EMRE Geschrieben 21. Dezember 2008 Teilen Geschrieben 21. Dezember 2008 Onaltýncý Lem'a بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ Aziz sýddýk kardeþlerim Hoca Sabri, (R.H)Hâfýz Ali, (R.H) Mes'ud, (R.H) Mustafalar, (R.H) Hüsrev, Re'fet, Bekir Bey(R.H), Rüþdü, Lütfüler(R.H), Hâfýz Ahmed(R.H), Þeyh Mustafa(R.H) vesaire... Sizlere meraklý ve medâr-ý sual olmuþ "Dört Küçük Mes'ele"yi malûmat kabilinden muhtasar bir surette beyan etmekliðe kalbimde bir hâtýra hissettim. BÝRÝNCÝSÝ: Kardeþlerimizden Çaprazzâde Abdullah Efendi gibi bazý adamlar, ehl-i keþiften rivayeten bu geçen Ramazanda Ehl-i Sünnet ve Cemaat için bir ferec, bir fütuhat olacaðýný haber verdikleri halde zuhur etmedi. Böyle ehl-i velâyet ve keþif, neden hilâf-ý vaki' haber veriyorlar? Benden sordular. Ben de birden sünûhat kabilinden olarak verdiðim cevapýn muhtasarý þudur: Hadîs-i Þerifte vârid olmuþtur ki: "Bazen belâ nazil oluyor; gelirken karþýsýna sadaka çýkar, geri çevirir." Þu Hadîsin sýrrý gösteriyor ki: Mukadderat, bazý þeraitle vukua gelirken geri kalýr. Demek ehl-i keþfin muttali olduðu mukadderat mutlak olmadýðýný, belki bazý þerâitle mukayyed bulunduðunu ve o þeraitin vuku bulmamasiyle o hâdise de vukua gelmiyor. Fakat o hâdise, ecel-i muallak gibi levh-i ezelînin bir nevi defteri hükmünde olan levh-i Mahv, Ýsbat'a mukadder olarak yazýlmýþtýr. Gâyet nadir olarak levh-i ezeli'ye kadar keþif çýkar. Ekseri oraya çýkamýyor. Ýþte bu sýrra binaen, geçen Ramazan-ý Þerifte ve Kurban Bayramýnda ve daha baþka vakitlerde istihrâca binaen veya keþfiyat nev'inden verilen haberler, muallak olduklarý þerâiti bulamadýklarý için vukua gelmemiþler; ve haber verenleri tekzib etmiyorlar. Çünki mukadder imiþ, fakat þartý gelmeden o da vukua gelmemiþ. Evet Ramazan-ý Þerifte bid'alarýn ref'ine Ehl-i Sünnet ve Cemaatin ekseriyetle hâlis duasý bir þart ve bir sebeb-i mühim idi. Maalesef câmilere Ramazan-ý Þerifte bid'alar girdiðinden, dualarýn kabulüne sed çekip ferec gelmedi. Nasýlki sâbýk Hadîsin sýrriyle: Sadaka, belâyý ref' eder. Ekseriyetin hâlis duasý dahi, ferec-i umumîyi cezbeder. Kuvve-i câzibe vücuda gelmediðinden, fütuhat da verilmedi. sh: » (L:96) ÝKÝNCÝ MERAKLI SUAL: Bu iki ay zarfýnda heyecanlý bir vaziyet-i siyasiye karþýsýnda bana, hem alâkadar olduðum çok kardeþlerime kavî bir ihtimal ile ferah verecek bir teþebbüs etmek lâzýmken, o vaziyete hiç ehemmiyet vermiyerek bilâkis beni tazyik eden ehl-i dünyanýn lehinde olarak bir fikirde bulundum. Bazý zatlar hayret içinde hayrette kaldýlar. Dediler ki: "Sana iþkence eden bu mübtedi' ve kýsmen münafýk baþtaki insanlarýn takib ettikleri siyaseti nasýl görüyorsun ki iliþmiyorsun?" Verdiðim cevapýn muhtasarý þudur ki: Bu zamanda ehl-i Ýslâmýn en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalâletle kalblerin bozulmasý ve îmanýn zedelenmesidir. Bunun çare-i yegânesi: Nurdur, nur göstermektir ki, kalbler ýslah olsun, îmanlar kurtulsun. Eðer siyaset topuziyle hareket edilse, galebe çalýnsa, o kâfirler münafýk derecesine iner. Münafýk, kâfirden daha fenadýr. Demek, topuz böyle bir zamanda kalbi ýslah etmez. O vakit küfür kalbe girer, saklanýr; nifaka inkýlâb eder. Hem nur, hem topuz.. Ýkisini, bu zamanda benim gibi bir âciz yapamaz. Onun için bütün kuvvetimle nura sarýlmaða mecbur olduðumdan, siyaset topuzu ne þekilde olursa olsun bakmamak lâzým geliyor. Amma maddî cihadýn muktezasý ise; o vazife þimdilik bizde deðildir. Evet ehline göre kâfirin veya mürtedin tecavüzatýna sed çekmek için topuz lâzýmdýr. Fakat iki elimiz var. Eðer yüz elimiz de olsa, ancak nura kâfi gelir. Topuzu tutacak elimiz yok!.. ÜÇÜNCÜ MERAKLI SUAL: Bu yakýnda Ýngiliz ve Ýtalya gibi ecnebîlerin bu hükûmete iliþmesiyle, eskiden beri bu vatandaki hükûmetin hakikî nokta-i istinadý ve kuvve-i mâneviyesinin menbaý olan hamiyet-i Ýslâmiyeyi tehyîc etmekle þeâir-i Ýslâmiyenin bir derece ihyasýna ve bid'alarýn bir derece def'ine medâr olacaðý halde, neden þiddetle harb aleyhinde çýktýn ve bu mes'elenin âsâyiþle halledilmesini dua ettin ve þiddetli bir surette mübtedîlerin hükûmetleri lehinde tarafdar çýktýn? Bu ise, dolayýsiyle bid'alara tarafgirliktir? Elcevap: Biz, ferec ve ferah ve sürur ve fütuhat isteriz. Fakat kâfirlerin kýlýncý ile deðil. Kâfirlerin kýlýnçlarý baþlarýný yesin; kýlýnçlarýndan gelen faide bize lâzým deðil. Zaten o mütemerrid ecnebilerdir ki, münafýklarý ehl-i imâna musallat ettiler ve zýndýklarý yetiþtirdiler. Hem harb belâsý ise hizmet-i Kur'aniyemize mühim bir zarardýr. Bizim en fedakâr ve en kýymetdar kardeþlerimizin ekserisi kýrkbeþten aþaðý olduðundan, harb vasýtasiyle vazife-i kudsiye-i Kur'aniyeyi býrakýp askere gitmeye mecbur olacaktýlar. Benim param olsa, hüsn-ü rýzam ile, böyle kýymetdar kardeþlerimin herbirisini askerlikten kurtarmak için, bedel-i nakdiye bin lira kadar da olsa, verirdim. Böyle yüzer kýymetdar kardeþlerimizin hizmet-i Kur'aniye-i Nuriyeyi býrakýp maddî cihad topuzuna el atmakta, yüzbin lira kendi zararýmýzý hissediyordum. Hatta Zekâî'nin bu iki sene askerliði, belki bin lira kadar mânevî faidesini kaybettirdi. Her ne ise... Kadîr-i Kül sh: » (L:97) l-i Þey', bir dakikada bulutlarla dolmuþ cevv-i havayý süpürüp temizliyerek, semanýn berrak yüzünde ziyadar Güneþi gösterdiði gibi, bu zulümatlý ve Rahmetsiz bulutlarý da izale edip hakaik-i þeriatý Güneþ gibi gösterir ve ucuz ve daðdaðasýz verebilir. Onun Rahmetinden bekleriz ki, bize pahalý satmasýn. Baþtakilerin baþlarýna akýl ve kalblerine îman versin, yeter. O vakit kendi kendine iþ düzelir. DÖRDÜNCÜ MERAKLI SUAL: Diyorlar ki: Madem sizin elinizdeki nurdur, topuz deðildir; nura karþý muaraza edilmez ve nurdan kaçýlmaz ve nurun izharýndan zarar gelmez. Neden arkadaþlarýnýza ihtiyatý tavsiye ediyorsunuz? Çok nurlu Risaleleri halklara gösterilmesini men'ediyorsunuz? Bu suale karþý cevapýn muhtasar meâli þudur ki: Baþlardaki baþlarýn çoðu sarhoþ, okumaz. Okusa da anlamaz. Yanlýþ mânâ verip iliþir. Ýliþmemesi için, aklý baþýna gelinceye kadar göstermemek lâzým geliyor. Hem çok vicdansýz insanlar var ki, garaz veya tama' veyahud havf cihetiyle nuru inkâr eder veya gözünü kapar. Onun için kardeþlerime de tavsiye ediyorum ki: Ýhtiyat etsinler, nâ-ehillerin eline hakikatlarý vermesinler. Hem ehl-i dünyanýn evhamýný tahrik edecek iþlerde bulunmasýnlar. (Hâþiye) Hâtime Bugün Re'fet Bey'in bir mektubunu aldým. Lihye-i Þerife hakkýndaki suali münasebetiyle diyorum ki: Hadîsçe sabittir ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn Lihye-i Saadetinden düþen saçlarýn taneleri mahduddur. Otuz kýrk tane veya elli altmýþ tane gibi az bir mikdarda iken, binler yerde Lihye-i Saadetin saçlarý bulunmasý, beni bir zaman çok düþündürdü. O vakit hatýrýma gelmiþ ki: Lihye-i Saadet, yalnýz Lihye-i Þerifin saçlarýndan ibaret deðil, belki re's-i mübarekinin traþ oldukça hiçbir þeyini kaybetmiyen Sahabeler, o nurlu ve mübarek ve daimî yaþayacak saçlarý muhafaza etmiþler. Onlar binlerdir. Þimdiki mevcuda müsavi gelebilirler. Yine o vakit hâtýrýma geldi ki: Acaba her câmîde bulunan, sened-i sahih ile bu saç Hazret-i Risalet'in saçý olduðu sabit midir ki, ________________________________ (Hâþiye): Ciddî bir mes'eleye vesile olabilecek bir lâtife: Dünkü gün sabahleyin bir dostumun damadý Mehmed yanýma geldi. Mesrurâne, beþaretkârane dedi ki: "Senin bir kitabýný Isparta'da tab'etmiþler, çoklar okuyorlar." Ben dedim: "O, yasak olan tab' deðil belki müstensihle bazý nüshalar alýnmýþ ki hükûmet ona birþey demez." Hem dedim: "Sakýn bunu senin dostun olan iki münafýða söyleme. Onlar böyle birþey arýyorlar ki, bahane etsinler." Ýþte kardeþlerim, bu adam çendan bir dostumun damadýdýr; o münasebetle benim de ahbabým sayýlýr. Fakat berberlik münasebetiyle vicdansýz muallim ve münafýk müdürün dostudur. Orada kardeþlerimizden birisi bilmiyerek öyle söylemiþ. Ýyi oldu ki, en evvel geldi, bana haber verdi. Ben de tenbih ettim, fenalýðýn önü alýndý. Ve teksir makinesi binler nüshalarý bu perde altýnda neþretti. sh: » (L:98) ona karþý ziyaret makbul olabilsin? Birden hâtýra geldi ki: O saçlarýn ziyareti, vesiledir. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a karþý salavat getirmiye sebeb ve bir hürmet ve muhabbete medârdýr. Vesilelik ciheti o þeyin zatýna bakmaz, vesilelik cihetine bakar. Onun için eðer bir saç hakikî olarak Lihye-i Saadet'ten olmazsa, madem zâhir hâle göre öyle telâkki edilmiþ ve o vesilelik vazifesini yapýyor ve hürmete ve teveccühe ve salâvata vesile oluyor; kat'î sened ile o saçýn zatýný teþhis ve tâyin lâzým deðildir. Yalnýz, aksine kat'î delil olmasýn, yeter. Çünki : Telâkkiyat-ý âmme ve kabul-ü ümmet, bir nev'i hüccet hükmüne geçer. Bazý ehl-i takvâ böyle iþlerde, ya takva veya ihtiyat veya azimet noktasýnda iliþseler de, hususî iliþirler. Bid'a da deseler, bid'a-i hasene nev'inde dâhildir. Çünki vesile-i salâvattýr. Re'fet Bey mektubunda diyor: "Bu mes'ele ihvanlar beyninde medâr-ý münakaþa olmuþ." Kardeþlerime tavsiye ediyorum ki: Ýnþikaka ve iftiraka sebebiyet veren münakaþa etmesinler. Yalnýz müdâvele-i efkâr suretinde nizasýz mübahaseye alýþsýnlar. بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّيُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ Aziz sýddýk Senirkent'li kardeþlerim: Ýbrahim, Þükrü, Hâfýz Bekir, Hâfýz Hüseyin, Hâfýz Receb Efendiler! Hâfýz Tevfik ile gönderdiðiniz üç mes'eleye mülhidler eskiden beri iliþiyorlar. Birincisi: حَتَّى اِذَا بَلَغَ مَغْرِبَ الشَّمْسِ وَجَدَهَا تَغْرُبُ فِى عَيْنٍ حَمِئَةٍ Âyetin ifade ettiði zâhir mânâsýna göre: Güneþin, hararetli ve çamurlu bir çeþme suyunda gurub ettiðini görmüþ, diyor. Ýkincisi: Sedd-i Zülkarneyn nerededir? Üçüncüsü: Âhirzamanda Hazret-i Îsa'nýn (A.S.) geleceðine ve Deccal'ý öldüreceðine dairdir. Bu suallerin cevaplarý uzundur. Yalnýz muhtasar bir iþaretle deriz ki: Âyât-ý Kur'aniye, üslûb-u Arabiye üzerine ve zâhir nazara göre umumun anlýyacaðý bir tarzda ifade ettiði için, çok defa teþbih ve temsil suretinde beyan ediyor. Ýþte تَغْرُبُ فِى عَيْنٍ حَمِئَةٍ yâni: Güneþ'in, hararetli ve çamurlu bir çeþme gibi görünen Bahr-i Mu sh: » (L:99) hît-i Garbî'nin sâhilinde veya volkanlý, alevli, dumanlý daðýn gözünde gurub ettiðini Zülkarneyn görmüþ. Yâni: Zâhir nazarda Bahr-i Muhît-i Garbî'nin sevâhilinde, yazýn þiddet-i hararetiyle etrafýndaki bataklýk hararetlenmiþ, tebahhur ettiði bir zamanda o buhar arkasýnda büyük bir çeþme havzasý suretinde uzaktan Zülkarneyn'e görünen Bahr-i Muhît'in bir kýsmýnda Güneþ'in zâhiri gurubunu görmüþ. Veya volkanlý, taþ ve toprak ve maden sularýný karýþtýrarak fýþkýran bir daðýn baþýnda yeni açýlmýþ ateþli gözünde, semavatýn gözü olan Güneþ'in gizlendiðini görmüþ. Evet Kur'an-ý Hakîm'in mu'cizane belâgat-ý ifadesi bu cümle ile çok mesâili ders veriyor. Evvelâ: Zülkarneyn'in maðrib tarafýna seyahatý, þiddet-i hararet zamanýnda ve bataklýk tarafýna ve Güneþ'in gurub avânýna ve volkanlý bir daðýn fýþkýrmasý vaktine tesadüf ettiðini beyan etmekle, Afrika'nýn tamam istilâsý gibi çok ibretli mes'elelere iþaret eder. Malûmdur ki: Görünen hareket-i Þems, zâhirîdir ve Küre-i Arz'ýn mahfî hareketine delildir; onu haber veriyor. Hakikat-ý gurub murad deðildir. Hem çeþme, teþbihtir. Uzaktan büyük bir deniz, küçük bir havuz gibi görünür. Hararetten çýkan sis ve buharlar ve bataklýklar arkasýnda görünen bir denizi, çamur içinde bir çeþmeye teþbihi ve Arabça hem çeþme, hem Güneþ, hem göz mânâsýnda olan عَيْنٍ kelimesi, esrâr-ý belâgatça gâyet manidâr ve münasipdir. (Hâþiye) Zülkarneyn'in nazarýnda uzaklýk cihetiyle öyle göründüðü gibi, Arþ-ý Âzam'dan gelen ve ecram-ý semaviyeye kumanda eden semavî hitab-ý Kur'anî, bir misafirhane-i Rahmâniyede sirac vazifesini gören musahhar Güneþ'i Bahr-i Muhît-i Garbî gibi bir çeþme-i Rabbanîde gizleniyor demesi, azametine ve ulviyetine yakýþýyor ve mu'cizâne üslûbu ile, denizi hararetli bir çeþme ve dumanlý bir göz gösterir. Ve semavî gözlere öyle görünür. Elhasýl: Bahr-i Muhît-i Garbî'ye çamurlu bir çeþme tâbîri, Zülkarneyn'e nisbeten uzaklýk noktasýnda o büyük denizi bir çeþme gibi görmüþ. Kur'anýn nazarý ise herþeye yakýn olduðu cihetle, Zülkarneyn'in galat-ý his nevindeki nazarýna göre bakamaz, belki Kur'an semavata bakarak geldiðinden Küre-i Arz'ý kâh bir meydan, kâh bir saray, bazen bir beþik, bazen _______________________________________ (Haþiye): فِى عَيْنٍ حَمِئَةٍ deki عَيْنٍ tâbîri, esrâr-ý belâðatça lâtif bir mânâyý remzen ihtar ediyor. Þöyle ki: "Sema ve yüzü, Güneþ gözüyle zeminin yüzündeki cemâl-i Rahmeti seyirden sonra, zemin dahi deniz gözüyle yukarýdaki azamet-i Ýlahiyyeyi temaþayý müteakip; o iki göz birbiri içine kapanýrken, rûy-i zemindeki gözleri kapýyor." diye mu'cizane bir kelime ile hatýrlatýyor ve gözler vazifesine paydos iþaretine iþaret ediyor. sh: » (L:100) bir sahife gibi gördüðünden; sisli, buharlý koca Bahr-i Muhît-i Atlas-ý Garbî'yi bir çeþme tabîr etmesi, azamet-i ulviyetini gösteriyor. Ýkinci Sualiniz: Sedd-i Zülkarneyn nerededir? Ye'cüc, Me'cüc kimlerdir? Elcevap: Eskiden bu mes'eleye dair bir Risale yazmýþtým. O vaktin mülhidleri onunla mülzem olmuþlardý. Þimdilik hem o Risale yanýmda yoktur, hem kuvve-i hâfýzam ta'til-i eþgâl etmiþ, yardým etmiyor. Hem Yirmidördüncü Söz'ün Üçüncü Dalý'nda bir nebze bu mes'eleden bahsedilmiþ. Onun için bu mes'elenin yalnýz iki üç nüktesine gâyet muhtasar bir iþaret edeceðiz. Þöyle ki: Ehl-i tahkîkin beyanýna göre, hem Zülkarneyn ünvanýnýn iþaretiyle, Yemen padiþahlarýndan Zülyezen gibi "zü" kelimesiyle baþlýyan isimleri bulunduðundan bu Zülkarneyn, Ýskender-i Rûmî deðildir. Belki Yemen padiþahlarýndan birisidir ki, Hazret-i Ýbrahim'in zamanýnda bulunmuþ ve Hazret-i Hýzýr'dan ders almýþ. Ýskender-i Rûmî ise, milâddan takrîben üçyüz sene evvel gelmiþ, Aristo'dan ders almýþ. Tarih-i beþerî, muntazam surette üçbin seneye kadar gidiyor. Bu nâkýs ve kýsa tarih nazarý, Hazret-i Ýbrahim zamanýndan evvel doðru olarak hükmedemiyor. Ya hurafe-vâri, ya münkirâne, ya gâyet muhtasar gidiyor. Bu Yemenî Zülkarneyn, tefsirlerde eskiden beri Ýskender namiyle iþtiharýnýn sebebi, ya o Zülkarneyn'in bir ismi Ýskender'dir ki, Ýskender-i Kebîr ve Eski Ýskender'dir. Veyahût Âyât-ý Kur'aniyenin zikrettiði hadisat-ý cüz'iyeler; küllî hadisatýn uçlarý olduðu cihetle.. Zülkarneyn olan Ýskender-i Kebîr'in Nübüvvetkârane irþadatiyle akvam-ý zalime ile milel-i mazlume ortasýnda hâil ve gaddarlarýn garetlerine mani olacak meþhur sedd-i Çin'in binasýný kurduðu gibi; Ýskender-i Rûmî misillû müteaddid cihangirler ve kuvvetli padiþahlar, maddi cihetinde ve mânevî âlem-i insaniyetin padiþahlarý olan bir kýsým Enbiya ve bazý aktâb dahi mânevî ve irþadî cihetinde o Zülkarneyn'in arkasýnda gidip iktida edip, mazlûmlarý zâlimlerden kurtaracak çarelerin mühimlerinden olan daðlar ortalarýnda sedleri (Hâþiye), sonra daðlar baþlarýnda kal'alarý kurmuþlar. Ya bizzat maddî kuvvetleriyle veyahud irþad ve tedbirleriyle te'sis etmiþler. Sonra þehirlerin etrafýnda surlarý ve ortalarýnda kal'alarý, tâ son çare olan kýrkikilik toplarý ve kal'a-i seyyar gibi diritnavtlarý yapmýþlar. Hatta rûy-i zemînin en meþhur seddi ve kaç günlük uzak bir mesafe tutan Sedd-i Çini Kur'an lisaniyle Ye'cüc ve Me'cücün ve tabîr-i diðerle tarih lisanýnda Mançur ve Moðol denilen ve âlem-i beþeriyeti kaç defa zîr ü zeber eden ve Himalaya Daðlarý'nýn arkasýndan çýkan ve þarktan garbe kadar harab eden akvâm-ý vahþiye ve garetkâr milletlerin Hind ve Çin'deki akvam-ý mazlûmeye tecavüzlerini durdurmak için o Himalaya silsilelerine yakýn iki dað ortasýnda uzun bir sed yaptýðý ve o akvâm-ý (Hâþiye): Rûy-i zeminde mürûr-u zamanla dað þeklini almýþ, tanýnmýyacak bir surete gelmiþ çok sun'î sedler vardýr. sh: » (L:101) vahþiyenin kesretle hücumlarýna çok zaman mâni olduðu gibi, Kafkas daðlarýnda Derbent cihetinde yine çapulcu gâretgîr akvâm-ý Tatariyenin hücumunu durdurmak için Zülkarneyn-misal eski Ýran padiþahlarýnýn himmetiyle sedler yapýlmýþtýr. Bu neviden çok sedler var. Kur'an-ý Hakîm umum nev-i beþer ile konuþtuðu için, zâhiren bir hâdise-i cüz'iyyeyi zikredip, umum o hâdiseye benzer hâdisatý ihtar ederek konuþuyor. Ýþte bu nokta-i nazardandýr ki, Sedd'e ve Ye'cüc ve Me'cüce dair rivayetler ve akval-i müfessirîn, ayrý ayrý gidiyor. Hem Kur'an-ý Hakîm, münasebât-ý kelâmiye cihetinde bir hâdiseden uzak bir hâdiseye intikal eder. Bu münasebâtý düþünmiyen zanneder ki, iki hâdisenin zamanlarý birbirine yakýndýr. Ýþte Sedd'in harabiyetinden kýyametin kopmasýný Kur'anýn haber vermesi, kurbiyet-i zaman cihetiyle deðil, belki münasebat-ý kelâmiye cihetinde iki nükte içindir: Yâni bu sed nasýl harab olacak, öyle de: Dünya harab olacaktýr. Hem nasýlki fýtrî ve Ýlâhî sedler olan daðlar metindir, ancak Kýyametin kopmasiyle harab olurlar; öyle de bu sed dahi dað gibi metindir, ancak dünyanýn harab olmasiyle hâk ile yeksan olabilir. Ýnkýlâbât-ý zaman tahribat yapsa da, çoðu saðlam kalýr demektir. Evet Sedd-i Zülkarneyn'in külliyetinden bir ferdi olan Sedd-i Çinî binler sene yaþadýðý halde daha meydanda duruyor. Ýnsanýn eliyle zemin sahifesinde yazýlan, mücessem, mütehaccir, mânidar tarih-i kadîmden uzun bir satýr olarak okunuyor. Üçüncü Sualiniz: Hazret-i Îsa Aleyhisselâm'ýn Deccal'ý öldürmesi, hem Birinci Mektub'da ve hem Onbeþinci Mektub'da gâyet muhtasar ve size kâfi bir cevap vardýr. بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ Aziz, fedakâr, sýddýk, vefadar kardeþlerim Hoca Sabri (R.H.) ve Hâfýz Ali (R.H.); "Mugayyebât-ý Hamse"ye dair Sûre-i Lokman'ýn Âhirindeki âyetin hakkýnda mühim sualinize gâyet mühim bir cevap isterken, maatteessüf þimdiki hâlet-i ruhiyem ve ahvâl-i maddiyem o cevapa müsaid deðildir. Yalnýz sualinizin temas ettiði bir iki noktaya gâyet mücmel iþaret edeceðiz. Þu sualinizin meâli gösteriyor ki, ehl-i ilhad tarafýndan tenkid suretinde mugayyebât-ý hamseden yaðmurun gelmek vaktine ve rahm-ý mâderdeki cenînin keyfiyetine itiraz edilmiþ. Demiþler ki: "Rasadhanelerde bir âletle yaðmurun vakt-i nüzûlü keþfediliyor. Onu da, Allah'tan baþ sh: » (L:102) kasý da biliyor. Hem röntgen þuâiyla rahm-ý maderdeki cenînin müzekker, müennes olduðu anlaþýlýyor. Demek mugayyebat-ý hamseye ýttýla' kabildir?" Elcevap: Yaðmurun vakt-i nüzûlü bir kaid'eye merbut olmadýðý için, doðrudan doðruya meþîet-i hâssa-i Ýlâhiye ile baðlý ve hazine-i Rahmetten hususî iradeye tâbi olduðunun bir sýrr-ý hikmeti þudur ki: Kâinatta en mühim hakikat ve en kýymetdar mahiyet; nur, vücud ve hayat ve Rahmettir ki, bu dört þey; perdesiz, vasýtasýz, doðrudan doðruya kudret-i Ýlahiyye ve meþîet-i hâssa-i Ýlahiyeye bakar. Sair masnuatta zahirî esbab, kudretin tasarrufuna perde oluyorlar. Ve muttarid kanunlar ve kaideler, bir derece irade ve meþîete hicab oluyor. Fakat vücud, hayat ve nur ve Rahmette o perdeler konulmamýþ. Çünki; perdelerin sýrr-ý hikmeti o iþte cereyan etmiyor. Madem vücudda en mühim hakikat, Rahmet ve hayattýr; yaðmur, hayata menþe ve medâr-ý Rahmet, belki ayn-ý Rahmettir. Elbette vesait perde olmýyacak. Kaide ve yeknesaklýk dahi, meþîet-i hâssa-i Ýlâhiyyeyi setretmiyecek; tâ ki, her vakit, herkes, herþeyde þükür ve ubûdiyete ve sual ve duaya mecbur olsun. Eðer bir kaide dâhilinde olsaydý, o kaideye güvenip þükür ve rica kapýsý kapanýrdý. Güneþ'in tulûunda ne kadar menfaatler olduðu mâlûmdur. Halbuki muttarid bir kaideye tâbi' olduðundan, Güneþ'in çýkmasý için dua edilmiyor ve çýkmasýna dair þükür yapýlmýyor. Ve ilm-i beþerî o kaidenin yoliyle yarýn Güneþ'in çýkacaðýný bildiði için, gaibden sayýlmýyor. Fakat yaðmurun cüz'iyatý bir kaideye tâbi olmadýðý için, her vakit insanlar rica ve dua ile dergâh-ý Ýlahiyyeye ilticaya mecbur oluyorlar. Ve ilm-i beþerî, vakt-i nüzûlünü tayin edemediði için, sýrf hazine-i Rahmetten bir nîmet-i hassa telâkki edip hakikî þükrediyorlar. Ýþte bu Âyet, bu nokta-i nazardan yaðmurun vakt-i nüzulünü, Mugayyebât-ý Hamseye idhal ediyor. Rasadhanelerdeki âletle, bir yaðmurun mukaddematýný hissedip vaktini tayin etmek, gaibi bilmek deðil, belki gaibden çýkýp âlem-i þEhadete takarrübü vaktinde bazý mukaddematýna ýttýla suretinde bilmektir. Nasýl, en hafî umûr-u gaybiye vukua geldikte veyahud vukua yakýn olduktan sonra hiss-i kablelvukuun bir nev'iyle bilinir. O, gaybý bilmek deðil; belki o, mevcudu veya mukarreb-ül vücûdu bilmektir. Hatta ben kendi âsâbýmda bir hassasiyet cihetiyle yirmidört saat evvel, gelecek yaðmuru bazen hissediyorum. Demek yaðmurun mukaddematý, mebâdîleri var. O mebâdîler, rutûbet nev'inden kendini gösteriyor, arkasýndan yaðmurun geldiðini bildiriyor. Bu hal, aynen kaide gibi, ilm-i beþerin gaibden çýkýp daha þehadete girmiyen umûra vûsûle bir vesile olur. Fakat daha âlem-i þEhadete ayak basmayan ve meþîet-i hassa ile Rahmet-i hassadan çýkmýyan yaðmurun vakt-i nüzûlünü bilmek, ilm-i Allâm-ül Guyûb'a mahsustur. sh: » (L:103) Kaldý Ýkinci Mes'ele: Röntgen þuâiyle rahm-ý mâderdeki çocuðun erkek ve diþisini bilmek ile وَ يَعْلَمُ مَا فِى اْلاَرْحَامِ Âyetinin meâl-i gaybîsine münafi olamaz. Çünki: Âyet yalnýz zükûret ve ünûset keyfiyetine deðil, belki o çocuðun acib istidad-ý husûsîsi ve istikbalde kesbedeceði vaziyetine medâr olan mukadderat-ý hayatiyesinin mebâdîleri, hatta sîmâsýndaki gâyet acib olan Sikke-i Samediyet muraddýr ki, çocuðun o tarzda bilinmesi, ilm-i Allâm-ül Guyûb'a mahsustur. Yüzbin röntgen-misal fikr-i beþerî birleþse, yine o çocuðun umum efrâd-ý beþeriyeye karþý birer alâmet-i fârikasý bulunan yalnýz hakikî sîmâ-yý vechiyesini keþfedemez. Nerede kaldý ki sîmâ-yý vechîsinden yüz defa daha harika olan istidadýndaki sîmâ-yý mânevîyi keþfedebilsin. Baþta dedik ki: Vücud ve hayat ve Rahmet, bu kâinatta en mühim hakikatlardýr ve en mühim makam onlarýndýr. Ýþte onun için o câmi hakikat-ý hayatiye, bütün incelikleriyle ve dekaikiyle irade-i hâssaya ve Rahmet-i hâssaya ve meþîet-i hâssaya bakmalarýnýn bir sýrrý þudur ki: Hayat, bütün cihazatiyle ve cihâtiyle þükür ve ubûdiyet ve tesbihin menþe ve medârý olduðundandýr ki, irade-i hassaya hicab olan yeknesaklýk ve kaidelik ve Rahmet-i hassaya perde olan vesâit-i zâhiriye konulmamýþtýr. Cenab-ý Hakk'ýn rahm-ý mâderdeki çocuklarýn sîmâ-yý maddî ve mânevîlerinde iki cilvesi var: Birisi: Vahdetini Ehadiyetini ve Samediyetini gösterir ki, o çocuk âzâ-yý esasîde ve cihazat-ý insaniyenin enva'ýnda sair insanlarla muvafýk ve mutabýk olduðu cihetle, Hâlýk ve Sâniinin vahdetine þehadet ediyor. O cenin bu lisan ile baðýrýyor ki: "Bana bu sîmâ ve âzayý veren kim ise, bütün esasat-ý âzâda bana benziyen bütün insanlarýn sânii dahi O'dur. Ve hem bütün zîhayatýn sânii O'dur." Ýþte rahm-i maderdeki cenînin bu lisaný, gaybî deðil, kaideye ve ýttýrada ve nev'ine tabî olduðu için mâlûmdur, bilinebilir. Âlem-i þEhadetten âlem-i gayba girmiþ bir daldýr ve bir dildir. Ýkinci Cihet: Sîmâ-yý istidâdiye-i hususiyesi ve sîmâ-yý vechiye-i þahsiyesi lisaniyle Sâniinin ihtiyarýný, iradesini ve meþietini ve Rahmet-i hassasýný ve hiçbir kayd altýnda olmadýðýný, baðýrýp gösteriyor. Fakat bu lisan, gayb-ül-gaybdan geliyor. Ýlm-i ezelîden baþkasý, kabl-el vücud bunu göremiyor ve ihata edemiyor. Rahm-i mâderde iken bu sîmânýn binde bir cihazatý görünmekle, bilinmiyor! Elhasýl: Cenînin sîmâ-yý istidadîsinde ve sîmâ-yý vechiyesinde hem delil-i Vahdaniyet var, hem ihtiyar ve irade-i Ýlâhiyyenin hücceti vardýr. Eðer Cenab-ý Hak muvaffak etse, mugayyebat-ý Hamseye dair bazý nükteler yazýlacaktýr. Þimdilik bundan fazla vaktim ve hâlim müsaade etmedi, hâtime veriyorum. اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى Said Nursî سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * * * Link zu diesem Kommentar Auf anderen Seiten teilen Mehr Optionen zum Teilen...
Empfohlene Beiträge