Zum Inhalt springen
Qries Qries Qries Qries Qries Qries

30. Lema


EMRE

Empfohlene Beiträge

Otuzuncu Lem'a

 

Otuzbirinci Mektub'un Otuzuncu Lem'asý ve Eskiþehir Hapishanesinin bir meyvesi, "Altý Nükte"dir.

 

Denizli Medrese-i Yûsufiyesinin bir ders-i azamý "Meyve Risalesi" olduðu ve Afyon Medrese-i Yûsufiyesinin kýymetdar bir ders-i ekmeli "Elhüccetüzzehra" olmasý gibi.. Eskiþehir Medrese-i Yûsufiyesinin gâyet kuvvetli bir ders-i azamý da, ism-i azamý taþýyan altý ismin altý nüktesini beyan eden bu Otuzuncu Lem'adýr.

 

(Ýsm-i Azam'dan Hayy-ý Kayyum'a dair parçada pek derin ve geniþ mes'eleleri herkes birden bilemez ve zevk etmez, fakat hissesiz de kalmaz.)

 

Birinci Nükte

 

Ýsm-i Kuddüs'ün bir nüktesine dairdir.

 

[bu Kuddüs Nüktesi, Otuzuncu Söz'ün Zeylinin Zeyli olmasý münasibdir.]

 

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ

 

وَاْلاَرْضَ فَرَشْنَاهَا فَنِعْمَ اْلمَاهِدُونَ

 

âyetinin bir nüktesi ve bir Ýsm-i Azam veyahud Ýsm-i Azam'ýn altý nurundan bir nuru olan "Kuddüs" isminin bir cilvesi Þaban-ý Þerif'in âhirinde, Eskiþehir Hapishanesi'nde bana göründü. Hem mevcudiyet-i Ýlahiyeyi kemal-i zuhurla, hem vahdet-i Rabbaniyeyi kemal-i vuzuhla gösterdi. Þöyle ki, gördüm: Bu kâinat ve bu Küre-i Arz, daim iþler bir büyük fabrika ve her vakit dolar boþalýr bir han, bir misafirhanedir. Halbuki böyle iþlek fabrikalar, hanlar ve misafirhaneler; müzahrefatla, enkazlarla, süprüntülerle çok kirleniyorlar, bulaþýk oluyorlar ve ufunetli maddeler her tarafýnda teraküm ediyorlar. Eðer pek çok dikkatle bakýlmazsa ve tanzif edilmezse ve süpürülüp temizlenmezse içinde durulmaz, insan onda boðulur. Halbuki bu fabrika-i kâinat ve misafirhane-i Arz o derece pâk, temiz ve naziftir ve o kadar kirsiz ve bulaþýksýzdýr ve ufunetsizdir ki, bir lüzumsuz þey ve bir menfaatsiz madde ve tesadüfî bir kir bulunmaz, zâhirî bulunsa da, çabuk bir istihâle makinesine atýlýr, temizlenir. Demek bu fabrikaya bakan zat, çok iyi bakýyor. Ve bu fabrikanýn öyle tanzifçi bir sahibi var ki, o koca fabrikayý ve o büyük sarayý küçük bir oda gibi süpürtür, temizler, tanzim ve tanzif eder. Ve o pek büyük fabrikanýn büyüklüðü nisbetinde müzahrefatý ve enkazýndan kalma kirli maddeleri, süprüntüleri bulunmuyor. Belki büyüklüðü nisbetinde, temizliðine ve nezafetine dikkat

 

sh: » (L: 287)

 

ediliyor. Bir insan, bir ayda yýkanmazsa ve küçük odasýný süpürmezse çok kirlenir, pislenir. Demek bu saray-ý âlemdeki pâklýk, safilik, nuranîlik, temizlik; mütemadiyen hikmetli bir tanziften, bir dikkatli tathirden ileri geliyor. Ve eðer o daimî tathir ve süpürmek ve dikkat ile bakmak olmasaydý, bir senede bütün hayvanlarýn yüzbin milletleri Arz'ýn yüzünde boðulacaklardý.

 

Ve semavatýn fezasýnda, tahribe ve mevte mazhar olan kürelerin ve peyklerin, belki yýldýzlarýn enkazlarý, baþýmýzý ve diðer hayvanatýn baþlarýný, belki Küre-i Arz'ýn baþýný, belki dünyamýzýn baþýný kýracaklardý. Daðlar büyüklüðündeki taþlarý baþýmýza yaðdýracaklardý ve bizi bu vatan-ý dünyevîmizden kaçýracaklardý. Halbuki eskiden beri o yukarý âlemlerdeki tahrib ve tamirden, medâr-ý ibret olarak yalnýz birkaç semavî taþlar düþmüþ ise de hiç kimsenin baþýný kýrmamýþ.

 

Hem zeminin yüzünde her sene mevt ve hayatýn deðiþmeleri ve döðüþmeleri yüzünden yüzbinler hayvanat milletlerinin cenazeleri ve ikiyüzbin nebatatýn taifelerinin enkazlarý, berr ve bahrin yüzlerini fevkalâde öyle kirleteceklerdi ki; zîþuur, o yüzleri deðil sevmek, âþýk olmak belki öyle çirkinlikten nefret edip mevte ve ademe kaçacaklardý. Bir kuþ kolayca kanatlarýný ve bir kâtib rahatça sahifelerini temizlediði gibi, bu tayyare-i Arz'ýn ve bu tuyur-u semaviyenin kanatlarý ve bu kitab-ý kâinatýn sahifeleri de öylece temizleniyor, güzelleþiyor ki; âhiretin hadsiz güzelliðini görmeyen ve îmanla düþünmeyen insanlar, dünyanýn bu temizliðine, bu güzelliðine âþýk olurlar, perestiþ ederler.

 

Demek bu saray-ý âlem ve bu fabrika-i kâinat, Ýsm-i Kuddüs'ün bir cilve-i azamýna mazhardýr ki, o tanzif-i kudsîden gelen emirleri, deðil yalnýz denizlerin âkil-ül lahm tanzifatçýlarý ve karalarýn kartallarý, belki kurdlar ve karýncalar gibi cenazeleri toplayan sýhhiye memurlarý dahi dinliyorlar. Belki o kudsî evamir-i tanzifiyeyi, bedende cereyan eden kandaki küreyvat-ý hamra ve beyza dahi dinleyip, bedenin hüceyratýnda tanzifat yaptýklarý gibi; nefes dahi o kaný tasfiye eder, temizler. Ve o emri; göz kapaklarý, gözleri temizlemek ve sinekler, kanatlarýný süpürmek için dinledikleri gibi, koca hava ve bulut dahi dinler. Hava zeminin sathýna, yüzüne konan toz toprak gibi süprüntülere üfler, tanzif eder. Bulut süngeri, zemin bahçesine su serper, toz topraðý yatýþtýrýr. Sonra gökyüzünü çok zaman kirletmemek için, çabuk süprüntülerini toplayýp kemal-i intizamla çekilir, gizlenir. Göðün güzel yüzünü ve gözünü, silinmiþ ve süpürülmüþ, parýl parýl parlar gösteriyor. Ve o evamir-i tanzifiyeyi yýldýzlar, unsurlar, madenler, nebatlar dinledikleri gibi, bütün zerreler dahi dinliyorlar ki, hayret-engiz tahavvülât fýrtýnalarý içinde o zerreler nezafete dikkat ediyorlar. Bir yerde lüzumsuz toplanmýyorlar, kalabalýk etmiyorlar. Mü

 

sh: » (L: 288)

 

levves olsalar, çabuk temizleniyorlar. En temiz ve en nazif ve en parlak ve en pâk vaziyetleri; en güzel, en saf, en lâtif suretleri almak için, bir dest-i hikmet tarafýndan sevkolunuyorlar.

 

Ýþte bu tek fiil, yâni tek hakikat olan tanzif; Ýsm-i Kuddüs gibi bir ism-i azamdan, kâinatýn daire-i azamýnda görünen bir cilve-i azamdýr ki, doðrudan doðruya mevcudiyet-i Rabbaniyeyi ve vahdaniyet-i Ýlahiyeyi Esmâ-i hüsnasýyla beraber, Güneþ gibi geniþ ve dürbün gibi olan gözlere gösterir.

 

Evet Risale-i Nur'un çok cüz'lerinde kat'î bürhanlarla isbat edilmiþ ki: Ýsm-i Hakem ve Ýsm-i Hakîm'in bir cilvesi olan fiil-i tanzim ve nizam, ve Ýsm-i Adl ve Âdil'in bir cilvesi olan fiil-i tevzin ve mizan ve Ýsm-i Cemil ve Kerim'in bir cilvesi olan fiil-i tezyin ve ihsan ve Ýsm-i Rab ve Rahîm'in bir cilvesi olan fiil-i terbiye ve in'am; bu daire-i azam-ý âlemde, herbiri bir tek hakikat ve bir tek fiil olduklarýndan, bir tek zatýn vücub-u vücudunu ve vahdetini gösteriyorlar. Aynen öyle de: Ýsm-i Kuddüs'ün bir mazharý ve bir cilvesi olan fiil-i tanzif ve tathir dahi, o Zat-ý Vâcib-ül Vücud'un hem güneþ gibi mevcudiyetini, hem gündüz gibi vahdaniyetini gösteriyorlar. Ve mezkûr tanzim, tevzin, tezyin, tanzif misillü o ef'al-i hakîmane, azamî dairede vahdet-i nev'iyeleri noktasýnda bir tek Sâni-i Vâhid'i gösterdikleri gibi; Esmâ-i hüsnanýn ekserisinin, belki binbir Esmânýn herbirinin böyle birer cilve-i azamý, bu daire-i azamda vardýr. Ve o cilveden gelen fiil, büyüklüðü nisbetinde vuzuh ve kat'iyetle Vâhid-i Ehad'i gösterir.

 

Evet herþeyi kanun ve nizamýna itaat ettiren hikmet-i âmme ve herþeyi süslendirip yüzünü güldüren inayet-i þamile ve her þeyi sevindirip memnun eden Rahmet-i vasia ve zîhayat her þeyi beslendirip lezzetlendiren rýzk-ý umumî-i iaþe ve her þeyi umum eþyaya münasebettar ve müstefid ve bir derece mâlik eden hayat ve ihya gibi kâinatýn yüzünü güldüren, ýþýklandýran bedihî hakikatlar ve vahdanî fiiller; ziya güneþi gösterdiði gibi, birtek Zat-ý Hakîm, Kerim, Rahîm, Rezzak, Hayy ve Muhyî'yi bilbedahe gösteriyorlar. Eðer herbiri birer bürhan-ý bâhir-i vahdaniyet olan o yüzer geniþ fiillerden tek birisi Vâhid-i Ehad'e verilmezse, yüzer vecihte muhaller lâzým gelir. Meselâ: Onlardan deðil hikmet, inayet, Rahmet, iaþe, ihya gibi bedihî hakikatlar ve vahdanî deliller, belki yalnýz tanzif fiili kâinat Hâlýkýna verilmezse, o vakit ehl-i dalâletin o meslek-i küfrîsinde lâzým gelir ki: Ya tanzif ile alâkadar zerreden, sinekten tut tâ unsurlara, yýldýzlara kadar bütün mahlûkatýn her biri koca kâinatýn tezyinini ve tevzinini ve tanzimini ve tanzifini bilecek, düþünecek ve ona göre davranacak bir kabiliyette olacak.. veyahud Hâlýk-ý Âlem'in sýfât-ý kudsiyesi kendisinde bulunacak.. veyahud bu kâinatýn tezyinat ve tanzifatý ve varidat ve masarifinin müvazenelerini tanzim etmek için, kâinat

 

sh: » (L: 289)

 

büyüklüðünde bir meclis-i meþveret bulundurulacak ve hadsiz zerreler, sinekler, yýldýzlar o meclisin âzalarý olacak ve hâkeza.. bunlar gibi hurafeli, safsatalý yüzer muhaller bulunacak. Tâ ki, her tarafta görünen ve müþahede olunan umumî ve ihatalý ulvî tezyin ve tathir ve tanzif vücud bulabilsin. Bu ise bir muhal deðil, belki yüzbin muhal ortaya girer. Evet eðer gündüzün ziyasý ve zemindeki umum parlak þeylerde temessül eden hayalî güneþçikler Güneþ'e verilmezse ve bir tek Güneþ'in cilve-i in'ikasýdýr denilmezse, o vakit zemin yüzünde parlayan bütün cam parçalarýnda ve su katrelerinde ve karýn þiþeciklerinde, belki havanýn zerrelerinde birer hakikî Güneþ bulunmak lâzým gelir. Tâ ki, o umumî ziya vücud bulabilsin.

 

Ýþte hikmet dahi bir ziyadýr.. Rahmet-i muhita bir ziyadýr.. tezyin, tevzin, tanzim, tanzif muhit birer ziyadýrlar ki, o Þems-i Ezelî'nin þualarýdýrlar. Ýþte gel, bak; dalâlet ve küfür nasýl hiç çýkýlmaz bataklýða girer. Ve dalâletteki cehâlet, ne derece ahmakane olduðunu gör, "Elhamdülillahi alâ din-il Ýslâm ve kemal-il îman" de.

 

Evet kâinat sarayýný tertemiz tutan bu ulvî, umumî tanzif; elbette Ýsm-i Kuddüs'ün cilvesi ve muktezasýdýr. Evet nasýlki bütün mahlûkatýn tesbihatlarý Ýsm-i Kuddüs'e bakar; öyle de bütün nezafetlerini de, Kuddüs ismi ister. (Haþiye) Nezafetin bu kudsî intisabýndandýr ki; اَلنَّظَافَةُ مِنَ اْلاِيمَانِ Hadîsi, nezafeti îmanýn nurundan saymýþ. اِنَّ اللَّهَ يُحِبَّ التَّوَّابِينَ وَيُحِبُّ اْلمُتَطَهِّرِينَ âyeti dahi, tahareti muhabbet-i Ýlahiyenin bir medârý göstermiþ.

 

Otuzuncu Lem'anýn Ýkinci Nüktesi

 

وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ عِنْدَنَا خَزَائِنُهُ وَمَا نُنَزِّلُهُ اِلاَّ بِقَدَرٍ مَعْلُومٍ

 

âyetinin bir nüktesi ve bir ism-i azam veyahud ism-i azamýn altý nurundan bir nuru olan "Adl" isminin bir cilvesi, Birinci Nükte gibi Eskiþehir Hapishanesinde uzaktan uzaða göründü. Onu yakýnlaþtýrmak için yine temsil yoluyla deriz:

 

Þu kâinat öyle bir saraydýr ki, o sarayda mütemadiyen tahrib ve tamir içinde çalkalanan bir þehir var.. ve o þehirde her vakit harb ve hicret

 

 

 

___________________________

 

(Haþiye): Kötü hasletler, bâtýl itikadlar, günahlar, bid'alar; mânevî kirlerden olduklarýný unutmamalýyýz.

 

sh: » (L: 290)

 

içinde kaynayan bir memleket var.. ve o memlekette her zaman mevt ve hayat içinde yuvarlanan bir âlem var. Halbuki o sarayda, o þehirde, o memlekette, o âlemde o derece hayret-engiz bir müvazene, bir mizan, bir tevzin hükmediyor, bilbedahe isbat eder ki: Bu hadsiz mevcudatta olan tahavvülât ve varidat ve masarif; herbir anda umum kâinatý görür, nazar-ý teftiþinden geçirir bir tek zatýn mizanýyla ölçülür, tartýlýr. Yoksa balýklardan bir balýk bin yumurtacýk ile ve nebatattan haþhaþ gibi bir çiçek yirmi bin tohum ile ve sel gibi akan unsurlarýn, inkýlablarýn hücumuyla þiddetle müvazeneyi bozmaya çalýþan ve istilâ etmek isteyen esbab baþýboþ olsalardý veyahud maksadsýz serseri tesadüf ve mizansýz kör kuvvete ve þuursuz zulmetli tabîata havale edilseydi, o müvazene-i eþya ve müvazene-i kâinat öyle bozulacaktý ki; bir senede, belki bir günde herc ü merc olurdu. Yâni: Deniz karmakarýþýk þeylerle dolacaktý, taaffün edecekti; hava, gazat-ý muzýrra ile zehirlenecekti; zemin ise bir mezbele, bir mezbaha, bir bataklýða dönecekti. Dünya boðulacaktý.

 

Ýþte cesed-i hayvanînin hüceyratýndan ve kandaki küreyvat-ý hamra ve beyzadan ve zerratýn tahavvülâtýndan ve cihazat-ý bedeniyenin tenasübünden tut, tâ denizlerin varidat ve masarifine.. tâ zemin altýndaki çeþmelerin gelir ve sarfiyatlarýna.. tâ hayvanat ve nebatatýn tevellüdat ve vefiyatlarýna.. tâ güz ve baharýn tahribat ve tamiratlarýna.. tâ unsurlarýn ve yýldýzlarýn hidemat ve harekâtlarýna.. tâ mevt ve hayatýn, ziya ve zulmetin ve hararet ve bürudetin deðiþmelerine ve döðüþmelerine ve çarpýþmalarýna kadar o derece hassas bir mizan ile ve o kadar ince bir ölçü ile tanzim edilir ve tartýlýr ki, akl-ý beþer hiçbir yerde hakikî olarak hiçbir israf, hiçbir abes görmediði gibi; hikmet-i insaniye dahi, herþeyde en mükemmel bir intizam, en güzel bir mevzuniyet görüyor ve gösteriyor. Belki, hikmet-i insaniye o intizam ve mevzuniyetin bir tezahürüdür, bir tercümanýdýr.

 

Ýþte gel, Güneþ ile muhtelif oniki seyyarenin müvazenelerine bak. Acaba bu müvazene, Güneþ gibi, Adl ve Kadîr olan Zat-ý Zülcelâl'i göstermiyor mu? Ve bilhassa seyyarattan olan gemimiz yâni Küre-i Arz, bir senede yirmidört bin senelik bir dairede gezer, seyahat eder. Ve o harika sür'atiyle beraber zeminin yüzünde dizilmiþ, istif edilmiþ eþyayý daðýtmýyor, sarsmýyor, fezaya fýrlatmýyor. Eðer sür'ati bir parça tezyid veya tenkis edilseydi, sekenesini havaya fýrlatýp fezada daðýtacaktý. Ve bir dakika, belki bir saniye müvazenesini bozsa, dünyamýzý bozacak; belki baþkasýyla çarpýþacak, bir kýyameti koparacak. Ve bilhassa zeminin yüzünde nebatî ve hayvanî dörtyüz bin taifenin tevellüdat ve vefiyatça ve iaþe ve yaþayýþça rahîmane müvazeneleri; ziya güneþi gösterdiði gibi, bir tek Zat-ý Adl ve Rahîm'i gösteriyor. Ve bilhassa o hadsiz milletlerin

 

sh: » (L: 291)

 

hadsiz efradýndan bir tek ferdin âzasý, cihazatý, duygularý o derece hassas bir mizanla birbiriyle münasebetdar ve müvazenettedir ki; o tenasüb, o müvazene, bedahet derecesinde bir Sâni-i Adl ve Hakîm'i gösteriyor. Ve bilhassa her ferd-i hayvanînin bedenindeki hüceyratýn ve kan mecralarýnýn ve kandaki küreyvatýn ve o küreyvattaki zerrelerin o derece ince ve hassas ve harika müvazeneleri var, bilbedahe isbat eder ki: Herþeyin dizgini elinde ve herþeyin anahtarý yanýnda ve birþey birþeye mani olmuyor.. umum eþyayý bir tek þey gibi kolayca idare eden bir tek Hâlýk-ý Adl ve Hakîm'in mizanýyla, kanunuyla, nizamýyla terbiye ve idare oluyor. Haþrin mahkeme-i kübrasýnda mizan-ý azîm-i adâletinde cin ve insin müvazene-i a’mâllerini istib'ad edip inanmayan, bu dünyada gözüyle gördüðü bu müvazene-i ekbere dikkat etse, elbette istib'adý kalmaz.

 

Ey israflý, iktisadsýz.. ey zulümlü, adâletsiz.. ey kirli, nezafetsiz bedbaht insan! Bütün kâinatýn ve bütün mevcudatýn düstur-u hareketi olan iktisad ve nezafet ve adâleti yapmadýðýndan, umum mevcudata muhâlefetinle, manen onlarýn nefretlerine ve hiddetlerine mazhar oluyorsun. Neye dayanýyorsun ki; umum mevcudatý zulmünle, mizansýzlýðýnla, israfýnla, nezafetsizliðinle kýzdýrýyorsun? Evet Ýsm-i Hakîm'in cilve-i azamýndan olan hikmet-i âmme-i kâinat, iktisad ve israfsýzlýk üzerinde hareket ediyor; iktisadý emrediyor. Ve Ýsm-i Adl'in cilve-i azamýndan gelen kâinattaki adâlet-i tâmme, umum eþyanýn müvazenelerini idare ediyor ve beþere de adâleti emrediyor. Sure-i Rahmân'da

 

وَالسَّمَاءَ رَفَعَهَا وَوَضَعَ اْلمِيزَانَ *اَلاَّ تَطْغَوْا فِى اْلمِيزَانِ *وَاَقِيمُوا الْوَزْنَ بِالْقِسْطِ وَلاَ تُخْسِرُوا اْلمِيزَانَ*

 

âyetindeki dört mertebe, dört nevi mizana iþaret eden dört defa "mizan" zikretmesi, kâinatta mizanýn derece-i azametini ve fevkalâde pek büyük ehemmiyetini gösteriyor. Evet hiçbir þeyde israf olmadýðý gibi, hiçbir þeyde de hakikî zulüm ve mizansýzlýk yoktur. Ve Ýsm-i Kuddüs'ün cilve-i azamýndan gelen tanzif ve nezafet, bütün kâinatýn mevcudatýný temizliyor, güzelleþtiriyor. Beþerin bulaþýk eli karýþmamak þartýyla, hiçbir þeyde hakikî nezafetsizlik ve çirkinlik görünmüyor.

 

Ýþte hakaik-i Kur'aniyeden ve desatir-i Ýslâmiyeden olan "adâlet, iktisad, nezafet" hayat-ý beþeriyede ne derece esaslý birer düstur olduðunu anla. Ve ahkâm-ý Kur'aniye ne derece kâinatla alâkadar ve kâinat içine kök salmýþ ve sarmýþ bulunduðunu ve o hakaiký bozmak, kâinatý bozmak ve suretini deðiþtirmek gibi mümkün olmadýðýný bil!. Ve bu üç ziya-yý azam gibi; Rahmet, inayet, hafîziyet misillü yüzer ihatalý haki

 

sh: » (L: 292)

 

katlar haþri, âhireti iktiza ve istilzam ettikleri halde, hiç mümkün müdür ki: Kâinatta ve umum mevcudatta hükümferma olan Rahmet, inayet, adâlet, hikmet, iktisad ve nezafet gibi pek kuvvetli ihatalý hakikatlar; haþrin ademiyle ve âhiretin gelmemesiyle merhametsizliðe, zulme, hikmetsizliðe, israfa, nezafetsizliðe, abesiyete inkýlab etsinler? Hâþâ, yüzbin defa hâþâ! Bir sineðin hakk-ý hayatýný rahîmane muhafaza eden bir Rahmet, bir hikmet; acaba haþri getirmemekle umum zîþuurlarýn hadsiz hukuk-u hayatlarýný ve nihayetsiz mevcudatýn nihayetsiz hukuklarýný zayi eder mi? Ve tabîri caiz ise, Rahmet ve þefkatte ve adâlet ve hikmette hadsiz hassasiyet ve dikkat gösteren bir haþmet-i Rubûbiyet; ve kemalâtýný göstermek ve kendini tanýttýrmak ve sevdirmek için bu kâinatý hadsiz harika san'atlarýyla, nimetleriyle süslendiren bir saltanat-ý uluhiyet, böyle hem umum kemalâtýný, hem bütün mahlûkatýný hiçe indiren ve inkâr ettiren haþirsizliðe müsaade eder mi? Hâþâ! Böyle bir Cemal-i Mutlak, böyle bir kubh-u mutlaka bilbedahe müsaade etmez. Evet âhireti inkâr etmek isteyen adam, evvelce bütün dünyayý bütün hakaikýyla inkâr etmeli. Yoksa, dünya bütün hakaikýyla, yüzbin lisanla onu tekzib ederek bu yalanýnda yüzbin derece yalancýlýðýný isbat edecek. Onuncu Söz kat'î delillerle isbat etmiþtir ki; âhiretin vücudu, dünyanýn vücudu kadar kat'î ve þüphesizdir.

 

* * *

 

Ýsm-i Azam'ýn altý nurundan üçüncü nuruna iþaret eden

 

Üçüncü Nükte

 

اُدْعُ اِلَى سَبِيلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ âyetinin bir nüktesi ve bir Ýsm-i Azam veya Ýsm-i Azam'ýn altý nurundan bir nuru olan "Ýsm-i Hakem"in bir cilvesi Ramazan-ý Þerifte görüldü. Ona yalnýz bir iþaret olarak "Beþ Nokta"dan ibaret Üçüncü Nükte acele olarak yazýldý; müsvedde halinde kaldý.

 

Üçüncü Nükte'nin Birinci Noktasý: Onuncu Söz'de iþaret edildiði gibi: Ýsm-i Hakem'in tecelli-i azamý þu kâinatý öyle bir kitab hükmüne getirmiþ ki, her sahifesinde yüzer kitab yazýlmýþ.. ve her satýrýnda yüzer sahife dercedilmiþ.. ve her kelimesinde yüzer satýr mevcuddur.. ve her harfinde yüzer kelime var.. ve her noktasýnda kitabýn muhtasar bir fihristeciði bulunur bir tarza getirmiþtir. O kitabýn sahifeleri, satýrlarý, tâ noktalarýna kadar yüzer cihette nakkaþýný, kâtibini öyle vuzuhla gösteriyor ki; o kitab-ý kâinatýn müþahedesi, kendi vücudundan yüz derece daha ziyade kâtibinin vücudunu ve vahdetini isbat eder. Çünki bir harf, kendi vücudunu bir harf kadar ifade ettiði halde; kâtibini bir satýr kadar ifade ediyor. Evet bu kitab-ý kebirin bir sahifesi, zemin yü

 

sh: » (L: 293)

 

züdür. O sahifede nebatat, hayvanat taifeleri adedince kitablar, birbiri içinde, beraber, bir vakitte, yanlýþsýz, gâyet mükemmel bir surette bahar mevsiminde yazýldýðý gözle görünüyor. Bu sahifenin bir satýrý, bir bahçedir. O bahçede bulunan çiçekler, aðaçlar, nebatlar adedince manzum kasideler; beraber, birbiri içinde, yanlýþsýz yazýldýðýný gözümüzle görüyoruz. O satýrýn bir kelimesi çiçek açmýþ, meyve vermek üzere yapraðýný vermiþ bir aðaçtýr. Ýþte bu kelime; muntazam, mevzun, süslü yaprak, çiçek ve meyveleri adedince Hakem-i Zülcelâl'in medh ü senasýna dair manidar fýkralardýr. Güya çiçek açmýþ her aðaç gibi, o aðaç dahi nakkaþýnýn medîhelerini teganni eden manzum bir kasidedir.

 

Hem güya Hakem-i Zülcelâl, zeminin meþherinde teþhir ettiði antika ve acib eserlerine binler gözle bakmak istiyor.

 

Hem güya o Sultan-ý Ezelî'nin o aðaca verdiði murassa' hediye ve niþanlarý ve formalarý, hususî bayramý ve resm-i küþadý olan baharda padiþahýn nazarýna arzetmek için öyle müzeyyen, mevzun, muntazam, manidar bir þekil almýþ ve öyle hikmetli bir þekil verilmiþtir ki; herbir çiçeðinde, herbir meyvesinde birbiri içinde çok vecihler ve delillerle nakkaþýnýn vücuduna ve Esmâsýna þEhadet ederler. Meselâ: Herbir çiçekte, herbir meyvede bir mizan var. Ve o mizan, bir intizam içinde.. ve o intizam, tazelenen bir tanzim ve tevzin içinde.. ve o tevzin ve tanzim, bir zînet ve san'at içinde.. ve o zînet ve san'at, manidar kokular ve hikmetli tatlar içinde bulunduðundan; herbir çiçek, o aðacýn çiçekleri adedince Hakem-i Zülcelâl'e iþaretler ediyor. Ve bu bir kelime olan bu aðaçta, bir harf hükmünde olan bir meyvede bulunan bir çekirdek noktasý, bütün aðacýn fihristesini, proðramýný taþýyan küçük bir sandukçadýr. Ve hâkeza.. buna kýyasen kâinat kitabýnýn bütün satýrlarý, sahifeleri böyle Ýsm-i Hakem ve Hakîm'in cilvesiyle yalnýz herbir sahifesi deðil, belki herbir satýrý ve herbir kelimesi ve herbir harfi ve herbir noktasý, birer mu'cize hükmüne getirilmiþtir ki; bütün esbab toplansa, bir noktasýnýn nazîrini getiremezler, muaraza edemezler. Evet bu Kur'an-ý Azîm-i Kâinat'ýn herbir âyet-i tekviniyesi, o âyetin noktalarý ve hurufu adedince mu'cizeler gösterdiklerinden, elbette serseri tesadüf, kör kuvvet, gayesiz, mizansýz, þuursuz tabîat hiçbir cihetle o hakîmane, basîrane olan has mizana ve gâyet ince intizama karýþamazlar. Eðer karýþsaydýlar, elbette karýþýk eseri görünecekti. Halbuki hiçbir cihette intizamsýzlýk müþahede olunmuyor.

 

Üçüncü Nükte'nin Ýkinci Noktasý: "Ýki Mes'ele"dir.

 

Birinci Mes'ele: Onuncu Söz'de beyan edildiði gibi.. nihayet kemalde bir cemal ve nihayet cemalde bir kemal, elbette kendini görmek ve gös

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

sh: » (L: 294)

 

termek, teþhir etmek istemesi; en esaslý bir kaidedir. Ýþte bu esaslý düstur-u umumîye binaendir ki; bu kitab-ý kebir-i kâinatýn Nakkaþ-ý Ezelî'si, bu kâinatla ve bu kâinatýn herbir sahifesiyle ve herbir satýrýyla, hatta harfleri ve noktalarýyla kendini tanýttýrmak ve kemalâtýný bildirmek ve cemalini göstermek ve kendisini sevdirmek için en cüz'îden en küllîye kadar herbir mevcudun müteaddid lisanlarýyla cemal-i kemalini ve kemal-i cemalini tanýttýrýyor ve sevdiriyor.

 

Ýþte ey gafil insan! Bu Hâkim-i Hakem-i Hakîm-i Zülcelâli Velcemal, sana karþý kendisini herbir mahlukuyla böyle hadsiz ve parlak tarzlarda tanýttýrmak ve sevdirmek istediði halde, sen onun tanýttýrmasýna karþý îmanla tanýmazsan ve onun sevdirmesine mukabil ubûdiyetinle kendini ona sevdirmezsen ne derece hadsiz muzaaf bir cehâlet, bir hasaret olduðunu bil, ayýl!..

 

Ýkinci Noktanýn Ýkinci Mes'elesi: Bu kâinatýn Sâni-i Kadîr ve Hakîm'inin mülkünde iþtirak yeri yoktur. Çünki herþeyde nihayet derecede intizam bulunduðundan, þirki kabul edemez. Çünki müteaddid eller bir iþe karýþýrsa, o iþ karýþýr. Bir memlekette iki padiþah, bir þehirde iki vali, bir köyde iki müdür bulunsa; o memleket, o þehir, o köyün her iþinde bir karýþýklýk baþlayacaðý gibi.. en edna bir vazifedar adam, o vazifesine baþkasýnýn müdahâlesini kabul etmemesi gösteriyor ki; hâkimiyetin en esaslý hassasý, elbette istiklal ve infiraddýr. Demek intizam vahdeti ve hâkimiyet infiradý iktiza eder. Madem hâkimiyetin bir muvakkat gölgesi, muavenete muhtaç ve âciz insanlarda böyle müdahâleyi reddederse elbette derece-i Rubûbiyette hakikî bir hâkimiyet-i mutlaka, bir Kadîr-i Mutlak'ta bütün þiddetiyle müdahâleyi reddetmek gerektir. Eðer zerre kadar müdahâle olsaydý, intizam bozulacaktý. Halbuki bu kâinat öyle bir tarzda yaratýlmýþ ki; bir çekirdeði halketmek için, bir aðacý halkedebilir bir kudret lâzýmdýr. Ve bir aðacý halketmek için de kâinatý halkedebilir bir kudret gerektir. Ve kâinat içinde parmak karýþtýran bir þerik bulunsa, en küçük bir çekirdekte de hissedar olmak lâzým gelir. Çünki o, onun nümunesidir. O halde, koca kâinatta yerleþmeyen iki Rubûbiyet, bir çekirdekte, belki bir zerrede yerleþmek lâzým gelir. Bu ise, muhalatýn ve bâtýl hayalatýn en mânâsýz ve en uzak bir muhalidir. Koca kâinatýn umum ahval ve keyfiyatýný mizan-ý adlinde ve nizam-ý hikmetinde tutan bir Kadîr-i Mutlak'ýn aczini, hatta bir çekirdekte dahi iktiza eden þirk ve küfür ne kadar hadsiz derecede muzaaf bir hilaf, bir hata, bir yalan olduðunu.. ve tevhid ne derece hadsiz muzaaf bir derecede hak ve hakikat ve doðru olduðunu bil, "Elhamdülillahi ale-l îman" de!..

 

Üçüncü Nokta: Sâni-i Kadîr, Ýsm-i Hakem ve Hakîm'iyle bu âlem içinde binler muntazam âlemleri dercetmiþtir. O âlemler içinde en ziyade kâinattaki hikmetlere medâr ve mazhar olan insaný, bir merkez, bir

 

sh: » (L: 295)

 

medâr hükmünde yaratmýþ. Ve o kâinat dairesinin en mühim hikmetleri ve faideleri, insana bakýyor. Ve insan dairesi içinde dahi, rýzký bir merkez hükmüne getirmiþ. Âlem-i insanîde ekser hikmetler, maslahatlar; o rýzka bakar ve onunla tezahür eder. Ve insanda þuur ve rýzýkta zevk vasýtasýyla Ýsm-i Hakîm'in cilvesi parlak bir surette görünüyor. Ve þuur-u insanî vasýtasýyla keþfolunan yüzer fenlerden herbir fen, Hakem isminin, bir nevide bir cilvesini tarif ediyor. Meselâ Týb Fenninden sual olsa: "Bu kâinat nedir?" Elbette diyecek ki: "Gâyet muntazam ve mükemmel bir eczahane-i kübradýr. Ýçinde herbir ilâç güzelce ihzar ve istif edilmiþtir." Fenn-i Kimya'dan sorulsa: "Bu Küre-i Arz nedir?" Diyecek: "Gâyet muntazam ve mükemmel bir kimyahanedir." Fenn-i Makine diyecek: "Hiçbir kusuru olmayan gâyet mükemmel bir fabrikadýr." Fenn-i Ziraat diyecek: "Nihayet derecede mahsuldar, her nevi hububu vaktinde yetiþtiren muntazam bir tarladýr ve mükemmel bir bahçedir." Fenn-i Ticaret diyecek: "Gâyet muntazam bir sergi ve çok intizamlý bir pazar ve mallarý çok san'atlý bir dükkândýr." Fenn-i Ýaþe diyecek: "Gâyet muntazam, bütün erzakýn enva'ýný câmi bir anbardýr." Fenn-i Rýzýk diyecek: "Yüzbinler leziz taamlar beraber kemal-i intizam ile içinde piþirilen bir matbah-ý Rabbanî ve bir kazan-ý Rahmânîdir." Fenn-i Askeriye diyecek ki: "Arz bir ordugâhtýr. Her bahar mevsiminde yeni taht-ý silâha alýnmýþ ve zemin yüzünde çadýrlarý kurulmuþ dörtyüz bin muhtelif milletler o orduda bulunduðu halde; ayrý ayrý erzaklarý, ayrý ayrý libaslarý, silâhlarý, ayrý ayrý talimatlarý, terhisatlarý kemal-i intizamla hiçbirini unutmayarak ve þaþýrmayarak, birtek Kumandan-ý Azam'ýn emriyle, kuvvetiyle, merhametiyle, hazinesiyle gâyet muntazam yapýlýp, idare ediliyor." Ve Fenn-i Elektrik'ten sorulsa, elbette diyecek: "Bu muhteþem saray-ý kâinatýn damý, gâyet intizamlý, mizanlý hadsiz elektrik lâmbalarýyla tezyin edilmiþtir. Fakat o kadar harika bir intizam ve mizan iledir ki: Baþta Güneþ olarak Küre-i Arz'dan bin defa büyük o semavî lâmbalar, mütemadiyen yandýklarý halde müvazenelerini bozmuyorlar, patlak vermiyorlar, yangýn çýkarmýyorlar. Sarfiyatlarý hadsiz olduðu halde, varidatlarý ve gazyaðlarý ve madde-i iþtialleri nereden geliyor? Neden tükenmiyor? Neden yanmak müvazenesi bozulmuyor?.. Küçük bir lâmba dahi muntazam bakýlmazsa, söner. Kozmoðrafyaca Küre-i Arz'dan bir milyondan ziyade büyük ve bir milyon seneden ziyade yaþayan Güneþ'i (Haþiye) kömürsüz, yaðsýz yandý

 

_______________________________

 

(Haþiye): Acaba dünya sarayýný ýsýndýran Güneþ sobasýna veyahud lâmbasýna ne kadar odun ve kömür ve gazyaðý lâzým olduðu hesabedilsin. Her gün yanmasý için -Kozmoðrafya'nýn sözüne bakýlsa- bir milyon Küre-i Arz kadar odun yýðýnlarý ve binler denizler kadar gazyaðý gerektir. Þimdi düþün; onu odunsuz, gazsýz daimî ýþýklandýran Kadîr-i Zülcelâl'in haþmetine, hikmetine, kudretine Güneþ'in zerreleri adedince "Sübhanallah, Mâþâallah, Bârekâllah" de.

 

sh: » (L: 296)

 

ran; söndürmeyen Hakîm-i Zülcelâl'in hikmetine, kudretine bak. "Sübhanallah" de. Güneþ'in müddet-i ömründe geçen dakikalarýnýn âþiratý adedince "Mâþâallah, Bârekâllah, Lâilahe Ýllâ Hu" söyle. Demek bu semavî lâmbalarda gâyet harika bir intizam var ve onlara çok dikkatle bakýlýyor. Güya o pek büyük ve pekçok kitle-i nariyelerin ve gâyet çok kanadil-i nuriyelerin buhar kazaný ise, harareti tükenmez bir Cehennem'dir ki, onlara nursuz hararet veriyor. Ve o elektrik lâmbalarýnýn makinesi ve merkezî fabrikasý, daimî bir Cennet'tir ki, onlara nur ve ýþýk veriyor. Ýsm-i Hakem ve Hakîm'in cilve-i azamýyla, intizamla yanmaklarý devam ediyor. Ve hâkeza... Bunlara kýyasen yüzer fennin herbirisinin kat'î þEhadetiyle, noksansýz bir intizam-ý ekmel içinde hadsiz hikmetler, maslahatlarla bu kâinat tezyin edilmiþtir. Ve o harika ve ihatalý hikmetle, mecmu-u kâinata verdiði intizam ve hikmetleri, en küçük bir zîhayat ve bir çekirdekte küçük bir mikyasta dercetmiþtir. Ve malûm ve bedihîdir ki; intizam ile gayeleri ve hikmetleri ve faideleri takib etmek; ihtiyar ile, irade ile, kasd ile, meþiet ile olabilir; baþka olamaz. Ýhtiyarsýz, iradesiz, kasýdsýz, þuursuz esbab ve tabîatýn iþi olmadýðý gibi, müdahâleleri dahi olamaz. Demek bu kâinatýn bütün mevcudatýndaki hadsiz intizamat ve hikmetleriyle iktiza ettikleri ve gösterdikleri bir Fâil-i Muhtar'ý, bir Sâni-i Hakîm'i bilmemek veya inkâr etmek, ne kadar acib bir cehâlet ve divanelik olduðu tarif edilmez. Evet dünyada en ziyade hayret edilecek birþey varsa, o da bu inkârdýr. Çünki kâinatýn mevcudatýndaki hadsiz intizamat ve hikmetleriyle, vücud ve vahdetine þahidler bulunduðu halde; onu görmemek, bilmemek, ne derece körlük ve cehâlet olduðunu, en kör cahil de anlar. Hatta diyebilirim ki; ehl-i küfrün içinde, kâinatýn vücudunu inkâr ettiklerinden ahmak zannedilen Sofestaîler, en akýllýlarýdýr. Çünki kâinatýn vücudunu kabul etmekle Allah'a ve Hâlýkýna inanmamak kabil ve mümkün olmadýðýndan, kâinatý inkâra baþladýlar. Kendilerini de inkâr ettiler. "Hiçbir þey yok" diyerek akýldan istifa ederek, akýl perdesi altýnda sair münkirlerin hadsiz akýlsýzlýklarýndan kurtulup, bir derece akla yanaþtýlar.

 

Dördüncü Nokta: Onuncu Söz'de iþaret edildiði gibi: Bir Sâni-i Hakîm ve gâyet hikmetli bir usta, bir sarayýn herbir taþýnda yüzer hikmeti hassasiyetle takib etse, sonra o saraya dam yapmayýp boþuboþuna harab olmasýyla takib ettiði hadsiz hikmetleri zayi etmesini hiçbir zîþuur kabul etmediði.. ve bir Hakîm-i Mutlak, kemal-i hikmetinden bir dirhem kadar bir çekirdekten yüzer batman faideleri, gayeleri, hikmetleri dikkatle takib ettiði halde; dað gibi koca aðaca bir dirhem kadar bir tek faide, bir tek küçük gaye, bir tek meyve vermek için o koca aðacýn pek çok masarifini yapmakla, kendi hikmetine bütün bütün zýd ve muhalif olarak müsrifane bir sefahet irtikâb etmesi hiçbir cihetle imkâný olmadýðý

 

sh: » (L: 297)

 

gibi; aynen öyle de; bu kâinat sarayýnýn herbir mevcudatýna yüzer hikmet takan ve yüzer vazife ile teçhiz eden, hatta herbir aðaca meyveleri adedince hikmetler ve çiçekleri adedince vazifeler veren bir Sâni-i Hakîm, kýyameti getirmemekle ve haþri yapmamakla, bütün hadd ü hesaba gelmeyen hikmetleri ve nihayetsiz vazifeleri mânâsýz, abes, boþ, faidesiz zayi etmesi, o Kadîr-i Mutlak'ýn kemal-i kudretine acz-i mutlak verdiði gibi; o Hakîm-i Mutlak'ýn kemal-i hikmetine hadsiz abesiyet ve faidesizliði ve o Rahîm-i Mutlak'ýn cemal-i Rahmetine nihayetsiz çirkinliði ve o Âdil-i Mutlak'ýn kemal-i adâletine nihayetsiz zulmü vermek demektir. Âdeta kâinatta herkese görünen hikmet, Rahmet, adâleti inkâr etmektir. Bu ise, en acib bir muhaldir ki; hadsiz bâtýl þeyler, içinde bulunur. Ehl-i dalâlet gelsin, baksýn; gireceði ve düþündüðü kendi kabri gibi, kendi dalâletinde ne derece dehþetli bir zulmet, bir karanlýk ve yýlanlarýn, akreplerin yuvasý bir kuyu olduðunu görsün. Ve âhirete îman ise, Cennet gibi güzel ve nuranî bir yol olduðunu bilsin, imânâ girsin.

 

Beþinci Nokta: "Ýki Mes'ele"dir.

 

Birinci Mes'ele: Sâni-i Zülcelâl, Ýsm-i Hakîm'in muktezasýyla, herþeyde en hafif sureti, en kýsa yolu, en kolay tarzý, en faideli þekli ehemmiyetle takib ettiði gösteriyor ki; israf, abesiyet, faidesizlik, fýtratta yoktur. Ýsraf ise, Ýsm-i Hakîm'in zýddý olduðu gibi; iktisad, onun lâzýmýdýr ve düstur-u esasýdýr.

 

Ey iktisadsýz israflý insan! Bütün kâinatýn en esaslý düsturu olan iktisadý yapmadýðýndan, ne kadar hilaf-ý hakikat hareket ettiðini bil! كُلُوا وَ اشْرَبُوا وَ لاَ تُسْرِفُوا âyeti; ne kadar esaslý, geniþ bir düsturu ders verdiðini anla!..

 

Ýkinci Mes'ele: Ýsm-i Hakem ve Hakîm, bedahet derecesinde Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn Risaletine delâlet ve istilzam ediyor denilebilir. Evet madem gâyet manidar bir kitab, onu ders verecek bir muallim ister. Ve gâyet güzel bir cemal, kendini görecek ve gösterecek bir âyine iktiza eder. Ve gâyet kemalde bir san'at, teþhirci bir dellâl ister. Elbette herbir harfinde yüzer mânâlar, hikmetler bulunan bu kitab-ý kebir-i kâinatýn muhatabý olan nev-i insan içinde elbette bir rehber-i ekmel, bir muallim-i ekber bulunacak. Tâ ki, o kitabda bulunan kudsî ve hakikî hikmetleri ders verecek.. belki kâinattaki hikmetlerin vücudunu bildirecek.. belki kâinatýn hilkatindeki makasýd-ý Rabbaniyenin zuhuruna, belki husulüne vesile olacak.. ve umum kâinatta Hâlýk tara

 

 

 

 

 

sh: » (L:298)

 

fýndan gâyet ehemmiyetle izharýný irade ettiði kemal-i san'atýný, cemal-i Esmâsýný bildirecek, âyinedarlýk edecek.. ve o Hâlýk, bütün mevcudatla kendini sevdirmek ve zîþuur mahluklarýndan mukabele istediðinden, o zîþuurlarýn namýna birisi o geniþ tezahürat-ý Rubûbiyete karþý geniþ bir ubûdiyet ile mukabele edip, berr ve bahri cezbeye getirecek, Semavat ve Arz'ý çýnlatacak bir velvele-i teþhir ve takdis ile, o zîþuurlarýn nazarýný, o san'atlarýn Sâniine çevirecek.. ve kudsî dersler ve talimatla bütün ehl-i aklýn kulaklarýný kendine çevirecek bir Kur'an-ý Azîmüþþan'la, o Sâni-i Hakem-i Hakîm'in makasýd-ý Ýlahiyesini en güzel bir surette gösterecek.. ve bütün hikmetlerinin tezahürüne ve tezahürat-ý cemaliye ve celaliyesine karþý en ekmel bir mukabele edecek bir zat, Güneþ'in vücudu gibi bu kâinata lâzýmdýr, zarurîdir. Ve öyle eden ve en ekmel bir surette o vazifeleri yapan, bilmüþahede Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'dýr. Öyle ise; Güneþ ziyayý, ziya gündüzü istilzam ettiði derecede; kâinattaki hikmetler, Risalet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) istilzam eder.

 

Evet nasýlki Ýsm-i Hakem ve Hakîm'in cilve-i azamý ile, azamî derecede Risalet-i Ahmediyeyi iktiza ediyor; öyle de Esmâ-i hüsnadan Allah, Rahmân, Rahîm, Vedud, Mün'im, Kerim, Cemil, Rab gibi çok isimlerin herbiri, kâinatta görünen bir cilve-i azamla, azamî derecede ve mertebe-i kat'iyette Risalet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) istilzam ederler.

 

Meselâ: Ýsm-i Rahmân'ýn cilvesi olan Rahmet-i vasia, o Rahmeten lil-âlemîn ile tezahür eder. Ve Ýsm-i Vedud'un cilvesi olan tahabbüb-ü Ýlahî ve taarrüf-ü Rabbanî, o Habib-i Rabb-ül Âlemîn ile netice verir, mukabele görür. Ve Ýsm-i Cemil'in bir cilvesi olan bütün cemaller; yâni cemal-i zat, cemal-i Esmâ, cemal-i san'at, cemal-i masnuat dahi, o âyine-i Ahmediyede görülür, gösterilir. Ve haþmet-i Rubûbiyet ve saltanat-ý uluhiyetin cilveleri dahi, o dellâl-ý saltanat-ý Rubûbiyet olan Zat-ý Ahmediyenin Risaletiyle bilinir, görünür, anlaþýlýr, tasdik edilir. Ve hâkeza... Bu misaller gibi ekser Esmâ-i hüsnanýn herbiri, Risalet-i Ahmediyeye birer parlak bürhandýr.

 

Elhasýl: Madem kâinat mevcuddur ve inkâr edilmiyor; elbette kâinatýn renkleri, zînetleri, ýþýklarý, ziyalarý, san'atlarý, hayatlarý, rabýtalarý hükmünde olan hikmet, inayet, Rahmet, cemal, nizam, mizan, zînet gibi meþhud hakikatlar, hiçbir cihetle inkâr edilmez. Madem bu sýfatlarýn, fiillerin inkârý mümkün deðildir; elbette o sýfatlarýn mevsufu ve o fiillerin fâili ve o ziyalarýn güneþi olan Zat-ý Vâcib-ül Vücud, Hakîm, Kerim, Rahîm, Cemil, Hakem, Adl dahi hiçbir cihetle inkâr edilmez ve inkârý kabil olmaz. Ve elbette o sýfatlarýn ve o fiillerin medâr-ý zuhurlarý, belki medâr-ý kemalleri, belki medâr-ý tahakkuklarý olan rehber-i ekber, muallim-i ekmel ve dellâl-ý azam ve týlsým-ý kâinatýn keþþafý ve

 

sh: » (L: 299)

 

âyine-i Samedanî ve Habib-i Rahmânî olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn Risaleti hiçbir cihetle inkâr edilmez. Âlem-i hakikatýn ve hakikat-ý kâinatýn ziyalarý gibi, bunun Risaleti dahi kâinatýn en parlak bir ziyasýdýr.

 

عَلَيْهِ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ الصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ بِعَدَدِ عَاشِرَاتِ اْلاَيَّامِ وَذَرَّاتِ اْلاَنَامِ

 

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

 

* * *

 

Otuzuncu Lem'anýn Dördüncü Nüktesi

 

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

 

قُلْ هُوَ اللّهُ اَحَدٌ

 

âyetinin bir nüktesi ve Vâhid ve Ehad isimlerini tazammun eden bir ism-i azam veya ism-i azamýn altý nurundan bir nuru olan "Ferd" isminin bir cilvesi, Þevval-i Þerif'te Eskiþehir Hapishanesi'nde bana göründü. O cilve-i azamýn tafsilâtýný Risale-i Nur'a havale edip, burada muhtasar "Yedi Ýþaret"le, Ýsm-i Ferd'in tecelli-i azamýyla gösterdiði tevhid-i hakikîyi, gâyet muhtasar beyan edeceðiz.

 

Birinci Ýþaret: Ferd ism-i azamý, azamî bir tecelli ile kâinatýn heyet-i mecmûasýna ve herbir nev'ine ve herbir ferdine birer Sikke-i tevhid, birer hâtem-i vahdaniyet koyduðunu, Yirmiikinci Söz ile Otuzüçüncü Mektub tafsilen göstermiþlerdir. Burada yalnýz üç sikkeye iþaret edeceðiz.

 

Birinci Sikke: Ferdiyet cilvesi, kâinat yüzünde öyle bir Sikke-i vahdet koymuþtur ki, kâinatý tecezzi kabul etmez bir küll hükmüne getirmiþtir. Bütün kâinata tasarruf edemeyen bir zat, hiçbir cüz'üne hakikî mâlik olamaz. O sikke de þudur: Kâinatýn mevcudatý, enva'larý, en muntazam bir fabrika çarklarý gibi birbirine muavenet eder; birbirinin vazifesini tekmile çalýþýr. Öyle bir tesanüd, öyle birbirine muavenet, öyle birbirinin sualine cevap vermek ve birbirinin imdadýna koþmak ve birbirine sarýlmak, birbiri içine girmek suretiyle öyle bir vahdet-i vücud teþkil ediyorlar ki; bir insanýn cesedindeki unsurlar gibi, birbirinden kabil-i tefrik olmaz. Bir unsurun dizginini tutan, umumun dizginlerini tutamazsa, o tek unsurun dizginini zabtedemez.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

sh: » (L: 300)

 

Ýþte kâinatýn sîmâsýndaki bu teavün, tesanüd, tecavüb, teanuk; pek parlak bir Sikke-i kübra-yý vahdettir.

 

Ýkinci Sikke: Zeminin yüzünde ve bahar sîmâsýnda öyle bir parlak hâtem-i Ehadiyet ve Sikke-i vahdaniyet Ýsm-i Ferd'in cilvesiyle görünüyor ki, Küre-i Arz'ýn yüzünde bütün zîhayatý bütün efradýyla ve ahval ve þuunatýyla idare etmeyen ve umumunu birden görmeyen ve bilmeyen ve îcad etmeyen bir zat, îcad cihetinde hiçbir þeye karýþmadýðýný isbat ediyor. O sikke de þudur: Zeminin yüzünde madeni maddelerin, unsurlarýn ve câmidat mahlûkatýn gâyet muntazam, fakat gizli sikkelerinden kat-ý nazar; yalnýz ikiyüzbin hayvanat taifelerinin ve ikiyüzbin nebatat enva'ýnýn atký ipleriyle dokunan nakýþlý þu sikkeye bak ki: Birden bahar mevsiminde, zeminin yüzünde, birbiri içinde, beraber, ayrý ayrý þekilleri, ayrý ayrý hizmetleri, ayrý ayrý rýzýklarý, ayrý ayrý cihazatlarý; hiçbirini þaþýrmayarak, yanlýþ etmeyerek, nihayet karýþýklýk içinde nihayet derecede temyiz ve tefrik ile, gâyet hassas bir mizanla herbir þeye lâzým olan herþeyleri külfetsiz tam vaktinde umulmadýðý yerden verildiðini gözümüzle gördüðümüzden, zeminin sîmâsýnda o keyfiyet, o tedbir, o idare öyle bir hâtem-i vahdaniyet ve öyle bir Sikke-i Ehadiyettir ki; bütün o mevcudatý birden, hiçten îcad edip beraber idare etmeyen bir zat; Rubûbiyet ve îcad cihetiyle hiçbir þeye karýþamaz. Çünki karýþmýþ olsa, o hadsiz geniþ müvazene-i idare bozulacak. Fakat insanlarýn o kavanin-i Rubûbiyetin hüsn-ü cereyanlarýna yine emr-i Ýlahî ile sûrî bir hizmeti var.

 

Üçüncü Sikke: Ýnsanýn yüzünde.. belki, insanýn yüzü öyle bir Sikke-i Ehadiyettir ki, Âdem zamanýndan tâ kýyamete kadar gelmiþ ve gelecek bütün efrad-ý insaniye birden nazar-ý mütalaasýnda bulunmayan ve herbirine karþý o tek yüzde birer alâmet-i farika koymayan ve o küçük yüzde hadsiz alâmet-i farika býrakmayan bir sebeb, bir tek insanýn yüzündeki hâtem-i vahdaniyete îcad cihetiyle el uzatamaz. Evet insanýn yüzüne o sikkeyi koyan zat, elbette bütün efrad-ý insaniye nazar-ý þuhudunda ve daire-i ilmindedir ki, herbir insanýn sîmâsý göz, kulak, aðýz gibi âza-yý esasîde birbirine benzediði halde, birer alâmet-i farika ile, hiçbirisine tamam benzemez. Nasýlki o sîmâda göz, kulak gibi âzalarýn umum efradýnda birbirine benzediði, o nev-i insanýn Sânii bir, vâhid olduðuna þehadet eden bir Sikke-i tevhiddir; öyle de: Hukuk-u insaniyenin muhafazasý için sair enva'ýn fevkinde olarak, o sîmâlarda birbirine iltibas olmamak ve birbirinden tefriki için, hikmetli pek çok alâmet-i farika ile iftiraklarý, o Sâni-i Vâhid'in iradesini, ihtiyarýný ve meþietini göstermekle beraber, ayrý ve çok dakik bir Sikke-i Ehadiyet oluyor ki; bütün insanlarý, hayvanlarý, belki kâinatý halketmeyen bir zat, bir sebeb o sikkeyi koyamaz.

 

sh: » (L: 301)

 

Ýkinci Ýþaret: Kâinatýn âlemleri, enva'larý ve unsurlarý öyle birbiri içine girift olarak girmiþtir ki, kâinatýn heyet-i mecmûasýna mâlik olmayan bir sebeb, hiçbir nev'ine, hiçbir unsuruna hakikî tasarruf edemez. Âdeta Ýsm-i Ferd'in cilve-i vahdeti, bütün kâinatý bir vahdet içine almýþ; herþey o vahdeti ilân ediyor. Meselâ: Bu kâinatýn lâmbasý olan Güneþ'in bir olmasý, umum kâinat birinin olmasýna iþaret ettiði gibi; zîhayatlarýn çevik ve çalak hizmetçileri olan hava unsuru bir olmasý.. ve aþçýlarý olan ateþ bir olmasý.. ve zemin bahçesini sulayan bulut süngeri bir olmasý.. ve umum zîhayatýn imdadýna yetiþen yaðmur bir olmasý ve her yere yetiþmesi.. ve ekser hayvanat ve nebatat taifelerinin herbirisi umum zemin yüzünde serbest yayýlmalarý, vahdet-i nev'iyeleri ve meskenleri bir bulunmasý; gâyet kat'î bir surette iþaretler, þEhadetlerdir ki: Meskenleri ile beraber umum o mevcudat, bir tek zatýn malý olduðuna delâlet ederler.

 

Ýþte buna kýyasen, bütün kâinatýn böyle birbirine girift olan enva'larý mecmu kâinatý öyle bir küll hükmüne getirmiþtir ki, îcad cihetiyle tecezzi kabul etmez. Umum kâinata hükmü geçmeyen bir sebeb, Rubûbiyet cihetiyle ve îcad keyfiyetiyle hiçbir þeye hükmedemez ve bir tek zerreye Rubûbiyetini dinlettiremez.

 

Üçüncü Ýþaret: Ýsm-i Ferd'in tecelli-i azamýyla kâinatý birbiri içinde hadsiz mektubat-ý Samedaniye hükmüne getirip, her mektubda hadsiz hâtem-i vahdaniyet ve pek çok mühr-ü Ehadiyet basýlmýþ gibi, herbir mektubun kelimatý adedince Ehadiyet mühürlerini taþýyor ve o mühürlerin adedince kâtibini gösteriyor. Evet herbir çiçek, herbir meyve, herbir ot, hatta herbir hayvan, herbir aðaç birer mühr-ü Ehadiyet ve birer Sikke-i Samediyet olduklarýný ve bulunduklarý mekân ise bir mektub suretini almasý cihetiyle herbiri bir imza þeklini alýr; o mekânýn kâtibini gösteriyor. Meselâ: Bir bahçede bir sarý çiçek, o bahçe nakkaþýnýn bir mührü hükmündedir. O çiçek mührü kimin ise, bütün zemin yüzündeki o nevi çiçekler, o zatýn kelimeleri hükmünde olduðuna ve o bahçe dahi onun yazýsý olduðuna, açýk bir surette delâlet ediyor. Demek oluyor ki; herbir þey, umum eþyayý Hâlýkýna isnad edip, azamî bir tevhide iþaret ediyor.

 

Dördüncü Ýþaret: Ýsm-i Ferd'in cilve-i azamý güneþ gibi zâhir olmakla beraber, vücub derecesinde bir makuliyet ve hadsiz bir kolaylýkla kabul edilir. Ve o cilvenin muhalifi ve zýddý olan þirk, nihayet derecede müþkil ve akýldan gâyet derecede uzak, belki muhal ve mümteni derecesinde olduðunu isbat eden çok bürhanlar, Risale-i Nur'un eczalarýnda beyan edilmiþ. Þimdilik o delillerdeki o noktalarýn tafsilatýný o Risalelere havale edip, yalnýz "Üç Nokta"sýný burada beyan edeceðiz.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

sh: » (L: 302)

 

Birincisi: Onuncu ve Yirmidokuzuncu Sözlerin âhirlerinde icmalen ve Yirminci Mektub'un âhirinde tafsilen gâyet kat'î bürhanlar ile isbat etmiþiz ki: Zat-ý Ferd ve Ehad'in kudretine nisbeten en büyük þey'in îcadý, en küçük birþey gibi kolaydýr. Bir baharý, bir çiçek gibi sühuletle halkeder. Binler haþrin nümunelerini her baharda gözümüz önünde kolaylýkla îcad eder. Büyük bir aðacý, küçük bir meyve gibi rahatça idare eder. Eðer müteaddid esbaba havale edilse, herbir meyve, bir aðaç kadar masraflý ve müþkilatlý.. ve bir çiçek, bir bahar kadar zahmetli ve suubetli olur. Evet nasýlki bir ordunun teçhizat-ý askeriyesi bir kumandanýn emriyle bir fabrikada yapýlsa; o ordunun teçhizatý, âdeta bir tek neferin teçhizatý gibi kolaylaþýr. Eðer her neferin cihazatý ayrý ayrý fabrikada yapýlsa ve idare-i askeriyesi vahdetten kesrete girse; o vakit herbir nefer, ordu kadar fabrikalar ister.

 

Aynen öyle de eðer herþey Zat-ý Ferd ve Ehad'e verilse; bütün bir nev'in hadsiz efradý, bir tek ferd gibi kolay olur. Eðer esbaba verilse; herbir ferd, o nev' kadar müþkilatlý olur. Evet vahdet de, ferdiyet de; herþeyin o Zat-ý Vâhid'e intisabýyla olur ve ona istinad eder. Ve bu istinad ve intisab ise; o þey için hadsiz bir kuvvet, bir kudret hükmüne geçebilir. O vakit, küçük bir þey, o intisab ve istinad kuvvetiyle, binler derece kuvvet-i þahsiyesinin fevkinde iþler görebilir, neticeler verebilir. Ve çok kuvvetli olan Ferd ve Ehad'e istinad ve intisab etmeyen bir þey, kendi þahsî kuvvetine göre, küçük iþler görebilir ve neticesi ona göre küçülür. Meselâ: Nasýlki baþýbozuk, gâyet cesur, kuvvetli bir adam, kendi cephanesini ve zahîresini beraberinde ve belinde taþýmaða mecbur olduðundan, ancak on adam düþmanýna karþý muvakkat dayanabilir. Çünki þahsî kuvveti o kadar eser gösterebilir. Fakat, askerlik tezkeresiyle bir kumandan-ý azama intisab ve istinad eden bir adam; kendi menabi-i kuvvetini ve erzak deposunu kendisi çekmediði ve taþýmaða mecbur olmadýðý için, o intisab ve istinad, onun için tükenmez bir kuvvet, bir hazine hükmüne geçtiðinden; maðlub düþen düþman ordusunun bir müþirini, belki binler adamla beraber, o intisab kuvvetiyle esir edebilir. Demek vahdette, ferdiyette; bir karýnca bir Firavun'u, bir sinek bir Nemrud'u, bir mikrop bir cebbarý o intisab kuvvetiyle maðlub edebildiði gibi; nohût tanesi küçüklüðünde bir çekirdek dahi dað gibi heybetli bir çam aðacýný omuzunda taþýyabilir. Evet nasýlki bir kumandan-ý azam, bir neferin imdadýna bir orduyu gönderebilir haysiyetiyle ve o neferin arkasýnda bir orduyu tahþid edebildiði cihetiyle; o nefer, bir ordu kendisinin arkasýnda manen bulunuyor gibi bir kuvvet-i maneviye ile pek büyük iþlere, kumandaný namýna mazhar olur. Öyle de: Sultan-ý Ezelî, Ferd ve Ehad olduðundan -hiçbir cihetle ihtiyaç yok, eðer faraza ihtiyaç olsa- herþeyin imdadýna bütün eþyayý gönderir ve herbir þeyin arkasýna kâinat ordusunu tahþid eder ve herbir þey kâinat kadar bir kuvvete dayanýr ve herbir þeye karþý

 

sh: » (L: 303)

 

bütün eþya -faraza eðer ihtiyaç olsa- o Kumandan-ý Ferd'in kuvveti hükmüne geçebilir. Eðer Ferdiyet olmazsa, herbir þey bütün bu kuvveti kaybeder, hiç hükmüne sukut eder; neticeleri dahi hiçe iner.

 

Ýþte gözümüzle her vakit müþahede ettiðimiz bu çok harika eserlerin gâyet küçük ehemmiyetsiz þeylerden tezahürü, bilbedahe Ferdiyet ve Ehadiyeti gösteriyor. Yoksa herþeyin neticesi, meyvesi, eseri; o þeyin maddesi ve kuvveti gibi küçülerek hiçe inecekti. Ve gözümüz önündeki gâyet kýymetdar þeylerin gâyet derecede ucuzluðu ve nihayet derecede mebzuliyeti, hiç kalmayacaktý. Þimdi kýrk para ile alacaðýmýz bir kavunu, bir narý; kýrk bin lira ile de yiyemezdik. Evet dünyadaki bütün sühulet, bütün ucuzluk, bütün mebzuliyet; vahdetten gelir ve Ferdiyete þEhadet eder.

 

Ýkinci Nokta: Mevcudat iki vecihle îcad ediliyor. Biri; "ibda' ve ihtira'" tabîr edilen hiçten îcaddýr. Diðeri; "inþa ve terkib" tabîr edilen mevcud olan anasýr ve eþyadan toplamak suretiyle ona vücud vermektir. Eðer cilve-i Ferdiyete ve sýrr-ý Ehadiyete göre olsa, hadsiz derece bir sühulet, belki vücub derecesinde bir kolaylýk olur. Eðer Ferdiyete verilmezse, hadsiz derece müþkil ve gayr-ý makul, belki imtina' derecesinde bir suubet olacak. Halbuki kâinattaki mevcudat, nihayet derecede külfetsiz olarak ve sühuletle ve kolaylýkla gâyet mükemmel bir surette vücuda gelmeleri, cilve-i Ferdiyeti bilbedahe gösteriyor ve herþey doðrudan doðruya Zat-ý Ferd-i Zülcelâl'in san'atý olduðunu isbat ediyor. Evet eðer bütün eþya Ferd-i Vâhid'e verilse, bir kibrit çakar gibi, eserleriyle azameti anlaþýlan o nihayetsiz kudretiyle hiçten îcad eder ve ihatalý nihayetsiz ilmiyle herþeye mânevî bir kalýp hükmünde bir mikdar tayin eder. Ve o âyine-i ilmindeki herþeyin suretine ve plânýna göre kolayca herbir þeyin zerreleri o kalýb-ý ilmî içine yerleþir, muntazaman vaziyetlerini muhafaza ederler. Eðer etraftan zerreleri toplamak lâzým gelse de, ilmî kanunlarýn ve kudretin ihatalý düsturlarý cihetiyle; o zerreler, kanun-u ilmî ve sevk-i kudretî ile baðlanmalarý haysiyetiyle muti' bir ordunun neferatý gibi muntazaman kanun-u ilmî ve sevk-i kudretî ile gelip o þeyin vücudunu ihata eden kalýb-ý ilmî ve mikdar-ý kaderî içine girip kolayca vücudunu teþkil ederler. Belki âyinedeki aksin fotoðraf vasýtasýyla kâðýt üstüne vücud-u haricî giymesi veyahud görünmeyen bir yazý ile yazýlan bir mektuba gösterici maddeyi sürmekle görünmesi gibi, Ferd-i Vâhid'in ilm-i ezelîsinin âyinesinde bulunan mahiyet-i eþya ve suver-i mevcudata gâyet sühuletle, kudret onlara vücud-u haricî giydirir ve âlem-i mânâdan âlem-i zuhura getirir, gözlere gösterir. Eðer Ferd-i Vâhid'e verilmezse, bir sineðin vücudunu rûy-i zeminin etrafýndan ve anasýrýndan gâyet hassas bir mizanla toplamak, âdeta yeryüzünü ve unsurlarý eleyip her taraftan

 

sh: » (L: 304)

 

o mahsus vücudun mahsus zerrelerini getirerek san'atlý vücudunda muntazam yerleþtirmek için maddî kalýb, belki âzalarý adedince kalýblar bulunmak ve o vücuddaki duygular ve ruh gibi ince, dakik, mânevî letaifi dahi mizan-ý mahsusla mânevî âlemlerden celbetmek lâzým gelir.

 

Ýþte bu surette bir sineðin îcadý, kâinat kadar müþkilatlý olur; yüz derece müþkil müþkil içinde, belki muhal muhal içinde olacak. Çünki Hâlýk-ý Ferd'den baþka hiçbir þey, hiçten ve ademden îcad edemediðine bütün ehl-i din ve ehl-i fen ittifak ediyorlar. Öyle ise esbab ve tabîata havale edilse, herþeye, ekser eþyadan toplamak suretiyle vücud verilebilir.

 

Üçüncü Nokta: Eðer bütün eþya, bir Zat-ý Ferd-i Vâhid'e verilse, bir tek þey gibi kolay olmasýna; eðer esbaba ve tabîata havale edilse, bir tek þeyin vücudu, umum eþya kadar müþkilatlý olduðuna iþaret eden, baþka Risalelerde izah edilen bir iki temsili, muhtasaran beyan edeceðiz.

 

Meselâ: Bir zabite, bin nefere ait vaziyet ve idare havale edilse ve bir nefer de on zabitin idaresine verilse.. o bir neferin idaresi, bir taburun idaresinden on derece daha müþkilatlý olur. Çünki ona emredenler, birbirine mani olurlar. Bir keþmekeþ ile o nefer hiçbir istirahat yüzünü görmeyecek. Hem bir taburdan matlub vaziyet ve netice, birtek zabite havale edilse; külfetsiz, kolayca o neticeyi istihsal eder ve o vaziyeti verebilir. Eðer o vaziyeti almayý ve o neticeyi istihsal etmeyi, o taburdaki baþsýz, âmirsiz, çavuþsuz neferata havale edilse, o matlub vaziyeti ve neticeyi almak için çok karýþýklýk içinde münakaþalarla ancak nâkýs bir sureti, müþkilatla tahsil edebilir.

 

Ýkinci Temsil: Meselâ Ayasofya gibi kubbeli bir câmiin kubbesindeki taþlarýný durdurmak vaziyeti ve muallakta durdurmasý bir ustaya verilse, o vaziyeti onlara kolayca verebilir. Eðer o vaziyete girmesi, taþlara havale edilse, herbir taþ umum taþlara hem hâkim-i mutlak, hem mahkûm-u mutlak olmak lâzým gelir. Tâ ki, birbirine baþbaþa verip, muallakta durabilsinler. O halde o ustanýn kolayca gördüðü iþini görmek için yüz usta kadar, yüz derece iþinden daha ziyade iþler görülecek, sonra o vaziyetler alýnacak.

 

Üçüncü Temsil: Meselâ Küre-i Arz, Zat-ý Ferd-i Vâhid'in bir memuru, bir neferi olduðundan, yalnýz o birtek nefer, o tek zatýn tek emrini dinlediði için, mevsimlerin husulü ve gece ve gündüz vakitlerinin vücudu ve semavattaki ulvî ve haþmetli harekâtýn zuhuru ve sinemavari semavî levhalarýn tebdili gibi neticeleri istihsal için Arz gibi bir tek nefer, bir tek zatýn bir tek emrini almakla, o vazifenin neþ'esinden gelen bir cazibe ile meczub mevlevî gibi semaa kalkar, bütün o muhteþem neticelerin husulüne ve zuhuruna vesile olur. Güya o tek nefer, kâinat yüzündeki muhte

 

sh: » (L: 305)

 

þem manevraya bir kumandanlýk eder. Eðer hâkimiyet-i uluhiyeti ve saltanat-ý Rubûbiyeti umum kâinatý ihata eden ve hüküm ve emri umum mevcudata geçen bir Zat-ý Ferd'e verilmezse; o halde o neticeleri, o semavî manevrayý ve arzî mevsimleri tahsil etmek için Küre-i Arz'dan bin defa büyük milyonlarla yýldýzlar ve küreler, milyonlar sene uzun bir mesafeyi her yirmidört saatte, herbir senede gezmekle o neticeler gösterilebilir. Ýþte Küre-i Arz gibi bir tek memur, meczub bir mevlevî gibi mihveri ve medârý üstünde iki hareketle hasýl olan o haþmetli neticelerin husulü ise, vahdette ne derece hadsiz sühulet olduðuna bir misal olmasý gibi, ayný neticeleri kazanmak için milyonlar defa o hareketten daha müþkil ve hadsiz uzun yollar ile o neticeleri kazanmak ne derece müþkilatlý, belki muhal olduðuna; þirk ve küfrün yolunda ne derece muhaller, bâtýl þeyler bulunduðuna misaldir.

 

Esbaba tapanlarýn ve tabîatperestlerin cehâletlerine bu misal ile bak. Meselâ: "Bir zat harika bir fabrikanýn veya acib bir saatin veya muhteþem bir sarayýn veya mükemmel bir kitabýn gâyet muntazam bir surette eczalarýný, çarklarýný fevkalâde san'atýyla hazýr ettikten sonra, kendisi kolayca o eczalarý terkib edip iþletmeyerek, belki çok uzun masraflarla o eczalarý kendi kendine iþlemek ve o usta yerine fabrikayý, sarayý, saati yapmak, kitabý yazmak için herbir cüz'ü, herbir çarký, hatta kâðýdý, kalemi birer harika makine hükmüne getiriyor. Ve teþhirini çok istediði bütün hünerlerini, kemalâtýný izhara vesile olan o üstadlýðýný ve san'atýný onlara havale ediyor" diye zannetmek, ne derece akýldan uzak ve cehâlet olduðunu anlarsýn! Aynen öyle de; esbaba ve tabîatlara îcad isnad edenler, muzaaf bir cehâlete düþerler. Çünki tabîatlarýn ve sebeblerin üstünde dahi gâyet muntazam bir eser-i san'at var; onlar da sair mahlûkat gibi masnu'durlar. Onlarý öyle yapan zat, onlarýn neticelerini dahi yapar, beraber gösteriyor. Çekirdeði yapan, onun üstünde aðacý o yapar; ve aðacý yapan, onun üstünde meyveleri dahi o îcad eder. Yoksa ayrý ayrý tabîatlarýn, sebeblerin vücuda gelmeleri için, yine muntazam baþka tabîatlarý, sebebleri isteyecekler. Ve hakeza gitgide nihayetsiz, mânâsýz, imkânsýz bir silsile-i mevhumatý mevcud kabul etmek lâzým gelir. Bu ise, cehâletlerin en antikasýdýr.

 

Beþinci Ýþaret: Çok yerlerde kat'î delillerle isbat etmiþiz ki: Hâkimiyetin en esaslý hâssasý; istiklaldir, infiraddýr. Hatta hâkimiyetin zaîf bir gölgesi; âciz insanlarda dahi, istiklaliyetini muhafaza etmek için, gayrýn müdahâlesini þiddetle reddeder ve kendi vazifesine baþkasýnýn karýþmasýna müsaade etmez. Çok padiþahlar bu redd-i müdahâle haysiyetiyle masum evlâdlarýný ve sevdiði kardeþlerini merhametsizce kesmiþler. Demek, hakikî hâkimiyetin en esaslý hâssasý ve infikak kabul etmez

 

sh: » (L: 306)

 

bir lâzýmý ve daimî bir muktezasý; istiklaldir, infiraddýr, gayrýn müdahâlesini reddir.

 

Ýþte bu çok esaslý hâssa içindir ki, Rubûbiyet-i mutlaka derecesindeki hâkimiyet-i Ýlahiye, gâyet þiddetle þirki ve iþtiraki ve müdahâle-i gayrý reddettiðinden, Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan dahi, gâyet hararetle ve þiddetle ve pek çok tekrar ile tevhidi gösterip; þirki, iþtiraki azîm tehdidlerle reddediyor.

 

Ýþte Rubûbiyetteki hâkimiyet-i Ýlahiye, tevhid ve vahdeti kat'î bir surette iktiza ettiði ve gâyet kuvvetli bir dâîyi ve gâyet þiddetli bir muktazîyi gösterdiði gibi, kâinat yüzündeki nihayet derecede mükemmel ve mecmu-u kâinattan, yýldýzlardan tut tâ nebatat, hayvanat, maadin.. tâ cüz'iyat ve efrada ve zerrelere kadar görünen intizam-ý ekmel ve insicam-ý ecmel; o ferdiyete, o vahdete hiçbir cihetle þübhe getirmez bir þahid-i âdil, bir bürhan-ý bâhirdir. Çünki gayrýn müdahâlesi olsa, bu gâyet hassas nizam ve intizam ve müvazene-i kâinat elbette bozulacaktý ve intizamsýzlýk eseri görünecekti. لَوْ كَانَ فِيهِمَا آلِهَةٌ اِلاَّ اللّهُ لَفَسَدَتَا âyetinin sýrrýyla, bu harika mükemmel nizam-ý kâinat karýþacaktý ve fesada girecekti. Halbuki فَارْجِعِ الْبَصَرَ هَلْ تَرَى مِنْ فُطُورٍ âyetiyle zerrattan tâ seyyarata, ferþten tâ arþa kadar hiçbir cihetle kusur ve noksan ve müþevveþiyet eseri görülmediðinden, gâyet parlak bir surette, bu nizam-ý kâinat ve þu intizam-ý mahlûkat ve þu müvazene-i mevcudat, Ýsm-i Ferd'in cilve-i azamýný gösterip vahdete þEhadet eder. Hem cilve-i Ehadiyet sýrrýyla, en küçük bir zîhayat mahluk, kâinatýn bir misal-i musaggarasý ve küçük bir fihristesi hükmünde olduðundan; o tek zîhayata sahib çýkan, bütün kâinatý kabza-i tasarrufunda tutan zat olabilir. Ve bir çekirdek, hilkatçe bir aðaçtan geri olmadýðý; ve bir aðaç, küçük bir kâinat hükmünde olduðu.. herbir zîhayat dahi, küçük bir kâinat ve küçük bir âlem hükmünde olduðundan; bu sýrr-ý Ehadiyet cilvesi, þirk ve iþtiraki muhal derecesine getiriyor.

 

Bu kâinat, o sýr ile; deðil yalnýz tecezzi kabul etmez bir külldür; belki mahiyetçe, inkýsam ve iþtiraki ve tecezzisi imkânsýz ve müteaddid elleri kabul etmez bir küllî hükmüne geçtiðinden; ondaki herbir cüz, bir cüz'î ve bir ferdî hükmünde; ve o küll dahi, bir küllî hükmünde olduðundan, hiçbir cihetle iþtirakin imkâný olmuyor. Bu Ýsm-i Ferd'in cilve-i azamý; hakikat-ý tevhidi, bu sýrr-ý Ehadiyetle bedahet derecesinde isbat ediyor.

 

sh: » (L: 307)

 

Evet kâinatýn enva'larý birbiri içine girift olmasý ve kenetleþmesi ve herbirinin vazifesi umuma baktýðý cihetle; kâinatý Rubûbiyet ve îcad noktasýnda tecezzi kabul etmez bir küll hükmüne getirdiði misillü; kâinatta faaliyet gösteren ef'al-i umumiye-i muhita dahi, birbirinin içinde tedahül cihetiyle, yâni meselâ hayat vermek fiili içinde, ayný anda iaþe ve terzîk fiili görünüyor. Ve o iaþe, ihya fiilleri içinde ayný zamanda o zîhayatýn cesedini tanzim, teçhiz fiilleri müþahede olunuyor. Ve o iaþe, ihya, tanzim, teçhiz fiilleri içinde; ayný vakitte tasvir, terbiye ve tedbir fiilleri nazara çarpýyor. Ve hakeza.. böyle muhit ve umumî ef'alin birbiri içine tedahülü ve girift olmasý.. ve ziyadaki yedi renk gibi imtizaç belki ittihad etmesi haysiyetiyle ve o ef'alin herbiri mahiyetçe bir birlik ve vahdet içinde ekser mevcudata ihatasý ve þümulü.. ve vahdanî birer fiil olduðundan, her halde fâilinin bir tek zat olmasý.. ve herbiri umum kâinatý istila etmesi.. ve sair ef'al ile muavenetdarane birleþmesi itibariyle, kâinatý tecezzi kabul etmez bir küll hükmüne getirdiði gibi; zîhayat mahluklarýn herbirisi, kâinatýn bir çekirdeði, bir fihristesi, bir nümunesi hükmünde olduðundan, kâinatý Rubûbiyet noktasýnda tecezzi ve inkýsamý imkân haricinde bir küllî hükmüne getirmiþtir. Demek kâinat öyle bir külldür ki; bir cüz'e Rab olmak, umum o külle Rab olmakla olur. Ve öyle bir küllîdir ki; herbir cüz, bir ferd hükmüne geçip, bir tek ferde Rubûbiyetini dinlettirmek, umum o küllîyi müsahhar etmekle olabilir.

 

Altýncý Ýþaret: Ferdiyet-i Rabbaniye ve vahdet-i Ýlahiye, bütün kemalâtýn (Haþiye) medârý, esasý olduðu ve kâinatýn hilkatindeki hikmetlerin ve maksadlarýn menþei ve madeni olduðu gibi, zîþuur ve zîaklýn, hususan insanlarýn metalibinin ve arzularýnýn husul bulmasýnýn menbaý ve çare-i yegânesidir. Eðer ferdiyet olmazsa, beþerin bütün metalib ve arzularý sönecek. Hem hilkat-ý kâinatýn neticeleri hiçe inecek, hem mevcud ve muhakkak olan ekser kemalâtýn in'idamýna vesile olacak. Meselâ: Ýnsanda en þedid ve sarsýlmaz ve aþk derecesinde bir arzu-yu beka var. Ve o matlabý vermek için, bütün kâinatý sýrr-ý ferdiyetle kabzasýnda tutan ve bir menzili kapayýp öbür menzili açmak gibi kolay bir surette dünyayý kapayýp âhireti açabilir bir zat, o arzu-yu bekayý yerine getirebilir. Ve bu arzu gibi, ebede uzanmýþ ve kâinatýn etrafýna yayýlmýþ, beþerin binler ar

 

________________________________

 

(Haþiye): Hatta hadsiz kemal ve cemal-i Ýlahînin tahakkukuna en zâhir bürhan ve en kuvvetli bir delil, vahdettir. Çünki kâinatýn sânii Vâhid-i Ehad bilinse, bütün kâinattaki kemalât ve cemaller, o Sâni-i Vâhid'de bulunan kudsî kemalâtýn ve cemallerin gölgeleri ve cilveleri ve iþaretleri ve tereþþuhatlarý olduðu bilinecek. Yoksa kâinatýn kemalâtý ve cemalleri, mahlûkata ve þuursuz bir kýsým esbaba ait kalacaktý. O vakit akl-ý beþer nazarýnda kemalât-ý Ýlahiyenin hazine-i sermediyesi anahtarsýz, meçhul kalýrdý.

 

 

 

 

 

sh: » (L: 308)

 

zularý, sýrr-ý ferdiyete ve hakikat-ý tevhide baðlýdýrlar. Eðer o ferdiyet olmazsa; onlar olmaz, akîm kalýrlar. Ve vahdetle bütün kâinata birden tasarruf eden bir Zat-ý Ferd olmazsa, o matlablar yerine gelmez. Faraza gelse de çok nâkýs olur.

 

Ýþte bu sýrr-ý azîm içindir ki: Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan, tevhid ve ferdiyeti pek çok tekrar ile, kuvvetli bir hararetle, yüksek bir halâvetle ders verdiði gibi; bütün Enbiya ve asfiya ve evliya en büyük zevklerini ve saadetlerini; kelime-i tevhid olan "Lâ Ýlahe Ýllâ Hu"da buluyorlar.

 

Yedinci Ýþaret: Ýþte bu tevhid-i hakikîyi bütün meratibiyle en mükemmel bir surette ders veren, isbat eden, ilân eden Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn Risaleti, elbette o tevhidin kat'iyeti derecesinde sabit olmak lâzým gelir. Çünki madem daire-i vücudun en büyük hakikatý olan tevhidi bütün hakaikýyla o zat ders veriyor.. elbette tevhidi isbat eden bütün bürhanlar; dolayýsýyla onun Risaletini ve vazifesinin hakkaniyetini ve dâvâsýnýn doðruluðunu dahi kat'î isbat eder denilebilir. Evet böyle binler hakaik-i âliyeyi cem'eden, Ferdiyet ve Vahdaniyeti hakkýyla keþfedip ders veren bir Risalet; gâyet kat'î bir surette o tevhid, o Ferdiyetin muktezasýdýr ve lâzýmýdýr. Onlar, onu her halde isterler.

 

Ýþte o vazifeyi tamtamýna yerine getiren Zat-ý Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn þahsiyet-i maneviyesinin derece-i ehemmiyetine ve ulviyetine ve bu kâinatýn bir güneþi olduðuna þEhadet eden pek çok delillerden, sebeblerden üç tanesini nümune olarak beyan ediyoruz.

 

Birincisi: Umum ümmet, umum asýrlarda iþledikleri umum hasenatýn bir misli "Es-sebebü ke-l fâil" sýrrýnca, Zat-ý Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn sahife-i hasenatýna geçtiði gibi; umum ümmet, her günde ettikleri salavat duasýnýn kat'î makbuliyeti cihetiyle, o hadsiz dualarýn iktiza ettikleri makam ve mertebeyi düþünmekle, þahsiyet-i maneviye-i Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn bu kâinat içinde nasýl bir güneþ olduðu anlaþýlýr.

 

Ýkincisi: Âlem-i Ýslâmýn þecere-i kübrasýnýn menþei, çekirdeði, hayatý, medârý olan mahiyet-i Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn fevkalâde istidad ve cihazatýyla, âlem-i Ýslâmiyetin maneviyatýný teþkil eden kudsî kelimatý, tesbihatý, ibadatý en evvel bütün mânâlarýyla hissedip yapmaktan gelen terakkiyat-ý ruhiyesini düþün; habibiyet derecesine çýkan ubûdiyet-i Muhammediyenin (A.S.M.) velayeti, sair velayetlerden ne kadar yüksek olduðunu anla!

 

sh: » (L: 309)

 

Bir zaman bir tek tesbihin, bir tek namazda, Sahabelerin tarz-ý telakkisine yakýn bir surette bana inkiþafý, bir ay kadar ibadet derecesinde ehemmiyetli göründü. Sahabelerin yüksek kýymetini onunla anladým. Demek bidayet-i Ýslâmiyede kelimat-ý kudsiyenin verdiði feyiz ve nurun baþka bir meziyeti var. Tazeliði haysiyetiyle baþka bir letafeti, bir taraveti, bir lezzeti var ki; gaflet perdesi altýnda mürur-u zamanla gizlenir, azalýr, perdelenir. Zat-ý Muhammediye (A.S.M.) ise, onlarý menba-ý hakikîsinden (Zat-ý Akdes'ten) turfanda, taze olarak, fevkalâde istidadýyla almýþ, emmiþ, massetmiþ. Bu sýrra binaen o zat; bir tek tesbihten, baþkasýnýn bir sene ibadeti kadar feyiz alabilir.

 

Ýþte bu nokta-i nazardan Zat-ý Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn, haddi ve nihayeti olmayan meratib-i kemalâtta ne derece terakki ettiðini kýyas et.

 

Üçüncüsü: Bu kâinatýn Hâlýký, bu kâinattaki bütün makasýdýnýn en ehemmiyetli medârý nev-i insan olduðundan ve bütün hitabat-ý Sübhaniyenin en anlayýþlý bir muhatabý nev-i beþer olduðundan; o nev-i beþer içinde en meþhur, en namdar ve âsârýyla ve icraatýyla en mükemmel, en muhteþem ferd olan Zat-ý Muhammediyeyi (A.S.M.) o nev' namýna, belki umum kâinat hesabýna kendine muhatab eden Zat-ý Ferd-i Zülcelâl, elbette onu hadsiz kemalâtta hadsiz feyzine mazhar etmiþtir.

 

Ýþte bu üç nokta gibi çok noktalar var. Kat'î bir surette isbat ederler ki; þahsiyet-i maneviye-i Muhammediye (A.S.M.), kâinatýn mânevî bir güneþi olduðu gibi, bu kâinat denilen Kur'an-ý Kebir'in âyet-i kübrasý ve o Furkan-ý Azam'ýn ism-i azamý ve Ýsm-i Ferd'in cilve-i azamýnýn bir âyinesidir. Kâinatýn umum zerratýnýn umum zamanlarýndaki umum dakikalarýnýn bütün âþirelerine darbedilip, hasýl-ý darb adedince o Zat-ý Ahmediyeye salât ü selâm, nihayetsiz hazine-i Rahmetinden inmesini, Zat-ý Ferd-i Ehad-i Samed'den niyaz ediyoruz!..

 

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

 

* * *

 

 

 

Otuzuncu Lem'anýn Beþinci Nüktesi

 

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ

 

فَانْظُرْ اِلَى آثَارِ رَحْمَةِ اللّهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذلِكَ َلمُحْيِى اْلمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

sh: » (L: 310)

 

âyet-i azîmenin ve اَللّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ اْلحَىُّ الْقَيُّومُ لاَ تَاْخُذُهُ سِنَةٌ وَلاَنَوْمٌ âyet-i azîmin bir nüktesi ile, Ýsm-i Azam veyahud Ýsm-i Azam'ýn iki ziyasýndan bir ziyasý veya altý nurundan bir nuru olan Ýsm-i Hayy'ýn bir cilvesi, Þevval-i Þerif'te, Eskiþehir Hapishanesi'nde, uzaktan uzaða aklýma göründü. Vaktinde kaydedilmedi. Ve çabuk o kudsî kuþu avlayamadýk. Tebaud ettikten sonra, hiç olmazsa bazý remizlerle o hakikat-ý ekberin ve nur-u azamýn bazý þualarýný muhtasaran göstereceðiz.

 

Birinci Remiz: Ýsm-i Hayy ve Ýsm-i Muhyî'nin bir cilve-i azamýndan olan "Hayat nedir? Ve mahiyeti ve vazifesi nedir?" sualine karþý fihristevari cevap þudur ki:

 

Hayat, þu kâinatýn en ehemmiyetli gayesi.. hem en büyük neticesi.. hem en parlak nuru.. hem en lâtif mayesi.. hem gâyet süzülmüþ bir hülâsasý.. hem en mükemmel meyvesi.. hem en yüksek kemali.. hem en güzel cemali.. hem en güzel zîneti.. hem sýrr-ý vahdeti.. hem rabýta-i ittihadý.. hem kemalâtýnýn menþei.. hem san'at ve mahiyetçe en harika bir zîruhu.. hem en küçük bir mahluku bir kâinat hükmüne getiren mu'cizekâr bir hakikatý.. hem güya kâinatýn küçük bir zîhayatta yerleþmesine vesile oluyor gibi; koca kâinatýn bir nevi fihristesini o zîhayatta göstermekle beraber, o zîhayatý ekser mevcudatla münasebetdar ve küçük bir kâinat hükmüne getiren en harika bir mu'cize-i kudrettir. Hem en büyük bir küll kadar -hayat ile- küçük bir cüz'ü büyülten ve bir ferdi dahi küllî gibi bir âlem hükmüne getiren ve Rubûbiyet cihetinde kâinatý tecezzi ve iþtiraki ve inkýsamý kabul etmez bir küll ve bir küllî hükmünde gösteren fevkalâde harika bir san'at-ý Ýlahiyedir. Hem kâinatýn mahiyetleri içinde Zat-ý Hayy-ý Kayyum'un vücub-u vücuduna ve vahdetine ve Ehadiyetine þEhadet eden bürhanlarýn en parlaðý, en kat'îsi ve en mükemmeli.. hem masnuat-ý Ýlahiye içinde en hafîsi ve en zâhiri, en kýymetdar ve en ucuzu, en nezihi ve en parlak ve en manidar bir nakþ-ý san'at-ý Rabbaniyedir. Hem sair mevcudatý kendine hâdim ettiren nazenin, nazdar, nazik bir cilve-i Rahmet-i Rahmâniye

 

sh: » (L: 311)

 

dir. Hem þuunat-ý Ýlahiyenin gâyet câmi bir âyinesidir. Hem Rahmân, Rezzak, Rahîm, Kerim, Hakîm gibi çok Esmâ-i hüsnanýn cilvelerini câmi ve rýzk, hikmet, inayet, Rahmet gibi çok hakikatlarý kendine tabî eden ve görmek ve iþitmek ve hissetmek gibi umum duygularýn menþei, madeni bir acube-i hilkat-i Rabbaniyedir. Hem hayat, bu kâinatýn tezgâh-ý azamýnda öyle bir istihâle makinesidir ki, mütemadiyen her tarafta tasfiye yapýyor, temizlendiriyor, terakki veriyor, nurlandýrýyor.. Ve zerrat kafilelerine, güya hayatýn yuvasý olan cesedi o zerrelere vazife görmek, nurlanmak, talimat yapmak için bir misafirhane, bir mekteb, bir kýþladýr. Âdeta Zat-ý Hayy ve Muhyî, bu makine-i hayat vasýtasýyla; bu karanlýklý ve fâni ve süfli olan âlem-i dünyayý lâtifleþtiriyor, ýþýklandýrýyor, bir nevi beka veriyor, bâki bir âleme gitmeye hazýrlattýrýyor. Hem hayatýn iki yüzü, yâni mülk, melekût vecihleri parlaktýr, kirsizdir, noksansýzdýr, ulvîdir. Onun için perdesiz, vasýtasýz, doðrudan doðruya dest-i kudret-i Rabbaniyeden çýktýðýný aþikâre göstermek için, sair eþya gibi zâhirî esbabý hayattaki tasarrufat-ý kudrete perde edilmemiþ bir müstesna mahluktur. Hem hayatýn hakikatý, altý erkân-ý îmaniyeye bakýp, manen ve remzen isbat eder. Yâni: Hem Vâcib-ül Vücud'un vücub-u vücudunu ve hayat-ý sermediyesini, hem dâr-ý âhireti ve hayat-ý bâkiyesini, hem vücud-u melaike, hem sair erkân-ý îmaniyeye pek kuvvetli bakýp iktiza eden bir hakikat-ý nuraniyedir. Hem hayat, bütün kâinattan süzülmüþ en safi bir hülâsasý olduðu gibi, kâinattaki en mühim bir maksad-ý Ýlahî ve hilkat-ý âlemin en mühim neticesi olan þükür ve ibadet ve hamd ve muhabbeti netice veren bir sýrr-ý azamdýr.

 

Ýþte, hayatýn bu mezkûr yirmidokuz ehemmiyetli ve kýymetdar hassalarýný ve ulvî ve umumî vazifelerini nazara al. Sonra bak. Muhyî isminin arkasýnda, Ýsm-i Hayy'ýn azametini gör. Ve hayatýn bu azametli hassalarý ve meyveleri noktasýndan, Ýsm-i Hayy nasýl bir Ýsm-i Azam olduðunu bil. Hem anla ki; bu hayat, madem kâinatýn en büyük neticesi ve en azametli gayesi ve en kýymetdar meyvesidir; elbette bu hayatýn dahi kâinat kadar büyük bir gayesi, azametli bir neticesi bulunmak gerektir. Çünki aðacýn neticesi meyve olduðu gibi, meyvenin de çekirdeði vasýtasýyla neticesi,

 

sh: » (L: 312)

 

gelecek bir aðaçtýr. Evet bu hayatýn gayesi ve neticesi hayat-ý ebediye olduðu gibi bir meyvesi de, hayatý veren Zat-ý Hayy ve Muhyî'ye karþý þükür ve ibadet ve hamd ve muhabbettir ki; bu þükür ve muhabbet ve hamd ve ibadet ise; hayatýn meyvesi olduðu gibi, kâinatýn gayesidir. Ve bundan anla ki; bu hayatýn gayesini "rahatça yaþamak ve gafletli lezzetlenmek ve heveskârane nimetlenmektir" diyenler, gâyet çirkin bir cehâletle; münkirane, belki de kâfirane, bu pek çok kýymetdar olan hayat nimetini ve þuur hediyesini ve akýl ihsanýný istihfaf ve tahkir edip, dehþetli bir küfran-ý nimet ederler.

 

Ýkinci Remiz: Ýsm-i Hayy'ýn bir cilve-i azamý ve Ýsm-i Muhyî'nin bir tecelli-i eltafý olan bu hayatýn Birinci Remiz'deki fihristesi zikredilen bütün mertebeleri ve vasýflarý ve vazifeleri beyan etmek, o vasýflar adedince Risaleler yazmak lâzým geldiðinden, Risale-i Nur'un eczalarýnda o vasýflarýn, o mertebelerin, o vazifelerin bir kýsmý izah edildiðinden, kýsmen tafsilatý Risale-i Nur'a havale edip, burada birkaç tanesine muhtasaran iþaret edeceðiz.

 

Ýþte, hayatýn yirmidokuz hâssalarýndan yirmiüçüncü hâssasýnda þöyle denilmiþtir ki: Hayatýn iki yüzü de þeffaf, kirsiz olduðundan, esbab-ý zâhiriye, ondaki tasarrufat-ý kudret-i Rabbaniyeye perde edilmemiþtir. Evet bu hassanýn sýrrý þudur ki; kâinatta gerçi herþeyde bir güzellik ve iyilik ve hayýr vardýr; ve þerr ve çirkinlik gâyet cüz'îdir ve vâhid-i kýyasîdirler ki, güzellik ve iyilik mertebelerini ve hakikatlarýnýn tekessürünü ve taaddüdünü göstermek cihetiyle, o þerr ise hayýr ve o kubh dahi hüsün olur. Fakat zîþuurlarýn nazar-ý zâhirîsinde görünen zâhirî çirkinlik ve fenalýk ve belâ ve musîbetten gelen küsmekler ve þekvalar Zat-ý Hayy-ý Kayyum'a teveccüh etmemek için; hem aklýn zâhirî nazarýnda hasis, pis görünen þeylerde, kudsî münezzeh olan kudretin bizzat ve perdesiz onlar ile mübaþereti, kudretin izzetine münafî gelmemek için, zâhirî esbablar o kudretin tasarrufatýna perde edilmiþler. O esbab ise; îcad edemiyorlar, belki haksýz olan þekvalara ve itirazlara hedef olmak ve izzet ve kudsiyet ve münezzehiyet-i kudreti muhafaza içindirler. Yirmiikinci Söz'ün Ýkinci Makamýnýn Mukaddemesinde beyan edildiði gibi; Hazret-i Azrail (A.S.), kabz-ý ervâh vazifesi hususunda Cenab-ý Hakk'a münacat etmiþ. Demiþ: "Senin kullarýn benden küsecekler." Cevapen ona denilmiþ: "Senin vazifen ile vefat edenlerin ortasýnda hastalýklar ve musîbetler perdesini býrakacaðým; vefat edenler sana deðil, belki itiraz ve þekva oklarýný o perdelere atacaklar." Bu münacatýn sýrrýna göre; ölümün ve vefatýn ehl-i îman hakkýnda hakikî güzel yüzünü görmeyen ve ondaki Rahmetin cilvesini bilmeyenlerin küsmeleri ve itirazlarý Zat-ý Hayy-ý Kayyum'a gitmemek için Hazret-i Azrail'in (A.S.) vazifesi de bir perde olduðu gibi, sair esbablar

 

sh: » (L: 313)

 

dahi zâhirî perdedirler. Evet izzet-i azamet ister ki, esbab perdedar-ý dest-i kudret ola aklýn nazarýnda.. fakat vahdet ve celal ister ki; esbab, ellerini çeksinler tesir-i hakikîden... Fakat hayatýn hem zâhirî, hem bâtýnî, hem mülk, hem melekût vecihleri kirsiz, noksansýz, kusursuz olduðundan; þekvalarý ve itirazlarý davet edecek maddeler onda bulunmadýðý gibi, izzet ve kudsiyet-i kudrete münafî olacak pislik ve çirkinlik olmadýðýndan, doðrudan doðruya perdesiz olarak Zat-ý Hayy-ý Kayyum'un "ihya edici, hayat verici, diriltici" isminin eline teslim edilmiþlerdir. Nur da öyledir, vücud ve îcad da öyledir. Onun içindir ki; îcad ve halk doðrudan doðruya, perdesiz, Zat-ý Zülcelâl'in kudretine bakar. Hatta yaðmur bir nevi hayat ve Rahmet olduðundan, vakt-i nüzulü bir muttarid kanuna tabî kýlýnmamýþ; tâ ki, her vakt-i hacette eller dergâh-ý Ýlahiyeye Rahmet istemek için açýlsýn. Eðer yaðmur, Güneþ'in tulûu gibi bir kanuna tabî olsaydý; o nimet-i hayatiye, her vakit rica ile istenilmeyecekti.

 

Üçüncü Remiz: Yirmidokuzuncu hassasýnda denilmiþtir ki; kâinatýn neticesi hayat olduðu gibi; hayatýn neticesi olan þükür ve ibadet dahi, kâinatýn sebeb-i hilkati ve ille-i gaiyesi ve maksud neticesidir. Evet bu kâinatýn Sâni-i Hayy-ý Kayyum'u bu kadar hadsiz envâ-ý nimetiyle kendini zîhayatlara bildirip sevdirdiðine mukabil, elbette zîhayatlardan o nimetlere karþý teþekkür ve sevdirmesine mukabil sevmelerini ve kýymetdar san'atlarýna mukabil medh ü sena etmelerini ve evamir-i Rabbaniyesine karþý itaat ve ubûdiyetle mukabele edilmelerini ister.

 

Ýþte bu sýrr-ý Rubûbiyete göre teþekkür ve ubûdiyet, bütün envâ-ý hayatýn ve dolayýsýyla bütün kâinatýn en ehemmiyetli gayesi olduðundandýr ki, Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan pek çok hararetle ve þiddetle ve halâvetle þükür ve ibadete sevkediyor. Ve ibadet Cenab-ý Hakk'a mahsus ve þükür ona lâyýk ve hamd ona hastýr diye çok tekrar ile beyan ediyor. Demek bu þükür ve ibadet doðrudan doðruya Mâlik-i Hakikîsine gitmek lâzým olduðunu ifade için, hayatý bütün þuunatýyla perdesiz kabza-i tasarrufunda tutmasýna delâlet eden

 

وَهُوَ الَّذِى يُحْيِى َوُيمِيتُ وَلَهُ اخْتِلاَفُ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ * هُوَ الَّذِى يُحْيِى َوُيمِيتُ فَاِذَا قَضَى اَمْرًا فَاِنَّمَا يَقُولُ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ * فَيُحْيِى بِهِ اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا gibi âyetler; pek sarih bir surette vasýtalarý nefyedip, doðrudan doðruya hayatý Hayy-ý Kayyum'un dest-i kudretine münhasýran veriyor. Evet minnetdarlýk ve teþekkürü davet eden ve muhabbet ve sena hissini tahrik eden, hayattan sonra rýzk ve þifa ve yaðmur gibi vesile-i þükran þeyler

 

sh: » (L: 314)

 

dahi doðrudan doðruya Zat-ý Rezzak-ý Þâfi'ye ait olduðunu; esbab ve vesait bir perde olduðunu هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ اْلمَتِينُ * وَ اِذَا مَرِضْتُ فَهُوَ يَشْفِينِ * وَهُوَ الَّذِى يُنَزِّلُ الْغَيْثَ مِنْ بَعْدِ مَا قَنَطُوا

 

gibi âyetler ile "Rýzk, þifa ve yaðmur, münhasýran Zat-ý Hayy-ý Kayyum'un kudretine hastýr." Perdesiz, ondan geldiðini ifade için kaide-i nahviyece alâmet-i hasr ve tahsis olan هُوَ الَّذِى { هُوَ الرَّزَّاقُ ifade etmiþtir. Ýlâçlara hâsiyetleri veren ve tesiri halkeden ancak o Þâfi-i Hakikî'dir.

 

Dördüncü Remiz: Hayatýn yirmisekizinci hassasýnda beyan edilmiþtir ki; hayat, îmanýn altý erkânýna bakýp isbat ediyor; onlarýn tahakkukuna iþaretler ediyor. Evet madem bu kâinatýn en mühim neticesi ve mayesi ve hikmet-i hilkatý hayattýr; elbette o hakikat-ý âliye, bu fâni, kýsacýk, noksan, elemli hayat-ý dünyeviyeye münhasýr deðildir. Belki hayatýn yirmidokuz hassasýyla mahiyetinin azameti anlaþýlan þecere-i hayatýn gayesi, neticesi ve o þecerenin azametine lâyýk meyvesi, hayat-ý ebediyedir ve hayat-ý uhreviyedir; taþýyla ve aðacýyla, topraðýyla hayatdar olan dâr-ý saadetteki hayattýr. Yoksa bu hadsiz cihazat-ý mühimme ile teçhiz edilen hayat þeceresi; zîþuur hakkýnda, hususan insan hakkýnda meyvesiz, faidesiz, hakikatsýz olmak lâzým gelecek.. ve sermayece ve cihazatça serçe kuþundan meselâ yirmi derece ziyade ve bu kâinatýn ve zîhayatýn en mühim yüksek ve ehemmiyetli mahluku olan insan, serçe kuþundan saadet-i hayat cihetinde yirmi derece aþaðý düþüp en bedbaht, en zelil bir bîçare olacak. Hem en kýymetdar bir nimet olan akýl dahi, geçmiþ zamanýn hüzünlerini ve gelecek zamanýn korkularýný düþünmekle kalb-i insaný mütemadiyen incitip bir lezzete dokuz elemleri karýþtýrdýðýndan, en musîbetli bir belâ olur. Bu ise, yüz derece bâtýldýr. Demek bu hayat-ý dünyeviye, âhirete îman rüknünü kat'î isbat ediyor ve her baharda haþrin üçyüz binden ziyade nümunelerini gözümüze gösteriyor. Acaba senin cisminde, senin bahçende ve senin vatanýnda hayatýna lâzým ve münasib bütün levazýmatý ve cihazatý hikmet ve inayet ve Rahmetle ihzar eden ve vaktinde yetiþtiren, hatta senin mîdenin beka ve yaþamak arzusuyla ettiði hususî ve cüz'î olan rýzýk duasýný bilen ve iþiten ve hadsiz leziz taamlarla o duanýn kabulünü gösteren ve mîdeyi memnun eden bir Mutasarrýf-ý Kadîr, hiç mümkün müdür ki; seni bilmesin ve görmesin ve nev-i insanýn

 

sh: » (L: 315)

 

en büyük gayesi olan hayat-ý ebediyeye lâzým esbabý ihzar etmesin ve nev-i insanýn en büyük, en ehemmiyetli, en lâyýk ve umumî olan beka duasýný hayat-ý uhreviyenin inþasýyla ve Cennet'in îcadýyla kabul etmesin ve kâinatýn en mühim mahluku, belki zeminin sultaný ve neticesi olan nev-i insanýn arþ ve ferþi çýnlatan umumî ve gâyet kuvvetli duasýný iþitmeyip küçük bir mîde kadar ehemmiyet vermesin, memnun etmesin, kemal-i hikmetini ve nihayet Rahmetini inkâr ettirsin? Hâþâ.. yüzbin defa hâþâ!..

 

Hem hiç kabil midir ki; hayatýn en cüz'îsinin pek gizli sesini iþitsin, derdini dinlesin ve derman versin ve nazýný çeksin ve kemal-i itina ve ihtimam ile beslesin ve ona dikkatle hizmet ettirsin ve büyük mahlûkatýný ona hizmetkâr yapsýn; ve sonra en büyük ve kýymetdar ve bâki ve nazdar bir hayatýn gök sadasý gibi yüksek sesini iþitmesin ve onun çok ehemmiyetli beka duasýný ve nazýný ve niyazýný nazara almasýn. Âdeta bir neferin kemal-i itina ile teçhizat ve idaresini yapsýn; ve muti' ve muhteþem orduya hiç bakmasýn.. ve zerreyi görsün, Güneþ'i görmesin.. sivrisineðin sesini iþitsin, gök gürültüsünü iþitmesin? Hâþâ.. yüzbin defa hâþâ!..

 

Hem hiçbir cihetle akýl kabul eder mi ki; hadsiz Rahmetli, muhabbetli ve nihayet derecede þefkatli ve kendi san'atýný çok sever ve kendini çok sevdirir ve kendini sevenleri ziyade sever bir Zat-ý Kadîr-i Hakîm, en ziyade kendini seven ve sevimli ve sevilen ve Sâniini fýtraten perestiþ eden hayatý ve hayatýn zatý ve cevheri olan ruhu, mevt-i ebedî ile idam edip, kendinden o sevgili muhibbini ve habibini ebedî bir surette küstürsün, darýltsýn, dehþetli rencide ederek sýrr-ý Rahmetini ve nur-u muhabbetini inkâr etsin ve ettirsin? Yüzbin defa hâþâ ve kellâ!.. Bu kâinatý cilvesiyle süslendiren bir cemal-i mutlak ve umum mahlûkatý sevindiren bir Rahmet-i mutlaka, böyle hadsiz bir çirkinlikten ve kubh-u mutlaktan ve böyle bir zulm-ü mutlaktan, bir merhametsizlikten, elbette nihayetsiz derece münezzehtir ve mukaddestir.

 

NETÝCE: Madem dünyada hayat var, elbette insanlardan hayatýn sýrrýný anlayanlar ve hayatýný sû-i istimal etmeyenler, dâr-ý bekada ve Cennet-i bâkiyede, hayat-ý bâkiyeye mazhar olacaklardýr. Âmenna.

 

Ve hem nasýlki yeryüzünde bulunan parlak þeylerin Güneþ'in akisleriyle parlamalarý ve denizlerin yüzlerinde kabarcýklarý ziyanýn lem'alarýyla parlayýp sönmeleri, arkalarýndan gelen kabarcýklar yine hayalî güneþçiklere âyinelik etmeleri bilbedahe gösteriyor ki; o lem'alar, yüksek bir tek Güneþ'in cilve-i in'ikasýdýrlar ve Güneþ'in vücudunu muhtelif diller ile yâdediyorlar ve ýþýk parmaklarýyla ona iþaret ediyorlar. Aynen öyle de: Zat-ý Hayy-ý Kayyum'un Muhyî isminin cilve-i azamý ile berrin yüzünde ve bahrin içinde zîhayatlarýn kudret-i Ýlahiye ile parlayýp, arkalarýn

 

sh: » (L: 316)

 

dan gelenlere yer vermek için "Ya Hayy!" deyip perde-i gaybda gizlenmeleri; bir hayat-ý sermediye sahibi olan Zat-ý Hayy-ý Kayyum'un hayatýna ve vücub-u vücuduna þEhadetler, iþaretler ettikleri gibi.. umum mevcudatýn tanziminde eseri görünen ilm-i Ýlahîye þEhadet eden bütün deliller ve kâinata tasarruf eden kudreti isbat eden bütün bürhanlar ve tanzim ve idare-i kâinatta hükümferma olan irade ve meþieti isbat eden bütün hüccetler ve kelâm-ý Rabbanî ve vahy-i Ýlahînin medârý olan Risaletleri isbat eden bütün alâmetler, mu'cizeler ve hakeza yedi sýfât-ý Ýlahiyeye þEhadet eden bütün delail; bil'ittifak Zat-ý Hayy-ý Kayyum'un hayatýna delâlet, þEhadet, iþaret ediyorlar. Çünki nasýl bir þeyde görmek varsa, hayatý da var; iþitmek varsa, hayatýn alâmetidir; söylemek varsa, hayatýn vücuduna iþaret eder; ihtiyar, irade varsa hayatý gösterir.. aynen öyle de; bu kâinatta âsârýyla vücudlarý muhakkak ve bedihî olan kudret-i mutlaka ve irade-i þamile ve ilm-i muhit gibi sýfatlar bütün delailleriyle Zat-ý Hayy-ý Kayyum'un hayatýna ve vücub-u vücuduna þEhadet ederler ve bütün kâinatý bir gölgesiyle ýþýklandýran ve bir cilvesiyle bütün dâr-ý âhireti zerratýyla beraber hayatlandýran hayat-ý sermediyesine þEhadet ederler.

 

Hem hayat, "melaikeye îman" rüknüne dahi bakar, remzen isbat eder. Çünki madem kâinatta en mühim netice hayattýr ve en ziyade intiþar eden ve kýymetdarlýðý için nüshalarý teksir edilen ve zemin misafirhanesini gelip geçen kafilelerle þenlendiren zîhayatlardýr.. ve madem Küre-i Arz bu kadar zîhayatýn enva'ýyla dolmuþ ve mütemadiyen zîhayat enva'larýný tecdid ve teksir etmek hikmetiyle her vakit dolar boþanýr ve en hasis ve çürümüþ maddelerinde dahi kesretle zîhayatlar halkedilerek bir mahþer-i huveynat oluyor.. ve madem hayatýn süzülmüþ en safi hülâsasý olan þuur ve akýl ve en lâtif ve sabit cevheri olan ruh, bu Küre-i Arz'da gâyet kesretli bir surette halkolunuyorlar; âdeta Küre-i Arz, hayat ve akýl ve þuur ve ervâh ile ihya olup öyle þenlendirilmiþ... Elbette Küre-i Arz'dan daha lâtif, daha nuranî, daha büyük, daha ehemmiyetli olan ecram-ý semaviye; ölü, câmid, hayatsýz, þuursuz kalmasý imkân haricindedir. Demek gökleri, güneþleri, yýldýzlarý þenlendirecek ve hayatdar vaziyetini verecek ve netice-i hilkat-ý semavatý gösterecek ve hitabat-ý Sübhaniyeye mazhar olacak olan zîþuur, zîhayat ve semavata münasib sekeneler, her halde sýrr-ý hayatla bulunuyorlar ki, onlar da melaikelerdir.

 

Hem hayatýn sýrr-ý mahiyeti "Peygamberlere Ýman" rüknüne bakýp remzen isbat eder. Evet madem kâinat, hayat için yaratýlmýþ ve hayat dahi Hayy-ý Kayyum-u Ezelî'nin bir cilve-i azamýdýr, bir nakþ-ý ekmelidir, bir san'at-ý ecmelidir. Madem hayat-ý sermediye, Resullerin gönderilmesiyle ve Kitablarýn indirilmesiyle kendini gösterir. Evet eðer Kitablar ve

 

sh: » (L: 317)

 

Peygamberler olmazsa, o hayat-ý ezeliye bilinmez. Nasýlki bir adamýn söylemesiyle, diri ve hayatdar olduðu anlaþýlýr; öyle de bu kâinatýn perdesi altýnda olan âlem-i gaybýn arkasýnda söyleyen, konuþan, emir ve nehyedip hitab eden bir zatýn kelimatýný, hitabatýný gösterecek, Peygamberler ve ellerinde nâzil olan Kitablardýr. Elbette kâinattaki hayat, kat'î bir surette Hayy-ý Ezelî'nin vücub-u vücuduna kat'î þEhadet ettiði gibi; o hayat-ý ezeliyenin þuaatý, celevatý, münasebatý olan "Ýrsal-i Rusül" ve "Ýnzal-i Kütüb" rükünlerine bakar, remzen isbat eder. Ve bilhassa Risalet-i Muhammediye (A.S.M.) ve vahy-i Kur'anî, hayatýn ruhu ve aklý hükmünde olduðundan, bu hayatýn vücudu gibi, hakkaniyetleri kat'îdir denilebilir.

 

Evet nasýlki hayat, bu kâinattan süzülmüþ bir hülâsadýr.. ve þuur ve his dahi hayattan süzülmüþ, hayatýn bir hülâsasýdýr.. akýl dahi þuurdan ve histen süzülmüþ, þuurun bir hülâsasýdýr.. ve ruh dahi, hayatýn hâlis ve safi bir cevheri ve sabit ve müstakil zatýdýr; öyle de maddî ve mânevî hayat-ý Muhammediye (A.S.M.) dahi, hayat ve ruh-u kâinattan süzülmüþ hülâsat-ül hülâsadýr.. ve Risalet-i Muhammediye dahi (A.S.M.), kâinatýn his ve þuur ve aklýndan süzülmüþ en safi hülâsasýdýr, belki maddî ve mânevî hayat-ý Muhammediye (A.S.M.), âsârýnýn þEhadetiyle hayat-ý kâinatýn hayatýdýr.. ve Risalet-i Muhammediye (A.S.M.), þuur-u kâinatýn þuurudur ve nurudur.. ve vahy-i Kur'an dahi, hayatdar hakaikýnýn þEhadetiyle hayat-ý kâinatýn ruhudur ve þuur-u kâinatýn aklýdýr. Evet, evet, evet... Eðer kâinattan Risalet-i Muhammediyenin (A.S.M.) nuru çýksa, gitse; kâinat vefat edecek.. eðer Kur'an gitse, kâinat divane olacak ve Küre-i Arz kafasýný, aklýný kaybedecek, belki þuursuz kalmýþ olan baþýný bir seyyareye çarpacak, bir kýyameti koparacak.

 

Hem hayat, "îman-ý bil'kader" rüknüne bakýyor, remzen isbat eder. Çünki madem hayat, âlem-i þehadetin ziyasýdýr ve istilâ ediyor ve vücudun neticesi ve gayesidir ve Hâlýk-ý Kâinat'ýn en câmi âyinesidir ve faaliyet-i Rabbaniyenin en mükemmel enmuzeci ve fihristesidir, temsilde hata olmasýn, bir nevi proðramý hükmündedir. Elbette âlem-i gayb -yâni mazi, müstakbel- yâni geçmiþ ve gelecek mahlûkatýn hayat-ý maneviyeleri hükmünde olan intizam ve nizam ve malûmiyet ve meþhudiyet ve taayyün ve evamir-i tekviniyeyi imtisale müheyya bir vaziyette bulunmalarýný sýrr-ý hayat iktiza ediyor. Nasýlki bir aðacýn çekirdek-i aslîsi ve kökü ve müntehasýnda ve meyvelerindeki çekirdekleri dahi aynen aðaç gibi bir nevi hayata mazhardýrlar. Belki aðacýn kavanin-i hayatiyesinden daha ince kavanin-i hayatý taþýyorlar. Hem nasýlki bu hazýr bahardan evvel geçmiþ güzün býraktýðý tohumlar ve kökler, bu bahar gittikten sonra, gelecek baharlara býrakacaðý çekirdekler, kökler, bu bahar gibi cilve-i hayatý taþýyorlar ve kavanin-i hayatiyeye tabîdirler. Aynen öyle de; þecere-i kâinatýn bütün dal ve budaklarýyla herbirinin bir mazisi ve müstakbeli var.

 

sh: » (L: 318)

 

Geçmiþ ve gelecek tavýrlarýndan ve vaziyetlerinden müteþekkil bir silsilesi bulunur. Her nevi ve her cüz'ünün ilm-i Ýlahiyede muhtelif tavýrlarý ile müteaddid vücudlarý bir silsile-i vücud-u ilmî teþkil eder. Ve vücud-u haricî gibi o vücud-u ilmî dahi, hayat-ý umumiyenin mânevî bir cilvesine mazhardýr ki, mukadderat-ý hayatiye, o manidar ve canlý elvah-ý kaderiyeden alýnýr. Evet âlem-i gaybýn bir nev'i olan âlem-i ervâh, ayn-ý hayat ve madde-i hayat ve hayatýn cevherleri ve zatlarý olan ervâh ile dolu olmasý, elbette mazi ve müstakbel denilen âlem-i gaybýn bir diðer nev'i de ve ikinci kýsmý dahi, cilve-i hayata mazhariyetini ister ve istilzam eder. Hem herbir þeyin vücud-u ilmîsindeki intizam-ý ekmeli ve manidar vaziyetleri ve canlý meyveleri, tavýrlarý; bir nevi hayat-ý maneviyeye mazhariyetini gösterir. Evet hayat-ý ezeliye güneþinin ziyasý olan bu cilve-i hayat, elbette yalnýz bu âlem-i þEhadete ve bu zaman-ý hazýra ve bu vücud-u haricîye münhasýr olamaz; belki herbir âlem, kabiliyetine göre o ziyanýn cilvesine mazhardýr; ve kâinat bütün âlemleriyle o cilve ile hayatdar ve ziyadardýr. Yoksa nazar-ý dalâletin gördüðü gibi muvakkat ve zâhirî bir hayat altýnda herbir âlem, büyük ve müdhiþ birer cenaze ve karanlýklý birer virane âlem olacaktý.

 

Ýþte "kadere ve kazaya îman" rüknü dahi, geniþ bir vecihte sýrr-ý hayatla anlaþýlýyor ve sabit oluyor. Yâni nasýlki âlem-i þEhadet ve mevcud hazýr eþya, intizamlarýyla ve neticeleriyle hayatdarlýklarý görünüyor, öyle de âlem-i gaybdan sayýlan geçmiþ ve gelecek mahlûkatýn dahi manen hayatdar bir vücud-u mânevîleri ve ruhlu birer sübut-u ilmîleri vardýr ki, Levh-i Kaza ve Kader vasýtasýyla o mânevî hayatýn eseri, mukadderat namýyla görünür, tezahür eder.

 

Beþinci Remiz: Hem hayatýn onaltýncý hassasýnda denilmiþ ki: Hayat birþeye girdiði vakit, o cesedi bir âlem hükmüne getirir; cüz' ise küll gibi, cüz'îye dahi küllî gibi bir câmiiyet verir. Evet hayatýn öyle bir câmiiyeti var; âdeta umum kâinata tecelli eden ekser Esmâ-i hüsnayý kendinde gösteren bir câmi âyine-i Ehadiyettir. Bir cisme hayat girdiði vakit, küçük bir âlem hükmüne getirir; âdeta kâinat þeceresinin bir nevi fihristesini taþýyan bir nevi çekirdeði hükmüne geçiyor. Nasýlki bir çekirdek, onun aðacýný yapabilen bir kudretin eseri olabilir; öyle de en küçük bir zîhayatý halkeden, elbette umum kâinatýn Hâlýkýdýr.

 

Ýþte bu hayat, bu câmiiyetiyle en gizli bir sýrr-ý Ehadiyeti kendinde gösterir. Yâni nasýlki azametli güneþ, ziyasýyla ve yedi rengiyle ve aksiyle güneþe mukabil olan herbir katre suda ve herbir cam zerresinde bulunuyor.. öyle de; herbir zîhayatta kâinatý ihata eden Esmâ ve sýfât-ý Ýlahiyenin cilveleri beraber onda tecelli ediyor. Bu nokta-i nazardan ha

 

sh: » (L: 319)

 

yat; kâinatý, Rubûbiyet ve îcad cihetinde inkýsam ve tecezzi kabul etmez bir küll hükmüne, belki iþtiraki ve tecezzisi imkân haricinde bulunan bir küllî hükmüne getirir. Evet seni yaratan, bütün nev-i insaný yaratan zat olduðunu, bilbedahe senin yüzündeki sikkesi gösteriyor. Çünki mahiyet-i insaniye birdir, inkýsamý gayr-ý mümkündür. Hem hayat vasýtasýyla ecza-yý kâinat onun efradý hükmüne ve kâinat ise, nev'i hükmüne geçer; Sikke-i Ehadiyeti mecmuunda gösterdiði gibi, herbir cüz'de dahi o Sikke-i Ehadiyeti ve hâtem-i samediyeti göstererek þirk ve iþtiraki her cihetle tardeder.

 

Hem hayatta san'at-ý Rabbaniyenin öyle fevkalâde harika mu'cizeleri var ki, bütün kâinatý halkedemeyen bir zat, bir kudret; en küçük bir zîhayatý halkedemez. Evet bir nohût tanesinde bütün Kur'aný yazar gibi; çamýn gâyet küçük bir tohumunda koca çam aðacýnýn fihristesini ve mukadderatýný yazan kalem, elbette semavatý yýldýzlarla yazan kalem olabilir. Evet bir arýnýn küçük kafasýnda kâinat bahçesindeki çiçekleri tanýyacak ve ekser enva'ýyla münasebetdar olacak ve bal gibi bir hediye-i Rahmeti getirecek ve dünyaya geldiði günde þerait-i hayatý bilecek derecede bir istidadý, bir kabiliyeti, bir cihazý derceden zat; elbette bütün kâinatýn Hâlýký olabilir.

 

Elhasýl: Hayat nasýlki kâinatýn yüzünde parlak bir Sikke-i tevhiddir ve herbir zîruh dahi hayat noktasýnda bir Sikke-i Ehadiyettir ve hayatýn herbir ferdinde bulunan nakþ-ý san'at, bir mühr-ü samediyettir ve zîhayatlarýn adedince bu kâinat mektubunu Zat-ý Hayy-ý Kayyum ve Vâhid-i Ehad namýna hayatlarýyla imza ediyorlar ve o mektubda tevhid mühürleri ve Ehadiyet hâtemleri ve samediyet sikkeleridirler.. öyle de; hayat gibi, herbir zîhayat dahi, bu kitab-ý kâinatta birer mühr-ü vahdaniyet olduðu gibi, herbirinin yüzünde ve sîmâsýnda birer hâtem-i Ehadiyet konulmuþtur. Hem nasýlki hayat, cüz'iyatý adedince ve zîhayat efradý sayýsýnca Zat-ý Hayy-ý Kayyum'un vahdetine þEhadet eden imzalar ve mühürlerdir.. öyle de; ihya ve diriltmek fiili dahi, efradý adedince tevhide imza basýyor. Meselâ: Ýhyanýn bir ferdi olan ihya-yý Arz, güneþ gibi parlak bir þahid-i tevhiddir. Çünki baharda zeminin dirilmesinde ve ihyasýnda üçyüz bin enva'ýn ve her nev'in hadsiz efradý beraber, birbiri içinde, noksansýz, kusursuz, mükemmel, muntazam ihya edilir ve dirilirler. Evet böyle bir tek fiil ile hadsiz muntazam fiilleri yapan, elbette bütün mahlûkatýn Hâlýkýdýr ve bütün zîhayatlarý ihya eden Hayy-ý Kayyum'dur ve Rubûbiyetinde iþtiraki mümkün olmayan bir Vâhid-i Ehad'dir.

 

Þimdilik hayatýn hassalarýndan bu kadar az ve muhtasar yazýldý; baþka hassalarýn beyaný ve tafsilatýný Risale-i Nur'a ve baþka zamânâ havale ediyoruz.

 

sh: » (L: 320)

 

Hâtime

 

Ýsm-i azam herkes için bir olmaz, belki ayrý ayrý oluyor. Meselâ Ýmam-ý Ali Radýyallahü Anh'ýn hakkýnda; "Ferd, Hayy, Kayyum, Hakem, Adl, Kuddüs" altý isimdir. Ve Ýmam-ý Azam'ýn ism-i azamý: "Hakem, Adl" iki isimdir. Ve Gavs-ý Azam'ýn ism-i azamý, "Ya Hayy!"dýr. Ve Ýmam-ý Rabbanî'nin ism-i azamý "Kayyum" ve hakeza.. pek çok zatlar daha baþka isimleri, ism-i azam görmüþlerdir.

 

Bu Beþinci Nükte Ýsm-i Hayy hakkýnda olduðu münasebetiyle, hem teberrük, hem þahid, hem delil, hem kudsî bir hüccet, hem kendimize bir dua, hem bu Risaleye bir hüsn-ü hâtime olarak Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Cevþen-ül Kebir namýndaki münacat-ý azamýnda marifetullahta gâyet yüksek ve gâyet câmi derecede marifetini göstererek böyle demiþtir. Biz de hayalen o zamânâ gidip, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn dediðine "Âmîn!" diyerek, ayný münacatý kendimiz de söylüyor gibi, sada-yý Muhammedî Aleyhissalâtü Vesselâm ile deriz:

 

يَا حَىُّ قَبْلَ كُلِّ حَىٍّ { يَا حَىُّ بَعْدَ كُلِّ حَىٍّ * يَا حَيُّ الَّذِى لَيْسَ كَمِثْلِهِ حَىٌّ * يَا حَىُّ الَّذِى لاَ يُشْبِهُهُ شَيْءٌ * يَا حَىُّ الَّذِى لاَيَحْتَاجُ اِلَى حَىٍّ * يَا حَىُّ الَّذِى لاَيُشَارِكُهُ حَىٌّ * يَا حَىُّ الَّذِى يُمِيتُ كُلَّ حَىٍّ * يَا حَىُّ الَّذِى يَرْزُقُ كُلَّ حَىٍّ * يَا حَىُّ الَّذِى يُحْىِ الْمَوْتَى * يَا حَىُّ الَّذِى لاَيَمُوتُ * سُبْحَانَكَ يَا لاَاِلهَ اِلاَّ اَنْتَ اْلاَمَانُ اْلاَمَانُ نَجِّنَا مِنَ النَّارِ آمِينَ

 

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

 

* * *

 

Otuzuncu Lem'anýn Altýncý Nüktesi

 

Ýsm-i Kayyum'a bakar.

 

Ýsm-i Hayy'ýn bir hülâsasý, Nur Çeþmesi'nin bir zeyli olmuþ; bu Ýsm-i Kayyum dahi, Otuzuncu Söz'ün zeyli olmasý münasib görüldü.

 

ÝTÝZAR: Bu çok ehemmiyetli mes'eleler ve çok derin ve geniþ Ýsm-i Kayyum'un cilve-i azamý, hem muntazaman deðil, belki ayrý ayrý lem'alar tarzýnda kalbe hûtur ettiðinden, hem gâyet müþevveþ ve acele ve ted

 

sh: » (L: 321)

 

kiksiz müsvedde halinde kaldýðýndan elbette tabîrat ve ifadelerde çok noksanlar, intizamsýzlýklar bulunacaktýr. Mes'elelerin güzelliklerine, benim kusurlarýmý baðýþlamalýsýnýz.

 

ÝHTAR: Ýsm-i azama ait nükteler, azamî bir surette geniþ, hem gâyet derin olduðundan, hususan Ýsm-i Kayyum'a ait mes'eleler ve bilhassa Birinci Þuaý (Haþiye) maddiyyunlara baktýðý için, daha ziyade derin gittiðinden, elbette her adam her mes'eleyi her cihette anlamaz. Fakat herkes her mes'eleden bir derece hisse alabilir. "Bir þey bütün elde edilmezse, bütün bütün elden kaçýrýlmaz." kaidesiyle, "bu mânevî bahçenin bütün meyvelerini koparamýyorum" diye vazgeçmek kâr-ý akýl deðildir. Ýnsan ne kadar koparsa, o kadar kârdýr. Ýsm-i azama ait mes'elelerin ihata edilmeyecek derecede geniþleri olduðu gibi, akýl görmeyecek derecede inceleri de vardýr. Hususan Ýsm-i Hayy ve Kayyum'a ve bilhassa hayatýn îman erkânýna karþý remizlerine ve bilhassa Kaza ve Kader rüknüne hayatýn iþaretine ve Ýsm-i Kayyum'un Birinci Þuaýna herkesin fikri yetiþmez, fakat hissesiz de kalmaz; belki herhalde îmanýný kuvvetlendirir. Saadet-i ebediyenin anahtarý olan îmanýn kuvvetleþmesi ehemmiyeti çok azîmdir. Ýmanýn bir zerre kadar kuvveti ziyade olmasý, bir hazinedir. Ýmam-ý Rabbanî Ahmed-i Farukî diyor ki: "Bir küçük mes'ele-i îmaniyenin inkiþafý, benim nazarýmda yüzler ezvak ve kerametlere müreccahtýr."

 

 

 

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ

 

بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ * لَهُ مَقَالِيدُ السَّموَاتِ وَ اْلاَرْضِ * وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ عِنْدَنَا خَزَائِنُهُ * مَا مِنْ دَابَّةٍ اِلاَّ هُوَ آخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا

 

gibi kayyumiyet-i Ýlahiyyeye iþaret eden âyetlerin bir nüktesi ve ism-i azam veyahud ism-i azamýn iki ziyasýndan ikinci ziyasý veyahud ism-i azamýn altý nurundan altýncý nuru olan Kayyum isminin bir cilve-i azamý, Zilkade ayýnda aklýma göründü. Eskiþehir hapishanesindeki müsaadesizliðim cihetiyle o nur-u azamý elbette tamamýyla beyan edemeyeceðim, fakat Hazret-i Ýmam-ý Ali (R.A.), Kaside-i Ercuze'sinde "Sekine" nam-ý âlîsiyle beyan ettiði ism-i azam ve Celcelutiye'sinde pek muhteþem isimlerle ism-i azam içinde bulunan o altý ismi en azam, en ehemmiyetli tuttuðu için ve onlarýn bahsi içinde kerametkârane bize teselli verdiði için bu Ýsm-i Kayyum'a dahi, evvelki beþ Esmâ gibi, hiç olmazsa muhtasar bir surette "Beþ Þua" ile, o nur-u azama iþaret edeceðiz.

 

____________________________

 

(Haþiye): Bu Risaleyi okuyan eðer mütefennin deðilse, Birinci Þuaý okumasýn veya âhirde okusun; ikinciden baþlasýn.

 

sh: » (L: 322)

 

Birinci Þua: Bu kâinatýn Hâlýk-ý Zülcelâli Kayyum'dur. Yâni bizatihi kaimdir, daimdir, bâkidir. Bütün eþya onunla kaimdir, devam eder ve vücudda kalýr, beka bulur. Eðer kâinattan bir dakikacýk olsun o nisbet-i kayyumiyet kesilse, kâinat mahvolur. Hem o Zat-ý Zülcelâl'in kayyumiyetiyle beraber Kur'an-ý Azîmüþþan'da ferman ettiði gibi لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ dür. Yâni ne zatýnda, ne sýfâtýnda, ne ef'alinde nazîri yoktur, misli olmaz, þebihi yoktur, þeriki olmaz. Evet bütün kâinatý bütün þuunatýyla ve keyfiyatýyla kabza-i Rubûbiyetinde tutup, bir hane ve bir saray hükmünde kemal-i intizam ile tedbir ve idare ve terbiye eden bir Zat-ý Akdes'e misil ve mesîl ve þerik ve þebih olmaz, muhaldir. Evet bir zat ki, ona yýldýzlarýn îcadý zerreler kadar kolay gele.. ve en büyük þey en küçük þey gibi kudretine müsahhar ola.. ve hiçbir þey hiçbir þeye, hiçbir fiil hiçbir fiile mani olmaya.. ve hadsiz efrad, bir ferd gibi nazarýnda hazýr ola.. ve bütün sesleri birden iþite.. ve umumun hadsiz hacatýný birden yapabile.. ve kâinatýn mevcudatýndaki bütün intizamat ve mizanlarýn þEhadetiyle hiçbir þey, hiçbir hal, daire-i meþiet ve iradesinden hariç olmaya.. ve hiçbir mekânda olmadýðý halde, herbir yerde ve herbir mekânda kudretiyle, ilmiyle hazýr ola.. ve herþey ondan nihayet derecede uzak olduðu halde, o ise herþeye nihayet derecede yakýn olabilen bir Zat-ý Hayy-ý Kayyum-u Zülcelâl'in elbette hiçbir cihetle misli, nazîri, þeriki, veziri, zýddý, niddi olmaz ve olmasý muhaldir. Yalnýz mesel ve temsil suretinde þuunat-ý kudsiyesine bakýlabilir. Risale-i Nur'daki bütün temsilât ve teþbihat, bu mesel ve temsil nev'indendirler. Ýþte böyle misilsiz ve Vâcib-ül Vücud ve maddeden mücerred ve mekândan münezzeh ve tecezzisi ve inkýsamý her cihetle muhal ve tegayyür ve tebeddülü mümteni ve ihtiyaç ve aczi imkân haricinde olan bir Zat-ý Akdes'in kâinat safahatýnda ve tabakat-ý mevcudatýnda tecelli eden bir kýsým cilvelerini ayn-ý Zat-ý Akdes tevehhüm ederek bir kýsým mahlûkatýna uluhiyetin ahkâmýný veren ehl-i dalâlet insanlarýn bir kýsmý, o Zat-ý Zülcelâl'in bazý eserlerini tabîata isnad etmiþler. Halbuki Risale-i Nur'un müteaddid yerlerinde kat'î bürhanlarla isbat edilmiþ ki: Tabîat bir san'at-ý Ýlahiyedir, Sâni olmaz.. bir kitabet-i Rabbaniyedir, kâtib olmaz.. bir nakýþtýr, nakkaþ olamaz.. bir defterdir, defterdar olmaz.. bir kanundur, kudret olmaz.. bir mistardýr, masdar olmaz.. bir kabildir, münfail olur; fâil olmaz.. bir nizamdýr, nâzým olamaz.. bir þeriat-ý fýtriyedir, þâri' olamaz.

 

Farz-ý muhal olarak en küçük bir zîhayat mahluk tabîata havale edilse, "bunu yap" denilse; Risale-i Nur'un çok yerlerinde kat'î bürhanlarla isbat edildiði gibi, o küçük zîhayatýn âzalarý ve cihazatlarý adedince

 

sh: » (L: 323)

 

kalýplar, belki makineler bulundurmak gerektir; tâ ki, tabîat o iþi görebilsin.

 

Hem maddiyyun denilen bir kýsým ehl-i dalâlet, zerrattaki tahavvülât-ý muntazama içinde hallakýyet-i Ýlahiyenin ve kudret-i Rabbaniyenin bir cilve-i azamýný hissettiklerinden ve o cilvenin nereden geldiðini bilemediklerinden ve o kudret-i samedaniyenin cilvesinden gelen umumî kuvvetin nereden idare edildiðini anlayamadýklarýndan, madde ve kuvveti ezelî tevehhüm ederek, zerrelere ve hareketlerine âsâr-ý Ýlahiyeyi isnad etmeye baþlamýþlar. Fesübhanallah! Ýnsanlarda bu derece hadsiz cehâlet olabilir mi ki, mekândan münezzeh olmakla beraber herbir yerde herbir þeyin îcadýnda herþeyi görecek, bilecek, idare edecek bir tarzda bulunur bir vaziyetle yaptýðý fiilleri ve eserleri; câmid, kör, þuursuz, iradesiz, mizansýz ve tesadüf fýrtýnalarý içinde çalkanan zerrata ve harekâtýna vermek, ne kadar cahilane ve hurafetkârane bir fikir olduðunu, zerre kadar aklý bulunanlarýn bilmesi gerektir. Evet bu herifler vahdet-i mutlakadan vazgeçtikleri için, hadsiz ve nihayetsiz bir kesret-i mutlakaya düþmüþler; yâni bir tek ilahý kabul etmedikleri için, nihayetsiz ilahlarý kabul etmeye mecbur oluyorlar. Yâni bir tek Zat-ý Akdes'in hassasý ve lâzým-ý zatîsi olan ezeliyeti ve hâlýkýyeti, bozulmuþ akýllarýna sýðýþtýramadýklarýndan; o hadsiz, nihayetsiz câmid zerrelerin ezeliyetlerini, belki uluhiyetlerini kabul etmeye mesleklerince mecbur oluyorlar...

 

Ýþte sen gel, echeliyetin nihayetsiz derecesine bak! Evet zerrelerdeki cilve ise; zerreler taifesini Vâcib-ül Vücud'un havliyle, kudretiyle, emriyle muntazam ve muhteþem bir ordu hükmüne getirmiþtir. Eðer bir saniye o Kumandan-ý Azam'ýn emri ve kuvveti geri alýnsa, o çok kesretli câmid, þuursuz taife, baþýbozuklar hükmüne gelecekler; belki bütün bütün mahvolacaklar.

 

Hem insanlarýn bir kýsmý güya daha ileri görüyor gibi, daha ziyade cahilane bir dalâletle Sâni-i Zülcelâl'in gâyet lâtif, nazenin, muti, müsahhar bir sahife-i icraatý ve emirlerinin bir vasýta-i nakliyatý ve zaîf bir perde-i tasarrufatý ve lâtif bir midad (mürekkeb)-ý kitabeti ve en nazenin bir hulle-i îcadatý ve bir maye-i masnuatý ve bir mezraa-i hububatý olan "esîr" maddesini, cilve-i Rubûbiyetine âyinedarlýk ettiði için masdar ve fâil tevehhüm etmiþler. Bu acib cehâlet, hadsiz muhalleri istilzam ediyor. Çünki esîr maddesi, maddiyyunlarý boðduran zerrat maddesinden daha lâtif ve eski hükemanýn saplandýðý heyula fihristesinden daha kesif, ihtiyarsýz, þuursuz, câmid bir maddedir. Bu hadsiz bir surette tecezzi ve inkýsam eden ve nâkillik ve infial hassasýyla ve vazifesiyle teçhiz edilen bu maddeye, belki o maddenin zerreden çok derece daha küçük olan zerrelerine; herþeyde herþeyi görecek, bilecek, idare edecek bir ihtiyar

 

sh: » (L: 324)

 

ve bir iktidar ile vücud bulan fiilleri, eserleri isnad etmek, esîrin zerreleri adedince yanlýþtýr. Evet mevcudatta görünen fiil-i îcad öyle bir keyfiyettedir ki; herþeyde, hususan zîhayat olsa, ekser eþyayý ve belki umum kâinatý görecek, bilecek ve kâinata karþý o zîhayatýn münasebatýný tanýyacak, temin edecek bir iktidar ve ihtiyardan geldiðini gösteriyor ki, maddî ve ihatasýz olan esbabýn hiçbir cihetle fiili olmaz. Evet -sýrr-ý Kayyumiyetle- en cüz'î bir fiil-i îcadî, doðrudan doðruya bütün kâinat Hâlýkýnýn fiili olduðuna delâlet eden bir sýrr-ý azamý taþýyor. Evet meselâ bir arýnýn îcadýna teveccüh eden bir fiil, iki cihetle Hâlýk-ý Kâinat'a hususiyetini gösteriyor.

 

Birincisi: O arýnýn bütün emsalinin bütün zeminde, ayný zamanda ayný fiile mazhariyetleri gösteriyor ki: Bu cüz'î ve hususî fiil ise, ihatalý rûy-i zemini kaplamýþ bir fiilin bir ucudur. Öyle ise; o büyük fiilin fâili ve o fiilin sahibi kim ise, o cüz'î fiil dahi onundur.

 

Ýkinci cihet: Bu hazýr arýnýn hilkatine teveccüh eden fiilin fâili olmak için, o arýnýn þerait-i hayatiyesini ve cihazatýný ve kâinatla münasebatýný temin edecek ve bilecek kadar pek büyük bir iktidar ve ihtiyar lâzým geldiðinden, o cüz'î fiili yapan zatýn, ekser kâinata hükmü geçmekle ancak o fiili öyle mükemmel yapabilir.

 

Demek en cüz'î fiil, iki cihetle Hâlýk-ý Külli Þey'e has olduðunu gösterir.

 

En ziyade cây-ý dikkat ve cây-ý hayret þudur ki: Vücudun en kuvvetli mertebesi olan "vücub"un ve vücudun en sebatlý derecesi olan "maddeden tecerrüd"ün ve vücudun zevalden en uzak tavrý olan "mekândan münezzehiyet"in ve vücudun en saðlam ve tegayyürden ve ademden en mukaddes sýfatý olan "vahdet"in sahibi olan Zat-ý Vâcib-ül Vücud'un en has hâssasý ve lâzým-ý zatîsi olan ezeliyeti ve sermediyeti; vücudun en zaîf mertebesi ve en incecik derecesi ve en mütegayyir, mütehavvil tavrý ve en ziyade mekâna yayýlmýþ olan hadsiz, kesretli bir maddî madde olan esîr ve zerrat gibi þeylere vermek ve onlara ezeliyet isnad etmek ve onlarý ezelî tasavvur etmek ve kýsmen âsâr-ý Ýlahiyenin onlardan neþ'et ettiðini tevehhüm etmek, ne kadar hilaf-ý hakikat ve vakýa muhalif ve akýldan uzak ve bâtýl bir fikir olduðu, Risale-i Nur'un müteaddid cüz'lerinde kat'î bürhanlarla gösterilmiþtir.

 

Ýkinci Þua: "Ýki Mes'ele"dir.

 

Birinci Mes'ele: Ýsm-i Kayyum'un bir cilve-i azamýna iþaret eden

 

لاَ تَاْخُذُهُ سِنَةٌ وَلاَنَوْمٌ * مَا مِنْ دَابَّةٍ اِلاَّ هُوَ آخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا * لَهُ مَقَالِيدُ السَّموَاتِ وَ اْلاَرْضِ

 

sh: » (L: 325)

 

gibi âyetlerin iþaret ettiði hakikat-ý azamýn bir vechi þudur ki: Þu kâinattaki ecram-ý semaviyenin kýyamlarý, devamlarý, bekalarý; sýrr-ý Kayyumiyetle baðlýdýr. Eðer o cilve-i Kayyumiyet bir dakikada yüzünü çevirse, bir kýsmý Küre-i Arz'dan bin defa büyük milyonlarla küreler, feza-yý gayr-ý mütenahî boþluðunda daðýlacak, birbirine çarpacak, ademe dökülecekler. Nasýlki meselâ: Havada -tayyareler yerinde- binler muhteþem kasýrlarý kemal-i intizamla durdurup seyahat ettiren bir zatýn kayyumiyet iktidarý, o havadaki saraylarýn sebat ve nizam ve devamlarý ile ölçülür.. öyle de: O Zat-ý Kayyum-u Zülcelâl'in madde-i esîriye içinde hadsiz ecram-ý semaviyeye nihayet derecede intizam ve mizan içinde sýrr-ý kayyumiyetle bir kýyam, bir beka, bir devam vererek, bazýsý Küre-i Arz'dan bin ve bir kýsmý bir milyon defa büyük milyonlarla azîm küreleri direksiz, istinadsýz, boþlukta durdurmakla beraber, herbirini bir vazife ile tavzif edip gâyet muhteþem bir ordu þeklinde "Emr-i Kün Feyekûn"den gelen fermanlara kemal-i inkýyadla itaat ettirmesi, Ýsm-i Kayyum'un azamî cilvesine bir ölçü olduðu gibi, herbir mevcudun zerreleri dahi, yýldýzlar gibi sýrr-ý kayyumiyetle kaim ve o sýr ile beka ve devam ediyorlar. Evet bir zîhayatýn cesedindeki zerrelerin herbir âzaya mahsus bir heyet ile küme küme toplanýp daðýlmadýklarý ve sel gibi akan unsurlarýn fýrtýnalarý içinde vaziyetlerini muhafaza edip daðýlmamalarý ve muntazaman durmalarý, bilbedahe kendi kendilerinden olmayýp, belki sýrr-ý kayyumiyetle olduðundan; herbir cesed muntazam bir tabur, herbir nevi muntazam bir ordu hükmünde olarak bütün zîhayat ve mürekkebatýn zemin yüzünde ve yýldýzlarýn feza âleminde durmalarý ve gezmeleri gibi, bu zerreler dahi hadsiz dilleriyle sýrr-ý kayyumiyeti ilân ederler.

 

Ýkinci Mes'ele: Eþyanýn sýrr-ý kayyumiyetle münasebetdar faidelerinin ve hikmetlerinin bir kýsmýna iþaret etmeyi, bu makam iktiza ediyor.

 

Evet herþeyin hikmet-i vücudu ve gaye-i fýtratý ve faide-i hilkatý ve netice-i hayatý üçer nevidir:

 

Birinci nevi, kendine ve insana ve insanýn maslahatlarýna bakar.

 

Ýkinci nevi, daha mühimdir ki: Herþey, umum zîþuur mütalaa edebilecek ve Fâtýr-ý Zülcelâl'in cilve-i Esmâsýný bildirecek birer âyet, birer mektub, birer kitab, birer kaside hükmünde olarak mânâlarýný hadsiz okuyucularýna ifade etmesidir.

 

Üçüncü nevi ise, Sâni-i Zülcelâl'e aittir, ona bakar. Herþeyin faidesi ve neticesi kendine bakan bir ise, Sâni-i Zülcelâl'e bakan yüzlerdir ki, Sâni-i Zülcelâl kendi acaib-i san'atýný kendisi temaþa eder; kendi cilve-i Esmâsýna, kendi masnuatýnda bakar. Bu azamî üçüncü nevide, bir saniye kadar yaþamak kâfidir.

 

sh: » (L: 326)

 

Hem herþeyin vücudunu iktiza eden bir sýrr-ý kayyumiyet var ki, Üçüncü Þua'da izah edilecek.

 

Bir zaman týlsým-ý kâinat ve muamma-yý hilkat cilvesiyle mevcudatýn hikmetlerine ve faidelerine baktým, dedim: "Acaba bu eþya neden böyle kendini gösteriyorlar, çabuk kaybolup gidiyorlar?" Onlarýn þahsýna bakýyorum; muntazam, hikmetli giyinmiþ, giydirilmiþ, süslendirilmiþ, sergiye temaþagâha gönderilmiþ. Halbuki bir iki günde, belki bir kýsmý birkaç dakikada kaybolup; faidesiz boþuboþuna gidiyorlar. Bu kýsa zamanda bize görünmelerinden maksad nedir? diye çok merak ediyordum. O zaman mevcudatýn, hususan zîhayatýn dünya dershanesine gelmelerinin mühim bir hikmetini lütf-u Ýlahî ile buldum. O da þudur: Herþey, hususan zîhayat, gâyet manidar bir kelime, bir mektub, bir kaside-i Rabbanîdir; bir ilânname-i Ýlahîdir. Umum zîþuurun mütalaasýna mazhar olduktan ve hadsiz mütalaacýlara mânâsýný ifade ettikten sonra, lafzý ve hurufu hükmündeki suret-i cismaniyesi kaybolur... Bir sene kadar bu hikmet bana kâfi geldi. Bir sene sonra masnuatta ve bilhassa zîhayatlarda bulunan çok harika ve pek ince san'atýn mu'cizeleri inkiþaf etti. Anladým ki: Bu çok ince ve çok harika olan dekaik-ý san'at, yalnýz zîþuurlarýn nazarlarýna ifade-i mânâ için deðildir. Gerçi herbir mevcudu, hadsiz zîþuurlar mütalaa edebilir. Fakat hem onlarýn mütalaasý mahduddur, hem de herkes o zîhayatýn bütün dekaik-ý san'atýna nüfuz edemezler. Demek zîhayatlarýn en mühim netice-i hilkatý ve en büyük gaye-i fýtratý, Zat-ý Kayyum-u Ezelî'nin kendi nazarýna, kendi acaib-i san'atýný ve verdiði rahîmane hediyelerini ve ihsanlarýný arzetmektir. Bu gaye ise, çok zaman bana kanaat verdi ve ondan anladým ki: Her mevcudda, hususan zîhayatlarda hadsiz dekaik-ý san'at bulunmasý, Zat-ý Kayyum-u Ezelî'nin nazarýna arzetmek, yâni Zat-ý Kayyum-u Ezelî kendi san'atýný kendisi temaþa etmek olan hikmet-i hilkat, o büyük masarife kâfi geliyordu. Bir zaman sonra gördüm ki: Mevcudatýn þahýslarýnda ve suretlerindeki dekaik-ý san'at devam etmiyor; gâyet sür'atle tazeleniyor, tebeddül ediyor; nihayetsiz bir faaliyet ve bir hallakýyet içinde tahavvül ediyorlar. Bu hallakýyet ve bu faaliyetin hikmeti elbette o faaliyet derecesinde büyük olmak lâzým geliyor, diye tefekküre baþladým. Bu defa mezkûr iki hikmet kâfi gelmemeye baþladýlar, noksan kaldýlar. Gâyet merak ile ayrý bir hikmeti aramaya ve taharriye baþladým. Bir zaman sonra, lillahilhamd Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan'ýn feyzi ile, sýrr-ý kayyumiyet noktasýnda azîm hadsiz bir hikmet, bir gaye göründü. Ve onun ile "týlsým-ý kâinat" ve "muamma-yý hilkat" tabîr edilen bir sýrr-ý Ýlahî anlaþýldý. (Yirmidördüncü Mektub'da tafsilen beyan edildiðinden, burada yalnýz icmalen iki-üç noktasýný Üçüncü Þua'da zikredeceðiz.) Evet sýrr-ý kayyumiyetin

 

sh: » (L: 327)

 

cilvesine bu noktadan bakýnýz ki; bütün mevcudatý ademden çýkarýp, herbirisini bu nihayetsiz fezada اَللَّهُ الّذِى رَفَعَ السّموَاتِ بِغَيْرِ عَمَدٍ تَرَوْنَهَا sýrrýyla durdurup, kýyam ve beka verip, umumunu böyle sýrr-ý kayyumiyetin tecellisine mazhar eyliyor. Eðer bu nokta-i istinad olmazsa; hiçbir þey kendi baþýyla durmaz. Hadsiz bir boþlukta yuvarlanýp ademe sukut edecek.

 

Hem nasýlki bütün mevcudat, vücudlarý ve kýyamlarý ve bekalarý cihetinde Kayyum-u Zülcelâl'e dayanýyorlar; kýyamlarý onunladýr.. öyle de: Mevcudatýn keyfiyat ve ahvalinde binler silsilelerin; (temsilde hata olmasýn) telefon, telgraf silsilelerinin merkezi ve santral direði hükmünde olan sýrr-ý kayyumiyette وَ اِلَيْهِ يُرْجَعُ اْلاَمْرُ كُلُّهُ sýrrýyla, uçlarý baðlýdýr. Eðer o nuranî nokta-i istinada dayanmazlarsa, ehl-i akýlca muhal ve bâtýl olan binler devirler ve teselsüller lâzým gelecek; belki, mevcudat adedince bâtýl olan devirler ve teselsüller lâzým gelir. Meselâ: Bu þey (hýfz veya nur veya vücud veya rýzýk gibi) bir cihette buna dayanýr, bu da ötekine, o da ona.. gitgide herhalde nihayetsiz olamaz, bir nihayeti bulunacak. Ýþte, bütün böyle silsilelerin müntehalarý, elbette sýrr-ý kayyumiyettir. Sýrr-ý kayyumiyet anlaþýldýktan sonra, o mevhum silsilelerde birbirine dayanmak rabýtasý ve mânâsý kalmaz, kalkar; herþey doðrudan doðruya sýrr-ý kayyumiyete bakar.

 

Üçüncü Þua:

 

كُلَّ يَوْمٍ هُوَ فِى شَاْنٍ * فَعّالٌ لِمَا يُرِيدُ * يَخْلُقُ مَا يَشَاءُ * بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ * فَانْظُرْ اِلَى آثَارِ رَحْمَةِ اللّهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا

 

gibi âyetlerin iþaret ettikleri hallakýyet-i Ýlahiye ve faaliyet-i Rabbaniye içindeki sýrr-ý kayyumiyetin bir derece inkiþafýna, bir iki mukaddeme ile iþaret edeceðiz.

 

Birincisi: Þu kâinata baktýðýmýz vakit görüyoruz ki: Zaman seylinde mütemadiyen çalkanan ve kafile kafile arkasýndan gelip geçen mahlûkatýn bir kýsmý, bir saniyede gelir, der-akab kaybolur. Bir taifesi, bir dakikada gelir, geçer. Bir nev'i, bir saat âlem-i þEhadete uðrar, âlem-i

 

sh: » (L: 328)

 

gayba girer. Bir kýsmý bir günde, bir kýsmý bir senede, bir kýsmý bir asýrda, bir kýsmý da asýrlarda bu âlem-i þEhadete gelip, konup; vazife görüp gidiyorlar. Bu hayret verici seyahat ve seyeran-ý mevcudat, o sefer ve seyelan-ý mahlûkat öyle bir intizam ve mizan ve hikmetle sevk ve idare edilir ve onlara ve o kafilelere kumandanlýk eden öyle basirane, hakîmane, müdebbirane kumandanlýk ediyor ki; bütün akýllar faraza ittihad edip bir tek akýl olsa, o hakîmane idarenin künhüne yetiþemez ve kusur bulup tenkid edemez.

 

Ýþte bu hallakýyet-i Rabbaniyenin içinde; o sevimli ve sevdiði masnuatýn hususan zîhayatlarýn hiçbirine göz açtýrmayarak âlem-i gayba gönderiyor, hiçbirine nefes aldýrmayarak dünyadaki hayattan terhis ediyor, mütemadiyen bu misafirhane-i âlemi doldurup misafirlerin rýzasý olmayarak boþaltýyor; kalem-i kaza ve kader, Küre-i Arz'ý yazar bozar tahtasý gibi yaparak يُحْيِى وَ يُمِيتُ cilveleriyle mütemadiyen Küre-i Arz'da yazýlarýný yazar ve o yazýlarý tazelendirir, tebdil eder.

 

Ýþte bu faaliyet-i Rabbaniyenin ve bu hallakýyet-i Ýlahiyenin bir sýrr-ý hikmeti ve esaslý bir muktazîsi ve bir sebeb-i dâîsi, üç mühim þubeye ayrýlan hadsiz, nihayetsiz bir hikmettir. O hikmetin birinci þubesi þudur ki: Faaliyetin her nev'i cüz'î olsun, küllî olsun bir lezzet verir. Belki her faaliyette bir lezzet var. Belki faaliyet ayn-ý lezzettir. Belki faaliyet, ayn-ý lezzet olan vücudun tezahürüdür ve ayn-ý elem olan ademden tebaud ile silkinmesidir. Evet her kabiliyet sahibi, bir faaliyetle kabiliyetinin inkiþafýný lezzetle takib eder. Herbir istidadýn faaliyetle tezahür etmesi, bir lezzetten gelir ve bir lezzeti netice verir. Herbir kemal sahibi, faaliyetle kemalâtýnýn tezahürünü lezzetle takib eder. Madem herbir faaliyette böyle sevilir, istenilir bir kemal, bir lezzet vardýr ve faaliyet dahi, bir kemaldir ve madem zîhayat âleminde daimî ve ezelî bir hayattan neþ'et eden hadsiz bir muhabbetin, nihayetsiz bir merhametin cilveleri görünüyor ve o cilveler gösteriyor ki, kendini böyle sevdiren ve seven ve þefkat edip lütuflarda bulunan zatýn kudsiyetine lâyýk ve vücub-u vücuduna münasib o hayat-ý sermediyenin muktezasý olarak hadsiz derecede (tabîrde hata olmasýn) bir aþk-ý lahûtî, bir muhabbet-i kudsiye, bir lezzet-i mukaddese gibi þuunat-ý kudsiye o Hayat-ý Akdes'te var ki, o þuunat böyle hadsiz faaliyetle ve nihayetsiz bir hallakýyetle kâinatý daima tazelendiriyor, çalkalandýrýyor, deðiþtiriyor.

 

Sýrr-ý kayyumiyete bakan hadsiz faaliyet-i Ýlahiyedeki hikmetin ikinci þubesi: Esmâ-i Ýlahiyeye bakar. Malûmdur ki herbir cemal sahibi, kendi cemalini görmek ve göstermek ister; herbir hüner sahibi,

 

sh: » (L: 329)

 

kendi hünerini teþhir ve ilân etmekle nazar-ý dikkati celbetmek ister ve sever; ve hüneri gizli kalmýþ bir güzel hakikat ve güzel bir mânâ, meydana çýkmak ve müþterileri bulmak ister ve sever. Madem bu esaslý kaideler, herþeyde derecesine göre cereyan ediyor; elbette Cemil-i Mutlak olan Zat-ý Kayyum-u Zülcelâl'in binbir Esmâ-i hüsnasýndan herbir ismin, kâinatýn þEhadetiyle ve cilvelerinin delâletiyle ve nakýþlarýnýn iþaretiyle, her birisinin herbir mertebesinde hakikî bir hüsün, hakikî bir kemal, hakikî bir cemal ve gâyet güzel bir hakikat, belki herbir ismin herbir mertebesinde hadsiz envâ-ý hüsünle hadsiz hakaik-i cemile vardýr. Madem bu Esmânýn kudsî cemallerini irae eden âyineleri ve güzel nakýþlarýný gösteren levhalarý ve güzel hakikatlarýný ifade eden sahifeleri, bu mevcudattýr ve bu kâinattýr. Elbette o daimî ve bâki Esmâ, hadsiz cilvelerini ve nihayetsiz manidar nakýþlarýný ve kitablarýný; hem müsemmalarý olan Zat-ý Kayyum-u Zülcelâl'in nazar-ý müþahedesine, hem hadd ü hesaba gelmeyen zîruh ve zîþuur mahlûkatýn nazar-ý mütalaasýna göstermek ve nihayetli mahdud bir þeyden nihayetsiz levhalarý ve bir tek þahýstan pek çok þahýslarý ve bir hakikattan pek kesretli hakikatlarý göstermek için, o aþk-ý mukaddes-i Ýlahîye istinaden ve o sýrr-ý kayyumiyete binaen, kâinatý umumen ve mütemadiyen cilveleriyle tazelendiriyorlar, deðiþtiriyorlar.

 

Dördüncü Þua:

 

Kâinattaki hayret-nüma faaliyet-i daimenin hikmetinin üçüncü þubesi þudur ki: Herbir merhamet sahibi, baþkasýný memnun etmekten mesrur olur; herbir þefkat sahibi, baþkasýný mesrur etmekten memnun olur; herbir muhabbet sahibi, sevindirmeye lâyýk mahluklarý sevindirmekle sevinir; herbir âlîcenab zat, baþkasýný mes'ud etmekle lezzet alýr; herbir adil zat, ihkak-ý hak etmek ve müstehaklara ceza vermekte hukuk sahiblerini minnetdar etmekle keyiflenir; hüner sahibi herbir san'atkâr, san'atýný teþhir etmekle ve san'atýnýn tasavvur ettiði tarzda iþlemesiyle ve istediði neticeleri vermesiyle iftihar eder.

 

Ýþte bu mezkûr düsturlarýn herbiri birer kaide-i esasiyedir ki, kâinatta ve âlem-i insaniyette cereyan ediyorlar. Bu kaidelerin Esmâ-i Ýlahiyede cereyan ettiklerini gösteren üç misal, Otuzikinci Söz'ün Ýkinci Mevkýfýnda izah edilmiþtir. Bir hülâsasý bu makamda yazýlmasý münasib olduðundan, deriz:

 

Nasýlki meselâ gâyet merhametli, sehavetli, gâyet kerim âlîcenab bir zat, fýtratýndaki âlî seciyelerin muktezasýyla büyük bir seyahat gemisine, çok muhtaç ve fakir insanlarý bindirip, gâyet mükemmel ziyafetlerle, ikramlarla o muhtaç fakirleri memnun ederek denizlerde Arz'ýn et

 

sh: » (L: 330)

 

rafýnda gezdirir ve kendisi de onlarýn üstünde, onlarý mesrurane temaþa ederek o muhtaçlarýn minnetdarlýklarýndan lezzet alýr ve onlarýn telezzüzlerinden mesrur olur ve onlarýn keyiflerinden sevinir, iftihar eder. Madem böyle bir tevziat memuru hükmünde olan bir insan, böyle cüz'î bir ziyafet vermekten bu derece memnun ve mesrur olursa.. elbette bütün hayvanlarý ve insanlarý ve hadsiz melekleri ve cinleri ve ruhlarý, bir sefine-i Rahmânî olan Küre-i Arz gemisine bindirerek; rûy-i zemini, envâ-ý mat'umatla ve bütün duygularýn ezvak ve erzakýyla doldurulmuþ bir sofra-i Rabbaniye þeklinde onlara açmak ve o muhtaç ve müteþekkir ve minnetdar ve mesrur mahlûkatýný aktar-ý kâinatta seyahat ettirmekle ve bu dünyada bu kadar ikramlarla onlarý mesrur etmekle beraber, dâr-ý bekada Cennetlerinden herbirini ziyafet-i daime için birer sofra yapan Zat-ý Hayy-ý Kayyum'a ait olarak o mahlûkatýn teþekkürlerinden ve minnetdarlýklarýndan ve mesruriyetlerinden ve sevinçlerinden gelen ve tabîrinde âciz olduðumuz ve me'zun olmadýðýmýz þuunat-ý Ýlahiyeyi, "memnuniyet-i mukaddese" "iftihar-ý kudsî" ve "lezzet-i mukaddese" gibi isimlerle iþaret edilen maânî-i Rubûbiyettir ki, bu daimî faaliyeti ve mütemadi hallakýyeti iktiza eder.

 

Hem meselâ bir mâhir san'atkâr, plâksýz bir fonoðraf yapsa, o fonoðraf istediði gibi konuþsa, iþlese; san'atkârý ne kadar müftehir olur, mütelezziz olur; kendi kendine "Mâþâallah" der. Madem îcadsýz ve sûrî bir küçük san'at, san'atkârýnýn ruhunda bu derece bir iftihar, bir memnuniyet hissi uyandýrýrsa, elbette bu mevcudatýn Sâni-i Hakîm'i, kâinatýn mecmuunu, hadsiz naðmelerin enva'ýyla sada veren ve ses verip tesbih eden ve zikredip konuþan bir musikî-i Ýlahiye ve bir fabrika-i acibe yapmakla beraber, kâinatýn herbir nev'ini, herbir âlemini ayrý bir san'atla ve ayrý san'at mu'cizeleriyle göstererek zîhayatlarýn kafalarýnda birer fonoðraf, birer fotoðraf birer telgraf gibi çok makineleri, hatta en küçük bir kafada dahi yapmakla beraber herbir insan kafasýna, deðil yalnýz plâksýz fonoðraf, birer âyinesiz fotoðraf, bir telsiz telgraf, belki bunlardan yirmi defa daha harika, her insanýn kafasýnda öyle bir makineyi yapmaktan ve istediði tarzda iþleyip neticeleri vermekten gelen iftihar-ý kudsî ve memnuniyet-i mukaddese gibi mânâlarý ve Rubûbiyetin bu nev'inden olan ulvî þuunatý; elbette ve herhalde bu faaliyet-i daimeyi istilzam eder.

 

Hem meselâ bir hükümdar-ý âdil, ihkak-ý hak için mazlumlarýn hakkýný zalimlerden almakla ve fakirleri kavîlerin þerrinden muhafaza etmekle ve herkese müstehak olduðu hakký vermekle lezzet almasý, iftihar etmesi, memnun olmasý; hükümdarlýðýn ve adâletin bir kaide-i esasiyesi olduðundan, elbette Hâkim-i Hakîm, Adl-i Âdil olan Zat-ý Hayy-ý Kayyu

 

sh: » (L: 331)

 

m'un bütün mahlûkatýna, hususan zîhayatlara "hukuk-u hayat" tabîr edilen þerait-i hayatiyeyi vermekle.. ve hayatlarýný muhafaza için onlara cihazat ihsan etmekle.. ve zaîfleri kavîlerin þerrinden Rahîmane himaye etmekle.. ve umum zîhayatlarda bu dünyada ihkak-ý hak etmek nev'i tamamen ve haksýzlara ceza vermek nev'i ise kýsmen sýrr-ý adâletin icrasýndan olmakla.. ve bilhassa mahkeme-i kübra-yý haþirde adâlet-i ekberin tecellisinden hasýl olan ve tabîrinde âciz olduðumuz þuunat-ý Rabbaniye ve maânî-i kudsiyedir ki, kâinatta bu faaliyet-i daimeyi iktiza ediyor.

 

Ýþte bu üç misal gibi; Esmâ-i hüsnanýn umumunda, herbirisi bu faaliyet-i daimede böyle kudsî bazý þuunat-ý Ýlahiyeye medâr olduklarýndan, hallakýyet-i daimeyi iktiza ederler. Hem madem her kabiliyet, herbir istidad, inbisat ve inkiþaf edip semere vermekle bir ferahlýk, bir geniþlik, bir lezzet verir.. hem madem her vazifedar, vazifesini yapmak ve bitirmekle, vazifesinden terhisinde büyük bir rahatlýk, bir memnuniyet hisseder.. ve madem bir tek tohumdan bir çok meyveleri almak ve bir dirhemden yüz dirhem kâr kazanmak, sahiblerine çok sevinçli bir hâlettir, bir ticarettir. Elbette bütün mahlûkattaki hadsiz istidadlarý inkiþaf ettiren ve bütün mahlûkatýný kýymetdar vazifelerde istihdam ettikten sonra terakkivari terhis ettiren, yâni unsurlarý, madenler mertebesine; madenleri, nebatlar hayatýna; nebatlarý, rýzýk vasýtasýyla hayvanlarýn derece-i hayatýna; ve hayvanlarý insanlarýn þuurkârane olan yüksek hayatýna çýkarýyor.

 

Ýþte herbir zîhayatýn zâhirî bir vücudunun zevaliyle; (Yirmidördüncü Mektub'da izah edildiði gibi) ruhu, mahiyeti, hüviyeti, sureti gibi pek çok vücudlarýný arkasýnda býraktýran ve yerinde vazife baþýna geçiren faaliyet-i daime ve hallakýyet-i Rabbaniyeden neþ'et eden maânî-i kudsiyenin ve Rubûbiyet-i Ýlahiyyenin ne kadar ehemmiyetli olduklarý anlaþýlýr.

 

Mühim bir suale kat'î bir cevap: Ehl-i dalâletten bir kýsmý diyorlar ki: "Kâinatý bir faaliyet-i daime ile taðyir ve tebdil eden zatýn, elbette kendisinin de mütegayyir ve mütehavvil olmasý lâzým gelir."

 

Elcevap: Hâþâ!.. Yüzbin defa hâþâ!.. Yerdeki âyinelerin tegayyürü, gökteki Güneþ'in tegayyürünü deðil, bilakis cilvelerinin tazelendiðini gösterir. Hem ezelî, ebedî, sermedî, her cihetçe kemal-i mutlakta ve istiðna-yý mutlakta, maddeden mücerred, mekândan, kayýddan, imkândan münezzeh, müberra, muallâ olan bir Zat-ý Akdes'in tegayyürü ve tebeddülü muhaldir. Kâinatýn tegayyürü, onun tegayyürüne deðil, belki adem-i tegayyürüne ve gayr-ý mütehavvil olduðuna delildir. Çünki: müteaddid

 

sh: » (L: 332)

 

þeyleri intizamla daimî taðyir ve tahrik eden bir zat, mütegayyir olmamak ve hareket etmemek lâzým gelir. Meselâ; sen çok iplerle baðlý çok gülleleri ve toplarý çevirdiðin ve daimî intizamla tahrik edip vaziyetler verdiðin vakit, senin yerinde durup tegayyür ve hareket etmemekliðin gerektir. Yoksa o intizamý bozacaksýn.

 

Meþhurdur ki: Ýntizamla tahrik eden, hareket etmemek ve devam ile taðyir eden, mütegayyir olmamak gerektir; tâ ki o iþ intizamla devam etsin.

 

Sâniyen: Tegayyür ve tebeddül; hudûstan ve tekemmül etmek için tazelenmekten ve ihtiyaçtan ve maddîlikten ve imkândan ileri geliyor. Zat-ý Akdes ise hem kadîm, hem her cihetçe kemal-i mutlakta, hem istiðna-yý mutlakta, hem maddeden mücerred, hem Vâcib-ül Vücud olduðundan; elbette tegayyür ve tebeddülü muhaldir, mümkün deðildir.

 

Beþinci Þua: Ýki mes'eledir:

 

Birinci Mes'elesi: Ýsm-i Kayyum'un cilve-i azamýný görmek istersek, hayalimizi bütün kâinatý temaþa edecek; biri, en uzak þeyleri; diðeri, en küçük zerreleri gösterecek iki dürbin yapýp birinci dürbinle bakýyoruz, görüyoruz ki: Ýsm-i Kayyum'un cilvesiyle, Küre-i Arz'dan bin defa büyük milyonlar küreler, yýldýzlar, direksiz olarak havadan daha lâtif olan madde-i esîriye içinde kýsmen durdurulmuþ, kýsmen vazife için seyahat ettiriliyor. Sonra o hayalin hurdebini olan ikinci dürbünüyle, küçük zerratý görecek bir suretle bakýyoruz. O sýrr-ý kayyumiyetle, zîhayat mahlûkat-ý Arziyenin herbirinin zerrat-ý vücudiyeleri, yýldýzlar gibi muntazam bir vaziyet alýp hareket ediyorlar ve vazifeler görüyorlar. Hususan zîhayatýn kanýndaki "küreyvat-ý hamra ve beyza" tabîr ettikleri zerrelerden teþekkül eden küçücük kütleleri, seyyar yýldýzlar gibi, mevlevîvari iki hareket-i muntazama ile hareket ediyorlar görüyoruz.

 

Bir hülâsat-ül hülâsa: (Haþiye) Ýsm-i azamýn altý ismi, ziyadaki yedi renk gibi imtizac ederek teþkil ettikleri ziya-yý kudsiyeye bakmak için, bir hülâsanýn zikri münasibdir. Þöyle ki:

 

 

 

Bütün kâinatýn mevcudatýný böyle durduran, beka ve kýyam veren, Ýsm-i Kayyum'un bu cilve-i azamýnýn arkasýndan bak: Ýsm-i Hayy'ýn cilve-i azamý, o bütün mevcudat-ý zîhayatý cilvesiyle þu'lelendirmiþ, kâinatý nurlandýrmýþ, bütün zîhayat mevcudatý cilvesiyle yaldýzlýyor. Þimdi bak:

 

________________________________

 

(Haþiye) : Otuzuncu Lem'anýn altý Risaleciðinin esasý ve mevzuu ve ism-i azamýnýn sýrrýný taþýyan altý mukaddes isimlerin gâyet kýsa bir hülâsalarýdýr.

 

sh: » (L: 333)

 

Ýsm-i Hayy'ýn arkasýnda Ýsm-i Ferd'in cilve-i azamý, bütün kâinatý enva'ýyla, eczasýyla bir vahdet içine alýyor; herþeyin alnýna bir Sikke-i vahdet koyuyor; her þeyin yüzüne bir hâtem-i Ehadiyet basýyor; nihayetsiz ve hadsiz dillerle cilvesini ilân ettiriyor. Þimdi Ýsm-i Ferd'in arkasýndan Ýsm-i Hakem'in cilve-i azamýna bak ki; yýldýzlardan zerrelere kadar, hayalin iki dürbünüyle temaþa ettiðimiz mevcudatýn herbirisini, cüz'î olsun, küllî olsun, en büyük daireden en küçük daireye kadar, herbirine lâyýk ve münasib olarak meyvedar bir nizam ve hikmetli bir intizam ve semeredar bir insicam içine almýþ, bütün mevcudatý süslendirmiþ, yaldýzlandýrmýþ. Sonra Ýsm-i Hakem'in cilve-i azamý arkasýndan bak ki, Ýsm-i Adl'in cilve-i azamýyla (Ýkinci Nükte'de izah edildiði vechile) bütün kâinatý mevcudatýyla, faaliyet-i daime içinde öyle hayretengiz mizanlarla, ölçülerle, tartýlarla idare eder ki; ecram-ý semaviyeden biri, bir saniye de müvazenesini kaybetse; yâni Ýsm-i Adl'in cilvesi altýndan çýksa, yýldýzlar içinde bir herc ü merce, bir kýyamet kopmasýna sebebiyet verecek. Ýþte bütün mevcudatýn daire-i azamý, Kehkeþan'dan yâni Samanyolu tabîr edilen mýntýka-i kübradan tut, tâ kan içindeki küreyvat-ý hamra ve beyzanýn daire-i hareketlerine kadar herbir dairesini, herbir mevcudunu hassas bir mizan, bir ölçü ile biçilmiþ bir þekil ve bir vaziyetle baþtan baþa yýldýzlar ordusundan, tâ zerreler ordusuna kadar bütün mevcudatýn "Emr-i Kün Feyekûn"den gelen emirlere kemal-i müsahhariyetle itaat ettiklerini gösteriyor. Þimdi Ýsm-i Adl'in cilve-i azamý arkasýndan (Birinci Nükte'de izah edildiði gibi) Ýsm-i Kuddüs'ün cilve-i azamýna bak ki; kâinatýn bütün mevcudatýný öyle temiz, pâk, sâfi, güzel, süslü, berrak yapar gösterir ki; bütün kâinata ve bütün mevcudata Cemil-i Mutlak'ýn hadsiz derecede cemal-i zatîsine lâyýk ve nihayetsiz güzel olan Esmâ-i hüsnasýna münasib olacak güzel âyineler þeklini vermiþtir.

 

Elhasýl: Ýsm-i azamýn bu altý ismi ve altý nuru, kâinatý ve mevcudatý ayrý ayrý güzel renklerde, çeþit çeþit nakýþlarda, baþka baþka zînetlerde bulunan yaldýzlý perdeler içinde mevcudatý sarmýþtýr.

 

Beþinci Þua'nýn Ýkinci Mes'elesi: Kâinata tecelli eden kayyumiyetin cilvesi, vâhidiyet ve celal noktasýnda olduðu gibi, kâinatýn merkezi ve medârý ve zîþuur meyvesi olan insanda dahi, kayyumiyetin cilvesi Ehadiyet ve cemal noktasýnda tezahürü var. Yâni nasýlki kâinat sýrr-ý kayyumiyetle kaimdir.. öyle de Ýsm-i Kayyum'un mazhar-ý ekmeli olan insan ile, bir cihette kâinat kýyam bulur; yâni kâinatýn ekser hikmetleri, maslahatlarý, gayeleri insana baktýðý için, güya insandaki cilve-i kayyumiyet, kâinata bir direktir. Evet Zat-ý Hayy-ý Kayyum, bu kâinatta insaný irade etmiþ ve kâinatý onun için yaratmýþ denilebilir. Çünki in

 

sh: » (L: 334)

 

san, câmiiyet-i tâmme ile bütün Esmâ-i Ýlahiyeyi anlar, zevkeder. Hususan rýzktaki zevk cihetiyle pek çok Esmâ-i hüsnayý anlar. Halbuki melaikeler, onlarý o zevk ile bilemezler.

 

Ýþte insanýn bu ehemmiyetli câmiiyetidir ki: Zat-ý Hayy-ý Kayyum, insana bütün Esmâsýný ihsas etmek ve bütün envâ-ý ihsanatýný tattýrmak için öyle iþtihalý bir mîde vermiþ ki, o mîdenin geniþ sofrasýný hadsiz envâ-ý mat'umatýyla kerîmane doldurmuþ. Hem bu maddî mîde gibi hayatý da bir mîde yapmýþ. O hayat mîdesine duygular, eller hükmünde gâyet geniþ bir sofra-i nimet açmýþ. O hayat ise, duygularý vasýtasýyla, o sofra-i nimetten her çeþit istifadeler ile, teþekküratýn her nev'ini yapar. Ve bu hayat mîdesinden sonra bir insaniyet mîdesini vermiþ ki, o mîde, hayattan daha geniþ bir dairede rýzk ve nimet ister. Akýl ve fikir ve hayal, o mîdenin elleri hükmünde, semavat ve zemin geniþliðinde, o sofra-i Rahmetten istifade edip þükreder. Ve insaniyet mîdesinden sonra hadsiz geniþ diðer bir sofra-i nimet açmak için, Ýslâmiyet ve îman akidelerini, çok rýzk ister bir mânevî mîde hükmüne getirip, onun rýzk sofrasýnýn dairesini mümkinat dairesinin haricinde geniþletip, Esmâ-i Ýlahiyeyi de içine alýr kýlmýþtýr ki, o mîde ile Ýsm-i Rahmân'ý ve Ýsm-i Hakîm'i en büyük bir zevk-i rýzkî ile hisseder. "Elhamdülillahi alâ Rahmâniyyetihi ve alâ Hakîmiyyetihi" der ve hakeza.. bu mânevî mîde-i kübra ile hadsiz nimet-i Ýlahiyeden istifade edebilir ve bilhassa o mîdedeki muhabbet-i Ýlahiye zevkinin daha baþka bir dairesi var.

 

Ýþte Zat-ý Hayy-ý Kayyum, insaný bütün kâinata bir merkez, bir medâr yaparak, kâinat kadar geniþ bir sofra-i nimet insana açtýðýnýn ve kâinatý insana müsahhar ettiðinin ve kâinatýn insan ile mazhar olduðu sýrr-ý kayyumiyetle bir cihette kaim olduðunun hikmeti ise, insanýn mühim üç vazifesidir.

 

Birincisi: Kâinatta münteþir bütün envâ-ý nimeti insanla tanzim etmek ve insanýn menfaatý ipiyle tesbih taneleri gibi tanzim eder, nimetlerin iplerinin uçlarýný insanýn baþýna baðlar, Rahmet hazinelerinin umum çeþitlerine insaný bir liste hükmüne getirir.

 

 

 

Ýkinci Vazifesi: Zat-ý Hayy-ý Kayyum'un hitabatýna, insan câmiiyeti haysiyetiyle en mükemmel muhatab olmak ve hayretkârane san'atlarýný takdir ve tahsin etmekle en yüksek sesli bir dellâl olmak ve þuurdarane teþekküratýn bütün enva'ýyla, bütün envâ-ý nimetine ve çeþit çeþit hadsiz ihsanatýna þükür ve hamd ü sena etmektir.

 

Üçüncü Vazifesi: Hayatý ile, üç cihetle Zat-ý Hayy-ý Kayyum'a ve þuunatýna ve sýfât-ý muhitasýna âyinedarlýk etmektir.

 

sh: » (L: 335)

 

Birinci Vecih: Ýnsan kendi acz-i mutlakýyla, Hâlýkýnýn kudret-i mutlakasýný ve derecatýný; ve aczin dereceleriyle, kudretin mertebelerini hissetmektir. Ve fakr-ý mutlakýyla Rahmetini ve Rahmetinin derecelerini idrak etmek ve zaafýyla onun kuvvetini anlamaktýr. Ve hakeza.. noksan sýfatlarýyla Hâlýkýnýn evsaf-ý kemaline mikyasvari âyine olmak. Gecede nurun daha ziyade parlamasýna nazaran, gece zulmetinin elektrik lâmbalarýný göstermeðe mükemmel bir âyine olduðu gibi, insan dahi böyle nâkýs sýfatlarýyla kemalât-ý Ýlahiyeye âyinedarlýk eder.

 

Ýkinci Vecih: Ýnsan, cüz'î iradesiyle ve azýcýk ilmiyle ve küçücük kudretiyle ve zâhirî mâlikiyetiyle ve hanesini bina etmesiyle, bu kâinat ustasýnýn mâlikiyetini ve san'atýný ve iradesini ve kudretini ve ilmini, kâinatýn büyüklüðü nisbetinde anlar, âyinedarlýk eder.

 

Üçüncü Vecih'teki âyinedarlýðýn iki yüzü var:

 

Birisi, Esmâ-i Ýlahiyenin ayrý ayrý nakýþlarýný kendinde göstermektir. Âdeta insan, câmiiyetiyle kâinatýn küçük bir fihristesi ve bir misal-i musaggarasý hükmünde olup, umum Esmânýn nakýþlarýný gösteriyor.

 

Ýkinci yüzü, þuunat-ý Ýlahiyeye âyinedarlýk eder. Yâni kendi hayatýyla Zat-ý Hayy-ý Kayyum'un hayatýna iþaret ettiði gibi, kendi hayatýnda inkiþaf eden sem' ve basar gibi duygularýn vasýtasýyla, Zat-ý Hayy-ý Kayyum'un sem' ve basar gibi sýfatlarýna âyinedarlýk eder, bildirir.

 

Hem insan hayatýnda bulunan ve inkiþaf etmeyen ve his ve hassasiyet suretinde galeyan eden ve kesretli bir surette olan çok ince hayatî duygular, mânâlar ve hisler vasýtasýyla, Zat-ý Hayy-ý Kayyum'un þuunat-ý kudsiyesine âyinedarlýk eder. Meselâ: O hassasiyet içinde; sevmek, iftihar etmek, memnun olmak, mesrur olmak, müferrah olmak gibi mânâlar ile Zat-ý Akdes'in kudsiyetine ve gýna-yý mutlakýna münasib ve lâyýk olmak þartýyla, o neviden olan þuunatýna âyinedarlýk eder. Hem insan, nasýlki hayat-ý câmiasýyla Zat-ý Zülcelâl'in sýfât ve þuunatýna bir mikyas-ý marifettir ve cilve-i Esmâsýna bir fihristedir ve þuurlu bir âyinedir.. ve hakeza çok cihetlerle Zat-ý Hayy-ý Kayyum'a âyinedarlýk eder. Öyle de: Ýnsan, þu kâinatýn hakaiklerine bir vâhid-i kýyasîdir, bir fihristedir, bir mikyastýr ve bir mizandýr.

 

Meselâ: Kâinatta Levh-i Mahfuz'un gâyet kat'î bir delil-i vücudu ve bir nümunesi, insandaki kuvve-i hâfýzadýr ve âlem-i misalin vücuduna kat'î delil ve nümune, kuvve-i hayaliyedir (Haþiye) ve kâinattaki ruhanîlerin bir delil-i vücudu ve nümunesi, insandaki kuvvelerdir ve lâtifelerdir ve ha

 

_________________________________

 

(Haþiye): Evet nasýlki insanýn anasýrlarý, kâinatýn unsurlarýndan; ve kemikleri, taþ ve kayalarýndan; ve saçlarý nebat ve eþcarýndan; ve bedeninde cereyan eden kan ve gözünden, kulaðýndan burnundan ve aðzýndan akan ayrý ayrý sularý, Arz'ýn çeþmelerinden ve madenî sularýndan haber veriyorlar, delâlet edip onlara iþaret ediyorlar. Aynen öyle de; insanýn ruhu âlem-i ervâhtan ve hâfýzalarý Levh-i Mahfuz'dan ve kuvve-i hayaliyeleri âlem-i misalden.. ve hâkeza herbir cihazý bir âlemden haber veriyorlar. Ve onlarýn vücudlarýna kat'î þEhadet ederler.

 

sh: » (L: 336)

 

keza... Ýnsan, küçük bir mikyasta, kâinattaki hakaik-i îmaniyeyi þuhud derecesinde gösterebilir.

 

Ýþte insanýn mezkûr vazifeler gibi çok mühim hizmetleri var. Cemal-i bâkiye âyinedir, kemal-i sermedîye dellâl-ý mazhardýr ve Rahmet-i ebediyeye muhtac-ý müteþekkirdir. Madem cemal, kemal, Rahmet bâkidirler ve sermedîdirler; elbette o cemal-i bâkinin âyine-i müþtaký ve o kemal-i sermedînin dellâl-ý âþýký ve o Rahmet-i ebediyenin muhtac-ý müteþekkiri olan insan, bâki kalmak için, bir dâr-ý bekaya girecek ve o bâkilere refakat için ebede gidecek ve o ebedî cemal ve o sermedî kemal ve daimî Rahmete, ebed-ül âbâdda refakat etmek gerektir, lâzýmdýr. Çünki ebedî bir cemal, fâni bir müþtaka ve zâil bir dosta razý olmaz. Çünki cemal, kendini sevdiði için, sevmesine mukabil muhabbet ister. Zeval ve fena ise, o muhabbeti adavete kalbeder, çevirir. Eðer insan ebede gidip bâki kalmazsa, fýtratýndaki cemal-i sermedîye karþý olan esaslý muhabbet yerine adavet bulunacaktýr. Onuncu Söz'ün haþiyesinde beyan edildiði gibi: Bir zaman bir dünya güzeli, bir âþýkýný huzurundan çýkarýyor. O adamdaki aþk, birden adavete dönüyor ve diyor ki: "Tuh!.. Ne kadar çirkindir" diyerek, kendine teselli vermek için cemalinden küsüyor, cemalini inkâr ediyor. Evet insan bilmediði þeye düþman olduðu gibi, eli yetiþmediði veyahût tutamadýðý þeylerin adavetkârane kusurlarýný arar, âdeta düþmanlýk etmek ister. Madem bütün kâinatýn þEhadetiyle Mahbub-u Hakikî ve Cemil-i Mutlak, bütün güzel Esmâ-i hüsnasýyla kendini insana sevdiriyor ve insanlarýn kendini sevmelerini istiyor; elbette ve her halde, kendisinin hem mahbubu, hem habibi olan insana fýtrî bir adaveti verip derinden derine kendinden küstürmeyecek.. ve fýtraten en ziyade sevimli ve muhabbetli ve perestiþ için yarattýðý en müstesna mahluku olan insanýn fýtratýna bütün bütün zýd olarak bir gizli adaveti, insanýn ruhuna vermeyecek. Çünki insan, sevdiði ve kýymetini takdir ettiði bir Cemal-i Mutlak'tan ebedî ayrýlmaktan gelen derin yarasýný; ancak ona adavetle, ondan küsmekle ve onu inkâr etmekle tedavi edebilir. Ýþte kâfirlerin Allah'ýn düþmaný olmasý, bu noktadan ileri geliyor. Öyle ise, herhalde o Cemal-i Ezelî, kendisinin âyine-i müþtaký olan insan ile ebed-ül âbâd yolunda seyahatýnda beraber bulunmak için, alâküllihal bir dâr-ý bekada bir hayat-ý bâkiyeye insaný mazhar edecek. Evet madem insan fýtraten bir Cemal-i Bâki'ye müþtak ve muhib bir surette halkedilmiþtir.. ve madem bâki bir cemal, zâil bir müþtaka razý olamaz.. ve madem insan bilmediði veya yetiþemediði veya tutamadýðý bir maksuddan gelen hüzün ve elemden teselli bulmak için, o maksudun kusurunu bulmakla, belki gizli adavet etmekle kendini teskin eder.. ve madem bu kâinat, insan için halkedilmiþ ve insan ise marifet ve muhabbet-i Ýlahiyye

 

sh: » (L: 337)

 

için yaratýlmýþ.. ve madem bu kâinatýn Hâlýký, Esmâsýyla sermedîdir.. ve madem Esmâlarýnýn cilveleri daim ve bâki ve ebedî olacaktýr; elbette ve herhalde insan, bir dâr-ý bekaya gidecek ve bir hayat-ý bâkiyeye mazhar olacaktýr. Ve insanýn kýymetini ve vazifelerini ve kemalâtýný bildiren rehber-i azam ve insan-ý ekmel olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, insana dair beyan ettiðimiz bütün kemalâtý ve vazifeleri en ekmel bir surette kendinde ve dininde göstermesiyle gösteriyor ki: Nasýl kâinat insan için yaratýlmýþ ve kâinattan maksud ve müntehab insandýr; öyle de, insandan dahi en büyük maksud ve en kýymetdar müntehab ve en parlak âyine-i Ehad ve Samed, elbette Ahmed-i Muhammed'dir.

 

عَلَيْهِ وَ عَلَى آلِهِ الصَّلاَةُ و السَّلاَمُ بِعَدَدِ حَسَنَاتِ اُمَّتِهِ يَا اَللّهُ يَا رَحْمنُ يَا رَحِيمُ يَا فَرْدُ يَا حَىُّ يَا قَيُّومُ يَا حَكَمُ يَا عَدْلُ يَا قُدُّوسُ

 

نَسْئَلُكَ بِحَقِّ فُرْقَانِكَ الْحَكِيمِ وَبِحُرْمَةِ حَبِيبِكَ اْلاَكْرَمِ وَبِحَقِّ اَسْمَائِكَ الْحُسْنَى وَبِحُرْمَةِ اِسْمِكَ اْلاَعْظَمِ

 

اِحْفَظْنَا مِنْ شَرِّ النَّفْسِ وَالشَّيْطَانِ وَمِنْ شَرِّ الْجِنِّ وَاْلاِنْسَانِ آمِينَ

 

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

 

 

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

Gast
Dieses Thema wurde nun für weitere Antworten gesperrt.
×
×
  • Neu erstellen...