Zum Inhalt springen
Qries Qries Qries Qries Qries Qries

17. Lema


EMRE

Empfohlene Beiträge

Onyedinci Lem'a

 

(Zühre'den gelmiþ "Onbeþ Nota"dan ibarettir.)

 

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

 

Mukaddime

 

Oniki sene evvel (*) inayet-i Rabbaniye ile, Mârifet-i Ýlâhiyyede bir hareket-i fikriyye ve bir seyahat-ý kalbiyye ve bir inkiþafat-ý ruhiyyede tezahür eden bazý lemeat-ý tevhidiyyeyi Arabî olarak Notalar suretinde Zühre, Þu'le, Habbe, Þemme, Zerre, Katre gibi Risalelerde kaydetmiþtim. Uzun bir hakikatin yalnýz bir ucunu göstermek ve parlak bir nurun yalnýz bir þuaýný irae etmek tarzýnda yazýldýðýndan, yalnýz kendi kendime birer hatýra ve birer ihtar þeklinde olduðundan, baþkalarýnýn istifadesi mahdud kalmýþtý. Hususan en mümtaz ve en has kardeþlerimin kýsm-ý âzamý Arabî okumamýþlar. Bunlarýn ýsrarý ve ilhâhiyle o Notalarýn, o Lem'alarýn kýsmen izahlý ve kýsmen kýsa bir mealini Türkçe olarak yazmaða mecbur oldum. Þu Notalar ve arabî Risaleler, Yeni Said'in en evvel hakikat ilminden bir derece þuhud suretinde gördüðü için taðyir edilmeden mealleri yazýldý. Onun için bazý cümleler sair Sözlerde de zikredilmekle beraber burada da zikrediliyor; ve bir kýsmý gâyet mücmel olmakla beraber izah edilmiyor, tâ letafet-i asliyesini kaybetmesin.

 

 

 

BÝRÝNCÝ NOTA: Kendi nefsime hitaben demiþtim: "Ey gafil Said! Bil ki: Þu âlemin fenasýndan sonra sana refakat etmiyen ve dünyanýn harabiyle senden müfarakat eden bir þeye kalbini baðlamak sana lâyýk deðildir. Hususan senin asrýnýn inkýraziyle seni terkedip arka çeviren ve bahusus berzah seferinde arkadaþlýk etmiyen ve hususan seni kabir kapýsýna kadar teþyi' etmiyen, hususan bir iki sene zarfýnda ebedî bir firak ile senden ayrýlýp günahýný senin boynuna takan, hususan senin raðmýna olarak husûlü anýnda seni terkeden fâni þeylerle kalbini baðlamak, kâr-ý akýl deðildir. Eðer aklýn varsa; uhrevî inkýlâbâtýnda, berzahî etvârýnda ve dünyevî inkýlâbâtýnýn müsâdematý altýnda ezilen, bozulan ve ebedî seferde sana arkadaþlýða muktedir olmýyan iþleri býrak, ehemmiyet verme, onlarýn zevalinden kederlenme. Sen kendi mahiyetine bak ki: Senin lâtifelerin içinde öyle bir lâtife var ki, ebedden ve ebedî zattan baþkasýna razý ola

 

______________________________________

 

(*) Oniki sene evvel denilen tarih; Hicrî 1340, Milâdî 1921 seneleridir.

 

sh: » (L:105)

 

maz. Ondan baþkasýna teveccüh edemiyor. Masivasýna tenezzül etmez. Bütün dünyayý ona versen, o fýtrî ihtiyacý tatmin edemez. O þey ise, senin duygularýnýn ve lâtifelerinin sultanýdýr. Fâtýr-ý Hakîm'in emrine mutî olan o sultanýna itaat et, kurtul!.."

 

ÝKÝNCÝ NOTA: Hakikatdar bir rü'yada gördüm ki, insanlara diyordum: "Ey insan! Kur'anýn desâtirindendir ki, Cenab-ý Hakk'ýn mâsivasýndan hiçbir þeyi ona taabbüd edecek bir derecede kendinden büyük zannetme. Hem sen kendini hiçbir þeyden tekebbür edecek derecede büyük tutma. Çünki mahlûkat, Mâbudiyetten uzaklýk noktasýnda müsavi olduklarý gibi, mahlukîyet nisbetinde de birdirler."

 

ÜÇÜNCÜ NOTA: Ey gafil Said! Bil ki: Galat-ý his nev'inden gâyet muvakkat dünyayý lâyemut ve daimî görüyorsun. Etrafýna ve dünyaya baktýðýn zaman bir derece sabit ve müstemir gördüðünden, fâni nefsini de o nazar ile sabit telâkki ettiðinden, yalnýz Kýyametin kopacaðýndan dehþet alýyorsun. Güya kýyametin kopmasýna kadar yaþayacaksýn gibi, yalnýz ondan korkuyorsun. Aklýný baþýna al. Sen ve hususî dünyan, daimî zeval ve fena darbesine maruzsunuz.. Senin bu galat-ý hissin ve maðlatan þu misale benzer ki: Bir adam elinde olan âyinesini bir hâne veya bir þehre veya bir bahçeye karþý tutsa; misalî bir hâne, bir þehir, bir bahçe o âyinede görünür. Edna bir hareket ve küçük bir tegayyür âyinenin baþýna gelse, o misâlî hâne ve þehir ve bahçede herc ü merc ve karýþýklýk düþer. Hariçteki hakikî hâne, þehir ve bahçenin devam ve bekasý sana faide vermez. Çünki senin elindeki âyinedeki hâne ve sana ait þehir ve bahçe, yalnýz âyinenin sana verdiði mikyas ve mizân iledir. Senin hayatýn ve ömrün, âyinedir. Senin dünyanýn direði ve âyinesi ve merkezi, senin ömrün ve hayatýndýr. Her dakikada o hane ve þehir ve bahçenin ölmesi mümkün ve harab olmasý muhtemel olduðundan, her dakika senin baþýna yýkýlacak ve senin kýyametin kopacak bir vaziyettedir. Madem öyledir; sen, bu hayatýna ve dünyana, çekemedikleri ve kaldýramadýklarý yükleri yükletme!..

 

DÖRDÜNCÜ NOTA: Bil ki: Ekseriyetle Fâtýr-ý Hakîm'in âdetidir, ehemmiyetli ve kýymetdar þeyleri ayniyle iade ediyor... Yâni, ekser eþyanýn misliyle tazelenmesi, mevsimlerin tebeddülünde, asýrlarýn deðiþmesinde o kýymetdar ehemmiyetli þeyleri ayniyle iade ediyor. Yevmî ve senevî ve asrî haþirlerin umumunda, þu kaide-i âdetullah ekseriyetle muttarid görünüyor. Ýþte bu sabit kaideye binaen deriz: Madem fünûnun ittifakiyle ve ulûmun þehadetiyle, hilkat þeceresinin en mükemmel meyvesi insandýr. Ve mahlûkat içinde en ehemmiyetli insandýr. Ve mevcudat içinde en kýymetdar insandýr. Ve insanýn bir ferdi, sair hayvanatýn bir nev'i hükmündedir. Elbette kat'î bir hads ile hükmedilir ki, haþir ve neþr-i ekberde beþerin herbir ferdi; ayniyle, cismiyle, ismiyle, resmiyle iade edilecektir.

 

 

 

 

 

sh: » (L:106)

 

BEÞÝNCÝ NOTA: Þu notada Avrupa fünunu ve medeniyeti, Eski Said'in fikrinde bir derece yerleþtiði için, Yeni Said harekât-ý fikriyede seyrettiði zaman, Avrupa'nýn fünun ve medeniyeti, o seyahat-ý kalbiyede emrâz-ý kalbiyeye inkýlâb ederek ziyade müþkilâta medâr olduðundan, bilmecburiye Yeni Said zihnini silkeleyip, müzahraf felsefeyi ve sefih medeniyeti atmak isterken, kendi ruhunda Avrupa'nýn lehinde þEhadet eden hissiyat-ý nefsaniyeyi susturmak için, Avrupa'nýn þahs-ý mânevîsi ile bir cihette gâyet kýsa, bir cihette uzun, gelecek muhavereye mecbur olmuþtur. Yanlýþ anlaþýlmasýn, Avrupa ikidir: Birisi, Ýsevîlik din-i hakikîsinden aldýðý feyz ile hayat-ý içtimaiye-i beþeriyeye nâfi' san'atlarý ve adâlet ve hakkaniyete hizmet eden fünunlarý takib eden bu birinci Avrupa'ya hitab etmiyorum. Belki felsefe-i tabîiyenin zulmetiyle, medeniyetin seyyiatýný mehâsin zannederek, beþeri sefahete ve dalâlete sevkeden bozulmuþ ikinci Avrupa'ya hitab ediyorum. Þöyle ki:

 

O zaman, o seyahat-ý ruhiyede, mehâsin-i medeniyet ve fünûn-u nâfiadan baþka olan malâyâni ve muzýr felsefeyi ve muzýr ve sefih medeniyeti elinde tutan Avrupa'nýn þahs-ý mânevîsine karþý demiþtim:

 

Bil ey ikinci Avrupa! Sen sað elinle sakîm ve dalâletli bir felsefeyi ve sol elinle sefih ve muzýr bir medeniyeti tutup dâvâ edersin ki, beþerin saadeti bu ikisi iledir. Senin bu iki elin kýrýlsýn ve þu iki pis hediyen senin baþýný yesin ve yiyecek.

 

Ey küfr ü küfraný daðýtýp neþreden bedbaht ruh! Acaba hem ruhunda, hem vicdanýnda, hem aklýnda, hem kalbinde dehþetli musîbetlerle musîbet-zede olmuþ ve azaba düþmüþ bir adamýn cismiyle, zahirî bir surette aldatýcý bir zînet ve servet içinde bulunmasiyle saadeti mümkün olabilir mi? Ona mes'ud denilebilir mi? Âyâ görmüyor musun ki, bir adamýn cüz'î bir emirden me'yus olmasý ve vehmî bir emelden ümidi kesilmesi ve ehemmiyetsiz bir iþten inkisar-ý hayale uðramasý sebebiyle tatlý hayaller ona acýlaþýyor. Þirin vaziyetler onu tazib ediyor. Dünya ona dar geliyor, zindan oluyor. Halbuki senin þeametinle, kalbinin en derin köþelerinde ve ruhunun tâ esasýnda dalâlet darbesini yiyen ve o dalâlet cihetiyle bütün emelleri inkýtâa uðrayan ve bütün elemleri ondan neþ'et eden bir bîçare insana hangi saadeti temin ediyorsun? Acaba zâil, yalancý bir cennette cismi bulunan ve kalbi, ruhu Cehennemde azab çeken bir insana mes'ud denilebilir mi? Ýþte sen bîçare beþeri böyle baþtan çýkardýn, yalancý bir Cennet içinde Cehennemî bir azab çektiriyorsun.

 

Ey beþerin nefs-i emmâresi! Bu temsile bak, beþeri nereye sevkettiðini bil. Meselâ bizim önümüzde iki yol var. Birisinden gidiyoruz. Görüyoruz ki, her adým baþýnda bîçare âciz bir adam bulunur. Zalimler hücum edip malýný, eþyasýný gasbederek kulübeciðini harab ediyorlar, bazen da

 

sh: » (L:107)

 

yaralýyorlar. Öyle bir tarzda ki, acýnacak haline sema aðlýyor. Nereye bakýlsa hal bu minval üzere gidiyor. O yolda iþitilen sesler, zâlimlerin gürültüleri, mazlûmlarýn aðlayýþlarý olduðundan umumî bir matem, o yolu kaplýyor. Ýnsan, insaniyet cihetiyle gayrýn elemiyle müteellim olduðundan, hadsiz bir eleme giriftar oluyor. Halbuki vicdan bu derece teellüme tahammül edemediðinden; o yolda giden, iki þeyden birisine mecbur olur. Ya insaniyetten tecerrüd edip ve nihayetsiz vahþeti iltizam ederek öyle bir kalbi taþýyacak ki, kendi selâmetiyle beraber umumun helâketi onu müteessir etmesin veyahud kalb ve aklýn muktezasýný ibtal etsin.

 

Ey sefahet ve dalâletle bozulmuþ ve Ýsevî dininden uzaklaþmýþ Avrupa! Deccal gibi birtek gözü taþýyan kör dehan ile ruh-u beþere bu Cehennemî hâleti hediye ettin! Sonra anladýn ki: Bu öyle ilâçsýz bir illettir ki, insaný A'lâ-yý Ýlliyyînden, Esfel-i Safilîne atar. Hayvanatýn en bedbaht derecesine indirir. Bu illete karþý bulduðun ilâç, muvakkaten ibtâl-i his hizmeti gören cazibedar oyuncaklarýn ve uyutucu hevesat ve fantaziyelerindir. Senin bu ilâcýn, senin baþýný yesin ve yiyecek! Ýþte beþere açtýðýn yol ve verdiðin saadet, bu misale benzer.

 

Ýkinci yol ki: Kur'an-ý Hakîm, hidayetiyle beþere hediye etmiþtir. Þöyledir: Görüyoruz ki o yolun her menzilinde, her mekânýnda, her þehrinde bir Sultan-ý Âdil'in müstakim askerleri her tarafta bulunuyorlar, geziyorlar. Arasýra o Sultan'ýn emriyle o askerlerin bir kýsmýný terhis ediyorlar. Silâhlarýný, atlarýný ve mîrî levazýmatlarýný alýyorlar, onlara izin tezkeresini veriyorlar. O terhis olunan neferler, çendan ünsiyet ettikleri at ve silâhlarýn teslim alýnmasýndan zâhiren mahzun oluyorlar. Fakat hakikat noktasýnda terhisle müferrah olup, Sultan'ýn ziyaretine ve padiþahýn paytahtýna dönmesi ve padiþahý ziyaret etmesi cihetinde gâyet memnun oluyorlar. Bazen terhis me'murlarý acemî bir nefere rastgeliyorlar. Nefer onlarý tanýmýyor... "Silâhýný teslim et!" diyorlar... Nefer diyor: "Ben padiþahýn askeriyim, onun hizmetindeyim; sonra onun yanýna gideceðim. Siz neci oluyorsunuz? Eðer onun izin ve rýzasiyle gelmiþ iseniz, göz ve baþ üstüne geldiniz, emrini gösteriniz; yoksa çekiliniz, benden uzak olunuz. Ben tek baþýmla kalsam, sizler binler dahi olsanýz, yine sizinle döðüþeceðim. Kendi nefsim için deðil, çünki nefsim benim deðil, benim sultanýmýndýr. Belki bendeki nefsim ve silâhým, mâlikimin emanetidir. Emaneti muhafaza ve Sultanýmýn haysiyyetini himaye ve izzetini vikaye için size baþ eðmiyeceðim!

 

Ýþte o ikinci yoldaki medâr-ý sürur ve saadet olan binler ahvalden bu hal bir nümunedir. Sair ahvali sen kýyas et. Bütün o ikinci yolun seferinde, tevellüdat namýnda sevinç ve þenlikle bir tahþidat ve sevkiyat-ý askeriye vardýr ve vefiyat namýnda sürur ve muzýka ile terhisat-ý askeriye gö

 

 

 

sh: » (L:108)

 

rünüyorlar. Ýþte Kur'an-ý Hakîm beþere bu yolu hediye etmiþtir. Bu hediyeyi kim tam kabul etse, böyle iki cihanýn saadetine giden bu ikinci yoldan gider. Ne geçmiþ þeyden mahzun ve ne de gelecek þeyden havf eder.

 

Ey ikinci bozuk Avrupa! Senin çürük ve esassýz esaslarýnýn bir kýsmý þunlardýr ki: "En büyük melekten en küçük semeðe kadar her bir zîhayat kendi nefsine mâliktir ve kendi zatý için çalýþýr ve kendi lezzeti için çabalar. Onun bir hakk-ý hayatý var. Gaye-i himmeti ve hedef-i maksadý, yaþamak ve bekasýný te'min etmektir." diyorsun. Ve Hâlýk-ý Kerim'in kerem düsturlarýndan ve erkân-ý kâinatta kemal-i itaatla imtisal edilen düstûr-u teâvünle, nebatat hayvanatýn imdadýna ve hayvanat insanlarýn yardýmýna koþmasýndan tezahür eden o umumî kanunun Rahîmane, Kerîmane cilvelerini cidal zannedip, "Hayat bir cidaldir" diye ahmakane hükmetmiþsin. Acaba o düstûr-u teâvünün cilvesinden olan zerrat-ý taamiyenin, kemal-i þevk ile beden hüceyrelerinin gýdalandýrýlmasý için koþmalarý nasýl cidaldir? Nasýl bir çarpýþmaktýr? Belki o imdad ve o koþmak, Kerîm bir Rabbin emriyle bir teavündür. Hem çürük bir esasýn: "Herþey kendi nefsine mâliktir" diyorsun. Hiçbir þey kendi nefsine mâlik olmadýðýna kat'î bir delil þudur ki: Esbabýn içinde en eþrefi ve ihtiyar noktasýnda en geniþ iradelisi, insandýr. Halbuki bu insanýn düþünmek, söylemek ve yemek gibi en zâhir ef'al-i ihtiyariyesinden yüz cüz'ünden onun dest-i ihtiyarýna verilen ve daire-i iktidarýna giren yalnýz meþkûk tek bir cüz'dür. Böyle en zâhir fiilin yüz cüz'ünden bir cüz'üne mâlik olmýyan, nasýl kendine mâliktir denilir? Böyle en eþref ve ihtiyarý en geniþ, bu derece hakikî tasarruftan ve temellükten eli baðlanmýþ bulunsa; "Sair hayvanat ve cemadat kendi kendine mâliktir" diyen, hayvandan daha ziyade hayvan ve cemâdattan daha ziyade câmid ve þuursuz olduðunu isbât eder.

 

Seni bu hataya atýp bu vartaya düþüren, bir gözlü dehandýr. Yâni harika, menhus zekândýr. O kör dehan ile, herþeyin Hâlýký olan Rabbini unuttun, mevhum bir tabîata isnad ettin, âsârýný esbaba verdin, o Hâlýkýn malýný bâtýl mâbud olan tâðutlara taksim ettin. Þu noktada ve o dehan nazarýnda her zîhayat, herbir insan, tek baþiyle hadsiz a'daya karþý mukavemet etmek ve nihayetsiz hâcâtýn tahsiline çabalamak lâzým geliyor. Ve zerre gibi bir iktidar, ince tel gibi bir ihtiyar, zâil lem'a gibi bir þuur, çabuk söner þu'le gibi bir hayat, çabuk geçer dakika gibi bir ömür ile, o hadsiz a'dâya ve hâcâta karþý dayanmaya mecbur oluyor. Halbuki o bîçare zîhayatýn sermayesi, binler matlublarýndan birisine kâfi gelmiyor. Musîbete giriftar olduðu zaman; saðýr, kör esbabdan baþka derdine derman beklemiyor, وَمَا دُعَاءُ الْكَافِرِينَ اِلاَّ فِى ضَلاَلٍ sýrrýna mazhar oluyor.

 

sh: » (L:109)

 

Senin karanlýklý dehan, nev-i beþerin gündüzünü geceye kalbetmiþ. Yalnýz o sýkýntýlý, zulümlü ve zulmetli geceye ýsýndýrmak için; yalancý, muvakkat lâmbalarla tenvir ettin. O lâmbalar sürur ile beþerin yüzüne tebessüm etmiyorlar. Belki beþerin aðlanacak acý hallerindeki eblehâne gülmesine, o ýþýklar müstehziyane gülüp eðleniyor. Herbir zîhayat senin þakirdlerin nazarýnda zâlimlerin hücumuna maruz, miskin birer musîbetzededirler. Dünya bir matemhâne-i umumiyedir. Dünyadaki sadâlar ölümlerden, elemlerden gelen vaveylâlardýr. Senden tam ders alan þâkirdin, bir firavun olur. Fakat en hasis þeye ibâdet eden ve menfaat gördüðü her þeyi, kendine rab telâkki eden bir firavun-u zelîldir. Hem senin þâkirdin mütemerriddir. Fakat bir lezzeti için nihayet zilleti kabul eden miskin bir mütemerriddir. Hasis bir menfaat için þeytanýn ayaðýný öper derecede alçaklýk gösterir. Hem cebbârdýr fakat kalbinde bir nokta-i istinad bulamadýðý için, zatýnda gâyet âciz bir cebbâr-ý hodfürûþtur. O þâkirdin gaye-i himmeti, hevesat-ý nefsaniyeyi tatmin ve hamiyet ve fedakârlýk perdesi altýnda kendi menfaat-i nefsini arayan ve hýrs ve gururunu teskin etmeye çalýþan bir dessastýr. Nefsinden baþka ciddî olarak hiçbir þeyi sevmiyor. Herþeyi nefsine feda ediyor. Amma Kur'anýn hâlis ve tam þâkirdi ise, bir abddir. Fakat âzam-ý mahlûkata karþý da ubûdiyete tenezzül etmez ve Cennet gibi en büyük ve âzam bir menfaati gaye-i ubûdiyet yapmaz bir abd-i azizdir. Hem halim selimdir. Fakat Fâtýr-ý Zülcelâlinden baþkasýna, izni ve emri olmadan tezellüle tenezzül etmez bir hâlim-i âlîhimmettir. Hem fakirdir fakat onun Mâlik-i Kerîm'i ona ileride iddihar ettiði mükâfat ile bir fakir-i müstaðnîdir. Hem zaîftir fakat kudreti nihayetsiz olan Seyyidinin kuvvetine istinad eden bir zaîf-i kavîdir ki, Kur'an hakikî bir þâkirdine Cennet-i ebediyeyi dahi gaye-i maksad yaptýrmadýðý halde; bu zâil fâni dünyayý ona gaye-i maksad hiç yapar mý? Ýþte iki þâkirdin himmetlerinin ne derece birbirinden farklý olduðunu anla!

 

Hem felsefe-i sakîmenin þakirdleriyle Kur'an-ý Hakîm'in tilmizlerinin hamiyetkârlýk ve fedakârlýklarýný bununla muvazene edebilirsiniz. Þöyle ki:

 

Felsefenin þakirdi, kendi nefsi için kardeþinden kaçar, onun aleyhinde dâvâ açar. Kur'anýn þakirdi ise, semavat ve arzdaki umum sâlih ibadý kendine kardeþ telâkki ederek, gâyet samimî bir surette onlara dua eder ve saadetleriyle mes'ud oluyor ve ruhunda þedid bir alâkayý onlara karþý hisseder. Hem en büyük þey olan Arþ ve Þems'i, musahhar birer memur ve kendi gibi bir abd, bir mahlûk telâkki eder. Hem iki þâkirdin ulviyet ve inbisat-ý ruhlarýný bundan kýyas et ki: Kur'an, kendi þakirdlerinin ruhuna öyle bir inbisat ve ulviyet verir ki; doksan dokuz taneli tesbihe bedel, doksan dokuz Esmâ-i Ýlhiyyenin cilvelerini gösteren doksan dokuz

 

sh: » (L:110)

 

âlemlerin zerratýný, birer tesbih taneleri olarak þakirdlerinin ellerine verir. "Evradlarýnýzý bununla okuyunuz." der. Ýþte Kur'anýn tilmizlerinden Þâh-ý Geylânî, Rufâî, Þâzelî (R.A.) gibi þâkirdleri, virdlerini okuduklarý vakit dinle, bak! Ellerinde silsile-i zerratý, katarat adedlerini, mahlûkatýn aded-i enfâsýný tutmuþlar, onunla evradlarýný okuyorlar. Cenab-ý Hakk'ý zikir ve tesbih ediyorlar. Ýþte Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan'ýn mu'cizâne terbiyesine bak ki: Nasýl edna bir kederle ve küçük bir gam ile baþý dönüp sersemleþen ve küçük bir mikroba maðlub olan bu küçük insan, terbiye-i Kur'an ile ne kadar teâli ediyor. Ve ne derece letâifi inbisat eder ki: Koca dünya mevcudatýný, virdine tesbih olmakta kýsa görüyor. Ve Cennet'i zikir ve virdine gaye olmakta az gördüðü halde, kendi nefsini Cenab-ý Hakk'ýn edna bir mahlukunun üstünde büyük tutmuyor. Nihayet izzet içinde, nihayet tevâzuu cem'ediyor. Felsefe þakirdlerinin buna nisbeten ne derece pest ve aþaðý olduðunu kýyas edebilirsin. Ýþte felsefe-i sakîme-i Avrupaiyeden yek-çeþm olan dehasýnýn yanlýþ gördüðü hakikatlarý; iki cihana bakan, gayb-âþina parlak iki gözü ile iki âleme nazar eden, beþer için iki saadete iki eliyle iþaret eden hüda-yý Kur'anî der ki: "Ey insan! Senin elinde bulunan nefis ve malýn senin mülkün deðil, belki sana emanettir. O emanetin mâliki, herþeye kadîr, herþeyi bilir bir Rahîm-i Kerîm'dir. O senin yanýndaki mülkünü senden satýn almak istiyor. Tâ senin için muhafaza etsin, zayi olmasýn. Ýleride mühim bir fiat sana verecek. Sen muvazzaf ve memur bir askersin. Onun namiyle çalýþ ve hesabiyle amel et. Odur ki, muhtaç olduðun þeyleri sana rýzk olarak gönderiyor ve senin takatýn yetmediði þeylerden seni muhafaza eder. Senin þu hayatýnýn gayesi, neticesi; o Mâlik'in Esmâsýna ve þuûnatýna bir mazhariyettir. Sana bir musîbet geldiði vakit, de:

 

اِنَّا لِلّهِ وَاِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ Yâni: Ben malikimin hizmetindeyim. Ey musîbet! Eðer onun izin ve rýzasiyle geldin ise, merhaba, safa geldin! Çünki: Elbette bir vakit ona döneceðiz ve onun huzuruna gideceðiz ve ona müþtakýz. Madem herhalde bir zaman bizi hayatýn tekâlifinden âzad edecektir. Haydi ey musîbet! O terhis ve o âzad etmek, senin elinle olsun, razýyým. Eðer benim emanet muhafazasýnda ve vazifeperverliðimi tecrübe suretinde sana emir ve irade etmiþ, fakat sana teslim olmaklýðýma izin ve rýzasý olmazsa; benim takatim yettikçe, emîn olmýyana Mâlikimin emanetini teslim etmem!" der.

 

Ýþte binden bir nümune olarak, deha-yý felsefînin ve hüda-yý Kur'anînin verdikleri derslerin derecelerine bak. Evet iki tarafýn hakikat-ý hali sâbýkan beyan edilen tarz ile gidiyor. Fakat hidâyet ve dalâlette insanlarýn dereceleri mütefavittir. Gafletin mertebeleri muhteliftir. Herkes her mertebede bu hakikatý tamamiyle hissedemez. Çünki gaflet, hissi ibtal ediyor.

 

sh: » (L:111)

 

Ve bu zamanda öyle bir derecede ibtal-i his etmiþ ki, bu elîm elemin acýsýný ehl-i medeniyet hissetmiyorlar. Fakat hassasiyet-i ilmiyenin tezâyüdüyle ve her günde otuzbin cenazeyi gösteren mevtin ikazatiyle o gaflet perdesi parçalanýyor. Ecnebilerin tagutlariyle ve fünun-u tabîiyyeleriyle dalâlete gidenlere ve onlarý körükörüne taklid edip ittiba edenlere binler nefrin ve teessüfler!

 

Ey bu vatan gençleri! Firenkleri taklide çalýþmayýnýz! Âyâ, Avrupa'nýn size ettikleri hadsiz zulüm ve adavetten sonra, hangi akýl ile onlarýn sefahet ve bâtýl efkârlarýna ittiba edip emniyet ediyorsunuz? Yok! Yok! Sefîhane taklid edenler, ittiba deðil, belki þuursuz olarak onlarýn safýna iltihak edip kendi kendinizi ve kardeþlerinizi idam ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki, Siz ahlâksýzcasýna ittiba ettikçe, hamiyet dâvâsýnda yalancýlýk ediyorsunuz!.. Çünki þu surette ittibaýnýz, milliyetinize karþý bir istihfaftýr ve millete bir istihzâdýr!..

 

هَدَينَا اللّهُ وَ اِيَّاكُمْ اِلَى الصِّرَاطِ الْمُسْتَقِيمِ

 

ALTINCI NOTA: Ey kâfirlerin çokluklarýndan ve onlarýn bazý hakaik-i îmaniyenin inkârýndaki ittifaklarýndan telâþa düþen ve îtikadýný bozan bîçare insan! Bil ki: Kýymet ve ehemmiyet, kemmiyette ve aded çokluðunda deðil. Çünki insan eðer insan olmazsa, þeytan bir hayvana inkýlâb eder. Ýnsan, bazý firenkler ve firenk-meþrebler gibi ihtirasat-ý hayvaniyede terakki ettikçe, daha þiddetli bir hayvaniyet mertebesini alýr. Sen görüyorsun ki; hayvanatýn kemmiyet ve aded itibariyle hadsiz bir çokluðu varken, ona nisbeten insan gâyet az iken, umum envâ-ý hayvanat üstünde sultan ve halife ve hâkim olmuþtur. Ýþte muzýr kâfirler ve kâfirlerin yolunda giden sefihler, Cenab-ý Hakk'ýn hayvanatýndan bir nevi habislerdir ki, Fâtýr-ý Hakîm onlarý dünyanýn imareti için halketmiþtir. Mü'min ibadýna ettiði nimetlerin derecelerini bildirmek için, onlarý bir vâhid-i kýyasî yapýp, âkibetinde müstehak olduklarý Cehennem'e teslim eder. Ýþte küffarýn ve ehl-i dalâletin bir hakikat-ý îmâniyeyi inkâr ve nefyetmelerinde kuvvet yoktur. Çünki nefiy sýrriyle ittifaklarý kuvvetsizdir. Bin nefyediciler, birtek hükmündedir. Meselâ: Bütün Ýstanbul ahalisi, Ramazanýn baþýnda Ay'ý görmediðinden nefyetse, iki þahidin isbatiyle o cemm-i gafîrin nefiy ve ittifaký sukut eder. Madem küfrün ve dalâletin mahiyeti nefiydir ve inkârdýr, cehildir ve ademdir, küffarýn kesret ile ittifaký ehemmiyetsizdir. Ehl-i hakkýn, hak ve sabit ve sübûtu isbat olunan mesail-i îmaniyede þuhuda istinad eden iki mü'minin hükmü, hadsiz o ehl-i dalâletin ittifakýna râcih olur, galebe eder. Bu hakikatýn sýrrý þudur ki: Nefyedenlerin dâvâlarý sureten bir iken, müteaddiddir; birbiriyle ittihad edemez ki kuvvetlensin. Ýsbat edicilerin dâvâlarý ittihad ediyor...

 

 

 

sh: » (L:112)

 

birbirinden kuvvet alýr. Çünki gökteki Hilâl-i Ramazaný görmiyen der ki: "Benim nazarýmda Ay yoktur; benim yanýmda görünmüyor." Baþkasý da, "Nazarýmda yoktur." der. Daha baþkasý da öyle der. Herbiri kendi nazarýnda "yoktur" der. Herbirinin nazarlarý ayrý ayrý ve nazara perde olan esbab dahi ayrý ayrý olabildiði için, dâvâlarý da ayrý ayrý olur; birbirine kuvvet veremez. Fakat isbat edenler demiyor ki: "Benim nazarýmda ve gözümde Hilâl var." Belki "Nefs-ül emirde, göðün yüzünde Hilâl vardýr, görünür" der. Görenler bütün ayný dâvâyý ve "nefs-ül emirde vardýr" der. Demek bütün dâvâlar birdir. Nefyedenlerin nazarlarý ayrý ayrý olduðundan, dâvâlarý da ayrý ayrý olur. Nefs-ül emre hükmedemiyorlar. Çünki nefs-ül emirde nefiy isbat edilmez. Çünki ihata lâzýmdýr. وَ الْعَدَمُ الْمُطْلَقُ لاَ يُثْبِتُ اِلاَّ بِمُشْكِلاتٍ عَظِيمَةٍ bir kaide-i usuldür. Evet birþeyi dünyada var desen, yalnýz o þeyi göstermek kâfi gelir. Eðer yok deyip nefyetsen, bütün dünyayý eleyip göstermek lâzým gelir ki, tâ o nefiy isbat edilsin.

 

Ýþte bu sýrra binaen; ehl-i küfrün bir hakikatý nefyetmesi ise, bir mes'eleyi halletmek veyahud dar bir delikten geçmek veyahud bir hendekten atlamak misalindedir ki; bin de, bir de, birdir. Çünki birbirine yardýmcý olamaz. Fakat isbat edenler nefs-ül emirde hakikat-ý hâle baktýklarý için, müddealarý ittihad ediyor. Kuvvetleri birbirine yardým eder. Büyük bir taþýn kaldýrmasýna benzer ki, ne kadar eller yapýþsa daha ziyade kaldýrmasý kolay olur ve birbirinden kuvvet alýr.

 

YEDÝNCÝ NOTA: Ey müslümanlarý dünyaya þiddetle teþvik eden ve san'at ve terakkiyat-ý ecnebiyeye cebr ile sevkeden bedbaht hamiyet-füruþ! Dikkat et, bu milletin bazýlarýnýn din ile baðlandýklarý rabýtalarý kopmasýn! Eðer böyle ahmakane körükörüne topuzlarýn altýnda bazýlarýn dinden rabýtalarý kopsa, o vakit hayat-ý içtimaiyede bir semm-i kâtil hükmünde o dinsizler zarar verecekler. Çünki mürtedin vicdaný tamam bozulduðundan, hayat-ý içtimaiyeye zehir olur. Ondandýr ki, ilm-i usulde "Mürtedin hakk-ý hayatý yoktur. Kâfir eðer zimmî olsa veya Musâlâha etse, hakk-ý hayatý var" diye Usûl-i Þeriatýn bir düsturudur. Hem Mezheb-i Hanefiyede, ehl-i zimmeden olan bir kâfirin þEhadeti makbuldür. Fakat fâsýk merdud-üþ þEhadettir, çünki haindir.

 

Ey bedbaht fâsýk adam! Fâsýklarýn kesretine bakýp aldanma ve "Ekseriyetin efkârý benimle beraberdir" deme! Çünki fâsýk adam, fýský istiyerek ve bizzat taleb edip girmemiþ; belki içine düþmüþ çýkamýyor. Hiçbir fâsýk yoktur ki, sâlih olmasýný temenni etmesin ve âmirini ve reisini mütedeyyin görmek istemesin. Ýllâ ki, El'iyâzübillâh irtidat ile vicdaný tefessüh edip, yýlan gibi zehirlemekten lezzet alsýn.

 

sh: » (L:113)

 

Ey divane baþ ve bozuk kalb! Zanneder misin ki, "Müslümanlar dünyayý sevmiyorlar veyahud düþünmüyorlar ki, fakr-ý hâle düþmüþler... ve îkaza muhtaçtýrlar; tâ ki dünyadan hissesini unutmasýnlar." Zannýn yanlýþtýr, tahminin hatadýr. Belki hýrs þiddetlenmiþ, onun için fakr-ý hâle düþüyorlar. Çünki mü'minde hýrs, sebeb-i hasârettir ve sefalettir. اَلْحَرِيصُ خَائِبٌ خَاسِرٌ durub-u emsal hükmüne geçmiþtir. Evet insaný dünyaya çaðýran ve sevkeden esbab çoktur. Baþta nefis ve hevasý ve ihtiyaç ve havassý ve duygularý ve þeytaný ve dünyanýn sûrî tatlýlýðý ve senin gibi kötü arkadaþlarý gibi çok dâîleri var. Halbuki bâkî olan âhirete ve uzun hayat-ý ebediyeye dâvet eden azdýr. Eðer sende zerre mikdar bu bîçare millete karþý hamiyet varsa ve ulüvv-ü himmetten dem vurduðun yalan olmazsa, hayat-ý bâkiyeye yardým eden azlara imdad etmek lâzým gelir. Yoksa o az dâîleri susturup, çoklara yardým etsen þeytana arkadaþ olursun.

 

Âyâ zanneder misin; Bu milletin fakr-ý hâli, dinden gelen bir zühd ve terk-i dünyadan gelen bir tenbellikten neþ'et ediyor. Bu zanda hata ediyorsun. Acaba görmüyor musun ki, Çin ve Hind'deki Mecusî ve Berâhime ve Afrika'daki zenciler gibi, Avrupa'nýn tasallûtu altýna giren milletler bizden daha fakirdirler. Hem görmüyor musun ki, zarurî kuttan ziyade müslümanlarýn elinde býrakýlmýyor. Ya Avrupa kâfir zâlimleri veya Asya münafýklarý, desiseleriyle ya çalar veya gasbediyor. Sizin cebren böyle ehl-i îmaný mimsiz medeniyete sevketmekteki maksadýnýz, eðer memlekette âsâyiþ ve emniyet ve kolayca idâre etmek ise, kat'iyyen biliniz ki; hata ediyorsunuz, yanlýþ yola sevkediyorsunuz. Çünki itikadý sarsýlmýþ, ahlâký bozulmuþ yüz fâsýkýn idâresi ve onlar içinde âsâyiþ temini, binler ehl-i salâhatýn idaresinden daha müþkildir. Ýþte bu esaslara binaen ehl-i Ýslâm, dünyaya ve hýrsa sevketmeye ve teþvik etmeye muhtaç deðildirler. Terakkiyat ve âsayiþler, bununla temin edilmez. Belki mesâîlerinin tanzimine ve mabeynlerindeki emniyetin te'sisine ve teâvün düsturunun teshîline muhtaçtýrlar. Bu ihtiyaç da, dinin evâmir-i kudsiyesiyle ve takvâ ve salâbet-i diniye ile olur.

 

SEKÝZÝNCÝ NOTA: Ey sa'y ve ameldeki lezzet ve saadeti bilmiyen tenbel insan! Bil ki:

 

Cenab-ý Hak, kemal-i kereminden, hizmetin mükâfatýný, hizmet içinde dercetmiþtir. Amelin ücretini, nefs-i amel içine koymuþtur. Ýþte bu sýr içindir ki, mevcudat hatta bir nokta-i nazarda câmidat dahi, evâmir-i tekviniye tabîr edilen hususî vazifelerinde, kemal-i þevk ile ve bir çeþit lezzet ile evâmir-i Rabbaniyeyi imtisal ederler. Arýdan, sinekten, tavuktan tut; tâ Þems ve Kamer'e kadar her þey kemal-i lezzetle vazifesine çalýþýyor

 

sh: » (L:114)

 

lar. Demek hizmetlerinde bir lezzet var ki, akýllarý olmadýðýndan âkibeti ve neticeleri düþünmeden, mükemmel vazifelerini ifa ediyorlar.

 

Eðer desen:" Zîhayatta lezzet kabildir, cemâdatta nasýl þevk ve lezzet olabilir?

 

Elcevap: Cemâdat; kendi hesablarýna deðil, onlarda tecelli eden Esmâ-i Ýlâhiyye hesabýna bir þeref, bir makam, bir kemal, bir güzellik, bir intizam isterler; arýyorlar. O vazife-i fýtriyelerinin imtisalinde, Nur-ul-Envâr'ýn isimlerine birer ma'kes, birer âyine hükmüne geçtiðinden tenevvür eder, terakki eder. Meselâ: Nasýlki bir katre su, bir zerrecik cam parçasý zatýnda ziyasýz, ehemmiyetsiz iken, sâfi kalbiyle Güneþ'e yüzünü çevirse, o vakit o ehemmiyetsiz, ziyasýz katre ve cam parçasý, Güneþ'in bir nevi arþý olup senin yüzüne de tebessüm eder. Ýþte bu misâl gibi, zerrat ve mevcudat, cemal-i mutlak ve kemal-i mutlak sahibi olan Zat-ý Zülcelâl'in isimlerine vazifeperverlik cihetinde âyine olmalariyle, o katre ve zerrecik þiþe gibi gâyet aþaðý bir dereceden gâyet yüksek bir derece-i zuhura ve tenevvüre çýkýyorlar. Madem vazife cihetinde gâyet nuranî ve yüksek bir makam alýyorlar; lezzet mümkün ve kabil ise, yâni hayat-ý ammeden hissedar iseler, gâyet lezzet ile o vazifeleri görüyorlar, denilebilir.

 

Vazifede lezzet bulunduðuna en zâhir bir delil, sen kendi âza ve duygularýnýn hizmetlerine bak. Herbiri beka-i þahsî ve beka-i nev'î için ettikleri hizmetlerinde ayrý ayrý lezzetleri var. Nefs-i hizmet, onlara bir telezzüz hükmüne geçiyor. Hatta hizmeti terketmek, o uzvun bir nevi azabýdýr.

 

Hem en zâhir bir delil dahi, horoz veya yavrulu tavuk gibi hayvanatýn vazifelerinde gösterdikleri fedakârane ve merdâne vaziyetleridir ki, horoz aç olduðu halde tavuklarý nefsine tercih edip bulduðu rýzka onlarý çaðýrýr; yemez, onlara yedirir. Ve bir þevk ve iftihar ve telezzüz ile o vazifeyi gördüðü, görünür. Demek o hizmette, yemekten fazla bir lezzet alýr.

 

Hem küçük yavrularýna çobanlýk eden tavuk dahi, yavrularýnýn hatýrý için ruhunu feda eder. Ýte atýlýr. Kendini aç býrakýp onlarý doyurur. Demek o hizmette öyle bir lezzet alýr ki; açlýk acýsýna ve ölmek elemine tereccüh eder, ziyade gelir. Hayvanî valideler, yavrularýný, küçük iken vazifeleri bulunduðundan lezzetle himayeye çalýþýr. Büyük olduktan sonra vazife kalkar, lezzet de gider. Yavrusunu döver, elinden taneyi alýr. Yalnýz, insan nev'indeki validelerin vazifeleri bir derece devam eder. Çünki: Ýnsanlarda, zaaf ve acz itibariyle daima bir nevi çocukluk var, Her vakit de þefkate muhtaçtýr. Ýþte umum hayvanatýn (horoz gibi)

 

sh: » (L:115)

 

çobanlýk eden erkeklerine ve tavuk gibi validelerine bak, anla ki; bunlar kendi hesabýna ve kendileri namýna, kendi kemalleri için o vazifeyi görmüyorlar. Çünki hayatýný, vazifede lâzým gelse feda ediyorlar. Belki vazifeleri, onlarý o vazife ile tavzif eden ve o vazife içinde Rahmetiyle bir lezzet derceden Mün'im-i Kerîm'in hesabýna ve Fâtýr-ý Zülcelâl'in namýna görüyorlar.

 

Hem nefs-i hizmette ücret bulunduðuna bir delil de þudur ki: Nebatat ve eþcar, bir þevk ve lezzeti ihsas eden bir tavýr ile Fâtýr-ý Zülcelâl'in emirlerini imtisal ediyorlar. Çünki: Daðýttýðý güzel kokular ve müþterilerin nazarýný celbedecek zînetlerle süslenmeleri ve sünbülleri ve meyveleri için çürüyünceye kadar kendilerini feda etmeleri, ehl-i dikkate gösterir ki: Onlarýn, emr-i Ýlâhînin imtisalinden öyle bir lezzetleri var ki; nefsini mahvedip çürütüyor.

 

Bak: Baþýnda çok süt konserveleri taþýyan Hindistan cevizi ve incir gibi meyvedar aðaçlar, Rahmet hazinesinden lisan-ý hal ile süt gibi en güzel bir gýdayý ister, alýr, meyvelerine yedirir; kendi bir çamur yer. Nar aðacý sâfi bir þarabý, hazine-i Rahmetten alýp meyvesine yedirir; kendisi çamurlu ve bulanýk bir suya kanaat eder.

 

Hatta hububatta dahi sünbüllenmek vazifesinde zâhir bir iþtiyak görünür. Nasýlki dar bir yerde hapsedilen bir zat, bir bostana, geniþ bir yere çýkmayý müþtakane ister. Öyle de: Hububatta, sünbüllenmek vazifesinde öyle sürurlu bir vaziyet, bir iþtiyak görünüyor. Ýþte "Sünnetullah" tabîr edilen. Kâinatta cereyan eden bu sýrlý uzun düsturdandýr ki: Ýþsiz, tenbel, istirahatla yaþayan ve rahat döþeðinde uzananlar, ekseriyetle sa'yeden, çalýþanlardan daha ziyade zahmet ve sýkýntý çeker. Çünki daima iþsizler ömründen þikâyet eder; eðlence ile çabuk geçmesini ister. Sa'yeden ve çalýþan ise; þâkirdir, hamdeder. Ömrün geçmesini istemez. اَلْمُسْتَرِيحُ الْعَاطِلُ شَاكٍ مِنْ عُمْرِهِ وَ السَّاعِىُ الْعَامِلُ شَاكِرٌ küllî düsturdur. Hem o sýr iledir ki: "Rahat, zahmette; zahmet, rahattadýr" cümlesi darb-ý mesel olmuþtur. Evet cemâdata dikkatle nazar edilse: Bilkuvve yalnýz istidad ve kabiliyet cihetinde nâkýs kalýp inkiþaf etmiyenlerin, gâyet bir içtihad ve sa'y ile inbisat edip bilkuvveden bilfiil suretine geçmesinde, mezkûr sünnet-i Ýlahiyye düsturiyle bir tavýr görünüyor. Ve o tavýr iþaret eder ki: O vazife-i fýtriyede bir þevk ve o mes'elede bir lezzet vardýr. Eðer o câmidin umumî hayattan hissesi varsa, þevk kendisinin olur; yoksa, o câmidi temsil eden, nezaret eden þey'e aittir. Hatta bu sýrra binaen denilebilir: Lâtif, nazik su incimad emrini aldýðý vakit, öyle þiddetli bir þevk ile o emre imtisal eder ki, demiri þak eder: parçalar.

 

sh: » (L:116)

 

Demek bürûdet ve taht-es sýfýr soðuðun lisaniyle aðzý kapalý demir kaptaki suya "geniþlen!" emr-i Rabbanîsini tebliðinde, þiddet-i þevk ile kabýný parçalar, demiri bozar, kendisi buz olur. Ve hâkeza.. Herþeyi buna kýyas et ki, Güneþlerin deveranýndan ve seyr ü seyahatlarýndan tut, tâ zerrelerin mevlevî gibi devretmelerine ve dönmelerine ve ihtizazlarýna kadar kâinattaki bütün sa'y ü hareket, kanun-u kader-i Ýlâhî üzerine cereyan ediyor. Ve dest-i kudret-i Ýlâhîden sudûr eden ve irade ve emir ve ilmi tazammun eden emr-i tekvînî ile zuhur eder. Hatta herbir zerre, herbir mevcud, herbir zîhayat, bir nefer askere benzer ki; orduda muhtelif dâirelerde, o neferin ayrý ayrý nisbetleri, vazifeleri olduðu gibi; herbir zerre, herbir zîhayatýn dahi öyledir. Meselâ: Senin gözünde bir zerre, gözün hüceyresinde ve gözde ve a'sâb-ý vechiyede ve bedenin þerâyin tabîr edilen damarlarýnda, birer nisbeti ve o nisbete göre birer vazifesi ve o vazifeye göre birer faidesi vardýr. Ve hâkeza herþeyi ona kýyas et. Buna binaen herbir þey, bir Kadîr-i Ezelî'nin vücûb-u vücûduna iki cihetle þehadet eder:

 

Biri: Tâkatýnýn binler derece fevkinde vazifeleri görmekteki acz-i mutlak lisaniyle o Kadîr'in vücuduna þehadet eder.

 

Ýkincisi: Herbir þey, nizam-ý âlemi teþkil eden düsturlara ve müvazene-i mevcudatý idame eden kanunlara tatbik-i hareket etmekle, o Alîm-i Kadîr'e þehadet eder.

 

Çünki: Zerre gibi bir câmid, arý gibi küçük bir hayvan, Kitab-ý Mübin'in mühim ve ince mes'eleleri olan nizam ve mîzaný bilmez. Câmid bir zerre, arý gibi küçük bir hayvan nerede? Semavat tabakalarýný bir defter sahifesi gibi açýp, kapayýp toplayan Zat-ý Zülcelâl'in elindeki Kitab-ý Mübîn'in mühim ince mes'elelerini okumak nerede? Eðer sen dîvanelik edip; zerrede, o kitabýn ince hurufatýný okuyacak kadar bir göz bulunduðunu tevehhüm etsen; o vakit o zerrenin þEhadetini redde çalýþabilirsin. Evet Fâtýr-ý Hakîm, Kitab-ý Mübîn'in düsturlarýný gâyet güzel bir surette ve muhtasar bir tarzda ve has bir lezzette ve mahsus bir ihtiyaçta icmal edip derceder. Herþey öyle has bir lezzet ve mahsus bir ihtiyaç ile amel etse, o Kitab-ý Mübin'in düsturlarýný bilmiyerek imtisal eder. Meselâ: Hortumlu sivrisinek dünyaya geldiði dakikada hanesinden çýkar; durmýyarak insanýn yüzüne hücum eder, uzun asâsiyle vurur; âb-ý hayat fýþkýrtýr, içer. Hücumdan kaçmakta, erkân-ý harb gibi meharet gösterir. Acaba bu küçük, tecrübesiz, yeni dünyaya gelen mahlûka bu san'atý ve bu fenn-i harbi ve su çýkarmak san'atýný kim öðretmiþ? Ve nerede öðrenmiþ? Ben, yâni bu bîçare Said itiraf ediyorum ki: Eðer ben o hortumlu sineðin yerinde olsaydým; bu san'atý, bu kerr u fer harbini ve su çýkarmak hizmetini çok uzun dersler ve çok müteaddid tecrübelerle ancak öðrenebilirdim.

 

sh: » (L:117)

 

Ýþte ilhama mazhar olan arý, örümcek ve yuvasýný çorap gibi yapan bülbül gibi hayvanatý bu sineðe kýyas et. Hatta nebatatý da aynen hayvanata kýyas edebilirsin. Evet Cevvad-ý Mutlak (Celle Celaluhu), her ferd-i zîhayatýn eline lezzet midadiyle ve ihtiyaç mürekkebiyle yazýlmýþ bir tezkereyi vermiþ. Onunla evâmir-i tekviniyenin proðramýný ve hizmetlerinin fihristesini tevdi etmiþtir. Bak o Hakîm-i Zülcelâl'e; nasýl Kitab-ý Mübîn'in düsturlarýndan arý vazifesine ait mikdarýný bir tezkerede yazmýþ, arýnýn baþýndaki sandukçaya koymuþtur. O sandukçanýn anahtarý da, vazifeperver arýya has bir lezzettir. Onunla sandukçayý açar, proðramýný okur: emri anlar, hareket eder. وَ اَوْحَى رَبُّكَ اِلَى النَّحْلِ âyetinin sýrrýný izhar eder. Ýþte eðer bu Sekizinci Nota'yý tamam iþittin ve tam anladýnsa, bir hads-i îmanî ile وَسِعَتْ رَحْمَتُهُ كُلَّ شَيْءٍ nin bir sýrrýný, وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ nin bir hakikatýný, اِنمَّاَ اَمْرُهُ اِذَا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ nun bir düsturunu, فَسُبْحَانَ الَّذِى بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ nun bir nüktesini anlarsýn.

 

DOKUZUNCU NOTA: Bil ki: Nev-i beþerde Nübüvvet, beþerdeki hayýr ve kemalâtýn fezlekesi ve esasýdýr. Din-i Hak, saadetin fihristesidir. Ýman, bir hüsn-ü münezzeh ve mücerreddir. Madem þu âlemde parlak bir hüsün, geniþ ve yüksek bir feyiz, zâhir bir hak, fâik bir kemal görünüyor. Bilbedahe hak ve hakikat, Nübüvvet içindedir ve Nebîler elindedir. Dalâlet, þerr ve hasâret; onun muhalifindedir.

 

Mehâsin-i ubûdiyetin binlerinden yalnýz buna bak ki: Nebi Aleyhisselâm, ubûdiyet cihetiyle Muvahhidînin kalblerini îd ve cuma ve cemaat namazlarýnda ittihad ettiriyor ve dillerini bir kelimede cemediyor. Öyle bir surette ki: Þu insan, Mâbud-u Ezelî'nin azamet-i hitabýna, hadsiz kalblerden ve dillerden çýkan sesler, dualar, zikirler ile mukabele ediyor. O sesler, dualar, zikirler birbirine tesanüd ederek ve birbirine yardým edip ittifak ederek öyle geniþ bir surette Mâbud-u Ezelî'nin Ulûhiyetine karþý bir ubûdiyet gösteriyor ki; güya Küre-i Arz kendisi o zikri söylüyor, o duayý ediyor ve aktariyle namaz kýlýyor ve etrafiyle semavatýn fevkinde izzet ve azametle nazil olan َاَقِيمُوا الصَّلوَةَ

 

sh: » (L:118)

 

emrini, Küre-i Arz imtisal ediyor. Bu sýrr-ý ittihad ile, Kâinat içinde bir zerre gibi zaîf, küçük bir mahlûk olan þu insan, ubûdiyetin azameti cihetiyle Hâlik-ý Arz ve Semavat'ýn mahbub bir abdi ve Arz'ýn halifesi, sultaný ve hayvanatýn reisi ve hilkat-ý Kâinatýn neticesi ve gayesi oluyor. Evet eðer namazlarýn arkasýnda hususan bayram namazlarýnda bir anda Allahu Ekber diyen yüzer milyon insanlarýn sesleri, âlem-i gaybda ittihad ettikleri gibi, âlem-i þEhadette dahi birbiriyle ittihad edip içtima etse, Küre-i Arz tamamiyle büyük bir insan olup, azametine nisbeten büyük bir sada ile söylediði Allahu Ekber'e müsavi geldiðinden, o muvahhidînin ittihadý ile bir anda Allahu Ekber demeleri, Küre-i Arz'ýn büyük bir Allahu Ekber'i hükmüne geçiyor. Âdeta bayram namazlarýnda Âlem-i Ýslâmýn zikir ve tesbihiyle zemin zelzele-i kübrâya mazhar olup, aktâr ve etrafiyle Allahu Ekber deyip, kýblesi olan Kâbe-i Mükerreme'nin samimî kalbiyle niyet edip, Mekke aðziyle, Cebel-i Arefe diliyle Allahu Ekber diyerek, o tek kelime etraf-ý Arz'daki umum mü'minlerin maðara-misal aðýzlarýndaki havada temessül ediyor. Birtek Allahu Ekber kelimesinin aks-i sadasiyle hadsiz Allahu Ekber vuku bulduðu gibi, o makbul zikir ve tekbir, semavatý dahi çýnlatýp berzah âlemlerine de temevvüc ederek sada veriyor. Ýþte bu Arz'ý böyle kendine sâcid ve âbid; ve ibadýna mescid ve mahluklarýna beþik ve kendine müsebbih ve mükebbir eden Zat-ý Zülcelâl'e, yerin zerratý adedince hamd ve tesbih ve tekbir edip ve mevcudatý adedince hamd ediyoruz ki; bize bu nevi ubûdiyeti ders veren Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýna ümmet eylemiþ.

 

ONUNCU NOTA: Bil ey gâfil, müþevveþ Said! Cenab-ý Hakk'ýn nur-u mârifetine yetiþmek ve bakmak ve âyât ve þahidlerin âyinelerinde cilvelerini görmek ve berahin ve deliller mesâmatiyle temaþa etmek iktiza ediyor ki; senin üstünden geçen, kalbine gelen ve aklýna görünen herbir nuru tenkid parmaklariyle yoklama ve tereddüd eliyle tenkid etme! Sana ýþýklanan bir nuru tutmak için elini uzatma; belki gaflet esbabýndan tecerrüd et, onlara müteveccih ol, dur. Çünki ben müþahede ettim ki: Mârifetullahýn þahidleri, bürhanlarý üç çeþittir.

 

Bir kýsmý: Su gibidir; görünür, hissedilir, lâkin parmaklarla tutulmaz. Bu kýsýmda hayalâttan tecerrüd etmek, külliyetle ona dalmak gerektir. Tenkid parmaklariyle tecessüs edilmez; edilse akar, kaçar. O âb-ý hayat, parmaðý mekân ittihaz etmez.

 

Ýkinci kýsým: Hava gibidir; hissedilir, fakat ne görünür, ne de tutulur. Ona karþý sen yüzün, aðzýn, ruhunla o Rahmet nesîmine karþý teveccüh et, kendini mukabil tut, tenkid elini uzatma, tutamazsýn. Ruhunla teneffüs et. Tereddüd eliyle baksan, tenkid ile el atsan, o yürür gider; senin elini mesken ittihaz etmez, ona razý olmaz.

 

sh: » (L:119)

 

Üçüncü kýsým ise: Nur gibidir; görünür, fakat ne hissedilir, ne de tutulur. Öyle ise kalbinin gözüyle, ruhunun nazariyle kendini ona mukabil tut ve gözünü ona tevcih et, bekle; belki kendi kendine gelir. Çünki nur; el ile tutulmaz, parmaklar ile avlanmaz, belki o nur ancak basiret nuriyle avlanýr. Eðer harîs ve maddî elini uzatsan ve maddî mizanlarla tartsan, sönmese de gizlenir. Çünki öyle nur, maddîde hapse razý olmadýðý gibi, kayda da giremez, kesîfi kendine mâlik ve seyyid kabul etmez.

 

ONBÝRÝNCÝ NOTA: Bil ki: Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan'ýn ifadesinde çok þefkat ve merhamet var. Çünki muhatablarýn ekserisi, cumhûr-u avamdýr. Onlarýn zihinleri basittir. Nazarlarý dahi dakik þeyleri görmediðinden, onlarýn besâtet-i efkârýný okþamak için tekrar ile, semavat ve arzýn yüzlerine yazýlan âyetleri tekrar ediyor. O büyük harfleri kolaylýkla okutturuyor. Meselâ: Semavat ve arzýn hilkati ve semadan yaðmurun yaðdýrýlmasý ve arzýn dirilmesi gibi bilbedahe okunan ve görünen âyetleri ders veriyor. O hurûf-u kebîre içinde küçük harflerle yazýlan ince âyâta nazarý nâdiren çevirir, tâ zahmet çekmesinler. Hem üslûb-u Kur'anîde öyle bir cezâlet ve selâset ve fýtrîlik var ki: Güya Kur'an bir hâfýzdýr; kudret kalemiyle kâinat sahifelerinde yazýlan âyâtý okuyor. Güya Kur'an, kâinat kitabýnýn kýraatýdýr ve nizamatýnýn tilâvetidir ve Nakkaþ-ý Ezelîsinin þuûnatýný okuyor ve fiillerini yazýyor. Bu cezalet-i beyâniyeyi görmek istersen, hüþyar ve müdakkik bir kalb ile, Sure-i Amme ve قُلِ اللّهُمَّ مَالِكَ اْلمُلْكِ âyetleri gibi fermanlarý dinle!..

 

ONÝKÝNCÝ NOTA: Ey bu Notalarý dinliyen dostlarým! Biliniz ki; ben hilâf-ý âdet olarak, gizlemesi lâzým gelen Rabbime karþý kalbimin tazarru' ve niyaz ve münacatýný bazen yazdýðýmýn sebebi; ölüm, dilimi susturduðu zamanlarda, dilime bedel kitabýmýn söylemesinin kabulünü Rahmet-i Ýlahiyyeden rica etmektir. Evet kýsa bir ömürde, hadsiz günahlarýma keffaret olacak, muvakkat lisanýmýn tevbe ve nedametleri kâfi gelmiyor. Sabit ve bir derece daim olan kitabýn lisaný daha ziyade o iþe yarar. Ýþte onüç sene (Hâþiye) evvel, daðdaðalý bir fýrtýna-i ruhiye neticesinde, Eski Said'in gülmeleri, Yeni Said'in aðlamalarýna inkýlâb edeceði hengâmda; gençliðin gaflet uykusundan ihtiyarlýk sabahýyla uyandýðým bir anda, þu münacat ve niyaz Arabî yazýlmýþtýr. Bir kýsmýnýn Türkçe meali þudur ki:

 

Ey Rabb-ý Rahîmim ve ey Hâlik-ý Kerimim! Benim sû-i ihtiyarýmla ömrüm ve gençliðim zâyi olup gitti... Ve o ömür ve gençliðin meyvelerin

 

______________________________

 

(Hâþiye): Bu Risalenin te'lifinden onüç sene evvel.

 

sh: » (L:120)

 

den elimde kalan, elem verici günahlar, zillet verici elemler, dalâlet verici vesveseler kalmýþtýr. Ve bu aðýr yük ve hastalýklý kalb ve hacâletli yüzümle kabre yakýnlaþýyorum. Bilmüþahede göre göre gâyet sür'atle, saða ve sola inhiraf etmiyerek, ihtiyarsýz bir tarzda, vefat eden ahbab ve akran ve akaribim gibi kabir kapýsýna yanaþýyorum. O kabir, bu dâr-ý fâniden, firak-ý ebedî ile ebed-ül âbâd yolunda kurulmuþ, açýlmýþ evvelki menzil ve birinci kapýdýr. Ve bu baðlandýðým ve meftun olduðum þu dâr-ý dünya da, kat'î bir yakîn ile anladým ki; hâliktir gider ve fânidir ölür. Ve bilmüþahede içindeki mevcudat dahi, birbiri arkasýndan kafile kafile göçüp gider, kaybolur. Hususan benim gibi nefs-i emmareyi taþýyanlara þu dünya çok gaddardýr, mekkârdýr. Bir lezzet verse, bin elem takar çektirir. Bir üzüm yedirse, yüz tokat vurur.

 

Ey Rabb-ý Rahîmim ve ey Hâlik-ý Kerîmim! كُلُّ آتٍ قَرِيبٌ sýrrýyla ben þimdiden görüyorum ki: Yakýn bir zamanda ben kefenimi giydim, tabutuma bindim, dostlarýmla veda eyledim. Kabrime teveccüh edip giderken, senin dergâh-ý Rahmetinde, cenazemin lisan-ý hâliyle, ruhumun lisan-ý kaliyle baðýrarak derim: El-amân el-amân! Yâ Hannân! Yâ Mennân! Beni günahlarýmýn hacâletinden kurtar! Ýþte kabrimin baþýna ulaþtým, boynuma kefenimi takýp kabrimin baþýnda uzanan cismimin üzerine durdum. Baþýmý dergâh-ý Rahmetine kaldýrýp bütün kuvvetimle feryad edip nida ediyorum: El-amân el-amân! Yâ Hannân! Yâ Mennân! Beni günahlarýmýn aðýr yüklerinden hâlas eyle! Ýþte kabrime girdim, kefenime sarýldým. Teþyî'ciler beni býrakýp gittiler. Senin afv ü Rahmetini intizar ediyorum... Ve bilmüþahede gördüm ki: Senden baþka melce' ve mence' yok. Günahlarýn çirkin yüzünden ve mâsiyetin vahþi þeklinden ve o mekânýn darlýðýndan bütün kuvvetimle nida edip diyorum: El-amân, el-amân! Yâ Rahmân! Yâ Hannân! Yâ Mennân! Yâ Deyyân! Beni çirkin günahlarýmýn arkadaþlýklarýndan kurtar, yerimi geniþlettir. Ýlâhî! Senin Rahmetin melceimdir ve Rahmeten-lil-Âlemîn olan Habib'in, senin Rahmetine yetiþmek için vesilemdir. Senden þekva deðil, belki nefsimi ve halimi sana þekva ediyorum. Ey Hâlik-ý Kerîmim ve ey Rabb-ý Rahîmim! Senin Said ismindeki mahlûkun ve masnuun ve abdin hem âsî, hem âciz, hem gâfil, hem câhil, hem alîl, hem zelil, hem müsi', hem müsinn, hem þakî, hem seyyidinden kaçmýþ bir köle olduðu halde, kýrk sene sonra nedamet edip senin dergâhýna avdet etmek istiyor. Senin Rahmetine iltica ediyor. Hadsiz günah ve hatîatlarýný itiraf ediyor.. Evham ve türlü türlü illetlerle mübtelâ olmuþ. Sana tazarru' ve niyaz eder. Eðer kemal-i Rahmetinle onu kabul etsen, maðfiret edip Rahmet etsen; zaten o senin þânýndýr. Çünki Erhamürrâhimînsin. Eðer kabul etmezsen, senin kapýndan baþka hangi kapýya gideyim? Hangi kapý var?

 

sh: » (L:121)

 

Senden baþka Rab yok ki, dergâhýna gidilsin. Senden baþka hak Mâbud yoktur ki, ona iltica edilsin!.."

 

الْكَلاَمِ فِى الدُّنْيَا وَ اَوَّلُ الْكَلاَمِ فِى اْلآخِرَةِ وَ لاَ شَرِيكَ لَكَ آخِرُ لاَاِلهَ اِلاَّ اَنْتَ وَحْدَكَ

 

فِى الْقَبْرِ اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ وَ اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّهِ صَلَّى اللّهُ تَعَالَى عَلَيْهِ وَ سَلَّمَ

 

ONÜÇÜNCÜ NOTA: Medâr-ý iltibas olmuþ olan beþ mes'eledir.

 

Birincisi: Tarîk-ý Hakta çalýþan ve mücahede edenler, yalnýz kendi vazifelerini düþünmek lâzým gelirken, Cenab-ý Hakk'a ait vazifeyi düþünüp, harekâtýný ona bina ederek hataya düþerler. Edeb-üd Din Ve-d Dünya Risalesi'nde vardýr ki: Bir zaman þeytan, Hazret-i Îsa Aleyhisselâm'a itiraz edip demiþ ki: "Madem ecel ve herþey kader-i Ýlâhî iledir; sen kendini bu yüksek yerden at, bak nasýl öleceksin." Hazret-i Îsa Aleyhisselâm demiþ ki: اِنَّ لِلّهَ اَنْ يَخْتَبِرَ عَبْدَهُ وَ لَيْسَ لِلْعَبْدِ اَنْ يَخْتَبِرَ رَبَّهُ yâni: "Cenab-ý Hak abdini tecrübe eder ve der ki: Sen böyle yapsan sana böyle yaparým, göreyim seni yapabilir misin? diye tecrübe eder. Fakat abdin hakký yok ve haddi deðil ki, Cenab-ý Hakk'ý tecrübe etsin ve desin: Ben böyle iþlesem, sen böyle iþler misin? diye tecrübevâri bir surette Cenab-ý Hakk'ýn Rubûbiyetine karþý imtihan tarzý sû-i edebdir; ubûdiyete münafîdir."

 

Madem hakikat budur, insan kendi vazifesini yapýp Cenab-ý Hakk'ýn vazifesine karýþmamalý.

 

Meþhurdur ki: Bir zaman Ýslâm kahramanlarýndan ve Cengiz'in ordusunu müteaddid defa maðlup eden Celâleddin-i Harzemþah harbe giderken, vüzerâsý ve etbâý ona demiþler: "Sen muzaffer olacaksýn, Cenab-ý Hak seni galib edecek." O demiþ: "Ben Allah'ýn emriyle, cihad yolunda hareket etmiye vazifedarým, Cenab-ý Hakk'ýn vazifesine karýþmam; muzaffer etmek veya maðlub etmek onun vazifesidir." Ýþte o zat bu sýrr-ý teslimiyeti anlamasiyle, harika bir surette çok defa muzaffer olmuþtur.

 

Evet insanýn elindeki cüz-i ihtiyarî ile iþledikleri ef'allerinde, Cenab-ý Hakk'a âit netaici düþünmemek gerektir. Meselâ: Kardeþlerimizden bir kýsým zatlar, halklarýn Risale-i Nur'a iltihaklarý þevklerini ziyadeleþtiriyor, gayrete getiriyor. Dinlemedikleri vakit zaîflerin kuvve-i maneviyeleri kýrýlýyor... Þevkleri bir derece sönüyor. Halbuki Üstad-ý Mutlak, Mukteda-yý Küll, Rehber-i Ekmel olan Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, وَمَا عَلَى الرَّسُولِ اِلاَّ الْبَلاَغُ olan ferman-ý Ýlâhîyi kendine rehber-i mutlak ederek, insanlarýn çekilme

 

sh: » (L:122)

 

siyle ve dinlememesiyle daha ziyade sa'y ü gayret ve ciddiyetle teblið etmiþ. Çünki اِنَّكَ لاَ تَهْدِى مَنْ اَحْبَبْتَ وَلكِنَّ اللّهَ يَهْدِى مَنْ يَشَاءُ sýrrýyla anlamýþ ki: Ýnsanlara dinlettirmek ve hidayet vermek, Cenab-ý Hakk'ýn vazifesidir. Cenab-ý Hakk'ýn vazifesine karýþmazdý.

 

Öyle ise; iþte ey kardeþlerim! Siz de, size âit olmayan vazifeye harekâtýnýzý bina etmekle karýþmayýnýz ve Hâlikýnýza karþý tecrübe vaziyetini almayýnýz!...

 

Ýkinci Mes'ele: Ubûdiyet, emr-i Ýlâhîye ve rýza-yý Ýlâhîye bakar. Ubûdiyetin dâîsi emr-i Ýlâhî ve neticesi, rýza-yý Hak'týr. Semeratý ve fevaidi, uhreviyedir. Fakat ille-i gâiye olmamak, hem kasden istenilmemek þartiyle, dünyaya ait faideler ve kendi kendine terettüb eden ve istenilmiyerek verilen semereler, ubûdiyete münafî olmaz. Belki zaîfler için müþevvik ve müreccih hükmüne geçerler. Eðer o dünyaya ait faideler ve menfaatlar; o ubûdiyete, o virde veya o zikre illet veya illetin bir cüz'ü olsa; o ubûdiyeti kýsmen ibtal eder. Belki o hâsiyetli virdi akîm býrakýr, netice vermez. Ýþte bu sýrrý anlamýyanlar, meselâ yüz hâsiyeti ve faidesi bulunan Evrad-ý Kudsiye-i Þah-ý Nakþibendî'yi veya bin hâsiyeti bulunan Cevþen-ül Kebîr'i, o faidelerin bazýlarýný maksûd-u bizzat niyet ederek okuyorlar. O faideleri göremiyorlar ve göremiyecekler ve görmeye de haklarý yoktur. Çünki: O faideler, o evradlarýn illeti olamaz ve ondan, onlar kasden ve bizzat istenilmiyecek. Çünki onlar fazlî bir surette, o hâlis virde talebsiz terettüb eder. Onlarý niyet etse, ihlâsý bir derece bozulur. Belki ubûdiyetten çýkar ve kýymetten düþer. Yalnýz bu kadar var ki; böyle hâsiyetli evradý okumak için zaîf insanlar bir müþevvik ve müreccihe muhtaçtýrlar. O faideleri düþünüp, þevke gelip; evradý sýrf rýza-yý Ýlahî için, âhiret için okusa zarar vermez. Hem de makbuldür. Bu hikmet anlaþýlmadýðýndan; çoklar, Aktabdan ve Selef-i Sâlihînden mervî olan faideleri görmediklerinden þübheye düþer, hatta inkâr da eder.

 

Üçüncü Mes'ele: طُوبَى لِمَنْ عَرَفَ حَدَّهُ وَلَمْ يَتَجَاوَزْ طَوْرَهُ Yâni: "Ne mutlu o adama ki, kendini bilip haddinden tecavüz etmez." Nasýl bir zerre camdan, bir katre sudan, bir havuzdan, denizden, kamerden seyyarelere kadar Güneþin cilveleri var. Herbirisi kabiliyetine göre Güneþin aksini, misalini tutuyor ve haddini biliyor. Bir katre su, kendi kabiliyetine göre "Güneþ'in bir aksi bende vardýr" der. Fakat "Ben de deniz gibi bir âyineyim" diyemez. Öyle de: Esmâ-i Ýlâhiyenin cilvesinin tenevvüüne göre, makamat-ý Evliyada öyle meratib var. Esmâ-i Ýlâhiyyenin herbiri

 

sh: » (L: 123)

 

sinin bir güneþ gibi kalbden Arþ'a kadar cilveleri var. Kalb de bir Arþ'týr, fakat "Ben de Arþ gibiyim" diyemez. Ýþte ubûdiyetin esasý olan, acz ve fakr ve kusur ve naksýný bilmek ve niyaz ile dergâh-ý Ulûhiyete karþý secde etmeye bedel, naz ve fahr suretinde gidenler; zerrecik kalbini Arþ'a müsavi tutar. Katre gibi makamýný, deniz gibi Evliyanýn makamatiyla iltibas eder. Kendini o büyük makamata yakýþtýrmak ve o makamda kendini muhafaza etmek için tasannuata, tekellüfata, mânâsýz hodfüruþluða ve birçok müþkilâta düþer.

 

Elhasýl: Hadîste vardýr ki:

 

هَلَكَ النَّاسُ اِلاَّ الْعَالِمُونَ وَهَلَكَ الْعَالِمُونَ اِلاَّ الْعَامِلُونَ وَهَلَكَ الْعَامِلُونَ اِلاَّ الْمُخْلِصُونَ وَالْمُخْلِصُونَ عَلَى خَطَرٍ عَظِيمٍ.

 

Yâni: Medâr-ý necat ve halâs, yalnýz ihlâstýr. Ýhlâsý kazanmak çok mühimdir. Bir zerre ihlâslý amel, batmanlarla hâlis olmayana müreccahtýr. Ýhlâsý kazandýran harekâtýndaki sebebi, sýrf bir emr-i Ýlâhî ve neticesi rýza-yý Ýlâhî olduðunu düþünmeli ve vazife-i Ýlâhiyeye karýþmamalý. Herþeyde bir ihlâs var. Hatta muhabbetin de ihlâs ile bir zerresi, batmanlarla resmî ve ücretli muhabbete tereccüh eder. Ýþte bir zat bu ihlâslý muhabbeti böyle tabîr etmiþ.

 

وَ مَا اَنَا بِالْبَاغِى عَلَى الْحُبِّ رِشْوَةً ضَعِيفٌ هَوًى يُبْغَى عَلَيْهِ ثَوَابٌ

 

yâni: "Ben muhabbet üzerine bir rüþvet, bir ücret, bir mukabele, bir mükâfat istemiyorum. Çünki mukabilinde bir mükâfat, bir sevab istenilen muhabbet zaîftir, devamsýzdýr." Hatta hâlis muhabbet, fýtrat-ý insaniyede ve umum validelerde dercedilmiþtir. Ýþte bu hâlis muhabbete tam mânâsiyle validelerin þefkatleri mazhardýr. Valideler o sýrr-ý þefkat ile, evlâdlarýna karþý muhabbetlerine bir mükâfat, bir rüþvet istemediklerine ve taleb etmediklerine delil; ruhunu, belki saadet-i uhreviyesini de onlar için feda etmeleridir. Tavuðun bütün sermayesi kendi hayatý iken, yavrusunu itin aðzýndan kurtarmak için -Hüsrev'in müþahedesiyle- kafasýný ite kaptýrýr.

 

Dördüncü Mes'ele: Esbab-ý zâhiriye eliyle gelen nimetleri, o esbab hesabýna almamak gerektir. Eðer o sebeb ihtiyar sahibi deðilse -meselâ hayvan ve aðaç gibi- doðrudan doðruya Cenab-ý Hak hesabýna verir. Madem o, lisan-ý hal ile Bismillâh der, sana verir. Sen de Allah hesabýna olarak Bismillâh de, al. Eðer o sebeb ihtiyar sahibi ise; o Bismillâh demeli, sonra ondan al, yoksa alma. Çünki وَلاَ تَاْكُلُوا ِممَّا لَمْ يُذْكَرِ اسْمُ اللّهِ عَلَيْهِ Âyetinin mânâ-yý sarîhinden baþka bir mânâ-yý iþarîsi þudur ki: "Mün'im-i Hakikî'yi hatýra getirmiyen ve onun namiyle verilmeyen nimeti yeme

 

sh: » (L:124)

 

yiniz!" demektir. O halde hem veren Bismillâh demeli, hem alan Bismillâh demeli. Eðer o Bismillâh demiyor fakat sen de almýya muhtaç isen; sen Bismillâh de, onun baþý üstünde Rahmet-i Ýlâhiyyenin elini gör, þükür ile öp, ondan al. Yâni nimetten in'ama bak, in'amdan Mün'im-i Hakikî'yi düþün. Bu düþünmek bir þükürdür. Sonra o zâhirî vasýtaya istersen dua et. Çünki o nimet onun eliyle size gönderildi.

 

Esbab-ý zâhiriyeyi perestiþ edenleri aldatan; iki þeyin beraber gelmesi veya bulunmasýdýr ki, "iktiran" tabîr edilir, birbirine illet zannetmeleridir. Hem bir þeyin ademi, bir nimetin madum olmasýna illet olduðundan, tevehhüm eder ki: O þeyin vücudu dahi, o nimetin vücuduna illettir. Þükrünü, minnetdarlýðýný o þeye verir, hataya düþer. Çünki bir nimetin vücudu, o nimetin umum mukaddematýna ve þerâitine terettüb eder. Halbuki o nimetin ademi, birtek þartýn ademiyle oluyor. Meselâ: Bir bahçeyi sulayan cetvelin deliðini açmýyan adam, o bahçenin kurumasýna ve o nîmetlerin ademine sebeb ve illet oluyor. Fakat o bahçenin nimetlerinin vücudu, o adamýn hizmetinden baþka, yüzer þeraitin vücuduna tevakkufla beraber, illet-i hakikî olan kudret ve irade-i Rabbaniye ile vücuda gelir. Ýþte bu maðlatanýn ne kadar hatasý zâhir olduðunu anla ve esbab-perestlerin ne kadar hata ettiklerini bil!

 

Evet iktiran ayrýdýr, illet ayrýdýr. Bir nimet sana geliyor; fakat bir insanýn sana karþý ihsan niyeti, o nimete mukarin olmuþ; fakat illet olmamýþ. Ýllet, Rahmet-i Ýlâhiyedir. Evet o adam ihsan etmeyi niyet etmeseydi, o nimet sana gelmezdi. Nimetin ademine illet olurdu. Fakat mezkûr kaideye binaen; o meyl-i ihsan, o nimete illet olamaz. Ancak yüzer þeraitin bir þartý olabilir. Meselâ: Risale-i Nur'un þakirdleri içinde Cenab-ý Hakk'ýn nimetlerine mazhar bazý zatlar (Hüsrev, Re'fet gibi), iktiraný illetle iltibas etmiþler; Üstadýna fazla minnetdarlýk gösteriyorlardý. Halbuki Cenab-ý Hak onlara ders-i Kur'anîde verdiði nimet-i istifade ile, Üstadlarýna ihsan ettiði nimet-i ifadeyi beraber kýlmýþ, mukarenet vermiþ. Onlar derler ki: "Eðer Üstadýmýz buraya gelmeseydi, biz bu dersi alamazdýk. Öyle ise onun ifadesi, istifademize illettir." Ben de derim: "Ey kardeþlerim! Cenab-ý Hakk'ýn bana da sizlere de ettiði nimet beraber gelmiþ, iki nimetin illeti de Rahmet-i Ýlâhiyyedir. Ben de sizin gibi iktiraný illetle iltibas ederek, bir vakit Risale-i Nur'un sizler gibi elmas kalemli yüzer þakirdlerine çok minnetdarlýk hissediyordum. Ve diyordum ki: Bunlar olmasaydý, benim gibi yarým ümmî bir bîçare nasýl hizmet edecekti? Sonra anladým ki, sizlere kalem vasýtasiyle olan kudsi nimetten sonra, bana da bu hizmete muvaffakýyet ihsan etmiþ. Birbirine iktiran etmiþ, birbirinin illeti olamaz. Ben size teþekkür deðil, belki sizi tebrik ediyorum. Siz de bana minnetdarlýða bedel, dua ve tebrik ediniz."

 

sh: » (L:125)

 

Bu dördüncü mes'elede, gafletin ne kadar dereceleri bulunduðu anlaþýlýr.

 

Beþinci Mes'ele: Nasýlki bir cemaatýn malý bir adama verilse zulüm olur. Veya cemaata ait vakýflarý bir adam zabtetse zulmeder. Öyle de: Cemaatýn sa'yleriyle hasýl olan bir neticeyi veya cemaatýn haseneleriyle terettüb eden bir þerefi, bir fazileti, o cemaatýn reisine veya üstadýna vermek; hem cemaata, hem de o üstad veya reise zulümdür. Çünki enaniyeti okþar, gurura sevkeder. Kendini kapýcý iken, padiþah zannettirir. Hem kendi nefsine de zulmeder. Belki bir nevi þirk-i hafîye yol açar. Evet bir kal'ayý fetheden bir taburun ganîmetini ve muzafferiyet ve þerefini, binbaþýsý alamaz. Evet üstad ve mürþid, masdar ve menba telakki edilmemek gerektir. Belki mazhar ve ma'kes olduklarýný bilmek lâzýmdýr. Meselâ: Hararet ve ziya, sana bir âyine vasýtasiyle gelir. Senden Güneþ'e karþý minnetdar olmaya bedel, âyineyi masdar telâkki edip, Güneþ'i unutup, ona minnetdar olmak, divâneliktir. Evet âyine muhafaza edilmeli, çünki mazhardýr. Ýþte mürþidin ruhu ve kalbi bir âyinedir. Cenab-ý Hak'tan gelen feyze ma'kes olur, mürîdine aksedilmesine de vesile olur. Vesilelikten fazla feyiz noktasýnda makam verilmemek lâzýmdýr. Hatta bazý olur ki, masdar telakki edilen bir üstad, ne mazhardýr, ne masdardýr. Belki mürîdinin safvet-i ihlâsiyle ve kuvvet-i irtibatiyle ve ona hasr-ý nazar ile o mürid baþka yolda aldýðý füyuzatý, üstadýnýn mir'at-ý ruhundan gelmiþ görüyor. Nasýlki bazý adam, manyetizma vasýtasiyle bir cama dikkat ede ede âlem-i misale karþý hayalinde bir pencere açýlýr. O âyinede çok garâibi müþahede eder. Halbuki âyinede deðil, belki âyineye olan dikkat-i nazar vasýtasiyle âyinenin haricinde hayaline bir pencere açýlmýþ görüyor. Onun içindir ki, bazen nâkýs bir þeyhin hâlis mürîdi, þeyhinden daha ziyade kâmil olabilir ve döner þeyhini irþad eder ve þeyhinin þeyhi olur.

 

ONDÖRDÜNCÜ NOTA: Tevhide dair dört küçük remizdir.

 

Birinci Remiz: Ey esbabperest insan! Acaba garib cevherlerden yapýlmýþ bir acib kasrý görsen ki, yapýlýyor. Onun binasýnda sarfedilen cevherlerin bir kýsmý yalnýz Çin'de bulunuyor. Diðer kýsmý Endülüs'te, bir kýsmý Yemen'de, bir kýsmý Sibirya'dan baþka yerde bulunmuyor. Binanýn yapýlmasý zamanýnda ayný günde þark, þimal, garb, cenubdan o cevherli taþlar kolaylýkla celbolup yapýldýðýný görsen; hiç þübhen kalýr mý ki, o kasrý yapan usta, bütün Küre-i Arz'a hükmeden bir hâkim-i mu'cizekârdýr.

 

Ýþte herbir hayvan, öyle bir kasr-ý Ýlâhîdir. Hususan insan, o kasýrlarýn en güzeli ve o saraylarýn en acîbidir. Ve bu insan denilen sarayýn cevherleri; bir kýsmý âlem-i ervâhtan, bir kýsmý âlem-i misalden ve Levh-i Mahfuz'dan, ve diðer bir kýsmý da hava âleminden, nur âleminden, anâsýr

 

sh: » (L:126)

 

âleminden geldiði gibi; hâcâtý ebede uzanmýþ, emelleri semavat ve arzýn aktarýnda intiþar etmiþ, râbýtalarý, alâkalarý dünya ve âhiret edvârýnda daðýlmýþ bir saray-ý acib ve bir kasr-ý garibdir.

 

Ýþte ey kendini insan zanneden insan! Madem mahiyetin böyledir; seni yapan ancak o zat olabilir ki: Dünya ve âhiret birer menzil, arz ve sema birer sahife, ezel ve ebed dün ve yarýn hükmünde olarak tasarruf eden bir zat olabilir. Öyle ise insanýn mâbudu ve melcei ve halâskârý o olabilir ki; arz ve semaya hükmeder, dünya ve ukba dizginlerine mâliktir.

 

Ýkinci Remiz: Bazý eblehler var ki, güneþi tanýmadýklarý için, bir âyinede Güneþi görse, âyineyi sevmeye baþlar. Þedid bir his ile onun muhafazasýna çalýþýr. Tâ ki içindeki Güneþi kaybolmasýn. Ne vakit o ebleh; Güneþ, âyinenin ölmesiyle ölmediðini ve kýrýlmasiyle fena bulmadýðýný derketse, bütün muhabbetini gökteki güneþe çevirir. O vakit anlar ki, âyinede görülen Güneþ; âyineye tabi deðil, bekasý ona mütevakkýf deðil.. belki Güneþtir ki, o âyineyi o tarzda tutuyor ve onun parlamasýna ve nuruna meded veriyor. Güneþin bekasý onunla deðil; belki âyinenin hayatdar parlamasýnýn bekasý, Güneþin cilvesine tâbidir.

 

Ey insan! Senin kalbin ve hüviyet ve mahiyetin, bir âyinedir. Senin fýtratýnda ve kalbinde bulunan þedid bir muhabbet-i beka, o âyine için deðil ve o kalbin ve mahiyetin için deðil.. belki o âyinede istidada göre cilvesi bulunan Bâki-i Zülcelâl'in cilvesine karþý muhabbetindir ki, belâhet yüzünden o muhabbetin yüzü baþka yere dönmüþ. Madem öyledir. "Ya Bâki Ente-l Bâki" de. Yâni Madem sen varsýn ve bâkisin; fena ve adem ne isterse bize yapsýn, ehemmiyeti yok!..

 

Üçüncü Remiz: Ey insan! Fâtýr-ý Hakîm'in senin mahiyetine koyduðu en garib bir hâlet þudur ki: Bazen dünyaya yerleþemiyorsun. Zindanda boðazý sýkýlmýþ adam gibi "of, of" deyip dünyadan daha geniþ bir yer istediðin halde, bir zerrecik bir iþ, bir hâtýra, bir dakika içine girip yerleþiyorsun. Koca dünyaya yerleþemiyen kalb ve fikrin, o zerrecikte yerleþir. En þiddetli hissiyatýnla o dakikacýk, o hatýracýkta dolaþýyorsun.

 

Hem senin mahiyetine öyle mânevî cihazat ve lâtifeler vermiþ ki; bazýlarý dünyayý yutsa tok olmaz. Bazýlarý bir zerreyi kendinde yerleþtiremiyor. Baþ, bir batman taþý kaldýrdýðý halde; göz, bir saçý kaldýramadýðý gibi; o lâtife, bir saç kadar bir sýkleti, yâni gaflet ve dalâletten gelen küçük bir hâlete dayanamýyor. Hatta bazen söner ve ölür. Madem öyledir; hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem'a, bir iþarette, bir öpmekte batma! Dünyayý yutan büyük letaiflerini onda batýrma. Çünki çok küçük þeyler var, çok büyükleri bir cihette yutar. Nasýl küçük bir cam parçasýnda; gök, yýldýzlariyle beraber

 

sh: » (L:127)

 

içine girip garkoluyor. Hardal gibi küçük kuvve-i hâfýzanda, senin sahife-i a’mâlin ekseri ve sahâif-i ömrün aðlebi içine girdiði gibi; çok cüz'î küçük þeyler var, öyle büyük eþyayý bir cihette yutar, istiab eder.

 

Dördüncü Remiz: Ey dünya perest insan! Çok geniþ tasavvur ettiðin senin dünyan, dar bir kabir hükmündedir. Fakat, o dar kabir gibi menzilin duvarlarý þiþeden olduðu için birbiri içinde in'ikas edip göz görünceye kadar geniþliyor. Kabir gibi dar iken, bir þehir kadar geniþ görünür. Çünki o dünyanýn sað duvarý olan geçmiþ zaman ve sol duvarý olan gelecek zaman, ikisi mâdum ve gayr-ý mevcud olduklarý halde, birbiri içinde in'ikâs edip gâyet kýsa ve dar olan hazýr zamanýn kanadlarýný açarlar. Hakikat hayale karýþýr, mâdum bir dünyayý mevcud zannedersin. Nasýl bir hat, sür'at-i hareketle bir satýh gibi geniþ görünürken, hakikat-ý vücûdu ince bir hat olduðu gibi; senin de dünyan hakikatça dar, fakat senin gaflet ve vehm ü hayalinle duvarlarý çok geniþlemiþ. O dar dünyada, bir musîbetin tahrikiyle kýmýldansan, baþýný çok uzak zannettiðin duvara çarparsýn. Baþýndaki hayali uçurur, uykunu kaçýrýr. O vakit görürsün ki: O geniþ dünyan kabirden daha dar, köprüden daha müsaadesiz. Senin zamanýn ve ömrün, berkten daha çabuk geçer; hayatýn, çaydan daha sür'atli akar.

 

Madem dünya hayatý ve cismanî yaþayýþ ve hayvanî hayat böyledir; hayvaniyetten çýk, cismaniyeti býrak, kalb ve ruhun derece-i hayatýna gir. Tevehhüm ettiðin geniþ dünyadan daha geniþ bir daire-i hayat, bir âlem-i nur bulursun. Ýþte o âlemin anahtarý, Marifetullah ve Vahdaniyet sýrlarýný ifade eden "Lâ Ýlâhe Ýllâllah" kelime-i kudsiyesiyle kalbi söylettirmek, ruhu iþlettirmektir.

 

ONBEÞÝNCÝ NOTA: Üç mes'eledir.

 

Birinci Mes'ele: Ýsm-i Hafîz'in tecelli-i etemmine iþaret eden فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرّةٍ خَيْرًا يَرَهُ وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ âyetidir. Kur'an-ý Hakîm'in bu hakikatýna delil istersen, Kitab-ý Mübin'in mistarý üstünde yazýlan þu Kâinat kitabýnýn sahifelerine baksan, ism-i Hafîz'in cilve-i âzamýný ve bu Âyet-i Kerîmenin bir hakikat-ý kübrâsýnýn nazîresini çok cihetlerle görebilirsin. Ezcümle, aðaç, çiçek ve otlarýn muhtelif tohumlarýndan bir kabza al. O muhtelif ve birbirine muhalif tohumlarýn cinsleri birbirinden ayrý, nevileri birbirinden baþka olan çiçek ve aðaç ve otlarýn sandukçalarý hükmünde olan o kabzayý karanlýkta ve ka

 

 

 

sh: » (L:128)

 

ranlýk ve basit ve câmid bir toprak içinde defnet, serp. Sonra mîzansýz ve eþyayý farketmiyen ve nereye yüzünü çevirsen oraya giden basit su ile sula. Sonra senevî haþrin meydaný olan bahar mevsiminde gel, bak! Ýsrâfil-vâri melek-i ra'd; baharda, nefh-i Sûr nev'inden yaðmura baðýrmasý, yer altýnda defnedilen çekirdeklere nefh-i ruhla müjdelemesi zamanýna dikkat et ki, o nihayet derece karýþýk ve karýþmýþ ve birbirine benzeyen o tohumcuklar, ism-i Hafîz'in tecellisi altýnda kemal-i imtisal ile hatasýz olarak Fâtýr-ý Hakîm'den gelen evâmir-i tekvîniyeyi imtisal ediyorlar. Ve öyle tevfik-i hareket ediyorlar ki: Onlarýn o hareketlerinde bir þuur, bir basiret, bir kasd, bir irade, bir ilim, bir kemal, bir hikmet parladýðý görünüyor. Çünki görüyorsun ki; o birbirine benziyen tohumcuklar, birbirinden temayüz ediyor, ayrýlýyor. Meselâ bu tohumcuk, bir incir aðacý oldu. Fâtýr-ý Hakîm'in nimetlerini baþlarýmýz üstünde neþre baþladý. Serpiyor, dallarýnýn elleri ile bizlere uzatýyor. Ýþte bu, ona sureten benzeyen bu iki tohumcuk ise, gün âþýký namýndaki çiçek ile, hercâî menekþe gibi çiçekleri verdi. Bizler için süslendi. Yüzümüze gülüyorlar, kendilerini bizlere sevdiriyorlar. Daha buradaki bir kýsým tohumcuklar, bu güzel meyveleri verdi ve sünbül ve aðaç oldular. Güzel tad ve koku ve þekilleri ile iþtihamýzý açýp, kendi nefislerine bizim nefislerimizi davet ediyorlar ve kendilerini müþterilerine feda ediyorlar. Tâ nebatî hayat mertebesinden, hayvanî hayat mertebesine terakki etsinler. Ve hâkeza.. kýyas et. Öyle bir surette o tohumcuklar inkiþaf ettiler ki, o tek kabza, muhtelif aðaçlarla ve mütenevvi çiçeklerle dolu bir bahçe hükmüne geçti. Ýçinde hiçbir galat, kusur yok. فَارْجِعِ الْبَصَرَ هَلْ تَرَى مِنْ فُطُورٍ sýrrýný gösterir. Herbir tohum, ism-i Hafîz'in cilvesiyle ve ihsaniyle ona pederinin ve aslýnýn malýndan verdiði irsiyeti; iltibassýz, noksansýz muhafaza edip gösteriyor. Ýþte bu hadsiz harika muhafazayý yapan Zat-ý Hafîz, kýyamet ve haþirde hafîziyyetin tecelli-i ekberini göstereceðine kat'î bir iþarettir. Evet bu ehemmiyetsiz, zâil, fâni tavýrlarda bu derece kusursuz, galatsýz hafîziyyet cilvesi bir hüccet-i kâtýadýr ki; ebedî te'siri ve azîm ehemmiyeti bulunan emanet-i kübra hamelesi ve arzýn halifesi olan insanlarýn ef'al ve âsâr ve akvâlleri ve hasenat ve seyyiatlarý, kemal-i dikkatle muhafaza edilir ve muhasebesi görülecek. Âyâ bu insan zanneder mi ki, baþý boþ kalacak? Hâþâ!.. Belki insan, ebede meb'ustur ve saadet-i ebediyeye ve þekâvet-i daimeye namzeddir. Küçük-büyük, az-çok her amelinden muhasebe görecek. Ya taltif veya tokat yiyecek. Ýþte hafîziyyetin cilve-i kübrasýna ve mezkûr Âyetin hakikatýna þahidler had ve hesaba gelmez. Bu mes'eledeki gösterdiðimiz þahid; denizden bir katre, daðdan bir zerredir.

 

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

 

* * *

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

Gast
Dieses Thema wurde nun für weitere Antworten gesperrt.
×
×
  • Neu erstellen...