub-u vücud noktasýnda bulan dünya misafiri, kendi aklýna dedi ki: Gel, Vâcib-ül Vücud Hâlýkýmýzýn vahdet bürhanlarýný temaþa için yine beraber bir seyahata gideceðiz.

 

Beraber gittiler. Birinci menzilde gördüler ki: Kâinatý istila eden dört hakikat-ý kudsiye, vahdeti bedahet derecesinde istilzam edip isterler.

 

 

 

***

 

Birinci Hakikat: "Uluhiyet-i mutlaka"dýr.

 

Evet nev'-i beþerin her taifesi birer nevi ibadet ile fýtrî gibi meþgul olmasý ve sair zîhayatýn, belki cemadatýn dahi fýtrî hizmetleri birer nevi ibadet hükmünde bulunmasý ve kâinatta maddî ve manevî bütün nimetlerin ve ihsanlarýn herbiri, bir mabudiyet tarafýndan, hamd ve ibadeti yaptýran perestiþe ve þükre birer vesile olmalarý ve vahy ve ilhamlar gibi bütün tereþþuhat-ý gaybiye ve tezahürat-ý maneviyenin birtek Ýlahýn mabudiyetini ilân etmeleri; elbette ve bedahetle bir uluhiyet-i mutlakanýn tahakkukunu ve hükümferma olduðunu isbat ederler. Madem böyle bir uluhiyet hakikatý var, elbette iþtiraki kabul edemez. Çünki uluhiyete yani mabudiyete karþý þükür ve ibadetle mukabele edenler, kâinat aðacýnýn en nihayetlerinde bulunan zîþuur meyveleridir ve baþkalarýn o zîþuurlarý memnun ve minnetdar edip yüzlerini kendilerine çevirmesi ve görünmediðinden çabuk unutturulabilen hakikî mabudlarýný onlara unutturmasý, uluhiyetin mahiyetine ve kud-

 

sh: » (Þ: 149)

 

sî maksadlarýna öyle bir zýddiyettir ki, hiçbir cihetle müsaade etmez. Kur'an'ýn çok tekrar ile ve þiddetle þirki red ve müþrikleri Cehennem ile tehdid etmesi, bu cihettendir.

 

Ýkinci Hakikat: "Rububiyet-i mutlaka"dýr.

 

Evet bütün kâinatta hususan zîhayatlarda ve bilhassa terbiye ve iaþelerinde her tarafta ayný tarzda ve umulmadýk bir surette beraber ve birbiri içinde hakîmane, rahîmane bir dest-i gaybî tarafýndan olan bir tasarruf-u âmm elbette bir rububiyet-i mutlakanýn tereþþuhudur ve ziyasýdýr ve tahakkukuna bir bürhan-ý kat'îdir. Madem bir rububiyet-i mutlaka vardýr, elbette þirk ve iþtiraki kabul etmez. Çünki o rububiyetin kendi cemalini izhar ve kemalâtýný ilân ve kýymetli san'atlarýný teþhir ve gizli hünerlerini göstermek gibi en mühim maksad ve gayeleri cüz'iyatta ve zîhayatta temerküz ve içtima' ettiðinden, en cüz'î bir þeye ve en küçük bir zîhayata kendi baþý ile müdahale eden bir þirk, o gayeleri bozar ve o maksadlarý harab eder. Ve zîþuurun yüzlerini o gayelerden ve o gayeleri irade edenden çevirip esbaba saldýðýndan ve bu vaziyet rububiyetin mahiyetine bütün bütün muhalif ve adavet olduðundan, elbette böyle bir rububiyet-i mutlaka, hiç bir cihetle þirke müsaade etmez. Kur'anýn kesretli takdisatý ve tesbihatý ve âyâtý ve kelimatý, belki hurufatý ve hey'atýyla mütemadiyen tevhide irþadatý bu büyük sýrdan ileri gelmiþtir...

 

Üçüncü Hakikat: "Kemalât"týr.

 

Evet bu kâinatýn bütün ulvî hikmetleri, hârika güzellikleri, âdilane kanunlarý, hakîmane gayeleri, hakikat-ý kemalâtýn vücuduna bedahetle delalet ve bilhassa bu kâinatý hiçten icad edip her cihetle mu'cizatlý ve cemalli bir surette idare eden Hâlýkýn kemalâtýna ve o Hâlýkýn âyine-i zîþuuru olan insanýn kemalâtýna þehadeti pek zâhirdir.

 

Madem kemalât hakikatý vardýr. Ve madem kâinatý kemalât içinde icad eden Hâlýkýn kemalâtý muhakkaktýr. Ve madem kâinatýn en mühim meyvesi ve arzýn halifesi ve Hâlýkýn en ehemmiyetli masnuu ve sevgilisi olan insanýn kemalâtý haktýr ve hakikatlýdýr. Elbette bu gözümüz ile gördüðümüz kemalli ve hikmetli kâinatý, fena ve zevalde yuvarlanan ve neticesiz olarak tesadüfün oyuncaðý, tabiatýn mel'abegâhý, zîhayatýn zalîmane mezbahasý, zîþuurun dehþetli hüzüngâhý suretine çeviren ve âsârý ile kemalâtý görünen insaný, en bîçare ve en periþan ve en aþaðý bir hayvan

 

sh: » (Þ: 150)

 

derekesine indiren ve Hâlýkýn âyine-i kemalâtý olan bütün mevcudatýn þehadetiyle nihayetsiz kemalât-ý kudsiyesi bulunan o Hâlýkýn kemalâtýný setredip perde çekerek netice-i faaliyetini ve hallakýyetini ibtal eden þirk, elbette olamaz ve hakikatsýzdýr. Þirkin bu kemalât-ý Ýlahiyeye ve insaniye ve kevniyeye karþý zýddiyeti ve o kemalâtlarý bozduðu, "Ýkinci Þua" risalesinin üç meyve-i tevhide dair "Birinci Makam"ýnda kuvvetli ve kat'î deliller ile isbat ve izah edildiðinden, ona havale edip burada kýsa kesiyoruz.

 

Dördüncü Hakikat: "Hâkimiyet"tir.

 

Evet bu kâinata geniþ bir dikkat ile bakan; kâinatý gayet haþmetli ve gayet faaliyetli bir memleket, belki idaresi gayet hikmetli ve hâkimiyeti gayet kuvvetli bir þehir hükmünde görür, her þeyi ve her nev'i birer vazife ile musahharane meþgul bulur. وَلِلّهِ جُنُودُ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ âyetinin askerlik manasýný ihsas eden temsiline göre: Zerrat ordusundan ve nebatat fýrkalarýndan ve hayvanat taburlarýndan, tâ yýldýzlar ordusuna kadar olan cünud-u Rabbaniyeden, o küçücük memurlarda ve bu pek büyük askerlerde hâkîmane tekvinî emirlerin, âmirane hükümlerin, þâhane kanunlarýn cereyanlarý, bedahetle bir hâkimiyet-i mutlakanýn ve bir âmiriyet-i külliyenin vücuduna delalet ederler.

 

Madem bir hâkimiyet-i mutlaka hakikatý vardýr... elbette þirkin hakikatý olamaz. Çünki لَوْ كَانَ فِيهِمَا آلِهَةٌ اِلاَّ اللّهُ لَفَسَدَتَا âyetinin hakikat-ý katýasýyla; müteaddid eller müstebidane bir iþe karýþsalar, karýþtýrýrlar. Bir memlekette iki padiþah, hattâ bir nahiyede iki müdür bulunsa; intizam bozulur ve idare herc ü merc olur. Halbuki sinek kanadýndan tâ semavat kandillerine kadar ve hüceyrat-ý bedeniyeden tâ seyyaratýn burçlarýna kadar öyle bir intizam var ki; zerre kadar þirkin müdahalesi olamaz.

 

Hem hâkimiyet bir makam-ý izzettir; rakib kabul etmek, o hâkimiyetin izzetini kýrar. Evet aczi için çok yardýmcýlara muhtaç olan insanýn, cüz'î ve zâhirî ve muvakkat bir hâkimiyeti için kardeþini ve evlâdýný zalîmane öldürmesi gösteriyor ki; hâkimiyet rakib kabul etmez. Böyle bir âciz, böyle cüz'î bir hâkimiyet için böyle yaparsa; elbette bütün kâinatýn mâliki olan bir Kadîr-i Mutlak'ýn hakikî ve küllî rububiyetine ve uluhiyetine medar olan ken-

 

sh: » (Þ: 151)

 

di hâkimiyet-i kudsiyesine baþkasýný teþrik etmesi ve þerike müsaade etmesi hiçbir cihetle mümkün olamaz. Bu hakikat, Ýkinci Þua'ýn Ýkinci Makam'ýnda ve Risâle-i Nur'un birçok yerlerinde kuvvetli deliller ile isbat edildiðinden, onlara havale ediyoruz. Ýþte yolcumuz bu dört hakikatý müþahede etmekle, vahdaniyet-i Ýlahiyeyi þuhud derecesinde bildi, îmaný parladý. Bütün kuvvetiyle

 

لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ وَحْدَهُ لاَ شَرِيكَ لَهُ dedi. Ve bu menzilden aldýðý derse bir kýsa iþaret olarak Birinci Makam'ýn ikinci babýnda:

 

لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ ا لْوَاحِدُ اْلاَحَدُ الَّذِى دَلَّ عَلَى وَحْدَاَنِيَّتِهِ وَ وُجُوبِ وُجُودِهِ مُشَاهَدَةُ عَظَمَةِ هَقِيقَةِ تَبَارُزِ اْلاُلُوهِيَّةِ الْمُطْلَقَةِ وَ كَذَا مُشَاهَدَةُ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ تَظَاهُرِ الرُّبُوبِيَّةِ الْمُطْلَقَةِ الْمُقْتَضِيَّةِ لِلْوَحْدَةِ وَ كَذَا ... مُشَاهَدَةُ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ الْكَمَالاَتِ النَّاشِيَةِ مِنَ الْوَحْدَةِ .. وَ كَذَا مُشَاهَدَةُ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ الْحَاكِمِيَّةِ الْمُطْلَقَةِ الْمَانِعَةِ وَ الْمُنَافِيَةِ للِشِّرْكَةِ*

 

denilmiþtir.

 

Sonra o sükûnetsiz misafir kendi kalbine dedi: Ehl-i îmanýn, hususan ehl-i tarîkatýn her vakit tekrarla

 

لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ demeleri, tevhidi yâd ve ilân etmeleri gösterir ki; tevhidin pek çok mertebeleri bulunuyor. Hem tevhid, en ehemmiyetli ve en halâvetli ve en yüksek bir vazife-i kudsiye ve bir fariza-i fýtriye ve bir ibadet-i îmaniyedir.

 

Öyle ise gel bir mertebeyi daha bulmak için, bu ibrethanenin diðer bir menzilinin kapýsýný daha açmalýyýz.

 

sh: » (Þ: 152)

 

Çünki aradýðýmýz hakikî tevhid, yalnýz tasavvurdan ibaret bir marifet deðildir. Belki ilm-i mantýk'ta tasavvura mukabil ve marifet-i tasavvuriyeden çok kýymettar ve bürhanýn neticesi olan ve ilim denilen tasdiktir. Ve tevhid-i hakikî öyle bir hüküm ve tasdik ve iz'an ve kabuldür ki; her bir þeyle Rabbini bulabilir ve her þeyde Hâlýkýna giden bir yolu görür ve hiç bir þey huzuruna mani olmaz. Yoksa Rabbini bulmak için her vakit kâinat perdesini yýrtmak, açmak lâzýmgelir. "Öyle ise haydi ileri!" diyerek, kibriya ve azamet kapýsýný çaldý. Ef'al ve âsâr menziline ve icad ve ibda' âlemine girdi, gördü ki: Kâinatý istila etmiþ "beþ hakikat-ý" muhita hükmediyorlar, bedahetle tevhidi isbat ederler.

 

Birincisi: Kibriya ve azamet hakikatýdýr. Bu hakikat, Ýkinci Þua'nýýn Ýkinci Makam'ýnda ve Risâle-i Nur'un müteaddid yerlerinde bürhanlarla izah edildiðinden burada bu kadar deriz ki: Binlerle sene birbirlerinden uzak bir mesafede bulunan yýldýzlarý, ayný anda ayný tarzda icad edip tasarruf eden ve zeminin þark ve garb ve cenub ve þimalinde bulunan ayný çiçeðin hadsiz efradýný, bir zamanda ve bir surette halkedip tasvir eden.. hem هُوَ الَّذِى خَلَقَ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضَ فِى سِتَّةِ اَيَّامٍ yani gökleri ve zemini altý günde yaratmak gibi geçmiþ ve gaybî ve çok acib bir hâdiseyi, hâzýr ve göz önünde bir hâdise ile isbat etmek ve onun gibi acib bir tanzir olarak zeminin yüzünde bahar mevsiminde haþr-i âzamýn yüzbinden ziyade misallerini gösterir gibi, ikiyüz binden ziyade nebatat taifelerini ve hayvanat kabilelerini beþ-altý haftada inþa edip kemal-i intizam ve mizan ile iltibassýz, noksansýz, yanlýþsýz, beraber, birbiri içinde idare, terbiye, iaþe, temyiz ve tezyin eden..

 

hem يُولِجُ الّيْلَ فِى النَّهَارِ وَيُولِجُ النّهَارَ فِى الّيْلِ âyetinin sarahatýyla zemini döndürüp, gece-gündüz sahifelerini yapan ve çeviren ve yevmiye hâdisatýyla yazan deðiþtiren ayný zât, ayný anda, en gizli, en cüz'î olan kalblerin hatýratlarýný dahi bilir ve iradesiyle idare eder. Ve mezkûr fiillerin herbiri birtek fiil olduðundan, zarurî olarak, onlarýn fâili dahi birtek vâhid ve kadir olan fâil-i zülcelallerinin, bedahetle öyle bir kibriya ve azameti var ki:

 

Hiçbir yerde, hiçbir þeyde, hiçbir cihetle, hiçbir þirkin hiçbir imkânýný, hiçbir ihtimalini býrakmýyor, köküyle kesiyor. Mâdem böyle bir kibriya ve azamet-i kudret var ve mâdem o kibriya nihayet kemâldedir ve ihâta ediyor. Elbette o kudrete acz veya ihtiyaç ve o kibriyâya

 

sh: » (Þ: 153)

 

kusur ve o kemâle noksaniyet ve o ihâtaya kayd ve o nihayetsizliðe nihayet veren bir þirke meydan vermesi ve müsaade etmesi, hiçbir vecihle mümkün deðildir. Fýtratýný bozmayan hiçbir akýl kabul etmez.

 

Ýþte þirk, kibriyaya dokunmasý ve celâlin izzetine dokundurmasý ve azametine iliþmesi cihetiyle öyle bir cinayettir ki; hiç kabil-i afv olmadýðýný, Kur'ân-ý Mu'ciz-ül Beyan azîm tehdid ile اِنَّ اللّهَ لاَ يَغْفِرُ اَنْ يُشْرَكَ بِهِ وَيَغْفِرُ مَا دُونَ ذلِكَ ferman ediyor.

 

Ýkinci Hakikat: Kâinatta tasarruflarý görünen ef'âl-i Rabbâniyenin ýtlak ve ihâta ve nihayetsiz bir surette zuhurlarýdýr. Ve o fiilleri takyid ve tahdid eden, yalnýz hikmet ve iradedir ve mazharlarýn kabiliyetleridir. Ve serseri tesâdüf ve þuursuz tabiat ve kör kuvvet ve câmid esbab ve kayýdsýz ve her yere daðýlan ve karýþtýran unsurlar, o gayet mîzanlý ve hikmetli ve basîrâne ve hayatdarane ve muntazam ve muhkem olan fiillere karýþamazlar, belki Fâil-i Zülcelal'in emriyle ve iradesiyle ve kuvvetiyle zâhirî bir perde-i kudret olarak istimâl olunuyorlar.

 

Hadsiz misallerinden üç misâli: Sûre-i Nahl'in bir sahifesinde birbirine muttasýl üç âyetin iþâret ettikleri üç fiilin hadsiz nüktelerinden üç nüktesini beyan ederiz.

 

Birincisi: ...وَ اَوْحَى رَبُّكَ اِلَى النَّحْلِ اَنِ اتَّخِذِى مِنَ الْجِبَالِ بُيُوتًا Evet balarýsý fýtratça ve vazifece öyle bir mu'cize-i kudrettir ki; koca Sûre-i Nahl, onun ismiyle tesmiye edilmiþ. Çünki o küçücük bal makinesinin zerrecik baþýnda, onun ehemmiyetli vazifesinin mükemmel proðramýný yazmak ve küçücük karnýnda taamlarýn en tatlýsýný koymak ve piþirmek ve süngücüðünde zîhayat a'zalarý tahrib etmek ve öldürmek hâsiyetinde bulunan zehiri o uzuvcuðuna ve cismine zarar vermeden yerleþtirmek; nihayet dikkat ve ilim ile ve gayet hikmet ve irade ile ve tam bir intizam ve muvazene ile olduðundan, þuursuz, intizamsýz, mîzansýz olan tabiat ve tesâdüf gibi þeyler elbette müdahale edemezler ve karýþamazlar. Ýþte bu üç cihetle mu'cizeli bu san'at-ý Ýlahiyenin ve bu fiil-i Rabbâniyenin, bütün zemin yüzünde hadsiz arýlarda, ayný hikmetle, ayný dikkatle, ayný mizanda, ayný anda, ayný tarzda zuhuru ve ihâtasý, bedahetle vahdeti isbat eder.

 

sh: » (Þ: 154)

 

Ýkinci âyet:

 

وَاِنَّ لَكُمْ فِى اْلاَنْعَامِ لَعِبْرَةً نُسْقِيكُمْ ِممَّا فِى بُطُونِهِ مِنْ بَيْنِ فَرْثٍ وَدَمٍ لَبَنًا خَالِصًا سَائِغًا لِلشَّارِبِينَ

 

âyeti, ibret-feþan bir fermandýr. Evet baþta inek ve deve ve keçi ve koyun olarak süt fabrikalarý olan validelerin memelerinde, kan ve fýþký içinde bulaþtýrmadan ve bulandýrmadan ve onlara bütün bütün muhalif olarak hâlis, temiz, safi, mugaddî, hoþ, beyaz bir sütü koymak; ve yavrularýna karþý o sütten daha ziyade hoþ, þirîn, tatlý, kýymetli ve fedakârane bir þefkati kalblerine býrakmak; elbette o derece bir rahmet, bir hikmet, bir ilim, bir kudret ve bir ihtiyar ve dikkat ister ki; fýrtýnalý tesadüflerin ve karýþtýrýcý unsurlarýn ve kör kuvvetlerin hiçbir cihetle iþleri olamaz. Ýþte böyle gayet mu'cizeli ve hikmetli bu san'at-ý Rabbâniyenin ve bu fiil-i Ýlahînin, umum rûy-i zeminde, yüzbinlerle nevilerin, hadsiz validelerinin kalblerinde ve memelerinde ayný anda, ayný tarzda, ayný hikmet ve ayný dikkat ile tecellisi ve tasarrufu ve yapmasý ve ihâtasý, bedâhetle vahdeti isbat eder.

 

Üçüncü âyet:

 

وَمِنْ ثَمَرَاتِ النَّخِيلِ وَاْلاَعْنَابِ تَتَّخِذُونَ مِنْهُ سَكَرًا وَرِزْقًا حَسَنًا اِنَّ فِى ذلِكَ َلآيَةً لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ

 

Bu âyet, nazar-ý dikkati hurma ve üzüme celbedip der ki: "Aklý bulunanlara, bu iki meyvede tevhid için büyük bir âyet, bir delil ve bir hüccet vardýr." Evet bu iki meyve, hem gýda ve kut, hem fâkihe ve yemiþ, hem çok lezzetli taamlarýn menþe'leri olmakla beraber, susuz bir kumda ve kuru bir toprakta duran bu aðaçlar, o derece bir mu'cize-i kudret ve bir hârika-i hikmettir ve öyle bir helvalý þeker fabrikasý ve ballý bir þurub makinesi ve o kadar hassas bir mizan ve mükemmel bir intizam ve hikmetli ve dikkatli bir san'attýrlar ki; zerre kadar aklý bulunan bir adam, "Bunlarý böyle yapan, elbette bu kâinatý yaratan zât olabilir." demeðe mecburdur. Çünki meselâ bu gözümüz önünde bir parmak kadar asmanýn üzüm çubuðunda yirmi salkým var ve her salkýmda þekerli þurub tulumbacýklarýndan yüzer tane var. Ve her tanenin yüzüne incecik ve güzel ve lâtif ve renkli bir mahfazayý giydirmek ve nazik ve yumuþak kal-

 

 

 

 

 

sh: » (Þ: 155)

 

binde, kuvve-i hâfýzasý ve proðramý ve tarihçe-i hayatý hükmünde olan sert kabuklu, ceviz içli çekirdekleri koymak ve karnýnda "cennet helvasý" gibi bir tatlýyý ve âb-ý kevser gibi bir balý yapmak ve bütün zemin yüzünde, hadsiz emsâlinde ayný dikkat, ayný hikmet, ayný hârika-i san'atý, ayný zamanda, ayný tarzda yaratmak, elbette bedâhetle gösterir ki; bu iþi yapan bütün kâinatýn Hâlýkýdýr ve nihayetsiz bir kudreti ve hadsiz bir hikmeti iktizâ eden þu fiil, ancak O'nun fiilidir.

 

Evet bu çok hassas mizana ve çok mahâretli san'ata ve çok hikmetli intizama, kör ve serseri ve intizamsýz ve þuursuz ve hedefsiz ve istilacý ve karýþtýrýcý olan kuvvetler ve tabiatlar ve sebebler karýþamazlar, ellerini uzatamazlar. Yalnýz, mef'uliyette ve kabulde ve perdedârlýkta, emr-i Rabbanî ile istihdam olunuyorlar. Ýþte bu üç âyetin iþaret ettikleri üç hakikatýn tevhide delâlet eden üç nüktesi gibi, hadsiz ef'al-i Rabbâniyenin hadsiz cilveleri ve tasarruflarý, ittifakla birtek vâhid-i ehad, bir Zât-ý Zülcelal'in vahdetine þehadet ederler.

 

Üçüncü Hakikat: Mevcudatýn ve bilhassa nebatat ve hayvanatýn, sür'at-i mutlaka içinde kesret-i mutlaka ve intizam-ý mutlak ile ve sühulet-i mutlaka içinde gayet hüsn-ü san'at ve meharet ve ittikan ve intizam ile ve mebzuliyet-i mutlaka ve ihtilat-ý mutlak içinde gayet kýymetdarlýk ve tam imtiyaz ile icadlarýdýr.

 

Evet gayet çokluk ile gayet çabukluk, hem gayet san'atkârane ve mâhirane ve dikkat ve intizam ile gayet kolay ve rahatça, hem gayet mebzuliyet ve karýþýklýk içinde gayet kýymetli ve farikalý olarak bulaþmadan ve bulaþtýrmadan ve bulandýrmadan yapmak, ancak ve ancak birtek vâhid zâtýn öyle bir kudretiyle olabilir ki; o kudrete hiçbir þey aðýr gelmez. Ve o kudrete nisbeten, yýldýzlar zerreler kadar ve en büyük en küçük kadar ve efradý hadsiz bir nevi, birtek ferd kadar ve azametli ve muhit bir küll, has ve az bir cüz' kadar ve koca zeminin ihyasý ve diriltilmesi, bir aðaç kadar ve dað gibi bir aðacýn inþasý, týrnak gibi bir çekirdek kadar kolay ve rahatça ve sühuletli olmak gerektir. Tâ ki, gözümüzün önünde yapýlan bu iþleri yapabilsin.

 

Ýþte bu mertebe-i tevhidin ve bu üçüncü hakikatýn ve kelime-i tevhidin bu ehemmiyetli sýrrýný, yani en büyük bir küll, en küçük bir cüz'î gibi olmasý ve en çok ve en az farký bulunmamasý; hem bu hayretli hikmetini ve bu azametli týlsýmýný ve tavr-ý aklýn haricindeki bu muammasýný ve Ýslâmiyetin en mühim esasýný ve îmanýn en derin bir medarýný ve tevhidin en büyük bir temelini beyan ve hall ve keþf ve isbat etmekle Kur'anýn týlsýmý açý-

 

sh: » (Þ: 156)

 

lýr ve hilkat-ý kâinatýn en gizli ve bilinmez ve felsefeyi idrakinden âciz býrakan muammasý bilinir. Hâlýk-ý Rahîmime yüzbin defa Risalet-ün Nur'un hurufatý adedince þükr ve hamdolsun ki, Risalet-ün Nur bu acib týlsýmý ve bu garib muammayý hall ve keþf ve isbat etmiþ. Ve bilhassa Yirminci Mektub'un âhirlerinde وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ bahsinde ve haþre dair Yirmidokuzuncu Söz'ün "Fâil muktedirdir" bahsinde, Yirmidokuzuncu Lem'a-i Arabiye'nin اَللَّهُ اَكْبَرُmertebelerinden kudret-i Ýlahiyenin isbatýnda, kat'î bürhanlarla -iki kere iki dört eder derecesinde- isbat edilmiþ.

 

Onun için, izahý onlara havale etmekle beraber, bir fihriste hükmünde bu sýrrý açan esaslarý ve delilleri icmalen beyan ve onüç basamak olarak onüç sýrra iþaret etmek istedim. Birinci ve ikinci sýrlarý yazdým. Fakat maatteessüf hem maddî, hem manevî iki kuvvetli mani', beni þimdilik mütebâkisinden vazgeçirdiler.

 

Birinci Sýr: Bir þey zâtî olsa, onun zýddý o zâta ârýz olamaz. Çünki içtima-üz zýddeyn olur, o da muhaldir. Ýþte bu sýrra binaen, madem kudret-i Ýlahiye zâtiyedir ve Zât-ý Akdes'in lâzým-ý zarurîsidir. Elbette o kudretin zýddý olan acz, o Zât-ý Kadir'e ârýz olmasý mümkün olmaz. Ve mâdem bir þeyde mertebelerin bulunmasý, o þeyin içinde zýddýnýn tedâhülü iledir. Meselâ: Ziyanýn kavî ve zaîf gibi mertebeleri, zulmetin müdahalesi ile ve hararetin ziyade ve aþaðý dereceleri, soðuðun karýþmasý ile ve kuvvetin þiddet ve noksan mikdarlarý, mukavemetin karþýlamasý ve mümanaatýyladýr. Elbette o kudret-i zâtiyede mertebeler bulunmaz. Bütün eþyayý, bir tek þey gibi îcad eder. Ve madem o kudret-i zâtiyede mertebeler bulunmaz ve za'f ve noksan olamaz, elbette hiçbir mâni' onu karþýlayamaz ve hiçbir icad ona aðýr gelmez. Ve mâdem hiçbir þey ona aðýr gelmez, elbette haþr-i azâmi bir bahar kadar kolay ve bir baharý bir aðaç kadar sühuletli ve bir aðacý bir çiçek kadar zahmetsiz îcad ettiði gibi; bir çiçeði bir aðaç kadar san'atlý, bir aðacý bir bahar kadar mu'cizatlý ve bir baharý bir haþr gibi cem'iyetli ve hârikalý halkeder ve gözümüzün önünde halkediyor.

 

Risâle-i Nur'da kat'î ve kuvvetli çok bürhanlar ile isbat edilmiþ ki: Eðer vahdet ve tevhid olmazsa, bir çiçek, bir aðaç kadar, belki daha müþkilâtlý ve bir aðaç, bir bahar kadar, belki daha

 

sh: » (Þ: 157)

 

suubetli olmakla beraber; kýymet ve san'atça bütün bütün sukut edeceklerdi. Ve þimdi bir dakikada yapýlan bir zîhayat, bir senede ancak yapýlacaktý, belki de hiç yapýlmayacaktý. Ýþte bu mezkûr sýrra binaendir ki: Gayet mebzuliyet ve çoklukla beraber gayet kýymetdar ve gayet çabuk ve kolaylýkla beraber gayet san'atlý olan bu meyveler, bu çiçekler, bu aðaçlar ve hayvancýklar muntazaman meydana çýkýyorlar ve vazife baþýna geçiyorlar ve tesbihatlarýný yapýp, bitirip, tohumlarýný yerlerinde tevkil ederek gidiyorlar.

 

Ýkinci Sýr: Nasýlki nuraniyet ve þeffafiyet ve itâât sýrrýyla ve kudret-i zâtiyenin bir cilvesiyle birtek güneþ, birtek âyineye ziyalý aks verdiði gibi; hadsiz âyinelere ve parlak þeylere ve katrelere o kayýdsýz kudretinin geniþ faaliyetinden ziyalý ve hararetli olan ayn-ý aksini emr-i Ýlâhî ile kolayca verebilir. Az ve çok birdir, farký yoktur.

 

Hem birtek kelime söylense, nihayetsiz hallâkýyetin nihayetsiz vüs'atinden, o birtek kelime birtek adamýn kulaðýna zahmetsiz girdiði gibi, bir milyon kulaklarýn kafalarýna da izn-i Rabbanî ile zahmetsiz girer. Binlerle dinleyen ile birtek dinleyen müsâvidir, fark etmez. Hem göz gibi birtek nur veya Cebrail gibi nuranî birtek ruhânî; tecelli-i rahmet içinde olan faaliyet-i Rabbâniyenin kemal-i vüs'atinden birtek yere sühûletle baktýðý ve gittiði ve birtek yerde sühuletle bulunduðu gibi, binler yerlerde de, kudret-i Ýlahiye ile sühuletle bulunur, bakar, girer.. az, çok farký yoktur.

 

Aynen öyle de: Kudret-i Zâtiye-i Ezeliye, en lâtif, en has bir nur ve bütün nurlarýn nuru olduðundan ve eþyanýn mâhiyetleri ve hakikatlarý ve melekûtiyet vecihleri þeffaf ve âyine gibi parlak olduðundan ve zerrattan ve nebatattan ve zîhayattan tâ yýldýzlara ve güneþlere ve aylara kadar herþey, o kudret-i zâtiyenin hükmüne gayet derecede itaatli, inkýyadlý ve o kudret-i ezeliyenin emirlerine nihayet derecede muti' ve musahhar bulunduðundan, elbette hadsiz eþyayý birtek þey gibi îcad eder ve yanlarýnda bulunur. Bir iþ bir iþe mani olmaz. Büyük ve küçük, çok ve az, cüz'î ve küllî birdir. Hiçbiri ona aðýr gelmez.

 

Hem nasýlki Onuncu ve Yirmidokuzuncu Sözlerde denildiði gibi intizam ve müvâzene ve hükme itaat ve emirleri imtisal sýrlarýyla, yüz hâne kadar bir büyük sefineyi bir çocuðun parmaðýyla oyuncaðýný çevirdiði gibi döndürür, gezdirir. Hem bir âmir, bir arþ emriyle birtek neferi hücum ettirdiði gibi, muntazam ve muti' bir orduyu dahi, o tek emriyle hücuma sevkeder. Hem pek bü-

 

sh: » (Þ: 158)

 

yük bir hassas mizanýn iki gözünde, iki dað müvazene vaziyetinde bulunsalar, iki kefesinde iki yumurta bulunan diðer mizanýn, bir tek ceviz, bir kefesini yukarýya kaldýrmasý, birini aþaðý indirmesi gibi; o tek ceviz, bir kanun-u hikmetle öteki büyük mizanýn bir gözünü dað ile beraber daðýn baþýna ve öbür daðý, derelerin dibine indirebilir.

 

Aynen öyle de: Kayýdsýz, nihayetsiz, nuranî, zâtî, sermedî olan kudret-i Rabbaniyede ve beraberinde bütün intizamatýn ve nizamlarýn ve müvazenelerin menþei, menbaý, medarý, masdarý olan nihayetsiz bir hikmet ve gayet hassas bir adalet-i Ýlahiye bulunduðundan ve cüz'î ve küllî ve büyük ve küçük herþey ve bütün eþya, o kudretin hükmüne musahhar ve tasarrufuna münkad olduðundan, elbette zerreleri kolayca tedvir ve tahrik ettiði gibi, yýldýzlarý dahi nizam-ý hikmet sýrrýyla kolayca döndürür, çevirir. Ve baharda, bir emir ile sühuletle bir sineði ihya ettiði gibi; bütün sineklerin taifelerini ve bütün nebatatý ve hayvancýklarýn ordularýný, kudretindeki hikmet ve mizanýn sýrrýyla, ayný emirle, ayný kolaylýkla diriltip meydan-ý hayata sevk eder.

 

Ve bir aðacý baharda çabuk diriltmek ve kemiklerine hayat vermek gibi, o hikmetli adaletli kudret-i mutlaka ile koca arzý ve zemin cenazesini, baharda o aðaç gibi kolayca ihya edip yüzbin çeþit haþirlerin misallerini icad eder. Ve bir emr-i tekvinî ile arzý dirilttiði gibi, اِنْ كَانَتْ اِلاَّ صَيْحَةً وَاحِدَةً فَاِذَاهُمْ جَمِيعٌ لَدَيْنَا مُحْضَرُونَ fermanýyla yani: "Bütün ins ve cin, birtek sayha ve emr ile yanýmýzda meydan-ý haþre hazýr olurlar."

 

Hem وَمَا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ اَقْرَبُ ferman etmesiyle, yani: "Kýyamet ve haþrin iþi ve yapýlmasý gözünü kapayýp, hemen açmak kadardýr; belki daha yakýndýr." der.

 

Hem مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ âyetiyle, yani: "Ey insanlar!. Sizin icad ve ihyanýz ve haþr ve neþriniz, birtek nefsin ihyasý gibi kolaydýr. Kudretime aðýr gelmez" mealinde bulunan þu üç âyetin sýrrýyla, ayný emir ile, ayný kolaylýkla bütün ins ve cinleri ve hayvaný ve ruhanî ve melekleri haþr-i ekberin meydanýna ve mizan-ý azamýn önüne getirir. Bir iþ bir iþe mani olmaz. Üçüncü

 

sh: » (Þ: 159)

 

ve dördüncüden tâ onüçüncü sýrra kadar, arzuma muhalif olarak baþka vakte talik edildi.

 

Dördüncü Hakikat: Mevcudatýn vücudlarý ve zuhurlarý, beraberlik ve birbiri içinde birlik ve birbirine benzemeklik ve birbirinin misal-i musaððarý ve nümune-i ekberi ve bir kýsým küll ve küllî ve diðer kýsým onun cüz'leri ve ferdleri ve birbirine sikke-i fýtratta müþabehet ve nakþ-ý san'atta münasebet ve birbirine yardým etmek ve birbirinin vazife-i fýtriyesini tekmil etmek gibi, çok cihet-ül vahdet noktalarýnda; bedahet derecesinde tevhidi ilân ve sâni'lerinin vâhid olduðunu isbat etmek ve kâinatýn rububiyet cihetinde, tecezzi ve inkýsam kabul etmez bir küll ve küllî hükmünde bulunduðunu izhar etmektir.

 

Evet meselâ: Her baharda nebatattan ve hayvanattan dört yüzbin nev'in hadsiz efradlarýný, beraber ve birbiri içinde, bir anda ve bir tarzda, yanlýþsýz, hatasýz, kemal-i hikmet ve hüsn-ü san'atla icad etmek ve idare ve iaþe etmek.. hem kuþlarýn misal-i musaððarlarý olan sineklerden tâ nümune-i ekberleri olan kartallara kadar hadsiz efradlarýný yaratmak ve hava âleminde, seyahat ve yaþamalarýna yardým eden cihazatý verip gezdirmek ve havayý þenlendirmekle beraber, yüzlerinde mu'cizane birer sikke-i san'at ve cisimlerinde müdebbirane birer hâtem-i hikmet ve mahiyetlerinde mürebbiyane birer turra-i ehadiyet koymak.. hem zerrat-ý taamiyeyi hüceyrat-ý bedeniyenin imdadýna ve nabatatý hayvanatýn imdadýna ve hayvanatý insanlarýn yardýmýna ve umum valideleri iktidarsýz yavrularýn muavenetine hakîmane, rahîmane koþturmak, göndermek.. hem daire-i Kehkeþan'dan ve manzume-i þemsiyeden ve anasýr-ý arziyeden, tâ göz hadekasýnýn perdelerine ve gül goncasýnýn yapraklarýna ve mýsýr sünbülünün gömleklerine ve kavunun çekirdeklerine kadar mütedâhil daireler gibi cüz'î ve küllî hükmünde ayný intizam ve hüsn-ü san'at ve ayný fiil ve kemal-i hikmetle tasarruf etmek, elbette bedahet derecesinde isbat eder ki: Bu iþleri yapan hem vâhiddir, birdir, her þeyde sikkesi var. Hem de hiçbir mekânda olmadýðý gibi her mekânda hazýrdýr. Hem güneþ gibi; herþey ondan uzak, o ise herþeye yakýndýr. Hem daire-i Kehkeþan ve manzume-i þemsiye gibi en büyük þeyler ona aðýr gelmediði gibi, kandaki küreyvat, kalbdeki hatýrat ondan gizlenmez; tasarrufundan hariç kalmaz. Hem herþey ne kadar büyük ve çok olursa olsun, en küçük, en az birþey gibi ona kolaydýr ki; sineði kartal sisteminde ve çekirdeði aðacýn mahiyetinde ve bir aðacý bir bahçe suretinde ve bir bahçeyi bir bahar san'atýnda ve bir baharý bir haþir vaziyetinde sühuletle icad eder. Ve san'atça çok kýymetdar þeyleri, bize çok ucuz verir, ihsan eder.

 

sh: » (Þ: 160)

 

Ýstediði fiyat ise, bir "Bismillah" ve bir "Elhamdülillah"týr. Yani, o çok kýymetdar nimetlerin makbul fiyatlarý, baþta "Bismillahirrahmanirrahîm" ve âhirinde "Elhamdülillah" demektir.

 

Bu "Dördüncü Hakikat" dahi Risâle-i Nur'da izah ve isbat edildiðinden, bu kýsacýk iþaretle iktifa ediyoruz.

 

Bizim seyyahýn ikinci menzilde gördüðü:

 

Beþinci Hakikat: Kâinatýn mecmuunda ve erkânýnda ve eczasýnda ve her mevcudunda bir intizam-ý ekmelin bulunmasý ve o memleket-i vasianýn tedvir ve idaresine medar olan ve heyet-i umumiyesine taalluk eden maddeler ve vazifedarlar birer vâhid olmasý ve o haþmetli þehir ve meþherde tasarruf eden isimler ve fiiller, birbiri içinde ve birer ve bir mahiyet ve vâhid ve heryerde ayný isim ve ayný fiil olmakla beraber, herþeyi veya ekser eþyayý ihatalarý ve þümulleri.. ve o zînetli sarayýn tedbirine ve þenlenmesine ve binasýna medar olan unsurlar ve neviler, birbiri içinde ve birer ve bir mahiyet-i vâhide ve her yerde ayný unsur ve ayný nevi bulunmakla beraber zeminin yüzünü ve ekserisini intiþar ile ihata etmeleri.. elbette bedahetle ve zaruretle iktiza eder ve delalet eder ve þehadet eder ve gösterir ki; bu kâinatýn sânii ve müdebbiri ve bu memleketin sultaný ve mürebbisi ve bu sarayýn sahibi ve bânisi birdir; tektir, vâhiddir, ehaddir. Misli ve nazîri olamaz ve veziri ve muini yoktur. Þeriki ve zýddý olamaz, aczi ve kusuru yoktur. Evet intizam tam bir vahdettir, birtek nazzamý ister. Münakaþaya medar olan þirki kaldýrmaz.

 

Madem bu kâinatýn heyet-i mecmuasýndan, arzýn yevmî ve senevî deveranýndan tâ insanýn sîmasýna ve baþýnýn duygular manzumesine ve kandaki beyaz ve kýrmýzý küreyvatýn deveranýna ve cereyanýna kadar, küllî olsun cüz'î olsun herbir þeyde hikmetli ve dikkatli bir intizam var. Elbette bir Kadîr-i Mutlak'tan ve bir Hakîm-i Mutlak'tan baþka hiçbir þey, kasd ve icad suretiyle elini hiçbir þeye uzatamaz ve karýþamazlar. Belki yalnýz kabul ederler, mazhar ve münfail olurlar.

 

Ve madem tanzim etmek ve bilhassa gayeleri takib etmek ve maslahatlarý gözeterek bir intizam vermek, yalnýz ilim ve hikmetle olur ve irade ve ihtiyar ile yapýlýr.. elbette ve her halde, bu hikmetperverane intizam ve bu gözümüz önündeki maslahatkârane çeþit çeþit hadsiz intizamat-ý mahlukat, bedahet derecesinde delalet ve þehadet eder ki; bu mevcudatýn hâlýký ve müdebbiri birdir, fâildir, muhtardýr. Her þey onun kudretiyle vücuda gelir,

 

sh: » (Þ: 161)

 

onun iradesiyle birer vaziyet-i mahsusa alýr ve onun ihtiyarýyla bir suret-i muntazama giyer.

 

Hem mâdem bu misafirhane-i dünyanýn sobalý lâmbasý birdir ve ruznameli kandili birdir ve rahmetli süngeri birdir ve ateþli aþçýsý birdir ve hayatlý þurubu birdir ve himayetli tarlasý birdir... Bir.. bir.. bir.. tâ binbirler kadar... Elbette bu bir birler bedahetle þehadet eder ki; bu misafirhanenin sâni'i ve sahibi birdir. Hem gayet kerim ve misafirperverdir ki; bu yüksek ve büyük memurlarýný, zîhayat yolcularýna hizmetkâr edip istirahatlarýna çalýþtýrýyor.

 

Hem mâdem dünyanýn her tarafýnda tasarruf eden ve nakýþlarý ve cilveleri görünen "Hakîm, Rahîm, Musavvir, Müdebbir, Muhyî, Mürebbi" gibi isimler ve "hikmet ve rahmet ve inayet" gibi þe'nler ve "tasvir ve tedvir ve terbiye" gibi fiiller birdirler. Her yerde ayný isim, ayný fiil birbiri içinde, hem nihayet mertebede, hem ihatalýdýrlar. Hem birbirinin nakþýný öyle tekmil ederler ki; güya o isimler ve o fiiller ittihad edip, kudret ayn-ý hikmet ve rahmet ve hikmet ayn-ý inayet ve hayat oluyor. Meselâ, hayat verici ismin bir þeyde tasarrufu göründüðü anda, yaratýcý ve tasvir edici ve rýzk verici gibi çok isimlerin ayný anda, her yerde, ayný sistemde tasarrufatlarý görünüyor. Elbette ve elbette ve bedahetle þehadet eder ki; o ihatalý isimlerin müsemmasý ve her yerde ayný tarzda görünen þümullü fiillerin fâili birdir; tektir, vâhiddir, ehaddir. Âmenna ve saddakna!

 

Hem mâdem masnuatýn maddeleri ve mayeleri olan unsurlar zemini ihata ederler. Ve mahlukattan -vahdeti gösteren çeþit çeþit sikkeleri taþýyan- nevilerin herbiri bir iken rûy-i zeminde intiþar edip istila ederler. Elbette bedahetle isbat eder ki; o unsurlar (müþtemilatýyla) ve o neviler (efradýyla) birtek zâtýn malýdýr, mülküdür. Ve öyle bir Vâhid-i Kadîr'in masnularý ve hizmetkârlarýdýr ki; o koca istilacý unsurlarý, gayet itaatli bir hizmetçi ve o zeminin her tarafýna daðýlan nevileri gayet intizamlý bir nefer hükmünde istihdam eder.

 

Bu hakikat dahi Risalet-ün Nur'da isbat ve izah edildiðinden, burada bu kýsa iþaretle iktifa ediyoruz. Bizim yolcu, bu beþ hakikatten aldýðý feyz-i îmanî ve zevk-i tevhidî neþ'esiyle müþahedatýný hülâsa ve hissiyatýný tercüme ederek, kalbine diyor:

 

Bak kitab-ý kâinatýn safha-i rengînine!

 

Hâme-i zerrin-i kudret, gör ne tasvir eylemiþ.

 

Kalmamýþ bir nokta-yý muzlim çeþm-i dil erbabýna,

 

Sanki âyâtýn Huda, nur ile tahrir eylemiþ.

 

sh: » (Þ: 162)

 

Hem bil ki:

 

Kitab-ý âlemin evrakýdýr eb'ad-ý nâmahdud,

 

Sütur-u hâdisat-ý dehrdir âsâr-ý nâma'dud.

 

Yazýlmýþ destgâh-ý levh-i mahfuz-u hakikatta

 

Mücessem lafz-ý manidardýr, âlemde her mevcud.

 

 

 

 

 

Hem dinle:

 

ُو لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ بَرَابَرْ مِيزَنَنْدْ هَرْشَىْ دَمَادَمْ جُو يَدَنَدْ يَا حَقْ سَرَاسَرْ كُو يَدَنْدْ يَا حَىْ

 

نَعَمْ وَ فِى كُلِّ شَيْءٍ لَهُ آيَةٌ تَدُلُّ عَلَى اَنَّهُ وَاحِدٌ

 

diyerek, kalbiyle beraber nefsi dahi tasdik ederek "Evet, evet" dediler.

 

Ýþte dünya misafiri ve kâinat seyyahýnýn ikinci menzilde müþahede ettiði beþ hakikat-ý tevhidiyeye kýsa bir iþaret olarak, Birinci Makam'ýn ikinci babýnda, ikinci menzile ait böyle denilmiþ:

 

لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ الْوَاحِدُ اْلاَحَدُ الَّذِى دَلَّ عَلَى وَحْدَتِهِ فِى وُجُوبِ وُجُودِهِ مُشَاهَدَةُ حَقِيقَةِ الْكِبْرِيَاءِ وَ الْعَظَمَةِ فِى الْكَمَالِ وَ اْلاِحَاطَةِ .. وَ كَذَا مُشَاهَدَةُ حَقِيقَةِ ظُهُورِ اْلاَفْعَالِ بِاْلاِطْلاَقِ وَ عَدَمُ الِنِّهَايَةِ لاَتُقَيَّدُهَا اِلاَّ اْلاِرَادَةُ وَ الْحِكْمَةُ .. وَ كَذَا مُشَاهَدَةُ حَقِيقَةِ اِيجَادِ الْمَوْجُودَاتِ بِالْكَثْرَةِ الْمُطْلَقَةِ فِى السُّرْعَةِ الْمُطْلَقَةِ وَ خَلْقُ الْمَخْلُوقَاتِ

 

sh: » (Þ: 163)

 

 

 

بِالسُّهُولَةِ الْمُطْلَقَةِ فِى اْلاِتْقَانِ الْمُطْلَقِ وَ اِبْدَاعُ الْمَصْنُوعَاتِ بِالْمَبْذُولِيَّةِ الْمُطْلَقَةِ فِى غَايَةِ حُسْنِ الصَّنْعَةِ وَ غُلُوِّ الْقِيْمَةِ .. وَ كَذَا مُشَاهَدَةُ حَقِيقَةِ وُجُودِ الْمَوْجُودَاتِ عَلَى وَجْهِ الْكُلِّ وَ الْكُلِّيَّةِ وَ الْمَعِيَّةِ وَ الْجَامِعِيَّةِ وَ التَّدَاخُلِ وَ الْمُنَاسَبَةِ .. وَ كَذَا مُشَاهَدَةُ حَقِقَةِ اْلاِنْتِظَامَاتِ الْعَامَّةِ الْمُنَافِيَةِ للِشِّرْكَةِ .. وَ كَذَا مُشَاهَدَةُ وَحْدَةِ مَدَارَاتِ تَدَابِيرِ الْكَائِنَاتِ الدَّالَّةِ عَلَى وَحْدَةِ صَانِعِهَا بِالْبَدَاهَةِ .. وَ كَذَا وَحْدَةُ اْلاَسْمَاءِ وَ اْلاَفْعَالِ الْمُتَصَرِّفَةِ الْمُحِيطَةِ .. وَ كَذَا وَحْدَةُ الْعَنَاصِرِ وَ اْلاَنْوَاعِ الْمُنْتَشِرَةِ الْمُسْتَوْلِيَةِ عَلَى وَجْهِ اْلاَرْضِ*

 

 

 

Sonra, o seyyah-ý âlem asýrlarda gezerken, müceddid-i elf-i sâni, Ýmam-ý Rabbanî Ahmed-i Farukî'nin medresesine rast geldi, girdi; Onu dinledi. O Ýmam, ders verirken diyordu:

 

"Bütün tarîkatlarýn en mühim neticesi, hakaik-ý îmaniyenin inkiþafýdýr." ve "Birtek mes'ele-i îmaniyenin vuzuh ile inkiþafý, bin keramata ve ezvaka müreccahtýr." Hem diyordu: "Eski zamanda, büyük zâtlar demiþler ki: "Mütekellimînden ve ilm-i Kelâm ulemasýndan birisi gelecek, bütün hakaik-i îmaniye ve Ýslâmiyeyi delail-i akliye ile kemal-i vuzuh ile isbat edecek." Ben istiyorum ki, ben o olsam, belki (Haþiye) o adamým diye, îman ve tevhid bütün kemalât-ý insaniyenin esasý, mayesi, nuru, hayatý olduðunu ve

 

_________________________

 

(Haþiye): Zaman isbat etti ki: O adam, adam deðil, Risâle-i Nur'dur. Belki ehl-i keþif, Risâle-i Nur'u ehemmiyetsiz olan tercümaný ve naþiri suretinde -keþiflerinde- müþahede etmiþler; "bir adam" demiþler.

 

sh: » (Þ: 164)

 

تَفَكُّرُ سَاعَةٍ خَيْرٌ مِنْ عِبَادَةِ سَنَةٍ düsturu, tefekkürat-ý îmaniyeye ait bulunmasý ve Nakþî tarîkatýnda hafî zikrin ehemmiyeti ise, bu çok kýymetdar tefekkürün bir nevi olmasýdýr." diye tâlim ederdi.

 

Seyyah tamamýyla iþitti. Döndü nefsine dedi ki: Madem bu kahraman imam böyle diyor ve madem bir zerre kuvvet-i îmaniyenin ziyadeleþmesi, bir batman marifet ve kemalâttan daha kýymetlidir ve yüz ezvakýn balýndan daha tatlýdýr.

 

Ve madem bin seneden beri îman ve Kur'an aleyhinde teraküm eden Avrupa feylesoflarýnýn itirazlarý ve þübheleri yol bulup ehl-i îmana hücum ediyor. Ve bir saadet-i ebediyenin ve bir hayat-ý bâkiyenin ve bir Cennet-i daimenin anahtarý, medarý, esasý olan erkân-ý îmaniyeyi sarsmak istiyorlar. Elbette herþeyden evvel îmanýmýzý taklidden tahkike çevirip kuvvetlendirmeliyiz.

 

Öyle ise, haydi ileri! Gel, bulduðumuz birer dað kuvvetindeki bu yirmidokuz mertebe-i îmaniyeyi namazýn mübarek tesbihatýnýn mübarek adedi olan otuzüç mertebesine iblað etmek fikriyle, bu ibretgâhýn bir üçüncü menzilini daha görmek için Bismillahirrahmanirrahîm'in anahtarý ile zîhayat âlemindeki idare ve iaþe-i rabbaniyenin kapýsýný çalmalýyýz ve açmalýyýz diyerek, mahþer-i acaib ve mecma-i garaib olan bu üçüncü menzilin kapýsýný istirhamla çaldý, بِسْمِ اللهِ الفَتّاحْ ile açtý. Üçüncü menzil göründü. Girdi, gördü ki: Dört hakikat-ý muazzama ve muhita o menzili ýþýklandýrýyorlar ve güneþ gibi tevhidi gösteriyorlar.

 

Birinci Hakikat: "Fettahiyet" hakikatýdýr. Yani: Fettah isminin tecellisiyle basit bir maddeden ayrý ayrý, çeþit çeþit, hadsiz muntazam suretlerin, beraber, her tarafta bir anda, bir fiil ile açýlmasýdýr. Evet nasýlki umum kâinatýn baðistanýnda ayrý ayrý hadsiz mevcudatý; çiçekler misillü, Fettah ismiyle her birisine münasib bir tarz-ý muntazam ve bir þahsiyet-i mümtaze kudret-i fâtýra açmýþ, vermiþ. Aynen öyle de, fakat daha mu'cizatlý olarak; zemin bahçesinde dörtyüz bin enva'-ý zîhayata dahi, -her birisi-

 

sh: » (Þ: 165)

 

ne- gayet san'atlý ve hikmetli bir suret-i mevzune ve müzeyyene ve mümtaze vermiþ.

 

يَخْلُقُكُمْ فِى بُطُونِ اُمَّهَاتِكُمْ خَلْقًا مِنْ بَعْدِ خَلْقٍ فِى ظُلُمَاتٍ ثَلاَثٍ ذلِكُمُ اللّهُ رَبُّكُمْ لَهُ الْمُلْكُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ فَاَنَّا تُصْرَفُونَ*

 

* اِنَّ اللّهَ لاَ يَخْفَى عَلَيْهِ شَيْءٌ فِى اْلاَرْضِ وَلاَ فِى السَّمَاءِ *هُوَ الَّذِى يُصَوِّرُكُمْ فِى اْلاَرْحَامِ كَيْفَ يَشَاءُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ

 

âyetlerin ifadesiyle tevhidin en kuvvetli delili ve kudretin en hayretli mu'cizesi, suretleri açmasýdýr. Bu hikmete binaen, feth-i suver hakikatý tekrar ile -birkaç suretlerde- Risalet-ün Nur'da ve bilhassa bu risalenin Ýkinci Makamý'nýn Birinci Babýnda altýncý ve yedinci mertebelerinde isbat ve beyan edilmesinden onlara havale edip, burada bu kadar deriz ki:

 

Fenn-i nebatat ve fenn-i hayvanatýn þehadetiyle ve tedkikat-ý amîkasýyla, bu feth-i suverde öyle bir ihata ve þümul ve san'at var ki; birtek Vâhid-i Ehad'den ve herþeyde herþeyi görebilecek ve yapabilecek bir Kadîr-i Mutlak'tan baþka hiçbir þey bu cem'iyetli ve ihatalý fiile sahib olamaz. Çünki bu feth-i suver fiili ise, her yerde ve her anda bulunan, nihayetsiz bir kudretin içinde nihayet derecede bir hikmet, bir dikkat, bir ihata ister. Ve böyle bir kudret ise, ancak bütün kâinatý idare eden birtek zâtta bulunabilir.

 

Evet meselâ; mezkûr âyetlerin ferman ettikleri gibi; üç karanlýk içinde bütün validelerin erhamýnda insanlarýn suretlerini ayrý ayrý, mizanlý, imtiyazlý, zînetli ve intizamlý olarak, hem þaþýrmadan, yanlýþ etmeden, karýþtýrmadan basit bir maddeden açmak ve yaratmak olan fettahiyet ve umum rûy-i zeminde ayný kudret, ayný hikmet, ayný san'atla umum insanlarý ve hayvanlarý ve nebatlarý ihata eden bu feth-i suver hakikatý; vahdaniyetin en kuvvetli bir bürhanýdýr. Çünki ihata etmek bir vahdettir, þirke yer býrakmaz. Ve Birinci Bab'da vücub-u vücuda þehadet eden ondokuz hakikat nasýlki vücudlarýyla Hâlýk'ýn vücuduna delalet ederler; öyle de, ihatalarýyla da vahdete þehadet ederler.

 

Bizim yolcunun üçüncü menzilde gördüðü

 

Ýkinci Hakikat:

 

"Rahmaniyet" hakikatýdýr. Yani: Gözümüzle görüyoruz, birisi var ki, bize zemin yüzünü rahmetin binlerle

 

sh: » (Þ: 166)

 

hediyeleri ile doldurmuþ, bir ziyafetgâh yapmýþ ve Rahmaniyetin yüzbinlerle ayrý ayrý lezzetli taamlarý içinde dizilmiþ bir sofra etmiþ ve zemin içini Rahîmiyet ve Hakîmiyetin binlerle kýymetdar ihsanlarýný câmi' bir mahzen yapmýþ. Ve zemini devr-i senevîsinde bir ticaret gemisi hükmünde her sene âlem-i gaybdan levazýmat-ý insaniye ve hayatiyenin yüzbin çeþitlerinden en güzellerini içine alarak yüklenmiþ bir nevi sefine veya þimendifer gibi ve her baharý ise, erzak ve elbisemizi taþýyan bir vagon hükmünde olarak bizlere gönderir. Bizi gayet rahîmane beslettirir. Ve bütün o hediyelerden, o nimetlerden istifade etmemiz için bize de yüzlerle ve binlerle iþtihalar, ihtiyaçlar, duygular, hissiyatlar, hisler vermiþ.

 

Evet âyet-i hasbiyeye dair olan Dördüncü Þua'da izah ve isbat edildiði gibi, bize öyle bir mide vermiþ ki, hadsiz taamlardan lezzet alýr. Ve öyle bir hayat ihsan etmiþ ki, duygularý ile -bir sofra-i nimet gibi- koca cismanî âlemde hadsiz nimetlerinden istifade eder. Ve öyle bir insaniyet bize lütfetmiþ ki; akýl ve kalb gibi çok âletleri ile hem maddî hem manevî âlemin nihayetsiz hediyelerinden zevk alýr. Ve öyle bir Ýslâmiyet bize bildirmiþ ki; âlem-i gayb ve âlem-i þehadetin nihayetsiz hazinelerinden nur alýr. Ve öyle bir îman hidayet etmiþ ki, dünya ve âhiret âlemlerinin hasra gelmez envarýndan ve hediyelerinden tenevvür edip müstefid eder. Güya rahmet tarafýndan bu kâinat hadsiz antika ve acîb ve kýymetli þeylerle tezyin edilmiþ bir saraydýr. Ve bütün o saraydaki hadsiz sandýklarý ve menzilleri açacak anahtarlar insanýn ellerine verilmiþ ve bütün onlardan istifade ettirecek olan ihtiyaçlar, hissiyatlar insanýn fýtratýna verilmiþ.

 

Ýþte böyle dünyayý ve âhireti ve herþeyi kaplamýþ bir rahmet, elbette (o rahmet,) vâhidiyet içinde bir ehadiyetin cilvesidir.

 

Yani nasýlki güneþin ziyasý, mukabilindeki umum eþyayý ihata etmesi ile vâhidiyete bir misal olduðu gibi, parlak ve þeffaf her bir þey dahi -kabiliyetine göre- güneþin hem ziyasýný, hem hararetini hem ziyasýndaki yedi rengini, hem aks-i misalini almakla ehadiyete bir misal olduðundan; elbette o ihatalý ziyayý gören adam, "arzýn güneþi vâhiddir; bir tektir" diye hükmeder. Ve her parlak þeyde hattâ katrelerde güneþin ýþýklý, hararetli aksini müþahede eden o adam, güneþin ehadiyetini, yani bizzât güneþi sýfatlarý ile her þeyin yanýndadýr ve "her þeyin, âyine-i kalbindedir" diyebilir. Aynen öyle de: Rahman-ý Zülcemal'in geniþ rahmeti dahi ziya gibi umum eþyayý ihatasý o Rahman'ýn vâhidiyetini ve hiç bir cihette

 

 

 

sh: » (Þ: 167)

 

þeriki bulunmadýðýný gösterdiði gibi; her þeyde hususan her bir zîhayatta ve bilhassa insanda o cem'iyetli rahmetin perdesi altýnda o Rahman'ýn ekser isimlerinin ýþýklarý ve bir nevi cilve-i zâtiyesi bulunarak, her ferde bütün kâinata baktýracak ve münasebetdarlýk verecek bir cem'iyet-i hayatiye vermesi dahi o Rahman'ýn ehadiyetini ve herþeyin yanýnda hazýr ve herþeyin herþeyini yapan (O) olduðunu isbat eder.

 

Evet nasýlki o Rahman, o rahmetin vâhidiyetiyle ve ihatasýyla, kâinatýn mecmuunda ve zeminin yüzünde celalinin haþmetini gösteriyor. Öyle de, ehadiyetin cilvesiyle herbir zîhayatta, hususan insanda bütün nimetlerin nümunelerini o ferdde toplayýp, o zîhayatýn âlât ve cihazatýna geçirip tanzim ederek, mecmu-u kâinatý (parçalanmadan) o tek ferde, bir cihette ayný hânesi gibi verdirmesiyle dahi, cemalinin hususî þefkatini ilân eder ve insanda enva'-ý ihsanatýnýn temerküzünü bildirir.

 

Hem nasýlki bir kavunun (meselâ) her bir çekirdeðinde, o kavun temerküz ediyor. Ve o çekirdeði yapan zât elbette odur ki; o kavunu yapar, sonra ilminin hususî mizanýyla ve hikmetinin ona mahsus kanunuyla o çekirdeði ondan saðar, toplar, tecessüm ettirir. Ve o tek kavunun tek ve vâhid ustasýndan baþka hiçbir þey, o çekirdeði yapamaz ve yapmasý muhaldir. Aynen öyle de, rahmaniyetin tecellisiyle kâinat bir aðaç, bir bostan ve zemin bir meyve, bir kavun ve zîhayat ve insan bir çekirdek hükmünde olduðundan; elbette en küçük bir zîhayatýn hâlýký ve rabbi, bütün zeminin ve kâinatýn hâlýký olmak lâzým gelir.

 

Elhasýl: Nasýlki ihatalý olan fettahiyet hakikatýyla bütün mevcudatýn muntazam suretlerini basit maddeden yapmak ve açmak, vahdeti bedahetle isbat eder. Öyle de herþeyi ihata eden "rahmaniyet" hakikatý dahi, vücuda gelen ve dünya hayatýna giren bütün zîhayatlarý ve bilhassa yeni gelenleri kemal-i intizamla beslemesi ve levazýmatýný yetiþtirmesi ve hiçbirini unutmamasý ve ayný rahmet, her yerde, her anda ve her ferde yetiþmesiyle bedahetle hem vahdeti, hem vahdet içinde ehadiyeti gösterir.Risâle-i Nur ism-i Hakîm ve ism-i Rahîm'in mazharý olduðundan, "Risâle-i Nur"un birçok yerlerinde, hakikat-ý rahmetin nükteleri ve cilveleri izah ve isbat edildiðinden, burada bu katre ile o bahre iþaret edip o pek uzun kýssayý kýsa kesiyoruz.

 

Seyyahýmýzýn üçüncü menzilde müþahede ettiði

 

Üçüncü Hakikat: "Müdebbiriyet ve idare hakikatý"dýr. Yani, gayet dehþetli ve sür'atli ecram-ý semaviyeyi ve gayet istilacý

 

sh: » (Þ: 168)

 

ve karýþtýrýcý unsurlarý ve gayet ihtiyaçlý, za'fiyetli mahlukat-ý arziyeyi kemal-i intizam ve müvazene ile idare etmek, birbirlerine muavenetdar yapmak ve imtizackârane idare etmek ve tedbirlerini görmek ve bu koca âlemi bir mükemmel memleket, bir muhteþem þehir, bir müzeyyen saray gibi yapmak hakikatýdýr.

 

Ýþte bu cebbarane ve rahmanane idarenin büyük dairelerini býrakýp, yalnýz baharda zemin yüzünde cereyan eden o idarenin birtek sahife ve safhasýný, Risalet-ün Nur Onuncu Söz gibi mühim risalelerinde izah ve isbat etmesine binaen, kýsa bir suretini bir temsil ile göstereceðiz; þöyle ki:

 

Meselâ ve faraza; hârika ve cihangir bir zât, dörtyüz bin ayrý ayrý milletlerden, taifelerden bir ordu teþkil etse, her milletin ve her taifenin neferlerine ait elbiselerini, hem silâhlarýný, hem yemeklerini, hem talimat hem terhisatlarýný, hem hidematlarýný, birbirinden ayrý ayrý, hem çeþit çeþit olarak bütün o muhtelif cihazatý noksansýz, kusursuz, yanlýþsýz, hatasýz, vakti vaktine, gecikmeden, karýþtýrmadan kemal-i intizamla ve gayet mükemmel bir tarzda o mu'cizatlý kumandan verse; elbette o gayet geniþ ve karýþýk ve ince ve müvazeneli ve kesretli ve adaletli idareye, o hârika kumandanýn fevkalâde kudretinden baþka hiçbir sebeb elini uzatamaz. Eðer uzatsa, müvazeneyi bozar ve karýþtýrýr.

 

Aynen öyle de, gözümüzle görüyoruz ki; bir dest-i gaybî her baharda dörtyüz bin muhtelif nevilerden mürekkeb bir muhteþem orduyu icad edip idare ediyor. Kýyamete nümune olan güz mevsiminde, o dörtyüz binden üçyüz bin nebatî ve hayvanî nevilerini vefatlar suretinde ve mevtler namýnda terhis edip vazifelerinden paydos ediyor. Ve haþir ve neþire nümune olan baharda haþr-i azamýn üçyüz bin misalini -birkaç hafta zarfýnda- kemal-i intizamla inþa edip, hattâ birtek aðaçta dört küçük haþirleri, yani kendini ve yapraklarýný ve çiçeklerini ve meyvelerini, gitmiþ baharýn ayný gibi neþirlerini gözümüze gösterdikten sonra, o dörtyüz bin enva'a balið olan ordu-yu Sübhanînin her nev'e, her taifeye mahsus ve münasib ayrý ayrý rýzýklarýný ve çeþit çeþit müdafaa silâhlarýný ve ayrý ayrý libaslarýný ve ayrý ayrý talimlerini ve terhislerini ve ayrý ayrý bütün cihazat ve levazýmatlarýný, kemal-i intizamla, sehivsiz, hatasýz, karýþtýrmadan ve hiçbirini unutmadan, umulmadýk yerlerden vakti-vaktine vermekle kemal-i rububiyet ve hâkimiyet ve hikmet içinde vahdaniyetini ve ehadiyetini ve ferdiyetini ve nihayetsiz iktidarýný ve hadsiz rahmetini isbat ederek, bu tevhid fermanýný zemin yüzünde, her bahar sahifesinde, kalem-i kader ile yazar. Bizim seyyah, yalnýz bir baharda bu ferma-

 

 

 

 

 

 

 

sh: » (Þ: 169)

 

nýn birtek sahifesini okuduktan sonra, nefsine dedi ki: Böyle her baharda haþr-i ekberden daha garib binlerle haþirleri inþa eden, mükâfat ve mücazat için kudretine nisbeten bir bahardan daha kolay olan haþri yapacaðýný ve kýyameti getireceðini umum enbiyasýna binlerle defa va'd ve ahdeden ve Kur'ân'da haþrin vukuuna binlerle iþaretle beraber, bin aded âyetlerinde hükmedip sarahaten tehdid ve taahhüd eden bir Kadîr-i Cebbar'ýn, bir Kahhar-ý Zülcelal'in o kadar va'dlerini tekzib ve kudretini inkâr hükmünde olan "inkâr-ý haþr hatasýný irtikâb edenlere Cehennem azabý ayn-ý adalettir" diye hükmetti, nefsi dahi "Âmenna" dedi.

 

Dünya yolcusunun üçüncü menzilde müþahede ettiði

 

Dördüncü Hakikat olan Otuzüçüncü Mertebe: "Rahîmiyet ve rezzakýyet hakikatý"dýr. Yâni, umum zemin yüzünde ve içinde ve havasýnda ve denizinde bütün zîhayatýn ve bilhassa zîruhun ve bilhassa âciz ve zaîflerin ve bilhassa yavrularýn; hem maddî ve midevî, hem manevî bütün rýzýklarýný, þefkatkârane, kuru ve basit bir topraktan ve camid ve kemik gibi kuru odun parçalarýndan yapýlan ve bilhassa en latifi kan ve fýþký ortasýndan gelen ve bir dirhem kemik gibi bir tek çekirdekten yapýlan binlerle okka taamlarýn, vakti-vaktine mukannen bir surette hiç birini unutmayarak ve þaþýrmayarak gözümüz önünde -bir dest-i gaybî tarafýndan- verilmesi hakikatýdýr.

 

Evet اِنَّ اللّهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ اْلمَتِينُ âyeti, iaþeyi ve infaký Cenab-ý Hakk'a tahsis edip hasrettiði gibi, وَمَا مِنْ دَابَّةٍ فِى اْلاَرْضِ اِلاَّ عَلَى اللّهِ رِزْقُهَا وَيَعْلَمُ مُسْتَقَرَّهَا وَمُسْتَوْدَعَهَا كُلٌّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ âyeti dahi, bütün insanlarýn ve hayvanlarýn rýzýklarýný taahhüd ve tekeffül-ü Rabbanî altýna aldýðý; hem وَكَاَيِّنْ مِنْ دَابَّةٍ لاَ َتحْمِلُ رِزْقَهَا اَللّهُ يَرْزُقُهَا وَاِيَّاكُمْ وَ هُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ âyeti de, rýzký tedarik edemeyen, âciz ve iktidarsýz olan zaîf bîçarelerin rýzýklarýný umulmadýk yerden, belki gaybdan, belki hiçten, meselâ denizin dibindeki böceklere hiçten ve bütün yavrula-

 

sh: » (Þ: 170)

 

ra umulmadýk yerlerden ve bütün hayvanlara her baharda âdeta sýrf gaybdan infaklarýný bilfiil tekeffül ederek bilmüþahede vermekle; esbabperest insanlara dahi, esbab perdesi altýnda yine o veriyor diye isbat ve ilân ettiði gibi; pek çok âyât-ý Kur'aniye ve hadsiz þevahid-i kevniye, bil'ittifak herbir zîhayatýn birtek Rezzak-ý Zülcelal'in rahîmiyeti ile beslendiklerini gösteriyorlar.

 

Evet, bir nevi rýzk isteyen aðaçlar iktidarsýz ve ihtiyarsýz olduklarýndan, onlar yerlerinde mütevekkilane dururken rýzýklarý onlara koþup gelmesi ve âciz yavrularýn nafakalarý hayret-nümun tulumbacýklardan aðýzlarýna akmasý ve o yavrulara bir parça iktidar ve azýcýk bir ihtiyar gelmesiyle süt kesilmesi, hususan insan yavrularýna analarýnýn þefkatleri yardýmcý verilmesi, bedahetle isbat eder ki; helâl rýzk, iktidar ve ihtiyar ile mütenasiben deðildir.. belki, tevekkül veren zaaf ve acze nisbeten geliyor.

 

Ekseriyetçe sebeb-i hüsran olan hýrsý tahrik eden iktidar ve ihtiyar ve zekâvet, bir kýsým büyük ediblerde o edibleri bir nevi dilenciliðe kadar sevkettiði gibi; zekâvetsiz, kaba çok âmi adamlarýn tevekkülvari iktidarsýzlýklarý dahi onlarý zenginliðe îsal etmesi ve

 

كَمْ عَالِمٍ عَالِمٍ اَعْيَتْ مَذَاهِبُهُ وَ جَاهِلٍ جَاهِلٍ تَلْقَاهُ مَرْزُوقًا

 

darb-ý mesel olmasý isbat eder ki: Rýzk-ý helâl iktidar ve ihtiyar kuvvetiyle kazanýlmaz, buldurulmaz. Belki çalýþmasýný ve sa'yini kabul eden bir merhamet tarafýndan verilir ve ihtiyacýna acýyan bir þefkat cânibinden ihsan edilir. Fakat, rýzk ikidir:

 

Biri: Yaþamak için hakikî ve fýtrî rýzýktýr ki; taahhüd-ü Rabbanî altýndadýr. Hattâ o kadar muntazamdýr ki; bedende yað ve sâire suretinde iddihar olunan fýtrî rýzýk, hiç olmazsa yirmi günden ziyade bir þey yemeden yaþatýr, hayatýný idame eder. Demek yirmi-otuz günden evvel ve bedende müddehar olan fýtrî rýzký bitmeden zâhiren açlýktan vefat edenler rýzýksýzlýktan deðil, belki su-i îtiyaddan ve terk-i âdetten neþ'et eden bir hastalýktan vefat ederler.

 

Ýkinci kýsým rýzk: Îtiyad, israf ve su-i istimalat ile tiryaki olup zaruret hükmüne geçen mecâzî ve sun'î rýzýktýr. Bu kýsým ise; taahhüd-ü Rabbanî altýnda deðil, belki ihsana tabidir. Kâh verir, kâh vermez.

 

sh: » (Þ: 171)

 

Bu ikinci rýzýkta, bahtiyar odur ki; medar-ý saadet ve lezzet olan iktisad ve kanaatla sa'y-i helâli, bir nevi ibadet ve rýzk için bir fiilî dua bilerek müteþekkirane ve minnetdarane o ihsaný kabul edip hayatýný saadetkârâne geçirir.

 

Ve bedbaht odur ki; medar-ý þekavet ve hasâret ve elem olan israf ve hýrs ile sa'y-i helâli býrakarak, her kapýya baþvurup, tenbelkârane ve zalîmane ve müþtekiyane hayatýný geçirir, belki öldürür.

 

Nasýlki mide bir rýzýk ister; öyle de, kalb ve ruh ve akýl ve göz ve kulak ve aðýz gibi insanýn lâtifeleri ve duygularý dahi Rezzak-ý Rahîm'den rýzýklarýný isterler ve müteþekkirane alýrlar. Her birisine ayrý ayrý ve onlara lâyýk ve onlarý memnun ve mütelezziz eden rýzýklarý, hazine-i rahmetten ihsan edilir. Belki Rezzak-ý Rahîm, onlara daha geniþ rýzýk vermek için göz ve kulak, kalb ve hayal ve akýl gibi o latifelerin her birisini, hazine-i rahmetinin birer anahtarý hükmünde yaratmýþ. Meselâ: Göz, kâinat yüzündeki hüsün ve cemal gibi kýymetdar cevher hazinelerinin bir anahtarý olduðu misillü, ötekiler dahi (herbiri) birer âlemin anahtarý olur; îmân ile istifâde eder. Yine sadedimize dönüyoruz.

 

Bu kâinatý yaratan Zât-ý Kadîr-i Hakîm, nasýlki kâinattan hayatý bir hülâsa-i câmia olarak halkedip, umum maksadlarýný ve isimlerinin cilvelerini onda temerküz ettiriyor. Öyle de, hayat âleminde dahi, rýzký bir cem'iyetli merkez-i þuunat yaparak, iþtiha ihtiyacýný ve zevk-i rýzkîyi zîhayatta halkederek; hilkat-ý kâinatýn en ehemmiyetli bir gayesi ve bir hikmeti olan daimî ve küllî bir teþekkür ve minnetdarlýk ve perestiþlik ile rububiyetine ve sevdirmesine karþý mukabele ettiriyor.

 

Meselâ: Çok geniþ olan memleket-i Rabbaniyenin her tarafýný, hususan melaike ve ruhanîler ile semavatý ve ervah ile âlem-i gaybý þenlendirdiði gibi; maddî âlemi dahi, hususan hava ve arzý, her vakit ve her tarafýný zîruhun, hususan kuþlarýn ve kuþçuklarýn vücudlarýyla þenlendirmek ve ruhlandýrmak hikmetiyle ihtiyac-ý rýzkî ve rýzkýn zevki pek kuvvetli bir kamçý olarak hayvanlarý ve insanlarý rýzk peþinde koþturmakla tahrik ederek tenbellikten ve ataletten kurtarýp gezdirmesi, þuunat-ý rububiyetin bir hikmetidir. Eðer bu hikmet gibi mühim hikmetler olmasa idi, aðaçlarýn erzakýný onlara koþturduðu gibi, hayvanlarýn da mukannen olan tayinatlarýný onlara zahmetsiz bir surette fýtrî hacetlerini koþturacaktý.

 

Ýsm-i Rahîm ve Rezzak'ýn cemâllerini ve vahdaniyete þehadet-

 

sh: » (Þ: 172)

 

lerini tam görmek için zemin yüzünü birden ihata edip müþahede edecek bir göz bulunsa, kýþ âhirinde erzaklarý bitmek üzere olan hayvanat kafilelerine, imdad-ý gaybî ve ihsan-ý Rahmanî olarak nebatatýn ellerine verilen ve aðaçlarýn baþlarýna konulan ve validelerin sinelerine takýlan ve sýrf hazine-i gaybiye-i rahmetten gayet leziz ve gayet çok ve gayet mütenevvi taamlarý ve nimetleri gönderen Rezzak-ý Rahîm'in bu cilve-i þefkatinde ne kadar þirin bir güzellik, ne kadar tatlý bir cemal bulunduðunu görecek ve ondan bilecek ki; birtek elmayý yapýp bir adama hakikî bir rýzk olarak mün'îmane veren, yalnýz öyle bir zât yapar verir ki; mevsimleri, gece ve gündüzleri çevirir ve küre-i arzý bir sefine-i tüccariye gibi gezdirerek mevsimlerin mahsulâtlarýný onunla zemindeki muhtaç misafirlerine getirir. Çünki o elmanýn yüzünde bulunan sikke-i fýtrat ve hâtem-i hikmet ve turra-i samediyet ve mühr-ü rahmet, bütün elmalarda ve sair meyvelerde ve bütün nebatat ve hayvanatta bulunduðundan o tek elmanýn hakikî mâliki ve sânii, elbette ve herhalde o elmanýn emsali ve hemcinsi ve kardeþleri olan bütün sekene-i arzýn ve onun bahçesi olan koca zeminin ve onun fabrikasý olan aðacýnýn ve onun tezgâhý olan mevsiminin ve onun terbiyegâhý olan bahar ve yazýn Mâlik-i Zülcelal'i ve Hâlýk-ý Zülcemal'i olacak, baþka olamaz.

 

Demek herbir meyve öyle bir mühr-ü vahdettir ki; onun aðacý olan arzýn ve onun bahçesi olan kâinat kitabýnýn kâtibini ve sâni'ini bildirir ve vahdetini gösterir ve meyveler adedince vahdaniyet fermanýnýn mühürlendiðine iþaret eder. Risalet-ün Nur Ýsm-i Rahîm ve Ýsm-i Hakîm'in mazharý olduðundan, bu rahîmiyet hakikatýnýn çok lem'alarýný ve çok sýrlarýný Risalet-ün Nur çok eczalarýnda beyan ve isbat ettiðinden, ona havale ile bu pek büyük hazineden halimin müsaadesizliði cihetiyle bu kýsa iþaretle iktifa edildi.

 

Ýþte bizim seyyah diyor ki: Elhamdülillah her yerde aradýðým ve her þeyden sorduðum hâlýkýmýn ve mâlikimin vücub-u vücuduna ve vahdetine þehadet eden otuzüç hakikatý gördüm ve dinledim. Herbir hakikat, güneþ gibi parlak, karanlýk býrakmaz; dað gibi kuvvetli ve sarsýlmaz. Ve herbiri tahakkukuyla vücuduna gayet kat'î þehadet eder ve ihatasýyla vahdetine gayet zâhir delalet eder. Ve sair erkân-ý îmaniyeyi dahi içinde kuvvetli isbat etmekle beraber mecmu' hakikatlarýn icma'ý ve ittifaký, îmanýmýzý taklidden tahkike ve tahkikten ilmelyakîne ve ilmelyakînden aynelyakîne ve aynelyakînden hakkalyakîne iblað ediyor.

 

اَلْحَمْدُ ِللّهِ هذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّي

 

sh: » (Þ: 173)

 

َاْلحَمْدُ لِلّهِ الَّذِى هَدَينَا لِهذَا وَمَا كُنَّا لِنَهْتَدِىَ لَوْلاَ اَنْ هَدَينَا اللّهُ لَقَدْ جَاءَتْ رُسُلُ رَبِّنَا بِاْلحَقِّ

 

Ýþte bu pürmerak seyyahýn, bu üçüncü menzilde müþahede ettiði dört muazzam hakikatlardan aldýðý envar-ý îmaniyeye gayet kýsa bir iþaret olarak Birinci Makam'ýn ikinci babýnda üçüncü menzilin hakikatlarýna dair þöyle denilmiþ:

 

لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ الْوَاحِدُ اْلاَحَدُ الَّذِى دَلَّ عَلَى وَحْدَتِهِ فِى وُجُوبِ وُجُودِهِ مُشَاهَدَةُ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ الْفَتَّاحِيَّةِ بِفَتْحِ الصُّوَرِ ِلاَرْبَعِ مِأَةِ اَلْفِ نَوْعٍ مِنْ ذَوِى الْحَيَاةِ الْمُكَمَّلَةِ بِلاَ قُصُورٍ بِشَهَادَةِ فَنِّ النَّبَاتِ وَ الْحَيَوَانِ .. وَ كَذَا مُشَاهَدَةُ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ الرَّحْمَانِيَّةِ الْوَاسِعَةِ الْمُنْتَظَمَةِ بِلاَ نُقْصَانٍ بِالْمُشَاهَدَةِ وَ الْعَيَانِ .. وَ كَذَا مُشَاهَدَةُ

 

sh: » (Þ: 174)

 

عَظَمَةِ حَقِيقَةِ اْلاِدَارَةِ الْمُحِيطَةِ لِجَمِيعِ ذَوِى الْحَيَاةِ وَ الْمُنْتَظَمَةِ بِلاَ خَطَاءٍ وَ لاَ نُقْصَانٍ .. وَ كَذَا مُشَاهَدَةُ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ الرَّحِيمِيَّةِ وَ اْلاِعَاشَةِ الشَّامِلةِ لِكُلِّ الْمُرْتَزِقِينَ الْمُقَنَّنَةِ فِى كُلِّ وَاقْتِ الْحَاجَةِ بِلاَ سَهْوٍ وَ لاَ نِسْيَانٍ

 

جَلَّ جَلاَلُ رَزَّاقَهَا الرَّحْمنِ الرَّحِيمُ الْحَنَّانِ الْمَنَّانِ وَ عَمَّ نَوَالُهُ وَ شَمِلَ اِحْسَانُهُ وَ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ *

 

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

 

 

 

 

 

يَا رَبِّ بِحَقِّ بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ يَا اَللّهُ يَا رَحْمنُ يَا رَحِيمُ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِهِ وَاَصْحَابِهِ اَجْمَعِينَ بِعَدَدِ جَمِيعِ حُرُوفِ رَسَائِلِ النُّورِ الْمَضْرُوبِ تِلْكَ الْحُرُوفُ فِى عَاشِرَاتِ دَقَائِقِ جَمِيعِ عُمْرِنَا فِى الدُّنْيَا وَاْلآخِرَةِ مَعَ ضَرْبِ مَجْمُوعِهَا فِى ذَرَّاتِ وُجُودِى فِى مُدَّةِ حَيَاتِى وَاغْفِرْلِى وَلِمَنْ يُعِينُنِى فِى نَشْرِ رَسَائِلِ النُّورِ وَكِتَابَتِهَا بِصَدَاقَةٍ بِكُلِّ صَلاَةٍ مِنْهَا وَ ِلآبَائِنَا وَلِسَادَاتِنَا وَشُيُوخِنَا وَ ِلاَخَوَاتِنَا وَاِخْوَانِنَا وَلِطَلَبَةِ رِسَالَةِ النُّورِ الصَّادِقِينَ وَبِالْخَاصَّةِ لِمَنْ يَكْتُبُ وَيَسْتَنْسِخُ هذِهِ الرِّسَالَةَ بِرَحْمَتِكَ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ آمِينَ

 

وَ آخِرُ دَعْوَيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

 

 

 

sh: » (Þ: 175)

 

Ýhtar

 

Bu risalenin mahall-i zuhuru olan þu memleket muhitinde Risalet-ün Nur'un sair risaleleri bulunmadýðýndan ve ihtiyarsýz olarak burada te'lif edildiðinden, Âyet-ül Kübra gibi risalelerde, zâhirî bir tekrar suretinde baþka Sözlerin ve Lem'alarýn bir kýsým mühim mes'eleleri zikredilmiþ ve buralardaki þakirdlere nisbeten herbiri birer küçük Risalet-ün Nur hükmüne geçmek hikmetiyle böyle yazdýrýlmýþ.

 

Bu müsveddenin birinci tebyizi bir mübarek zât tarafýndan oldu. O zâtýn tevafuktan haberi yokken yazdýðý nüshada, kayda lâyýk þöyle latif ve manidar bir tevafuk gördük ki: O nüshanýn satýrlarý baþýnda "Elif"ler altýyüz altmýþaltý olarak yazýlmýþtýr. Bu hal ise, Hazret-i Ýmam-ý Ali (Radýyallahü Anh) tarafýndan bu hususî risaleye verilen Âyet-ül Kübra namýnýn cifrî ve ebcedî makamý olan altýyüz altmýþaltý adedine tam tamýna muvafakatý ve mutabakatý ile, bu risalenin bu nâma liyakatýný gösterir. Hem âyât-ý Kur'aniyenin adedi olan altýbin altýyüz altmýþaltýnýn dört mertebesinden üç mertebesine tevafuku dahi, bu risalenin, âyâtýn bir lem'asý olduðuna bir iþarettir diye telakki ettik.

 

Said Nursî

 

 

 

sh: » (Þ: 176)

 

Bugünlerde, manevî bir muhaverede bir sual ve cevabý dinledim. Size, bir hülâsasýný beyan edeyim:

 

Biri dedi: Risâle-i Nur'un îman ve tevhid için büyük tahþidatlarý ve küllî teçhizatlarý gittikçe çoðalýyor. Ve en muannid bir dinsizi susturmak için yüzde birisi kâfi iken, neden bu derece hararetle daha yeni tahþidat yapýyor?

 

Ona cevaben dediler: "Risâle-i Nur, yalnýz bir cüz'î tahribatý ve bir küçük hâneyi tamir etmiyor. Belki küllî bir tahribatý ve Ýslâmiyeti içine alan ve daðlar büyüklüðünde taþlarý bulunan bir muhît kal'ayý tamir ediyor. Ve yalnýz hususî bir kalbi ve has bir vicdaný ýslâha çalýþmýyor, belki bin seneden beri tedârik ve terâküm edilen müfsid âletler ile dehþetli rahnelenen kalb-i umûmîyi ve efkâr-ý âmmeyi ve umumun ve bahusus avam-ý mü'minînin istinadgâhlarý olan Ýslâmî esaslarýn ve cereyanlarýn ve þeairlerin kýrýlmasý ile bozulmaða yüz tutan vicdan-ý umumîyi, Kur'an'ýn i'cazýyla ve geniþ yaralarýný Kur'anýn ve îmanýn ilâçlarý ile tedavi etmeðe çalýþýyor. Elbette böyle küllî ve dehþetli tahribata ve rahnelere ve yaralara, hakkalyakîn derecesinde, daðlar kuvvetinde hüccetler, cihazlar ve bin tiryak hâsiyetinde mücerreb ilâçlar ve hadsiz edviyeler bulunmak gerektir ki; bu zamanda Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan'ýn i'caz-ý manevîsinden çýkan Risâle-i Nur o vazifeyi görmekle beraber, îmânýn hadsiz mertebelerinde terakkiyat ve inkiþâfata medardýr." diye uzun bir mükâleme cereyan etti. Ben de tamamen iþittim, hadsiz þükrettim. Kýsa kesiyorum...

 

 

 

 

 

Said Nursî

 

* * *

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

Gast
Dieses Thema wurde nun für weitere Antworten gesperrt.
×
×
  • Neu erstellen...