Zum Inhalt springen
Qries Qries Qries Qries Qries Qries

26. Lema


EMRE

Empfohlene Beiträge

Yirmialtýncý Lem'a

 

Ýhtiyarlar Lem'asý

 

(Yirmialtý rica ve ziya-yý teselliyi câmidir.)

 

ÝHTAR: Herbir "rica"nýn baþýnda mânevî derdimi gâyet elîm ve sizi müteessir edecek derecede yazdýðýmýn sebebi: Kur'an-ý Hakîm'den gelen ilâcýn fevkalâde tesirini göstermek içindir. Ýhtiyarlara ait bu Lem'a, üç dört cihetle hüsn-ü ifadeyi muhafaza edememiþ.

 

Birincisi: Sergüzeþt-i hayatýma ait olduðu için, o zamanlara hayalen gidip o hâlette yazýldýðýndan; ifade, intizamýný muhafaza edemedi.

 

Ýkincisi: Sabah namazýndan sonra gâyet yorgunluk hissettiðim bir zamanda, hem sür'ate mecburiyet tahtýnda yazýldýðýndan ifadede müþevveþiyet düþmüþ.

 

Üçüncüsü: Yanýmda daim yazacak bulunmadýðýndan, yanýmda bulunan kâtibin de Risale-i Nur'a ait dört beþ vazifesi olmakla, tashihatýna tam vakit bulamadýðýmýzdan intizamsýz kaldý.

 

Dördüncüsü: Te'lifin akabinde ikimiz de yorgun olarak, mânâyý dikkatle düþünemeyerek, gâyet sathî bir tashihle iktifa edildiðinden, tarz-ý ifadede elbette kusurlar bulunacak. Âlîcenab ihtiyarlardan, ifadedeki kusurlarýma nazar-ý müsamaha ile bakmak; ve Rahmet-i Ýlahiye boþ olarak döndürmediði mübarek ihtiyarlar, ellerini dergâh-ý Ýlahiyeye açtýklarý vakit bizi de dualarýnda dâhil etsinler.

 

 

 

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ

 

كهيعص *ذِكْرُ رَحْمَتِ رَبِّكَ عَبْدَهُ زَكَرِيَّا* اِذْْ نَادَى رَبَّهُ نِدَاءً خَفِيّاً *قَالَ رَبِّ اِنّىِ وَهَنَ الْعَظْمُ مِنّىِ وَاشْتَعَلَ الرَّاْسُ شَيْبًا وَلَمْ اَكُنْ بِدُعَائِكَ رَبِّ شَقِيّاً*

 

 

 

sh: » (L:210)

 

Þu Lem'a yirmialtý rîcadýr.

 

BÝRÝNCÝ RÝCA: Ey sinn-i kemale gelen muhterem ihtiyar kardeþler ve ihtiyare hemþireler! Ben de sizin gibi ihtiyarým. Ýhtiyarlýk zamanýnda arasýra bulduðum ricalarý ve o ricalardaki teselli nuruna sizi de teþrik etmek arzusuyla, baþýmdan geçen bazý hâlâtý yazacaðým. Gördüðüm ziya ve rastgeldiðim rica kapýlarý, elbette benim nâkýs ve müþevveþ istidadýma göre görülmüþ, açýlmýþ. Ýnþâallah sizlerin safi ve hâlis istidadlarýnýz, gördüðüm ziyayý parlattýracak; bulduðum ricayý daha ziyade kuvvetleþtirecek.

 

Ýþte gelecek o ricalarýn ve ziyalarýn menbaý, madeni, çeþmesi; îmandýr.

 

ÝKÝNCÝ RÝCA: Ýhtiyarlýða girdiðim zaman; bir gün güz mevsiminde, ikindi vaktinde, yüksek bir daðda dünyaya baktým. Birden gâyet rikkatli ve hazîn ve bir cihette karanlýklý bir hâlet bana geldi. Gördüm ki; ben ihtiyarlandým, gündüz de ihtiyarlanmýþ, sene de ihtiyarlanmýþ, dünya da ihtiyarlanmýþ. Bu ihtiyarlýklar içinde dünyadan firak ve sevdiklerimden iftirak zamaný yakýnlaþtýðýndan, ihtiyarlýk beni ziyade sarstý. Birden Rahmet-i Ýlahiye öyle bir surette inkiþaf etti ki; o rikkatli hüzün ve firaký, kuvvetli bir rica ve parlak bir teselli nuruna çevirdi. Evet ey benim gibi ihtiyarlar! Kur'an-ý Hakîm'de yüz yerde "ErRahmânirrahîm" sýfatlarýyla kendini bizlere takdim eden ve daima zeminin yüzünde merhamet isteyen zîhayatlarýn imdadýna Rahmetini gönderen ve gaybdan her sene baharý hadsiz nimet ve hediyeleriyle doldurup rýzka muhtaç bizlere yetiþtiren ve zaaf ve acz derecesi nisbetinde Rahmetinin cilvesini ziyade gösteren bir Hâlýk-ý Rahîmimizin Rahmeti, bu ihtiyarlýðýmýzda en büyük bir rica ve en kuvvetli bir ziyadýr. Bu Rahmeti bulmak, îman ile o Rahmân'a intisab etmek ve feraizi kýlmakla ona itaat etmektir.

 

ÜÇÜNCÜ RÝCA: Bir zaman gençlik gecesinin uykusundan ihtiyarlýk sabahýyla uyandýðým vakit kendime baktým; vücudum kabir tarafýna bir iniþten koþar gibi gidiyor. Niyazi-i Mýsrî'nin

 

Günde bir taþý bina-yý ömrümün düþtü yere,

 

Can yatar gafil, binasý oldu viran bîhaber...

 

dediði gibi, ruhumun hanesi olan cismimin de hergün bir taþý düþmekle yýpranýyor ve dünya ile beni kuvvetli baðlayan ümidlerim, emellerim kopmaya baþladýlar. Hadsiz dostlarýmdan ve sevdiklerimden müfarakat zamanýnýn yakýnlaþtýðýný hissettim. O mânevî ve çok derin ve devasýz görünen

 

sh: » (L:211)

 

yaranýn merhemini aradým, bulamadým. Yine Niyazi-i Mýsrî gibi dedim ki:

 

Dil bekasý, Hak fenasý istedi mülk-ü tenim,

 

Bir devasýz derde düþtüm, ah ki Lokman bîhaber! (Haþiye)

 

 

 

O vakit birden merhamet-i Ýlahiyyenin lisaný, misali, timsali, dellâlý, mümessili olan Peygamber-i Zîþan Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn nuru ve þefaati ve beþere getirdiði hediye-i hidayeti, o dermansýz hadsiz zannettiðim yaraya güzel bir merhem ve tiryak oldu. Karanlýklý ye'simi, nurlu bir ricaya çevirdi.

 

Evet ey benim gibi ihtiyarlýðýný hisseden muhterem ihtiyar ve ihtiyareler! Biz gidiyoruz, aldanmakta faide yok. Gözümüzü kapamakla bizi burada durdurmazlar, sevkiyat var. Fakat gafletten ve kýsmen de ehl-i dalâletten gelen zulümat evhamlarýyla bize firaklý ve karanlýklý görünen berzah memleketi, ahbablarýn mecmaýdýr. Baþta þefiimiz olan Habibullah Aleyhissalâtü Vesselâm ile bütün dostlarýmýza kavuþmak âlemidir. Evet bin üçyüz elli senede, her sene üçyüz elli milyon insanlarýn sultaný ve onlarýn ruhlarýnýn mürebbisi ve akýllarýnýn muallimi ve kalblerinin mahbubu ve her günde اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِ sýrrýnca, bütün o ümmetinin iþlediði hasenatýn bir misli, sahife-i hasenatýna ilâve edilen ve þu kâinattaki makasýd-ý âliye-i Ýlahiyenin medârý ve mevcudatýn kýymetlerinin teâlisinin sebebi olan o Zat-ý Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, dünyaya geldiði dakikada "ümmetî ümmetî" rivayet-i sahiha ile ve keþf-i sadýkla dediði gibi, mahþerde herkes "nefsî nefsî" dediði zaman, yine "ümmetî ümmetî" diyerek en kudsî ve en yüksek bir fedakârlýk ile, yine þefaatýyla ümmetinin imdadýna koþan bir zatýn gittiði âleme gidiyoruz. Ve o güneþin etrafýnda hadsiz asfiya ve evliya yýldýzlarýyla ýþýklanan öyle bir âleme gidiyoruz.

 

Ýþte o zatýn þefaatý altýna girip ve nurundan istifade etmenin ve zulümat-ý berzahiyeden kurtulmanýn çaresi: Sünnet-i Seniyyeye ittibadýr.

 

DÖRDÜNCÜ RÝCA: Bir zaman ihtiyarlýða ayak bastýðýmdan, gafleti idame ettiren sýhhat-ý bedenim de bozulmuþtu. Ýhtiyarlýkla hastalýk, müttefikan bana hücum etti. Baþýma vura vura uykumu kaçýrdýlar. Çoluk

 

_______________________________

 

(Haþiye): Yâni: Benim kalbim bütün kuvvetiyle beka istediði halde; hikmet-i Ýlahiye, cesedimin harabiyetini iktiza ediyor. Hekim-i Lokman da çaresini bulamadýðý dermansýz bir derde düþtüm.

 

sh: » (L:212)

 

çocuk, mal gibi beni dünya ile baðlayacak alâkalar da yoktu. Gençlik sersemliðiyle zayi ettiðim sermaye-i ömrümün meyvelerini; bütün günahlar, hatiatlar gördüm. Niyazi-i Mýsrî gibi feryad eyleyerek dedim:

 

Bir ticaret yapmadým, nakd-i ömür oldu heba,

 

Yola geldim lâkin göçmüþ cümle kervan bîhaber.

 

Aðlayýp nalân edip düþtüm yola tenha garib,

 

Dîde giryan, sîne biryan, akýl hayran bîhaber.

 

O vakit gurbette idim. Me'yusane bir hüzün ve nedametkârane bir teessüf ve istimdadkârane bir hasret hissettim. Birden Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan imdada yetiþti. Bana o kadar kuvvetli bir rica kapýsýný açtý ve öyle hakikî bir teselli ziyasýný verdi ki, o vaziyetimin yüz derece fevkindeki ye'si dahi izale eder ve o karanlýklarý daðýtabîlirdi.

 

Evet ey benim gibi dünya ile alâkalarý kesilmeye baþlayan ve dünya ile baðlanan ipleri kopmaya yüz tutan muhterem ihtiyar ve ihtiyareler! Bu dünyayý en mükemmel ve muntazam bir þehir, bir saray hükmünde halkeden bir Sâni-i Zülcelâl, mümkün müdür ki; o þehirde, o sarayda en ehemmiyetli misafirleriyle ve dostlarýyla konuþmasýn, görüþmesin. Madem bilerek bu sarayý yapmýþ ve irade ve ihtiyar ile tanzim ve tezyin etmiþ; elbette nasýlki "yapan bilir" öyle de "bilen konuþur". Madem bu sarayý, bu þehri bize güzel bir misafirhane ve ticaretgâh yapmýþ; elbette bize karþý münasebatýný ve bizden arzularýný gösterecek bir defteri, bir kitabý bulunacaktýr.

 

Ýþte o kudsî defterin en mükemmeli; kýrk vecihle mu'cize ve her dakikada hiç olmazsa yüz milyonun dillerinde gezen, nur serpen ve herbir harfinde asgari olarak on sevab ve on hasene ve bazen onbin ve bazen Leyle-i Kadir sýrrýyla bir harfine otuzbin hasene ve meyve-i Cennet ve nur-u berzah veren Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan'dýr. Bu makamda ona rekabet edecek kâinatta hiçbir kitab yoktur ve hiçbir kimse gösteremez. Madem bu elimizdeki Kur'an, Semavat ve Arz'ýn Hâlýk-ý Zülcelâlinin Rubûbiyet-i mutlakasý noktasýndan ve azamet-i uluhiyeti cihetinden ve ihata-i Rahmeti canibinden gelen kelâmýdýr, fermanýdýr; bir maden-i Rahmetidir. Ona yapýþ. Her derde bir deva, her zulmete bir ziya, her ye'se bir rica, içinde vardýr.

 

Ýþte bu ebedî hazinenin anahtarý îmandýr ve teslimdir ve onu dinleyip kabul etmek ve okumaktýr.

 

BEÞÝNCÝ RÝCA: Bir zaman ihtiyarlýðýmýn mebdeinde, bir inziva arzusuyla, Ýstanbul'un boðaz tarafýndaki Yuþa Tepesi'nde, yalnýzlýkla ruhum

 

sh: » (L:213)

 

bir istirahat aradý. Bir gün o yüksek tepede, daire-i ufka, etrafa baktým. Gâyet hazîn ve rikkatli bir levha-i zeval ve firaký, ihtiyarlýðýn ihtarýyla gördüm. Þecere-i ömrümün kýrkbeþinci senesi olan kýrkbeþinci dalýndaki yüksek makamýndan, tâ hayatýmýn aþaðý tabakalarýna nazar gezdirdim. Gördüm ki; o aþaðýda, herbir dalýnda, herbir senenin zarfýnda sevdiklerimden ve alâkadarlarýmdan ve tanýþtýklarýmdan hadsiz cenazeler var. Ve o firak ve iftiraktan gelen gâyet rikkatli bir mânevî teessürat içinde, Fuzulî-i Baðdadî gibi, müfarakat eden dostlarý düþünerek enîn edip:

 

Vaslýný yâdeyledikçe aðlarým,

 

Tâ nefes var ise kuru cismimde feryad eylerim.

 

diyerek bir teselli, bir nur, bir rica kapýsýný aradým. Birden, âhirete îman nuru imdada yetiþti. Hiç sönmez bir nur, hiç kýrýlmaz bir rica verdi.

 

Evet ey benim gibi ihtiyar kardeþler ve ihtiyare hemþireler! Madem âhiret var ve madem bâkidir ve madem dünyadan daha güzeldir ve madem bizi yaratan zat hem Hakîm, hem Rahîm'dir.. ihtiyarlýktan þekva ve teessüf etmemeliyiz. Bilakis ihtiyarlýk, îman ile ibadet içinde sinn-i kemale gelip, vazife-i hayattan terhis ve âlem-i Rahmete istirahat için gitmeye bir alâmet olduðu cihetle ondan memnun olmalýyýz. Evet nass-ý Hadîs ile; nev-i beþerin en mümtaz þahsiyetleri olan yüz yirmidört bin Enbiyanýn icma' ve tevatür ile; kýsmen þuhuda ve kýsmen hakkalyakîne istinaden, müttefikan âhiretin vücudundan ve insanlarýn oraya sevkedileceðinden ve bu kâinatýn Hâlýkýnýn kat'î va'dettiði âhireti getireceðinden haber verdikleri gibi, onlarýn verdikleri haberi keþif ve þuhud ile ilmelyakîn suretinde tasdik eden yüz yirmidört milyon evliyanýn o âhiretin vücuduna þEhadetleriyle ve bu kâinatýn Sâni-i Hakîminin bütün Esmâsý bu dünyada gösterdikleri cilveleriyle, bir âlem-i bekayý bilbedahe iktiza ettiklerinden; yine âhiretin vücuduna delâletiyle; ve her sene baharda, rûy-i zeminde ayakta duran hadd ü hesaba gelmez ölmüþ aðaçlarýn cenazelerini Emr-i كُنْ فَيَكُونُ ile ihya edip Ba'sü Ba'delmevt'e mazhar eden ve haþir ve neþrin yüzbinler nümunesi olarak nebatat taifelerinden ve hayvanat milletlerinden üçyüz bin nevileri haþr ü neþreden hadsiz bir kudret-i ezeliye ve hesabsýz ve israfsýz bir hikmet-i ebediye ve rýzka muhtaç bütün zîruhlarý kemal-i þefkatle gâyet harika bir tarzda iaþe ettiren ve her baharda az bir zamanda hadd ü hesaba gelmez envâ-ý zînet ve mehâsini gösteren bir Rahmet-i bâkiye ve bir inayet-i daimenin bilbedahe âhiretin vücudunu istilzam ile ve þu kâinatýn en mükemmel meyvesi ve Hâlýk-ý Kâinat'ýn en sevdiði masnuu ve kâinatýn mevcudatýyla en ziyade alâkadar olan insandaki þedid, sarsýlmaz, daimî olan aþk-ý beka ve þevk-i ebediyet ve âmâl-i sermediyet, bilbedahe iþaret ve delâletiyle bu âlem-i

 

sh: » (L:214)

 

fâniden sonra bir âlem-i bâki ve bir dâr-ý âhiret ve bir dâr-ý saadet bulunduðunu o derece kat'î bir surette isbat ederler ki, dünyanýn vücudu kadar, bilbedahe âhiretin vücudunu kabul etmeyi istilzam ederler. (Hâþiye) Madem Kur'an-ý Hakîm'in bize verdiði en mühim bir ders, "îman-ý bilâhiret"tir ve o îman da bu derece kuvvetlidir ve o îmanda öyle bir rica ve bir teselli var ki; yüz bin ihtiyarlýk bir tek þahsa gelse, bu îmandan gelen teselli mukabil gelebilir. Biz ihtiyarlar "Elhamdülillahi alâ kemal-il îman" deyip, ihtiyarlýðýmýza sevinmeliyiz.

 

ýALTINCI RÝCA: Bir zaman elîm bir esaretimde, insanlardan tevahhuþ edip Barla Yaylasýnda Çam Daðý'nýn tepesinde yalnýz kaldým. Yalnýzlýkta bir nur arýyordum. Bir gece, o yüksek tepenin baþýndaki yüksek bir çam aðacýnýn üstündeki üstü açýk odacýkta idim. Üç dört gurbeti birbiri içinde ihtiyarlýk bana ihtar etti. Altýncý Mektub'da izah edildiði gibi; o gece ýssýz, sessiz, yalnýz aðaçlarýn hýþýrtýlarýndan ve hemhemelerinden gelen hazîn bir sada, bir ses rikkatime, ihtiyarlýðýma, gurbetime ziyade dokundu. Ýhtiyarlýk bana ihtar etti ki; gündüz nasýl þu siyah bir kabre tebeddül etti, dünya siyah kefenini giydi, öyle de; senin ömrünün gündüzü de geceye ve dünya gündüzü de berzah gecesine ve hayatýn yazý da ölümün kýþ gecesine inkýlab edeceðini kalbimin kulaðýna söyledi. Nefsim bilmecburiye dedi: Evet ben vatanýmdan garib olduðum gibi, bu elli sene zarfýndaki ömrümde zeval bulan sevdiklerimden ayrý düþtüðümden ve arkalarýnda onlara aðlayarak kaldýðýmdan, bu vatan gurbetinden daha ziyade hazîn ve elîm bir gurbettir. Ve bu gece ve daðýn garibane vaziyetindeki hazîn gurbetten daha ziyade hazîn ve elîm bir gurbete yakýnlaþýyorum ki, bütün dünyadan birden müfarakat zamaný yakýnlaþtýðýný ihtiyarlýk bana haber veriyor. Bu gurbet gurbet içinde ve bu hüzün hüzün içindeki vaziyetten bir rica, bir nur aradým. Birden îman-ý billah imdada yetiþti. Öyle bir ünsiyet verdi ki; bulunduðum muzaaf vahþet bin defa tezauf etse idi, yine o teselli kâfi gelirdi.

 

---------------------

 

(Haþiye): Evet, sübûti bir emri ihbar etmenin kolaylýðý ve inkâr ve nefyetmenin gayet müþkül olduðu, bu temsilden görünür.Þöyle ki:biri dese:"meyveleri süt konserveleri olan gayet harika bir bahçe, Küre-i Arz üzerinde vardýr."Diðeri ise:"yoktur."Ýsbat eden, yalnýz onun yerini veyahud bazý meyvelerini göstermekle kolayca davasýný isbat eder. Ýnkâr eden adam, nefyini isbat etmek için, bütün Küre-i Arzý görmek ve göstermekle davasýný isbat edebilir. Aynen öyle de:Cenneti ihbar edenler, yüzbinler tereþþuhatýný, meyvelerini, âsârýný gösterdiklerinden kat'i nazar.. iki þâhidi sâdýkýn sübûtuna þahadetleri kâfi gelirken; onu inkâr eden hadsiz bir kâinatý, hadsiz ebedî zamaný temaþa etmek ve görmek ve eledikten sonra inkârýný isbat edebilir, ademini gösterebilir.

 

Ýþte ey ihtiyar kardeþler! Îman-ý Âhiretin ne kadar kuvvetli olduðunu anlayýnýz...

 

 

 

 

 

 

 

sh: » (L:215)

 

Evet ey ihtiyar ve ihtiyareler! Madem Rahîm bir Hâlýkýmýz var; bizim için gurbet olamaz. Madem o var, bizim için herþey var. Madem o var, melaikeleri de var. Öyle ise bu dünya boþ deðil, hâlî daðlar, boþ sahralar Cenab-ý Hakk'ýn ibadýyla doludur. Zîþuur ibadýndan baþka, onun nuruyla, onun hesabýyla taþý da aðacý da birer munis arkadaþ hükmüne geçer; lisan-ý hal ile bizim ile konuþabilirler ve eðlendirirler. Evet bu kâinatýn mevcudatý adedince ve bu büyük kitab-ý âlemin harfleri sayýsýnca vücuduna þEhadet eden ve zîruhlarýn medâr-ý þefkat ve Rahmet ve inayet olabilen cihazatý ve mat'umatý ve nimetleri adedince Rahmetini gösteren deliller, þahidler, bize Rahîm, Kerim, Enîs, Vedud olan Hâlýkýmýzýn, Sâniimizin, Hâmimizin dergâhýný gösteriyorlar. O dergâhta en makbul bir þefaatçý, acz ve zaaftýr. Ve acz ve zaafýn tam zamaný da, ihtiyarlýktýr. Böyle bir dergâha makbul bir þefaatçý olan ihtiyarlýktan küsmek deðil, sevmek lâzýmdýr.

 

YEDÝNCÝ RÝCA: Bir zaman ihtiyarlýðýn baþlangýcýnda, Eski Said'in gülmeleri Yeni Said'in aðlamalarýna inkýlab ettiði hengâmda, Ankara'daki ehl-i dünya, beni Eski Said zannedip oraya istediler; gittim. Güz mevsiminin âhirlerinde Ankara'nýn benden çok ziyade ihtiyarlanmýþ, yýpranmýþ, eskimiþ kal'asýnýn baþýna çýktým. O kal'a, tehaccür etmiþ hâdisat-ý tarihiye suretinde bana göründü. Senenin ihtiyarlýk mevsimiyle benim ihtiyarlýðým, kal'anýn ihtiyarlýðý, beþerin ihtiyarlýðý, þanlý Osmanlý Devleti'nin ihtiyarlýðý ve Hilafet saltanatýnýn vefatý ve dünyanýn ihtiyarlýðý; bana gâyet hazîn ve rikkatli ve firkatli bir hâlet içinde, o yüksek kal'ada geçmiþ zamanýn derelerine ve gelecek zamanýn daðlarýna baktýrdý ve baktým. Birbiri içinde beni ihata eden dört-beþ ihtiyarlýk karanlýklarý içinde, Ankara'da en kara bir hâlet-i ruhiye hissettiðimden, (Haþiye) bir nur, bir teselli, bir rica aradým. Saða, yâni mazi olan geçmiþ zamânâ bakýp teselli ararken; bana mazi, pederimin ve ecdadýmýn ve nev'imin bir mezar-ý ekberi suretinde göründü, teselli yerine vahþet verdi. Sol tarafým olan istikbale derman ararken baktým. Gördüm ki: Benim ve emsalimin ve nesl-i âtinin büyük ve karanlýklý bir kabri suretinde göründü, ünsiyet yerine dehþet verdi. Sað ile soldan tevahhuþ edip hazýr günüme baktým. O gafletli ve tarihvari nazarýma o hazýr gün, yarým ölmekte ve hareket-i mezbuhanedeki ýzdýrap çeken cismimin cenazesini taþýyan bir tabut suretinde göründü. Sonra bu cihetten dahi me'yus olunca, baþýmý kaldýrýp ömrümün aðacýnýn baþýna baktým. Gördüm ki; o aðacýn tek bir meyvesi var, o da benim cenazemdir; o aðaç üstünde duruyor, bana bakýyor. O

 

______________________________

 

(Haþiye): O zaman bu hâlet-i ruhiye Farisî bir münacat suretinde kalbe geldi, yazdým. Ankara'da Hubab Risalesi'nde tab edilmiþtir.

 

sh: » (L:216)

 

cihetten dahi tevahhuþ edip baþýmý aþaðýya eðdim, o ömür aðacýnýn aþaðýsýna, köküne baktým. Gördüm ki: O aþaðýda olan toprak, kemiklerimin topraðýyla, mebde-i hilkatimin topraðý birbirine karýþmýþ bir surette ayaklar altýnda çiðneniyor gördüm. O da derman deðil, belki derdime dert kattý. Sonra mecburiyetle arkama baktým. Gördüm ki; esassýz, fâni olan dünya, hiçlik derelerinde ve yokluk zulümatýnda yuvarlanýp gidiyor. Derdime merhem ararken, zehir ilâve etti. O cihette dahi hayýr göremediðimden ön tarafýma baktým; ileriye nazarýmý gönderdim. Gördüm ki; kabir kapýsý tam yolumun üstünde açýk görünüp, aðzýný açmýþ bana bakýyor. Onun arkasýnda ebed tarafýna giden cadde ve o caddede giden kafileler uzaktan uzaða nazara çarpýyor. Ve bu altý cihetten gelen dehþetlere karþý bana nokta-i istinad ve silâh-ý müdafaa olacak, cüz'î bir cüz-i ihtiyarîden baþka birþey elimde yok. O hadsiz a'da ve hesabsýz muzýr þeylere karþý tek bir silâh-ý insanî olan o cüz-i ihtiyarî; hem nâkýs, hem kýsa, hem âciz, hem îcadsýz olduðundan, kesbden baþka birþey elinden gelmez. Ne geçmiþ zamânâ geçebilir, tâ ondan bana gelen hüzünleri sustursun ve ne de istikbale hulûl edebilir, tâ ondan gelen korkularý men'etsin. Geçmiþ ve geleceklere ait emellerime ve elemlerime faidesi olmadýðýný gördüm. Bu altý cihetten gelen dehþet ve vahþet ve karanlýk ve me'yusiyet içinde çýrpýndýðým hengâmda, birden Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan'ýn semasýnda parlayan îman nurlarý imdada yetiþti. O altý ciheti o kadar tenvir edip ýþýklandýrdý ki; gördüðüm o vahþetler, o karanlýklar yüz derece tezauf etse idi, yine o nur, onlara karþý kâfi ve vâfi idi. Bütün o dehþetleri birer birer teselliye ve o vahþetleri birer birer ünsiyete çevirdi. Þöyle ki: Ýman, o vahþetli geçmiþ zamanýn mezar-ý ekber suretini yýrtýp, ünsiyetli bir meclis-i münevver ve bir mecma-i ahbab olduðunu biaynelyakîn, bihakkalyakîn gösterdi. Hem îman, bir kabr-i ekber suretinde nazar-ý gaflete görünen gelecek zamaný, sevimli saadet saraylarýnda bir ziyafet-i Rahmâniye meclisi suretinde biilmelyakîn gösterdi. Hem îman, nazar-ý gaflete bir tabut vaziyetinde görünen hazýr zamaný ve o hazýr günün tabutiyet þeklini kýrýp, o hazýr gün uhrevî bir ticaretgâh dükkâný ve þaþaalý bir misafirhane-i Rahmânî suretinde bilmüþahede gösterdi. Hem îman, nazar-ý gafletle ömür aðacýnýn baþýnda cenaze þeklinde görünen tek meyvesi cenaze olmadýðýný, belki ebedî bir hayata mazhar ve ebedî bir saadete namzed olan ruhumun, eskimiþ yuvasýndan, yýldýzlarda gezmek için çýktýðýný biilmelyakîn gösterdi. Hem îman; kemiklerimle, mebde-i hilkatimin topraðý, ayak altýnda ehemmiyetsiz mahvolmuþ kemikler olmadýðýný; belki o toprak, Rahmet kapýsý ve Cennet salonunun bir perdesi olduðunu sýrr-ý îman ile gösterdi. Hem îman; nazar-ý gafletle, arkamda, hiçlikte, yokluk karanlýðýnda yuvarlanan dünyanýn vaziyetini sýrr-ý Kur'an ile gösterdi ki; o zâhirî zu

 

sh: » (L:217)

 

lümatta yuvarlanan dünya ise; vazifesi bitmiþ, mânâsýný ifade etmiþ, neticelerini kendine bedel vücudda býrakmýþ bir kýsým mektubat-ý Samedaniye ve sahaif-i nukuþ-u Sübhaniye olduðunu gösterdi. Dünyanýn mahiyeti ne olduðunu biilmelyakîn bildirdi. Hem îman, ileride gözünü açýp bana bakan kabri ve kabrin arkasýnda ebede giden caddeyi, nur-u Kur'an ile gösterdi ki; o kabir, kuyu kapýsý deðil, belki âlem-i nurun kapýsýdýr. Ve o yol ise; hiçliðe ve ademistana deðil, belki vücuda, nuristana ve saadet-i ebediyeye giden yol olduðunu tam kanaat verecek bir derecede gösterdiðinden, dertlerime hem derman, hem merhem oldu. Hem îman, o elinde pek cüz'î bir kesb bulunan cüz'î bir cüz-i ihtiyarî yerine, o hadsiz düþman ve zulmetlere karþý, gayr-ý mütenahî bir kudrete istinad etmek ve hadsiz bir Rahmete intisab etmek için o cüz-i ihtiyarînin eline bir vesika veriyor.. belki de îman, o cüz-i ihtiyarînin elinde bir vesika oluyor. Hem o cüz-i ihtiyarî olan silâh-ý insanî, gerçi zatýnda hem kýsa, hem âciz, hem noksandýr. Fakat nasýlki bir asker, cüz'î kuvvetini devlet hesabýna istimal ettiði vakit, binler derece kuvvetinden fazla iþler görür; öyle de sýrr-ý îmanla o cüz'î cüz-i ihtiyarî, Cenab-ý Hak namýna onun yolunda istimal edilse, beþyüz sene geniþliðinde bir Cennet'i dahi kazanabilir. Hem îman, geçmiþ ve gelecek zamânâ nüfuz edemeyen o cüz-i ihtiyarînin dizginini cismin elinden alýp, kalbe ve ruha teslim eder. Ruh ve kalbin daire-i hayatý ise, cisim gibi hazýr zamânâ münhasýr olmadýðýndan, pek çok seneler maziden, pek çok seneler istikbalden daire-i hayatýna dâhil olduðundan; o cüz-i ihtiyarî, cüz'iyetten çýkýp külliyet kesbeder. Zaman-ý mazinin en derin derelerine kuvvet-i îman ile girebildiði ve hüzünlerin zulmetlerini defedebildiði gibi; nur-u îman ile istikbalin en uzak daðlarýna kadar çýkar, korkularý izale eder.

 

Ýþte ey benim gibi ihtiyarlýk zahmetini çeken ihtiyar ve hemþire ihtiyareler! Madem elhamdülillah biz ehl-i îmanýz ve madem îmanda bu kadar nurlu, lezzetli, sevimli, þirin defineler var ve madem ihtiyarlýðýmýz bizi bu definenin içine daha ziyade sevkediyor.. elbette îmanlý ihtiyarlýktan þekva deðil, belki binler teþekkür etmeliyiz.

 

SEKÝZÝNCÝ RÝCA: Ýhtiyarlýðýn alâmeti olan beyaz kýllar saçýma düþtüðü bir zamanda, gençliðin derin uykusunu daha ziyade kalýnlaþtýran Harb-i Umumî'nin daðdaðalarý ve esaretimin keþmekeþlikleri ve sonra Ýstanbul'a geldiðim vakit; ehemmiyetli bir þan ü þeref vaziyeti, hatta Halifeden, Þeyhülislâmdan, Baþkumandandan tut, tâ medrese talebelerine kadar haddimden çok ziyade bir hüsn-ü teveccüh ve iltifat gösterdikleri cihetle, gençlik sarhoþluðu ve o vaziyetin verdiði hâlet-i ruhiye, o uykuyu o derece kalýnlaþtýrmýþtý ki; âdeta dünyayý daimî, kendimi de lâyemutane dünyaya yapýþmýþ bir vaziyet-i acibede görüyordum.

 

sh: » (L:218)

 

Ýþte o zamanda, Ýstanbul'un Bayezid câmi-i mübarekine, Ramazan-ý Þerifte, ihlâslý hâfýzlarý dinlemeye gittim. Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan, semavî yüksek hitabýyla beþerin fenasýný ve zîhayatýn vefatýný haber veren gâyet kuvvetli bir surette كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ اْلمَوْتِ fermanýný, hâfýzlarýn lisanýyla ilân etti. Kulaðýma girip, tâ kalbimin içine yerleþip, o pek kalýn gaflet ve uyku ve sarhoþluk tabakalarýný parça parça etti. Câmîden çýktým. Daha çoktan beri baþýmda yerleþen o eski uykunun sersemliðiyle birkaç gün baþýmda bir fýrtýna, dumanlý bir ateþ ve pusulasýný þaþýrmýþ gemi gibi kendimi gördüm. Aynada saçýma baktýkça, beyaz kýllar bana diyorlar: "Dikkat et!" Ýþte o beyaz kýllarýn ihtarýyla vaziyet tavazzuh etti. Baktým ki; çok güvendiðim ve ezvakýna meftun olduðum gençlik elveda diyor ve muhabbetiyle pek çok alâkadar olduðum hayat-ý dünyeviye sönmeye baþlýyor ve pek çok alâkadar ve âdeta âþýk olduðum dünya, bana "Uðurlar olsun" deyip, misafirhaneden gideceðimi ihtar ediyor. Kendisi de "Allah'a ýsmarladýk" deyip, o da gitmeye hazýrlanýyor. Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ اْلمَوْتِ âyetinin külliyetinde: "Nev-i insanî bir nefistir, dirilmek üzere ölecek. Ve Küre-i Arz dahi bir nefistir, bâki bir surete girmek için o da ölecek. Dünya dahi bir nefistir, âhiret suretine girmek için o da ölecek!" mânâsý, âyetin iþaretinden kalbe açýlýyordu.

 

Ýþte bu hâlette vaziyetime baktým ki; medâr-ý ezvak olan gençlik gidiyor, menþe-i ahzan olan ihtiyarlýk yerine geliyor. Ve gâyet parlak ve nuranî hayat gidiyor; zâhirî karanlýklý dehþetli ölüm, yerine gelmeye hazýrlanýyor. Ve o çok sevimli ve daimî zannedilen ve gafillerin maþukasý olan dünya, pek sür'atle zevale kavuþuyor gördüm. Kendi kendimi aldatmak ve yine baþýmý gaflete sokmak için, Ýstanbul'da haddimden çok fazla gördüðüm makam-ý içtimaînin ezvakýna baktým, hiçbir faidesi olmadý. Bütün onlarýn teveccühü, iltifatý, tesellileri; yakýnýmda olan kabir kapýsýna kadar gelebilir, orada söner. Ve þöhretperestlerin bir gaye-i hayali olan þan ü þerefin süslü perdesi altýnda sakil bir riya, soðuk bir hodfüruþluk, muvakkat bir sersemlik suretinde gördüðümden, anladým ki; beni þimdiye kadar aldatan bu iþler, hiçbir teselli veremez ve onlarda hiçbir nur yok. Yine tam uyanmak için, Kur'anýn semavî dersini iþitmek üzere, yine Bayezid Câmiindeki hâfýzlarý dinlemeye baþladým. O vakit o semavî dersten وَ بَشِّرِ الّذِينَ آمَنُوا ilâ âhir.. nev'inden kudsî fermanlarla müjdeler iþittim. Kur'andan aldýðým feyz ile hariçten teselli aramak deðil, belki dehþet ve vahþet ve me'yusiyet aldýðým noktalar içinde teselliyi, ricayý, nuru aradým. Cenab-ý Hakk'a yüzbin þükür olsun ki; ayn-ý

 

sh: » (L:219)

 

dert içinde dermaný buldum, ayn-ý zulmet içinde nuru buldum, ayn-ý dehþet içinde teselliyi buldum. En evvel herkesi korkutan, en korkunç tevehhüm edilen ölümün yüzüne baktým.. nur-u Kur'an ile gördüm ki: Ölümün peçesi gerçi karanlýk, siyah, çirkin ise de; fakat mü'min için asýl sîmâsý nuranîdir, güzeldir gördüm. Ve çok Risalelerde bu hakikatý kat'î bir surette isbat etmiþiz. Sekizinci Söz ve Yirminci Mektub gibi çok Risalelerde izah ettiðimiz gibi; ölüm idam deðil, firak deðil, belki hayat-ý ebediyenin mukaddemesidir, mebdeidir ve vazife-i hayat külfetinden bir paydostur, bir terhistir, bir tebdil-i mekândýr. Berzah âlemine göçmüþ kafile-i ahbaba kavuþmaktýr. Ve hâkeza bunlar gibi hakikatlar ile ölümün hakikî güzel sîmâsýný gördüm. Korkarak deðil, belki bir cihetle müþtakane mevtin yüzüne baktým. Ehl-i tarîkatça rabýta-i mevtin bir sýrrýný anladým. Sonra herkesi zevaliyle aðlatan ve herkesi kendine meftun ve müþtak eden ve günah ve gaflet ile geçen ve geçmiþ gençliðime baktým; o güzel süslü çarþafý (elbisesi) içinde, gâyet çirkin, sarhoþ, sersem bir yüz gördüm. Eðer mahiyetini bilmeseydim birkaç sene beni sarhoþ edip güldürmesine bedel, yüz sene dünyada kalsam beni aðlattýracaktý. Nasýlki öylelerden birisi aðlayarak demiþ: لَيْتَ الشَّبَابَ يَعُودُ يَوْمًا فَاُخْبِرَهُ بِمَا فَعَلَ الْمَشِيبُ Yâni: "Keþki gençliðim bir gün dönseydi, ihtiyarlýk benim baþýma ne kadar hazîn haller getirdiðini ona þekva edip söyleyecektim." Evet bu zat gibi gençliðin mahiyetini bilmeyen ihtiyarlar, gençliklerini düþünüp, teessüf ve tahassürle aðlýyorlar. Halbuki gençlik, eðer ehl-i kalb, ehl-i huzur ve aklý baþýnda ve kalbi yerinde bulunan mü'minlerde olsa, ibadete ve hayrata ve ticaret-i uhreviyeye sarfedilse; en kuvvetli bir vesile-i ticaret ve güzel ve þirin bir vasýta-i hayrattýr. Ve o gençlik, vazife-i diniyesini bilip sû-i istimal etmeyenlere; kýymetdar, zevkli bir nimet-i Ýlahiyedir. Eðer istikamet, iffet, takva beraber olmazsa çok tehlikeleri var. Taþkýnlýklarýyla, saadet-i ebediyesini ve hayat-ý uhreviyesini zedeler, belki hayat-ý dünyeviyesini de berbad eder. Belki bir iki sene gençlik zevkine bedel, ihtiyarlýkta çok seneler gam ve keder çeker. Madem ekser insanlarda gençlik zararlý düþüyor, biz ihtiyarlar Allah'a þükretmeliyiz ki, gençlik tehlikelerinden ve zararlarýndan kurtulduk. Herþey gibi, elbette gençliðin dahi lezzetleri gidecek. Eðer ibadete ve hayra sarfedilmiþ ise; o gençliðin meyveleri onun yerinde bâki kalýp, hayat-ý ebediyede bir gençlik kazanmasýna vesile olur.

 

Sonra ekser nâsýn âþýk ve mübtela olduðu dünyaya baktým. Nur-u Kur'an ile gördüm ki; birbiri içinde üç küllî dünya var. Birisi Esmâ-i Ýlahiyeye bakar, onlarýn âyinesidir. Ýkinci yüzü âhirete bakar, onun mez

 

sh: » (L:220)

 

raasýdýr. Üçüncü yüzü, ehl-i dünyaya bakar, ehl-i gafletin mel'abegâhýdýr. Hem herkesin bu dünyada koca bir dünyasý var. Âdeta insanlar adedince dünyalar birbiri içine girmiþ. Fakat herkesin hususî dünyasýnýn direði, kendi hayatýdýr. Ne vakit cismi kýrýlsa, dünyasý baþýna yýkýlýr; kýyameti kopar. Ehl-i gaflet, kendi dünyasýnýn böyle çabuk yýkýlacak vaziyetini bilmediklerinden, umumî dünya gibi daimî zannedip perestiþ eder. Baþkalarýnýn dünyasý gibi çabuk yýkýlýr, bozulur, benim de hususî bir dünyam var. Bu hususî dünyam, bu kýsacýk ömrümle ne faidesi var diye düþündüm. Nur-u Kur'an ile gördüm ki: Hem benim, hem herkes için, þu dünya muvakkat bir ticaretgâh ve hergün dolar boþalýr bir misafirhane ve gelen geçenlerin alýþ-veriþi için yol üstünde kurulmuþ bir pazar ve Nakkaþ-ý Ezelî'nin teceddüd eden (hikmetle yazar bozar) bir defteri ve her bahar bir yaldýzlý mektubu ve herbir yaz bir manzum kasidesi ve o Sâni-i Zülcelâl'in cilve-i Esmâsýný tazelendiren, gösteren âyineleri ve âhiretin fidanlýk bir bahçesi ve Rahmet-i Ýlahiyyenin bir çiçekdanlýðý ve âlem-i bekada gösterilecek olan levhalarý yetiþtirmeye mahsus muvakkat bir tezgâhý mahiyetinde gördüm. Bu dünyayý bu surette yaratan Hâlýk-ý Zülcelâl'e yüzbin þükrettim. Ve anladým ki; dünyanýn, âhirete ve Esmâ-i Ýlahiyyeye bakan güzel iç yüzlerine karþý nev-i insana muhabbet verilmiþken, o muhabbeti sû-i istimal ederek fâni, çirkin, zararlý, gafletli yüzüne karþý sarfettiðinden, حُبُّ الدُّنْيَا رَأْسُ كُلِّ خَطِئَةٍ Hadîs-i þerifinin sýrrýna mazhar olmuþlar.

 

Ýþte ey ihtiyar ve ihtiyareler! Ben Kur'an-ý Hakîm'in nuruyla ve ihtiyarlýðýmýn ihtarýyla ve îman dahi gözümü açmasýyla bu hakikatý gördüm ve çok Risalelerde kat'î bürhanlarla isbat ettim. Kendime hakikî bir teselli ve kuvvetli bir rica ve parlak bir ziya gördüm. Ve ihtiyarlýðýma memnun oldum ve gençliðin gitmesinden mesrur oldum. Siz de aðlamayýnýz ve þükrediniz. Madem îman var ve hakikat böyledir; ehl-i gaflet aðlasýn, ehl-i dalâlet aðlasýn.

 

DOKUZUNCU RÝCA: Harb-i Umumî'de esaretle, Rusya'nýn þark-ý þimalîsinden, çok uzak olan Kosturma vilayetinde bulunuyordum. Orada Tatarlarýn küçük bir câmisi, meþhur Volga Nehri'nin kenarýnda bulunuyordu. Oradaki arkadaþlarým olan esir zabitler içinde sýkýlýyordum. Yalnýzlýk istedim; dýþarýda izinsiz gezemiyordum. Tatar mahallesi, kefaletle beni o Volga Nehri'nin kenarýndaki küçük câmiye aldýlar. Ben yalnýz olarak câmîde yatýyordum. Bahar da yakýn. O þimal kýt'asýnýn pek çok uzun gecelerinde çok uyanýk kalýyordum. O karanlýk gecelerde ve karanlýklý gurbette, Volga Nehri'nin hazîn þýrýltýlarý ve yaðmurun rikkatli þýpýltýlarý ve rüzgârýn firkatli esmesi, beni derin gaflet uykusundan muvakkaten uyandýrdý. Gerçi daha kendimi ihtiyar bilmiyordum, fakat Harb-i Umumî'yi

 

sh: » (L:221)

 

gören ihtiyardýr. Güya يَوْمًا يَجْعَلُ الْوِلْدَانَ شِيبًا sýrrýna mazhar olarak, öyle günlerdir ki; çocuklarý ihtiyarlandýrdýðý cihetle, kýrk yaþýnda iken, kendimi seksen yaþýnda bir vaziyette buldum. O karanlýklý uzun gece ve hazîn gurbet ve hazîn vaziyet içinde hayattan ve vatandan bir me'yusiyet geldi. Aczime, yalnýzlýðýma baktým, ümidim kesildi. O hâlette iken Kur'an-ý Hakîm'den imdad geldi; dilim حَسْبُنَا اللّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ dedi, kalbim de aðlayarak dedi:

 

غَرِيبَمْ بِى كَسَمْ ضَعِيفَمْ نَاتُوَانَمْ َاْلاَمَانْ ُويَمْ عَفُو جُويَمْ مَدَدْ خَواهَمْ زِدَرْ َاهَتْ اِلهِى

 

Ruhum dahi vatanýmdaki eski dostlarý düþünüp o gurbette vefatýmý tahayyül ederek, Niyazi-i Mýsrî gibi dedim:

 

Dünya gamýndan geçip, yokluða kanat açýp,

 

Þevk ile her dem uçup, çaðýrýrým dost, dost!

 

diye, dostlarý arýyordu. Her ne ise... O hüzünlü, rikkatli, firkatli uzun gurbet gecesinde, dergâh-ý Ýlahîde zaaf ve aczim o kadar büyük bir þefaatçý ve vesile oldu ki, þimdi de hayretteyim. Çünki birkaç gün sonra, gâyet hilaf-ý me'mul bir surette, yayan gidilse bir senelik mesafede, tek baþýmla Rusça bilmediðim halde firar ettim. Zaaf ve aczime binaen gelen inayet-i Ýlâhiyye ile harika bir surette kurtuldum. Tâ Varþova ve Avusturya'ya uðrayarak Ýstanbul'a kadar geldim ki, bu surette kolaylýkla kurtulmak pek harika olmuþtu. Rusça bilen en cesur ve en kurnaz adamlarýn muvaffak olamadýklarý, çok teshilât ve çok kolaylýkla, o uzun firarî seyahatý bitirdim. Fakat o Volga Nehri kenarýndaki câmîdeki mezkûr gecenin vaziyeti bana bu kararý verdirmiþ ki; bâkiye-i ömrümü maðaralarda geçireceðim. Bu insanlarýn hayat-ý içtimaiyesine karýþmak artýk yeter. Madem sonunda yalnýz kabre gideceðim; yalnýzlýða alýþmak için, þimdiden yalnýzlýðý ihtiyar edeceðim, demiþtim. Fakat maatteessüf, Ýstanbul'daki ciddî ve çok ahbab ve Ýstanbul'un þaþaalý hayat-ý dünyeviyesi, hususan haddimden çok fazla bana teveccüh eden þan ü þeref gibi neticesiz þeyler, o kararýmý muvakkaten bana unutturdular. Güya o gurbet gecesi, hayatýmýn gözünde nurlu siyahlýktý. Ve Ýstanbul'un beyaz þaþaalý gündüzü, o hayat gözümün nursuz beyazý idi ki, ileriyi göremedi, yine yattý.. tâ iki sene sonra Gavs-ý Geylânî Fütuh-ul Gayb kitabýyla tekrar gözümü açtýrdý.

 

Ýþte ey ihtiyar ve ihtiyareler! Biliniz ki; ihtiyarlýktaki zaaf ve acz, Rahmet ve inayet-i Ýlahiyenin celbine vesiledir. Ben kendi þahsýmda çok hâdiselerle mü

 

sh: » (L:222)

 

þahede ettiðim gibi, zeminin yüzündeki Rahmetin cilvesi de gâyet zâhir bir tarzda bu hakikatý gösteriyor. Çünki hayvanatýn en âciz ve en zaîfi, yavrulardýr. Halbuki Rahmetin en þirin ve en güzel cilvesine mazhar, yine onlardýr. Bir aðacýn baþýndaki yuvada bir yavrunun aczi; annesini en muti' bir nefer gibi -Rahmetin cilvesi- istihdam ediyor. Etrafý gezer, rýzkýný getirir. Ne vakit o yavru kanatlarýnýn kuvvetlenmesiyle aczini unutsa, validesi ona "Sen git rýzkýný ara" der, daha onu dinlemez.

 

Ýþte bu sýrr-ý Rahmet, yavrularýn hakkýnda cereyan ettiði gibi, zaaf ve acz noktasýnda yavrular hükmüne geçen ihtiyarlar hakkýnda da câridir. Bana kanaat-ý kat'iye verecek derecede tecrübeler vardýr ki; nasýl çocuklarýn aczlerine binaen Rahmet tarafýndan rýzýklarý harika bir surette memeler musluklarýndan gönderiliyor ve akýttýrýlýyor.. öyle de; masumiyet kesbeden îmanlý ihtiyarlarýn rýzýklarý da, bereket suretinde gönderiliyor. Hem bir hanenin bereket direði, o hanedeki ihtiyarlar olduðu; hem bir haneyi belâlardan muhafaza edici, içindeki beli bükülmüþ masum ihtiyarlar ve ihtiyareler bulunduðu (Haþiye) Hadîs-i þerifin bir parçasý olan لَوْلاَ الشُّيُوخُ الرُّكَّعُ لَصُبَّ عَلَيْكُمُ الْبَلاَءُ صَبًّا وَ yâni: Beli bükülmüþ ihtiyarlarýnýz olmasaydý, belâlar sel gibi üzerinize dökülecekti." diye ferman etmekle, bu hakikatý isbat ediyor.

 

Ýþte madem ihtiyarlýktaki zaaf ve acz, bu derece Rahmet-i Ýlahiyyenin celbine medârdýr; ve madem Kur'an-ý Hakîm

 

اِمَّا يَبْلُغَنَّ عِنْدَكَ الْكِبَرَ اَحَدُهُمَا اَوْ كِلاَهُمَا فَلاَ تَقُلْ لَهُمَا اُفّ ٍوَلاَ تَنْهَرْهُمَا وَقُلْ لَهُمَا قَوْلاً كَرِيمًا *وَاخْفِضْ لَهُمَا جَنَاحَ الذُّلِّ مِنَ الرَّحْمَةِ وَقُلْ رَبِّ ارْحَمْهُمَا كَمَا رَبَّيَانِى صَغِيرًا

 

âyetiyle, beþ cihetle gâyet mu'cizane bir surette ihtiyar peder ve valideye karþý hürmete ve þefkate evlâdlarý davet ediyor; ve madem Ýslâmiyet dini, ihtiyarlara hürmet ve merhameti emrediyor; ve madem insaniyet fýtratý, ihtiyarlara karþý hürmet ve merhameti iktiza ediyor.. elbette biz ihtiyarlar, gençlik iþtihasýyla olan muvakkat bir zevk-i maddî yerine, mânevî ve daimî ve mühim inayet-i Ýlahiyeden ve rikkat-i cinsiyeden gelen Rahmet ve hürmeti ve Rahmet ve hürmetten neþ'et eden ezvak-ý ruhaniyeyi alýyoruz. O halde biz bu ihtiyarlýðýmýzý, yüz gençliðe deðiþmemeliyiz. Evet ben kendim sizi temin ediyorum ki: "Eski Said'in

 

_____________________________________

 

(Haþiye): Hadîsin tamamý: وَلَوْلاَ الْبَهَائِمُ الرُّتَّعُ وَالصُّبْيَانُ الرُّضَّعُ ilâ âhir... -ev kema kal-

 

sh: » (L:223)

 

on senelik gençliðini bana verseler, ben þimdi Yeni Said'in bir senelik ihtiyarlýðýný vermeyeceðim." Ben ihtiyarlýðýmdan razýyým, siz de razý olmalýsýnýz.

 

ONUNCU RÝCA: Bir zaman esaretten geldikten sonra, Ýstanbul'da bir iki sene yine gaflet galebe etti. Siyaset havasý, nazarýmý nefsimden kaldýrýp âfâka daðýtmýþ iken, bir gün Ýstanbul'un Eyüb Sultan kabristanýnýn dereye bakan yüksek bir yerinde oturuyordum. Ýstanbul etrafýndaki âfâka baktým. Birden, bakýyorum benim hususî dünyam vefat ediyor, bazý cihette ruh çekiliyor gibi bir hâlet-i hayaliye bana geldi. Dedim: "Acaba bu kabristanýn mezar taþlarýndaki yazýlarý mýdýr ki, bana böyle hayal veriyor" diye nazarýmý çektim. Uzaða deðil, o kabristana baktým, kalbime ihtar edildi ki: "Bu senin etrafýndaki kabristanýn yüz Ýstanbul içinde vardýr. Çünki yüz defa Ýstanbul buraya boþalmýþ. Bütün Ýstanbul'un halkýný buraya boþaltan bir Hâkim-i Kadîr'in hükmünde kurtulup müstesna kalamazsýn, sen de gideceksin." Ben kabristandan çýkýp, bu dehþetli hayal ile Sultan Eyüb Câmisinin mahfelindeki küçük bir odaya çok defa girdiðim gibi, bu defa da girdim. Düþündüm ki; ben üç cihette misafirim; bu menzilcikte misafir olduðum gibi, Ýstanbul'da da misafirim, dünyada da misafirim. Misafir, yolunu düþünmeli. Nasýlki bu odadan çýkacaðým, bir gün de Ýstanbul'dan da çýkacaðým, diðer bir gün de dünyadan çýkacaðým.

 

Ýþte bu hâlette, gâyet rikkatli ve firkatli elemli bir hüzün ve gam kalbime, baþýma çöktü. Çünki ben yalnýz bir-iki dostu kaybetmiyorum; Ýstanbul'da binler sevdiðim dostlarýmdan müfarakat gibi, çok sevdiðim Ýstanbul'dan da ayrýlacaðým. Dünyada yüzbinler dostlarýmdan iftirak gibi, çok sevdiðim ve mübtela olduðum o güzel dünyadan da ayrýlacaðým, diye düþünürken, yine kabristanýn o yüksek yerine gittim. Arasýra sinemaya -ibret için- gittiðimden; bana, Ýstanbul içindeki insanlar, o dakikada sinemada geçmiþ zamanýn gölgelerini hazýr zamânâ getirmek cihetiyle, ölmüþ olanlarý ayakta gezer suretinde gösterdikleri gibi aynen ben de o vakit gördüðüm insanlarý, ayakta gezen cenazeler vaziyetinde gördüm. Hayalime dedim ki: "Madem bu kabristanda olanlardan bir kýsmý sinemada gezer gibi görülüyor; ileride kat'iyen bu kabristana girecekleri, girmiþ gibi gör; onlar da cenazelerdir, geziyorlar." Birden Kur'an-ý Hakîm'in nuruyla ve Gavs-ý Azam Þeyh-i Geylânî Hazretlerinin irþadýyla, o hazîn hâlet, sürurlu ve neþ'eli bir vaziyete inkýlab etti. Þöyle ki: O hazîn hâle karþý Kur'andan gelen nur böyle ihtar etti ki; senin, Þimal-i Þarkîde, Kosturma'daki gurbetinde bir iki esir zabit dostun vardý. Bu dostlarýn her halde Ýstanbul'a gideceklerini biliyordun. Sana birisi dese idi: "Sen Ýstanbul'a mý gideceksin, yoksa burada mý kalacaksýn?" Elbette zerre mikdar aklýn varsa, Ýstan

 

sh: » (L:224)

 

bul'a ferah ve sürurla gitmesini kabul edecektin. Çünki bin birden dokuzyüz doksandokuz ahbabýn Ýstanbul'dadýrlar. Burada bir iki tane kalmýþ, onlar da oraya gidecekler. Senin için Ýstanbul'a gitmek; hazîn bir firak, elîm bir iftirak deðil. Hem de geldin, memnun olmadýn mý? O düþman memleketindeki pek karanlýk uzun gecelerinden ve pek soðuk fýrtýna kýþlarýndan kurtuldun. Bu güzel (dünya cenneti gibi) Ýstanbul'a geldin. Aynen öyle de; senin küçüklüðünden bu yaþýna kadar, sevdiklerinden yüzde doksandokuzu sana dehþet veren kabristana göçmüþler. Bu dünyada kalan bir iki dostun var, onlar da oraya gidecekler. Dünyada vefatýn firak deðil, visâldir; o ahbablara kavuþmaktýr. Onlar, yâni o ervâh-ý bâkiye, eskimiþ yuvalarýný toprak altýnda býrakýp bir kýsmý yýldýzlarda, bir kýsmý âlem-i berzah tabakatýnda geziyorlar diye ihtar edildi. Evet bu hakikatý Kur'an ve îman o derece kat'î bir surette isbat etmiþtir ki; bütün bütün kalbsiz, ruhsuz olmazsa veyahud dalâlet kalbini boðmamýþ ise, görüyor gibi inanmak gerektir. Çünki bu dünyayý hadsiz envâ-ý lütuf ve ihsanýyla böyle tezyin edip mükrîmane ve þefikane Rubûbiyetini gösteren ve tohumlar gibi en ehemmiyetsiz cüz'î þeyleri dahi muhafaza eden bir Sâni-i Kerim ve Rahîm; masnuatý içinde en mükemmel ve en câmi, en ehemmiyetli ve en çok sevdiði masnuu olan insaný, elbette ve bilbedahe sureten göründüðü gibi böyle merhametsiz, akibetsiz idam etmez, mahvetmez, zayi etmez. Belki bir çiftçinin topraða serptiði tohumlar gibi, baþka bir hayatta sünbül vermek için, Hâlýk-ý Rahîm o sevgili masnuunu bir Rahmet kapýsý olan toprak altýna muvakkaten atar. (Haþiye)

 

Ýþte bu ihtar-ý Kur'anîyi aldýktan sonra, o kabristan, Ýstanbul'dan ziyade bana ünsiyetli oldu. Halvet ve uzlet, bana sohbet ve muaþeretten daha ziyade hoþ geldi. Ben de Boðaz tarafýndaki Sarýyer'de, bir halvethane kendime buldum. Gavs-ý Azam (R.A.) Fütuh-ul Gayb'ýyla, bana bir üstad ve tabîb ve mürþid olduðu gibi, Ýmam-ý Rabbanî de (R.A.) Mektubat'ýyla, bir enis, bir müþfik, bir hoca hükmüne geçti. O vakit ihtiyarlýða girdiðimden ve medeniyetin ezvakýndan çekildiðimden ve hayat-ý içtimaiyeden sýyrýldýðýmdan pek çok memnun oldum. Allah'a þükrettim.

 

Ýþte ey benim gibi ihtiyarlýk içine giren ve ihtiyarlýðýn ihtarýyla vefatý çok tahattur eden zatlar! Kur'anýn verdiði ders-i îman nuruyla, ihtiyarlýðý ve vefatý ve hastalýðý hoþ görmeliyiz, belki bir cihette sevmeliyiz. Madem îman gibi hadsiz derecede kýymetdar bir nimet bizde vardýr; ihtiyarlýk da hoþtur, hastalýk da hoþtur, vefat da hoþtur. Nâhoþ birþey varsa; o da günahtýr, sefahettir, bid'atlardýr, dalâlettir.

 

_______________________________

 

(Haþiye): Bu hakikat; iki kerre iki dört eder derecesinde sair Risalelerde, hususan Onuncu ve Yirmidokuzuncu Sözlerde isbat edilmiþtir.

 

sh: » (L:225)

 

ONBÝRÝNCÝ RÝCA: Esaretten geldikten sonra, Ýstanbul'da Çamlýca tepesinde bir köþkte, merhum biraderzadem AbdurRahmân ile beraber oturuyorduk. Bu hayatým, hayat-ý dünyeviye cihetinde bizim gibilere en mes'udane bir hayat sayýlabilirdi. Çünki esaretten kurtulmuþtum, Dâr-ül Hikmet'te meslek-i ilmiyeme münasib en âlî bir tarzda neþr-i ilme muvaffakýyet vardý. Bana teveccüh eden haysiyet ve þeref, haddimden çok fazla idi. Mevkice Ýstanbul'un en güzel yeri olan Çamlýca'da oturuyordum. Hem herþeyim mükemmeldi. Merhum biraderzadem AbdurRahmân gibi gâyet zeki, fedakâr, hem bir talebe, hem hizmetkâr, hem kâtib, hem evlâd-ý maneviyem beraberdi. Dünyada herkesten ziyade kendimi mes'ud bilirken aynaya baktým; saçýmda, sakalýmda beyaz kýllarý gördüm. Birden esarette, Kosturma'daki câmîdeki intibah-ý ruhî yine baþladý. Onun eseri olarak, kalben merbut olduðum ve medâr-ý saadet-i dünyeviye zannettiðim hâlâtý, esbabý tedkike baþladým. Hangisini tedkik ettimse, baktým ki; çürüktür, alâkaya deðmiyor, aldatýyor. O sýralarda en sadakatli zannettiðim bir arkadaþýmda, umulmadýk bir sadakatsizlik ve hatýra gelmez bir vefasýzlýk gördüm. Hayat-ý dünyeviyeden bir ürkmek geldi. Kalbime dedim: "Acaba ben bütün bütün aldanmýþ mýyým? Görüyorum ki; hakikat noktasýnda acýnacak halimize, pek çok insanlar gýbta ile bakýyorlar. Bütün bu insanlar divane mi olmuþlar, yoksa þimdi ben divane mi oluyorum ki, bu dünyaperest insanlarý divane görüyorum?" Her ne ise... Ben, ihtiyarlýðýn verdiði þiddetli intibah cihetinde, en evvel alâkadar olduðum fâni þeylerin fâniliðini gördüm. Kendime de baktým, nihayet-i aczde gördüm. O vakit, beka isteyen ve beka tevehhümüyle fânilere mübtela olan ruhum bütün kuvvetiyle dedi ki: "Madem cismen fâniyim, bu fânilerden bana ne hayýr gelebilir? Madem ben âcizim, bu âcizlerden ne bekleyebilirim? Benim derdime çare bulacak bir Bâki-i Sermedî, bir Kadîr-i Ezelî lâzým." diyerek taharriye baþladým. O vakit herþeyden evvel, eskiden beri tahsil ettiðim ilme müracaat edip, bir teselli, bir rica aramaya baþladým. Maatteessüf o vakte kadar ulûm-u felsefeyi, ulûm-u Ýslâmiye ile beraber havsalama doldurup o ulûm-u felsefeyi pek yanlýþ olarak maden-i tekemmül ve medâr-ý tenevvür zannetmiþtim. Halbuki o felsefî mes'eleler ruhumu çok fazla kirletmiþ ve terakkiyat-ý maneviyemde engel olmuþtu. Birden Cenab-ý Hakk'ýn Rahmet ve keremiyle Kur'an-ý Hakîm'deki hikmet-i kudsiye imdada yetiþti. Çok Risalelerde beyan edildiði gibi; o felsefî mes'elelerin kirlerini yýkadý, temizlettirdi. Ezcümle: Fünun-u hikmetten gelen zulümat-ý ruhiye, ruhumu kâinata boðduruyordu. Hangi cihete baktým, nur aradým; o mes'elelerde nur bulamadým, teneffüs edemedim. Tâ Kur'an-ý Hakîm'den gelen ve "Lâ Ýlahe Ýlla Hu" cümlesiyle ders verilen tevhid, gâyet parlak bir nur olarak bütün o zulümatý daðýttý; rahatla nefes aldým. Fakat nefs ve þeytan, ehl-i dalâlet ve ehl-i felsefeden aldýklarý derse

 

sh: » (L:226)

 

istinad ederek, akýl ve kalbe hücum ettiler. Bu hücumdaki münazarat-ý nefsiye lillahilhamd kalbin muzafferiyetiyle neticelendi. Çok Risalelerde kýsmen o münazaralar yazýlmýþ. Onlara iktifa edip, burada yalnýz binde bir muzafferiyet-i kalbiyeyi göstermek için, binler bürhandan birtek bürhan beyan edeceðim. Tâ ki, gençliðinde hikmet-i ecnebiye veya fünun-u medeniye namý altýndaki kýsmen dalâlet, kýsmen malayâniyat mes'eleleriyle ruhunu kirletmiþ, kalbini hasta etmiþ, nefsini þýmartmýþ bir kýsým ihtiyarlarýn ruhunda temizlik yapsýn. Tevhid hakkýnda þeytan ve nefsin þerrinden kurtulsun. Þöyle ki: Ulûm-u felsefiyenin vekaleti namýna nefsim dedi ki: Bu kâinattaki eþyanýn, tabîatýyla bu mevcudata müdahâleleri var. Herþey bir sebebe bakar. Meyveyi aðaçtan, hububatý topraktan istemeli. En cüz'î, en küçük bir þey'i de Allah'tan istemek ve Allah'a yalvarmak ne demektir?

 

O vakit nur-u Kur'an ile sýrr-ý tevhid, þu gelecek surette inkiþaf etti. Kalbim o mütefelsif nefsime dedi: "En cüz'î ve en küçük þey; en büyük þey gibi, doðrudan doðruya bütün bu kâinat Hâlýkýnýn kudretinden gelir ve hazinesinden çýkar. Baþka surette olamaz. Esbab ise bir perdedir. Çünki en ehemmiyetsiz ve en küçük zannettiðimiz mahluklar, bazen san'at ve hilkat cihetinde en büyüðünden daha büyük olur. Sinek tavuktan san'atça ileri geçmezse de, geri de kalmaz. Öyle ise büyük küçük tefrik edilmeyecek. Ya bütünü esbab-ý maddiyeye taksim edilecek veyahud bütünü birden birtek zata verilecektir. Birinci þýk muhal olduðu gibi, bu þýk vâcibdir, zarurîdir. Çünki bir tek zata, yâni bir Kadîr-i Ezelî'ye verilse; madem bütün mevcudatýn intizamat ve hikmetleriyle vücudu kat'î tahakkuk eden ilmi, herþeyi ihata ediyor.. ve madem ilminde herþeyin mikdarý taayyün ediyor.. ve madem bilmüþahede her vakit hiçten, nihayetsiz sühuletle, nihayetsiz san'atlý masnular vücuda geliyor.. ve madem o Kadîr-i Alîm'in bir kibrit çakar gibi emr-i كُنْ فَيَكُونَ ile hangi þey olursa olsun îcad edebildiðini, hadsiz kuvvetli deliller ile, çok Risalelerde beyan ettiðimiz ve hususan Yirminci Mektub ve Yirmiüçüncü Lem'anýn âhirinde isbat edildiði gibi, hadsiz bir kudreti var; elbette bilmüþahede görülen hârikulâde sühulet ve kolaylýk, o ihata-i ilmiyeden ve azamet-i kudretten geliyor. Meselâ nasýlki göze görülmeyen eczalý bir mürekkeple yazýlan bir kitaba, o yazýyý göstermeye mahsus bir ecza sürülse; o koca kitab, birden herbir göze vücudunu gösterip kendini okutturur. Aynen öyle de; o Kadîr-i Ezelî'nin ilm-i muhitinde, herþeyin suret-i mahsusasý bir mikdar-ý muayyen ile taayyün ediyor. O Kadîr-i Mutlak emr-i

 

كُنْ فَيَكُونَ ile, o hadsiz kudretiyle ve nafiz iradesiyle, o yazýya sürülen ecza gibi, gâyet kolay ve sühuletle kudretin bir cilvesi olan kuvvetini o mahiyet-i ilmiyeye sürer, o þeye vücud-u ha

 

sh: » (L:227)

 

ricî verir; göze gösterir, nukuþ-u hikmetini okutturur. Eðer bütün eþya birden o Kadîr-i Ezelî'ye ve Alîm-i Külli Þey'e verilmezse; o vakit sinek gibi en küçük bir þeyin vücudunu, dünyanýn ekser nevilerinden hususî bir mizan ile toplamak lâzým gelmekle beraber, o küçük sineðin vücudunda çalýþan zerreler o sineðin sýrr-ý hilkatini ve kemal-i san'atýný bütün dekaikiyle bilmekle olabilir. Çünki esbab-ý tabîiye ile esbab-ý maddiye, bilbedahe ve umum ehl-i aklýn ittifakýyla, hiçten îcad edemez. Öyle ise, her halde onlar îcad etse, elbette toplayacak. Madem toplayacak, hangi zîhayat olursa olsun, ekser anasýr ve enva'ýndan nümuneler, içinde vardýr. Âdeta kâinatýn bir hülâsasý, bir çekirdeði hükmündedir. Elbette o halde bir çekirdeði bütün bir aðaçtan, bir zîhayatý bütün rûy-i zeminden ince elekle eleyip ve en hassas bir mizan ile ölçüp toplattýrmak lâzým geliyor. Ve madem esbab-ý tabîiye cahildir, câmiddir; bir ilmi yoktur ki bir plân, bir fihriste, bir model, bir proðram takdir etsin, ona göre mânevî kalýba gelen zerratý eritip döksün; tâ daðýlmasýn, intizamýný bozmasýn. Halbuki herþeyin þekli, heyeti hadsiz tarzlarda olabildiði için, hadsiz hadd ü hesaba gelmez eþkaller, mikdarlar içinde, bir tek þekil ve mikdarda sel gibi akan anasýrýn zerreleri daðýlmayarak, muntazaman, mikdarsýz, kalýpsýz birbiri üstünde kitle halinde durdurmak ve zîhayata muntazam bir vücud vermek; ne derece imkândan, ihtimalden, akýldan uzak olduðu görünüyor. Elbette kimin kalbinde körlük yoksa, görür. Evet bu hakikata binaen اِنَّ الَّذِينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللّهِ لَنْ يَخْلُقُوا ذُبَابًا وَلَوِ اجْتَمَعُوا لَهُ bu âyet-i azîmenin sýrrýyla (Haþiye) bütün esbab-ý maddiye toplansa, onlarýn ihtiyarlarý da olsa, bir tek sineðin vücudunu ve o vücudun cihazatýný mizan-ý mahsusla toplayamazlar. Toplasalar da, o vücudun mikdar-ý muayyenesinde durduramazlar. Durdursalar da, daima tazelenmekte olan ve o vücuda gelip çalýþan zerratý, muntazaman çalýþtýramazlar. Öyle ise; bilbedahe esbab, bu eþyaya sahib çýkamazlar. Demek sahib-i hakikîleri baþkadýr. Evet öyle bir sahib-i hakikîleri var ki; مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ âyetinin sýrrýyla, bütün zeminin yüzündeki zîhayatý, bir sineðin ihyasý kadar kolay yapar. Bir baharý, birtek çiçek kolaylýðýnda îcad eder. Çünki toplamaða muhtaç deðil. Emr-i كُنْ فَيَكُونَ mâlik olduðundan ve her baharda hadsiz mevcudat-ý bahariyenin madde-i unsuriyesinden

 

_______________________________

 

(Haþiye): Yâni Allah'tan baþka bütün çaðýrdýðýnýz ve ibadet ettiðiniz þeyler toplansalar, bir sineði halkedemezler.

 

sh: » (L:228)

 

baþka, hadsiz sýfât ve ahval ve eþkallerini hiçten îcad ettiðinden ve ilminde herþeyin plâný, modeli, fihristesi ve proðramý taayyün ettiðinden ve bütün zerrat onun ilim ve kudreti dairesinde hareket ettiklerinden, kibrit çakar gibi herþeyi nihayet kolaylýkla îcad eder. Ve hiçbir þey, zerre mikdar hareketini þaþýrmaz. Seyyarat muti' bir ordusu olduðu gibi, zerrat dahi muntazam bir ordusu hükmüne geçer. Madem o kudret-i ezeliyeye istinaden hareket ediyorlar ve o ilm-i ezelînin düsturuyla çalýþýyorlar; iþte o eserler, o kudrete göre vücuda gelir. Yoksa o küçük, ehemmiyetsiz þahsiyetlerine bakmakla o eserler küçülmez. O kudrete intisab kuvvetiyle bir sinek, bir Nemrud'u gebertir. Karýnca, Firavun'un sarayýný harab eder. Zerre gibi küçük çam tohumu, dað gibi koca bir çam aðacýnýn yükünü omuzunda taþýyor. Bu hakikatý çok Risalelerde isbat ettiðimiz gibi, nasýlki bir nefer, askerlik vesikasýyla padiþaha intisab noktasýnda yüzbin defa kendi kuvvetinden fazla, bir þahý esir etmek gibi eserlere mazhar olur. Öyle de herþey, o kudret-i ezeliyeye intisabýyla, yüzbin defa esbab-ý tabîiyenin fevkinde mu'cizat-ý san'ata mazhar olabilir.

 

Elhasýl; herþeyin nihayet derecede hem san'atlý, hem sühuletli vücudu gösteriyor ki, muhit bir ilim sahibi olan bir Kadîr-i Ezelî'nin eseridir. Yoksa yüzbin muhal içinde, deðil vücuda gelmek, belki imkân dairesinden çýkýp, imtina' dairesine girecek ve mümkün suretinden çýkýp, mümteni' mahiyetine girecek ve hiçbir þey vücuda gelmeyecek, belki de vücuda gelmesi muhal olacaktýr.

 

Ýþte bu gâyet ince ve gâyet kuvvetli ve gâyet derin ve gâyet zâhir bir bürhan ile þeytanýn muvakkat bir þakirdi ve ehl-i dalâletin ve ehl-i felsefenin bir vekili olan nefsim sustu. Ve lillahilhamd, tam imânâ geldi. Ve dedi ki: Evet bana öyle bir Hâlýk ve Rab lâzým ki, en küçük hatýrat-ý kalbimi ve en hafî niyazýmý bilecek ve en gizli ihtiyac-ý ruhumu yerine getirdiði gibi, bana saadet-i ebediyeyi vermek için, koca dünyayý âhirete tebdil edecek ve bu dünyayý kaldýrýp âhireti yerine kuracak, hem sineði halkettiði gibi semavatý da îcad edecek, hem Güneþ'i semanýn yüzüne bir göz olarak çaktýðý gibi bir zerreyi de gözbebeðimde yerleþtirecek bir kudrete mâlik olsun. Yoksa sineði halkedemeyen, hatýrat-ý kalbime müdahâle edemez, niyaz-ý ruhumu iþitemez.. semavatý halketmeyen, saadet-i ebediyeyi bana veremez. Öyle ise benim Rabbim odur ki; hem hatýrat-ý kalbimi ýslah eder, hem cevv-i havayý bulutlarla bir saatte doldurup boþalttýðý gibi, dünyayý âhirete tebdil edip, Cennet'i yapýp, kapýsýný bana açar; "Haydi gir" der.

 

Ýþte ey nefsim gibi bedbahtlýk neticesinde bir kýsým ömrünü nursuz felsefî ve ecnebi fünununa sarfeden ihtiyar kardeþlerim! Kur'anýn li

 

sh: » (L:229)

 

sanýndaki mütemadiyen "Lâ Ýlahe Ýllâ Hu" ferman-ý kudsîsinden ne kadar kuvvetli ve ne kadar hakikatlý ve hiçbir cihette sarsýlmaz ve zedelenmez ve tegayyür etmez kudsî bir rükn-ü îmanîyi anlayýnýz ki, nasýl bütün mânevî zulümatý daðýtýr ve mânevî yaralarý tedavi eder.

 

Bu uzun macerayý, ihtiyarlýðýmýn rica kapýlarý içinde derci, âdeta ihtiyarýmla olmadý. Ýstemiyordum, belki usandýracak diye çekiniyordum. Fakat, bana yazdýrýldý diyebilirim. (Her ne ise, sadede dönüyorum.) Saç ve sakalýmdaki beyaz kýllarýn ve bir vefadarýn sadakatsýzlýðý neticesinde o þaþaalý ve zâhiren tatlý ve süslü Ýstanbul'un hayat-ý dünyeviyesinin ezvakýndan bana bir nefret geldi. Nefs, meftun olduðu ezvakýn yerinde mânevî ezvak aradý. Bu ehl-i gafletin nazarýnda soðuk ve aðýr ve nâhoþ görünen ihtiyarlýkta, bir teselli, bir nur istedi. Felillahilhamd Cenab-ý Hakk'a yüzbin þükür olsun, bütün o hakikatsýz, tatsýz, akibetsiz ezvak-ý dünyeviye yerine; hakikî, daimî ve tatlý ezvak-ý îmaniyeyi "Lâ Ýlahe Ýllâ Hu"da ve nur-u tevhidde bulduðum gibi.. ehl-i gafletin nazarýnda soðuk ve sakil görünen ihtiyarlýðý, o nur-u tevhid ile çok hafif ve hararetli ve nurlu gördüm. Ey ihtiyar ve ihtiyareler! Madem sizlerde îman var ve madem îmaný ýþýklandýran ve inkiþaf ettiren namaz ve niyaz var; ihtiyarlýðýnýza ebedî bir gençlik nazarýyla bakabilirsiniz. Çünki onunla ebedî bir gençlik kazanabilirsiniz. Hakikî soðuk ve sakil ve çirkin ve zulmetli ve elemli olan ihtiyarlýk ise; ehl-i dalâletin ihtiyarlýklarýdýr, belki de onlarýn gençlikleridir. Onlar aðlamalý, onlar "vâ-esefâ vâ-hasretâ" demeli. Sizler, ey muhterem îmanlý ihtiyarlar! "Elhamdülillahi alâküllihal" deyip mesrurane þükretmelisiniz.

 

ONÝKÝNCÝ RÝCA: Bir zaman Isparta vilayetinin Barla nahiyesinde nefy namý altýnda, iþkenceli bir esaretle yalnýz ve kimsesiz bir köyde ihtilattan ve muhabereden men'edilmiþ bir vaziyette hem hastalýk, hem ihtiyarlýk, hem de gurbet içinde gâyet periþan bir halde iken; Cenab-ý Hak kemal-i merhametinden, Kur'an-ý Hakîm'in nüktelerine, sýrlarýna dair benim için medâr-ý teselli bir nur ihsan etmiþti. Onunla o acý, elîm, hazîn vaziyetimi unutmaya çalýþýyordum. Vatanýmý, ahbabýmý, akaribimi unutabîliyordum. Fakat vâ-hasretâ birisini unutamýyordum. O da hem biraderzadem, hem mânevî evlâdým, hem en fedakâr talebem, hem en cesur bir arkadaþým olan merhum AbdurRahmân idi. Altý yedi sene evvel benden ayrýlmýþtý. Ne o benim yerimi biliyor ki yardýma koþsun, teselli versin ve ne de ben onun vaziyetini biliyordum ki, onunla muhabere edeyim, dertleþeyim. Benim bu ihtiyarlýk vaziyeti zamanýmda; öyle fedakâr, sadýk birisi bana lâzýmdý. Sonra birden birisi bana bir mektub verdi. Mektubu açtým gördüm ki: AbdurRahmân'ýn mahiyetini tam gösterir bir tarzda bir mektub ki, o mektubun bir kýsmý Yirmiyedinci Mektub'un fýkralarý

 

sh: » (L:230)

 

içinde, üç zâhir kerameti gösterir bir tarzda dercedilmiþtir. O mektub beni çok aðlattýrmýþ ve el'an da aðlattýrýyor. Merhum AbdurRahmân o mektubla pek ciddî ve samimî bir surette; dünyanýn ezvakýndan nefret ettiðini ve en büyük maksadý bana yetiþip küçüklüðünde benim ona baktýðým gibi, o da ihtiyarlýðýmda bana hizmet etmekti. Hem dünyada benim hakikî vazifem olan neþr-i esrar-ý Kur'aniyede, muktedir kalemiyle bana yardým etmekti. Hatta mektubunda yazýyordu: "Yirmi otuz Risaleyi bana gönder, herbirisinden yirmi otuz nüsha yazýp ve yazdýracaðým." diyordu. O mektub, bana dünyaya karþý kuvvetli bir ümid verdi. Deha derecesinde zekâya mâlik ve hakikî evlâdýn çok fevkinde bir sadakat ve irtibatla bana hizmet edecek böyle cesur bir talebemi buldum diye; o iþkenceli esareti, o kimsesizliði, o gurbeti, o ihtiyarlýðý unuttum. O mektubdan evvel îman-ý bil'âhirete dair tab'ettirdiðim Onuncu Söz'ün bir nüshasý eline geçmiþti. Güya o Risale ona bir tiryak idi ki; altý yedi sene zarfýnda aldýðý bütün mânevî yaralarýný tedavi etti. Gâyet kuvvetli ve parlak bir îman ile ecelini bekliyor gibi bana o mektubu yazmýþ. Bir iki ay sonra AbdurRahmân vasýtasýyla yine mes'udane bir hayat-ý dünyeviye geçirmek tasavvurunda iken "vâ-hasretâ" birden onun vefat haberini aldým. Bu haber o derece beni sarstý ki, beþ senedir daha o tesir altýndayým. O vakit bulunduðum iþkenceli esaret ve yalnýzlýk ve gurbet ve ihtiyarlýk ve hastalýðým; on derece onlarýn fevkinde bana bir firkat, bir rikkat, bir hüzün verdi. Benim merhume validemin vefatýyla hususî dünyamýn yarýsý, onun vefatýyla vefat etmiþ diyordum. AbdurRahmân'ýn vefatýyla da, bâki kalan öteki yarý dünyam da vefat etti gördüm. Dünyadan bütün bütün alâkam kesildi. Çünki o dünyada kalsaydý; hem dünyadaki vazife-i uhreviyemin kuvvetli bir medârý ve benden sonra tam yerime geçecek bir hayr-ül hâlef ve hem de bu dünyada en fedakâr bir medâr-ý teselli, bir arkadaþým olabilirdi.. ve en zeki bir talebem, bir muhatab ve Risale-i Nur eczalarýnýn en emin bir sahibi ve muhafýzý olurdu. Evet insaniyet itibariyle böyle bir zayiat, benim gibi insanlara çok hirkatlidir, yandýrýyor. Gerçi zâhiren tahammüle çalýþýyordum, fakat ruhumda þiddetli fýrtýna vardý. Eðer arasýra Kur'anýn nurundan gelen teselli teskin etmeseydi, benim için dayanmak mümkün olamayacaktý. O zaman Barla derelerine, daðlarýna yalnýz gidip geziyordum. Hâlî yerlerde oturup o teessürat-ý hazîne içinde, eski zamanda AbdurRahmân gibi sadýk talebelerimle geçirdiðim mes'udane hayat levhalarý sinema gibi hayalimden geçtikçe, ihtiyarlýk ve gurbetin verdiði sür'at-i teessür mukavemetimi kýrýyordu. Birden كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ لَهُ الْحُكْمُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ âyet-i kudsiyenin sýrrý inkiþaf etti. Bana "Ya Bâki Ente-l Bâki! Ya Bâki Ente-l Bâki!" dedirtti ve onunla hakikî teselli verdi. Evet

 

sh: » (L:231)

 

ben o hâlî derede, o hazîn hâlette, bu âyet-i kudsiyenin sýrrýyla, Mirkat-üs Sünne Risalesinde iþaret edildiði gibi, kendimi üç büyük cenaze baþýnda gördüm:

 

Biri: Ellibeþ yaþýma kadar, ellibeþ ölmüþ ve hayat-ý ömrümde defnedilmiþ Saidlerin kabri üstünde, bir mezar taþý olarak kendimi gördüm.

 

Ýkinci cenaze: Zaman-ý Âdem'den (A.S.) beri, benim hemcinsim ve nev'im vefat edip mazi kabrinde defnedilmiþ olan o büyük cenazenin baþýnda mezar taþý hükmünde olan bu asrýn yüzünde gezer, karýnca gibi küçük bir zîhayat suretinde kendimi gördüm.

 

Üçüncü cenaze ise; insanlar gibi her sene dünya yüzünde seyyar bir dünyanýn vefatýyla büyük dünya da bu âyetin sýrrýyla vefat edeceði, hayalimin önünde tecessüm etti.

 

Ýþte AbdurRahmân'ýn vefatýnýn hüznünden gelen bu dehþetli mânâyý bütün bütün aydýnlattýracak ve hakikî teselli ve sönmez nur verecek bu âyet-i kerime, mânâ-yý iþarîsiyle imdada yetiþti. فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِىَ اللّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ Evet bu âyet bildirdi ki: Madem Cenab-ý Hak var, o herþeye bedeldir. Madem o bâkidir, elbette o kâfidir. Birtek cilve-i inayeti, bütün dünya yerini tutar. Ve bir cilve-i nuru, mezkûr üç büyük cenazeye mânevî hayat verir. Cenazeler olmadýðýný, belki vazifelerini bitirmiþ baþka âlemlere gitmiþ olduklarýný gösteriyor. Üçüncü Lem'ada bu sýrrýn izahý geçtiðinden ona iktifaen burada yalnýz derim ki: كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ ilâ âhir... âyetinin mealini gösteren iki defa "Ya Bâki Ente-l Bâki! Ya Bâki Ente-l Bâki!" beni, gâyet elîm o hazîn hâletten kurtardý. Þöyle ki:

 

Birinci defa "Ya Bâki Ente-l Bâki" dedim, dünya ve dünyadaki AbdurRahmân gibi hadsiz alâkadar olduðum ahbablarýn zevalinden ve rabýtalarým kopmasýndan neþ'et eden hadsiz mânevî yaralar içinde bir ameliyat-ý cerrahiye nev'inde bir tedavi baþladý.

 

Ýkinci defa "Ya Bâki Ente-l Bâki" cümlesi; bütün o hadsiz, mânevî yaralara hem merhem, hem tiryak oldu. Yâni sen bâkisin; giden gitsin, sen yetersin. Madem sen bâkisin, zeval bulan herþeye bedel bir cilve-i Rahmetin kâfidir. Madem sen varsýn, senin varlýðýna îman ile intisabýný bilen ve sýrr-ý Ýslâmiyetle o intisaba göre hareket eden insana herþey var.

 

sh: » (L:232)

 

Fena ve zeval, mevt ve adem bir perdedir, bir tazelenmektir; ayrý ayrý menzillerde gezmek hükmündedir diye düþünüp, tamamýyla o hirkatli, firkatli, hazîn, elîm, karanlýklý, dehþetli hâlet-i ruhaniye; sürurlu, neþ'eli, lezzetli, nurlu, sevimli, ünsiyetli bir hâlete inkýlab etti. Lisaným ve kalbim, belki lisan-ý hal ile bütün zerrat-ý vücudum "Elhamdülillah" dediler.

 

Ýþte o cilve-i Rahmetin binden bir cüz'ü þudur ki: Ben o hüzüngâhým olan dereden ve o hüzün-engiz hâletten Barla'ya döndüm. Baktým ki,Kuleönlü Mustafa namýnda bir genç, benden ilm-i hâle ait abdest ve namaza dair birkaç mes'eleyi sormak için gelmiþ. O vakit misafirleri kabul etmediðim halde, onun ruhundaki ihlâs ve ileride Risale-i Nur'a edeceði kýymetdar hizmeti, (Haþiye-1) güya hiss-i kablelvuku ile ruhum o gencin ruhunda okudu. Onu geriye çevirmedim, kabul ettim. (Haþiye-2) Sonra tebeyyün etti ki, Risale-i Nur hizmetinde ve benden sonra hayr-ül hâlef olarak, bir vâris-i hakikî vazifesini tam yerine getirecek olan AbdurRahmân yerine, Cenab-ý Hak Mustafa'yý nümune olarak bana göndermiþ ki; senden bir AbdurRahmân aldým, mukabilinde bu gördüðün Mustafa gibi otuz AbdurRahmân o vazife-i diniyede sana hem talebe, hem biraderzade, hem evlâd-ý mânevî, hem kardeþ, hem fedakâr arkadaþ vereceðim. Evet lillahilhamd otuz AbdurRahmân'ý verdi. O vakit dedim: Ey aðlayan kalbim! Madem bu nümuneyi gördün ve onunla o mânevî yaralarýn

 

______________________________

 

(Haþiye-1): Ýþte o Mustafa'nýn küçük kardeþi olan Küçük Ali kendi güzel, sýhhatlý kalemiyle yedi yüzden ziyade Nur Risalelerini yazmakla tamamýyla bilfiil bir AbdurRahmân olduðu gibi, müteaddid AbdurRahmân'larý da yetiþtirdi.

 

(Haþiye-2): Elhak, o yalnýz kabule deðil, belki istikbale lâyýk (Haþiye) olduðunu gösterdi.

 

(Haþiye): Risale-i Nur'un birinci þakirdi Mustafa'nýn istikbale liyakatýna dair Üstadýmýn hükmünü tasdik eden bir hâdise: Kurban arefesinden bir gün evvel Üstadým gezmeye gidecekti. At getirmek üzere beni gönderdiði zaman, Üstadýma dedim:

 

"Sen aþaðýya inme, ben kapýyý arkasýndan örtüp odunluktan çýkacaðým." Üstadým: "Hayýr" dedi; "Sen kapýdan çýk" diyerek aþaðýya indi. Ben kapýdan çýktýktan sonra kapýyý arkasýndan sürgüledi. Ben gittim, kendisi de yukarýya çýktý. Sonra yatmýþ... Bir müddet sonra Kuleönlü Mustafa, Hacý Osman'la beraber gelmiþler. Üstadým hiç kimseyi kabul etmiyordu ve etmeyecekti. Hususan o vakit iki adamý beraber hiç yanýna almaz geri çevirirdi. Halbuki bu makamda bahsedilen kardeþimiz Kuleönlü Mustafa, Hacý Osman'la gelince, kapý güya lisan-ý hal ile ona demiþ ki: "Üstadýn seni kabul etmeyecek fakat ben sana açýlacaðým" diyerek arkasýndan sürgülenmiþ kapý kendi kendine Mustafa'ya açýlmýþ. Demek Üstadýmýn onun hakkýnda "Mustafa istikbale lâyýktýr" diye söylediði sözü istikbal gösterdiði gibi, kapý da buna þahid olmuþtur.

 

Hüsrev

 

Evet Hüsrev'in yazdýðý doðrudur, tasdik ediyorum. Kapý bu mübarek Mustafa'yý benim bedelime hem istikbal etti, hem de kabul etti.

 

Said Nursî

 

sh: » (L:233)

 

en mühimini tedavi etti; sair bütün seni müteessir eden yaralarý da tedavi edeceðine kanaatýn gelmelidir.

 

Ýþte ey benim gibi ihtiyarlýk zamanýnda gâyet sevdiði evlâdýný veya akrabasýný kaybeden ve beline yüklenmiþ ihtiyarlýðýn aðýr yüküyle beraber firaktan gelen aðýr gamlarý da baþýna yüklenen ihtiyar kardeþler ve ihtiyare hemþireler! Benim vaziyetimi anladýnýz ki sizinkinden çok þiddetli iken, madem böyle bir âyet-i kerime tedavi etti, þifa verdi; elbette Kur'an-ý Hakîm'in eczahane-i kudsiyesinde, umum dertlerinize þifa verecek ilâçlarý vardýr. Eðer îman ile ona müracaat edip ve ibadetle o ilâçlarý istimal etseniz, belinizde ve baþýnýzdaki o ihtiyarlýðýn ve gamlarýn aðýr yükleri gâyet hafifleþecektir.

 

Bu mebhasýn uzun yazýlmasýnýn sýrrý ise, merhum AbdurRahmân'a ziyade dua-yý Rahmet ettirmek düþüncesidir. Sizi usandýrmasýn. Hem sizi belki ziyade müteellim edecek en acýklý ve nefret verip ürkütecek en dehþetli yaramý, gâyet nâhoþ, elîm bir surette size göstermekten maksadým: Kur'an-ý Hakîm'in kudsî tiryaký ne derece hârikulâde bir ilâç ve parlak bir nur olduðunu göstermektir.

 

ONÜÇÜNCÜ RÝCA: (Haþiye) Bu rîcada sergüzeþt-i hayatýmýn mühim bir levhasýndan bahsedeceðimden, herhalde bir derece uzun olacak. Usanmamanýzý ve gücenmemenizi arzu ediyorum. Harb-i Umumî'de, Rus'un esaretinden kurtulduktan sonra, Ýstanbul'da iki üç sene Dar-ül Hikmet'te hizmet-i diniye beni orada durdurdu. Sonra Kur'an-ý Hakîm'in irþadýyla ve Gavs-ý Azam'ýn himmetiyle ve ihtiyarlýðýn intibahýyla Ýstanbul'daki hayat-ý medeniyeden usanç ve þaþaalý hayat-ý içtimaiyeden bir nefret geldi. Dâüssýla tabîr edilen iþtiyak-ý vatan hissi beni vatanýma sevketti. Madem öleceðim, vatanýmda öleyim diye Van'a gittim. Herþeyden evvel, Van'da Horhor denilen medresemin ziyaretine gittim. Baktým ki; sair Van haneleri gibi onu da Rus istilâsýnda Ermeniler yakmýþlardý. Van'ýn meþhur kal'asý ki, dað gibi yekpare taþtan ibarettir. Benim medresem onun tam altýnda ve ona tam bitiþiktir. Benim terkettiðim yedi sekiz sene evvel, o medresemdeki hakikaten dost, kardeþ, enis talebelerimin hayalleri gözümün önüne geldi. O fedakâr arkadaþlarýmýn bir kýsmý hakikî þehid diðer bir kýsmý da o musîbet yüzünden mânevî þehid olarak vefat etmiþlerdi. Ben aðlamaktan kendimi tutamadým ve kal'anýn tâ medresenin üstündeki iki minare yüksekliðinde medreseye nâzýr tepesine çýktým, oturdum. Yedi sekiz sene evvelki zamânâ hayalen gittim. Benim hayalim

 

_______________________________

 

(Haþiye): Lâtif bir tevâfuktur ki, bu Onüçüncü Rica'nýn bahsettiði medrese hâdisesi onüç sene evvel oldu.

 

sh: » (L:234)

 

kuvvetli olduðu için, beni o zamanda hayli gezdirdi. Etrafta kimse yoktu ki, beni o hayalden çevirsin ve o zamandan çeksin. Çünki yalnýz idim. Yedi sekiz sene zarfýnda, gözümü açtýkça bir asýr zaman geçmiþ kadar bir tahavvülât görüyordum. Baktým ki benim medresemin etrafýndaki þehir içi Kal'a dibi mevkii, bütün baþtan aþaðýya kadar yandýrýlmýþ, tahrib edilmiþ. Evvelki gördüðümden þimdiki gördüðüme, güya iki yüz sene sonra dünyaya gelip, öyle hazîn nazarla baktým. O hanelerdeki adamlarýn çoðu ile dost ve ahbab idim. Kýsm-ý azamý Allah Rahmet etsin muhaceret ile vefat etmiþler, gurbette periþan olmuþlardý. Hem Ermeni mahallesinden baþka Van'ýn bütün müslümanlarýnýn haneleri tahrib edilmiþ gördüm. Benim kalbim en derinden sýzladý. O kadar rikkatime dokundu ki, binler gözüm olsaydý beraber aðlayacaktý. Ben, gurbetten vatanýma döndüm; gurbetten kurtuldum zannediyordum. "Vâ-esefâ", gurbetin en dehþetlisini vatanýmda gördüm. Onikinci Rica'da bahsi geçen AbdurRahmân gibi, ruhumla pek alâkadar yüzer talebelerimi, dostlarýmý kabirde ve o ahbablarýn yerlerini harabezar gördüm. Eskiden beri hatýrýmda olan bir zatýn bir fýkrasý vardý, tam mânâsýný göremiyordum.. o hazîn levha karþýsýnda tam mânâsýný gördüm. Fýkra budur:

 

لَوْلاَ مُفَارَقَةُ اْلاَحْبَابِ مَا وَجَدَتْ لَهَا الْمَنَايَا اِلَى اَرْوَاحِنَا سُبُلاً

 

yâni: "Eðer dostlardan müfarakat olmasaydý, ölüm ruhlarýmýza yol bulamazdý ki gelsin alsýn." Demek en ziyade insaný öldüren, ahbabdan müfarakattýr. Evet hiçbir þey beni o vaziyet kadar yandýrmamýþ, aðlatmamýþ. Eðer Kur'andan, îmandan meded gelmeseydi; o gam, o keder, o hüzün ruhumu uçuracak gibi tesirat yapacaktý. Eskiden beri þâirler þiirlerinde, ahbablarýyla görüþtükleri menzillerin mürur-u zamanla harabegâhlarýna aðlamýþlar. Bunun en firkatli levhasýný da ben gözümle gördüm. Ýki yüz sene sonra gâyet sevdiði dostlarýn mahall-i ikametine uðrayan bir adamýn hüznüyle; hem ruhum, hem kalbim gözüme yardým edip aðladýlar. O vakit, gözümün önünde harabezara dönmüþ yerlerin, gâyet ma'mur ve þenlikli ve neþ'eli ve sürurlu bir surette bulunduðu zaman, yirmi seneye yakýn en tatlý bir hayatta tedris ile, kýymetdar talebelerimle geçirdiðim hayatýmýn o þirin safahatý, birer birer sinema levhalarý gibi canlanýp görünerek, sonra vefat edip gider tarzýnda, hayali gözümün önünde epey zaman devam etti. O vakit ehl-i dünyanýn haline çok taaccüb ettim. Nasýl kendilerini aldatýyorlar? Çünki o vaziyet, dünyanýn tam fâni olduðunu ve insanlar da içinde misafir bulunduðunu bilbedahe gösterdi. Ehl-i hakikatýn mütemadiyen, dünya gaddardýr, mekkârdýr, fenadýr, aldanmayýnýz demeleri ne kadar doðru olduðunu gözümle gördüm. Hem insan nasýl cismiyle, hanesiyle alâkadardýr; öyle de, kasabasýyla, memleketiyle belki dünyasýyla alâkadar olduðunu

 

sh: » (L:235)

 

kendim de gördüm. Çünki ben vücudum itibariyle ihtiyarlýk rikkatinden iki gözümle aðlarken, medresemin yalnýz ihtiyarlýðý deðil, belki vefatýndan dolayý on gözle aðlamak istiyordum. Ve o þirin vatanýmýn yarý ölmesiyle yüz gözle aðlamaya ihtiyacým vardý. Rivayet-i Hadîste vardýr ki; her sabah bir melaike çaðýrýyor لِدُوا لِلْمَوْتِ وَابْنُوا لِلْخَرَابِ yâni "Ölmek için tevellüd edip dünyaya gelirsiniz, harab olmak için binalar yapýyorsunuz." diyor.

 

Ýþte bu hakikatý, kulaðýmla deðil gözümle iþitiyordum. Evet o vaziyetim o vakit beni nasýl aðlattýrmýþ; on senedir hayalim, o vaziyete uðradýkça yine aðlýyor. Evet binler sene yaþamýþ o ihtiyar kal'anýn baþýndaki menzillerin harab olmasý ve onun altýndaki þehrin sekiz sene zarfýnda sekiz yüz sene kadar ihtiyarlanmasý ve kal'a altýndaki gâyet hayatdar ve mecma-i ahbab olan medresemin vefatý, umum Osmanlý Devleti'nde bütün medreselerin vefatýný gösteren cenazesinin mânevî azametine iþareten koca Van kal'asýnýn yekpare taþý, ona bir mezar taþý olmuþ. Âdeta o medresedeki sekiz sene evvel benimle beraber bulunan merhum talebelerim, kabirlerinde benimle beraber aðlýyorlar. Belki o kasabanýn harabe duvarlarý, daðýlmýþ taþlarý benimle beraber aðlýyorlar ve onlarý aðlýyor gibi gördüm. Ben o vakit anladým ki, vatanýmdaki bu gurbete dayanamayacaðým; ya ben de kabre onlarýn yanýna gitmeliyim veyahud daðda bir maðaraya çekilip ecelimi orada beklemeliyim diye düþündüm. Dedim: Madem dünyada böyle tahammül edilmez, sabýr-þiken, mukavemetsûz, yandýrýcý firkatler var. Elbette mevt, hayata racihtir. Hayatýn bu aðýr vaziyeti çekilir derdlerden deðildir. O vakit cihat-ý sitte denilen altý cihete nazar gezdirdim, karanlýklý gördüm. O þiddet-i teessürden gelen gaflet bana dünyayý korkunç, boþ, hâlî, baþýma yýkýlacak bir tarzda gösterdi. Ruhum ise, düþman vaziyetini alan hadsiz belâlara karþý bir nokta-i istinad ararken ve ruhta ebede kadar uzanan hadsiz arzularý tatmin edecek bir nokta-i istimdad taharri ederken ve o hadsiz firak ve iftiraktan ve tahrib ve vefattan gelen hüzün ve gama karþý teselli beklerken, birden Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan'ýn سَبَّحَ لِلّهِ مَا فِى السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ اْلحَكِيمُ *لَهُ مُلْكُ السَّموَاتِ وَ اْلاَرْضِ يُحْيِى وَ يُمِيتُ وَ هُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ âyetinin hakikatý tecelli etti. O rikkatli, firkatli, dehþetli, hüzünlü hayalden beni kurtardý, gözümü açtýrdý.

 

Baktým ki, meyvedar aðaçlarýn baþlarýndaki meyveleri tebessüm eder bir tarzda bana bakýyorlar; bize de dikkat et, yalnýz harabezâra bakýp durma diyorlardý. Bu âyet-i kerimenin

 

sh: » (L:236)

 

hakikatý böyle ihtar ediyordu ki: Van sahrasýnýn sahifesinde misafir olan insanlarýn eliyle yazýlan ve þehir suretini alan sun'î bir mektubun, Rus istilâsý denilen dehþetli bir sel belâsýna düþüp silinmesi neden seni bu kadar müteessir ediyor? Asýl Mâlik-i Hakikî ve herþeyin sahibi ve Rabbi olan Nakkaþ-ý Ezelî'ye bak ki; bu Van sahifesinde mektubatý, kemal-i þaþaa ile eski zamanda gördüðün vaziyeti yine devam edip yazýlýyorlar.

 

O yerler boþ, harab, hâlî kalmýþ diye aðlamalarýn, Mâlik-i Hakikîsinden gaflet ve insanlarý misafir tasavvur etmemekten ve mâlik tevehhüm etmek yanlýþýndan ileri geliyor. Fakat o yanlýþlýktan ve o yakýcý vaziyetten bir hakikat kapýsý açýldý. Ve o hakikatý tam kabul etmeye nefis hazýrlandý. Evet nasýlki bir demir ateþe sokulur; tâ yumuþasýn, güzel ve menfaatdar bir þekil verilsin. Öyle de o hüzün-engiz hâlet ve o dehþetli vaziyet ateþ oldu, nefsimi yumuþattý. Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan, mezkûr âyetin hakikatýyla, hakaik-i îmaniyenin feyzini tam ona gösterdi, kabul ettirdi. Evet lillahilhamd þu âyetin hakikatý, îman feyziyle (Yirminci Mektub gibi Risalelerde kat'î isbat ettiðimiz gibi) herkesin kuvvet-i îmaniyesi nisbetinde inkiþaf eden öyle bir nokta-i istinad ruha ve kalbe verdi ki, o vaziyetin dehþetinden yüz derece ziyade korkunç, zararlý musîbetlere karþý gelebilir bir kuvveti, îman-ý billahtan verdi. Ve þöyle ihtar etti ki: Senin Hâlýkýn olan þu memleketin Mâlik-i Hakikîsinin emrine herþey müsahhardýr, herþeyin dizgini onun elindedir, ona intisabýn yeter. O Hâlýkýma dayanýp tanýdýktan sonra, düþman suretini alan bütün þeyler, düþmanlýklarýný terkettiler; aðlattýran hazîn haller, beni neþ'elendirmeye baþladýlar. Hem çok Risalelerde kat'î bürhanlarla da isbat ettiðimiz gibi, o hadsiz arzulara karþý îman-ý bil'âhiretten gelen nur ile öyle bir nokta-i istimdad verdi ki; deðil küçücük ve muvakkat, kýsa, dünyevî ahbablara karþý arzu ve rabýtalarýma, belki ebed-ül âbâdda, âlem-i bekada, saadet-i ebediyede hadsiz uzun arzularýma kâfi gelebilir bir nokta-i istimdad verdi. Çünki bir cilve-i Rahmetiyle, muvakkat bir misafirhanesi olan bu dünyanýn bir menzili olan þu zeminin yüzünde, o misafirlerini bir iki saat sevindirmek için, bahar sofrasýnda hadd ü hesaba gelmez san'atlý, þirin nimetlerini, her baharda ihsan edip bir kahvaltý hükmünde o misafirlere yedirdikten sonra, mesken-i ebedîlerinde sekiz daimî Cennet'i hadsiz bir zamanda, hadsiz envâ-ý nimetiyle doldurup ibadýna ihzar eden bir Rahmânurrahîm'in Rahmetine îman ile istinad edip, intisabýný bilen elbette öyle bir nokta-i istimdad bulur ki; en edna derecesi, hadsiz ebedî emellere meded verip idame eder. Hem o âyetin hakikatýyla, îmanýn ziyasýndan gelen nur öyle parlak bir surette tecelli etti ki; o zulümatlý olan cihat-ý sitteyi gündüz gibi aydýnlattýrdý. Çünki bu medresem ve bu þehirde talebe ve dostlarýmýn arkalarýnda kalýp aðlamak vaziyetini þöyle aydýnlattýrdý ki: Ahbabýn gittikleri âlem karanlýklý deðil, yalnýz

 

sh: » (L:237)

 

yerlerini deðiþtirdiler; yine görüþeceksiniz diye ihtar etti. Aðlamayý tamamen kestirdi. Ve dünyada onlarýn yerine geçecek ve benzeyecek olanlarý bulacaðýmý ifham etti. Evet lillahilhamd hem vefat eden Van medresesini Isparta medresesiyle ihya edip, oradaki ahbablarý dahi, daha çok, daha kýymetdar talebeler ve ahbablarla manen ihya etti. Hem bildirdi ki; dünya boþ, hâlî olmadýðýný ve harab olmuþ bir memleket suretini yanlýþ tasavvur ettiðimi, belki Mâlik-i Hakikî hikmetinin iktizasýyla, sun'î insanlarýn levhasýný deðiþtiriyor, mektubunu tazelendiriyor. Bir aðacýn bir kýsým meyvelerini kopardýkça yerine yine baþka meyvelerin geldiði gibi, nev-i beþerde bu zeval ve firak dahi bir teceddüddür, tazelenmektir. Ýman noktasýnda, ahbabsýzlýktan gelen elîmane bir hüzün deðil, belki baþka güzel bir yerde görüþmek üzere ayrýlmaktan gelen, lezizane bir hüzün veren bir tazelenmektir. Hem o dehþetli vaziyetten, kâinatýn mevcudatýnýn karanlýklý görünen yüzünü aydýnlattý. Ben de o vakit o hâlete þükretmek istedim, arabî þu fýkra geldi; tam o hakikatý tasvir etti. Þöyle ki dedim:

 

اَلْحَمْدُ ِللّهِ عَلَى نُورِ اْلاِيمَانِ الْمُصَوِّرِ مَا يُتَوَهَّمُ اَجَانِبَ اَعْدَاءً اَمْوَاتًا مُوَحِّشِينَ اَيْتَامًا بَاكِينَ ; اَوِدَّاءَ اِخْوَانًا اَحْيَاءً مُونِسِينَ مُرَخَّصِينَ مَسْرُورِينَ ذَاكِرِينَ مُسَبِّحِينَ

 

Yâni: "O þiddetli hâletin tesirinden gelen gaflet ile, kâinatýn mevcudatý bir kýsmý düþman ve ecnebi (Haþiye) bir kýsmý müdhiþ cenazeler, diðer kýsmý ise, kimsesizlikten aðlayan yetimler suretinde; gafil nefsime tevehhüm ile gösterilen bu korkunç levhayý, nur-u îman ile aynelyakîn gördüm ki: O ecnebi, düþman görünenler birer dost kardeþtirler. Ve o müdhiþ cenazeler ise; kýsmen hayatdar ve ünsiyetkâr ve kýsmen vazifeden terhis edilenlerdir. Ve o aðlayan yetimlerin vaveylâlarý ise zikir ve tesbihin zemzemeleri olduðunu nur-u îman ile gördüðümden, o hadsiz nimetlerin menbaý olan îmaný bana veren Hâlýk-ý Zülcelâl'e hadsiz hamdediyorum. Ve bu dünyada, bu dünya kadar büyük hususî dünyamdaki bütün mevcudatý, hamd ve tesbihat-ý Ýlahiyede tasavvur ve niyetim ile istimal etmek bir hakkým olduðu nokta-i nazarýndan, bütün o mevcudatýn her birisinin ve umumunun lisan-ý halleriyle beraber Elhamdülillahi alâ nur-il îman deriz" demektir. Hem o gafletkârane hâlet-i müdhiþeden hiçe inen ezvak-ý hayat ve bütün bütün çekilip kuruyan emeller ve en dar bir daire içinde sýkýþýp kalan belki mahvolan þahsýma ait nimetler, lezzetler birden (baþka Risalelerde kat'î bir surette isbat ettiðimiz gibi) nur-u îman ile kalbin etrafýndaki o dar daireyi öyle geniþlettirdi ki, kâinatý içine aldý ve o Horhor bahçesinde kurumuþ ve lezzetini

 

sh: » (L:238)

 

kaçýrmýþ nimetler yerinde, dâr-ý dünya ve dâr-ý âhireti birer sofra-i nimet ve birer tabla-i Rahmet þekline getirdi. Göz, kulak, kalb gibi, on deðil, yüz cihazat-ý insaniyenin herbirini, gâyet uzun bir el suretinde, her mü'minin derecesi nisbetinde o iki sofra-i Rahmân'a uzatýp,

 

(Haþiye): Yâni zelzele, fýrtýna, tufan, taun, ateþ gibi.

 

her tarafýndan nimetleri toplayacak bir tarzda gösterdiðinden; hem bu ulvî hakikatý ifade, hem o hadsiz nimete þükür için o vakit böyle demiþtim:

 

اَلْحَمْدُ ِللّهِ عَلَى نُورِ اْلاِيمَانِ الْمُصَوِّرِ للِدَّارَيْنِ مَمْلُوؤَتَيْنِ مِنَ النِّعْمَةِ وَ الرَّحْمَةِ لِكُلِّ مُؤْمِنٍ حَقًّا يَسْتَفِيدُ مِنْهُمَا بِحَوَاسِّهِ الْكَثِيرَةِ الْمُنْكَشِفَةِ بِاِذْنِ خَالِقِهِ

 

Yâni: "Dünya ve âhireti nimet ve Rahmetle doldurmuþ bir surette, hakikî mü'minlerin nur-u îman ve Ýslâmiyetle inkiþaf ve inbisat etmiþ bütün hassalarýnýn elleriyle o iki muazzam sofradan istifadeyi temin eden ve gösteren nur-u îman nimetinin mukabiline, o îmaný bana veren Hâlýkýma, bütün zerrat-ý vücudumla dünya ve âhiret dolusu hamd ve þükür, elimden gelse yaparým" demektir. Madem îman bu âlemde bu tesirat-ý azîmeyi yapar; elbette dâr-ý bekada öyle semerat ve füyuzatý olacak ki, bu dünyadaki akýl ile onlar ihata edilmez ve tarif edilmez.

 

Ýþte, ey benim gibi ihtiyarlýk münasebetiyle pek çok dostlarýn firak acýlarýný çeken ihtiyar ve ihtiyareler! Sizin en ihtiyarýnýz her ne kadar zâhiren benden yaþlý ise de, manen ben onlardan daha ziyade ihtiyarlýðýmý tahmin ediyorum. Çünki fýtratýmda rikkat-ý cinsiye ile acýmak hissi ziyade bulunduðundan, kendi elemimden baþka binler kardeþlerimin elemlerini de o þefkat sýrrýyla çektiðimden, yüzler sene yaþamýþ gibi ihtiyarým. Ve siz ne kadar firak belâsýný çekmiþ iseniz, benim kadar o belâya maruz kalmamýþsýnýz. Çünki oðlum yoktur ki yalnýz oðlumu düþüneyim. Bendeki fýtrî olan bu ziyade acýmaklýk ve þefkat, binler Müslüman evlâdlarýnýn, hatta masum hayvanlarýn teellümlerine karþý dahi bir rikkat, bir elem, o sýrr-ý þefkat ile hissediyordum. Hususî bir hanem yoktur ki fikrimi yalnýz ona hasredeyim; belki bu memleket ile ve belki âlem-i Ýslâmýn kýt'asýyla hanem gibi, hamiyet-i Ýslâmiye noktasýnda alâkadarým. Ve o iki büyük hanedeki dindaþlarýmýn elemleriyle müteellim ve firaklarýyla mahzun oluyorum!..

 

Ýþte bütün ihtiyarlýðýmdan ve firak belâlarýndan gelen teessüratýma, bana nur-u îman tam kâfi geldi; kýrýlmaz bir rica, kopmaz bir ümid, sönmez bir ziya, bitmez bir teselli verdi. Elbette sizlere ihtiyarlýktan gelen karanlýk ve gaflet ve teessürat ve teellümata; îman kâfi ve vâfidir. Asýl en karanlýklý ve en nursuz ve tesellisiz ihtiyarlýk ve en elîm ve müdhiþ firak, ehl-i dalâletin ve ehl-i sefahetin ihtiyarlýklarýdýr ve firaklarýdýr. O rica ve ziya ve teselli veren îmaný zevketmek ve tesiratýný hissetmek

 

sh: » (L:239)

 

için, ihtiyarlýða lâyýk ve Ýslâmiyete muvafýk ubûdiyetkârane bir tavr-ý þuurdarane takýnmakla olur. Yoksa gençlere benzemeye çalýþmak ve onlarýn sarhoþça gafletlerine baþýný sokup ihtiyarlýðýný unutmakla deðildir. خَيْرُ شَبَابِكُمْ مَنْ تَشَبَّهَ بِكُهُولِكُمْ وَشَرُّ كُهُولِكُمْ مَنْ تَشَبَّهَ بِشَبَابِكُمْ -ev kema kal- mealindeki Hadîsi düþününüz. Yâni: "Gençlerinizin en iyisi, temkinde ve sefahetlerden çekilmekte ihtiyarlara benzeyenlerdir. Ve ihtiyarlarýnýzýn en fenasý, sefahette ve baþýný gaflete sokmakta gençlere benzeyenlerdir."

 

Ey kardeþlerim ihtiyarlar ve hemþire ihtiyareler! Hadîs-i þerifte vardýr ki: "Altmýþ yetmiþ yaþlarýnda ihtiyar bir mü'min, dergâh-ý Ýlahiyeye elini kaldýrýp dua ederken, Rahmet-i Ýlahiye onun elini boþ döndürmeye hicab ediyor." Madem Rahmet size karþý böyle hürmet ediyor.. siz de Rahmetin bu hürmetini ubûdiyetinizle ihtiram ediniz.

 

ONDÖRDÜNCÜ RÝCA: Dördüncü Þua olan Âyet-i Nuriye-i Hasbiye'nin baþýnýn hülâsasý diyor ki: Bir zaman ehl-i dünya beni herþeyden tecrid ettiklerinden, beþ çeþit gurbetlere düþmüþtüm. Sýkýntýdan gelen bir gaflet ile, Risale-i Nur'un teselli verici ve meded edici nurlarýna bakmayarak, doðrudan doðruya kalbime baktým ve ruhumu aradým. Gördüm ki; gâyet kuvvetli bir aþk-ý beka ve þedid bir muhabbet-i vücud ve büyük bir iþtiyak-ý hayat ve hadsiz bir acz ve nihayetsiz bir fakr, bende hükmediyordu. Halbuki müdhiþ bir fena, o bekayý söndürüyor. O hâletimde, yanýk bir þâirin dediði gibi dedim:

 

"Dil bekasý, Hak fenasý istedi mülk-ü tenim

 

Bir devasýz derde düþtüm, âh ki Lokman bîhaber."

 

Me'yusane baþýmý eðdim; birden حَسْبُنَا اللّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ imdadýma geldi, "Beni dikkatle oku!" dedi. Ben de günde beþyüz defa okudum. Okudukça, yalnýz ilmelyakîn ile deðil, aynelyakîn ile çok kýymetdar envarýndan dokuz mertebe-i hasbiye bana inkiþaf etti.

 

Birinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Bendeki aþk-ý beka; bendeki bekaya deðil, belki sebebsiz ve bizzat mahbub olan kemal-i mutlak sahibi, Zat-ý Zülkemal'in ve Zülcelâl'in bir isminin cilvesinin mahiyetimde bir gölgesi bulunduðundan, fýtratýmda o Kâmil-i Mutlak'ýn varlýðýna ve kemaline ve bekasýna müteveccih olan muhabbet-i fýtriye, gaflet yüzünden yolunu þaþýrmýþ, gölgeye yapýþmýþ, âyinenin bekasýna âþýk olmuþtu, حَسْبُنَا اللّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ geldi, perdeyi kaldýr

 

sh: » (L:240)

 

dý. Gördüm ve hissettim ve hakkalyakîn zevkettim ki; bekamýn lezzeti ve saadeti, aynen ve daha mükemmel bir tarzda Bâki-i Zülkemal'in bekasýna ve benim Rabbim ve Ýlahým olduðuna, tasdik ve îmanýmda ve iz'anýmda vardýr. Bunun edillesi, zevil-ehsasý hayrette býrakacak gâyet derin ve dakik oniki hemhemler ve þuur-u îmanlar ile Risale-i Hasbiye'de beyan edilmiþtir.

 

Ýkinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Fýtratýmdaki hadsiz aczimle beraber, ihtiyarlýk ve gurbet ve kimsesizlik ve tecridim içinde; ehl-i dünya desiseleriyle, casuslarýyla bana hücum ettikleri hengâmda kalbime dedim: "Elleri baðlý, zaîf ve hasta bir tek adama ordular taarruz ediyor. Benim için bir nokta-i istinad yok mu?" diye حَسْبُنَا اللّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ âyetine müracaat ettim. Bana o âyet bildirdi ki; intisab-ý îmanî vesikasýyla Kadîr-i Mutlak öyle bir Sultan'a intisab edersin ki; zemin yüzünde her baharda dörtyüzbin milletten mürekkeb nebatat ve hayvanat ordularýnýn bütün cihazatlarýný kemal-i intizam ile vermekle beraber, baþta insan olarak, hayvanatýn muazzam ordusunun bütün erzaklarýný, deðil medenî insanlarýn son zamanlarda keþfettikleri et ve þeker ve sair taamlarýn hülâsalarý gibi, belki yüz derece o medenî hülâsalardan daha mükemmel ve bütün taamlarýn her nev'inden tohum ve çekirdek denilen Rahmânî hülâsalara koyup; ve o hülâsalarý dahi, onlarýn piþirmelerine ve inbisatlarýna dair kaderî tarifeler içinde sarýp, muhafaza için küçük sandukçalara koyup, tevdi eder. O sandukçalarýn îcadý, (كن)emrinde bulunan ( كاف. نون) fabrikasýndan o kadar çabuk ve kolay ve çoklukla olur ki; Kur'an der ki: "Hâlýk emreder, meydana gelir." Madem sen, intisab-ý îmanî tezkeresiyle böyle bir nokta-i istinad bulabildiðinden, hadsiz bir kuvvete ve kudrete dayanabilirsin. Ben de âyetten bu dersimi aldýkça öyle bir kuvve-i maneviyeyi buldum ki; deðil þimdiki düþmanlarýma, belki dünyaya meydan okuyabilir bir iktidar-ý îmanî hissederek, bütün ruhumla beraber حَسْبُنَا اللّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ dedim.

 

Üçüncü Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Ben o gurbetler ve hastalýklar ve mazlumiyetlerin tazyikiyle dünyadan alâkamý kesilmiþ bularak, ebedî bir dünyada ve bâki bir memlekette daimî bir saadete namzed olduðumu îman telkin ettiði hengâmda; tahassür akýtan "of! of!"dan vazgeçip, beþaþet izhar eden "oh! oh!" dedim. Fakat bu gaye-i hayal ve hedef-i ruh ve netice-i fýtratýn tahakkuku, ancak ve ancak bütün mahlûkatýnýn bütün harekâtlarýný ve sekenatlarýný ve ahval ve

 

sh: » (L:241)

 

a’mâllerini, kavlen ve fiilen bilen ve kaydeden ve bu küçücük ve âciz-i mutlak nev-i insaný kendine dost ve muhatab eden ve bütün mahlûkat üstünde bir makam veren bir Kadîr-i Mutlak'ýn hadsiz kudretiyle ve insana nihayetsiz inayet ve ehemmiyet vermesiyle olabilir, diye düþünürken bu iki noktada, yâni böyle bir kudretin faaliyeti ve zâhiren bu ehemmiyetsiz insanýn hakikatlý ehemmiyeti hakkýnda îmanýn inkiþafýný ve kalbin itminanýný veren bir izah istedim. Yine o âyete müracaat ettim. Dedi ki: " حَسْبُنَا daki نَا ya dikkat edip, senin ile beraber lisan-ý hal ve lisan-ý kal ile حَسْبُنَا yý kimler söylüyorlar, dinle!" emretti. Birden baktým ki, hadsiz kuþlar ve kuþçuklar olan sinekler ve hesabsýz hayvanlar ve nihayetsiz nebatlar ve gâyetsiz aðaçlar dahi benim gibi lisan-ý hal ile حَسْبُنَا اللّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ mânâsýný yâdediyorlar ve herkesin yâdýna getiriyorlar ki; bütün þerait-i hayatiyelerini tekeffül eden öyle bir vekilleri var ki, birbirine benzeyen ve maddeleri bir olan yumurtalar ve birbirinin misli gibi katreler ve birbirinin ayný gibi habbeler ve birbirine müþabih çekirdeklerden kuþlarýn yüzbin çeþitlerini, hayvanlarýn yüzbin tarzlarýný, nebatatýn yüzbin nev'ini ve aðaçlarýn yüzbin sýnýfýný yanlýþsýz, noksansýz, iltibassýz, süslü, mizanlý, intizamlý, birbirinden ayrý farikalý bir surette gözümüz önünde, hususan her baharda gâyet çok, gâyet kolay, gâyet geniþ bir dairede, gâyet çoklukla halkeder, yapar bir kudretin azamet ve haþmeti içinde beraberlik ve benzeyiþlik ve birbiri içinde ve bir tarzda yapýlmalarýyla vahdetini ve Ehadiyetini bize gösterir ve böyle hadsiz mu'cizatý ibraz eden bir fiil-i Rubûbiyete, bir tasarruf-u Hallakýyete müdahâle ve iþtirak mümkün olmadýðýný bildirir diye anladým. Her mü'min gibi benim hüviyet-i þahsiyemi ve mahiyet-i insaniyemi anlamak isteyenler ve benim gibi olmak arzu edenler حَسْبُنَا daki نَا cem'iyetinde bulunan enenin, yâni nefsimin tefsirine baksýnlar. Ehemmiyetsiz, hakir ve fakir görünen vücudum -her mü'minin vücudu gibi- ne imiþ, hayat ne imiþ, insaniyet ne imiþ, Ýslâmiyet ne imiþ, îman-ý tahkikî ne imiþ, marifetullah ne imiþ, muhabbet nasýl olacakmýþ? Anlasýnlar, dersini alsýnlar!..

 

 

 

Dördüncü Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Bir vakit ihtiyarlýk, gurbet, hastalýk, maðlubiyet gibi vücudumu sarsan ârýzalar, bir gaflet zamanýma rastgelip þiddetle alâkadar ve meftun olduðum vücudumu, belki mahlûkatýn vücudlarýný "ademe gidiyor" diye elîm bir endiþe verirken, yine bu Âyet-i Hasbiyeye müracaat ettim. Dedi: "Mânâma dikkat et ve îman dürbünüyle bak!" Ben de baktým ve îman gözüyle gördüm ki: Bu zerrecik vücudum, her mü'minin vücudu gibi hadsiz bir

 

sh: » (L:242)

 

vücudun âyinesi ve nihayetsiz bir inbisat ile hadsiz vücudlarý kazanmasýna bir vesile ve kendinden daha kýymetdar bâki, müteaddid vücudlarý meyve veren bir kelime-i hikmet bulunduðunu ve mensubiyet cihetiyle bir an yaþamasý, ebedî bir vücud kadar kýymetdar olduðunu ilmelyakîn ile bildim. Çünki þuur-u îman ile bu vücudum Vâcib-ül Vücud'un eseri ve san'atý ve cilvesi olduðunu anlamakla, vahþi evhamdan ve hadsiz firaklardan ve hadsiz müfarakat ve firaklarýn elemlerinden kurtulup; mevcudata, hususan zîhayatlara taalluk eden ef'al ve Esmâ-i Ýlahiye adedince uhuvvet rabýtalarýyla münasebet peyda eylediðim bütün sevdiðim mevcudata muvakkat bir firak içinde daimî bir visâl var olduðunu bildim. Ýþte îman ile ve îmandaki intisab ile, her mü'min gibi, bu vücudum dahi hadsiz vücudlarýn firaksýz envarýný kazanýr; kendi gitse de onlar arkada kaldýðýndan kendisi kalmýþ gibi memnun olur.

 

Hülâsa: Ölüm firak deðil, visâldir, tebdil-i mekândýr, bâki bir meyveyi sünbül vermektir.

 

Beþinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Yine bir vakit hayatým çok aðýr þerait ile sarsýldý ve nazar-ý dikkatimi ömre ve hayata çevirdi. Gördüm ki: Ömrüm koþarak gidiyor, âhirete yakýnlaþmýþ. Hayatým dahi tazyikat altýnda sönmeye yüz tutmuþ. Halbuki Hayy ismine dair Risalede izah edilen hayatýn mühim vazifeleri ve büyük meziyetleri ve kýymetdar faideleri böyle çabuk sönmeye deðil, belki uzun yaþamaða lâyýktýr, diye müteellîmane düþündüm. Yine üstadým olan حَسْبُنَا اللّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ âyetine müracaat ettim. Dedi: "Sana hayatý veren Hayy-ý Kayyum'a göre hayata bak!" Ben de baktým, gördüm ki: Hayatýmýn bana bakmasý bir ise, Zat-ý Hayy-ý Kayyum'a bakmasý yüzdür; ve bana ait neticesi bir ise, Hâlýkýma ait bindir. Þu halde marzî-i Ýlahî dairesinde bir an yaþamasý kâfidir, uzun zaman istemez. Bu hakikat dört mes'ele ile beyan ediliyor. Ölü olmayanlar veyahud diri olmak isteyenler, hayatýn mahiyetini ve hakikatýný ve hakikî hukukunu o dört mes'ele içinde arasýnlar, bulsunlar ve dirilsinler!..

 

Hülâsasý þudur ki: Hayat, Zat-ý Hayy-ý Kayyum'a baktýkça ve îman dahi hayata hayat ve ruh oldukça, beka bulur hem bâki meyveler verir, hem öyle yükseklenir ki, sermediyet cilvesini alýr, daha ömrün kýsalýðýna ve uzunluðuna bakýlmaz.

 

Altýncý Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Müfarakat-ý umumiye hengâmýnda olan harab-ý dünyadan haber veren âhirzaman hâdisatý içinde müfarakat-ý hususiyemi ihtar eden ihtiyarlýk ve

 

sh: » (L:243)

 

âhir ömrümde bir hassasiyet-i fevkalâde ile fýtratýmdaki cemalperestlik ve güzellik sevdasý ve kemalâta meftuniyet hisleri inkiþaf ettikleri bir zamanda, daimî tahribatçý olan zeval ve fena ve mütemadi tefrik edici olan mevt ve adem, dehþetli bir surette bu güzel dünyayý ve bu güzel mahlûkatý hýrpaladýðýný, parça parça edip güzelliklerini bozduðunu; fevkalâde bir þuur ve teessür ile gördüm. Fýtratýmdaki aþk-ý mecazî, bu hâle karþý þiddetli galeyan ve isyan ettiði zamanda bir medâr-ý teselli bulmak için yine bu Âyet-i Hasbiyeye müracaat ettim. Dedi: "Beni oku ve dikkatle mânâma bak!" Ben de Sure-i Nur'daki اَللّهُ نُورُ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ ilâ âhir... âyetinin rasathanesine girip îmanýn dürbünüyle bu Âyet-i Hasbiye'nin en uzak tabakalarýna ve þuur-u îmanî hurdebini ile en ince esrarýna baktým, gördüm: Nasýlki âyineler, þiþeler, þeffaf þeyler, hatta kabarcýklar; Güneþ ziyasýnýn gizli ve çeþit çeþit cemalini ve o ziyanýn elvan-ý seb'a denilen yedi renginin mütenevvi güzelliklerini gösteriyorlar ve teceddüd ve teharrükleriyle ve ayrý ayrý kabiliyetleriyle ve inkisaratlarýyla o cemal ve o güzellikleri tazeleþtiriyorlar ve inkisaratlarýyla Güneþ'in ve ziyasýnýn ve elvan-ý seb'asýnýn gizli güzelliklerini güzel izhar ediyorlar. Aynen öyle de: Þems-i Ezel ve Ebed olan Cemil-i Zülcelâl'in cemal-i kudsîsine ve nihayetsiz güzel Esmâ-i hüsnasýnýn sermedî güzelliklerine âyinedarlýk edip cilvelerinin tazelenmesi için bu güzel masnu'lar, bu tatlý mahluklar, bu cemalli mevcudat, hiç durmayarak gelip gidiyorlar; kendilerinde görünen güzellikler ve cemaller, kendilerinin malý olmadýðýný, belki tezahür etmek isteyen sermedî ve mukaddes bir cemalin ve daimî tecelli eden ve görünmek isteyen mücerred ve münezzeh bir hüsnün iþaretleri ve alâmetleri ve lem'alarý ve cilveleri olduðunun pek çok kuvvetli delilleri Risale-i Nur'da tafsilen izah edilmiþ. Burada o bürhanlardan üç tanesi, kýsaca gâyet makul bir surette zikredilmiþtir, diye beyana baþlar. Bu Risaleyi gören herbir zevk-i selim ashabý hayrette kalmakla beraber kendilerinin istifadelerinden baþka, gayrilerinin de istifadelerine çalýþmayý lâzým buluyorlar. Hususan ikinci bürhanda beþ nokta beyan ediliyor. Aklý çürük, kalbi bozuk olmayan, her halde takdir ve tahsin ve tasvib ile "Mâþâallah Fetebârekâllah" diyecek; fakir, hakir görülen vücudunu teâli ettirecek.. harika bir mu'cize olduðunu derk ve tasdik edecek.

 

sh: » (L:244)

 

ONBEÞÝNCÝ RÝCA: (Haþiye) Bir zaman Emirdaðý'nda ikamete memur ve tek baþýma menzilde âdeta bir haps-i münferid ve bana çok aðýr gelen tarassudlar ve tahakkümler ile bana iþkence vermelerinden hayattan usandým, hapisten çýktýðýma teessüf ettim. Ruh u canýmla Denizli Hapsi'ni arzuladým ve kabre girmeyi istedim. Ve "hapis ve kabir, bu tarz-ý hayata müreccahtýr" diye ya hapse veya kabre girmeye karar verirken, inayet-i Ýlahiye imdada yetiþti; kalemleri teksir makinesi olan Medreset-üz Zehra þakirdlerinin ellerine, yeni çýkan teksir makinesini verdi. Birden Nur'un kýymetdar mecmûalarýndan her tanesi, bir kalem ile beþ yüz nüsha meydana geldi. Fütuhata baþlamalarý, o sýkýntýlý hayatý bana sevdirdi, "Hadsiz þükür olsun" dedirtti. Bir miktar sonra Risale-i Nur'un gizli düþmanlarý fütuhat-ý Nuriyeyi çekemediler. Hükûmeti aleyhimize sevkettiler. Yine hayat bana aðýr gelmeye baþladý. Birden inayet-i Rabbaniye tecelli etti. En ziyade Nurlara muhtaç olan alâkadar memurlar, vazifeleri itibariyle müsadere edilen Nur Risalelerini kemal-i merak ve dikkatle mütalaa ettiler. Fakat Nurlar onlarýn kalblerini kendine tarafdar eyledi. Tenkid yerinde takdire baþlamalarýyla, Nur Dershanesi çok geniþlendi; maddî zararýmýzdan yüz derece ziyade menfaat verdi, sýkýntýlý telaþlarýmýzý hiçe indirdi. Sonra gizli düþman münafýklar, hükûmetin nazar-ý dikkatini benim þahsýma çevirdiler. Eski siyasî hayatýmý hatýrlattýrdýlar. Hem adliyeyi, hem maarif dairesini, hem zabýtayý, hem dâhiliye vekaletini evhamlandýrdýlar. Partilerin cereyanlarý ve komünistlerin perdesinde anarþistlerin tahrikatýyla o evham geniþlendi. Bizi tazyik ve tevkif ve ellerine geçen Risaleleri müsadereye baþladýlar. Nur þakirdlerinin faaliyetine tevakkuf geldi. Benim þahsýmý çürütmek fikriyle, bir kýsým resmî memurlar, hiç kimsenin inanmayacaðý isnadlarda bulundular. Pek acib iftiralarý iþaaya çalýþtýlar. Fakat kimseyi inandýramadýlar. Sonra pek âdi bahanelerle, zemheririn en þiddetli soðuk günlerinde beni tevkif ederek, büyük ve gâyet soðuk ve iki gün sobasýz bir koðuþta tecrid-i mutlak içinde hapsettiler. Ben küçük odamda günde kaç defa soba yakar ve daima mangalýmda ateþ varken, zaafiyet ve hastalýðýmdan zor dayanabilirdim. Þimdi, bu vaziyette hem soðuktan bir sýtma, hem dehþetli bir sýkýntý ve hiddet içinde çýrpýnýrken, bir inayet-i Ýlahiye ile bir hakikat kalbimde inkiþaf etti. Manen: "Sen hapse Medrese-i Yûsufiye namý vermiþsin; hem Denizli'de sýkýntýnýzdan bin derece ziyade hem ferah, hem mânevî kâr, hem oradaki mahpuslarýn Nurlardan istifadeleri, hem büyük dairelerde Nurlarýn fütuhatý gibi neticeler, size þekva yerinde binler þükrettirdi, her

 

____________________________

 

(Haþiye): Nur'un te'lif zamaný üç sene evvel bitmiþ olmasýndan, bu Onbeþinci Rica, ileride bir Nurcu tarafýndan Ýhtiyarlar Lem'asýnýn tekmiline -te'lifine- me'haz olmak üzere yazýldý. sh: » (L:245)

 

bir saat hapsinizi ve sýkýntýnýzý, on saat ibadet hükmüne getirdi; o fâni saatleri bâkileþtirdi. Ýnþâallah bu Üçüncü Medrese-i Yûsufiyedeki musîbetzedelerin Nurlardan istifadeleri ve teselli bulmalarý, senin bu soðuk ve aðýr sýkýntýný hararetlendirip, sevinçlere çevirecek ve hiddet ettiðin adamlar eðer aldanmýþlarsa bilmeyerek sana zulmediyorlar. Onlar hiddete lâyýk deðiller. Eðer bilerek ve garazla ve dalâlet hesabýna seni incitiyorlar ve iþkence yapýyorlarsa, onlar pek yakýn bir zamanda, ölümün idam-ý ebedîsiyle kabrin haps-i münferidine girip, daimî sýkýntýlý azab çekecekler. Sen onlarýn zulmü yüzünden hem sevab, hem fâni saatlerini bâkileþtirmeyi, hem mânevî lezzetleri, hem vazife-i ilmiye ve diniyeyi ihlâs ile yapmasýný kazanýyorsun!" diye ruhuma ihtar edildi. Ben de bütün kuvvetimle "Elhamdülillah" dedim. Ýnsaniyet damarýyla o zalimlere acýdým. "Ya Rabbi! Onlarý ýslah eyle!" diye dua ettim.

 

Bu yeni hâdisede, ifademde Dâhiliye Vekaletine yazdýðým gibi, on vecihle kanunsuz olduðu ve kanun namýna kanunsuzluk eden o zalimler -asýl suçlu onlar olmasý gibi- öyle bahaneler aradýlar; iþitenleri güldürecek ve hakperestleri aðlattýracak iftiralarý ve uydurmalarýyla ehl-i insafa gösterdiler ki; Risale-i Nur'a ve þakirdlerine iliþmeye, kanun ve hak cihetinde imkân bulamýyorlar, divaneliðe sapýyorlar.

 

Ezcümle: Bir ay bizi tecessüs eden memurlar, birþey bahane bulamadýklarýndan bir pusula yazýp ki: "Said'in hizmetkârý bir dükkândan raký almýþ, ona götürmüþ." O pusulayý imza ettirmek için hiç kimseyi bulamayýp, sonra yabanî ve sarhoþ bir adamý yakalamýþlar, tehdidkârane "Gel bunu imza et!" demiþler. O da demiþ: "Tövbeler tövbesi olsun, bu acib yalaný kim imza edebilir?" Onlarý, pusulayý yýrtmaða mecbur etmiþ.

 

Ýkinci bir nümune: Bilmediðim ve þimdi dahi tanýmadýðým bir zat, atýný beni gezdirmek için vermiþ, ben de rahatsýzlýðým için teneffüs kasdý ile, ekser günlerde, yazda bir-iki saat gezerdim. O at ve araba sahibine elli liralýk kitab vermeye söz vermiþtim. Tâ, kaidem bozulmasýn ve minnet altýna girmeyeyim. Acaba bu iþde hiç bir zarar ihtimali var mý? Halbuki "O at kimindir?" diye, elli defa bizlerden hem vali, hem adliyeciler, hem zabýta ve polisler sordular. Güya büyük bir hâdise-i siyasiye ve asayiþe temas eden bir vakýadýr. Hatta bu mânâsýz soruþlarýn kesilmesi için, iki zat hamiyeten biri "At benimdir" diðeri "Araba benimdir" dedikleri için ikisini de benimle beraber tevkif ettiler. Bu nümunelere kýyasen, çok çocuk oyuncaklarýna seyirci olup gülerek aðladýk ve anladýk ki: Risale-i Nur'a ve þakirdlerine iliþenler, maskara olurlar.

 

O nümunelerden lâtif bir muhavere: Benim tevkif kâðýdýmda sebeb, emniyeti ihlâl suçu yazýldýðýndan, ben daha o pusulayý görmeden müddeiumuma dedim: "Seni geçen gece gýybet ettim." Emniyet müdürü hesabýna beni konuþturan bir polise: "Eðer bin müddeiumumî ve bin emniyet

 

 

 

 

 

sh: » (L:246)

 

müdürü kadar bu memlekette emniyet-i umumiyeye hizmet etmemiþ isem -üç defa- Allah beni kahretsin" dedim.

 

Sonra bu sýrada, bu soðukta, en ziyade istirahata ve üþümemeðe ve dünyayý düþünmemeðe muhtaç olduðum bir hengâmda, garazý ve kasdý ihsas eder bir tarzda, beni bu tahammülün fevkinde bu tehcir ve tecrid ve tevkif ve tazyike sevkedenlere, fevkalâde iðbirar ve kýzmak geldi. Bir inayet imdada yetiþti. Manen kalbe ihtar edildi ki: "Ýnsanlarýn sana ettikleri ayn-ý zulümlerinde, ayn-ý adâlet olan kader-i Ýlahînin büyük bir hissesi var ve bu hapiste yiyecek rýzkýn var. O rýzkýn seni buraya çaðýrdý. Ona karþý rýza ve teslim ile mukabele lâzým. Hikmet ve Rahmet-i Rabbaniyenin dahi büyük bir hissesi var ki, bu hapistekileri nurlandýrmak ve teselli vermek ve size sevab kazandýrmaktýr. Bu hisseye karþý, sabýr içinde binler þükretmek lâzýmdýr. Hem senin nefsinin bilmediðin kusurlarýyla onda bir hissesi var. O hisseye karþý istiðfar ve tövbe ile, nefsine "Bu tokata müstehak oldun" demelisin. Hem gizli düþmanlarýn desiseleriyle bazý safdil ve vehham memurlarý iðfal ile o zulme sevketmek cihetiyle, onlarýn da bir hissesi var. Ona karþý Risale-i Nur'un o münafýklara vurduðu dehþetli mânevî tokatlar, senin intikamýný tamamen onlardan almýþ. O, onlara yeter. En son hisse, bilfiil vasýta olan resmî memurlardýr. Bu hisseye karþý, onlarýn Nurlara tenkid niyetiyle bakmalarýnda, ister istemez þüphesiz îman cihetinde istifadelerinin hatýrý için وَالْكَاظِمِينَ الْغَيْظَ وَالْعَافِينَ عَنِ النَّاسِ düsturuyla; onlarý afvetmek, bir ulüvvücenablýktýr." Ben de bu hakikatlý ihtardan kemal-i ferah ve þükür ile, bu yeni Medrese-i Yûsufiyede durmaða, hatta aleyhimde olanlara yardým etmek için kendime mûcib-i ceza zararsýz bir suç yapmaða karar verdim. Hem benim gibi yetmiþbeþ yaþýnda ve alâkasýz ve dünyada sevdiði dostlarýndan, yetmiþten ancak hayatta beþi kalmýþ ve onun vazife-i nuriyesini görecek yetmiþ bin nur nüshalarý bâki kalýp serbest geziyorlar. Ve bir dile bedel, binler dil ile hizmet-i îmaniyeyi yapacak kardeþleri, vârisleri bulunan benim gibi bir adama kabir, bu hapisten yüz derece ziyade hayýrlýdýr. Ve bu hapis dahi, haricinde hürriyetsiz tahakkümler altýndaki serbestiyetten yüz derece daha rahat, daha faidelidir. Çünki haricinde, tek baþýyla yüzer alâkadar memurlarýn tahakkümlerini çekmeðe mukabil, hapiste yüzer mahpuslarla beraber yalnýz müdür ve baþgardiyan gibi bir-iki zatýn, maslahata binaen hafif tahakkümlerini çekmeðe mecbur olur. Ona mukabil, hapiste çok dostlardan kardeþane taltifler, teselliler görür. Hem Ýslâmiyet þefkati ve insaniyet fýtratý, bu vaziyette ihtiyarlara merhamete gelmesi, hapis zahmetini Rahmete çeviriyor diye, hapse razý oldum. Bu üçüncü mahkemeye geldiðim sýrada zaafiyet ve ihtiyarlýk ve rahatsýzlýktan ayakta durmaða sýkýldýðýmdan, mahkeme kapýsýnýn haricinde bir iskemlede oturdum.

 

sh: » (L:247)

 

Birden bir hâkim geldi, hiddet etti, "Neden ayakta beklemiyor?" ihanetkârane dedi. Ben de ihtiyarlýk cihetinden, bu merhametsizliðe kýzdým. Birden baktým; pek çok müslümanlar, kemal-i þefkat ve uhuvvetle merhametkârane bakýp etrafýmýzda toplanmýþlar, daðýtýlmýyorlar. Birden "iki hakikat" ihtar edildi:

 

Birincisi: Benim ve Nurlarýn gizli düþmanlarýmýz, benim istemediðim halde hakkýmdaki teveccüh-ü âmmeyi kýrmak ile Nur'un fütuhatýna sed çekilir diye, bazý safdil resmî memurlarý kandýrýp, þahsýmý millet nazarýnda çürütmek fikriyle, ihanetkârane böyle muameleye sevketmiþler. Buna karþý inayet-i Ýlahiye, Nurlarýn îman hizmetine mukabil, bir ikram olarak, o bir tek adamýn ihanetine bedel, bu yüz adama bak! Hizmetinizi takdir ile þefkatkârane acýyarak alâkadarane sizi istikbal ve teþyi ediyorlar. Hatta ikinci gün, ben müstantýk dairesinde müddeiumumun suallerine cevap verirken, hükûmet avlusunda mahkeme pencerelerine karþý bin kadar ahali kemal-i alâka ile toplanýp lisan-ý hal ile "Bunlarý sýkmayýnýz!" dediklerini, vaziyetleriyle ifade ediyorlar gibi göründüler. Polisler onlarý daðýtamýyordular. Kalbime ihtar edildi ki: Bu ahali, bu tehlikeli asýrda tam bir teselli ve söndürülmez bir nur ve kuvvetli bir îman ve saadet-i bâkiyeye bir doðru müjde istiyorlar ve fýtraten arýyorlar ve Nur Risalelerinde aradýklarý bulunuyor diye iþitmiþler ki, benim ehemmiyetsiz þahsýma, imânâ bir parça hizmetkârlýðým için haddimden çok ziyade iltifat gösteriyorlar.

 

Ýkinci hakikat: Emniyeti ihlâl vehmiyle bize ihanet etmek ve teveccüh-ü âmmeyi kýrmak kasdýyla tahkirkârane aldanmýþ mahdud adamlarýn bed muamelelerine mukabil, hadsiz ehl-i hakikatýn ve nesl-i âtinin takdirkârane alkýþlamalarý var, diye ihtar edildi. Evet komünist perdesi altýnda anarþistliðin, emniyet-i umumiyeyi bozmaða dehþetli çalýþmasýna karþý, Risale-i Nur ve þakirdleri îman-ý tahkikî kuvvetiyle bu vatanýn her tarafýnda o müdhiþ ifsadý durduruyor ve kýrýyor. Emniyeti ve asayiþi temine çalýþýyor ki, pek çok bir kesrette ve memleketin her tarafýnda bulunan Nur talebelerinden, bu yirmi senede alâkadar üç-dört mahkeme ve on vilayetin zabýtalarý, emniyeti ihlâle dair bir vukuatlarýný bulmamýþ ve kaydetmemiþ. Ve üç vilayetin insaflý bir kýsým zabýtalarý demiþler: "Nur talebeleri mânevî bir zabýtadýr. Asayiþi muhafazada bize yardým ediyorlar. Ýman-ý tahkikî ile; Nur'u okuyan her adamýn kafasýnda bir yasakçýyý býrakýyorlar, emniyeti temine çalýþýyorlar." Bunun bir nümunesi Denizli Hapishanesidir. Oraya Nurlar ve o mahpuslar için yazýlan Meyve Risalesi girmesiyle, üç dört ay zarfýnda ikiyüzden ziyade o mahpuslar öyle fevkalâde itaatli, dindarane bir salah-ý hal aldýlar ki; üç dört adamý öldüren bir adam, tahta bitlerini öldürmekten çekiniyordu. Tam

 

sh: » (L:248)

 

merhametli, zararsýz, vatana nâfi bir uzuv olmaya baþladý. Hatta resmî memurlar, bu hâle hayretle ve takdirle bakýyordular. Hem daha hüküm almadan bir kýsým gençler dediler: "Nurcular hapiste kalsalar, biz kendimizi mahkûm ettireceðiz ve ceza almaya çalýþacaðýz; tâ onlardan ders alýp onlar gibi olacaðýz. Onlarýn dersiyle kendimizi ýslah edeceðiz." Ýþte bu mahiyette bulunan Nur talebelerini, emniyeti ihlâl ile ittiham edenler, herhalde ve gâyet fena bir surette aldanmýþ veya aldatýlmýþ veya bilerek veya bilmeyerek anarþistlik hesabýna hükûmeti iðfal edip bizleri eziyetlerle ezmeye çalýþýyorlar. Biz bunlara karþý deriz: Madem ölüm öldürülmüyor ve kabir kapanmýyor ve dünya misafirhanesinde yolcular gâyet sür'at ve telaþla kafile kafile arkasýnda, toprak arkasýna girip kayboluyorlar; elbette pek yakýnda birbirimizden ayrýlacaðýz. Siz zulmünüzün cezasýný dehþetli bir surette göreceksiniz. Hiç olmazsa mazlum ehl-i îman hakkýnda terhis tezkeresi olan ölümün, idam-ý ebedî dar aðacýna çýkacaksýnýz. Sizin dünyada tevehhüm-ü ebediyetle aldýðýnýz fâni zevkler, bâki ve elîm elemlere dönecek.

 

Maatteessüf gizli münafýk düþmanlarýmýz, bu dindar milletin yüzer milyon veli makamýnda olan þehidlerinin, kahraman gazilerinin kanýyla ve kýlýncýyla kazanýlan ve muhafaza edilen hakikat-ý Ýslâmiyete bazen "tarîkat" namýný takýp ve o güneþin tek bir þuaý olan tarîkat meþrebini, o güneþin ayný gösterip, hükûmetin bazý dikkatsiz memurlarýný aldatýp, hakikat-ý Kur'aniyeye ve hakaik-i îmaniyeye tesirli bir surette çalýþan Nur talebelerine "tarîkatçý" ve "siyasî cem'iyetçi" namýný vererek aleyhimize sevketmek istiyorlar. Biz hem onlara, hem onlarý aleyhimizde dinleyenlere, Denizli mahkeme-i âdilesinde dediðimiz gibi deriz:

 

"Yüzer milyon baþlarýn feda olduklarý bir kudsî hakikata, baþýmýz dahi feda olsun. Dünyayý baþýmýza ateþ yapsanýz, hakikat-ý Kur'aniyeye feda olan baþlar, zendekaya teslim-i silâh etmeyecek ve vazife-i kudsiyesinden vazgeçmeyecekler inþâallah!"

 

Ýþte ihtiyarlýðýmýn sergüzeþtliðinden gelen aðrýlara ve me'yusiyetlere, îmandan ve Kur'andan imdada yetiþen kudsî teselliler ile bu ihtiyarlýðýmýn en sýkýntýlý bir senesini, gençliðimin en ferahlý on senesine deðiþtirmem. Hususan hapiste farz namazýný kýlan ve tövbe edenin herbir saati, on saat ibadet hükmüne geçmesiyle ve hastalýkta ve mazlumiyette dahi herbir fâni gün, sevab cihetinde on gün bâki bir ömrü kazandýrmasýyla, benim gibi kabir kapýsýnda nöbetini bekleyen bir adama ne kadar medâr-ý þükrandýr, o mânevî ihtardan bildim. "Hadsiz þükür Rabbime" dedim; ihtiyarlýðýma sevindim ve hapsime razý oldum. Çünki ömür durmuyor, çabuk gidiyor. Lezzetle, ferahla gitse, lezzetin zevali elem olmasýndan, hem teessüf, hem þükürsüzlükle, gafletle, bazý günahlarý yerinde

 

sh: » (L:249)

 

býrakýr, fâni olur gider. Eðer hapis ve zahmetli gitse, zeval-i elem bir mânevî lezzet olmasýndan, hem bir nevi ibadet sayýldýðýndan, bir cihette bâki kalýr ve hayýrlý meyveleriyle bâki bir ömrü kazandýrýr. Geçmiþ günahlara ve hapse sebebiyet veren hatalara keffaret olur, onlarý temizler. Bu nokta-i nazardan, mahpuslardan farzý kýlanlar, sabýr içinde þükür etmelidirler.

 

ONALTINCI RÝCA: Bir zaman ihtiyarlýk vaktinde, Eskiþehir hapsinden -bir sene cezayý çekip- çýktým. Beni Kastamonu'ya nefyettiler. Polis karakolunda iki-üç ay misafir ettiler. Benim gibi sadýk dostlarýyla görüþmekten sýkýlan bir münzevi ve kýyafetinin tebdiline tahammül etmeyen bir adam, böyle yerlerde ne kadar azab çeker anlaþýlýr. Ýþte ben bu me'yusiyette iken, birden inayet-i Ýlahiye ihtiyarlýðýmýn imdadýna geldi. O karakoldaki komiser, polislerle beraber sadýk dost hükmüne geçtiler. Hiçbir vakit þapkayý baþýma koymayý ihtar etmedikleri gibi; benim hizmetçilerim misillü, istediðim zaman beni þehrin etrafýnda gezdiriyordular. Sonra o karakolun karþýsýnda Kastamonu'nun Medrese-i Nuriyesine girdim, Nurlarýn te'lifine baþladým. Feyzi, Emin, Hilmi, Sadýk, Nazif, Salahaddin gibi Nur'un kahraman þakirdleri, Nurlarýn neþri, teksiri için o medreseye devam ettiler. Gençlikte eski talebelerimle geçirdiðim kýymetdar müzakere-i ilmiyeyi daha parlak bir surette gösterdiler. Sonra gizli düþmanlarýmýz bazý memurlarý ve bir kýsým enaniyetli hocalar ve þeyhleri aleyhimize evhamlandýrdýlar. Bizi, Denizli Hapsine beþ altý vilayetlerden gelen Nur talebelerini, o Medrese-i Yûsufiyede toplanmaða vesile oldular. Bu Onaltýncý Rica'nýn tafsilâtý, Kastamonu'dan gönderip Lâhika'ya geçen ve Denizli Hapsinde oradaki kardeþlerime gizli gönderdiðim küçük mektublar ve mahkemesindeki Müdafaa Risalesi'dir ki; bu ricanýn hakikatýný parlak gösteriyorlar. Tafsilâtýný lâhikaya, müdafaama havale edip, gâyet kýsa iþaret edeceðiz.

 

Ben mahrem ve mühim mecmûalarý, hususan Süfyan'a ve Nur'un kerametlerine dair Risaleleri kömür ve odunlar altýnda sakladým; tâ benim vefatýmdan veya baþtaki baþlar hakikatý dinleyip akýllarýný baþlarýna aldýktan sonra neþredilsinler diye müsterihane dururken, birden taharri memurlarý ve müddeiumumun muavini, menzilimi bastýlar. O gizli ve ehemmiyetli Risaleleri, odunlarýn altýndan çýkardýlar. Hem beni tevkif edip Isparta hapishanesine, sýhhatým muhtell bir halde gönderdiler. Ben pek çok müteellim ve Nurlara gelen o zarardan dehþetli müteessir iken, bir inayet-i Ýlahiye imdadýmýza yetiþti. O gizlenmiþ ve ehl-i hükûmet onlarý okumaða çok muhtaç olan o ehemmiyetli Risaleleri kemal-i merak ve dikkatle okumaða baþlayýp, büyük resmî daireler âdeta bir Dershane-i Nuriye hükmüne geçti. Tenkid fikriyle takdire baþladýlar. Hatta Denizli'de, hiç haberimiz yokken, fevkalâde perde altýnda matbu Âyet-ül Kübra'yý

 

 

 

sh: » (L:250)

 

resmî ve gayr-ý resmî pek çok adamlar okudular, îmanlarýný kuvvetlendirdiler. Bizim hapis musîbetimizi hiçe indirdiler. Sonra bizi Denizli Hapsine aldýlar. Beni tecrid-i mutlak içinde ufunetli, rutubetli soðuk bir koðuþa soktular. Ýhtiyarlýk, hastalýk ve benim yüzümden masum arkadaþlarýmýn zahmetlerinden bana gelen çok teellüm ve Nurlarýn ta'til ve müsaderesinden gelen çok teessüf ve sýkýntý içinde çýrpýnýrken, birden inayet-i Rabbaniye imdada yetiþti. Birden o koca hapishaneyi bir Dershane-i Nuriyeye çevirip bir Medrese-i Yûsufiye (A.S.) olduðunu isbat ederek, Medreset-üz Zehra kahramanlarýnýn elmas kalemleriyle Nurlar intiþara baþladý. Hatta o aðýr þerait içinde Nur'un kahramaný, üç dört ay zarfýnda yirmîden ziyade Meyve ve Müdafaat Risalesi'nden yazdý. Hem hapiste, hem hariçte fütuhata baþladýlar. O musîbetteki zararýmýzý büyük menfaatlere ve sýkýntýlarýmýzý sevinçlere çevirdi. عَسَى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ sýrrýný tekrar gösterdi. Sonra birinci ehl-i vukufun yanlýþ ve sathî zabýtlara binaen aleyhimizde þiddetli tenkidleri ve Maarif Vekili'nin dehþetli hücumuyla beraber aleyhimizde bir beyanname neþretmesiyle, hatta bazý haberlerle bir kýsmýmýzýn idamýna çalýþýldýðý hengâmda, bir inayet-i Rabbaniye imdadýmýza yetiþti. Baþta Ankara ehl-i vukufunun þiddetli tenkidlerini beklerken, takdirkârane raporlarý, hatta beþ sandýk Nur Risalelerinde beþ on sehiv bulduklarý halde, mahkemede onlarýn sehiv ve yanlýþ gösterdikleri noktalar ayn-ý hakikat olduðunu ve onlarýn sehiv ve yanlýþ dedikleri maddelerde kendileri sehiv ettiklerini isbat ettiðimiz gibi, beþ yaprak raporlarýnda beþ on sehiv ve yanlýþlarýný gösterdik. Ve yedi makamata gönderdiðimiz Meyve ve Müdafaaname Risaleleri ve Adliye Vekaletine gönderilen Nur'un umum Risaleleri, hususan mahremlerin dokunaklý ve þiddetli tokatlarýna mukabil tehdidkârane þiddetli emirler beklerken gâyet mülayîmane, hatta tesellikârane Baþvekil'in bize gönderdiði mektubu gibi, Musâlâha tarzýnda iliþmemeleri kat'î isbat etti ki: Risale-i Nur'un hakikatlarý inayet-i Ýlahiye kerametiyle, onlarý maðlub edip kendini onlara irþadkârane okutturmuþ, o geniþ daireleri bir nevi dershane yapmýþ, çok mütereddid ve mütehayyirlerin îmanlarýný kurtarmýþ ve bizim sýkýntýlarýmýzdan yüz derece ziyade mânevî ferah ve faide verdi. Sonra gizli düþmanlar beni zehirlediler ve Nur'un þehid kahramaný merhum Hâfýz Ali benim bedelime hastahaneye gitti ve benim yerimde berzah âlemine seyahat eyledi, bizi me'yusane aðlattýrdý. Ben bu musîbetten evvel Kastamonu'nun daðýnda baðýrarak mükerrer defa dedim: "Kardeþlerim! Ata et, arslana ot atmayýnýz." Yâni her Risaleyi herkese vermeyiniz; tâ, bize taarruz edilmesin. Yaya gidilse yedi gün uzakta Hâfýz Ali (Rahmetullahi Aleyh), mânevî telefonuyla iþitiyor gibi ayný vakit bana yazý

 

sh: » (L:251)

 

yor ki: "Evet Üstadým, Risale-i Nur'un bir kerametidir ki; ata et, arslana ot atmaz. Belki ata ot, arslana et atar ki, o arslan hocaya Ýhlas Risalesi'ni verdi." Yedi gün sonra mektubunu aldýk, hesab ettik; ayný zamanda, ben daðda baðýrýrken, o da garib sözleri mektubunda yazýyormuþ.

 

Ýþte Nur'un böyle bir mânevî kahramanýnýn vefatý ve gizli münafýklarýn aleyhimizde desiselerle bizi cezalandýrmaya çalýþmalarý ve benim zehirli hastalýðýmdan dolayý beni de hastahaneye resmî emirle mecbur etmek endiþesi bizi sýkarken, birden inayet-i Ýlahiye imdada geldi.

 

Mübarek kardeþlerimin hâlis dualarýyla zehirin tehlikesi geçmiþ ve o merhum þehidin kuvvetli emarelerle, kabrinde Nurlarla meþgul olmasý ve sual meleklerine Nurlar ile cevap vermesi ve onun bedeline ve onun sisteminde Nurlara çalýþacak Denizli Kahramaný Hasan Feyzi (Rahmetullahi Aleyh) ve arkadaþlarý perde altýnda tesirli bir surette hizmetleri ve düþmanlarýmýzýn dahi, mahpuslarýn birden Nurlarla ýslah olmalarý cihetinde hapisten çýkmamýza taraftar olmasý; ve Ashab-ý Kehf misillü Nur þakirdleri o sýkýntýlý çilehaneyi Ashab-ý Kehf ve eski zaman ehl-i riyazatýnýn maðaralarýna çevirmesi ve istirahat-ý kalble Nurlarýn neþrine ve yazmasýna sa'yleriyle, inayet-i Rabbaniyenin imdadýmýza yetiþtiðini isbat etti.

 

Hem kalbime geldi ki: Madem Ýmam-ý Azam gibi eazým-ý müçtehidîn hapis çekmiþ ve Ýmam-ý Ahmed Ýbn-i Hanbel gibi bir mücahid-i ekbere, Kur'anýn bir tek mes'elesi için hapiste pekçok azab verilmiþ. Ve þekva etmeyerek kemal-i sabýr ile sebat edip o mes'elelerde sükût etmemiþ. Ve pek çok imamlar ve allâmeler, sizlerden pekçok ziyade azab verildiði halde, kemal-i sabýr içinde þükredip sarsýlmamýþlar. Elbette sizler Kur'anýn müteaddid hakikatlarý için pek büyük sevab ve kazanç aldýðýnýz halde, pek az zahmet çektiðinize binler teþekkür etmek borcunuzdur. Evet zulm-ü beþer içinde bir cilve-i inayet-i Rabbaniyeyi kýsaca beyan edeceðim:

 

Ben yirmi yaþýnda iken tekrar ile derdim: "Eski zamanda maðaralara çekilen târik-üd dünyalar gibi âhir ömrümde ben de bir maðaraya, bir daða çekilip, insanlarýn hayat-ý içtimaiyesinden çýkacaðým." Hem eski Harb-i Umumî'de þark-ý þimalîdeki esaretimde karar vermiþtim ki: "Bundan sonra ömrümü maðaralarda geçireceðim. Hayat-ý siyasiyeden ve içtimaiyeden sýyrýlacaðým. Artýk karýþmak yeter." derken, inayet-i Rabbaniye, hem adâlet-i kaderiye tecelli ettiler. Kararýmdan ve arzumdan çok ziyade hayýrlý bir surette ihtiyarlýðýma merhameten o mutasavver maðaralarýmý hapishanelere ve inzivalara ve yalnýzlýk içinde çilehanelere ve tecrid-i mutlak menzillerine çevirdi. Ehl-i riyazet ve münzevilerin daðlardaki maðaralarýnýn çok fevkinde "Yûsufiye Medreseleri" ve vaktimizi zayi etmemek için tecridhaneleri verdi. Hem maðara faide-i uhreviyesini,

 

 

 

sh: » (L:252)

 

hem hakaik-i îmaniye ve Kur'aniyenin mücahidane hizmetini verdi. Hatta ben azmetmiþtim ki; arkadaþlarýmýn beraetlerinden sonra bir suç gösterip, hapiste kalacaðým. Hüsrev ve Feyzi gibi mücerredler benim yanýmda kalsýn ve bir bahane ile insanlarla görüþmemek ve vaktimi lüzumsuz sohbetlerle ve tasannu' ve hodfüruþluk ile geçirmemek için tecrid koðuþunda bulunacaðým. Fakat kader-i Ýlahî ve kýsmetimiz, bizi baþka çilehaneye sevkettiler.

 

اَلْخَيْرُ فِى مَا اخْتَارَهُ اللّهُ { عَسَى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ

 

sýrrýyla, ihtiyarlýðýma merhameten ve hizmet-i îmaniyede daha ziyade çalýþtýrmak için ihtiyar ve kudretimizin haricinde bu üçüncü Medrese-i Yûsufiyede vazife verildi.

 

Evet inayet-i Ýlahiye, ihtiyarlýðýma merhameten; kuvvetli ve gizli düþmaný bulunmayan gençliðime mahsus olan maðaralarýmý, hapishanenin tecrid-i münferid menzillerine çevirmesinde üç hikmet ve hizmet-i Nuriyeye üç ehemmiyetli faidesi var:

 

Birinci hikmet ve faide: Nur talebelerinin bu zamanda toplanmalarý; zararsýz olarak, Medrese-i Yûsufiyede olur. Ve birbirini görüp sohbet etmek, hariçte masraflý ve þübheli olur. Hatta benimle görüþmek için bazýlarý kýrk-elli lirayý sarfederek gelip, ya yirmi dakika veya hiç görüþmeden döner giderdi. Ben bazý kardeþlerimi yakýndan görmek için, hapsin zahmetini severek kabul ederdim. Demek hapis bizim için bir nimettir, bir Rahmettir.

 

Ýkinci hikmet ve faide: Bu zamanda Nurlarla hizmet-i îmaniye, her tarafta ilânatla ve muhtaç olanlarýn nazar-ý dikkatlerini celbetmekle olur. Ýþte hapsimizle Nurlara nazar-ý dikkat celbolunur, bir ilânat hükmüne geçer. En ziyade muannid veya muhtaç olanlar onu bulur, îmanýný kurtarýr ve inadý kýrýlýr, tehlikeden kurtulur ve Nur'un dershanesi geniþlenir.

 

Üçüncü hikmet ve faide: Hapse giren Nur talebeleri birbirinin hallerinden, seciyelerinden, ihlâs ve fedakârlýklarýndan ders almalarýyla beraber, Nurlar hizmetinde dünyevî menfaatleri daha aramazlar.

 

Evet Medrese-i Yûsufiyede çok emarelerle her sýkýntý ve zahmetin on, belki yüz misli maddî ve mânevî faideler ve güzel neticeler ve imânâ geniþ ve hâlis hizmetler, gözleriyle gördüklerinden, tam ihlâsa muvaffak olurlar, daha cüz'î ve hususî menfaatlere tenezzül etmezler.

 

Bu çilehanelerin bana mahsus bir letafeti ve hazîn fakat tatlý bir vaziyeti var. Þöyle ki:

 

sh: » (L:253)

 

Ben gençlik zamanýnda bizim memlekette gördüðüm eski medresenin ayný vaziyetini görüyorum. Çünki vilayet-i þarkýyede eski âdet medrese talebelerinin bir kýsmýnýn tayinatlarý dýþarýdan geliyordu. Ve bazý medreseler, içinde piþiriyorlardý. Ve daha kaç cihette bu çilehaneye benziyorlardý. Ben de lezzetli bir tahassür içinde buraya baktýkça o eski gençlik ve þirin zamânâ hayalen gidiyorum ve ihtiyarlýk vaziyetlerini unutuyorum.

 

* * *

 

Yirmialtýncý Lem'anýn Zeyli

 

Yirmibirinci Mektub olup, Mektubat Mecmûasýna idhal edildiðinden buraya dercedilmedi.

 

* * *

 

 

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

Gast
Dieses Thema wurde nun für weitere Antworten gesperrt.
×
×
  • Neu erstellen...