EMRE Geschrieben 21. Dezember 2008 Teilen Geschrieben 21. Dezember 2008 Yirmidördüncü Mektub بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ يَفْعَلُ اللّهُ مَا يَشَاءُ وَ يَحْكُمُ مَا يُرِيدُ Sual: Eâzým-ý Esmâ-i Ýlâhiyeden olan Rahîm ve Hakîm ve Vedûd'un iktiza ettikleri þefkatperverane terbiye ve maslahatkârane tedbir ve muhabbetdarane taltif, nasýl ve ne suretle, müdhiþ ve muvahhiþ olan mevt ve adem ile, zeval ve firak ile, musibet ve meþakkat ile tevfik edilebilir? Haydi insan saadet-i ebediyeye gittiði için, mevt yolunda geçtiðini hoþ görelim; fakat bu nazik ve nazenin ve zîhayat olan eþcar ve nebatat enva'larý ve çiçekleri ve vücuda lâyýk ve hayata âþýk ve bekaya müþtak olan hayvanat taifelerini, mütemadiyen hiçbirini býrakmayarak ifnalarýnda ve gayet sür'atle onlara göz açtýrmayarak îdamlarýnda ve onlara nefes aldýrmayarak meþakkatle çalýþtýrmalarýnda ve hiçbirini rahatta býrakmayarak musibetlerle taðyirlerinde ve hiçbirini müstesna etmeyerek öldürmelerinde ve hiçbiri durmayarak zevallerinde ve hiçbiri memnun olmayarak firaklarýnda hangi þefkat ve merhamet var, hangi hikmet ve maslahat bulunur, hangi lütuf ve merhamet yerleþebilir? Elcevap: Dâî ve muktazîyi gösteren beþ remiz ile ve gayeleri ve faideleri gösteren beþ iþaretle þu suali halleden çok geniþ ve çok derin ve çok yüksek olan hakikat-ý uzmaya uzaktan uzaða baktýrmaða çalýþacaðýz. BÝRÝNCÝ MAKAM: Beþ remizdir. Birinci Remiz: Yirmialtýncý Söz'ün hâtimelerinde denildiði gibi; nasýlki bir mâhir san'atkâr kýymetdar bir elbiseyi murassa' ve münakkaþ surette yapmak için, bir miskin adamý lâyýk olduðu bir ücrete mukabil model yaparak kendi san'at ve meharetini göstermek için; o elbiseyi o miskin adam üstünde biçer, keser, kýsaltýr, uzatýr; o adamý da oturtur, kaldýrýr, muhtelif vaziyetler verir. Þu miskin adamýn hiç bir hakký var mýdýr ki, o san'atkâra desin: "Beni güzelleþtiren bu elbiseye neden iliþip tebdil ve taðyir sh: » (M: 304) ediyorsun ve beni kaldýrýp oturtup, meþakkatle benim istirahatýmý bozuyorsun?" Aynen öyle de: Sâni'-i Zülcelâl herbir nevi mevcudatýn mahiyetini birer model ittihaz ederek ve nukuþ-u esmâsýyla kemalât-ý san'atýný göstermek için; herbir þey'e hususan zîhayata, duygularla murassa' bir vücud libasýný giydirerek, üstünde kalem-i kaza ve kaderle nakýþlar yapar; cilve-i esmâsýný gösterir. Herbir mevcuda dahi, ona lâyýk bir tarzda bir ücret olarak; bir kemal bir lezzet, bir feyz veriyor. مَالِكُ الْمُلْكِ يَتَصَرَّفُ فِى مُلْكِهِ كَيْفَ يَشَاءُ sýrrýna mazhar olan o Sâni'-i Zülcelâl'e karþý hiçbir þey'in hakký var mýdýr ki, desin: "Bana zahmet veriyorsun. Benim istirahatýmý bozuyorsun." Hâþâ! Evet mevcudatýn hiçbir cihette Vâcib-ül Vücud'a karþý haklarý yoktur ve hak dava edemezler; belki haklarý, daima þükür ve hamd ile, verdiði vücud mertebelerinin hakkýný eda etmektir. Çünki verilen bütün vücud mertebeleri vukuattýr, birer illet ister. Fakat verilmeyen mertebeler imkânattýr. Ýmkânat ise ademdir, hem nihayetsizdir. Ademler ise, illet istemezler. Nihayetsize illet olamaz. Meselâ madenler diyemezler: "Niçin nebatî olmadýk?" Þekva edemezler; belki vücud-u madenîye mazhar olduklarý için haklarý Fâtýrýna þükrandýr. Nebatat niçin hayvan olmadým deyip þekva edemez, belki vücud ile beraber hayata mazhar olduðu için hakký þükrandýr. Hayvan ise niçin insan olmadým diye þikayet edemez, belki hayat ve vücud ile beraber kýymetdar bir ruh cevheri ona verildiði için, onun üstündeki hakký, þükrandýr. Ve hâkeza kýyas et. Ey insan-ý müþtekî! Sen madum kalmadýn, vücud nimetini giydin, hayatý tattýn, camid kalmadýn, hayvan olmadýn, Ýslâmiyet nimetini buldun, dalalette kalmadýn, sýhhat ve selâmet nimetini gördün ve hâkeza... Ey nankör! Daha sen nerede hak kazanýyorsun ki, Cenâb-ý Hakk'ýn sana verdiði mahz-ý nimet olan vücud mertebelerine mukabil þükretmeyerek imkânat ve ademiyat nev'inde ve senin eline geçmediði ve sen lâyýk olmadýðýn yüksek nimetlerin sana verilmediðinden bâtýl bir hýrsla Cenâb-ý Hak'tan þekva ediyorsun ve küfran-ý nimet ediyorsun? Acaba bir adam; minare baþýna çýkmak gibi âlî derecatlý bir mertebeye çýksýn, büyük makam bulsun, sh: » (M: 305) her basamakta büyük bir nimet görsün; o nimetleri verene þükretmesin ve desin: "Niçin o minareden daha yükseðine çýkamadým" diye þekva ederek aðlayýp sýzlasýn. Ne kadar haksýzlýk eder ve ne kadar küfran-ý nimete düþer, ne kadar büyük divanelik eder, divaneler dahi anlar. Ey kanaatsýz hýrslý ve iktisadsýz israflý ve haksýz þekvalý gafil insan! Kat'iyen bil ki: Kanaat, ticaretli bir þükrandýr; hýrs, hasaretli bir küfrandýr. Ve iktisad, nimete güzel ve menfaatli bir ihtiramdýr. Ýsraf ise, nimete çirkin ve zararlý bir istihfaftýr. Eðer aklýn varsa, kanaata alýþ ve rýzaya çalýþ. Tahammül etmezsen "Ya Sabûr" de ve sabýr iste; hakkýna razý ol, teþekki etme. Kimden kime þekva ettiðini bil, sus. Her halde þekva etmek istersen; nefsini Cenab-ý Hakk'a þekva et, çünki kusur ondadýr. Ýkinci Remiz: Onsekizinci Mektub'un âhirki mes'elesinin âhirinde denildiði gibi, Hâlýk-ý Zülcelâl hayret-nüma, dehþet-engiz bir surette bir faaliyet-i Rububiyetiyle, mevcudatý mütemadiyen tebdil ve tecdid ettiðinin bir hikmeti budur: Nasýlki mahlukatta faaliyet ve hareket; bir iþtiha, bir iþtiyak, bir lezzetten, bir muhabbetten ileri geliyor. Hattâ denilebilir ki; herbir faaliyette bir lezzet nev'i vardýr; belki herbir faaliyet, bir çeþit lezzettir. Ve lezzet dahi, bir kemâle müteveccihtir; belki bir nevi kemâldir. Mâdem faaliyet bir kemâl, bir lezzet, bir cemâle iþaret eder. Ve mâdem Kemâl-i Mutlak ve Kâmil-i Zülcelâl olan Vâcib-ül Vücud, zât ve sýfât ve ef'alinde, bütün enva'-ý kemalâta câmi'dir; elbette o Zât-ý Vâcib-ül Vücud'un vücub-u vücuduna ve kudsiyetine lâyýk bir tarzda ve istiðna-i zâtîsine ve gýna-i mutlakýna muvafýk bir surette ve kemâl-i mutlakýna ve tenezzüh-ü zâtîsine münasib bir þekilde; hadsiz bir þefkat-i mukaddese ve nihayetsiz bir muhabbet-i münezzehesi vardýr. Elbette o þefkat-i mukaddeseden ve o muhabbet-i münezzeheden gelen hadsiz bir þevk-i mukaddes vardýr. Ve o þevk-i mukaddesten gelen hadsiz bir sürur-u mukaddes vardýr. Ve o sürur-u mukaddesten gelen, tabiri caiz ise, hadsiz bir lezzet-i mukaddese vardýr. Ve elbette o lezzet-i mukaddese ile beraber; hadsiz onun merhameti cihetiyle faaliyet-i kudreti içinde, mahlukatýnýn istidadlarý kuvveden fiile çýkmasýndan ve tekemmül etmesinden neþ'et eden, o mahlukatýn memnuniyetlerinden ve kemallerinden gelen Zât-ý Rahman ve Rahîm'e ait, tabiri caiz ise, hadsiz memnuniyet-i mukaddese ve hadsiz iftihar-ý mukaddes vardýr ki; hadsiz bir surette, hadsiz bir faaliyeti iktiza sh: » (M: 306) ediyor. Ve o hadsiz faaliyet dahi, hadsiz bir tebdil ve taðyir ve tahvil ve tahribi dahi iktiza ediyor. Ve o hadsiz taðyir ve tebdil dahi; mevt ve ademi, zeval ve firaký iktiza ediyor. Bir zaman, hikmet-i beþeriyenin masnuatýn gayelerine dair gösterdiði faideler nazarýmda çok ehemmiyetsiz göründü. Ve ondan bildim ki, o hikmet abesiyete gider. Onun için feylesoflarýn ileri gidenleri, ya tabiat dalaletine düþer veya Sofestaî olur veya ihtiyar ve ilm-i Sâni'i inkâr eder veya Hâlýk'a "mûcib-i bizzât" der. Ýþte o zaman rahmet-i Ýlâhiye, Hakîm ismini imdadýma gönderdi; bana da masnuatýn büyük gayelerini gösterdi. Yani herbir masnu' öyle bir mektub-u Rabbanîdir ki, umum zîþuur onu mütalaa eder. Þu gaye bir sene bana kâfi geldi. Sonra san'attaki hârikalar inkiþaf etti, o gaye kâfi gelmemeye baþladý. Daha çok büyük diðer bir gaye gösterildi. Yani: Herbir masnu'un en mühim gayeleri Sâniine bakar; onun kemalât-ý san'atýný ve nukuþ-u esmâsýný ve murassaat-ý hikmetini ve hedaya-yý rahmetini, onun nazarýna arzetmek ve cemâl ve kemâline bir âyine olmaktýr, bildim. Þu gaye hayli zaman bana kâfi geldi. Sonra san'at ve icad-ý eþyadaki hayret-engiz faaliyet içinde, gayet derecede sür'atli taðyir ve tebdildeki mu'cizat-ý kudret ve þuunat-ý Rububiyet göründü. O vakit bu gaye dahi kâfi gelmemeye baþladý. Belki þu gaye kadar büyük bir muktazî ve dâî dahi lâzýmdýr bildim. Ýþte o vakit, þu Ýkinci Remiz'deki muktazîler ve gelecek iþaretlerdeki gayeler gösterildi. Ve yakînen bana bildirildi ki: "Kâinattaki kudretin faaliyeti ve seyr ve seyelan-ý eþya o kadar manidardýr ki; o faaliyet ile Sâni'-i Hakîm, enva'-ý kâinatý konuþturuyor." Güya göklerin ve zeminin müteharrik mevcudlarý ve hareketleri, onlarýn o konuþmalarýndaki kelimelerdir ve taharrük ise bir tekellümdür. Demek faaliyetten gelen harekât ve zeval, bir tekellümat-ý tesbihiyedir. Ve kâinattaki faaliyet dahi kâinatýn ve enva'ýnýn sessizce bir konuþmasý ve konuþturmasýdýr. Üçüncü Remiz: Eþya zeval ve ademe gitmiyor, belki daire-i kudretten daire-i ilme geçiyor; âlem-i þehadetten, âlem-i gayba gidiyor; âlem-i tegayyür ve fenadan, âlem-i nura, bekaya müteveccih oluyor. Hakikat nokta-i nazarýnda eþyadaki cemâl ve kemâl; esmâ-i Ýlâhiyeye aittir ve onlarýn nukuþ ve cilveleridir. Mâdem o esmâ bâkidirler ve cilveleri daimîdir; elbette nakýþlarý teceddüd eder, tazelenir, güzelleþir. Ademe ve fenaya gitmiyor; sh: » (M: 307) belki yalnýz itibarî taayyünleri deðiþir ve medar-ý hüsn ve cemâl ve mazhar-ý feyz ve kemal olan hakikatlarý ve mahiyetleri ve hüviyet-i misaliyeleri bâkidirler. Zîruh olmayanlar, doðrudan doðruya onlardaki hüsn ve cemâl esmâ-i Ýlâhiyeye aittir, þeref onlaradýr, medih onlarýn hesabýna geçer, güzellik onlarýndýr, muhabbet onlara gider, o âyinelerin deðiþmesiyle onlara bir zarar îras etmez. Eðer zîruh ise, zevil-ukûlden deðilse, onlarýn zeval ve firaký, bir adem ve fena deðil; belki vücud-u cismanîden ve vazife-i hayatýn daðdaðasýndan kurtulup, kazandýklarý vazifenin semerelerini bâki olan ervahlarýna devrederek; onlarýn o ervah-ý bâkiyeleri dahi birer esmâ-i Ýlâhiyeye istinad ederek devam eder, belki kendine lâyýk bir saadete gider. Eðer o zîruhlar zevil-ukûlden ise; zâten saadet-i ebediyeye ve maddî ve manevî kemalâta medar olan âlem-i bekaya ve o Sâni'-i Hakîm'in dünyadan daha güzel, daha nurani olan âlem-i berzah, âlem-i misal, âlem-i ervah gibi diðer menzillerine, baþka memleketlerine bir seyr ü seferdir; bir mevt ve adem ve zeval ve firak deðil, belki kemalâta kavuþmaktýr. Elhasýl: Mâdem Sâni'-i Zülcelâl vardýr ve bâkîdir ve sýfât ve esmâsý daimî ve sermedîdirler; elbette o esmânýn cilveleri ve nakýþlarý, bir manevî beka içinde teceddüd eder; tahrib ve fena, îdam ve zeval deðildirler. Malûmdur ki insan insaniyet cihetiyle ekser mevcudatla alâkadardýr. Onlarýn saadetleriyle mütelezziz ve helâketleriyle müteellimdir. Hususan zîhayat ile ve bilhassa nev'-i beþerle ve bilhassa sevdiði ve istihsan ettiði ehl-i kemalin âlâmýyla daha ziyade müteellim ve saadetleriyle daha ziyade mes'ud olur. Hattâ þefkatli bir valide gibi, kendi saadetini ve rahatýný, onlarýn saadeti için feda eder. Ýþte her mü'min derecesine göre, nur-u Kur'an ve sýrr-ý îman ile, bütün mevcudatýn saadetleriyle ve bekalarýyla ve hiçlikten kurtulmalarýyla ve kýymetdar mektubat-ý Rabbaniye olmalarýyla mes'ud olabilir ve dünya kadar bir nur kazanabilir. Herkes derecesine göre bu nurdan istifade eder. Eðer ehl-i dalalet ise; kendi elemiyle beraber, bütün mevcudatýn helâketiyle ve fenasýyla ve zâhirî idamlarýyla, zîruh ise âlâmlarýyla müteellim olur. Yani onun küfrü, onun dünyasýna adem doldurur, onun baþýna boþaltýr; daha Cehennem'e gitmeden Cehennem'e gider. Dördüncü Remiz: Çok yerlerde dediðimiz gibi, bir padiþahýn sultan, halife, hâkim, kumandan gibi muhtelif ünvanlar ve sh: » (M: 308) sýfatlardan neþ'et eden muhtelif ayrý ayrý devair-i teþkilâtý olduðu gibi; Cenâb-ý Hakk'ýn esmâ-i hüsnâsýnýn hadd ve hesaba gelmez türlü türlü tecelliyatý vardýr. Mahlukatýn tenevvü'leri ve ihtilaflarý, o tecelliyatýn tenevvü'lerinden ileri geliyor. Ýþte her kemâl ve cemâl sahibi, fýtraten cemâl ve kemâlini görmek ve göstermek istemesi sýrrýnca; o muhtelif esmâ dahi, daimî ve sermedî olduklarý için, daimî bir surette Zât-ý Akdes hesabýna tezahür isterler; yani nakýþlarýný görmek isterler; yani kendi nakýþlarýnýn âyinelerinde cilve-i cemallerini ve in'ikas-ý kemallerini görmek ve göstermek isterler; yani kâinat kitab-ý kebirini ve mevcudatýn muhtelif mektubatýný ânen fe-ânen tazelendirmek; yani yeniden yeniye manidar yazmak; yani bir tek sahifede ayrý ayrý binler mektubatý yazmak ve herbir mektubu, Zât-ý Mukaddes ve Müsemma-yý Akdes'in nazar-ý þuhuduna izhar etmekle beraber; bütün zîþuurun nazar-ý mütalaasýna göstermek ve okutturmak iktiza ederler. Bu hakikata iþaret eden þu hakikatlý þiire bak: Kitab-ý âlemin yapraklarý, enva'-ý na-ma'dud Huruf ile kelimatý dahi, efrad-ý na-mahdud Yazýlmýþ destgâh-ý Levh-i Mahfuz-i hakikatta Mücessem lafz-ý manidardýr, âlemde her mevcud. تَاَمَّلْ سُطُورَ الْكَائِنَاتِ فَاِنَّهَا *مِنَ الْمَلاَِ اْلاَعْلَى اِلَيْكَ رَسَائِلُ Beþinci Remiz: Ýki nüktedir. Birinci Nükte: Mâdem Cenâb-ý Hak var, herþey var. Mâdem Cenâb-ý Vâcib-ül Vücud'a intisab var, herþey için bütün eþya var. Çünki Vâcib-ül Vücud'a nisbetle herbir mevcud, bütün mevcudata, vahdet sýrrýyla bir irtibat peyda eder. Demek; Vâcib-ül Vücud'a intisabýný bilen veya intisabý bilinen herbir mevcud, sýrr-ý vahdetle, Vâcib-ül Vücud'a mensub bütün mevcudatla münasebetdar olur. Demek herbir þey, o intisab noktasýnda hadsiz envar-ý vücuda mazhar olabilir. Firaklar, zevaller, o noktada yoktur. Bir ân-ý seyyale yaþamak, hadsiz envar-ý vücuda medardýr. Eðer o intisab olmazsa ve bilinmezse, hadsiz firaklara ve zevallere ve ademlere mazhar olur. Çünki o halde alâkadar olabileceði herbir mevcuda karþý bir firaký ve bir iftiraký ve bir zevali vardýr. Demek kendi þahsî vücuduna, hadsiz ademler ve firaklar yüklenir. Bir milyon sene vücudda kalsa da (intisabsýz); evvelki noktasýndaki o intisabdaki bir an yaþamak kadar olamaz. Onun için ehl-i hakikat sh: » (M: 309) demiþler ki: "Bir ân-ý seyyale vücud-u münevver, milyon sene bir vücud-u ebtere müreccahtýr." Yani: "Vücud-u Vâcib'e nisbet ile bir an vücud, nisbetsiz milyon sene bir vücuda müreccahtýr." Hem bu sýr içindir ki, ehl-i tahkik demiþler: "Envar-ý vücud ise Vâcib-ül Vücud'u tanýmakladýr." Yani: "O halde kâinat, envar-ý vücud içinde olarak melâike ve ruhaniyat ve zîþuurlar ile dolu görünür. Eðer onsuz olsa adem zulümatlarý, firak ve zeval elemleri herbir mevcudu ihata eder. Dünya, o adamýn nazarýnda boþ ve hâlî bir vahþetgâh suretinde görünür." Evet nasýlki bir aðaç meyvelerinin herbirisi, aðacýn baþýndaki bütün meyvelere karþý birer nisbeti var ve o nisbetle birer kardeþi, arkadaþý mevcud olduðundan, onlarýn adedince ârýzî vücudlarý vardýr. Ne vakit o meyve aðacýn baþýndan kesilse, herbir meyveye karþý bir firak ve zeval hasýl olur. Herbir meyve onun için madum hükmündedir. Haricî bir zulmet-i adem ona hasýl oluyor. Öyle de: Kudret-i Ehad-i Samed'e intisab noktasýnda herþey için bütün eþya var. Eðer intisab olmazsa, her þey için eþya adedince haricî ademler var. Ýþte þu remizden, îmanýn azamet-i envarýna bak ve dalaletin dehþetli zulümatýný gör. Demek îman, þu remizde beyan edilen hakikat-ý âliye-i nefs-ül emriyenin ünvanýdýr ve îman ile ondan istifade edebilir. Eðer îman olmazsa nasýlki kör, saðýr, dilsiz, akýlsýz adama herþey madumdur; öyle de imansýza herþey madumdur, zulümatlýdýr. Ýkinci Nükte: Dünyanýn ve eþyanýn üç tane yüzü var. Birinci Yüzü: Esmâ-i Ýlâhiyeye bakar, onlarýn âyineleridir. Bu yüze zeval ve firak ve adem giremez; belki tazelenmek ve teceddüd var. Ýkinci Yüzü: Âhirete bakar, âlem-i bekaya nazar eder, onun tarlasý hükmündedir. Bu yüzde bâki semereler ve meyveler yetiþtirmek var; bekaya hizmet eder, fâni þeyleri bâki hükmüne getirir. Bu yüzde dahi mevt ve zeval deðil, belki hayat ve beka cilveleri var. Üçüncü Yüzü: Fânilere, yani bizlere bakar ki; fânilerin ve ehl-i hevesatýn maþukasý ve ehl-i þuurun ticaretgâhý ve vazifedarlarýn meydan-ý imtihanlarýdýr. Ýþte bu üçüncü yüzündeki fena ve zeval, mevt ve ademin acýlarýna ve yaralarýna merhem için o üçüncü yüzün iç yüzündeki beka ve hayat cilveleri var. Elhasýl: Þu mevcudat-ý seyyale, þu mahlukat-ý seyyare, Vâcib-ül Vücud'un envar-ý icad ve vücudunu tazelendirmek için sh: » (M: 310) müteharrik âyineler ve deðiþen mazharlardýr. ÝKÝNCÝ MAKAM: Bir mukaddime, beþ iþarettir. Mukaddime iki mebhastýr. Birinci Mebhas: Bu gelecek beþ iþarette, þuunat-ý Rububiyeti rasad etmek için; birer sönük, küçük dürbin nev'inden birer temsil yazýlacak. Bu temsiller; þuunat-ý Rububiyetin hakikatýný tutamaz, ihata edemez, mikyas olamaz fakat baktýrabilir. O gelecek temsilâtta ve geçen remizlerde, Zât-ý Akdes'in þuunatýna münasib olmayan tabirat, temsilin kusuruna aittir. Meselâ: Lezzet ve sürur ve memnuniyetin bizce malûm manalarý, þuunat-ý Mukaddeseyi ifade edemiyor; fakat birer ünvan-ý mülahazadýr, birer mirsad-ý tefekkürdür. Hem dahi þu temsiller; muhit, azîm bir kanun-u Rububiyetin küçük bir misalde ucunu göstermekle, Rububiyetin þuunatýnda o kanunun hakikatýný isbat ediyor. Meselâ bir çiçek vücuddan gider, binler vücud býrakarak öyle gider denilmiþ. Onunla azîm bir kanun-u Rububiyeti gösteriyor ki; bütün bahar, belki bütün dünyadaki mevcudatta bu kanun-u Rububiyet cereyan ediyor. Evet Hâlýk-ý Rahîm, bir kuþun tüylü libasýný hangi kanunla deðiþtiriyor, tazelendiriyor; o Sâni'-i Hakîm ayný kanunla, her sene Küre-i Arz'ýn libasýný tecdid eder. Hem o ayný kanunla, her asýrda dünyanýn þeklini tebdil eder. Hem ayný kanunla, kýyamet vaktinde kâinatýn suretini taðyir edip deðiþtirir. Hem hangi kanunla zerreyi, mevlevî gibi tahrik ederse; ayný kanunla Küre-i Arz'ý meczub ve semaa kalkan mevlevî gibi döndürüyor ve o kanun ile âlemleri böyle çeviriyor ve manzume-i þemsiyeyi gezdiriyor. Hem hangi kanunla senin bedenindeki hüceyratýn zerrelerini tazelendiriyor, tamir ve tahlil ediyorsa, ayný kanunla senin baðýný her sene tecdid eder ve her mevsimde çok defa tazelendirir. Ayný kanunla, zemin yüzünü her bahar mevsiminde tecdid eder, taze bir peçe üstüne çeker. Hem o Sâni'-i Kadîr, hangi kanun-u hikmetle bir sineði ihya eder; ayný kanunla þu önümüzdeki çýnar aðacýný her baharda ihya eder ve o kanunla Küre-i Arz'ý yine o baharda ihya eder ve ayný kanunla haþirde mahlukatý da ihya eder. Þu sýrra iþareten sh: » (M: 311) مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ Kur'an ferman eder. Ve hâkeza... Kýyas et. Bunlar gibi çok kavanin-i Rububiyet vardýr ki, zerreden tâ mecmu'-u âleme kadar cereyan ediyor. Ýþte faaliyet-i Rububiyetin içindeki þu kanunlarýn azametine bak ve geniþliðine dikkat et ve içindeki sýrr-ý vahdeti gör; herbir kanun bir bürhan-ý vahdet olduðunu bil. Evet þu çok kesretli ve çok azametli kanunlar, herbiri ilim ve iradenin cilvesi olmakla beraber; hem vâhid, hem muhit olduðu için; Sâni'in vahdaniyetini ve ilim ve iradesini gayet kat'î bir surette isbat ederler. Ýþte ekser Sözlerde ekser temsilât, böyle kanunlarýn uçlarýný birer cüz'î misal ile göstermekle; müddeada, ayný kanunun vücuduna iþaret eder. Mâdem temsil ile kanunun tahakkuku gösteriliyor, bürhan-ý mantýkî gibi yakînî bir surette müddeayý isbat eder. Demek Sözlerdeki ekser temsiller; birer bürhan-ý yakînî, birer hüccet-i katýa hükmündedir. Ýkinci Mebhas: Onuncu Söz'ün Onuncu Hakikatý'nda denildiði gibi, bir aðacýn ne kadar meyveleri ve çiçekleri vardýr; her bir meyvenin, herbir çiçeðin o kadar gayeleri, hikmetleri vardýr. Ve o hikmetler üç kýsýmdýr. Bir kýsmý Sânia bakar, esmâsýnýn nakýþlarýný gösterir. Bir kýsmý zîþuurlara bakar ki, onlarýn nazarlarýnda kýymetdar mektubat ve manidar kelimattýr. Bir kýsmý kendi nefsine ve hayatýna ve bekasýna bakar ve insana faideli ise insanýn menfaatine göre hikmetleri vardýr. Ýþte herbir mevcudun böyle kesretli gayeleri bulunduðunu bir vakit düþünürken, hatýrýma Arabî tarzda ve gelecek "Beþ Ýþaret"in esasatýna nota hükmünde olarak, küllî gayelere iþaret eden þu fýkralar gelmiþtir. وَهذِهِ الْمَوْجُودَاتُ الْجَلِيَّةُ مَظَاهِرُ سَيَّالَةٌ وَمَرَايَا جَوَّالَةٌ لِتَجَدُّدِ تَجَلِّيَاتِ اَنْوَارِ اِيجَادِهِ سُبْحَانَهُ بِتَبَدُّلِ التَّعَيُّنَاتِ اْلاِعْتِبَارِيَّةِ * اَوَّلاً مَعَ اِسْتِحْفَاظِ الْمَعَانِى الْجَمِيلَةِ وَالْهُوِيَّاتِ الْمِثَالِيَّةِ وَثَانِيًا : مَعَ اِنْتَاجِ الْحَقَائِقِ الْغَيْبِيَّةِ وَالنُّسُوجِ اللَّوْحِيَّةِ وَثَالِثًا : مَعَ نَشْرِ الثَّمَرَاتِ اْلاُخْرَوِيَّةِ وَالْمَنَاظِرِ السَّرْمَدِيَّةِ وَرَابِعًا : مَعَ اِعْلاَنِ التَّسْبِيحَاتِ الرَّبَّانِيَّةِ وَ اِظْهَارِ sh: » (M: 312) الْمُقْتَضِيَاتِ اْلاَسْمَائِيَّةِ* وَخَامِسًا : لِظُهُورِ الشُّؤُنَاتِ السُّبْحَانِيَّةِ وَالْمَشَاهِدِ الْعِلْمِيَّةِ Ýþte bu beþ fýkrada, gelecekte bahsedeceðimiz iþaratýn esasatý var. Evet herbir mevcud (hususan zîhayat olanlarýn) beþ tabaka ayrý ayrý hikmetleri ve gayeleri var. Nasýlki meyvedar bir aðaç, birbirinin üstündeki dallarý semere verir; öyle de: Herbir zîhayatýn, beþ tabaka muhtelif gayeleri bulunur ve hikmetleri var. Ey insan-ý fâni! Senin cüz'î bir çekirdek hükmündeki kendi hakikatýný, meyvedar bir þecere-i bâkiyeye inkýlab etmesini ve beþ iþarette gösterilen on tabaka meyvelerini ve on nevi gayelerini elde etmesini istersen, hakikî îmaný elde et. Yoksa bütün onlardan mahrum kalmakla beraber, o çekirdek içinde sýkýþýp çürüyeceksin. Birinci Ýþaret: فَاَوَّلاً: بِتَبَدُّلِ التَّعَيُّنَاتِ اْلاِعْتِبَارِيَّةِ مَعَ اِسْتِحْفَاظِ الْمَعَانِى الْجَمِيلَةِ وَالْهُوِيَّاتِ الْمِثَالِيَّةِ fýkrasý ifade ediyor ki: Bir mevcud vücuddan gittikten sonra, zâhiren kendisi ademe, fenaya gider; fakat ifade ettiði manalar bâki kalýr, mahfuz olur. Hüviyet-i misaliyesi ve sureti ve mahiyeti dahi âlem-i misalde ve âlem-i misalin nümuneleri olan elvah-ý mahfuzada ve elvah-ý mahfuzanýn nümuneleri olan kuvve-i hâfýzalarda kalýr. Demek bir vücud-u sûrî kaybeder, yüzer vücud-u manevî ve ilmî kazanýr. Meselâ: Nasýlki bir sahifenin tab'ýna medar olan matbaa hurufatýna bir vaziyet ve bir tertib verilir ve bir sahifenin tab'ýna medar olur; ve o sahife ise suretini ve hüviyetini, basýlan müteaddid yapraklara verip ve manalarýný çok akýllara neþrettikten sonra o matbaa hurufatýnýn vaziyeti ve tertibi de deðiþtirilir. Çünki daha ona lüzum kalmadý, hem baþka sahifelerin tab'ý lâzým geliyor. Ýþte aynen bunun gibi, þu mevcudat-ý Arziye hususan nebatiye, kalem-i kader-i Ýlâhî onlara bir tertib, bir vaziyet verir; bahar sahifesinde kudret onlarý icad eder ve güzel manalarýný ifade ederek, suretleri ve hüviyetleri âlem-i sh: » (M: 313) misal gibi âlem-i gaybýn defterine geçtikleri için, hikmet iktiza ediyor ki; o vaziyet deðiþsin, tâ yeni gelecek diðer bahar sahifesi yazýlsýn, onlar dahi manalarýný ifade etsinler. Ýkinci Ýþaret: وَثَانِيًا : مَعَ اِنْتَاجِ الْحَقَائِقِ الْغَيْبِيَّةِ وَالنُّسُوجِ اللَّوْحِيَّةِ Bu fýkra iþaret eder ki: Herbir þey -cüz'î olsun küllî olsun- vücuddan gittikten sonra (hususan zîhayat olsa) çok hakaik-i gaybiye netice vermekle beraber; âlem-i misalin defterlerinde olan levh-i misalî üstünde, etvar-ý hayatý adedince suretleri býrakýp, o suretlerden, manidar olan ve mukadderat-ý hayatiye denilen sergüzeþt-i hayatiyeleri yazýlýr ve ruhaniyata bir mütalaagâh olur. Nasýlki meselâ bir çiçek vücuddan gider, fakat yüzer tohumcuklarýný ve tohumcuklarda mahiyetini vücudda býrakmakla beraber; küçük elvah-ý mahfuzada ve elvah-ý mahfuzanýn küçük nümuneleri olan hâfýzalarda binler suretini býrakýp, zîþuurlara etvar-ý hayatýyla ifade ettiði tesbihat-ý Rabbaniye ve nukuþ-u esmâiyeyi okutturur, sonra gider. Öyle de: Yeryüzünün saksýsýnda güzel masnuatla münakkaþ olan bahar mevsimi, bir çiçektir; zâhiren zeval bulur, ademe gider, fakat onun tohumlarý adedince ifade ettikleri hakaik-i gaybiye ve çiçekleri adedince neþrettiði hüviyet-i misaliye ve mevcudatý adedince gösterdikleri hikmet-i Rabbaniyeyi kendine bedel olarak vücudda býrakýp sonra bizden saklanýr. Hem o giden baharýn arkadaþlarý olan sair baharlara yer boþaltýr, tâ onlar gelip vazife görsünler. Demek o bahar, zâhirî bir vücudu çýkarýr; manen bin vücud giyer. Üçüncü Ýþaret: وَثَالِثًا : مَعَ نَشْرِ الثَّمَرَاتِ اْلاُخْرَوِيَّةِ وَالْمَنَاظِرِ السَّرْمَدِيَّةِ fýkrasý ifade ediyor ki: Dünya bir destgâh ve bir mezraadýr, âhiret pazarýna münasib olan mahsulâtý yetiþtirir. Çok Sözlerde isbat etmiþiz: Nasýlki cin ve insin amelleri âhiret pazarýna gönderiliyor. Öyle de: Dünyanýn sair mevcudatý dahi, âhiret hesabýna çok vazifeler görüyorlar ve çok mahsulât yetiþtiriyorlar. Belki Küre-i Arz, onlar için geziyor; belki denilebilir ki: "Onun içindir." Bu sefine-i Rabbaniye, yirmidört bin senelik bir mesafeyi bir senede geçip, meydan-ý haþrin etrafýnda dönüyor. Meselâ ehl-i Cennet, elbette arzu ederler ki, dünya maceralarýný tahattur sh: » (M: 314) etsinler ve birbirine nakletsinler; belki o maceralarýn levhalarýný ve misallerini görmeyi çok merak ederler. Elbette sinema perdelerinde görmek gibi; o levhalarý, o vak'alarý müþahede etseler çok mütelezziz olurlar. Mâdem öyledir, herhalde dâr-ý lezzet ve menzil-i saadet olan dâr-ý Cennet'te, عَلَى سُرُرٍ مُتَقَابِلِينَ iþaretiyle; sermedî manzaralarda, dünyevî maceralarýn muhaveresi ve dünyevî hâdisatýn manzaralarý Cennet'te bulunacaktýr. Ýþte bu güzel mevcudatýn bir an görünmesiyle kaybolmasý ve birbiri arkasýndan gelip geçmesi, menazýr-ý sermediyeyi teþkil etmek için, bir fabrika destgâhlarý hükmünde görünüyor. Meselâ: Nasýlki ehl-i medeniyet, fâni vaziyetlere bir nevi beka vermek ve ehl-i istikbale yadigâr býrakmak için; güzel veya garib vaziyetlerin suretlerini alýp, sinema perdeleriyle istikbale hediye ediyor, zaman-ý maziyi zaman-ý halde ve istikbalde gösteriyor ve dercediyorlar. Aynen öyle de: Þu mevcudat-ý bahariye ve dünyeviyede kýsa bir hayat geçirdikten sonra, onlarýn Sâni'-i Hakîm'i âlem-i bekaya ait gayelerini o âleme kaydetmekle beraber âlem-i ebedîde, sermedî manzaralarda onlarýn etvar-ý hayatlarýnda gördükleri vezaif-i hayatiyeyi ve mu'cizat-ý Sübhaniyeyi, menazýr-ý sermediyede kaydetmek, mukteza-yý ism-i Hakîm ve Rahîm ve Vedûd'dur. Dördüncü Ýþaret: وَرَابِعًا : مَعَ اِعْلاَنِ التَّسْبِيحَاتِ الرَّبَّانِيَّةِ وَ اِظْهَارِ الْمُقْتَضِيَاتِ اْلاَسْمَائِيَّةِ fýkrasý ifade ediyor ki: Mevcudat etvar-ý hayatýyla, müteaddid enva'-ý tesbihat-ý Rabbaniyeyi yapýyor. Hem esmâ-i Ýlâhiyenin iktiza ve istilzam ettikleri hâlâtý gösteriyor ki... Meselâ: Rahîm ismi þefkat etmek ister, Rezzak ismi rýzýk vermek iktiza eder, Latif ismi lütfetmek istilzam eder ve hâkeza bütün esmânýn birer birer muktezasý vardýr. Ýþte herbir zîhayat hayatýyla ve vücuduyla o esmânýn muktezasýný göstermekle beraber, cihazatý adedince Sâni'-i Hakîm'e tesbihat yapýyorlar. Meselâ: Nasýlki bir insan güzel meyveler yer, o meyveler midesinde daðýlýr, erir, zâhiren mahvolur; fakat aðzýndan, midesinden baþka bütün hüceyrat-ý bedeniyede faaliyetkârane bir lezzet, bir zevk vermekle beraber, aktar-ý bedendeki vücudu ve hayatý beslemek ve idame-i hayat etmek gibi pek çok hikmetlerin vücuduna medar oluyor. O taam kendisi de vücud-u nebatîden hayat-ý insaniye tabakasýna çýkýyor, terakki sh: » (M: 315) ediyor. Aynen öyle de: Þu mevcudat zeval perdesinde saklandýklarý vakit; onlarýn yerinde herbirisinin pek çok tesbihatý bâki kalmakla beraber, pek çok esmâ-i Ýlâhiyenin de nukuþlarýný ve mukteziyatýný o esmânýn ellerine býrakýr. Yani bir vücud-u bâkiyeye tevdi ederler, öyle giderler. Acaba fâni ve muvakkat bir vücudun gitmesiyle onun yerine bir nevi bekaya mazhar binler vücud kalsa; denilir mi ki, ona yazýk oldu veyahut abes oldu veyahut þu sevimli mahluk neden gitti.. þekva edilebilir mi? Belki onun hakkýndaki rahmet, hikmet, muhabbet öyle iktiza ediyorlar ve öyle olmak gerektir. Yoksa birtek zarar gelmemek için, binler menfaati terketmek lâzým gelir ki; o halde binler zarar olur. Demek Rahîm, Hakîm ve Vedud isimleri; zevale ve firaka muarýz deðiller, belki istilzam edip iktiza ediyorlar. Beþinci Ýþaret: وَخَامِسًا : لِظُهُورِ الشُّؤُنَاتِ السُّبْحَانِيَّةِ وَالْمَشَاهِدِ الْعِلْمِيَّةِ fýkrasý ifade ediyor ki: "Mevcudat -hususan zîhayat olanlar- vücud-u sûrîden gittikten sonra bâki çok þeyleri býrakýrlar, öyle giderler..." Ýkinci Remizde beyan edildiði gibi, Zât-ý Vâcib-ül Vücud'un kudsiyet ve istiðna-i kemaline muvafýk bir tarzda ve ona lâyýk bir surette; hadsiz bir muhabbet, nihayetsiz bir þefkat, gayetsiz bir iftihar, -tabiri caiz ise- mukaddes hadsiz bir memnuniyet, bir sevinç, -tabirde hata olmasýn- hadsiz bir lezzet-i mukaddese, bir ferah-ý münezzeh þuunat-ý Rububiyetinde bulunur ki; onlarýn âsârý bilmüþahede görünüyor. Ýþte o þuunat, iktiza ettikleri hayret-nüma faaliyet içinde, mevcudat tebdil ve taðyir ile, zeval ve fena içinde sür'atle sevkediliyor.. mütemadiyen âlem-i þehadetten âlem-i gayba gönderiliyor. Ve o þuunatýn cilveleri altýnda mahlukat; daimî bir seyr ve seyelan, bir hareket ve cevelan içinde çalkanmakta ve ehl-i gafletin kulaklarýna vaveylâ-i firak ve zevali ve ehl-i hidayetin sem'ine velvele-i zikr ve tesbihi daðýtmaktadýrlar. Bu sýrra binaen herbir mevcud Vâcib-ül Vücud'un bâki þuunatýnýn tezahürüne bâki birer medar olacak manalarý, keyfiyetleri, haletleri vücudda býrakýp öyle gidiyorlar. Hem o mevcud, bütün müddet-i hayatýnda geçirdiði etvar ve ahvali, ilm-i ezelînin ünvanlarý olan Îmam-ý Mübin, Kitab-ý Mübin, Levh-i Mahfuz gibi vücud-u ilmî dairelerinde vücud-u haricîsini temsil eden mufassal bir vücud dahi býrakýp öyle giderler. Demek her fâni; bir vücudu terkeder, binler bâki vücudlarý sh: » (M: 316) kazanýr, kazandýrýr. Meselâ: Nasýlki hârikulâde bir fabrika makinesine âdi bazý maddeler atýlýr; içinde yanarlar, zâhiren mahvolur; fakat o fabrikanýn inbiklerinde çok kýymetdar kimya maddeleri ve edviyeler teressüb eder. Hem onun kuvvetiyle ve buharýyla o fabrikanýn çarklarý döner; bir taraftan kumaþlarý dokumasýna, bir kýsmý kitab tab'ýna, bir kýsmý da þeker gibi baþka kýymetdar þeyleri imal etmesine medar oluyor ve hâkeza... Demek o âdi maddelerin yanmasýyla ve zâhiren mahvolmasýyla, binler þeyler vücud buluyor. Demek âdi bir vücud gider, âlî çok vücudlarý irsiyet býrakýr. Ýþte þu halde, o âdi maddeye yazýk oldu denilir mi? Fabrika sahibi neden ona acýmadý, yandýrdý; o sevimli maddeleri mahvetti, þikayet edilir mi? Aynen öyle de وَلِلّهِ اْلمَثَلُ اْلاَعْلَى Hâlýk-ý Hakîm ve Rahîm ve Vedûd mukteza-yý rahmet ve hikmet ve vedûdiyet olarak, kâinat fabrikasýna hareket veriyor; herbir vücud-u fâniyi çok bâki vücudlara çekirdek yapar, makasýd-ý Rabbaniyesine medar eder, þuunat-ý Sübhaniyesine mazhar kýlar, kalem-i kaderine mürekkeb ittihaz eder ve kudretin dokumasýna bir mekik yapar ve daha bilmediðimiz pek çok inayat-ý galiye ve makasýd-ý âliye için, kendi faaliyet-i kudretiyle kâinatý faaliyete getirir. Zerratý cevelâna, mevcudatý seyerana, hayvanatý seyelâna, seyyaratý deverana getirir, kâinatý konuþturur; âyâtýný ona sessiz söylettirir ve ona yazdýrýr. Ve mahlukat-ý Arzýyeyi Rububiyeti noktasýnda, havayý emir ve iradesine bir nevi arþ ve nur unsurunu ilim ve hikmetine diðer bir arþ ve suyu ihsan ve rahmetine baþka bir arþ ve topraðý hýfz ve ihyasýna bir çeþit arþ yapmýþ. O arþlardan üçünü, mahlukat-ý Arzýye üstünde gezdiriyor. Kat'iyen bil ki: Bu beþ Remiz'de ve beþ Ýþaret'te gösterilen parlak hakikat-ý âliye, nur-u Kur'an ile görünür ve îmanýn kuvvetiyle sahib olunabilir. Yoksa o hakikat-ý bâkiye yerine, gayet müdhiþ bir zulümat geçer. Ehl-i dalalet için dünya, firaklar ve zevaller ile dolu ve ademler ile mâlâmâldir. Kâinat, onun için manevî bir Cehennem hükmüne geçer. Herþey onun için âni bir vücud ile, hadsiz bir adem ihata ediyor. Bütün mazi ve müstakbel, zulümat-ý ademle memlûdür; yalnýz kýsacýk bir zaman-ý halde, bir hazîn nur-u vücud bulabilir. Fakat sýrr-ý Kur'an ve nur-u iman ile, ezelden ebede kadar bir nur-u vücud görünür; ona alâkadar olur ve onunla saadet-i ebediyesini temin eder. sh: » (M: 317) Elhasýl: Bir Þâir-i Mýsrî'nin tarzýnda deriz: Derya olunca nefes Parelenince kafes Tâ kesilince bu ses Çaðýrýrým: Ya Hak! Ya Mevcud! Ya Hayy! Ya Mabud! Ya Hakîm! Ya Maksud! Ya Rahîm! Ya Vedûd!.. Ve baðýrarak derim: لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ الْمَلِكُ الْحَقُّ الْمُبِينُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّهِ صَادِقُ الْوَعْدِ اْلاَمِينُ Ve îman ederek isbat ederim: اِنَّ الْبَعْثَ بَعْدَ الْمَوتِ حَقٌّ وَ الْجَنَّةَ حَقٌ وَ النَّارَ حَقٌّ وَ اِنَّ السَّعَادَةَ اْلاَبَدِيَّةَ حَقٌّ وَ اِنَّ اللّهَ رَحِيمٌ حَكِيمٌ وَدُودٌ وَ اِنَّ الرَّحْمَةَ وَ الْحِكْمَةَ وَ الْمَحَبَّةَ مُحِيطَةٌ بِجَمِيعِ اْلاَشْيَاءِ وَ شُؤُنَاتِهَا وَقَالُوا اْلحَمْدُ لِلّهِ الَّذِى هَدَينَا لِهذَا وَمَا كُنَّا لِنَهْتَدِىَ لَوْلاَ اَنْ هَدَينَا اللّهُ لَقَدْ جَاءَتْ رُسُلُ رَبِّنَا بِاْلحَقِّ * سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا اِنْ نَسِينَا اَوْ اَخْطَاْنَا اَللّهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ صَلاَةً تَكُونُ لَكَ رِضَاءً وَ لِحَقِّهِ اَدَاءً وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ وَ سَلِّمْ آمِين. وَ الْحَمْدُ ِللّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ. سُبْحَانَ مَنْ جَعَلَ حَدِيقَةَ اَرْضِهِ. مَشْهَرَ صَنْعَتِهِ. مَحْشَرَ خِلْقَتِهِ. مَظْهَرَ قُدْرَتِهِ. مَدَارَ حِكْمَتِهِ. مَزْهَرَ رَحْمَتِهِ. مَزْرَعَ جَنَّتِهِ. مَمَرَّ الْمَخْلُوقَاتِ. مَسِيلَ الْمَوْجُودَاتِ. مَكِيلَ الْمَصْنُوعَاتِ. فَمُزَيَّنُ الْحَيْوَانَاتِ sh: » (M: 318) مُنَقَّشُ الطُّيُورَاتِ. مُثَمَّرُ الشَّجَرَاتِ. مُزَهَّرُ النَّبَاتَاتِ. مُعْجِزَاتُ عِلْمِهِ خَوَارِقُ صُنْعِهِ. هَدَايَاءُ جُودِهِ. بَرَاهِينُ لُطْفِهِ. دَلاَئِلُ الْوَحْدَةِ لَطَائِفُ الْحِكْمَةِ. شَوَاهِدُ الرَّحْمَةِ. تَبَسُّمُ اْلاَزْهَارِ مِنْ زِينَةِ اْلاَثْمَارِ. تَسَجُّعُ اْلاَطْيَارِ فِى نَسْمَةِ اْلاَسْحَارِ. تَهَزُّجُ اْلاَمْطَارِ عَلَى خُدُودِ اْلاَزْهَارِ. تَزَيُّنُ اْلاَزْهَارِ. تَبَرُّجُ اْلاَثْمَارِ فِى هذِهِ الْجِنَانِ. تَرَحُّمُ الْوَالِدَاتُ عَلَى اْلاَطْفَالِ الصِّغَارِ فِى كُلِّ الْحَيْوَانَاتِ وَ اْلاِنْسَانِ . تَعَرُّفُ وَدُودٍ. تَوَدُّدُ رَحْمَانٍ. تَرَحُّمُ حَنَّانٍ تَحَنُّنُ مَنَّانٍ لِلْجِنِّ وَ اْلاِنْسَانِ وَ الرُّوحِ وَ الْحَيْوَانِ وَ الْمَلَكِ وَ الْجَانِّ0. sh: » (M: 319) Yirmidördüncü Mektub'un Birinci Zeyli بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحِ بِحَمْدِهِ بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ قُلْ مَا يَعْبَؤُا بِكُمْ رَبِّى لَوْلاَ دُعَاؤُكُمْ Yani: "Ey insanlar! Duânýz olmazsa ne ehemmiyetiniz var." mealindeki âyetin beþ nüktesini dinle: BÝRÝNCÝ NÜKTE: Duâ bir sýrr-ý azîm-i ubudiyettir. Belki ubudiyetin ruhu hükmündedir. Çok yerlerde zikrettiðimiz gibi, duâ üç nevidir. Birinci nevi duâ: Ýstidad lisanýyladýr ki; bütün hububat, tohumlar lisan-ý istidad ile Fâtýr-ý Hakîm'e duâ ederler ki: "Senin nukuþ-u esmâný mufassal göstermek için, bize neþv ü nema ver, küçük hakikatýmýzý sünbülle ve aðacýn büyük hakikatýna çevir." Hem þu istidad lisanýyla duâ nev'inden birisi de þudur ki: Esbabýn içtimaý, müsebbebin icadýna bir duadýr. Yani: Esbab bir vaziyet alýr ki, o vaziyet bir lisan-ý hal hükmüne geçer ve müsebbebi Kadîr-i Zülcelâl'den duâ eder, isterler. Meselâ: Su, hararet, toprak, ziya bir çekirdek etrafýnda bir vaziyet alarak, o vaziyet bir lisan-ý duâdýr ki: "Bu çekirdeði aðaç yap, ya Hâlýkýmýz!" derler. Çünki o mu'cize-i hârika-i kudret olan aðaç; o þuursuz, camid, basit maddelere havale edilmez, havalesi muhaldir. Demek içtima'-ý esbab bir nevi duâdýr. Ýkinci nevi duâ: Ýhtiyac-ý fýtrî lisanýyladýr ki; bütün zîhayatlarýn iktidar ve ihtiyarlarý dâhilinde olmayan hacetlerini ve matlablarýný ummadýklarý yerden vakt-i münasibde onlara vermek için, Hâlýk-ý Rahîm'den bir nevi duâdýr. Çünki iktidar ve sh: » (M: 320) ihtiyarlarý haricinde, bilmedikleri yerden, vakt-i münasibde onlara bir Hakîm-i Rahîm gönderiyor. Elleri yetiþmiyor; demek o ihsan, duâ neticesidir. Elhasýl: Bütün kâinattan dergâh-ý Ýlâhiyeye çýkan bir duâdýr. Esbab olanlar, müsebbebatý Allah'tan isterler. Üçüncü nevi duâ: Ýhtiyaç dairesinde zîþuurlarýn duâsýdýr ki, bu da iki kýsýmdýr. Eðer ýzdýrar derecesine gelse veya ihtiyac-ý fýtrîye tam münasebetdar ise veya lisan-ý istidada yakýnlaþmýþ ise veya safi, hâlis kalbin lisanýyla ise, ekseriyet-i mutlaka ile makbuldür. Terakkiyat-ý beþeriyenin kýsm-ý azamý ve keþfiyatlarý, bir nevi duâ neticesidir. Havarik-ý medeniyet dedikleri þeyler ve keþfiyatlarýna medar-ý iftihar zannettikleri emirler, manevî bir duâ neticesidir. Hâlis bir lisan-ý istidad ile istenilmiþ, onlara verilmiþtir. Lisan-ý istidad ile ve lisan-ý ihtiyac-ý fýtrî ile olan duâlar dahi bir mani olmazsa ve þerait dâhilinde ise, daima makbuldürler. Ýkinci kýsým: Meþhur duâdýr. O da iki nevidir. Biri fiilî, biri kavlî. Meselâ çift sürmek, fiilî bir duâdýr. Rýzký topraktan deðil; belki toprak, hazine-i rahmetin bir kapýsýdýr ki, rahmetin kapýsý olan topraðý saban ile çalar. Sair kýsýmlarýn tafsilâtýný tayyedip, yalnýz kavlî duânýn bir-iki sýrlarýný gelecek iki-üç nüktede söyleyeceðiz. ÝKÝNCÝ NÜKTE: Duânýn tesiri azîmdir. Hususan duâ külliyet kesbederek devam etse; netice vermesi galibdir, belki daimîdir. Hattâ denilebilir ki: Sebeb-i hilkat-ý âlemin birisi de duâdýr. Yani, kâinatýn hilkatinden sonra, baþta nev'-i beþer ve onun baþýnda âlem-i Ýslâm ve onun baþýnda Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn muazzam olan duâsý, bir sebeb-i hilkat-ý âlemdir. Yani: Hâlýk-ý Âlem istikbalde o zâtý, nev-i beþer namýna belki mevcudat hesabýna bir saadet-i ebediye, bir mazhariyet-i esmâ-i Ýlâhiye isteyecek bilmiþ; o gelecek duâyý kabul etmiþ, kâinatý halketmiþ. Mâdem duânýn bu derece azîm ehemmiyeti ve vüs'ati vardýr; hiç mümkün müdür ki: Bin üçyüz elli senede, her vakitte, nev-i beþerden üçyüz milyon, cin ve ins ve melek ve ruhaniyattan hadd ve hesaba gelmez mübarek zâtlar bil'ittifak Zât-ý Muhammedî Aleyhissalâtü Vesselâm hakkýnda, rahmet-i uzma-yý Ýlâhiye ve saadet-i ebediye ve husul-ü maksud için duâlarý nasýl sh: » (M: 321) kabul olmasýn? Hiçbir cihetle mümkün müdür ki, o duâlarý reddedilsin? Mâdem bu kadar külliyet ve vüs'at ve devam kesbedip lisan-ý istidad ve ihtiyac-ý fýtrî derecesine gelmiþ. Elbette o Zât-ý Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, duâ neticesi olarak öyle bir makam ve mertebededir ki, bütün ukûl toplansa bir akýl olsalar, o makamýn hakikatýný tamamýyla ihata edemezler. Ýþte ey müslüman! Senin rûz-i mahþerde böyle bir þefîin var. Bu þefîin þefaatini kendine celbetmek için, sünnetine ittiba' et! Eðer desen: Mâdem o Habibullahtýr. Bu kadar salavat ve duâya ne ihtiyacý var? Elcevap: O Zât (A.S.M.) umum ümmetinin saadetiyle alâkadar ve bütün efrad-ý ümmetinin her nevi saadetleriyle hissedardýr ve her nevi musibetleriyle endiþedardýr. Ýþte kendi hakkýnda meratib-i saadet ve kemalât hadsiz olmakla beraber; hadsiz efrad-ý ümmetinin, hadsiz bir zamanda, hadsiz enva'-ý saadetlerini hararetle arzu eden ve hadsiz enva'-ý þekavetlerinden müteessir olan bir zât, elbette hadsiz salavat ve duâ ve rahmete lâyýktýr ve muhtaçtýr. Eðer desen: Bazan kat'î olacak iþler için duâ edilir. Meselâ: Husuf ve küsuf namazýndaki duâ gibi. Hem bazan hiç olmayacak þeyler için duâ edilir? Elcevap: Baþka Sözler'de izah edildiði gibi, duâ bir ibadettir. Abd, kendi aczini ve fakrýný duâ ile ilân eder. Zâhirî maksadlar ise; o duânýn ve o ibadet-i duâiyenin vakitleridir, hakikî faideleri deðil. Ýbadetin faidesi, âhirete bakar. Dünyevî maksadlar hasýl olmazsa, "O duâ kabul olmadý" denilmez. Belki "Daha duânýn vakti bitmedi" denilir. Hem hiç mümkün müdür ki: Bütün ehl-i îmanýn, bütün zamanlarda, mütemadiyen kemâl-i hulûs ve iþtiyak ve duâ ile istedikleri saadet-i ebediye onlara verilmesin ve bütün kâinatýn þehadetiyle hadsiz rahmeti bulunan o Kerim-i Mutlak, o Rahîm-i Mutlak; bütün onlarýn o duâsýný kabul etmesin ve saadet-i ebediye vücud bulmasýn? ÜÇÜNCÜ NÜKTE: Duâ-yý kavlî-i ihtiyarînin makbuliyeti, iki cihetledir. Ya ayný matlubu ile makbul olur veyahud daha evlâsý verilir. sh: » (M: 322) Meselâ: Birisi kendine bir erkek evlâd ister. Cenâb-ý Hak, Hazret-i Meryem gibi bir kýz evlâdýný veriyor. "Duâsý kabul olunmadý" denilmez. "Daha evlâ bir surette kabul edildi" denilir. Hem bazan kendi dünyasýnýn saadeti için duâ eder. Duâsý âhiret için kabul olunur. "Duâsý reddedildi" denilmez, belki "Daha enfa' bir surette kabul edildi" denilir. Ve hâkeza... Mâdem Cenâb-ý Hak Hakîm'dir; biz ondan isteriz, o da bize cevap verir. Fakat hikmetine göre bizimle muamele eder. Hasta, tabibin hikmetini ittiham etmemeli. Hasta bal ister; tabib-i hâzýk, sýtmasý için sulfato verir. "Tabib beni dinlemedi" denilmez. Belki âh ve fîzârýný dinledi, iþitti, cevap da verdi; maksudun iyisini yerine getirdi. DÖRDÜNCÜ NÜKTE: Duânýn en güzel, en latif, en leziz, en hazýr meyvesi, neticesi þudur ki: Duâ eden adam bilir ki, birisi var ki; onun sesini dinler, derdine derman yetiþtirir, ona merhamet eder. Onun kudret eli herþey'e yetiþir. Bu büyük dünya hanýnda o yalnýz deðil; bir Kerim zât var, ona bakar, ünsiyet verir. Hem onun hadsiz ihtiyacatýný yerine getirebilir ve onun hadsiz düþmanlarýný def'edebilir bir zâtýn huzurunda kendini tasavvur ederek, bir ferah, bir inþirah duyup, dünya kadar aðýr bir yükü üzerinden atýp َالْحَمْدُ ِللّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ der. BEÞÝNCÝ NÜKTE: Duâ, ubudiyetin ruhudur ve hâlis bir imanýn neticesidir. Çünki duâ eden adam, duâsý ile gösteriyor ki: Bütün kâinata hükmeden birisi var ki; en küçük iþlerime ýttýla'ý var ve bilir, en uzak maksadlarýmý yapabilir, benim her halimi görür, sesimi iþitir. Öyle ise; bütün mevcudatýn bütün seslerini iþitiyor ki, benim sesimi de iþitiyor. Bütün o þeyleri o yapýyor ki, en küçük iþlerimi de ondan bekliyorum, ondan istiyorum. Ýþte duânýn verdiði hâlis tevhidin geniþliðine ve gösterdiði nur-u îmanýn halâvet ve safîliðine bak, قُلْ مَا يَعْبَؤُا بِكُمْ رَبِّى لَوْلاَ دُعَاؤُكُمْ sýrrýný anla ve وَ قَالَ رَبُّكُمُ ادْْعُونِى اَسْتَجِبْ لَكُمْ fermanýný dinle. اَكَرْ نَهْ خَواهِى دَادِ , نَهْ دَادِى خَواهِ. denildiði gibi: Eðer vermek sh: » (M: 323) istemeseydi, istemek vermezdi. سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ اَللّهُمَّ صَلِّىعَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ مِنَ اْلاَزَلِ اِلَى اْلاَبَدِ عَدَدَ مَا فِى عِلْمِ اللّهِ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ وَ سَلِّمْ سَلِّمْنَا وَ سَلِّمْ دِينَنَا آمِينَ. وَ الْحَمْدُ ِللّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ sh: » (M: 324) Yirmidördüncü Mektub'un Ýkinci Zeyli (Mi'râc-ý Nebevî hakkýndadýr) بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ وَلَقَدْ رَآهُ نَزْلَةً اُخْرَى عِنْدَ سِدْرَةِ الْمُنْتَهَى عِنْدَهَا جَنَّةُ الْمَاْوَى اِذْ يَغْشَى السِّدْرَةَ مَا يَغْشَى مَا زَاغَ الْبَصَرُ وَمَا طَغَى لَقَدْ رَاَى مِنْ آيَاتِ رَبِّهِ الْكُبْرَى (Mevlid-i Nebevînin Mi'râciye kýsmýnda beþ nükteyi beyan edeceðiz.) BÝRÝNCÝ NÜKTE: Cennet'ten getirilen Burak'a dair, Mevlid yazan Süleyman Efendi hazîn bir aþk macerasýný beyan ediyor. O zât ehl-i velayet olduðu ve rivayete bina ettiði için, elbette bir hakikatý o suretle ifade ediyor. Hakikat þu olmak gerektir ki: Âlem-i bekanýn mahluklarý, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn nuruyla pek alâkadardýrlar. Çünki onun getirdiði nur iledir ki; Cennet ve dâr-ý âhiret, cin ve ins ile þenlenecek. Eðer o olmasaydý, o saadet-i ebediye olmazdý ve Cennet'in her nevi mahlukatýndan istifadeye müstaid olan cin ve ins, Cennet'i þenlendirmeyeceklerdi; bir cihette sahipsiz virane kalacaktý. Yirmidördüncü Söz'ün Dördüncü Dalýnda beyan edildiði gibi: Nasýlki bülbülün güle karþý dâsitâne-i aþký; taife-i hayvanatýn, taife-i nebatata derece-i aþka balið olan ihtiyacat-ý þedide-i aþknümayý, rahmet hazinesinden gelen ve hayvanatýn erzaklarýný taþýyan kafile-i nebatata karþý ilân etmek için, bir hatib-i Rabbanî olarak, baþta bülbül-ü gül ve her nev'den bir sh: » (M: 325) nevi bülbül intihab edilmiþ ve onlarýn naðamatý dahi, nebatatýn en güzellerinin baþlarýnda hoþ-âmedî nev'inden tesbihkârane bir hüsn-ü istikbaldir, bir alkýþlamadýr. Aynen bunun gibi: Sebeb-i hilkat-ý eflâk ve vesile-i saadet-i dâreyn ve Habib-i Rabb-ül Âlemîn olan Zât-ý Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'a karþý, nasýlki melâike nev'inden Hazret-i Cebrâil Aleyhisselâm kemâl-i muhabbetle hizmetkârlýk ediyor; melâikelerin Hazret-i Âdem Aleyhisselâm'a inkýyad ve itaatini ve sýrr-ý sücudunu gösteriyor; öyle de ehl-i Cennet'in, hattâ Cennet'in hayvanat kýsmýnýn dahi, o zâta karþý alâkalarý, bindiði Burak'ýn hissiyat-ý âþýkanesiyle ifade edilmiþtir. ÝKÝNCÝ NÜKTE: Mi'râc-ý Nebeviyedeki maceralardan birisi: Cenâb-ý Hakk'ýn Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a karþý muhabbet-i münezzehesi, "Sana âþýk olmuþum" tabiriyle ifade edilmiþ. Þu tabirat, Vâcib-ül Vücud'un kudsiyetine ve istiðna-i zâtîsine, mana-yý örfî ile münasib düþmüyor. Mâdem Süleyman Efendi'nin mevlidi, raðbet-i âmmeye mazhariyeti delaletiyle; o zât ehl-i velayettir ve ehl-i hakikattýr, elbette irae ettiði mâna sahihtir. Mâna da budur ki: Zât-ý Vâcib-ül Vücud'un hadsiz cemâl ve kemâli vardýr. Çünki bütün kâinatýn aksamýna inkýsam etmiþ olan cemâl ve kemâlin bütün enva'ý, onun cemâl ve kemâlinin emareleri, iþaretleri, âyetleridir. Ýþte her halde cemâl ve kemâl sahibi, bilbedahe cemâl ve kemâlini sevmesi gibi, Zât-ý Zülcelâl dahi cemâlini pekçok sever. Hem kendine lâyýk bir muhabbetle sever. Hem cemâlinin þuaatý olan esmâsýný dahi sever. Mâdem esmâsýný sever, elbette esmâsýnýn cemâlini gösteren san'atýný sever. Öyle ise, cemâl ve kemâline âyine olan masnuatýný dahi sever. Mâdem cemâl ve kemâlini göstereni sever; elbette cemâl ve kemâl-i esmâsýna iþaret eden mahlukatýnýn mehasinini sever. Bu beþ nevi muhabbete, Kur'an-ý Hakîm âyâtýyla iþaret ediyor. Ýþte Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, mâdem masnuat içinde en mükemmel ferddir ve mahlukat içinde en mümtaz þahsiyettir. Hem san'at-ý Ýlâhiyeyi, bir velvele-i zikr ve tesbih ile teþhir ediyor ve istihsan ediyor. Hem esma-i Ýlâhiyedeki cemâl ve kemâl hazinelerini, lisan-ý Kur'an ile açmýþtýr. sh: » (M: 326) Hem kâinatýn âyât-ý tekviniyesinin, Sâni'inin kemâline delaletlerini, parlak ve kat'î bir surette lisan-ý Kur'anla beyan ediyor. Hem küllî ubudiyetiyle, Rububiyet-i Ýlâhiyeye âyinedarlýk ediyor. Hem mahiyetinin câmiiyetiyle bütün esmâ-i Ýlâhiyeye bir mazhar-ý etemm olmuþtur. Elbette bunun için denilebilir ki: Cemil-i Zülcelâl, kendi cemalini sevmesiyle, o cemâlin en mükemmel âyine-i zîþuuru olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'ý sever. Hem kendi esmâsýný sevmesiyle, o esmânýn en parlak âyinesi olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'ý sever ve Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'a benzeyenleri dahi derecelerine göre sever. Hem san'atýný sevdiði için, elbette onun san'atýný en yüksek bir sada ile bütün kâinatta neþreden ve semavatýn kulaðýný çýnlatan, berr ve bahri cezbeye getiren bir velvele-i zikir ve tesbih ile ilân eden Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'ý sever ve ona ittiba' edenleri de sever. Hem masnuatýný sevdiði için, o masnuatýn en mükemmeli olan zîhayatý ve zîhayatýn en mükemmeli olan zîþuuru ve zîþuurun en efdali olan insanlarý ve insanlarýn bil'ittifak en mükemmeli olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'ý elbette daha ziyade sever. Hem kendi mahlukatýnýn mehasin-i ahlâkiyelerini sevdiði için, mehasin-i ahlâkiyede bil'ittifak en yüksek mertebede bulunan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'ý sever ve derecata göre, ona benzeyenleri dahi sever. Demek Cenâb-ý Hakk'ýn rahmeti gibi, muhabbeti dahi kâinatý ihata etmiþ. Ýþte o hadsiz mahbublar içindeki mezkûr beþ vechinin herbir vechinde en yüksek makam, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'a mahsustur ki, "Habibullah" lâkabý ona verilmiþ. Ýþte bu en yüksek makam-ý mahbubiyeti, Süleyman Efendi "Ben sana âþýk olmuþum" tabiriyle beyan etmiþtir. Þu tabir, bir mirsad-ý tefekkürdür, gayet uzaktan uzaða bu hakikata bir iþarettir. Bununla beraber mâdem bu tabir, þe'n-i Rububiyete münasib olmayan manayý hayale getiriyor; en iyisi, þu tabir yerine: "Ben senden razý olmuþum" denilmeli. sh: » (M: 327) ÜÇÜNCÜ NÜKTE: Mi'râciyedeki maceralar, malûmumuz olan mânalarla, o kudsî ve nezih hakikatlarý ifade edemiyor. Belki o muhavereler; birer ünvan-ý mülahazadýr, birer mirsad-ý tefekkürdür ve ulvî ve derin hakaika birer iþarettir ve îmanýn bir kýsým hakaikýna birer ihtardýr ve kabil-i tabir olmayan bazý mânalara birer kinayedir. Yoksa, malûmumuz olan mânalar ile bir macera deðil. Biz, hayalimiz ile o muhaverelerden o hakikatlarý alamayýz; belki kalbimizle heyecanlý bir zevk-i îmanî ve nuranî bir neþ'e-i ruhanî alabiliriz. Çünki nasýl Cenâb Hakk'ýn zât ve sýfâtýnda nazîr ve þebih ve misli yoktur; öyle de þuunat-ý Rububiyetinde misli yoktur. Sýfâtý nasýl mahlukat sýfâtýna benzemiyor, muhabbeti dahi benzemez. Öyle ise þu tabiratý, müteþabihat nev'inden tutup deriz ki: Zât-ý Vâcib-ül Vücud'un vücub-u vücuduna ve kudsiyetine münasib bir tarzda ve istiðna-i zâtîsine ve kemâl-i mutlakýna muvafýk bir surette, muhabbeti gibi bazý þuunatý var ki, Mi'râciye macerasýyla onu ihtar ediyor. Mi'râc-ý Nebeviyeye dair Otuzbirinci Söz, hakaik-i Mi'raciyeyi usûl-ü îmaniye dairesinde izah etmiþtir. Ona iktifaen burada ihtisar ediyoruz. DÖRDÜNCÜ NÜKTE: "Yetmiþ bin perde arkasýnda Cenâb-ý Hakk'ý görmüþ" tabiri, bu'diyet-i mekâný ifade ediyor. Halbuki Vâcib-ül Vücud mekândan münezzehtir, herþey'e herþeyden daha yakýndýr. Bu ne demektir? Elcevap: Otuzbirinci Söz'de mufassalan, bürhanlar ile o hakikat beyan edilmiþtir. Burada yalnýz þu kadar deriz ki: Cenâb-ý Hak bize gayet karibdir, biz ondan gayet derecede uzaðýz. Nasýlki Güneþ, elimizdeki âyine vasýtasýyla bize gayet yakýndýr ve yerde herbir þeffaf þey, kendine bir nevi arþ ve bir çeþit menzil olur. Eðer Güneþ'in þuuru olsaydý, bizimle âyinemiz vasýtasýyla muhabere ederdi. Fakat biz ondan dörtbin sene uzaðýz. Bilâ-teþbih velâ-temsil; Þems-i Ezelî, her þey'e herþeyden daha yakýndýr. Çünki Vâcib-ül Vücud'dur, mekândan münezzehtir. Hiçbir þey ona perde olamaz. Fakat herþey nihayet derecede ondan uzaktýr. Ýþte Mi'râcýn uzun mesafesiyle, وَ نَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ in ifade ettiði mesafesizliðin sýrrýyla; hem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn gitmesinde, çok mesafeyi tayyederek gitmesi ve ân-ý vâhidde yerine gelmesi sýrrý, bundan ileri geliyor. Resul-i Ekrem sh: » (M: 328) Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn Mi'râcý, onun seyr ve sülûkudur, onun ünvan-ý velayetidir. Ehl-i velayet nasýlki seyr ü sülûk-u ruhanî ile, kýrk günden tâ kýrk seneye kadar bir terakki ile, derecat-ý îmaniyenin hakkalyakîn derecesine çýkýyor. Öyle de: Bütün evliyanýn sultaný olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm; deðil yalnýz kalbi ve ruhu ile, belki hem cismiyle, hem havassýyla, hem letaifiyle, kýrk seneye mukabil kýrk dakikada, velayetinin kerâmet-i kübrasý olan Mi'râcý ile bir cadde-i kübra açarak, hakaik-i îmaniyenin en yüksek mertebelerine gitmiþ, Mi'rac merdiveniyle Arþ'a çýkmýþ, "Kab-ý Kavseyn" makamýnda, hakaik-i îmaniyenin en büyüðü olan Îman-ý Billâh ve Îman-ý Bil'âhireti aynelyakîn gözüyle müþahede etmiþ, Cennet'e girmiþ, saadet-i ebediyeyi görmüþ, o Mi'râcýn kapýsýyla açtýðý cadde-i kübrayý açýk býrakmýþ, bütün evliya-yý ümmeti seyr ve sülûk ile, derecelerine göre, ruhanî ve kalbî bir tarzda o Mi'râcýn gölgesi içinde gidiyorlar. BEÞÝNCÝ NÜKTE: Mevlid-i Nebevî ile Mi'râciyenin okunmasý, gayet nâfi' ve güzel âdettir ve müstahsen bir âdet-i Ýslâmiyedir. Belki hayat-ý içtimaiye-i Ýslâmiyenin, gayet latif ve parlak ve tatlý bir medar-ý sohbetidir. Belki hakaik-i îmaniyenin ihtarý için, en hoþ ve þirin bir derstir. Belki îmanýn envarýný ve muhabbetullah ve aþk-ý Nebevîyi göstermeye ve tahrike en müheyyiç ve müessir bir vasýtadýr. Cenâb-ý Hak bu âdeti ebede kadar devam ettirsin ve Süleyman Efendi gibi mevlid yazanlara Cenâb-ý Hak rahmet etsin, yerlerini Cennet-ül Firdevs yapsýn, âmîn... Hâtime Mâdem þu kâinatýn Hâlýký, her nev'de bir ferd-i mümtaz ve mükemmel ve câmi' halkedip, o nev'in medar-ý fahri ve kemali yapar. Elbette esmâsýndaki ism-i azam tecellisiyle, bütün kâinata nisbeten mümtaz ve mükemmel bir ferdi halkedecek. Esmâsýnda bir ism-i azam olduðu gibi, masnuatýnda da bir ferd-i ekmel bulunacak ve kâinata münteþir kemâlâtý o ferdde cem'edip, kendine medar-ý nazar edecek. O ferd her halde zîhayattan olacaktýr. Çünki enva'-ý kâinatýn en mükemmeli zîhayattýr. Ve her halde zîhayat içinde o ferd, zîþuurdan olacaktýr. Çünki zîhayatýn enva'ý içinde en mükemmeli zîþuurdur. Ve her halde o ferd-i ferîd, insandan olacaktýr. Çünki zîþuur içinde hadsiz terakkiyata müstaid, insandýr. Ve insanlar içinde her halde o ferd Muhammed Aley- sh: » (M: 329) hissalâtü Vesselâm olacaktýr. Çünki zaman-ý Âdem'den þimdiye kadar hiç bir tarih, onun gibi bir ferdi gösteremiyor ve gösteremez. Zira o zât Küre-i Arz'ýn yarýsýný ve nev'-i beþerin beþten birisini, saltanat-ý maneviyesi altýna alarak, bin üçyüz elli sene kemal-i haþmetle saltanat-ý maneviyesini devam ettirip, bütün ehl-i kemâle, bütün enva'-ý hakaikte bir "Üstad-ý Küll" hükmüne geçmiþ. Dost ve düþmanýn ittifakýyla, ahlâk-ý hasenenin en yüksek derecesine sahib olmuþ. Bidayet-i emrinde, tek baþýyla bütün dünyaya meydan okumuþ. Her dakikada yüz milyondan ziyade insanlarýn vird-i zebaný olan Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan'ý göstermiþ bir zât, elbette o ferd-i mümtazdýr, ondan baþkasý olamaz. Bu âlemin hem çekirdeði, hem meyvesi odur. عَلَيْهِ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ اَلصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ بِعَدَدِ اَنْوَاعِ الْكَائِنَاتِ وَ مَوْجُودَاتِهَا Ýþte böyle bir zâtýn mevlid ve mi'râcýný dinlemek, yani terakkiyatýnýn mebde' ve müntehasýný iþitmek, yani tarihçe-i hayat-ý maneviyesini bilmek, o zâtý kendine reis ve seyyid ve imam ve þefi' telakki eden mü'minlere; ne kadar zevkli, fahirli, nurlu, neþ'eli, hayýrlý bir müsamere-i ulviye-i diniye olduðunu anla... Ya Rab! Habib-i Ekrem (Aleyhissalâtü Vesselâm) hürmetine ve ism-i azam hakkýna, þu risaleyi neþredenlerin ve rüfekasýnýn kalblerini, envar-ý imaniyeye mazhar ve kalemlerini esrar-ý Kur'aniyeye naþir eyle ve onlara sýrat-ý müstakimde istikamet ver. Âmîn. سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى Said Nursî * * * Link zu diesem Kommentar Auf anderen Seiten teilen Mehr Optionen zum Teilen...
Empfohlene Beiträge