Zum Inhalt springen
Qries Qries Qries Qries Qries Qries

15. Mektup


Webmaster

Empfohlene Beiträge

Onbeþinci Mektub

 

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

 

Aziz kardeþim!

 

Senin birinci sualin ki: Sahabeler nazar-ý velayetle müfsidleri neden keþfedemediler? Tâ Hulefa-yý Raþidîn'in üçünün þehadetini netice verdi. Halbuki küçük Sahabelere, büyük velilerden daha büyük deniliyor?

 

Elcevap: Bunda iki makam var.

 

BÝRÝNCÝ MAKAM: Dakik bir sýrr-ý velayetin beyanýyla sual halledilir. Þöyle ki:

 

Sahabelerin velayeti, velayet-i kübra denilen, veraset-i nübüvvetten gelen, berzah tarîkýna uðramayarak, doðrudan doðruya zâhirden hakikata geçip, akrebiyet-i Ýlâhiyenin inkiþafýna bakan bir velayettir ki, o velayet yolu, gayet kýsa olduðu halde gayet yüksektir. Hârikalarý az, fakat meziyyatý çoktur. Keþif ve kerâmet orada az görünür. Hem evliyanýn kerâmetleri ise, ekserîsi ihtiyarî deðil. Ummadýðý yerden, ikrâm-ý Ýlahî olarak bir hârika ondan zuhur eder. Bu keþif ve kerâmetlerin ekserisi de, seyr ü sülûk zamanýnda, tarîkat berzahýndan geçtikleri vakit, âdi beþeriyetten bir derece tecerrüd ettiklerinden, hilaf-ý âdet hâlâta

 

sh: » (M: 53)

 

mazhar olurlar. Sahabeler ise, sohbet-i nübüvvetin in'ikasýyla ve incizabýyla ve iksiriyle tarîkattaki seyr ü sülûk daire-i azîminin tayyýna mecbur deðildirler. Bir kademde ve bir sohbette zâhirden hakikata geçebilirler. Meselâ: Nasýlki dün geceki Leyle-i Kadr'e ulaþmak için iki yol var:

 

Biri: Bir sene gezip dolaþýp, ta o geceye gelmektir. Bu kurbiyeti kazanmak için bir sene mesafeyi tayyetmek lâzým gelir. Þu ise, ehl-i sülûkün mesleðidir ki, ehl-i tarîkatýn çoðu bununla gider.

 

Ýkincisi: Zamanla mukayyed olan cism-i maddî gýlafýndan sýyrýlýp, tecerrüdle ruhen yükselip, dün geceki Leyle-i Kadr'i öbür gün Leyle-i Îd ile beraber bugünkü gibi hazýr görmektir. Çünki ruh zamanla mukayyed deðil. Hissiyat-ý insaniye ruh derecesine çýktýðý vakit, o hazýr zaman geniþlenir. Baþkalarýna nisbeten mazi ve müstakbel olan vakitler, ona nisbeten hazýr hükmündedir.

 

Ýþte bu temsile göre, dün geceki Leyle-i Kadr'e geçmek için, mertebe-i ruha çýkýp, maziyi hazýr derecesinde görmektir. Þu sýrr-ý gamýzýn esasý akrebiyet-i Ýlâhiyenin inkiþafýdýr. Meselâ: Güneþ bize yakýndýr; çünki ziyasý, harareti ve misali âyinemizde ve elimizdedir. Fakat biz ondan uzaðýz. Eðer biz nuraniyet noktasýnda onun akrebiyetini hissetsek, âyinemizdeki misalî olan timsaline münasebetimizi anlasak, o vasýta ile onu tanýsak; ziyasý harareti, heyeti ne olduðunu bilsek, onun akrebiyeti bize inkiþaf eder ve yakýnýmýzda onu tanýyýp münasebetdar oluruz. Eðer biz bu'diyetimiz nokta-i nazarýndan ona yakýnlaþmak ve tanýmak istesek, pek çok seyr-i fikrîye ve sülûk-u aklîye mecbur oluruz ki; kavanin-i fenniye ile fikren semavata çýkýp semadaki Güneþi tasavvur ederek, sonra mahiyetindeki ziya ve harareti ve ziyasýndaki elvan-ý seb'ayý uzun uzadýya tedkikat-ý fenniye ile anladýktan sonra, birinci adamýn kendi âyinesinde az bir tefekkürle elde ettiði kurbiyet-i maneviyeyi ancak elde edebiliriz.

 

Ýþte þu temsil gibi, nübüvvet ve veraset-i nübüvvetteki velayet, sýrr-ý akrebiyetin inkiþafýna bakar. Velayet-i saire ise, ekseri kurbiyet esasý üzerine gider. Bir çok meratibde seyr ü sülûke mecbur olur.

 

ÝKÝNCÝ MAKAM:

 

O hâdisata sebebiyet veren ve fesadý çeviren birkaç Yahudiden ibaret deðildir ki, onlarý keþfetmekle fesadýn önü alýnsýn. Çünki pek çok muhtelif milletlerin Ýslâmiyete girmeleriyle

 

sh: » (M: 54)

 

birbirine zýd ve muhalif çok cereyanlar ve efkâr karýþtý. Bahusus bazýlarýn gurur-u millîleri, Hazret-i Ömer'in (R.A.) darbeleriyle dehþetli yaralandýðýndan, seciyeten intikama fýrsat beklerlerdi. Çünki onlarýn hem eski dini ibtal edilmiþ, hem medar-ý þerefi olan eski hükûmeti ve saltanatý tahrib edilmiþ. Ýntikamýný, bilerek veya bilmeyerek hâkimiyet-i Ýslâmiyeden almaða hissen taraftar bir suret almýþ. Onun için, Yahudi gibi zeki ve dessas bir kýsým münafýklar, o halet-i içtimaiyeden istifade ettiler denilmiþ. Demek o hâdisatýn önünü almak, o vakitteki hayat-ý içtimaiyeyi ve muhtelif efkârý ýslahla olurdu. Yoksa bir-iki müfsidin keþfedilmesiyle olmazdý.

 

Eðer denilse: Hazret-i Ömer'in (R.A.) minber üstünde, bir aylýk mesafede bulunan Sâriye namýndaki bir kumandanýna يَا سَارِيَةُ الْجَبَل الْجَبَل deyip, Sâriye'ye iþittirip, sevk-ül ceyþ noktasýndan zaferine sebebiyet veren kerâmetkârane kumandasý ne derece keskin nazarlý olduðunu gösterdiði halde, neden yanýndaki katili Firuz'u o keskin nazar-ý velayetiyle görmedi?

 

Elcevap: Hazret-i Yâkub Aleyhisselâm'ýn verdiði cevab ile cevab veririz. (Hâþiye) Yani: Hazret-i Yâkub'dan sorulmuþ ki: "Ne için Mýsýr'dan gelen gömleðinin kokusunu iþittin de,

 

زمِضْرش بُوى بِيراهَنْ شِنِيدِى

 

جِرَاوَرْ جَاهِ كَنْعَانَشْ نَدِيدِى

 

بَكُفْتْ اَخْوَالِ مَا بَرْقِ جَهَانَسْتْ

 

وَمِى بَنِيدَنوُ ويكزدَمْ نِهَانْسْتْ

 

كَهِى بَرْطَارُمِ اَعْلَى شِينَمْ

 

كَهِى بَرْ بُشْتِى بَاىِ خُودْ نَبِينَمْ

 

 

 

 

 

Sh: » (M: 55)

 

yakýnýnda bulunan Ken'an Kuyusundaki Yusuf'u görmedin?" Cevaben demiþ ki: "Bizim halimiz þimþekler gibidir; bazan görünür, bazan saklanýr. Bazý vakit olur ki, en yüksek mevkide oturup her tarafý görüyoruz gibi oluruz. Bazý vakitte de ayaðýmýzýn üstünü göremiyoruz."

 

Elhasýl: Ýnsan her ne kadar fâil-i muhtar ise de, fakat وَمَا تَشَاؤُنَ اِلاَّ اَنْ يَشَاءَ اللّهُ sýrrýnca, meþiet-i Ýlâhiye asýldýr ve kader hâkimdir. Meþiet-i Ýlâhiye, meþiet-i insaniyeyi geri verir. اِذَا جَاءَ الْقَدَرُ عُمِىَ الْبَصَرُ hükmünü icra eder. Kader söylese; iktidar-ý beþer konuþmaz, ihtiyar-ý cüz'î susar.

 

Ýkinci sualinizin meali: Hazret-i Ali (R.A.) zamanýnda baþlayan muharebelerin mahiyeti nedir? Muhariblere ve o harbde ölen ve öldürenlere ne nam verebiliriz?

 

Elcevap: Cemel Vak'asý denilen Hazret-i Ali ile Hazret-i Talha ve Hazret-i Zübeyr ve Âiþe-i Sýddýka (Radýyallahü Teâlâ anhüm ecmaîn) arasýnda olan muharebe; adalet-i mahza ile, adalet-i izafiyenin mücadelesidir. Þöyle ki:

 

Hazret-i Ali, adalet-i mahzayý esas edip, Þeyheyn zamanýndaki gibi o esas üzerine gitmek için içtihad etmiþ. Muarýzlarý ise: Þeyheyn zamanýndaki safvet-i Ýslâmiye adalet-i mahzaya müsaid idi, fakat mürur-u zamanla Ýslâmiyetleri zaîf muhtelif akvam hayat-ý içtimaiye-i Ýslâmiyeye girdikleri için, adalet-i mahzanýn tatbikatý çok müþkil olduðundan, "ehvenüþþerri ihtiyar" denilen adalet-i nisbiye esasý üzerine içtihad ettiler. Münakaþa-i içtihadiye siyasete girdiði için, muharebeyi intaç etmiþtir. Mâdem sýrf Lillah için ve Ýslâmiyetin menafii için içtihad edilmiþ ve içtihaddan muharebe tevellüd etmiþ; elbette hem katil, hem maktul ikisi de ehl-i Cennet'tir, ikisi de ehl-i sevabdýr diyebiliriz. Her ne kadar Hazret-i Ali'nin içtihadý musîb ve mukabilindekilerin hata ise de, yine azaba müstehak deðiller. Çünki içtihad eden hakký bulsa, iki sevab var. Bulmazsa, bir nevi ibadet olan içtihad sevabý olarak bir sevab alýr. Hatasýndan mazurdur. Bizde gayet meþhur ve sözü hüccet bir zât-ý muhakkik Kürdçe demiþ ki:

 

ِى شَرِّ صَحَابَانْ مَكَه قَالُ و قِيلْ لَوْ رَا جَنَّتِينَه قَاتِلُ و هَمْ قَتِيل

 

sh: » (M: 56)

 

Yani: Sahabelerin muharebesinde kýyl ü kâl etme. Çünki hem katil ve hem maktul ikisi de ehl-i Cennet'tirler.

 

Adalet-i mahza ile adalet-i izafiyenin izahý þudur ki:

 

مَنْ قَتَلَ نَفْسًا بِغَيْرِ نَفْسٍ اَوْ فَسَادٍ فِى اْلاَرْضِ فَكَاَنَّمَا قَتَلَ النَّاسَ جَمِيعًا âyetin mana-yý iþarîsiyle: Bir masumun hakký, bütün halk için dahi ibtal edilmez. Bir ferd dahi, umumun selâmeti için feda edilmez. Cenab-ý Hakk'ýn nazar-ý merhametinde hak haktýr, küçüðüne büyüðüne bakýlmaz. Küçük, büyük için ibtal edilmez. Bir cemaatin selâmeti için, bir ferdin rýzasý bulunmadan hayatý ve hakký feda edilmez. Hamiyet namýna rýzasýyla olsa, o baþka mes'eledir.

 

Adalet-i izafiye ise: Küllün selâmeti için, cüz'ü feda eder. Cemaat için, ferdin hakkýný nazara almaz. Ehvenüþþer diye bir nevi adalet-i izafiyeyi yapmaða çalýþýr. Fakat adalet-i mahza kabil-i tatbik ise, adalet-i izafiyeye gidilmez, gidilse zulümdür.

 

Ýþte Ýmam-ý Ali Radýyallahü Anhü, adalet-i mahzayý Þeyheyn zamanýndaki gibi kabil-i tatbiktir deyip, hilafet-i Ýslâmiyeyi o esas üzerine bina ediyordu. Mukabilleri ve muarýzlarý ise, "Kabil-i tatbik deðil, çok müþkilâtý var." diye adalet-i izafiye üzerine içtihad etmiþler. Tarihin gösterdiði sair esbab ise, hakikî sebeb deðiller, bahanelerdir.

 

Eðer desen: Hilafet-i Ýslâmiye noktasýnda Ýmam-ý Ali'nin fevkalâde iktidarý, hârikulâde zekâsý ve yüksek liyakatýyla beraber seleflerine nisbeten muvaffakýyetsizliði nedendir?

 

Elcevap: O mübarek zât, siyaset ve saltanattan ziyade, daha çok mühim baþka vazifelere lâyýk idi. Eðer tam muvaffakýyet-i siyasiye ve tamam saltanat olsaydý, "Þah-ý Velayet" ünvan-ý manidarýný bihakkýn kazanamayacaktý. Halbuki zâhirî ve siyasî hilafetin pek çok fevkinde manevî bir saltanat kazandý ve Üstad-ý Küll hükmüne geçti; hattâ kýyamete kadar saltanat-ý manevîsi bâki kaldý.

 

Amma Hazret-i Ýmam-ý Ali'nin Vak'a-i Sýffîn'de, Hazret-i Muaviye'nin taraftarlarýyla muharebesi ise, hilafet ve saltanatýn muharebesidir. Yani: Hazret-i Ýmam-ý Ali, ahkâm-ý dini ve hakaik-i

 

sh: » (M: 57)

 

Ýslâmiyeyi ve âhireti esas tutup, saltanatýn bir kýsým kanunlarýný ve siyasetin merhametsiz mukteziyatlarýný onlara feda ediyordu. Hazret-i Muaviye ve taraftarlarý ise; hayat-ý içtimaiye-i Ýslâmiyeyi, saltanat siyasetleriyle takviye etmek için azimeti býrakýp ruhsatý iltizam ettiler, siyaset âleminde kendilerini mecbur zannedip ruhsatý tercih ettiler, hataya düþtüler.

 

Amma Hazret-i Hasan ve Hüseyin'in Emevîlere karþý mücadeleleri ise, din ile milliyet muharebesi idi. Yani: Emevîler, Devlet-i Ýslâmiyeyi, Arab milliyeti üzerine istinad ettirip rabýta-i Ýslâmiyeti, rabýta-i milliyetten geri býraktýklarýndan, iki cihetle zarar verdiler:

 

Birisi: Milel-i saireyi rencide ederek tevhiþ ettiler.

 

Diðeri: Unsuriyet ve milliyet esaslarý, adaleti ve hakký takib etmediðinden zulmeder. Adalet üzerine gitmez. Çünki unsuriyet-perver bir hâkim, milletdaþýný tercih eder, adalet edemez.

 

اَْلاِسْلاَمِيَّةُ جَبَّتِ الْعَصَبِيَّةَ الْجَاهِلِيَّةَ لاَ فَرْقَ بَيْنَ عَبْدٍ حَبَشِىٍّ وَسَيِّدٍ قُرَيْشِىٍّ اِذَا اَسْلَمَا

 

ferman-ý kat'îsiyle: Rabýta-i diniye yerine rabýta-i milliye ikame edilmez; edilse adalet edilmez, hakkaniyet gider.

 

Ýþte Hazret-i Hüseyin rabýta-i diniyeyi esas tutup, muhik olarak onlara karþý mücadele etmiþ, tâ makam-ý þehadeti ihraz etmiþ.

 

Eðer denilse: Bu kadar haklý ve hakikatlý olduðu halde, neden muvaffak olmadý? Hem neden kader-i Ýlahî ve rahmet-i Ýlahiye onlarýn feci bir akibete uðramasýna müsaade etmiþ?

 

Elcevap: Hazret-i Hüseyin'in yakýn taraftarlarý deðil, fakat cemaatine iltihak eden sair milletlerde, yaralanmýþ gurur-u milliyeleri cihetiyle, Arab milletine karþý bir fikr-i intikam bulunmasý Hazret-i Hüseyin ve taraftarlarýnýn safi ve parlak mesleklerine halel verip, maðlubiyetlerine sebeb olmuþ.

 

Amma kader nokta-i nazarýnda feci akibetin hikmeti ise: Hasan ve Hüseyin ve onlarýn hanedanlarý ve nesilleri, manevî bir saltanata namzed idiler. Dünya saltanatý ile manevî saltanatýn cem'i

 

sh: » (M: 58)

 

gayet müþkildir. Onun için onlarý dünyadan küstürdü, dünyanýn çirkin yüzünü gösterdi. Tâ, kalben dünyaya karþý alâkalarý kalmasýn. Onlarýn elleri muvakkat ve sûrî bir saltanattan çekildi; fakat parlak ve daimî bir saltanat-ý maneviyeye tayin edildiler; âdi valiler yerine, evliya aktablarýna merci' oldular.

 

Üçüncü suâliniz: "O mübarek zâtlarýn baþýna gelen o feci gaddarane muâmelenin hikmeti nedir?" diyorsunuz.

 

Elcevap: Sâbýkan beyan ettiðimiz gibi, Hazret-i Hüseyin'in muarýzlarý olan Emevîler saltanatýnda, merhametsiz gadre sebebiyet verecek üç esas vardý:

 

Birisi: Merhametsiz siyasetin bir düsturu olan: "Hükûmetin selâmeti ve asayiþin devamý için, eþhas feda edilir."

 

Ýkincisi: Onlarýn saltanatý, unsuriyet ve milliyete istinad ettiði için, milliyetin gaddarane bir düsturu olan: "Milletin selâmeti için herþey feda edilir."

 

Üçüncüsü: Emevîlerin Hâþimîlere karþý an'anesindeki rekabet damarý, Yezid gibi bazýlarda bulunduðu için, þefkatsiz bir gadre kabiliyet göstermiþti.

 

Dördüncü bir sebeb de Hazret-i Hüseyin'in taraftarlarýnda bulunuyordu ki; Emevîlerin Arab milliyetini esas tutup, sair milletlerin efradýna "memalik" tabir ederek köle nazarýyla bakmalarý ve gurur-u milliyelerini kýrmalarý yüzünden, milel-i saire Hazret-i Hüseyin'in cemaatine intikamkârane ve müþevveþ bir niyetle iltihak ettiklerinden, Emevîlerin asabiyet-i milliyelerine fazla dokunmuþ, gayet gaddarane ve merhametsizcesine meþhur faciaya sebebiyet vermiþlerdir.

 

Mezkûr dört esbab, zâhirîdir. Kader noktasýndan bakýldýðý vakit; Hazret-i Hüseyin ve akrabasýna o facia sebebiyle hasýl olan netaic-i uhreviye ve saltanat-ý ruhaniye ve terakkiyat-ý maneviye o kadar kýymetdardýr ki, o facia ile çektikleri zahmet, gayet kolay ve ucuz düþer. Nasýlki bir nefer, bir saat iþkence altýnda þehid edilse; öyle bir mertebeyi bulur ki, on sene baþkasý çalýþsa, ancak o mertebeyi bulur. Eðer o nefer þehid olduktan sonra ona sorulabilse, "Az bir þey ile pek çok þeyler kazandým" diyecektir.

 

Dördüncü sualinizin meali: Âhirzamanda Hazret-i Ýsa

 

sh: » (M: 59)

 

Aleyhisselâm Deccal'ý öldürdükten sonra, insanlar ekseriyetle din-i hakka girerler. Halbuki rivayetlerde gelmiþtir ki: Yeryüzünde Allah Allah diyenler bulundukça kýyamet kopmaz." Böyle umumiyetle imana geldikten sonra nasýl umumiyetle küfre giderler?

 

Elcevap: Hadîs-i sahihte rivayet edilen: "Hazret-i Îsâ Aleyhisselâm'ýn geleceðini ve Þeriat-ý Ýslâmiye ile amel edeceðini, Deccal'ý öldüreceðini" imaný zaîf olanlar istib'ad ediyorlar. Onun hakikatý izah edilse, hiç istib'ad yeri kalmaz. Þöyle ki:

 

O hadîsin ve Süfyan ve Mehdi hakkýndaki hadîslerin ifade ettikleri mana budur ki: Âhirzamanda dinsizliðin iki cereyaný kuvvet bulacak:

 

Birisi: Nifak perdesi altýnda, Risalet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) inkâr edecek Süfyan namýnda müdhiþ bir þahýs, ehl-i nifakýn baþýna geçecek, þeriat-ý Ýslâmiyenin tahribine çalýþacaktýr. Ona karþý Âl-i Beyt-i Nebevînin silsile-i nuranîsine baðlanan, ehl-i velayet ve ehl-i kemalin baþýna geçecek Âl-i Beytten Muhammed Mehdi isminde bir zât-ý nuranî, o Süfyan'ýn þahs-ý manevîsi olan cereyan-ý münafýkaneyi öldürüp daðýtacaktýr.

 

Ýkinci cereyan ise: Tabiiyyun, maddiyyun felsefesinden tevellüd eden bir cereyan-ý Nemrudane, gittikçe âhirzamanda felsefe-i maddiye vasýtasýyla intiþar ederek kuvvet bulup, uluhiyeti inkâr edecek bir dereceye gelir. Nasýl bir padiþahý tanýmayan ve ordudaki zabitan ve efrad onun askerleri olduðunu kabul etmeyen vahþi bir adam, herkese, her askere bir nevi padiþahlýk ve bir gûna hâkimiyet verir. Öyle de: Allah'ý inkâr eden o cereyan efradlarý, birer küçük Nemrud hükmünde nefislerine birer rububiyet verir. Ve onlarýn baþýna geçen en büyükleri, ispirtizma ve manyetizmanýn hâdisatý nev'inden müdhiþ hârikalara mazhar olan Deccal ise; daha ileri gidip, cebbarane sûrî hükûmetini bir nevi rububiyet tasavvur edip uluhiyetini ilân eder. Bir sineðe maðlub olan ve bir sineðin kanadýný bile icad edemeyen âciz bir insanýn uluhiyet dava etmesi, ne derece ahmakçasýna bir maskaralýk olduðu malûmdur.

 

Ýþte böyle bir sýrada, o cereyan pek kuvvetli göründüðü bir zamanda, Hazret-i Ýsa Aleyhisselâm'ýn þahsiyet-i maneviyesinden ibaret olan hakikî Îsevîlik dini zuhur edecek, yani rahmet-i Ýlâhiyenin semasýndan nüzul edecek; hâl-i hazýr Hristiyanlýk

 

sh: » (M: 60)

 

dini o hakikata karþý tasaffi edecek, hurafattan ve tahrifattan sýyrýlacak, hakaik-i Ýslâmiye ile birleþecek; manen Hristiyanlýk bir nevi Ýslâmiyete inkýlab edecektir. Ve Kur'ana iktida ederek, o Îsevîlik þahs-ý manevîsi tâbi' ve Ýslâmiyet metbu' makamýnda kalacak; din-i hak bu iltihak neticesinde azîm bir kuvvet bulacaktýr. Dinsizlik cereyanýna karþý ayrý ayrý iken maðlub olan Îsevîlik ve Ýslâmiyet ittihad neticesinde, dinsizlik cereyanýna galebe edip daðýtacak istidadýnda iken; âlem-i semavatta cism-i beþerîsiyle bulunan þahs-ý Îsâ Aleyhisselâm, o din-i hak cereyanýnýn baþýna geçeceðini, bir Muhbir-i Sadýk, bir Kadir-i Külli Þey'in va'dine istinad ederek haber vermiþtir. Mâdem haber vermiþ, haktýr; mâdem Kadir-i Külli Þey' va'detmiþ, elbette yapacaktýr. Evet her vakit semavattan melaikeleri yere gönderen ve bazý vakitte insan suretine vaz'eden (Hazret-i Cibril'in "Dýhye" suretine girmesi gibi) ve ruhanîleri âlem-i ervahtan gönderip beþer suretine temessül ettiren, hattâ ölmüþ evliyalarýn çoklarýnýn ervahlarýný cesed-i misaliyle dünyaya gönderen bir Hakîm-i Zülcelâl, Hazret-i Îsâ Aleyhisselâm'ý, Îsâ dinine ait en mühim bir hüsn-ü hâtimesi için, deðil sema-i dünyada cesediyle bulunan ve hayatta olan Hazret-i Îsâ, belki âlem-i âhiretin en uzak köþesine gitseydi ve hakikaten ölseydi, yine þöyle bir netice-i azîme için ona yeniden cesed giydirip dünyaya göndermek, o Hakîm'in hikmetinden uzak deðil.. belki onun hikmeti öyle iktiza ettiði için va'detmiþ ve va'dettiði için elbette gönderecek.

 

Hazret-i Îsâ Aleyhisselâm geldiði vakit, herkes onun hakikî Îsâ olduðunu bilmek lâzým deðildir. Onun mukarreb ve havassý, nur-u iman ile onu tanýr. Yoksa bedahet derecesinde herkes onu tanýmayacaktýr.

 

Sual: Rivayetlerde gelmiþ ki: "Deccal'ýn bir yalancý Cennet'i var; kendine tâbi' olanlarý ona atar. Hem yalancý bir Cehennemi var; tâbi' olmayanlarý ona atar. Hattâ o kendi merkebinin de bir kulaðýný Cennet gibi, bir kulaðýný da Cehennem gibi yapmýþ. Azamet-i bedeniyesi bu kadardýr, þu kadardýr..." diye tarifat var?

 

Elcevap: Deccal'ýn þahs-ý surîsi insan gibidir. Maðrur, firavunlaþmýþ, Allah'ý unutmuþ olduðundan; surî, cebbarane olan hâkimiyetine, uluhiyet namýný vermiþ bir þeytan-ý ahmaktýr ve bir insan-ý dessastýr. Fakat þahs-ý manevîsi olan dinsizlik cereyan-ý azîmi, pek cesîmdir. Rivayetlerde Deccal'a ait tavsifat-ý

 

sh: » (M: 61)

 

müdhiþe ona iþaret eder. Bir vakit Japonya'nýn baþkumandanýnýn resmi, bir ayaðý Bahr-i Muhit'te, diðer ayaðý on günlük mesafedeki Port Artür Kal'asýnda tasvir edilmiþ. O küçük Japon Kumandaný'nýn bu surette tasviriyle, ordusunun þahs-ý manevîsi gösterilmiþ.

 

Amma Deccal'ýn yalancý Cennet'i ise, medeniyetin cazibedar lehviyatý ve fantaziyeleridir. Merkebi ise, þimendifer gibi bir vasýtadýr ki bir baþýnda ateþ ocaðý bulunur, kendine tâbi' olmayanlarý bazan ateþe atar. O merkebin bir kulaðý, yani diðer baþý Cennet gibi tefriþ edilmiþ, tâbi' olanlarý oraya oturtur. Zâten sefih ve gaddar medeniyetin mühim bir merkebi olan þimendifer, ehl-i sefahet ve dünya için yalancý bir Cennet getirir. Bîçare ehl-i diyanet ve ehl-i Ýslâm için medeniyet elinde Cehennem zebanisi gibi tehlike getirir, esaret ve sefalet altýna atar.

 

Ýþte Îsevîliðin din-i hakikîsi zuhur ile ve Ýslâmiyete inkýlab etmesiyle, çendan âlemde ekseriyet-i mutlakaya nurunu neþreder. Fakat yine kýyamet kopmasýna yakýn tekrar bir dinsizlik cereyaný baþgösterir, galebe eder ve "El-hükmü lil-ekser" kaidesince, yeryüzünde "Allah Allah" diyecek kalmayacak, yani ehemmiyetli bir cemaat, Küre-i Arz'da mühim bir mevkiye sahib olacak bir surette "Allah Allah" denilmeyecek demektir. Yoksa ekalliyette kalan veyahut maðlub düþen ehl-i hak, kýyamete kadar bâki kalacak; yalnýz, kýyametin kopacaðý anýnda, kýyametin dehþetlerini görmemek için, bir eser-i rahmet olarak, ehl-i imanýn ruhlarý daha evvel kabzedilecek, kýyamet kâfirlerin baþýna kopacaktýr.

 

Beþinci sualinizin meali: Kýyametin hâdisatýndan ervah-ý bâkiye müteessir olacaklar mý?

 

Elcevap: Derecatlarýna göre müteessir olacaklar. Melaikelerin tecelliyat-ý kahriyede kendilerine göre müteessir olduklarý gibi müteessir olurlar. Nasýlki bir insan, sýcak bir yerde iken, hariçte kar ve tipi içinde titreyenleri görse, akýl ve vicdan itibariyle müteessir olur. Öyle de: Zîþuur olan ervah-ý bâkiye, kâinatla alâkadar olduklarý için, kâinatýn hâdisat-ý azîmesinden derecelerine göre müteessir olmalarýný; ehl-i azab ise elemkârane, ehl-i saadet ise hayretkârane, istiðrabkârane, belki bir cihette istibþarkârane teessüratlarý bulunmasýný, iþarat-ý Kur'aniye gösteriyor. Zira Kur'an-ý Hakîm, her zaman kýyametin acaibini tehdid suretinde zikrediyor. "Göreceksiniz..." diyor. Halbuki cism-i

 

sh: » (M: 62)

 

insanî ile onu görenler, kýyamete yetiþenlerdir. Demek, kabirde cesedleri çürüyen ervahlarýn da o tehdid-i Kur'aniyeden hisseleri var.

 

Altýncý sualinizin meali: كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ Bu âyetin âhirete, Cennet'e, Cehennem'e ve ehillerine þümûlü var mý, yok mu?

 

Elcevap: Þu mes'ele, pek çok ehl-i tahkik ve ehl-i keþif ve ehl-i velayetin medâr-ý bahsi olmuþ. Þu mes'elede söz onlarýndýr. Hem de þu âyetin çok geniþliði ve çok meratibi var. Ehl-i tahkikin bir kýsm-ý ekseri demiþler ki: Âlem-i bekaya þümûlü yok. Diðer kýsmý ise: Âni olarak onlar da az bir zamanda, bir nevi helâkete mazhar olurlar. O kadar az bir zamanda oluyor ki, fenaya gidip gelmiþ hissetmeyecekler. Amma bazý müfrit fikirli ehl-i keþfin hükmettikleri fena-yý mutlak ise, hakikat deðildir. Çünki Zât-ý Akdes-i Ýlahî mâdem sermedî ve daimîdir; elbette sýfâtý ve esmâsý dahi sermedî ve daimîdirler. Mâdem sýfâtý ve esmâsý daimî ve sermedîdirler; elbette onlarýn âyineleri ve cilveleri ve nakýþlarý ve mazharlarý olan âlem-i bekadaki bâkiyat ve ehl-i beka, fena-yý mutlaka bizzarure gidemez.

 

Kur'an-ý Hakîm'in feyzinden þimdilik iki nokta hatýra gelmiþ, icmalen yazacaðýz:

 

Birincisi: Cenâb-ý Hak öyle bir Kadîr-i Mutlak'týr ki; adem ve vücud, kudretine ve iradesine nisbeten iki menzil gibi, gayet kolay bir surette oraya gönderir ve getirir. Ýsterse bir günde, isterse bir anda oradan çevirir. Hem adem-i mutlak zâten yoktur, çünki bir ilm-i muhit var. Hem daire-i ilm-i Ýlahînin harici yok ki, birþey ona atýlsýn. Daire-i ilim içinde bulunan adem ise, adem-i haricîdir ve vücud-u ilmîye perde olmuþ bir ünvandýr. Hattâ bu mevcudat-ý ilmiyeye bazý ehl-i tahkik "a'yân-ý sabite" tabir etmiþler. Öyle ise fenaya gitmek, muvakkaten haricî libasýný çýkarýp, vücud-u manevîye ve ilmîye girmektir. Yani hâlik ve fâni olanlar vücud-u haricîyi býrakýp, mahiyetleri bir vücud-u manevî giyer, daire-i kudretten çýkýp daire-i ilme girer.

 

Ýkincisi: Çok Sözlerde izah ettiðimiz gibi: Herþey, mana-yý ismiyle ve kendine bakan vecihte hiçtir. Kendi zâtýnda müstakil ve bizâtihî sabit bir vücudu yok. Ve yalnýz kendi baþýyla kaim bir hakikatý

 

sh: » (M: 63)

 

yok. Fakat Cenâb-ý Hakk'a bakan vecihte ise, yani mana-yý harfiyle olsa, hiç deðil. Çünki onda cilvesi görünen esma-i bâkiye var. Madum deðil; çünki sermedî bir vücudun gölgesini taþýyor. Hakikatý vardýr, sabittir, hem yüksektir. Çünki mazhar olduðu bâki bir ismin sabit bir nevi gölgesidir. Hem كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ insanýn elini masivadan kesmek için bir kýlýnçtýr ki; o da Cenâb-ý Hakk'ýn hesabýna olmayan fâni dünyada, fâni þeylere karþý alâkalarý kesmek için, hükmü dünyadaki fâniyata bakar. Demek Allah hesabýna olsa, mana-yý harfiyle olsa, livechillah olsa; masivaya girmez ki كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ kýlýncýyla baþý kesilsin.

 

Elhasýl: Eðer Allah için olsa, Allah'ý bulsa; gayr kalmaz ki, baþý kesilsin. Eðer Allah'ý bulmazsa ve hesabýyla bakmazsa, herþey gayrdýr. كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ kýlýncýný istimal etmeli, perdeyi yýrtmalý, ta Onu bulmalý!..

 

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

 

Said Nursî

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

Gast
Dieses Thema wurde nun für weitere Antworten gesperrt.
×
×
  • Neu erstellen...