EMRE Geschrieben 21. Dezember 2008 Teilen Geschrieben 21. Dezember 2008 Otuzikinci Söz Þu söz üç mevkýftýr. [Yirmiikinci Söz'ün Sekizinci Lem'asýný izah eden bir zeyildir. Mevcûdât-ý âlem, vahdâniyete þehadet ettikleri ellibeþ lisandan (ki Katre Risalesi'nde onlara iþaret edilmiþ) birinci lisanýna bir tefsirdir. Ve لَوْ كَانَ فِيهِمَآ اَلِهَةٌ اِلاَّ اللَّهُ لَفَسَدَتَا âyetinin pek çok hakaikýndan, temsil libasý giydirilmiþ bir hakikattýr.] Birinci Mevkýf بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ لَوْ كَانَ فِيهِمَآ اَلِهَةٌ اِلاَّ اللَّهُ لَفَسَدَتَا لآَ اِلهَ اِلاَّ اللَّهُ وَحْدَهُ لاَ شَرِيكَ لَهُ لَهُ الْمُلْكُ وَ لَهُ الْحَمْدُ يُحْيِى وَ يُمِيتُ وَ هُوَ حَىٌّ لاَ يَمُوتُ بِيَدِهِ الْخَيْرُ وَ هُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ وَ اِلَيْهِ الْمَصِيرُ Bir Ramazan gecesinde, þu kelâm-ý tevhidînin onbir cümlesinin herbirinde birer tevhid mertebesi ve birer müjde bulunduðunu ve o mertebelerden yalnýz لاَ شَرِيكَ لَهُ deki mânâyý, basit avâmýn fehmine gelecek bir muhavere-i temsiliye ve bir münazara-i faraziye tarzýnda ve lisan-ý hali, lisan-ý kal Sûretinde söylemiþtim. Bana hizmet eden kýymetdar kardeþlerimin ve mescid arkadaþlarýmýn arzularý ve istemeleri üzerine o muhavereyi yazýyorum. Þöyle ki: sh: » (S: 628) Bütün tabiatperest, esbabperest ve müþrik gibi umum enva'-ý ehl-i þirkin ve küfrün ve dalaletin tevehhüm ettikleri þeriklerin namýna bir þahýs farzediyoruz ki: O þahs-ý farazî, mevcûdât-ý âlemden bir þeye Rab olmak istiyor ve hakikî mâlik olmak dâva etmektedir. Ýþte o müddeî, evvelâ mevcûdâtýn en küçüðü olan bir zerreye rast gelir. Ona Rab ve hakikî mâlik olmakta olduðunu; zerreye, tabiat lisanýyla, felsefe diliyle söyler. O zerre dahi, hakikat lisanýyla ve hikmet-i Rabbanî diliyle der ki: "Ben hadsiz vazifeleri görüyorum. Ayrý ayrý her masnua girip iþliyorum, bütün o vezaifi bana gördürecek, sende ilim ve kudret varsa.. hem, benim gibi hadd ü hesaba gelmeyen zerrat içinde beraber gezip (Haþiye) iþ görüyoruz. Eðer bütün emsalim o zerreleri de istihdam edip emir tahtýna alacak bir hüküm ve iktidar sende varsa.. hem Kemâl-i intizâm ile cüz olduðum mevcûdlara, meselâ kandaki küreyvat-ý hamraya hakikî mâlik ve mutasarrýf olabilirsen, bana Rab olmak dâva et; beni, Cenâb-ý Hak'tan baþkasýna isnad et. Yoksa sus! Hem bana Rab olamadýðýn gibi, müdahale dahi edemezsin. Çünki vezaifimizde ve harekâtýmýzda o kadar mükemmel bir intizâm var ki; nihayetsiz bir hikmet ve muhit bir ilim sahibi olmayan bize parmak karýþtýramaz. Eðer karýþsa, karýþtýracak. Halbuki senin gibi câmid, âciz ve kör ve iki eli tesadüf ve tabiat gibi iki körün elinde olan bir þahýs, hiçbir cihette parmak uzatamaz." O müddeî, Maddiyyunlarýn dedikleri gibi dedi ki: "Öyle ise sen kendi kendine mâlik ol. Neden baþkasýnýn hesabýna çalýþmasýný söylüyorsun?" Zerre ona cevaben der: "Eðer, güneþ gibi bir dimaðým ve ziyasý gibi ihâtalý bir ilmim ve harareti gibi þümûllü bir kudretim ve ziyasýndaki yedi renk gibi muhit duygularým ve gez- _____________________________ (Haþiye): Evet müteharrik herbir þey, zerrattan seyyarata kadar, kendilerinde olan sikke-i Samediyet ile vahdeti gösterdikleri gibi, harekâtlarýyla dahi, gezdikleri bütün yerleri vahdet namýna zabtederler. Kendi mâlikinin mülküne idhal ederler. Hareket etmeyen masnuat ise, nebâtattan nücum-u sevabite kadar, birer mühr-ü vahdâniyet hükmündedirler ki; bulunduðu mekâný, kendi Sâniinin mektubu olduðunu gösterirler. - Demek herbir nebat, herbir meyve, birer mühr-ü vahdâniyet, birer sikke-i vahdettirler ki; mekânlarýný ve vatanlarýný, vahdet namýna Sâni'lerinin mektubu olduðunu gösterirler. Elhasýl: Her bir þey, hareketiyle bütün eþyayý vahdet namýna zabteder. Demek bütün yýldýzlarý elinde tutmayan, birtek zerreye Rab olamaz. sh: » (S: 629) diðim her yere ve iþlediðim her mevcûda müteveccih birer yüzüm ve bakar birer gözüm ve geçer birer sözüm bulunsa idi, belki senin gibi ahmaklýk edip kendi kendime mâlik olduðumu dâva ederdim. Haydi def'ol git, sen benden iþ bulamazsýn!" Ýþte þeriklerin vekili, zerreden me'yus olunca, küreyvat-ý hamradan iþ bulacaðým diye, kandaki bir küreyvat-ý hamraya rast gelir. Ona esbab namýna ve tabiat ve felsefe lisanýyla der ki: "Ben sana Rab ve mâlikim." O küreyvat-ý hamra, yâni yuvarlak kýrmýzý mevcûd, ona hakikat lisanýyla ve hikmet-i Ýlahiye dili ile der: "Ben yalnýz deðilim. Eðer sikkemiz ve memuriyetimiz ve nizâmatýmýz bir olan kan ordusundaki bütün emsalime mâlik olabilirsen, hem gezdiðimiz ve Kemâl-i hikmetle istihdam olunduðumuz bütün hüceyrat-ý bedene mâlik olacak bir dakik hikmet ve azîm kudret, sende varsa göster ve gösterebilirsen belki senin dâvanda bir mânâ bulunabilir. Halbuki senin gibi sersem ve senin elindeki saðýr tabiat ve kör kuvvetle, deðil mâlik olmak belki zerre miktar karýþamazsýn. Çünki bizdeki intizâm o kadar mükemmeldir ki, ancak herþeyi görür ve iþitir ve bilir ve yapar bir zât bize hükmedebilir. Öyle ise sus! Vazifem o kadar mühim ve intizâm o kadar mükemmeldir ki; senin ile, senin böyle karmakarýþýk sözlerine cevab vermeðe vaktim yok" der, onu tardeder. Sonra onu kandýramadýðý için o müddeî gider, bedendeki hüceyre tâbir ettikleri menzilciðe rast gelir. Felsefe ve tabiat lisanýyla der: "Zerreye ve küreyvat-ý hamraya söz anlattýramadým; belki sen sözümü anlarsýn. Çünki sen, gâyet küçük bir menzil gibi birkaç þeyden yapýlmýþsýn. Öyle ise ben seni yapabilirim. Sen benim masnuum ve hakikî mülküm ol." der. O hüceyre ona cevaben, hikmet ve hakikat lisanýyla der ki: "Ben çendan küçücük bir þeyim. Fakat pek büyük vazifelerim, pek ince münasebetlerim ve bedenin bütün hüceyratýna ve heyet-i mecmuasýna baðlý alâkalarým var. Ezcümle: Evride ve þerayin damarlarýna ve hassase ve muharrike asablarýna ve cazibe, dafia, müvellide, Mûsavvire gibi kuvvelere karþý derin ve mükemmel vazifelerim var. Eðer bütün bedeni, bütün damar ve asab ve kuvveleri teþkil ve tanzim ve istihdam edecek bir kudret ve ilim sende varsa ve benim emsalim ve san'atça ve keyfiyetçe birbirimizin kardeþi olan bütün hüceyrat-ý bedeniyeye tasarruf edecek nafiz bir kudret, þamil bir hikmet, sende varsa göster, sonra ben se- sh: » (S: 630) ni yapabilirim diye dâva et. Yoksa haydi git! Küreyvat-ý hamra, bana erzak getiriyorlar. Küreyvat-ý beyza da, bana hücum eden hastalýklara mukabele ediyorlar. Ýþim var, beni meþgul etme. Hem senin gibi âciz, câmid, saðýr, kör bir þey, bize hiçbir cihetle karýþamaz. Çünki bizde o derece ince ve nazik ve mükemmel bir intizâm (Haþiye) var ki; eðer bize hükmeden bir Hakîm-i Mutlak ve Ka _______________________________ (Haþiye): Sâni'-i Hakîm, beden-i insaný gâyet muntâzam bir þehir hükmünde halketmiþtir. Damarlarýn bir kýsmý, telgraf ve telefon vazifesini görür. Bir kýsmý da çeþmelerin borularý hükmünde, âb-ý hayat olan kanýn cevelanýna medârdýrlar. Kan ise içinde iki kýsým küreyvat halkedilmiþ. Bir kýsmý küreyvat-ý hamra tâbir edilir ki, bedenin hüceyrelerine erzak daðýtýyor ve bir kanun-u Ýlahî ile hüceyrelere erzak yetiþtiriyor (tüccar ve erzak memurlarý gibi). Diðer kýsmý küreyvat-ý beyzadýrlar ki; ötekilere nisbeten ekalliyettedirler. Vazifeleri, hastalýk gibi düþmanlara karþý asker gibi müdafaadýr ki, ne vakit müdafaaya girseler Mevlevî gibi iki hareket-i devriye ile süratli bir vaziyet-i acibe alýrlar. Kanýn heyet-i mecmuasý ise; iki vazife-i umumiyesi var: Biri: Bedendeki hüceyratýn tahribatýný tamir etmek. Diðeri: Hüceyratýn enkazlarýný toplayýp, bedeni temizlemektir. Evride ve þerayin namýnda iki kýsým damarlar var ki: Biri safi kaný getirir, daðýtýr, safi kanýn mecralarýdýr. Diðer kýsmý; enkazý toplayan bulanýk kanýn mecrasýdýr ki, þu ikinci ise kaný "Ree" denilen nefesin geldiði yere getirirler. Sâni'-i Hakîm, havada iki unsur halketmiþtir. Biri azot, biri müvellid-ül humuza. Müvellid-ül humuza ise nefes içinde kana temas ettiði vakit, kaný telvis eden karbon unsur-u kesifini kehribar gibi kendine çeker. Ýkisi imtizac eder. Buharî hâmýz-ý karbon denilen (semli havaî) bir maddeye inkýlab ettirir. Hem hararet-i gariziyeyi temin eder, hem kaný tasfiye eder. Çünki Sâni'-i Hakîm, fenn-i Kimya'da aþk-ý kimyevî tâbir edilen bir münasebet-i þedideyi müvellid-ül humuza ile karbona vermiþ ki; o iki unsur birbirine yakýn olduðu vakit, o kanun-u Ýlahî ile o iki unsur imtizac ederler. Fennen sabittir ki; imtizacdan hararet hasýl olur. Çünki imtizac, bir nevi ihtiraktýr. Þu sýrrýn hikmeti þudur ki: O iki unsurun herbirisinin zerrelerinin ayrý ayrý hareketleri var. Ýmtizac vaktinde her iki zerre, yâni onun zerresi bunun zerresiyle imtizac eder, birtek hareketle hareket eder. Bir hareket muallak kalýr. Çünki imtizacdan evvel iki hareket idi; þimdi iki zerre bir oldu, her iki zerre bir zerre hükmünde bir hareket aldý. Diðer hareket, Sâni'-i Hakîm'in bir kanunu ile hararete inkýlab eder. Zâten "hareket, harareti tevlid eder" bir kanun-u mukarreredir. Ýþte bu sýrra binaen beden-i insanîdeki hararet-i gariziye, bu imtizac-ý kimyeviye ile temin edildiði gibi, kandaki karbon alýndýðý için kan dahi safi olur. Ýþte nefes dâhile girdiði vakit, vücudun hem âb-ý hayatýný temizliyor, hem nâr-ý hayatý iþ'al ediyor. Çýktýðý vakit aðýzda mu'cizât-ý kudret-i Ýlahiye olan kelime meyvelerini veriyor. فَسُبْحَانَ مَنْ تَحَيَّرَ فِى صُنْعِهِ الْعُقُولُ sh: » (S: 631) dîr-i Mutlak ve Alîm-i Mutlak olmazsa, intizâmýmýz bozulur, nizâmýmýz karýþýr. "Sonra o müddeî, onda da me'yus oldu. Bir insanýn bedenine rast gelir. Yine kör tabiat ve serseri felsefe lisaný ile Tabiiyyunun dedikleri gibi der ki: "Sen benimsin? Seni yapan benim. Veya sende hissem var." Cevaben o beden-i insanî, hakikat ve hikmet diliyle ve intizâmýnýn lisan-ý haliyle der ki: "Eðer bütün emsalim ve yüzümüzdeki sikke-i kudret ve turra-i fýtrat bir olan bütün insanlarýn bedenlerine hakikî mutasarrýf olacak bir kudret ve ilim sende varsa, hem sudan ve havadan tut, tâ nebâtat ve hayvanata kadar benim erzakýmýn mahzenlerine mâlik olacak bir servetin ve bir hâkimiyetin varsa, hem ben kýlýf olduðum gâyet geniþ ve yüksek olan ruh, kalb, akýl gibi letâif-i mâneviyeyi benim gibi dar, süflî bir zarfta yerleþtirerek, Kemâl-i hikmet ile istihdam edip ibâdet ettirecek sende nihayetsiz bir kudret, hadsiz bir hikmet varsa göster, sonra "Ben seni yaptým" de. Yoksa sus! Hem bendeki intizâm-ý ekmelin þehadetiyle ve yüzümdeki sikke-i vahdetin delaletiyle, benim Sâniim herþeye Kadîr, herþeye Alîm, herþeyi görür ve herþeyi iþitir bir zâttýr. Senin gibi sersem, âcizin parmaðý, onun san'atýna karýþamaz. Zerre miktar müdahale edemez." O þeriklerin vekili, bedende dahi parmak karýþtýracak yer bulamaz, gider, insanýn nev'ine rast gelir. Kalbinden der ki: "Belki bu daðýnýk, karmakarýþýk olan Cemâat içinde; þeytan, onlarýn ef'al-i ihtiyariye ve içtimaiyelerine karýþtýðý gibi, belki ben de ahvâl-i vücudiye ve fýtriyelerine karýþabileceðim ve parmak karýþtýracak bir yer bulacaðým. Ve onda bir yer bulup beni tardeden bedene ve beden hüceyresine hükmümü icra ederim." Onun için beþerin nev'ine, yine saðýr tabiat ve sersem felsefe lisanýyla der ki: "Siz çok karýþýk birþey görünüyorsunuz. Ben size Rab ve mâlikim veyahut hissedârým." der. O vakit nev'-i insan, hak ve hakikat lisanýyla, hikmet ve intizâmýn diliyle der ki: "Eðer bütün küre-i arza giydirilen ve nev'imiz gibi bütün hayvanat ve nebâtatýn yüzler bin enva'ýndan, rengârenk atký ve iplerden Kemâl-i hikmetle dokunan ve dikilen gömleði ve yeryüzüne serilen ve yüzbinler zîhayat enva'ýndan nescolunan ve gâyet nakýþlý bir Sûrette icad edilen haliçeyi yapacak ve her vakit Kemâl-i hikmetle tecdid edip tazelendirecek bir kudret ve hikmet sende varsa, hem eðer biz meyve olduðumuz küre-i arza ve çekirdek olduðumuz âleme tasarruf ede- sh: » (S: 632) cek ve hayatýmýza lâzým maddeleri mizan-ý hikmetle aktar-ý âlemden bize gönderecek bir muhit kudret ve þamil bir hikmet sende varsa, ve yüzümüzdeki sikke-i kudret bir olan bütün gitmiþ ve gelecek emsalimizi icad edecek bir iktidar sende varsa; belki bana rubûbiyet dâva edebilirsin. Yoksa haydi sus! Benim nev'imdeki karmakarýþýklýða bakýp parmak karýþtýrabilirim deme. Çünki intizâm mükemmeldir. O karmakarýþýk zannettiðin vaziyetler, kudretin kader kitabýna göre Kemâl-i intizâm ile bir istinsahtýr. Çünki bizden çok aþaðý olan ve bizim taht-ý nezaretimizde bulunan hayvanat ve nebâtatýn Kemâl-i intizâmlarý gösteriyor ki, bizdeki karýþýklýklar bir nevi kitabettir. Hiç mümkün müdür ki: Bir haliçenin her tarafýna yayýlan bir atký ipini san'atkârane yerleþtiren, haliçenin ustasýndan baþkasý olsun. Hem bir meyvenin mûcidi, aðacýnýn mûcidinden baþkasý olsun. Hem çekirdeði icad eden, çekirdekli cismin sâniinden baþkasý olsun. Hem gözün kördür. Yüzümdeki mu'cizât-ý kudreti, mahiyetimizdeki havarik-ý fýtratý görmüyorsun. Eðer görsen, anlarsýn ki: Benim Sâniim öyle bir zâttýr ki, hiçbir þey ondan gizlenemez, hiçbir þey ona nazlanýp aðýr gelemez. Yýldýzlar, zerreler kadar ona kolay gelir. Bir baharý bir çiçek kadar sühuletle icad eder. Koca kâinatýn fihristesini, Kemâl-i intizâmla benim mahiyetimde derceden bir zâttýr. Böyle bir zâtýn san'atýna senin gibi câmid, âciz ve kör, saðýr parmak karýþtýrabilir mi? Öyle ise, sus! Def'ol git!" der onu tardeder. Sonra o müddeî gider zeminin yüzüne serilen geniþ haliçeye ve zemine giydirilen gâyet müzeyyen ve münakkaþ gömleðe esbab namýna ve tabiat lisanýyla ve felsefe diliyle der ki: "Sende tasarruf edebilirim ve sana mâlikim veya sende hissem var" diye dâva eder. O vakit o gömlek, (Haþiye) o haliçe, hak ve hakikat namýna, lisan-ý hikmetle o müddeîye der ki: "Eðer seneler, karnlar adedince yere giydirilip sonra intizâm ile çýkarýlýp geçmiþ zamanýn ipine asýlan ve yeniden giydirilecek ve Kemâl-i intizâm ile kader dairesinde proðramlarý ve biçimleri çizilen ve tâyin olunan ve gelecek zamanýn þeridine takýlan ve intizâmlý ve hikmetli, ayrý ayrý nakýþlarý bulunan bütün gömlekleri, haliçeleri dokuyacak, icad ede- _________________________ (Haþiye): Fakat þu haliçe hem hayattardýr, hem intizâmlý bir ihtizazdadýr. Her vakit nakýþlarý Kemâl-i hikmet ve intizâm ile tebeddül eder. Tâ ki nessacýnýn muhtelif cilve-i Esmâsýný ayrý ayrý göstersin. sh: » (S: 633) cek kudret ve san'at sende varsa, hem hilkat-i arzdan tâ harab-ý arza kadar, belki ezelden ebede kadar ulaþacak, hikmetli, kudretli iki mânevî elin varsa ve bütün atkýlarýmdaki bütün ferdleri icad edecek Kemâl-i intizâm ve hikmetle tamir ve tecdid edecek sende bir iktidar ve hikmet varsa, hem bizim modelimiz ve bizi giyen ve bizi kendine peçe ve çarþaf yapan küre-i arzý elinde tutup mûcid olabilirsen, bana rubûbiyet dâva et. Yoksa haydi dýþarýya! Bu yerde yer bulamazsýn. Hem bizde öyle bir sikke-i vahdet ve öyle bir turra-i ehadiyet vardýr ki, bütün kâinat kabza-i tasarrufunda olmayan ve bütün eþyayý, bütün þuunatýyla birden görmeyen ve nihayetsiz iþleri beraber yapamayan ve her yerde hâzýr ve nâzýr bulunmayan ve mekândan münezzeh olmayan ve nihayetsiz hikmet ve ilim ve kudrete mâlik olmayan bize sahib olamaz ve müdahale edemez." Sonra o müddeî gider. "Belki küre-i arzý kandýrýp orada bir yer bulurum" der. Gider, küre-i arza (Haþiye-1) yine esbab namýna ve tabiat lisanýyla der ki: "Böyle serseri gezdiðinden, sahipsiz olduðunu gösteriyorsun. Öyle ise, sen benim olabilirsin." O vakit küre-i arz, hak namýna ve hakikat diliyle, gök gürültüsü gibi bir sada ile ona der ki: "Haltetme... Ben, nasýl serseri, sahipsiz olabilirim? Benim elbisemi ve elbisemin içindeki en küçük bir noktayý, bir ipi intizâmsýz bulmuþ musun ve hikmetsiz ve san'atsýz görmüþ müsün ki, bana sahipsiz, serseri dersin. Eðer hareket-i seneviyem ile takriben yirmibeþ bin senelik (Haþiye-2) bir mesâfede, bir senede gezdiðim ve Kemâl-i mizan ve hikmetle vazife-i hizmetimi gördüðüm o daire-i azîmeye hakikî mâlik olabilirsen ve kardeþlerim ve benim gibi vazifedâr olan on seyyareye ve gezdikleri bütün dairelere ve bizim imamýmýz ve biz onunla baðlý ve cazibe-i rahmetle ona ta _________________________ (Haþiye-1): Elhasýl: Zerre, o müddeîyi küreyvat-ý hamraya havale eder. Küreyvat-ý hamra onu hüceyreye, hüceyre dahi beden-i insana, beden-i insan ise nev-i insana, nev-i insan onu zîhayat enva'ýndan dokunan arzýn gömleðine, arzýn gömleði dahi küre-i arza, küre-i arz onu güneþe, güneþ ise bütün yýldýzlara havale eder. Herbiri der: "Git, benden yukarýdakini zabtedebilirsen sonra gel benim zabtýma çalýþ. Eðer onu maðlub etmezsen, beni ele geçiremezsin." Demek, bütün yýldýzlara sözünü geçiremiyen, birtek zerreye rubûbiyetini dinletemez. (Haþiye-2): Bir dairenin takriben nýsf-ý kutru, yüzseksen milyon kilometre olsa; o daire (kendisi) takriben yirmibeþ bin senelik mesâfe olur sh: » (S: 634) kýlý olduðumuz güneþi icad edip, yerleþtirecek ve sapan taþý gibi beni ve seyyarat yýldýzlarý ona baðlayacak ve Kemâl-i intizâm ve hikmetle döndürüp istihdam edecek bir nihayetsiz hikmet ve nihayetsiz kudret sende varsa, bana rubûbiyet dâva et, yoksa haydi cehennem ol, git! Benim iþim var. Vazifeme gidiyorum. Hem bizlerdeki haþmetli intizâmat ve dehþetli harekât ve hikmetli teshirat gösteriyor ki, bizim ustamýz öyle bir zâttýr ki; bütün mevcûdât, zerrelerden yýldýzlara ve güneþlere kadar emirber nefer hükmünde ona muti' ve müsahhardýrlar. Bir aðacý, meyveleriyle tanzim ve tezyin ettiði gibi, kolayca güneþi, seyyaratla tanzim eder bir Hakîm-i Zülcelâl ve Hâkim-i Mutlak'týr." Sonra o müddeî, yerde yer bulamadýðý için gider güneþe. Kalbinden der ki: "Bu çok büyük bir þeydir, belki içinde bir delik bulup, bir yol açarým. Yeri de müsahhar ederim." Güneþe þirk namýna ve þeytanlaþmýþ felsefe lisanýyla, mecusîlerin dedikleri gibi der ki: "Sen bir sultansýn, kendi kendine mâliksin, istediðin gibi tasarruf edersin." Güneþ ise, Hak namýna ve hakikat lisanýyla ve hikmet-i Ýlahiye diliyle ona der: "Hâþâ yüzbin defa hâþâ ve kellâ!.. Ben müsahhar bir memurum. Seyyidimin misafirhanesinde bir mumdarým. Bir sineðe, belki bir sineðin kanadýna dahi hakikî mâlik olamam. Çünki sineðin vücudunda öyle mânevî cevherler ve göz, kulak gibi antika san'atlar var ki; benim dükkânýmda yok. Daire-i iktidarýmýn haricindedir." der, müddeîyi tekdir eder. Sonra o müddeî döner, firavunlaþmýþ felsefe lisanýyla der ki: "Mâdem kendine mâlik ve sahib deðilsin, bir hizmetkârsýn; esbab namýna benimsin." der. O vakit güneþ, hak ve hakikat namýna ve ubûdiyet lisanýyla der ki: "Ben öyle birinin olabilirim ki; bütün emsalim olan ulvî yýldýzlarý icad eden ve semâvatýnda Kemâl-i hikmetle yerleþtiren ve Kemâl-i haþmetle döndüren ve Kemâl-i zînetle süslendiren bir zât olabilir." Sonra o müddeî, kalbinden der ki: "Yýldýzlar çok kalabalýktýrlar. Hem daðýnýk, karmakarýþýk görünüyorlar. Belki onlarýn içinde, müekkillerim namýna birþey kazanýrým." der. Onlarýn içine girer. Onlara esbab namýna, þerikleri hesabýna ve tuðyan etmiþ felsefe lisanýyla, nücumperest olan sabiiyyunlarýn dedikleri gibi der ki: "Sizler, pekçok daðýnýk olduðunuzdan, ayrý ayrý hâkimlerin taht-ý hükmünde bulunuyorsunuz." O vakit yýldýzlar namýna bir yýl sh: » (S: 635) dýz der ki: "Ne kadar sersem, akýlsýz ve ahmak ve gözsüzsün ki; bizim yüzümüzdeki sikke-i vahdeti ve turra-i ehadiyeti görmüyorsun, anlamýyorsun. Ve bizim nizâmat-ý âliyemizi ve kavanin-i ubûdiyetimizi bilmiyorsun. Bizi intizâmsýz zannediyorsun. Bizler öyle bir zâtýn san'atýyýz ve hizmetkârlarýyýz ki, bizim denizimiz olan semâvatý ve þeceremiz olan kâinatý ve mesiregâhýmýz olan nihayetsiz fezâ-yý âlemi kabza-i tasarrufunda tutan bir Vâhid-i Ehad'dir. Bizler donanma elektrik lâmbalarý gibi, onun Kemâl-i rubûbiyetini gösteren nurani þahidleriz ve saltanat-ý rubûbiyetini ilân eden ýþýklý bürhânlarýz. Herbir taifemiz onun daire-i saltanatýnda ulvî, süflî, dünyevî, berzahî, uhrevî menzillerde haþmet-i saltanatýný gösteren ve ziya veren nurani hizmetkârlarýz. Evet herbirimiz kudret-i Vâhid-i Ehad'in birer mu'cizesi ve þecere-i hilkatin birer muntâzam meyvesi ve vahdâniyetin birer münevver bürhâný ve Melâikelerin birer menzili, birer tayyaresi, birer mescidi ve avalim-i ulviyenin birer lâmbasý, birer güneþi ve saltanat-ý rubûbiyetin birer þahidi ve fezâ-yý âlemin birer zîneti, birer kasrý, birer çiçeði ve semâ denizinin birer nurani balýðý ve gökyüzünün birer güzel gözü (Haþiye) olduðumuz gibi, heyet-i mecmuamýzda sükûnet içinde bir sükût ve hikmet içinde bir hareket ve haþmet içinde bir zînet ve intizâm içinde bir hüsn-ü hilkat ve mevzuniyet içinde bir Kemâl-i san'at bulunduðundan Sâni'-i Zülcelâlimizi, nihayetsiz diller ile vahdetini, ehadiyetini, samediyetini ve evsaf-ý cemâl ve celal ve Kemâlini bütün kâinata ilân ettiðimiz halde, bizim gibi nihayet derecede safi, temiz, muti', müsahhar hizmetkârlarý, karmakarýþýklýk ve intizâmsýzlýk ve vazifesizlik hattâ sahibsizlik ile ittiham ettiðinden tokata müstehaksýn." der. O müddeînin yüzüne recm-i þeytan gibi, bir yýldýz öyle bir tokat vurur ki, yýldýzlardan tâ cehennemin dibine onu atar. Ve beraberinde _______________________________ (Haþiye): Cenâb-ý Hakk'ýn acaib-i masnuatýna bakýp, temaþa edip ve ettiren iþaretleriz. Yâni: Semâvat, hadsiz gözlerle zemindeki acaib-i san'at-ý Ýlahiyeyi temaþa eder gibi görünüyor. Semânýn Melâikeleri gibi, yýldýzlar dahi mahþer-i acaib ve garâib olan arza bakýyorlar ve zîþuurlarý dikkatle baktýrýyorlar, demektir. sh: » (S: 636) olan tabiatý (Haþiye) evham derelerine ve tesadüfü adem kuyusuna ve þerikleri, imtina' ve muhaliyet zulümatýna ve din aleyhindeki felsefeyi, esfel-i safilînin dibine atar. Bütün yýldýzlarla beraber o yýldýz لَوْ كَانَ فِيهِمَا آلِهَةٌ اِلاَّ اللّهُ لَفَسَدَتَا ferman-ý kudsîsini okuyorlar. Ve "Sinek kanadýndan tut, tâ semâvat kandillerine kadar, bir sinek kanadý kadar þerike yer yoktur ki, parmak karýþtýrsýn" diye ilân ederler. سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ اَللّهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ سِرَاجِ وَحْدَتِكَ فِى كَثْرَةِ مَخْلُوقَاتِكَ وَ دَلاَّلِ وَحْدَانِيَّتِكَ فِى مَشْهَرِ كَائِنَاتِكَ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ * * * __________________________ (Haþiye): Fakat sukuttan sonra tabiat tövbe etti. Hakikî vazifesi, tesir ve fiil olmadýðýný, belki kabûl ve infial olduðunu anladý. Ve kendisi kader-i Ýlahînin bir nevi defteri -fakat tebeddül ve tegayyüre kabil bir defteri- ve kudret-i Rabbâniyenin bir nevi proðramý ve Kadîr-i Zülcelâl'in bir nevi fýtrî þeriatý ve bir nevi mecmua-i kavanini olduðunu bildi. Kemâl-i acz ve inkýyad ile vazife-i ubûdiyetini takýndý. Ve fýtrat-ý Ýlahiye ve san'at-ý Rabbâniye ismini aldý. sh: » (S: 637) بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ فَانْظُرْ اِلَى اَثَارِ رَحْمَةِ اللَّهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا âyetinin ezelî baðýndan, bir çiçeðine iþaret eden Arabî fýkralardýr. حَتَّى كَاَنَّ الشَّجَرَ الْمُزَهَّرَةَ قَصِيدَةٌ مَنْظُومَةٌ مُحَرَّرَةٌ .. وَ تُنْشِدُ لِلْفَاطِرِ الْمَدَائِحَ الْمُبَهَّرَةَ اَوْ فَتَحَتْ بِكَثْرَةٍ عُيُونُهَا الْمُبَصَّرَةَ .. لِتُنْظِرَ للِصَّانِعِ الْعَجَائِبَ الْمُنَشَّرَةَ اَوْ زَيَّنَتْ لِعِيدِِهَا اَعْضَائَهَا الْمُخَضَّرَةِ.. لِيَشْهَدَ سُلْطَانُهَا آثَارَهُ الْمُنَوَّرَةَ وَ تُشْهِرَ فِى الْمَحْضَرَةِ مُرَصَّعَاتِ الْجَوْهَرِ وَ تُعْلِنَ لِلْبَشَرِ حِكْمَةَ خَلْقِ الشَّجَرِ بِكَنْزِهَا الْمُدَخَّرِ مِنْ جُودِ رَبِّ الثَّمَرِ.. سُبْحَانَهُ مَا اَحْسَنَ اِحْسَانَهُ مَا اَزْيَنَ بُرْهَانَهُ مَا اَبْيَنَ تِبْيَانَهُ.. خَيَالْ بِينَدْ اَزِينْ اَشْجَارْ مَلاَئِكْ رَا جَسَدْ آمَدْ سَمَاوِى بَا هَزَارَانْ نَىْ .. اَزِينْ نَيْهَا شُنِيدَتْ هُوشْ سِتَايِشْهَاىِ ذَاتِ حَىْ .. وَرَقْهَا رَازَبَانْ دَارَنْد هَمَه هُو هُوذِكْرْ آرَنْدْ بَدَرْ مَعْنَاىِ حَىُّ حَىْ .. ُو لاَ اِلهَ اِلاَّ هُو بَرَابَرْ مِيزَنْدْ هَرْشَىْ ..دَمَا دَمْ جُويَدَنْدْ يَا حَقْ سَرَاسَرْ كُويَدَنْدْ يَا حَىْ بَرَابَرْ مِيزَانَنْدْ اَللّهْ sh: » (S: 638) وَ نَزّلْنَا مِنَ السّمَاءِ مَاءً مُبَارَكًا Arabî fýkranýn tercümesi : Yâni: Güya çiçek açmýþ herbir aðaç, güzel yazýlmýþ manzum bir kasidedir ki; o kaside Fâtýr-ý Zülcelâl'in medâyih-i bâhiresini inþad edip, þâirane lisan-ý hal ile söylüyor. Veyahut o çiçek açmýþ herbir aðaç, binler bakar ve baktýrýr gözlerini açmýþ, tâ Sâni'-i Zücelal'in neþir ve teþhir olunan acaib-i san'atýný bir-iki gözle deðil, belki binler gözlerle baksýn; tâ ehl-i dikkati öyle baktýrsýn. Veyahut o çiçek açan herbir aðaç, umumî bayram olan baharýn içindeki hususî bayramýnda ve resm-i geçit-misâl bir anda yeþillenmiþ a'zalarýný en süslü müzeyyenatla süslemiþ. Tâ ki, onun Sultan-ý Zülcelâl'i, ona ihsan ettiði hedâyayý ve letâifi ve âsâr-ý nuraniyesini müþahede etsin. Hem meþher-i san'at-ý Ýlahiye olan zeminin yüzünde ve bahar mevsiminde, murassaat-ý rahmetini enzar-ý halka teþhir etsin. Ve þecerin hikmet-i hilkatini beþere ilân etsin. Ýncecik dallarýnda ne kadar mühim hazineler bulunduðunu ve ihsanat-ý Rahmâniyenin meyvelerinde ne derece mühim defineler var olduðunu göstermekle Kemâl-i kudret-i Ýlahiyeyi göstersin. * * * sh: » (S: 639) BÝRÝNCÝ MEVKIF'IN KÜÇÜK BÝR ZEYLÝ فَاسْتَمِعْ آيَةَ : اَفَلَمْ يَنْظُرُوا اِلَى السَّمَاءِ فَوْقَهُمْ كَيْفَ بَنَيْنَاهَا وَ زَيَّنَّاهَا...الخ. ثُمَّ انْظُرْ اِلَى وَجْهِ السَّمَاءِ كَيْفَ تَرَى سُكُوتًا فِى سُكُونَةٍ حَرَكَةً فِى حِكْمَةٍ تَلَئْلاُءً فِى حِشْمَةٍ تَبَسُّمًا فِى زِينَةٍ مَعَ اِنْتظَامِ الْخِلْقَةِ مَعَ اِتِّزَانِ الصَّنْعَةِ تَشَعْشُعُ سِرَاجِهَا تَهَلْهُلُ مِصْبَاحِهَا تَلئْلُؤُ نُجُومِهَا تُعْلِنُ ِلاَهْلِ النُّهَا سَلْطَنَةً بِلاَ اِنْتِهَاءٍ اَفَلَمْ يَنْظُرُوا اِلَى السَّمَاءِ فَوْقَهُمْ كَيْفَ بَنَيْنَاهَا وَ زَيَّنَّاهَا...الخ.Bu âyetin bir nevi tercümesi olan ثُمَّ انْظُرْ اِلَى وَجْهِ السَّمَاءِ كَيْفَ تَرَى سُكُوتًا فِى سُكُونَةٍ tercümesidir. Yâni âyet-i kerime nazar-ý dikkati semânýn zînetli ve güzel yüzüne çeviriyor. Tâ dikkat-i nazar ile, semânýn yüzünde fevkalâde sükûnet içinde bir sükûtu görüp, bir Kadîr-i Mutlak'ýn emir ve teshiriyle o vaziyeti aldýðýný anlasýn. Yoksa eðer baþýboþ olsa idiler, birbiri içinde o dehþetli hadsiz ecram, o gâyet büyük küreler ve gâyet sür'atli hareketleriyle öyle bir velveleyi çýkarmak lâzým idi ki, kâinatýn kulaðýný saðýr edecekti. Hem öyle bir zelzele-i herc ü merc içinde karýþýklýk olacaktý ki, kâinatý daðýtacaktý. Yirmi sh: » (S: 640) camus, birbiri içinde hareket etse ne kadar velveleli bir herc ü merce sebebiyet verdiði mâlûm. Halbuki Küre-i Arz'dan bin defa büyük ve top güllesinden yetmiþ defa sür'atli hareket edenler, yýldýzlar içerisinde var olduðunu kozmoðrafya söylüyor. Ýþte sükûnet içindeki sükût-u ecramdan Sâni'-i Zülcelâl'in ve Kadîr-i ZülKemâl'in derece-i kudret ve teshirini ve nücumun ona derece-i inkýyad ve itaatini anla. حَرَكَةً فِى حِكْمَةٍ Hem semânýn yüzünde, hikmet içinde bir hareketi görmeyi âyet emrediyor. Evet gâyet acib ve azîm o harekât, gâyet dakik ve geniþ hikmet içindedir. Nasýlki bir fabrikanýn çarklarýný ve dolaplarýný bir hikmet içinde çeviren bir san'atkâr, fabrikanýn âzamet ve intizâmý derecesinde derece-i san'at ve meharetini gösterir. Öyle de: Koca Güneþe, seyyarat ile beraber fabrika vaziyetini veren ve o müdhiþ azîm küreleri sapan taþlarý misillü ve fabrika çarklarý gibi etrafýnda döndüren bir Kadîr-i Zülcelâl'in derece-i kudret ve hikmeti, o nisbette nazara tezahür eder. تََلََئْلاُءً فِى حِشْمَةٍ تَبَسُّمًا فِى زِينَةٍ Yâni: Hem semâvat yüzünde, öyle bir haþmet içinde bir parlamak ve bir zînet içinde bir tebessüm var ki; Sâni'-i Zülcelâl'in ne kadar muazzam bir saltanatý, ne kadar güzel bir san'atý olduðunu gösterir. Donanma günlerinde kesretli elektrik lâmbalarý, sultanýn derece-i haþmetini ve terakkiyat-ý medeniyede derece-i Kemâlini gösterdiði gibi; koca semâvat o haþmetli, zînetli yýldýzlarýyla Sâni'-i Zülcelâl'in Kemâl-i sanltanatýný ve cemâl-i san'atýný, öylece nazar-ý dikkate gösteriyorlar. مَعَ اِنْتظَامِ الْخِلْقَةِ مَعَ اِتِّزَانِ الصَّنْعَةِ Hem diyor ki: Semânýn yüzündeki mahlukatýn intizâmýný, dakik mizanlar içinde masnuatýn mevzuniyetini gör ve anla ki: Onlarýn Sânii ne kadar Kadîr ve ne kadar Hakîm olduðunu bil. Evet muhtelif ve küçük cirimleri veyahut hayvanlarý döndüren ve bir vazife için çeviren ve bir mizan-ý mahsus ile, herbirini muayyen bir yolda sevkeden bir zâtýn derece-i iktidar ve hikmetini ve hareket eden cirimlerin ona derece-i itaat ve müsahhariyetlerini gösterdikleri gibi, koca semâvat o dehþetli âzametiyle hadsiz yýldýzlarýyla ve o yýldýzlar da dehþetli sh: » (S: 641) büyüklükleriyle ve gâyet þiddetli hareketleriyle beraber, zerre miktar ve bir saniyecik kadar hududlarýndan tecavüz etmemeleri, bir âþire-i dakika kadar vazifelerinden geri kalmamalarý, Sâni'-i Zülcelâllerinin ne kadar dakik bir mizan-ý mahsus ile rubûbiyetini icra ettiðini nazar-ý dikkate gösterirler. Hem de þu âyet gibi Sûre-i Amme'de ve sâir âyetlerde Beyân olunan teshir-i Þems ve Kamer ve nücumla iþaret ettiði gibi: تَشَعْشُعُ سِرَاجِهَا تَهَلْهُلُ مِصْبَاحِهَا تَلئْلُؤُ نُجُومِهَا تُعْلِنُ ِلاَهْلِ النُّهَا سَلْطَنَةً بِلاَ اِنْتِهَاءٍ Yâni: Semânýn müzeyyen tavanýna, güneþ gibi ýþýk verici, ýsýndýrýcý bir lâmbayý takmak; gece gündüz hatlarýyla, kýþ yaz sahifelerinde mektûbât-ý Samedâniyeyi yazmasýna bir nur hokkasý hükmüne getirmek ve yüksek minare ve kulelerdeki büyük saatlarýn parlayan akrebleri misillü, kubbe-i semâda Kameri, zamanýn saat-ý kübrâsýna bir akreb yapmak; mütefavit çok hilâller Sûretinde her geceye güya ayrý bir hilâl býrakýp, sonra dönüp kendine toplamak, menzillerinde Kemâl-i mizanla, dakik hesabla hareket ettirmek ve kubbe-i semâda parlayan, tebessüm eden yýldýzlarla, göðün güzel yüzünü yaldýzlamak, elbette nihayetsiz bir saltanat-ý rubûbiyetin þeairidir. Zîþuura, onu iþ'ar eden muhteþem bir ulûhiyetin iþaratýdýr. Ehl-i fikri, imânâ ve tevhide davet eder. Bak kitab-ý kâinatýn safha-i rengînine Hâme-i zerrîn-i kudret, gör ne tasvir eylemiþ. Kalmamýþ bir nokta-i muzlim, çeþm-i dil erbabýna Sanki âyâtýn Huda, nur ile tahrir eylemiþ. Bak, ne mu'ciz-i hikmet, iz'anrubâ-yý kâinat; Bak, ne âlî bir temaþadýr fezâ-yý kâinat; Dinle de yýldýzlarý, þu hutbe-i þirinine, Name-i nurîn-i hikmet, bak ne takrir eylemiþ. Hep beraber nutka gelmiþ, hak lisanýyla derler: Bir Kadîr-i Zülcelâl'in haþmet-i sultanýna Birer bürhân-ý nur-efþanýz vücub-u Sânia, hem vahdete, hem kudrete þahidleriz biz. Þu zeminin yüzünü yaldýzlayan nazenin mu'cizâtý çün melek seyranýna sh: » (S: 642) Bu semânýn arza bakan, Cennet'e dikkat eden, binler müdakkik gözleriz biz. Tûbâ-yý hilkatten semâvat þýkkýna, hep kehkeþan aðsanýna Bir Cemil-i Zülcelâl'in dest-i hikmetiyle takýlmýþ, binler güzel meyveleriz biz. Þu semâvat ehline birer mescid-i seyyar, birer hâne-i devvar, birer ulvî aþiyane, Birer misbah-ý nevvar, birer gemi-i cebbar, birer tayyareyiz biz. Bir Kadîr-i ZülKemâl'in, bir Hakîm-i Zülcelâl'in, birer mu'cize-i kudret, birer hârika-i san'at-ý Hâlýkane, Birer nadire-i hikmet, birer dâhiye-i hilkat, birer nur âlemiyiz biz. Böyle yüzbin dil ile, yüzbin bürhân gösteririz, iþittiririz insan olan insana, Kör olasý dinsiz gözü, görmez oldu yüzümüzü. Hem iþitmez sözümüzü. Hak söyleyen âyetleriz biz. Sikkemiz bir, turramýz bir, Rabbimize müsahharýz, müsebbihiz abîdane Zikrederiz, kehkeþanýn halka-i kübrâsýna mensub birer meczublarýz biz... * * * sh: » (S: 643) ÝKÝNCÝ MEVKIF بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ قُلْ هُوَ اللّهُ اَحَدٌ اَللّهُ الصَّمَدُ Þu mevkýfýn üç maksadý var: BÝRÝNCÝ MAKSAD (Bir yýldýzýn tokatýyla yere sukut eden ehl-i þirk ve dalaletin vekili, zerrelerden yýldýzlara kadar hiçbir yerde zerre miktar þirke yer bulamadýðýndan, o tarzdaki dâvadan vazgeçip, fakat þeytan gibi, vahdete dair teþkikat yapmak için üç mühim sual ile, ehadiyete ve vahdete dair ehl-i tevhide vesvese yapmak istedi.) BÝRÝNCÝ SUAL: Zýndýka lisanýyla diyor ki: "Ey ehl-i Tevhid! Ben, kendi müekkillerim namýna bir þey bulamadým, mevcûdâtta bir hisse çýkaramadým, mesleðimi isbat edemedim. Fakat siz ne ile nihayetsiz bir kudret sahibi bir Vâhid-i Ehad'i isbat ediyorsunuz? Neden onun kudretiyle beraber baþka eller karýþmasýný kabil görmüyorsunuz?" ELCEVAB: Yirmiikinci Söz'de kat'î isbat edilmiþ ki; bütün mevcûdât, bütün zerrat, bütün yýldýzlar, herbiri Vâcib-ül Vücud'un ve Kadîr-i Mutlak'ýn vücub-u vücuduna birer bürhân-ý neyyirdir. Bütün kâinattaki silsilelerin herbiri, onun vahdâniyetine birer delil-i kat'îdir. Kur'an-ý Hakîm hadsiz bürhânlarýnda isbat ettiði gibi, umumun nazarýna en zâhir bürhânlarý daha ziyade zikreder. Ezcümle: وَلَئِنْ سَاََلْتَهُمْ مَنْ خَلَقَ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضَ لَيَقُولُنَّ اللّهُ { وَمِنْ آيَاتِهِ خَلْقُ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفُ اَلْسِنَتِكُمْ وَ اَلْوَانِكُمْ gibi pekçok âyâtla, Kur'an-ý Hakîm; hilkat-ý arz ve semâvatý, vah- sh: » (S: 644) daniyete bedâhet derecesinde bir bürhân gösteriyor ki, ister istemez zîþuur olan her adam, hilkat-ý arz ve semâvatta bizzarure Hâlýk-ý Zülcelâlini tasdik etmeðe mecburdur ki, لَيَقُولُنَّ اللّهُ der. Birinci Mevkýf'ta nasýl bir zerreden baþladýk, tâ yýldýzlara ve semâvata kadar sikke-i tevhidi gösterdik. Kur'an-ý Hakîm þu nevi âyâtla, yýldýzlardan ve semâvattan tutup, tâ zerrelere kadar, þirki tard eder. Þöyle iþaret eder ve mânen der: Semâvat ve arzý böyle muntâzam halkeden bir Kadîr-i Mutlak'ýn, elbette devair-i masnuatýndan olan manzume-i þemsiye bilbedâhe onun kabza-i tasarrufundadýr. Mâdem o Kadîr-i Mutlak, þemsi seyyaratýyla kabza-i tasarrufunda tutuyor ve tanzim ve teshir ve tedvir ediyor. Elbette o manzume-i þemsiyenin bir cüz'ü ve þems ile baðlanan küre-i arz dahi kabza-i tasarrufunda ve tedbir ve tedvirindedir. Mâdem küre-i arz, kabza-i tasarrufunda ve tedbir ve tedvirindedir; bilbedâhe arzýn yüzünde yazýlan ve icad edilen ve yerin meyveleri ve gayâtý hükmünde olan masnuat dahi, onun kabza-i rubûbiyetinde ve terbiyesindedir. Mâdem bütün zeminin yüzüne serilen ve serpilen ve yüzünü yaldýzlayan ve zînetlendiren ve her zaman tazelenen, gelip giden ve zemin onlarla dolup boþalan umum masnuat, kabza-i kudret ve ilmindedir ve adl ü hikmetinin mizanýyla ölçülüp ve tanzim edilir. Mâdem bütün enva', onun kabza-i kudretindedir. Elbette o enva'ýn muntâzam ve mükemmel ferdleri ve âlemin küçük misâl-i Mûsaggarlarý ve enva'-ý kâinatýn blançolarý ve kitab-ý âlemin küçücük fihristeleri hükmünde olan cüz'î ferdleri, bilbedâhe onun kabza-i rubûbiyetinde ve icadýndadýr ve tedvir ve terbiyesindedir. Mâdem herbir zîhayat, kabza-i tedbir ve terbiyesindedir. Elbette o zîhayatýn vücudunu teþkil eden hüceyrat ve küreyvat ve a'za ve asab; bilbedâhe onun kabza-i ilim ve kudretindedir. Mâdem herbir hüceyre ve kandaki herbir küreyvat, onun taht-ý emrindedir ve daire-i tasarrufundadýr ve onun kanunuyla hareket ederler. Elbette bütün bunlarýn madde-i esâsiyesi ve bütün onlardaki nakþ-ý san'ata ve nesc-i nakþa mekikler ve yaylar hükmünde olan zerrat dahi bizzarure onun kabza-i kudretinde ve daire-i ilmindedir ve onun emriyle, izniyle, kuvvetiyle muntâzam harekât yapar, mükemmel vezaif görürler. Mâdem herbir zerrenin hareketi ve vazife görmesi, onun kanunuyla, izniyle, emriyledir. Elbette teþahhusat-ý vechiye ve herkesin yüzünde herkesten onu temyiz edecek birer sh: » (S: 645) alâmet-i farika bulunmasý ve sîmalar gibi seslerde, dillerde ayrý ayrý farklar bulunmasý, bilbedâhe onun ilim ve hikmetiyledir. Ýþte þu silsileye mebde' ve müntehayý zikrederek iþaret eden þu âyete bak: وَمِنْ اَيَاتِهِ خَلْقُ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفُ اَلْسِنَتِكُمْ وَ اَلْوَانِكُمْ اِنَّ فِى ذلِكَ َلآيَاتٍ لِلْعَالِمِينَ Þimdi deriz: Ey ehl-i þirkin vekili! Ýþte silsile-i kâinat kadar kuvvetli bürhânlar, meslek-i tevhidi isbat eder. Ve bir Kadîr-i Mutlak'ý gösterir. Mâdem hilkat-ý semâvat ve arz, bir Sâni'-i Kadîr'i ve o Sâni'-i Kadîr'in nihayetsiz bir kudretini ve o nihayetsiz bir kudretin, nihayetsiz bir Kemâlde olduðunu gösterir. Elbette þeriklerden istiðna-yý mutlak var. Yâni, hiçbir cihette þeriklere ihtiyaç yok. Ýhtiyaç olmadýðý halde neden bu zulümatlý meslekte gidiyorsunuz? Ne zorunuz var ki, oraya giriyorsunuz? Hem de þürekaya hiçbir ihtiyaç olmadýðý ve kâinat onlardan müstaðni-i mutlak olduklarý halde, þerik-i ulûhiyet gibi, rubûbiyet ve icad þerikleri dahi mümteni'dirler, vücudlarý muhaldir. Çünki semâvat ve arzýn Sâniindeki kudret hem nihayet Kemâlde, hem nihayetsiz olduðunu isbat ettik. Eðer þerik bulunsa, mütenahî diðer bir kudret, o nihayetsiz ve gâyet Kemâldeki kudreti maðlub edip, bir kýsým yer zabtetmek ve ona nihayet vermek ve mânen âciz býrakýp, hadsiz olduðu halde tahdid etmek ve hiçbir mecburiyet olmadan bir mütenahî þey, nihayetsiz bir þeye, nihayetsiz olduðu bir vakitte nihayet vermek ve mütenahî yapmak lâzýmgelir ki; bu, muhalatýn en gayr-ý makulü ve mümteniatýn en katmerlisidir. Hem þerikler "müstaðniyetün anha" ve "mümteniatün bizzât" yâni hiç onlara ihtiyaç olmadýðý gibi, vücudlarý muhal olduklarý halde onlarý dâva etmek, sýrf tahakkümîdir. Yâni aklen, mantýkan, fikren o dâvayý ettirecek bir sebeb olmadýðý için, mânâsýz sözler hükmündedir. Ýlm-i Usûlce "tahakkümî" tâbir edilir. Yâni mânâsýz dâva-yý mücerreddir. Ýlm-i Kelâm ve Ýlm-i Usûl'ün düsturlarýndandýr ki, denilir: لاَ عِبْرَةَ لِْلاِحْتَِمَالِ الْغَيْرِ النَّاشِى عَنْ دَلِيلٍ وَ لاَ يُنَافِى اْلاِمْكَانُ الذَّاتِىُّ الْيَقِينَ الْعِلْمِيَّ Yâni: Bir delilden, bir emâreden neþ'et etmeyen bir ihtimalin sh: » (S: 646) ehemmiyeti yok. Kat'î ilme þek katmaz. Yakîn-i hükmîyi sarsmaz." Meselâ; zâtýnda Barla denizi, (yâni Eðirdir Gölü) imkân ve ihtimal var ki, pekmez olsun; yaða inkýlab etmiþ olsun. Fakat mâdem bir emâreden, o imkân ve ihtimal neþ'et etmiyor; onun vücuduna ve su olduðuna, kat'î ilmimize, tesir etmez, þek ve vesvese vermez. Ýþte bunun gibi, mevcûdâtýn her tarafýndan, kâinatýn her köþesinden sorduk: Birinci Mevkýf'ta gösterildiði gibi, zerrattan yýldýzlara kadar ve Ýkinci Mevkýf'ta görüldüðü gibi; hilkat-ý semâvat ve arzdan, tâ sîmalardaki teþahhusata kadar hangi þeyden soruldu ise, lisan-ý hal ile vahdâniyete þehadet ve sikke-i tevhidi gösterdi. Sen de gördün... Öyle ise; kâinatýn mevcûdâtýnda bir emâre yok ki, bir þirk ihtimali ona bina edilsin. Demek dâva-yý þirk, sýrf tahakkümî ve mânâsýz söz ve dâva-yý mücerred olduðundan; þirki iddia etmek, mahz-ý cehâlet, ayn-ý belahettir. Ýþte ehl-i dalaletin vekili, buna karþý diyeceði kalmýyor. Yalnýz diyor ki: "Þirke emâre, kâinattaki tertib-i esbabdýr. Herþeyin bir sebeble baðlý olduðudur. Demek esbabýn hakikî tesirleri vardýr. Tesirleri varsa, þerik olabilirler?" Elcevab: Meþiet ve hikmet-i Ýlahiyenin muktezasýyla ve çok Esmânýn tezahür etmek istemesiyle; müsebbebat, esbaba rabtedilmiþ. Herbir þey, bir sebeble baðlanmýþ. Fakat çok yerlerde ve müteaddid Sözlerde kat'î isbat etmiþiz ki: "Esbabda hakikî tesir-i icadî yok." Þimdi yalnýz bu kadar deriz ki: Esbab içinde, bilbedâhe en eþrefi ve ihtiyarý en geniþ ve tasarrufatý en vasi', insandýr. Ýnsanýn dahi en zâhir ef'al-i ihtiyariyesi içinde en zâhiri; ekl ve kelâm ve fikirdir. Yâni: Yemek, söylemek, düþünmektir. Þu yemek, söylemek, düþünmek ise gâyet muntâzam, acib, hikmetli birer silsiledir. O silsilenin yüz cüz'ünden, insanýn dest-i ihtiyarýna verilen ancak bir cüz'üdür. Meselâ: Yemekten, bedenin tegaddi-i hüceyratýndan tut, tâ semeratýn teþekkülüne kadar olan silsile-i ef'al içinde, insanýn dest-i ihtiyarýna verilen yalnýz aðýzdaki diþlerin deðirmenini tahrik edip onu çiðnemektir. Ve söylemek silsilesinden yalnýz meharic-i huruf kalýplarýna, havayý sokup çýkarmaktýr. Halbuki aðzýnda birtek kelime, bir çekirdek gibi iken, bir aðaç hükmündedir. Hava içinde milyonlar ayný kelime gibi meyveler verir. Milyonlarla dinleyenlerin kulaklarýna girer. Bu misâlî sünbüle, insandaki hayalin eli ancak yetiþebilir. Ýhtiyarýn kýsacýk eli, nasýl yetiþir? sh: » (S: 647) Mâdem esbab içinde en eþrefi ve en ziyade ihtiyar sahibi olan insan, böyle hakikî icaddan eli baðlansa, sâir cemadat ve behimat ve anasýr ve tabiat; nasýl hakikî mutasarrýf olabilirler? Yalnýz o esbab, birer zarftýr ve masnuat-ý Rabbâniyeye bir kýlýftýrlar ve hedâya-yý Rahmâniyeye birer tablacýdýrlar. Elbette bir padiþahýn hediyesinin kabý veya hediyeye sarýlan mendil veyahut hediye eline verilip getiren nefer, o padiþahýn saltanatýna þerik olamazlar. Ve onlarý þerik tevehhüm eden, saçma bir hezeyan eder. Öyle de esbab-ý zâhiriye ve vesait-i suriyenin, rubûbiyet-i Ýlahiyeden hiçbir cihette hisseleri olamaz. Hizmet-i ubûdiyetten baþka nasibleri yoktur. ÝKÝNCÝ MAKSAD Ehl-i þirkin vekili, meslek-i þirki hiçbir cihette isbat edemediðinden ve onun isbatýndan me'yus kaldýðýndan; ehl-i tevhidin mesleðini, teþkikatýyla ve þübheleriyle tahrib etmeðe çalýþmak istediðinden; þöyle ikinci bir sual ediyor. Diyor ki: Ey ehl-i tevhid! Siz diyorsunuz ki: قُلْ هُوَ اللّهُ اَحَدٌ اَللّهُ الصَّمَدُ Hâlýk-ý âlem birdir; Ehaddir, Sameddir. Hem, herþeyin Hâlýký odur. Ehadiyet-i zâtiyesiyle beraber doðrudan doðruya herþeyin dizgini onun elinde; herþeyin anahtarý kabzasýnda, herþeyin nasiyesini tutuyor; bir iþ bir iþe mâni olmuyor. Bütün eþyada, bütün ahvâliyle bir anda tasarruf edebilir." Böyle acib bir hakikata nasýl inanýlabilir? Müþahhas bir tek zât, nihayetsiz yerlerde, nihayetsiz iþleri külfetsiz yapabilir mi? ELCEVAB: Þu suale, gâyet derin ve ince ve gâyet yüksek ve geniþ olan bir sýrr-ý Ehadiyet ve Samediyetin Beyânýyla cevab verilir. Fikr-i beþer ise o sýrra, ancak bir temsil dürbünüyle ve mesel rasadýyla bakabilir. Cenâb-ý Hakk'ýn zât ve sýfâtýnda misil ve misâli yok. Fakat mesel ve temsil ile bir derece þuunatýna bakýlabilir. Ýþte biz de, temsilât-ý maddiye ile o sýrra iþaret edeceðiz. Birinci Temsil: Þöyle ki: Onaltýncý Söz'de isbat edildiði gibi: Birtek zât-ý müþahhas, muhtelif âyineler vasýtasýyla külliyet kesbeder. Bir cüz'i-yi hakikî iken, þuunat-ý kesîreye mâlik bir küllî hükmüne geçer. Evet nasýl cismanî þeylere cam ve su gibi maddeler âyine olup, cismanî birtek þey, o âyinelerde bir külliyet kesbeder. Öyle de: Nurani þeylere ve ruhaniyata dahi, hava ve esîr sh: » (S: 648) ve âlem-i misâlin Bâzý mevcûdâtý, âyineler hükmünde ve berk ve hayal sür'atinde birer vasýta-i seyr ü seyahat Sûretine geçerler ki, o nuraniler ve o ruhânîler, hayal sür'atiy le o meraya-yý nazifede ve o menazil-i lâtifede gezerler. Bir anda binler yerlere girerler. Ve her âyinede, nurani olduklarý ve akisleri onlarýn ayný ve onlarýn hâsiyetine mâlik olduklarý için, cismâniyetin aksine olarak, her yerde bizzât bulunur gibi hükmederler. Kesif cismânilerin akisleri ve misâlleri, o cismâniyetin aynlarý olmadýðý gibi, hâsiyetine dahi mâlik deðil, ölü sayýlýrlar. Meselâ: Güneþ, müþahhas bir cüz'î olduðu halde, parlak eþya vasýtasýyla bir küllî hükmüne geçer. Zemin yüzündeki bütün parlak þeylere, hattâ herbir katre suya ve cam zerreciklerine birer aksini, bir misâlî güneþi, onlarýn kabiliyetine göre verir. Güneþin hararet ve ziyasý ve ziyasýndaki yedi rengi ve zâtýnýn bir nevi misâli, herbir parlak cisimde bulunur. Faraza güneþin ilmi, þuuru bulunsa idi; her âyine onun bir nevi menzili ve tahtý ve iskemlesi hükmünde olup, her þeyle bizzât temas eder, her zîþuurla âyineleri vasýtasýyla, hattâ gözbebeðiyle birer telefon hükmünde muhabere edebilirdi. Bir þey, bir þeye mâni olmazdý. Bir muhabere, bir muhabereye sed çekmezdi. Her yerde bulunmakla beraber, hiçbir yerde bulunmazdý. Acaba: Bir zâtýn binbir isminden yalnýz Nur isminin maddî ve cüz'î ve câmid bir âyinesi hükmünde olan güneþ, böyle teþahhusu ile beraber, küllî yerlerde küllî iþlere mazhar olsa; o Zât-ý Zülcelâl, ehadiyet-i zâtiyesiyle beraber nihayetsiz iþleri bir anda yapamaz mý? Ýkinci Temsil: Kâinat bir þecere hükmünde olduðu için, herbir þecere, kâinatýn hakaikýna misâl olabilir. Ýþte biz de þu odamýzýn önündeki muhteþem, muazzam çýnar aðacýný, kâinata bir misâl-i Mûsaggar hükmünde tutup, kâinattaki cilve-i ehadiyeti onun ile göstereceðiz. Þöyle ki: Þu aðacýn, lâakal on bin meyvesi var. Herbir meyvesinin, lâakal yüzer kanatlý çekirdeði var. Bütün on bin meyve ve bir milyon çekirdek; bir anda, beraber bir san'at ve icada mazhardýrlar. Halbuki þu aðacýn çekirdek-i aslîsinde ve kökünde ve gövdesinde, cüz'î ve müþahhas ve ukde-i hayatiye tâbir edilen bir cilve-i irade-i Ýlahiye ve bir nüve-i emr-i Rabbanî ile, þu aðacýn kavanin-i teþkiliyesinin merkeziyeti; her dalýn baþýnda, herbir meyvenin içinde, herbir çekirdeðin yanýnda bulunur ki, hiçbirinin bir þeyini, noksan sh: » (S: 649) býrakmayarak, birbirine mâni olmayarak; onunla yapýlýr. Ve o birtek cilve-i irade ve o kanun-u emrî; ziya, hararet, hava gibi daðýlýp her yere gitmiyor. Çünki gittiði yerlerin ortalarýndaki uzun mesâfelerde ve muhtelif masnularda hiçbir iz býrakmýyor, hiçbir eseri görülmüyor. Eðer intiþar ile olsa idi; izi ve eseri görülecekti. Belki bizzât, tecezzi ve intiþar etmeden her birisinin yanýnda bulunuyor. Ehadiyetine ve þahsiyetine o küllî iþler, münafî olmuyor. Hattâ denilebilir ki: O cilve-i irade, o kanun-u emrî, o ukde-i hayatiye; herbirinin yanýnda bulunur, hiçbir yerde de bulunmaz. Güya þu muhteþem aðaçta meyveler, çekirdekler adedince o kanun-u emrînin birer gözü, birer kulaðý var. Belki aðacýn herbir cüz'ü, o kanun-u emrînin duygularýnýn birer merkezi hükmündedir ki; uzun vasýtalarý perde olup bir mâni teþkil etmek deðil, belki telefon telleri gibi birer vesile-i teshil ve takrib olur. En uzak, en yakýn gibidir. Mâdem bilmüþahede Zât-ý Ehad-i Samed'in, irade gibi bir sýfatýnýn birtek cilve-i cüz'îsi, bilmüþahede milyon yerde, milyonlar iþe vasýtasýz medâr olur. Elbette Zât-ý Zülcelâl'in tecelli-i kudret ve iradesiyle, þecere-i hilkatý bütün ecza ve zerratýyla beraber tasarruf edebilmesine þuhud derecesinde yakîn etmek lâzýmgelir. Onaltýncý Söz'de isbat ve izah edildiði gibi deriz ki: Madem, güneþ gibi âciz ve müsahhar mahluklar ve ruhânî gibi madde ile mukayyed nim-nuranî masnular ve þu çýnar aðacýnýn mânevî nuru, ruhu hükmünde olan ukde-i hayatiyesi ve merkez-i tasarrufu olan emrî kanunlar ve iradevî cilveler, nuraniyet sýrrýyla bir yerde iken ve birtek müþahhas cüz'î olduklarý halde, pekçok yerlerde ve pekçok iþlerde bilmüþahede bulunabilirler. Ve madde ile mukayyed bir cüz'î olduklarý halde, mutlak bir küllî hükmünü alýrlar. Ve bir anda bir cüz'-i ihtiyârî ile, pekçok muhtelif iþleri bilmüþahede kesbederler. Sen de görüyorsun ve inkâr edemezsin. Acaba: Maddeden mücerred ve muallâ, hem kaydýn tahdidinden ve kesafetin zulmetinden münezzeh ve müberra, hem þu umum envar ve þu bütün nuraniyat onun envar-ý kudsiye-i Esmâiyesinin kesif bir gölgesi ve zýlali, hem umum vücud ve bütün hayat ve âlem-i ervah ve âlem-i berzah ve âlem-i misâl nim-þeffaf birer âyine-i cemâli, hem sýfâtý muhita ve þuunatý külliye olan birtek Zât-ý Akdes'in irade-i külliye ve kudret-i mutlaka ve ilm-i muhit ile zâhir olan tecelli-i sýfâtý ve cilve-i ef'ali içindeki teveccüh-ü eha sh: » (S: 650) diyetinden hangi þey saklanabilir? Hangi iþ ona aðýr gelebilir? Hangi yer ondan gizlenebilir? Hangi ferd ondan uzak kalabilir? Hangi þahýs külliyet kesbetmeden ona yanaþabilir? Hiç eþya ondan gizlenebilir mi? Hiç bir iþ, bir iþe mâni olur mu? Hiçbir yer, onun huzurundan hâlî kalýr mý? Ýbn-i Abbas Radýyallahü Anh'ýn dediði gibi: "Herbir mevcûda bakar birer mânevî basarý ve iþitir birer mânevî sem'i" bulunmaz mý? Silsile-i eþya, onun evâmir ve kanunlarýnýn sür'atle cereyanlarýna birer tel, birer damar hükmüne geçmez mi? Mevani' ve avaik, onun tasarrufuna vesâil ve vesait olamaz mý? Esbab ve vesait, sýrf zâhirî bir perde olamaz mý? Hiçbir yerde bulunmadýðý halde, her yerde bulunmaz mý? Hiç tahayyüz ve temekküne muhtaç olur mu? Hiç uzaklýk ve küçüklük ve tabakat-ý vücudun perdeleri, onun kurbiyetine ve tasarrufuna ve þuhuduna mâni olabilir mi? Hem hiç maddîlerin, mümkinlerin, kesiflerin, kesîrlerin, mukayyedlerin, mahdudlarýn hassalarý ve maddenin ve imkânýn ve kesafetin ve kesretin ve takayyüdün ve mahdudiyetin mahsus ve münhasýr lâzýmlarý olan tegayyür, tebeddül, tahayyüz ve tecezzi gibi emirler; maddeden mücerred ve Vâcib-ül Vücud ve Nur-ul Envar ve Vâhid-i Ehad ve kuyuddan münezzeh ve hududdan müberra ve kusurdan mukaddes ve noksandan muallâ bir Zât-ý Akdes'e lâhik olabilir mi? Acz, hiç ona yakýþýr mý? Kusur, hiç onun damen-i izzetine yanaþýr mý? ÝKÝNCÝ MAKSAD'IN HÂTÝMESÝ Bir zaman ehadiyete dair bir tefekkürde bulunduðum zaman, odamýn yanýndaki çýnar aðacýnýn meyvelerine baktým: Arabiyy-ül ibare bir silsile-i tefekkür kalbe geldi. Nasýl gelmiþ ise, öyle arabî olarak yazýp, sonra kýsa bir mealini söyleyeceðim. Ýþte: نَعَمْ فَاْلاَثْمَارُ وَالْبُذُورُ مُعْجِزَاتُ الْحِكْمَةِ خَوَارِقُ الصَّنْعَةِ هَدَايَاءُ الرَّحْمَةِ بَرَاهِينُ الْوَحْدَةِ بَشَائِرُ لُطْفِهِ فِى دَارِ اْلآخِرَةِ شَوَاهِدُ صَادِقَةٌ بِاَنَّ خَلاَّقَهَا لِكُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ كُلُّ اْلاَثْمَارِ وَالْبُذُورِ مَرَايَاءُ الْوَحْدَةِ فِى اَطْرَافِ الْكَثْرَةِ اِشَارَاتُ الْقَدَرِ رُمُوزَاتُ الْقُدْرَةِ بِاَنَّ تَاكَ الْكَثْرَةَ مِنْ مَنْبَعِ الْوَحْدَةِ تَصْدُرُ شَاهِدَةً لِوَحْدَةِ الْفَاطِرِ فِى الصُّنْعِ وَالتَّصْوِيرِ ثُمَّ اِلَى الْوَحْدَةِ تَنْتَهِى ذَاكِرَةً لِحِكْمَةِ الْقَادِرِ فِى الْخَلْقِ وَالتَّدْبِيرِ وَكَذَاهُنَّ تَلْوِيحَاتُ الْحِكْمَةِ بِاَنَّ صَانِعَ الْكُلِّ بِكُلِّيَّةِ النَّظَرِ اِلَى الْجُزْئِىِّ يَنْظُرُ ثُمَّ اِلَى جُزْئِهِ sh: » (S: 651) اِذْ اِنْ كَانَ ثَمَرًا فَهُوَ الْمَقْصُودُ اْلاَظْهَرُ مِنْ خَلْقِ هذَا الشَّجَرِ فَالْبَشَرُ ثَمَرٌ لِهذِهِ الْكَائِنَاتِ فَهُوَ الْمَطْلُوبُ اْلاَظْهَرُ لِخَالِقِ الْمَوْجُودَاتِ وَالْقَلْبُ كَالنَّوَاةِ فَهُوَ الْمِرْآةُ اْلاَنْوَرُ لِصَانِعِ الْكَائِنَاتِ مِنْ هذِهِ الْحِكْمَةِ صَارَ اْلاِنْسَانُ اْلاَصْغَرُ فِى هذِهِ الْمَخْلُوقَاتِ هُوَ الْمَدَارُ اْلاَظْهَرُ لِلنَّشْرِ وَالْمَحْشَرِ فِى هذِهِ الْمَوْجُودَاتِ وَالتَّخْرِيبِ وَالتَّبْدِيلِ لِهذِهِ الْكَائِنَاتِ Bu arabî fýkranýn mebdei þudur: فَسُبْحَانَ مَنْ جَعَلَ حَدِيقَةَ اَرْضِهِ مَشْهَرَ صَنْعَتِهِ مَحْشَرَ حِكْمَتِهِ مَظْهَرَ قُدْرَتِهِ مَزْهَرَ رَحْمَتِهِ مَزْرَعَ جَنَّتِهِ مَمَرَّ الْمَخْلُوقَاتِ مَسِيلَ الْمَوْجُودَاتِ مَكِيلَ الْمَصْنُوعَاتِ فَمُزَيَّنُ الْحَيْوَانَاتِ مُنَقَّشُ الطُّيُورَاتِ مُثَمَّرُ الشَّجَرَاتِ مُزَهَّرُ النَّبَاتَاتِ مُعْجِزَاتُ عِلْمِهِ خَوَارِقُ صُنْعِهِ هَدَايَاءُ جُودِهِ بَشَائِرُ لُطْفِهِ تَبَسُّمُ اْلاَزْهَارِ مِنْ زِينَةِ اْلاَثْمَارِ تَسَجُّعُ اْلاَطْيَارِ فِى نَسْمَةِ اْلاَسْحَارِ تَهَزُّجُ اْلاَمْطَارِ عَلَى خُدُودِ اْلاَزْهَارِتَرَحُّمُ الْوَالِدَاتِ عَلَى اْلاَطْفَالِ الصِّغَارِ تَعَرُّفُ وَدُودٍ تَوَدُّدُ رَحْمَانٍ تَرَحُّمُ حَنَّانٍ تَحَنُّنُ مَنَّانٍ لِلْجِنِّ وَ اْلاِنْسَانِ وَ الرُّوحِ وَ الْحَيْوَانِ وَ الْمَلَكِ وَ الْجَانِّ Ýþte bu arabî tefekkürün kýsa bir meali þudur ki: Bütün meyveler ve içindeki tohumcuklar; hikmet-i Rabbâniyenin birer mu'cizesi.. san'at-ý Ýlahiyenin birer hârikasý.. rahmet-i Ýlahiyenin birer hediyesi.. vahdet-i Ýlahiyenin birer bürhân-ý maddîsi.. âhirette eltaf-ý Ýlahiyenin birer müjdecisi.. kudretinin ihâtasýna ve ilminin þümûlüne birer þahid-i sadýk olduklarý gibi; þunlar, âlem-i kesretin aktarýnda ve þu aðaç gibi tekessür etmiþ bir nevi âlemin etrafýnda vahdet âyineleridirler. Enzarý, kesretten vahdete çeviriyorlar. Lisan-ý hal ile herbirisi der: "Dal budak salmýþ þu koca aðacýn içinde daðýlma, boðulma, bütün o aðaç bizdedir. Onun kesreti, vahdetimizde dâhildir." Hattâ her meyvenin kalbi hükmünde olan herbir çekirdek dahi, vahdetin birer maddî âyine sh: » (S: 652) si olduklarý gibi; zikr-i kalbi-yi hafî ile koca aðacýn zikr-i cehrî Sûretiyle çektiði ve okuduðu bütün Esmâyý zikreder, okur. Hem o meyveler, tohumlar; vahdetin âyineleri olduklarý gibi, kaderin meþhud iþaratý ve kudretin mücessem rumuzatýdýr ki; kader onlar ile iþaret eder ve kudret o kelimeler ile remzen der: "Nasýlki þu aðacýn kesretli dal ve budaklarý, birtek çekirdekten gelmiþ ve þu aðacýn san'atkârýnýn icad ve tasvirde vahdetini gösteriyor. Sonra þu aðaç, dal ve budak salýp tekessür ve intiþar ettikten sonra, bütün hakikatýný bir meyvede toplar. Bütün mânâsýný bir çekirdekte derceder. Onunla Hâlýk-ý Zülcelâlinin halk ve tedbirindeki hikmetini gösterir." Öyle de: Þu þecere-i kâinat, bir menba-ý vahdetten vücud alýr, terbiye görür. Ve o kâinatýn meyvesi olan insan, þu kesret-i mevcûdât içinde, vahdeti gösterdiði gibi; kalbi dahi, îmân gözüyle kesret içinde sýrr-ý vahdeti görür. Hem o meyveler ve tohumlar, hikmet-i Rabbâniyenin telvihatýdýr. Hikmet onlarla ehl-i þuura þöyle ifade ediyor ve diyor ki: "Nasýl þu aðaca müteveccih küllî nazar, küllî tedbir, külliyetiyle ve umumiyetiyle birtek meyveye bakar. Çünki o meyve, o aðaca bir misâl-i Mûsaggardýr. Hem o aðaçtan maksud, odur. Hem o küllî nazar ve umumî tedbir, bir meyvenin içinde herbir çekirdeðe dahi nazar eder. Çünki çekirdek, umum aðacýn mânâsýný, fihristesini taþýyor. Demek aðacýn tedbirini gören zât, o tedbir ile alâkadar bütün Esmâsýyla, aðacýn vücudundan maksud ve icadýnýn gayesi olan herbir semereye müteveccihtir. Hem þu koca aðaç, o küçük meyveler için bâzan budanýr, kesilir, tecdid için Bâzý cihetleri tahrib edilir. Daha güzel, bâki meyveler vermek için, aþýlanýr. Öyle de: Þu þecere-i kâinatýn semeresi olan beþer; kâinatýn vücudundan ve icadýndan maksud odur ve icad-ý mevcûdâtýn gayesi de odur. Ve o meyvenin çekirdeði olan insanýn kalbi dahi, Sâni'-i Kâinat'ýn en münevver ve en câmi' bir âyinesidir. Ýþte þu hikmettendir ki: Þu küçücük insan, neþir ve haþir gibi muazzam inkýlablara medâr olmuþ. Kâinatýn tahrib ve tebdiline sebeb olur. Onun muhakemesi için dünya kapýsý kapanýp, âhiret kapýsý açýlýr. Mâdem haþrin bahsi geldi. Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyân'ýn haþrin sh: » (S: 653) isbatýna dair cezâlet-i Beyânýný ve kuvvet-i ifadesini gösteren bir nükte-i hakikatýný Beyân etmeðe münasebet geldi. Þöyle ki: Þu tefekkür neticesi gösteriyor ki: Beþerin muhakemesi ve saadet-i ebediye kazanmasý için lüzum olsa bütün kâinat tahrib edilir ve tahrib ve tebdil edecek bir kudret görünüyor ve vardýr. Fakat haþrin merâtibi var. Bir kýsmýna îmân farzdýr. mârifeti lâzýmdýr. Diðer kýsmý, terakkiyat-ý ruhiye ve fikriyenin derecatýna göre görünür. Ve ilim ve mârifeti lâzým olur. Kur'an-ý Hakîm, en basit ve kolay olan mertebeyi kat'î ve kuvvetli isbat için en geniþ ve en büyük bir daire-i haþri açacak bir kudreti gösteriyor. Ýþte umuma îmân lâzým olan haþrin mertebesi þudur ki: Ýnsanlar öldükten sonra, ruhlarý baþka makamlara gider. Cesedleri çürüyor. Fakat insanýn cesedinden, bir çekirdek, bir tohum hükmünde olacak "acb-üz zeneb" tâbir edilen küçük bir cüz'ü bâki kalýp Cenâb-ý Hak, onun üstünde cesed-i insanîyi haþirde halkeder, onun ruhunu ona gönderir. Ýþte bu mertebe o kadar kolaydýr ki; her baharda milyonlarla misâli görülüyor. Ýþte bâzan þu mertebeyi isbat için âyât-ý Kur'aniye öyle bir daireyi gösteriyor ki: Bütün zerratý haþr ü neþredecek bir kudretin tasarrufatýný gösterir. Bâzan da bütün mahlukatý fenaya gönderip, yeniden getirecek bir kudret ve hikmetin âsârýný gösterir. Bazý, yýldýzlarý daðýtýp, semâvatý parçalayabilir bir kudret ve hikmetin tasarrufatýný ve âsârýný gösterir. Bazý, bütün zîhayatý öldürecek, yeniden def'aten bir sayha ile diriltecek bir kudret ve hikmetin tasarrufatýný ve tecelliyatýný gösterir. Bazý, bütün rûy-i zeminde zîhayat olanlarý ayrý ayrý haþr ve neþredecek bir kudret ve hikmetin tecelliyatýný gösterir. Bâzan, küre-i arzý bütün bütün daðýtacak, daðlarý uçuracak, düzeltip daha güzel bir Sûrete çevirecek bir kudret ve hikmetin âsârýný gösterir. Demek, herkese îmâný ve mârifeti farz olan haþirden baþka, çok mertebe-i haþirleri dahi o kudret ve hikmetle yapabilir. Hikmet-i Rabbâniye iktiza etmiþ ise, elbette haþr ü neþr-i insanî ile beraber umum onlarý dahi yapacak veyahut Bâzý mühimlerini yapar. BÝR SUAL: Diyorsunuz ki: "Sen Sözler'de kýyas-ý temsili çok istimal ediyorsun. Halbuki Fenn-i Mantýkça kýyas-ý temsilî, yakîni ifade etmiyor. Mesâil-i yakîniyede bürhân-ý mantýkî lâzýmdýr. Kýyas-ý temsilî, Usûl-ü Fýkýh ülemâsýnca zann-ý galib kâfi olan metâlibde istimal edilir. Hem de sen, temsilâtý Bâzý hikâyeler Sûretin sh: » (S: 654) de zikrediyorsun. Hikâye hayalî olur, hakikî olmaz, vakýa muhalif olur?" ELCEVAB: Ýlm-i Mantýkça çendan "Kýyas-ý temsilî, yakîn-i kat'î ifade etmiyor" denilmiþ. Fakat kýyas-ý temsilînin bir nev'i var ki; mantýkýn yakînî bürhânýndan çok kuvvetlidir ve mantýkýn birinci þeklinin birinci darbýndan daha yakînîdir. O kýsým da þudur ki: Bir temsil-i cüz'î vasýtasýyla bir hakikat-ý küllînin ucunu gösterip, hükmü o hakikata bina ediyor. O hakikatýn kanununu, bir hususî maddede gösteriyor. Tâ o hakikat-ý uzma bilinsin ve cüz'î maddeler, ona irca' edilsin. Meselâ: "Güneþ nuraniyet vasýtasýyla, birtek zât iken her parlak þeyin yanýnda bulunuyor." temsiliyle bir kanun-u hakikat gösteriliyor ki, nur ve nurani için kayýd olamaz. Uzak ve yakýn bir olur. Az ve çok müsavi olur. Mekân onu zabtedemez. Hem meselâ: "Aðacýn meyveleri, yapraklarý; bir anda, bir tarzda kolaylýkla ve mükemmel olarak birtek merkezde, bir kanun-u emrî ile teþkili ve tasviri" bir temsildir ki, muazzam bir hakikatýn ve küllî bir kanunun ucunu gösterir. O hakikat ve o hakikatýn kanununu gâyet kat'î bir Sûrette isbat eder ki, o koca kâinat dahi þu aðaç gibi o kanun-u hakikatýn ve o sýrr-ý ehadiyetin bir mazharýdýr, bir meydan-ý cevelanýdýr. Ýþte bütün Sözlerdeki kýyasat-ý temsiliyeler bu çeþittirler ki, bürhân-ý kat'î-yi mantýkîden daha kuvvetli, daha yakînîdirler. ÝKÝNCÝ SUALE CEVAB: Mâlûmdur ki: Fenn-i Belâgatta bir lafzýn, bir kelâmýn mânâ-yý hakikîsi, baþka bir maksud mânâya sýrf bir âlet-i mülahaza olsa, ona "lafz-ý kinaî" denilir. Ve "kinaî" tâbir edilen bir kelâmýn mânâ-yý aslîsi, medâr-ý sýdk ve kizb deðildir. Belki kinaî mânâsýdýr ki, medâr-ý sýdk ve kizb olur. Eðer o kinaî mânâ doðru ise, o kelâm sadýktýr. Mânâ-yý aslî, kâzib dahi olsa sýdkýný bozmaz. Eðer mânâ-yý kinaî doðru deðilse; mânâ-yý aslîsi doðru olsa, o kelâm kâzibdir. Meselâ: Kinaî misâllerinden: (Filânün tavîl-ün necad) denilir. Yâni: "Kýlýncýnýn kayýþý, bendi uzundur." Þu kelâm, o adamýn kametinin uzunluðuna kinayedir. Eðer o adam uzun ise, kýlýncý ve kayýþý ve bendi olmasa de, yine bu kelâm sadýktýr, doðrudur. Eðer o adamýn boyu uzun olmazsa; çendan uzun bir kýlýncý ve uzun bir kayýþý ve uzun bir bendi bulunsa, yine bu kelâm kâzibdir. Çünki mânâ-yý aslîsi, maksud deðil. sh: » (S: 655) Ýþte Onuncu Söz'ün ve Yirmiikinci Söz'ün hikâyeleri gibi, sâir Sözlerin hikâyeleri, kinaiyat kýsmýndandýrlar ki, begâyet doðru ve gâyet sadýk ve mutabýk-ý vâki olan hikâyelerin sonlarýndaki hakikatlar, o hikâyelerin mânâ-yý kinaiyeleridir. Mânâ-yý asliyeleri, bir temsil-i dürbünîdir. Nasýl olursa olsun, sýdkýna ve hakkaniyetine zarar vermez. Hem o hikâyeler birer temsildirler. Yalnýz umuma tefhim için lisan-ý hal, lisan-ý kal Sûretinde ve þahs-ý mânevî, bir þahs-ý maddî þeklinde gösterilmiþtir. ÜÇÜNCÜ MAKSAD Umum ehl-i dalaletin vekili, Ýkinci Sualine (Haþiye) karþý, kat'î ve mukni' ve mülzim cevabý aldýktan sonra, þöyle üçüncü bir sual ediyor, diyor ki: Kur'anda: " اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ " " اَرْحَمُ الرّاحِمِينَ " gibi kelimât, baþka hâlýklar, râhimler bulunduðunu iþ'ar eder. Hem diyorsunuz ki: "Hâlýk-ý Âlem'in nihayetsiz Kemâlâtý var. Bütün enva'-ý Kemâlâtýn en nihayet mertebelerini câmi'dir." Halbuki eþyanýn Kemâlâtý, ezdad ile bilinir; elem olmazsa lezzet bir Kemâl olmaz, zulmet olmazsa ziya tahakkuk etmez, firak olmazsa visal lezzet vermez ve hakeza? Elcevab: Birinci þýkka "beþ iþaret" ile cevab veririz: BÝRÝNCÝ ÝÞARET: Kur'an baþtan baþa tevhidi isbat ettiði ve gösterdiði için, bir delil-i kat'îdir ki; Kur'an-ý Hakîm'in o nevi kelimeleri sizin fehmettiðiniz gibi deðildir. Belki اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ demesi, "Hâlýkýyet mertebelerinin en ahsenindedir" demektir ki, baþka Hâlýk bulunduðuna hiç delaleti yok. Belki Hâlýkýyetin sâir sýfatlar gibi çok merâtibi var. اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ demek, "Merâtib-i Hâlýkýyetin en güzel, en münteha mertebesinde bir Hâlýk-ý Zülcelâl'dir" demektir. ÝKÝNCÝ ÝÞARET: اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ gibi tâbirler, Hâlýklarýn taaddüdüne bakmýyor. Belki mahlukýyetin enva’ýna bakýyor. Yâni “herþeyi, herþeye lâyýk bir tarzda, en güzel bir mertebede halkeder bir Hâlýktýr.” Nasýlki þu mânâyý اَحْسَنَ كُلَّ شَيْءٍ خَلَقَهُ gibi âyetler ifade eder. ___________________________ (Haþiye): Ýkinci Maksad'ýn baþýndaki sual demektir. Yoksa, hâtimenin âhirindeki bu küçücük sual deðildir. sh: » (S: 656) ÜÇÜNCÜ ÝÞARET: " اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ " " اَللّهُ اَكْبَرُ " " خَيْرُ الْفَاصِلِينَ " " خَيْرُ الْمُحْسِنِينَ " gibi tâbirattaki müvazene, Cenâb-ý Hakk'ýn vakideki sýfât ve ef'ali, sâir o sýfât ve ef'alin nümunelerine mâlik olanlarla müvazene ve tafdil deðildir. Çünki bütün kâinatta cin ve ins ve melekte olan Kemâlât, onun Kemâline nisbeten zaîf bir gölgedir; nasýl müvazeneye gelebilir? Belki müvazene, insanlarýn ve bâhusus ehl-i gafletin nazarýna göredir. Meselâ: Nasýlki bir nefer, onbaþýsýna karþý Kemâl-i itaat ve hürmeti gösteriyor, bütün iyilikleri ondan görüyor; padiþahý az düþünür. Onu düþünse de yine teþekküratýný onbaþýya veriyor. Ýþte böyle bir nefere karþý denilir: "Yahu, padiþah senin onbaþýndan daha büyüktür. Yalnýz ona teþekkür et." Þimdi þu söz, vakideki padiþahýn haþmetli hakikî kumandanlýðýyla, onbaþýsýnýn cüz'î, sûrî kumandanlýðýný müvazene deðil; çünki o müvazene ve tafdil, mânâsýzdýr. Belki neferin nazar-ý ehemmiyet ve irtibatýna göredir ki, onbaþýsýný tercih eder, teþekküratýný ona verir, yalnýz onu sever. Ýþte bunun gibi, Hâlýk ve Mün'im tevehhüm olunan zâhirî esbab, ehl-i gafletin nazarýnda Mün'im-i Hakikî'ye perde olur. Ehl-i gaflet onlara yapýþýr, nimet ve ihsaný, onlardan bilir. Medih ve senalarýný, onlara verir. Kur'an der ki: "Cenâb-ý Hak daha büyüktür, daha güzel bir Hâlýktýr, daha iyi bir Muhsindir. Ona bakýnýz, ona teþekkür ediniz." DÖRDÜNCÜ ÝÞARET: Müvazene ve tafdil, vâki mevcûdlar içinde olduðu gibi; imkânî, hattâ farazî eþyalar içinde dahi olabilir. Nasýlki ekser mahiyetlerde, müteaddid merâtib bulunur. Öyle de: Esmâ-i Ýlahiye ve sýfât-ý kudsiyenin mahiyetlerinde de, akýl itibariyle hadsiz merâtib bulunabilir. Halbuki Cenâb-ý Hak, o sýfât ve Esmânýn mümkün ve mutasavver bütün merâtibinin en ekmelinde, en ahsenindedir. Bütün kâinat, Kemâlâtýyla bu hakikata þahiddir. "Lehül Esmâ-ül Hüsnâ" bütün Esmâsýný ahseniyet ile tavsif, þu mânâyý ifade ediyor. BEÞÝNCÝ ÝÞARET: Þu müvazene ve müfadale; Cenâb-ý Hakk'ýn masivaya mukabil deðil, belki iki nevi tecelliyat ve sýfâtý var. Biri: Vâhidiyet sýrrýyla ve vesait ve esbab perdesi altýnda ve bir kanun-u umumî Sûretinde tasarrufatýdýr. Ýkincisi: Ehadiyet sýrrýyla; perdesiz, doðrudan doðruya, hususî bir teveccüh ile tasarruftur. Ýþte ehadiyet sýrrýyla, doðrudan sh: » (S: 657) doðruya olan ihsaný ve icadý ve kibriyâ sý ise; vesait ve esbabýn mezahiriyle görünen âsâr-ý ihsanýndan ve icad ve kibriyâ sýndan daha büyük, daha güzel, daha yüksektir, demektir. Meselâ nasýl bir padiþahýn, -fakat veli bir padiþahýn- ki, umum memurlarý ve kumandanlarý sýrf bir perde olup, bütün hüküm ve icraat onun elinde farzediyoruz. O padiþahýn tasarrufat ve icraatý iki çeþittir. Birisi: Umumî bir kanunla, zâhirî memurlarýn ve kumandanlarýn Sûretinde ve makamlarýn kabiliyetine göre verdiði emirler ve gösterdiði icraatlardýr. Ýkincisi: Umumî kanunla deðil ve zâhirî memurlarý da perde yapmayarak, doðrudan doðruya ihsanat-ý þahanesi ve icraatý daha güzel, daha yüksek denilebilir. Öyle de: Sultan-ý Ezel ve Ebed olan Hâlýk-ý Kâinat, çendan vesait ve esbabý icraatýna perde yapmýþ, haþmet-i rubûbiyetini göstermiþ. Fakat ibâdýnýn kalbinde hususî bir telefon býrakmýþ ki, esbabý arkada býrakýp, doðrudan doðruya ona teveccüh etmek için, ubûdiyet-i hâssa ile mükellef edip اِيّاكَ نَعْبُدُ وَاِيّاكَ نَسْتَعِينُ deyiniz diye, kâinattan yüzlerini kendine çevirir. Ýþte " اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ " " اَرْحَمُ الرّاحِمِينَ " " اَللّهُ اَكْبَرُ " meânîsi, þu mânâya da bakýyor. Vekilin ikinci þýk sualine "Beþ Remiz" ile cevabdýr: BÝRÝNCÝ REMÝZ: Sualde diyor ki: "Bir þeyin zýddý olmazsa, o þeyin nasýl Kemâli olabilir? ELCEVAB: Þu sual sahibi, hakikî Kemâli bilmiyor. Yalnýz nisbî bir Kemâl zannediyor. Halbuki gayra bakan ve gayra nisbeten hasýl olan meziyetler, faziletler, tefevvuklar; hakikî deðiller, nisbîdirler, zaîftirler. Eðer gayr, nazardan sâkýt olsalar; onlar da sukut ederler. Meselâ: Sýcaklýðýn nisbî lezzeti ve fazileti, soðuðun tesiri iledir. Yemeðin nisbî lezzeti, açlýk eleminin tesiri iledir. Onlar gitse, bunlar da azalýr. Halbuki hakikî lezzet ve muhabbet ve Kemâl ve fazilet odur ki; gayrýn tasavvuruna bina edilmesin, zâtýnda bulunsun ve bizzât bir hakikat-ý mukarrere olsun. "Lezzet-i vücud ve lezzet-i hayat ve lezzet-i muhabbet ve lezzet-i mârifet ve lezzet-i îmân ve lezzet-i beka ve lezzet-i rahmet ve lezzet-i þefkat ve hüsn-ü nur ve hüsn-ü basar ve hüsn-ü kelâm ve hüsn-ü kerem ve hüsn-ü sîret ve hüsn-ü Sûret ve Kemâl-i zât ve Kemâl-i sýfât ve Kemâl-i ef'al" gibi bizzât meziyetler; gayr olsun olmasýn, þu meziyetler tebeddül etmez. sh: » (S: 658) Ýþte Sâni'-i Zülcelâl ve Fâtýr-ý Zülcemâl ve Hâlýk-ý ZülKemâl'in bütün Kemâlâtý hakikiyedir, zâtiyedir; gayr ve masiva, ona tesir etmez. Yalnýz mezahir olabilirler. ÝKÝNCÝ REMÝZ: Seyyid Þerif-i Cürcanî "Þerh-ül Mevakýf"ta demiþ ki: "Sebeb-i muhabbet ya lezzet veya menfaat, ya müþakelet (yâni meyl-i cinsiyet), ya Kemâldir. Çünki Kemâl, mahbub-u lizâtihîdir." Yâni, ne þeyi seversen ya lezzet için seversin, ya menfaat için, ya evlâda meyil gibi bir müþakele-i cinsiye için, ya Kemâl olduðu için seversin. Eðer Kemâl ise, baþka bir sebeb, bir garaz lâzým deðil. O bizzât sevilir. Meselâ; eski zamanda sahib-i Kemâlât insanlarý herkes sever, onlara karþý hiçbir alâka olmadýðý halde istihsankârane muhabbet edilir. Ýþte Cenâb-ý Hakk'ýn bütün Kemâlâtý ve Esmâ-i hüsnâsýnýn bütün merâtibleri ve bütün faziletleri, hakikî Kemâlât olduklarýndan bizzât sevilirler. "Mahbubetün Lizâtihâ"dýrlar. Mahbub-u Bilhak ve Habib-i Hakikî olan Zât-ý Zülcelâl, hakikî olan Kemâlâtýný ve sýfât ve Esmâsýnýn güzelliklerini kendine lâyýk bir tarzda sever, muhabbet eder. Hem o Kemâlâtýn mazharlarý, âyineleri olan san'atýný ve masnuatýný ve mahlukatýnýn mehâsinini sever, muhabbet eder. Enbiyasýný ve evliyasýný, hususan Seyyid-ül Mürselîn ve Sultan-ül Evliya olan Habib-i Ekremini sever. Yâni kendi cemâlini sevmesiyle, o cemâlin âyinesi olan Habibini sever. Ve kendi Esmâsýný sevmesiyle, o Esmânýn mazhar-ý câmii ve zîþuuru olan o Habibini ve ihvanýný sever. Ve san'atýný sevmesiyle, o san'atýn dellâl ve teþhircisi olan o Habibini ve emsalini sever. Ve masnuatýný sevmesiyle, o masnuata karþý "Mâþâallah, Bârekâllah, ne kadar güzel yapýlmýþlar" diyen ve takdir eden ve istihsan eden o Habibini ve onun arkasýnda olanlarý sever. Ve mahlukatýnýn mehâsinini sevmesiyle, o mehâsin-i ahlâkýn umumunu câmi' olan o Habib-i Ekremini ve onun etba ve ihvanýný sever, muhabbet eder. ÜÇÜNCÜ REMÝZ: Umum kâinattaki umum Kemâlât, bir Zât-ý Zülcelâl'in Kemâlinin âyâtýdýr ve cemâlinin iþaratýdýr. Belki hakikî Kemâline nisbeten bütün kâinattaki hüsün ve Kemâl ve cemâl, zaîf bir gölgedir. Þu hakikatýn beþ hüccetine icmâlen iþaret ederiz. Birinci Hüccet: Nasýlki mükemmel, muhteþem, münakkaþ, müzeyyen bir saray; mükemmel bir ustalýk, bir dülgerliðe bilbedâhe delâlet eder. Ve mükemmel fiil olan o dülgerlik, o nakkaþlýk; sh: » (S: 659) bizzarure mükemmel bir fâile, bir ustaya, bir mühendise ve "nakkaþ ve Mûsavvir" gibi ünvan ve isimleriyle beraber delâlet eder. Ve mükemmel o isimler dahi, þübhesiz o ustanýn mükemmel, san'atkârane sýfatýna delâlet eder. Ve o Kemâl-i san'at ve sýfat, bilbedâhe o ustanýn Kemâl-i istidadýna ve kabiliyetine delâlet eder. Ve o Kemâl-i istidad ve kabiliyet, bizzarure o ustanýn Kemâl-i zâtýna ve ulviyet-i mahiyetine delâlet eder. Aynen öyle de: Þu saray-ý âlem, þu mükemmel, müzeyyen eser; bilbedâhe gâyet Kemâldeki ef'ale delâlet eder. Çünki eserdeki Kemâlât, o ef'alin Kemâlâtýndan ileri gelir ve onu gösterir. Kemâl-i ef'al ise, bizzarure bir fâil-i mükemmele ve o fâilin Kemâl-i Esmâsýna, yâni âsâra nisbeten müdebbir, Mûsavvir, hakîm, rahîm, müzeyyin gibi isimlerin Kemâline delâlet eder. Ýsimlerin ve ünvanlarýn Kemâli ise, þeksiz þübhesiz o fâilin Kemâl-i evsafýna delâlet eder. Zira sýfat mükemmel olmazsa, sýfattan neþ'et eden isimler, ünvanlar mükemmel olamaz. Ve o evsafýn Kemâli, bilbedâhe þuunat-ý zâtiyenin Kemâline delâlet eder. Çünki sýfâtýn mebde'leri, o þuun-u zâtiyedir. Ve þuun-u zâtiyenin Kemâli ise; biilmelyakîn zât-ý zîþuunun Kemâline ve öyle lâyýk bir Kemâline delâlet eder ki; o Kemâlin ziyasý, þuun ve sýfât ve Esmâ ve ef'al ve âsâr perdelerinden geçtiði halde, þu kâinatta yine bu kadar hüsnü ve cemâli ve Kemâli göstermiþ. Ýþte þu derece hakikî Kemâlât-ý zâtiyenin bürhân-ý kat'î ile vücudu sâbit olduktan sonra, gayra bakan ve emsal ve ezdada tefevvuk cihetiyle olan nisbî Kemâlâtýn ne ehemmiyeti kalýr, ne derece sönük düþer, anlarsýn... Ýkinci Hüccet: Þu kâinata nazar-ý ibretle bakýldýðý vakit, vicdan ve kalb bir hads-i sadýkla hisseder ki: Þu kâinatý bu derece güzelleþtiren ve süslendiren ve enva'-ý mehâsin ile tezyin edenin, nihayet derecede bir cemâl ve Kemâlâtý vardýr ki, þöyle yapýyor. Üçüncü Hüccet: Mâlûmdur ki; mevzun ve muntâzam ve mükemmel ve güzel san'atlar, gâyet güzel bir proðrama istinad eder. Mükemmel ve güzel bir proðram ise, mükemmel ve güzel bir ilme ve güzel bir zihne ve güzel bir kabiliyet-i ruhiyeye delâlet eder. Demek ruhun mânevî güzelliðidir ki; ilim vasýtasýyla san'atýnda tezahür ediyor. sh: » (S: 660) Ýþte þu kâinat, hadsiz mehâsin-i maddiyesiyle, bir mânevî ve ilmî mehâsinin tereþþuhatýdýr. Ve o ilmî ve mânevî mehâsin ve Kemâlât, elbette hadsiz bir sermedî hüsün ve cemâlin ve Kemâlin cilveleridir. Dördüncü Hüccet: Mâlûmdur ki; ziyayý verenin ziyadar olmasý lâzým, tenvir edenin nuranî olmasý gerek, ihsan gýnadan gelir, lütuf lâtiften zuhur eder. Mâdem öyledir; kâinata bu kadar hüsün ve cemâl vermek ve mevcûdâta muhtelif Kemâlât vermek; ýþýk, güneþi gösterdiði gibi, bir cemâl-i sermedîyi gösterirler. Mâdem mevcûdât, zeminin yüzünde büyük bir nehir gibi Kemâlâtýn lem'alarýyla parlar geçer. O nehir, güneþin cilveleriyle parladýðý gibi, þu seyl-i mevcûdât dahi, hüsün ve cemâl ve Kemâlin lem'alarýyla muvakkaten parlar gider. Arkalarýndan gelenler ayný parlamayý, ayný lem'alarý gösterdiklerinden anlaþýlýyor ki: Cereyan eden suyun kabarcýklarýndaki cilveler, güzellikler, nasýl kendilerinden deðil; belki bir güneþin ziyasýnýn güzellikleri, cilveleridir. Öyle de: Þu seyl-i kâinattaki muvakkat parlayan mehâsin ve Kemâlât, bir Þems-i Sermedî'nin lemaât-ý cemâl-i Esmâsýdýr. نَعَمْ تَفَانِى الْمِرْآتِ زَوَالُ الْمَوْجُودَاتِ مَعَ تَجَلِّى الدَّائِمِ مَعَ الْفَيْضِ الْمُلاَزِمِ مِنْ اَظْهَرِ الظَّوَاهِرِ اَنَّ الْجَمَالَ الظَّاهِرَ لَيْسَ مُلْكَ الْمَظَاهِرِ مِنْ اَفْصَحِ تِبْيَانٍ مِنْ اَوْضَحِ بُرْهَانٍ لِلْجَمَالِ الْمُجَرَّدِ ِلْلاِحْسَانِ الْمُجَدَّدِ لِلْوَاجِبِ الْوُجُودِ لِلْبَاقِى الْوَدُودِ Beþinci Hüccet: Mâlûmdur ki; üç dört muhtelif yoldan gelenler, ayný bir hâdiseyi söyleseler, yakîni ifade eden tevatür derecesinde o hâdisenin kat'î vukuuna delâlet eder. Ýþte meþrebce ve meslekçe ve istidadca ve asýrca gâyet muhtelif ayrý ayrý bütün muhakkikînin muhtelif tabakatýndan ve evliyanýn muhtelif turuklarýndan ve asfiyanýn muhtelif mesleklerinden ve Hükemâ-yý hakikiyenin muhtelif mezheblerinden olan bütün ehl-i keþif ve zevk ve þuhud ve müþahede, keþif ve zevk ve þuhud ile ittifak etmiþler ki: Kâinat mezahirinde ve mevcûdât âyinelerinde görülen mehâsin ve Kemâlât, bir tek Zât-ý Vâcib-ül Vücud'un tecelliyat-ý Kemâlidir ve cilve-i cemâl-i Esmâsýdýr. sh: » (S: 661) Ýþte bunlarýn icmâý, sarsýlmaz bir hüccet-i katýadýr. Tahmin ederim ki: Þu remizde ehl-i dalaletin vekili, iþitmemek için kulaðýný kapayýp kaçmaða mecburdur. Zâten zulmetli kafalarý, huffaþ misillü, bu nurlarý görmeðe tahammül edemezler. Öyle ise bundan sonra onlarý, pek de nazara almayacaðýz. DÖRDÜNCÜ REMÝZ: Bir þeyin lezzeti, hüsnü, cemâli, emsal ve ezdadýna bakmaktan ziyade, mazharlarýna bakarlar. Meselâ: Kerem, güzel ve hoþ bir sýfattýr. Kerim olan zât, baþka mükrimlere tefevvuk cihetiyle aldýðý lezzet-i nisbiyeden bin defa daha hoþ bir lezzeti, ikram ettiði adamlarýn telezzüzleriyle, ferahlarýyla alýr. Hem bir þefkat ve merhamet sahibi, þefkat ettiði mahluklarýn istirahatleri derecesinde hakikî bir lezzet alýr. Meselâ: Bir validenin evlâdýnýn mes'udiyetlerinden ve istirahatlerinden, þefkat vasýtasýyla aldýðý lezzet, o derece kuvvetlidir ki; onlarýn rahatý için ruhunu fedâ eder derecesine getirir. Hattâ o þefkatin lezzeti, tavuðu civcivlerini himaye etmek için arslana saldýrtýr. Ýþte mâdem evsaf-ý âliyedeki hakikî lezzet ve hüsün ve saadet ve Kemâl, akran ve ezdada bakmýyor. Belki mezahir ve müteallikatýna bakýyor. Elbette Hayy-ý Kayyum ve Hannan-ý Mennan ve Rahîm ve Rahman olan Zât-ý Zülcemâl ve-l Kemâl'in rahmetindeki cemâl ise, merhumlara bakar. Merhametine mazhar olanlarýn, hususan cennet-i bâkiyede nihayetsiz enva'-ý rahmet ve þefkatine mazhar olanlarýn derece-i saadetlerine ve tena'umlarýna ve ferahlarýna göre o Zât-ý Rahmanurrahîm, ona lâyýk bir tarzda bir muhabbet, bir sevmek gibi (ona lâyýk þuunatla tâbir edilen) ulvî, kudsî, güzel, münezzeh mânâlarý vardýr. "Lezzet-i kudsiye, aþk-ý mukaddes, ferah-ý münezzeh, mesruriyet-i kudsiye" tâbir edilen, izn-i þer'î olmadýðýndan yâd edemediðimiz gâyet münezzeh, mukaddes þuunatý vardýr ki; herbiri kâinatta gördüðümüz ve mevcûdât mabeyninde hissettiðimiz aþk ve ferah ve mesruriyetten nihayetsiz derecelerde daha yüksek, daha ulvî, daha mukaddes, daha münezzeh olduðunu çok yerlerde isbat etmiþiz. O mânâlarýn birer lem'asýna bakmak istersen, gelecek temsilâtýn dürbünü ile bak: Meselâ: Nasýlki sehavetli, âlîcenab, müþfik bir zât, güzel bir ziyafeti, gâyet fakir ve aç ve muhtaç olanlara vermek için, seyahat eden güzel bir gemisine serer. Kendi de üstünde seyreder. O fukaranýn minnetdarane tena'umlarý ve o aç olanlarýn müteþekki sh: » (S: 662) rane telezzüzleri ve o muhtaç olanlarýn senakârane memnuniyetleri; ne derece o kerim zâtý mesrur ve müferrah eder, ne kadar onun hoþuna gider, anlarsýn. Ýþte küçücük bir sofranýn hakikî mâliki olmayan ve bir tevziat memuru hükmünde olan bir insanýn mesruriyeti böyle ise; cin ve insi ve hayvanatý, fezâ-yý âlem denizinde seyr ve seyahat ettiren ve bir sefine-i Rabbâniye olan koca zeminin üstüne bindirip, yüzünde hadsiz enva'-ý mat'umatý câmi' bir sofrayý serip, bütün zîhayatý küçük bir kahvâltý nev'inde o ziyafete davet etmekle beraber, gâyet mükemmel ve bütün enva'-ý lezaizi câmi', sermedî, ebedî bir dâr-ý bekada cennetleri, herbirisini birer sofra-i nimet ederek hadsiz lezaizi ve letâifi câmi' bir tarzda, nihayetsiz bir zamanda, nihayetsiz muhtaç, nihayetsiz müþtak, nihayetsiz ibâdýna, hakikî yemek için ziyafet açan bir Rahman-ý Rahîm'e ait ve tâbirinde âciz olduðumuz meâni-i mukaddese-i muhabbeti ve netâic-i rahmeti kýyas edebilirsin. Hem meselâ: Mâhir bir san'atperver meharetini göstermeyi sever bir usta; güzel, plâksýz konuþan fonoðraf gibi bir san'atý icad ettikten sonra, onu kurup tecrübe ediyor, gösteriyor. O san'atkârýn düþündüðü ve istediði neticeleri en mükemmel bir tarzda gösterse; onun mucidi ne kadar iftihar eder, ne kadar memnun olur, ne derece hoþuna gider. Kendi kendine "Bârekâllah" der. Ýþte küçücük bir insan, icadsýz, sýrf sûrî bir san'atçýðý ile, bir fonoðrafýn güzel iþlemesiyle böyle memnun olsa; acaba bir Sâni'-i Zülcelâl, koca kâinatý, bir musikî, bir fonoðraf hükmünde icad ettiði gibi, zemini ve zemin içindeki bütün zîhayatý ve bilhassa zîhayat içinde insanýn baþýný öyle bir fonoðraf-ý Rabbanî ve bir musika-i Ýlahî tarzýnda yapmýþ ki; hikmet-i beþer, o san'at karþýsýnda hayretinden parmaðýný ýsýrýyor. Ýþte bütün o masnuat, bütün onlardan matlub neticeleri, nihayet derecede ve gâyet güzel bir Sûrette gösterdiklerinden ve ibâdat-ý mahsusa ve tesbihat-ý hususiye ve tahiyyat-ý muayyene ile tâbir edilen evâmir-i tekviniyeye karþý onlarýn itaatlarý ve onlardan matlub olan makasýd-ý Rabbâniyenin husulünden hasýl olan ve iftihar ve memnuniyet ve ferahla tâbir edemediðimiz maânî-i mukaddese ve þuun-u münezzeh, o derece âlî ve mukaddestir ki; bütün ukûl-ü beþer ittihad edip bir akýl olsa, yine onlarýn künhüne yetiþemez ve ihâta edemez. sh: » (S: 663) Hem meselâ adâlet perver, ihkak-ý hakký sever ve ondan zevk alýr bir hâkim, mazlumlarýn haklarýný vermekten ve mazlumlarýn teþekkürlerinden, zalimleri tecziye etmekle mazlumlarýn intikamlarýný almaktan nasýl memnun olur, bir zevk alýr. Ýþte Hakîm-i Mutlak ve Âdil-i Bilhak ve Kahhar-ý Zülcelâl, deðil yalnýz cin ve inste, belki bütün mevcûdâtta ihkak-ý haktan, yâni herþeye hakk-ý vücudu ve hakk-ý hayatý vermekten ve vücud ve hayatýný mütecavizlerden muhafaza etmekten ve dehþetli mevcûdlarý tecavüzlerden tevkif ve durdurmaktan, hususan mahþerde ve dâr-ý âhirette cin ve insin muhakemesinden baþka bütün zîhayata karþý tecelli-i kübrâ-yý adl ve hikmetten gelen maânî-i mukaddeseyi kýyas edebilirsin. Ýþte þu üç misâl gibi, binbir Esmâ-i Ýlahiyenin herbirinde pek çok tabakat-ý hüsün ve cemâl ve fazl ve Kemâl bulunduðu gibi, pek çok merâtib-i muhabbet ve iftihar ve izzet ve kibriyâ vardýr. Ýþte bundandýr ki: "Vedud" ismine mazhar olan muhakkikîn-i evliya; "Bütün kâinatýn mayesi, muhabbettir. Bütün mevcûdâtýn harekâtý, muhabbetledir. Bütün mevcûdâttaki incizab ve cezbe ve cazibe kanunlarý, muhabbettendir." demiþler. Onlardan birisi demiþ: فَلَكْ مَسْتْ مَلَكْ مَسْتْ نُجُومْ مَسْتْ سَموَاتْ مَسْتْ شَمْسْ مَسْتْ قَمَرْ مَسْتْ زَمِينْ مَسْتْ عَنَاصِرْ مَسْتْ نَبَاتْ مَسْتْ شَجَرْ مَسْتْ بَشَرْ مَسْتْ سَرَاسَرْ ذِى حَيَاتْ مَسْتْ هَمَه زَرَّاتِ مَوْجُودَاتْ بَرَابَرْ مَسْتْ دَرْمَسْتَسْتْ Yâni: Muhabbet-i Ýlahiyenin tecellisinde ve o þarab-ý muhabbetten herkes istidadýna göre mesttir. Mâlûmdur ki: Her kalb, kendine ihsan edeni sever ve hakikî Kemâle muhabbet eder ve ulvî cemâle meftun olur. Kendiyle beraber sevdiði ve þefkat ettiði zâtlara dahi ihsan edeni daha pek çok sever. Acaba, -sâbýkan Beyân ettiðimiz gibi- herbir isminde binler ihsan defineleri bulunan ve bütün sevdiklerimizi ihsanatýyla mes'ud eden ve binler Kemâlâtýn menbaý olan ve binler tabakat-ý cemâlin medârý olan binbir Esmâsýnýn müsemmasý olan Cemil-i Zülcelâl, Mahbub-u ZülKemâl, ne derece aþk ve muhabbete lâyýk olduðu ve bütün kâinat, sh: » (S: 664) onun muhabbetiyle mest ve sergerdan olmasýnýn þâyeste bulunduðu anlaþýlmaz mý? Ýþte þu sýrdandýr ki; "Vedud" ismine mazhar bir kýsým evliya, "Cennet'i istemiyoruz. Bir lem'a-i muhabbet-i Ýlahiye, ebeden bize kâfidir" demiþler. Hem ondandýr ki; hadîste geldiði gibi: "Cennet'te bir dakika rü'yet-i cemâl-i Ýlahî, bütün Cennet lezaizine faiktir." Ýþte þu nihayetsiz Kemâlât-ý muhabbet, vâhidiyet ve ehadiyet dairesinde Zât-ý Zülcelâl'in kendi Esmâ ve mahlukatýyla hasýl olur. Demek o daire haricinde tevehhüm olunan Kemâlât, Kemâlât deðildir. BEÞÝNCÝ REMÝZ: Beþ noktadýr: Birinci Nokta: Ehl-i dalaletin vekili der ki: "Ehadîsinizde dünya tel'in edilmiþ, "cîfe" ismiyle yâdedilmiþ. Hem bütün ehl-i velâyet ve ehl-i hakikat, dünyayý tahkir ediyorlar. "Fenadýr, pistir" diyorlar. Halbuki sen, bütün Kemâlât-ý Ýlahiyeye medâr ve hüccet, onu gösteriyorsun ve âþýkane ondan bahsediyorsun? ELCEVAB: Dünyanýn üç yüzü var: Birinci yüzü: Cenâb-ý Hakk'ýn Esmâsýna bakar. Onlarýn nukuþunu gösterir. Mânâ-yý harfiyle, onlara âyinedârlýk eder. Dünyanýn þu yüzü, hadsiz mektûbât-ý Samedâniyedir. Bu yüzü gâyet güzeldir. Nefrete deðil, aþka lâyýktýr. Ýkinci yüzü: Âhirete bakar. Âhiretin tarlasýdýr, Cennet'in mezraasýdýr, rahmetin mezheresidir. Þu yüzü dahi, evvelki yüzü gibi güzeldir. Tahkire deðil, muhabbete lâyýktýr. Üçüncü yüzü: Ýnsanýn hevesâtýna bakan ve gaflet perdesi olan ve ehl-i dünyanýn mel'abe-i hevesâtý olan yüzdür. Þu yüz çirkindir. Çünki fânidir, zâildir, elemlidir, aldatýr. Ýþte hadîste varid olan tahkir ve ehl-i hakikatýn ettiði nefret, bu yüzdedir. Kur'an-ý Hakîm'in kâinattan ve mevcûdâttan ehemmiyetkârane, istihsankârane bahsi ise; evvelki iki yüze bakar. Sahabelerin ve sâir ehlullahýn mergub dünyalarý, evvelki iki yüzdedir. sh: » (S: 665) Þimdi, dünyayý tahkir edenler dört sýnýftýr: Birincisi: Ehl-i mârifettir ki, Cenâb-ý Hakk'ýn mârifetine ve muhabbet ve ibâdetine sed çektiði için tahkir eder. Ýkincisi: Ehl-i âhirettir ki; ya dünyanýn zarurî iþleri onlarý amel-i uhrevîden men'ettiði için veyahut þuhud derecesinde îmân ile Cennet'in Kemâlât ve mehâsinine nisbeten dünyayý çirkin görür. Evet Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm'a güzel bir adam nisbet edilse, yine çirkin göründüðü gibi; dünyanýn ne kadar kýymetdar mehâsini varsa, Cennet'in mehâsinine nisbet edilse, hiç hükmündedir. Üçüncüsü: Dünyayý tahkir eder. Çünki eline geçmez. Þu tahkir, dünyanýn nefretinden gelmiyor; muhabbetinden ileri geliyor. Dördüncüsü: Dünyayý tahkir eder. Zira dünya, eline geçiyor. Fakat durmuyor, gidiyor. O da kýzýyor. Teselli bulmak için tahkir eder. "Pistir" der. Þu tahkir ise; o da, dünyanýn muhabbetinden ileri geliyor. Halbuki makbul tahkir odur ki, hubb-u âhiretten ve mârifetullahýn muhabbetinden ileri gelir. Demek makbul tahkir, evvelki iki kýsýmdýr. Cenâb-ý Hak, bizi onlardan yapsýn. Âmîn bi-hürmeti Seyyid-il Mürselîn. * * * sh: » (S: 666) ÜÇÜNCÜ MEVKIF بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ Þu üçüncü mevkýf iki noktadýr. O da iki mebhastýr. BÝRÝNCÝ MEBHAS وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ sýrrýnca: Herþeyden Cenâb-ý Hakk'a karþý pencereler hükmünde çok vecihler var. Bütün mevcûdâtýn hakaiký, bütün kâinatýn hakikatý; Esmâ-i Ýlahiyeye istinad eder. Herbir þeyin hakikatý, bir isme veyahut çok Esmâya istinad eder. Eþyadaki sýfatlar, san'atlar dahi, herbiri birer isme dayanýyor. Hattâ hakikî fenn-i hikmet, "Hakîm" ismine ve hakikatlý fenn-i týp "Þâfi" ismine ve fenn-i hendese "Mukaddir" ismine ve hâkezâ herbir fen, bir isme dayandýðý ve onda nihayet bulduðu gibi, bütün fünun ve Kemâlât-ý beþeriye ve tabakat-ý kümmelîn-i insâniyenin hakikatlarý, Esmâ-i Ýlahiyeye istinad eder. Hattâ muhakkikîn-i evliyanýn bir kýsmý demiþler: "Hakikî hakaik-i eþya, Esmâ-i Ýlahiyedir. Mahiyet-i eþya ise, o hakaikýn gölgeleridir." Hattâ birtek zîhayat þeyde, yalnýz zâhir olarak yirmi kadar Esmâ-i Ýlahiyenin cilve-i nakþý görünebilir. Þu ince ve dakik ve pek büyük ve geniþ hakikatý, bir temsil ile fehme takribe çalýþacaðýz. Ýki üç ayrý ayrý elek ile elemek Sûretinde tahlil edeceðiz. Ne kadar uzun Beyân etsek yine kýsadýr. Usanmamak gerek. Þöyle: Nasýlki gâyet mâhir bir tasvirci ve heykeltraþ bir zât, gâyet güzel bir çiçekle ve insan cins-i lâtifinden gâyet güzel bir hasna'nýn sh: » (S: 667) Sûret ve heykelini yapmak istese; evvelâ, o iki þeyin umumî þekillerini Bâzý hatlarla tâyin eder. Þu tayini, bir tanzim iledir, bir takdir ile yapýyor. Hendeseye istinaden hudud tâyin ediyor. Þu tanzim ve takdir, bir hikmet ve ilim ile yapýldýðýný gösteriyor ki, tanzim ve tahdid fiilleri, ilim ve hikmet pergeliyle dönüyor. Öyle ise, tanzim ve tahdid arkasýnda, ilim ve hikmet mânâlarý hükmediyor. Öyle ise, ilim ve hikmet pergeli, kendini gösterecek. Ýþte kendini gösterdi ki, o hududlar içinde, göz, kulak, burun, yaprak ve incecik püskülcükler gibi þeylerin tasvirine baþladý. Þimdi görüyoruz ki: Ýçindeki pergelin harekâtýyla tâyin edilen a'zalar, san'atkârane ve inâyetkârane düþüyor. Öyle ise o ilim ve hikmet pergelini çeviren, arkada sun' ve inâyet mânâlarý var, hükmediyorlar ve kendilerini gösterecekler. Ýþte ondandýr ki; bir hüsün ve zînete kabiliyet gösteriyor. Öyle ise; sun' ve inâyeti çalýþtýran, irade-i tahsin ve kasd-ý tezyindir. Öyle ise onlar hükmediyorlar ki; tezyine, tenvire baþladý. Bir tebessüm vaziyetini gösterdi ve hayatdarlýk heyetini verdi. Elbette þu tahsin ve tenvir mânâsýný çalýþtýran, lütuf ve kerem mânâsýdýr. Evet o iki mânâ, onda o derece hükmeder ki; âdeta o çiçek bir lütf-u mücessem, o heykel bir kerem-i mütecessiddir. Þimdi bu mânâ-yý kerem ve lütfu çalýþtýran ve tahrik eden, "teveddüd ve taarrüf" mânâlarýdýr. Yâni: Kendini, hüneri ile tanýttýrmak ve halka kendini sevdirmek mânâlarý arkada hükmediyor. Bu tanýttýrmak ve sevdirmek, elbette meyl-i merhamet ve irade-i nimetten geliyor. Mâdem rahmet ve irade-i nimet, arkada hükmediyor. Öyle ise o heykeli, nimetin enva'ýyla dolduracak, tezyin edecek, o çiçeðin Sûretini de bir hediyeye takacak. Ýþte o heykelin ellerini, kucaðýný ve ceplerini kýymetdar nimetler ile doldurdu ve o çiçek Sûretini de bir mücevherata taktý. Demek bu rahmet ve irade-i nimeti çalýþtýran, terahhum ve tahannündür. Yâni "acýmak ve þefkat etmek" mânâsý, rahmet ve nimeti tahrik ediyor. Ve o müstaðni ve hiç kimseye ihtiyacý olmayan zâtta olan terahhum ve tahannün mânâsýný tahrik eden ve izhara sevkeden, elbette o zâttaki mânevî cemâl ve Kemâldir ki, tezahür etmek isterler. Ve o cemâlin en þirin cüz'ü olan muhabbet ve en tatlý kýsmý olan rahmet ise, san'at âyinesiyle görünmek ve müþtaklarýn gözleriyle kendilerini görmek isterler. Yâni cemâl ve Kemâl, (çünki bizzât sevilirler) her þeyden ziyade kendi kendini severler. Hem hüsündür, hem aþktýrlar. Hüsün ve aþkýn ittihadý bu noktadandýr. Cemâl mâdem kendini sever, kendini âyinelerde görmek ister. Ýþte sh: » (S: 668) heykele konulan ve Sûrete takýlan sevimli nimetler, güzel meyveler, o cemâl-i mânevînin -kendi kabiliyetlerine göre- birer lem'asýný taþýyorlar. O lem'alarý hem cemâl sahibine, hem baþkasýna gösteriyorlar. Aynen öyle de: Sâni'-i Hakîm, cenneti ve dünyayý, semâvatý ve zemini, nebâtat ve hayvanatý, cin ve insi, melek ve ruhaniyatý, küllî ve cüz'î bütün eþyayý; cilve-i Esmâsýyla eþkalini tahdid ediyor, tanzim ediyor, birer miktar-ý muayyene veriyor. Onun ile bunlara "Mukaddir, Munazzým, Mûsavvir" isimlerini okutturuyor. Öyle bir tarzda þekl-i umumîsinin hududunu tâyin eder ki, "Alîm, Hakîm" ismini gösterir. Sonra ilim ve hikmet cedveliyle, o hudud içinde, o þeyin tasvirine baþlar. Öyle bir tarzda ki, sun' ve inâyet mânâlarýný ve "Sâni' ve Kerim" isimlerini gösteriyor. Sonra san'atýn yed-i beyzasýyla, inâyetin fýrçasýyla o Sûretin, -eðer birtek insan ve birtek çiçek ise- göz, kulak, yaprak, püskül gibi a'zalarýna bir hüsün, bir zînet renkleri veriyor. Eðer zemin ise; maadin, nebâtat ve hayvanatýna bir hüsün ve zînet renkleri veriyor. Eðer Cennet ise; baðlarýna, kasýrlarýna, hurilerine bir hüsün ve zînet renkleri veriyor ve hâkezâ... Baþkalarýný kýyas et. Hem öyle bir tarzda tezyin ve tenvir eder ki: Lütuf ve Kerem mânâlarý, onda o derece hükmediyor ki; âdeta o mevcûd-u müzeyyen, o masnu-u münevver; bir lütf-u mücessem, bir kerem-i mütecessid hükmüne geçer. "Lâtif ve Kerim" ismini zikreder. Sonra o lütuf ve keremi þu cilveye sevkeden, elbette teveddüd ve taarrüftür, yâni kendini zîhayata sevdirmek ve zîþuura bildirmek þe'nleridir ki, "Lâtif, Kerim" isimlerinin arkalarýnda "Vedud ve Maruf" isimlerini okutuyor ve masnuun lisan-ý halinden iþitiliyor. Sonra o müzeyyen mevcûdu, o güzel mahluku, leziz meyveler, sevimli neticelerle süslendirip, zînetten nimete, lütuftan rahmete çevirir. "Mün'im ve Rahîm" ismini okutturur ve zâhirî perdeler arkasýnda, o iki ismin cilvesini gösterir. Sonra bu Rahîm ve Kerim'i, (Müstaðni-i Ale-l ýtlak olan Zât'ta) bu cilveye sevkeden, elbette bir terahhum, tahannün þe'nleridir ki; ism-i "Hannan ve Rahman"ý okutturuyor ve gösteriyor. Þu terahhum, tahannün mânâlarýný cilveye sevkeden, elbette bir cemâl ve Kemâl-i zâtîdir ki, tezahür etmek ister. "Cemil" ismini ve Cemil isminde münderiç olan "Vedud ve Rahîm" isimlerini okutturuyor. Çünki cemâl, bizzât sevilir. Zîcemâl ve cemâl, kendi kendini sever. Hem hüsündür, hem muhab- sh: » (S: 669) bettir. Kemâl dahi, bizzât mahbubdur, sebebsiz olarak sevilir. Hem muhibdir, hem mahbubdur. Mâdem nihayetsiz derece-i Kemâlde bir cemâl ve nihayetsiz derece-i cemâlde bir Kemâl; nihayet derecede sevilir, muhabbete ve aþka lâyýktýr. Elbette âyinelerde ve âyinelerin kabiliyetlerine göre lemaâtýný ve cilvelerini görmek ve göstermekle tezahür etmek ister. Demek Sâni'-i Zülcelâl'in ve Hakîm-i Zülcemâl'in ve Kadîr-i ZülKemâl'in zâtýndaki cemâl-i zâtî ve Kemâlât-ý zâtiyesi, terahhum ve tahannün ister ve "Rahman ve Hannan" isimlerini tecelliye sevkeder. Terahhum ve tahannün ise, rahmet ve nimeti göstermekle "Rahîm ve Mün'im" isimlerini cilveye sevkeder. Rahmet ve nimet ise; teveddüd, taarrüf þe'nlerini iktiza edip "Vedud ve Maruf" isimlerini tecelliye sevkeder. Masnuun bir perdesinde onlarý gösterir, teveddüd ve taarrüf ise; lütuf ve kerem mânâlarýný tahrik eder. "Lâtif ve Kerim" isimlerini masnuun Bâzý perdelerinde okutturuyor. Lütuf ve kerem þe'nleri ise, tezyin ve tenvir fiillerini tahrik eder. "Müzeyyin ve Münevvir" isimlerini masnuun hüsün ve nuraniyeti lisanýyla okutturur. Ve o tezyin ve tahsin þe'nleri ise, sun' ve inâyet mânâlarýný iktiza eder. Ve "Sâni' ve Muhsin" isimlerini, o masnuun güzel sîmasýyla okutturur. Ve o sun' ve inâyet ise, bir ilim ve hikmeti iktiza eder. Ve Ýsm-i "Alîm ve Hakîm"i, o masnuun intizâmlý, hikmetli a'zasýyla okutturur. O ilim ve hikmet ise tanzim, tasvir, teþkil fiillerini iktiza ediyor. "Mûsavvir ve Mukaddir" isimlerini masnuun heyetiyle, þekliyle okutturur, gösterir. Ýþte Sâni'-i Zülcelâl, bütün masnuatýný öyle bir tarzda yapmýþ ki; ekserisi, hususan zîhayat kýsmý, çok Esmâ-i Ýlahiyeyi okutturur. Güya herbir masnuuna ayrý ayrý, birbiri üstünde yirmi gömlek giydirmiþ, yirmi perdeye sarmýþ. Her gömlekte, her perdede ayrý ayrý Esmâsýný yazmýþ. Meselâ: Temsilde gösterildiði gibi, tek güzel bir çiçekle, insanýn kýsm-ý sânisinden bir ferd-i hasnanýn yalnýz zâhirî hilkatlerinde, çok sahifeler vardýr. Baþka büyük ve küllî masnuatý, o iki cüz'î misâle kýyas et. Birinci sahife: Umumî þekil ve mikdarýný gösteren heyettir ki: "Ya Mûsavvir, ya Mukaddir, ya Munazzým" isimlerini yâdeder. Ýkinci sahife: Sûretlerinde ayrý ayrý a'zalarýn inkiþafýyla hasýl olan çiçek ve insanýn basit heyetidir ki; o sahifede "Alîm, Hakîm" isimleri gibi çok isimler yazýlýyor. sh: » (S: 670) Üçüncü sahife: O iki mahlukun ayrý ayrý a'zalarýna, ayrý ayrý hüsün ve zînet vermekle, o sahifede "Sâni' ve Bâri'" isimleri gibi çok isimler yazýlýyor. Dördüncü sahife: Öyle bir zînet ve hüsün, o iki masnua veriliyor ki; güya lütuf ve kerem tecessüm etmiþ, onlar olmuþ. O sahife "Ya Lâtif, Ya Kerim" gibi çok isimleri yâdeder, okur. Beþinci sahife: O çiçeðe leziz meyveler, o hasnaya sevimli evlâdlar, güzel ahlâklar takmakla; o sahife "Ya Vedud, ya Rahîm, ya Mün'im" gibi isimleri okutturuyor. Altýncý sahife: O in'am ve ihsan sahifesinde, "Ya Rahman, ya Hannan" gibi isimler okunuyor. Yedinci sahife: O nimetlerde, o neticelerde, öyle lemaât-ý hüsün ve cemâl görünüyor ki, hakikî bir þevk ve þefkatle yoðrulmuþ hâlis bir þükür ve safi bir muhabbete lâyýk olur. O sahifede "Ya Cemil-i ZülKemâl, ya Kâmil-i Zülcemâl" isimleri yazýlý okunuyor. Ýþte yalnýz bir güzel çiçek ve hasna bir insan ve yalnýz maddî ve zâhir Sûretinde bu kadar Esmâyý gösterirse; acaba umum çiçekler ve bütün zîhayat ve büyük ve küllî mevcûdât, ne derece ulvî ve küllî Esmâyý okutuyor, kýyas edebilirsin. Hem insan ruh, kalb, akýl cihetiyle ve hayat ve letâif sahifeleriyle "Hayy, Kayyum ve Muhyî" gibi ne kadar Esmâ-i kudsiye-i nuraniyeyi okur ve okutturur, kýyas edebilirsin. Ýþte, Cennet bir çiçektir. Huri taifesi dahi bir çiçektir. Rûy-i zemin dahi bir çiçektir. Bahar da bir çiçektir. Semâ da bir çiçektir; yýldýzlar, o çiçeðin yaldýzlý nakýþlarýdýr. Güneþ de bir çiçektir; ziyasýndaki yedi rengi, o çiçeðin nakýþlý boyalarýdýr. Âlem, güzel ve büyük bir insandýr; nasýlki insan, küçük bir âlemdir. Huriler nev'i ve ruhânîler Cemâatý ve melek cinsi ve cin taifesi ve insan nev'i, birer güzel þahýs hükmünde tasvir ve tanzim ve icad edilmiþtir. Hem herbiri külliyetiyle; hem herbir ferdi, tek baþýyla Sâni'-i Zülcemâlinin Esmâsýný gösterdikleri gibi; onun cemâline, Kemâline, rahmetine ve muhabbetine birer ayrý ayrý âyinelerdir. Ve nihayetsiz cemâl ve Kemâline ve rahmet ve muhabbetine birer þahid-i sadýktýr. Ve o cemâl ve Kemâlin ve rahmet ve muhabbetin birer âyâtýdýr, birer emaratýdýr. Ýþte þu nihayetsiz enva'-ý Kemâlât, daire-i vâhidi sh: » (S: 671) yette ve ehadiyette hasýldýr. Demek o daire haricinde tevehhüm olunan Kemâlât, Kemâlât deðildir. Ýþte hakaik-i eþyanýn Esmâ-i Ýlahiyeye dayandýðýný ve istinad ettiðini, belki hakikî hakaik, o Esmânýn cilveleri olduðunu ve herþeyin çok cihetlerle, çok dillerle Sâniini zikr ve tesbih ettiðini anla. وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ nin bir mânâsýný bil ve سُبْحَانَ مَنِ اخْتَفَى بِشِدَّةِ ظُهُورِهِ de. Ve âyetlerin âhirlerinde olan وَ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ { وَ هُوَ الْغَفُورُ الرّحِيمُ { وَ هُوَ الْعَلِيمُ الْقَدِيرُ gibi zikir ve tekrarlarýndaki bir sýrrý fehmet. Eðer bir çiçekte Esmâyý okuyamýyorsan ve vâzýh göremiyorsan; Cennet'e bak, bahara dikkat et, zeminin yüzünü temaþa et. Rahmetin þu büyük çiçekleri olan Cennet ve bahar ve zeminde yazýlan Esmâyý vâzýhan okuyabilirsin, cilvelerini ve nakýþlarýný anlar, görürsün. * * * sh: » (S: 672) ÝKÝNCÝ NOKTANIN ÝKÝNCÝ MEBHASI Ehl-i dalaletin vekili, tutunacak ve dalaletini ona bina edecek hiçbir þey bulamadýðý ve mülzem kaldýðý zaman þöyle diyor ki: "Ben, saadet-i dünyayý ve lezzet-i hayatý ve terakkiyat-ý medeniyeti ve Kemâl-i san'atý; kendimce, âhireti düþünmemekte ve Allah'ý tanýmamakta ve hubb-u dünyada ve hürriyette ve kendine güvenmekte gördüðüm için, insanýn ekserisini bu yola þeytanýn himmetiyle sevkettim ve ediyorum. Elcevab: Biz dahi Kur'an namýna diyoruz ki: Ey bîçare insan! Aklýný baþýna al! Ehl-i dalaletin vekilini dinleme! Eðer onu dinlersen hasaretin o kadar büyük olur ki, tasavvurundan ruh, akýl ve kalb ürperir. Senin önünde iki yol var: Birisi: Ehl-i dalaletin vekilinin gösterdiði þekavetli yoldur. Diðeri: Kur'an-ý Hakîm'in târif ettiði saadetli yoldur. Ýþte o iki yolun pekçok müvazenelerini, çok Sözlerde, hususan Küçük Sözlerde gördün ve anladýn. Þimdi makam münasebetiyle binde bir müvazenelerini yine gör, anla. Þöyle ki: Þirk ve dalaletin ve fýsk ve sefahetin yolu, insaný nihayet derecede sukut ettiriyor. Hadsiz elemler içinde nihayetsiz aðýr bir yükü zaîf ve âciz beline yükletir. Çünki insan, Cenâb-ý Hakk'ý tanýmazsa ve Ona tevekkül etmezse, o vakit insan, gâyet derecede âciz ve zaîf, nihayet derecede muhtaç, fakir, hadsiz musibetlere maruz, elemli, kederli bir fâni hayvan hükmünde olup, bütün sevdiði ve alâka peyda ettiði bütün eþyadan mütemadiyen firak elemini çeke çeke, nihayette, bâki kalan bütün ahbabýný bir firak-ý elîm içinde býrakýp, kabrin zulümatýna yalnýz olarak gider. Hem müddet-i hayatýnda gâyet cüz'î bir ihtiyar ve küçük bir iktidar ve kýsacýk bir hayat ve az bir ömür ve sönük bir fikir ile nihayetsiz elemler ile ve emeller ile faydasýz çarpýþýr ve hadsiz arzularýn ve makasýdýn tahsiline, semeresiz boþu boþuna çalýþýr. Hem kendi vücudu- sh: » (S: 673) nu yüklenemediði halde, koca dünya yükünü bîçare beline ve kafasýna yüklenir. Daha cehenneme gitmeden cehennem azabýný çeker. Evet þu elîm elemi ve dehþetli mânevî azabý hissetmemek için, ehl-i dalâlet ibtal-i his nev'inden gaflet sarhoþluðu ile muvakkaten hissetmez. Fakat hissedeceði zaman yâni kabre yakýn olduðu vakit birden hisseder. Çünki Cenâb-ý Hakk'a hakikî abd olmazsa, kendi kendine mâlik zannedecek. Halbuki o cüz'î ihtiyar, o küçük iktidarý ile þu fýrtýnalý dünyada vücudunu idare edemiyor. Hayatýna muzýr mikroptan tut, tâ zelzeleye kadar binler taife düþmanlarý, hayatýna karþý tehacüm vaziyetinde görür. Elîm bir korku dehþeti içinde her vakit kendine müdhiþ görünen kabir kapýsýna bakýyor. Hem bu vaziyette iken insâniyet itibariyle nev'-i insanî ile ve dünya ile alâkadar olduðu halde, dünyayý ve insaný Hakîm, Alîm, Kadîr, Rahîm, Kerim bir zâtýn tasarrufunda tasavvur etmediði ve onlarý tesadüf ve tabiata havale ettiði için, dünyanýn ehvali ve insanýn ahvâli onu daima iz'ac eder. Kendi elemiyle beraber insanlarýn elemini de çeker. Dünyanýn zelzelesi, taunu, tufaný, kaht u galasý, fena ve zevali, ona gâyet müz'iç ve karanlýklý birer musibet Sûretinde onu tazib eder. Hem þu haldeki insan, merhamet ve þefkate lâyýk deðildir. Çünki kendi kendine bu dehþetli vaziyeti veriyor. Sekizinci Söz'de kuyuya girmiþ iki kardeþin müvazene-i halinde denildiði gibi; nasýl bir adam, güzel bir bahçede, güzel bir ziyafette, güzel ahbablar içinde, nezahetli, tatlý, namuslu, hoþ, meþru bir lezzet ve eðlenceye kanaat etmeyip, gayr-ý meþru ve mülevves bir lezzet için çirkin ve necis bir þarabý içse, sarhoþ olup kendini kýþ ortasýnda, pis bir yerde ve hattâ canavarlar içinde tahayyül etse, titreyip baðýrýp çaðýrsa nasýl merhamete lâyýk deðil. Çünki ehl-i namus ve mübarek arkadaþlarýný canavar tasavvur eder, onlara karþý hakaret eder. Hem ziyafetteki leziz taamlarý ve temiz kaplarý mülevves, pis taþlar tasavvur eder, kýrmaða baþlar. Hem mecliste muhterem kitablarý ve mânidar mektublarý mânâsýz ve âdi nakýþlar tasavvur eder, yýrtarak ayak altýna atar ve hâkezâ... Böyle bir þahýs, nasýl merhamete müstehak deðil, belki tokata müstehaktýr. Öyle de: Sû'-i ihtiyarýndan neþ'et eden küfür sarhoþluðu ile ve dalâlet divaneliðiyle Sâni'-i Hakîm'in þu misafirhane-i dünyasýný, tesadüf ve tabiat oyuncaðý olduðunu tevehhüm edip ve cilve-i Esmâ-i Ýlahiyeyi tazelendiren masnuatýn, zamanýn geçmesiyle vazifelerinin sh: » (S: 674) bittiðinden âlem-i gayba geçmelerini, adem ile îdam tasavvur ederek ve tesbihat sadalarýný, zeval ve firak-ý ebedî vaveylâsý olduklarýný tahayyül ettiðinden ve mektûbât-ý Samedâniye olan þu mevcûdât sahifelerini, mânâsýz, karmakarýþýk tasavvur ettiðinden ve âlem-i rahmete yol açan kabir kapýsýný zulümat-ý adem aðzý tasavvur ettiðinden ve eceli, hakikî ahbablara visal daveti olduðu halde, bütün ahbablardan firak nöbeti tasavvur ettiðinden; hem kendini dehþetli bir azab-ý elîmde býrakýyor, hem mevcûdâtý, hem Cenâb-ý Hakk'ýn Esmâsýný, hem mektûbâtýný inkâr ve tezyif ve tahkir ettiðinden, merhamete ve þefkate lâyýk olmadýðý gibi, þiddetli bir azaba da müstehaktýr. Hiçbir cihette merhamete lâyýk deðildir. Ýþte ey bedbaht ehl-i dalâlet ve sefahet! Þu dehþetli sukuta karþý ve ezici me'yusiyete mukabil; hangi tekemmülünüz, hangi fünununuz, hangi Kemâliniz, hangi medeniyetiniz, hangi terakkiyatýnýz karþý gelebilir? Ruh-u beþerin eþedd-i ihtiyaç ile muhtaç olduðu hakikî teselliyi nerede bulabilirsiniz? Hem güvendiðiniz ve bel baðladýðýnýz ve âsâr-ý Ýlahiyeyi ve ihsanat-ý Rabbâniyeyi onlara isnad ettiðiniz hangi tabiatýnýz, hangi esbabýnýz, hangi þerikiniz, hangi keþfiyatýnýz, hangi milletiniz, hangi bâtýl Mâbudunuz, sizi sizce îdam-ý ebedî olan mevtin zulümatýndan kurtarýp, kabir hududundan, berzah hududundan, mahþer hududundan, sýrat köprüsünden hâkimâne geçirebilir, saadet-i ebediyeye mazhar edebilir? Halbuki kabir kapýsýný kapamadýðýnýz için, siz kat'î olarak bu yolun yolcususunuz. Böyle bir yolcu, öyle birisine dayanýr ki, bütün bu daire-i azîme ve bu geniþ hududlar, onun taht-ý emrinde ve tasarrufundadýr. Hem dahi, ey bedbaht ehl-i dalâlet ve gaflet! "Gayr-ý meþru bir muhabbetin neticesi, merhametsiz azab çekmektir." kaidesi sýrrýnca, siz, fýtratýnýzdaki Cenâb-ý Hakk'ýn zât ve sýfât ve Esmâsýna sarfedilecek muhabbet ve mârifet istidadýný ve þükür ve ibâdat cihazatýný, nefsinize ve dünyaya gayr-ý meþru bir Sûrette sarfettiðinizden, bil-istihkak cezasýný çekiyorsunuz. Çünki Cenâb-ý Hakk'a ait muhabbeti, nefsinize verdiniz. Mahbubunuz olan nefsinizin hadsiz belasýný çekiyorsunuz. Çünki hakikî bir rahatý o mahbubunuza vermiyorsunuz. Hem onu, hakikî mahbub olan Kadîr-i Mutlak'a tevekkül ile teslim etmiyorsunuz, daima elem çekiyorsunuz. Hem Cenâb-ý Hakk'ýn Esmâ ve sýfâtýna ait muhabbeti, dünyaya verdiniz ve âsâr-ý san'atýný, âlemin esbabýna taksim ettiniz; belasýný çeki sh: » (S: 675) yorsunuz. Çünki o hadsiz mahbublarýnýzýn bir kýsmý size Allahaýsmarladýk demeyip, size arkasýný çevirip, býrakýp gidiyor. Bir kýsmý sizi hiç tanýmýyor, tanýsa da sizi sevmiyor. Sevse de size bir fayda vermiyor. Daima hadsiz firaklardan ve ümidsiz dönmemek üzere zevallerden azab çekiyorsunuz. Ýþte ehl-i dalaletin saadet-i hayatiye ve tekemmülât-ý insâniye ve mehâsin-i medeniyet ve lezzet-i hürriyet dedikleri þeylerin iç yüzleri ve mahiyetleri budur. Sefahet ve sarhoþluk bir perdedir, muvakkaten hissettirmez. "Tuh onlarýn aklýna!" de... Amma Kur'anýn cadde-i nuraniyesi ise: Bütün ehl-i dalaletin çektiði yaralarý, hakaik-i îmâniye ile tedâvi eder. Bütün evvelki yoldaki zulümatý daðýtýr. Bütün dalâlet ve helâket kapýlarýný kapatýr. Þöyle ki: Ýnsanýn za'f ve aczini ve fakr ve ihtiyacýný, bir Kadîr-i Rahîm'e tevekkül ile tedâvi eder. Hayat ve vücudun yükünü, Onun kudretine, rahmetine teslim edip; kendine yüklemeyip belki kendisi o hayatýna ve nefsine biner hükmünde bir rahat makam bulur. Kendisinin "nâtýk bir hayvan" deðil, belki hakikî bir insan ve makbul bir misafir-i Rahman olduðunu bildirir. Dünyayý, bir misafirhane-i Rahman olduðunu göstermekle ve dünyadaki mevcûdât ise, Esmâ-i Ýlahiyenin âyineleri olduklarýný ve masnuatý ise, her vakit tazelenen mektûbât-ý Samedâniye olduklarýný bildirmekle, insanýn fena-yý dünyadan ve zeval-i eþyadan ve hubb-u fâniyattan gelen yaralarýný güzelce tedâvi eder ve evhamýn zulümatýndan kurtarýr. Hem mevt ve eceli, âlem-i berzaha giden ve âlem-i bekada olan ahbablara visal ve mülâkat mukaddemesi olarak gösterir. Ehl-i dalaletin nazarýnda bütün ahbabýndan bir firak-ý ebedî telakki ettiði ölüm yaralarýný böylece tedâvi eder. Ve o firak, ayn-ý lika olduðunu isbat eder. Hem kabrin âlem-i rahmete ve dâr-ý saadete ve baðistan-ý cinana ve nuristan-ý Rahman'a açýlan bir kapý olduðunu isbat etmekle, beþerin en müdhiþ korkusunu izale edip, en elîm ve kasavetli ve sýkýntýlý olan berzah seyahatini, en leziz ve ünsiyetli ve ferahlý bir seyahat olduðunu gösterir. Kabir ile ejderha aðzýný kapatýr, güzel bir bahçeye kapý açar. Yâni kabir ejderha aðzý olmadýðýný, belki baðistan-ý rahmete açýlan bir kapý olduðunu gösterir. Hem mü'mine der: "Ýhtiyarýn cüz'î ise; kendi mâlikinin irade-i külliyesine iþini býrak. Ýktidarýn küçük ise, Kadîr-i Mutlak'ýn kud sh: » (S: 676) retine itimad et. Hayatýn az ise, hayat-ý bâkiyeyi düþün. Ömrün kýsa ise; ebedî bir ömrün var, merak etme. Fikrin sönük ise; Kur'anýn güneþi altýna gir, îmânýn nuruyla bak ki: Yýldýz böceði olan fikrin yerine herbir âyet-i Kur'an, birer yýldýz misillü sana ýþýk verir. Hem hadsiz emellerin, elemlerin varsa, nihayetsiz bir sevab ve hadsiz bir rahmet seni bekliyor. Hem hadsiz arzularýn, makasýdýn varsa, onlarý düþünüp muztarib olma. Onlar bu dünyaya sýðýþmaz. Onlarýn yerleri baþka diyardýr ve onlarý veren de baþkadýr." Hem der: "Ey insan! Sen kendine mâlik deðilsin. Sen, kudreti nihayetsiz bir Kadîr, rahmeti hadsiz bir Rahîm-i Zât-ý Zülcelâl'in memlûküsün. Öyle ise sen, kendi hayatýný kendine yükleyip zahmet çekme; çünki hayatý veren odur, idare eden de odur. Hem dünya sahibsiz deðil ki, sen kendi kafana dünya yükünü yüklettirerek ehvalini düþünüp merak etme; çünki onun sahibi Hakîm'dir, Alîm'dir. Sen de misafirsin; fuzulî olarak karýþma, karýþtýrma. Hem insanlar, hayvanlar gibi mevcûdât, baþý boþ deðilller; belki vazifedâr memurdurlar. Bir Hakîm-i Rahîm'in nazarýndadýrlar. Onlarýn âlâm ve meþakkatlarýný düþünüp, ruhuna elem çektirme. Ve onlarýn Hâlýk-ý Rahîm'inin rahmetinden daha ileri þefkatini sürme. Hem sana düþmanlýk vaziyetini alan mikroptan tâ taun ve tufan ve kaht ve zelzeleye kadar bütün eþyanýn dizginleri, o Rahîm-i Hakîm'in elindedirler. O Hakîm'dir, abes iþ yapmaz. Rahîm'dir, rahîmiyeti çoktur. Yaptýðý her iþinde bir nevi lütuf var." Hem der: "Þu âlem çendan fânidir, fakat ebedî bir âlemin levazýmatýný yetiþtiriyor. Çendan zâildir, geçicidir; fakat bâki meyveler veriyor, bâki bir zâtýn bâki Esmâsýnýn cilvelerini gösteriyor. Ve çendan lezzetleri az, elemleri çoktur; fakat Rahman-ý Rahîm'in iltifatatý, zevalsiz hakikî lezzetlerdir. Elemler ise sevab cihetiyle mânevî lezzet yetiþtiriyor. Mâdem meþru daire; ruh ve kalb ve nefsin bütün lezzetlerine, safalarýna, keyiflerine kâfidir. Gayr-ý meþru daireye girme. Çünki o dairedeki bir lezzetin bâzan bin elemi var. Hem hakikî ve daimî lezzet olan iltifatat-ý Rahmâniyeyi kaybetmeðe sebebdir." Hem dalaletin yolunda sâbýkan Beyân edildiði gibi esfel-i sâfilîne insaný öyle bir sukut ettiriyor ki; hiçbir medeniyet, hiçbir felsefe ona çare bulamadýklarý ve o derin zulümat kuyusundan hiçbir terakkiyat-ý beþeriye, hiçbir Kemâlât-ý fenniye insaný çýkaramadýðý halde, Kur'an-ý Hakîm îmân ve amel-i sâlih ile o esfel-i sâfilîne sukuttan insaný a'lâ-yý illiyyîne çýkarýr ve delâil-i kat'- sh: » (S: 677) iye ile çýkarmasýný isbat ediyor ve o derin kuyuyu terakkiyat-ý mâneviyenin basamaklarýyla ve tekemmülât-ý ruhiyenin cihazatýyla dolduruyor. Hem beþerin uzun ve fýrtýnalý ve daðdaðalý olan ebed tarafýndaki yolculuðunu gâyet derecede teshil eder ve kolaylaþtýrýr. Bin, belki ellibin senelik mesâfeyi bir günde kestirecek vesaiti gösterir. Hem Sultan-ý Ezel ve Ebed olan Zât-ý Zülcelâl'i tanýttýrmakla, insaný ona bir memur abd ve bir vazifedâr misafir vaziyetini verir. Hem dünya misafirhanesinde, hem berzahî ve uhrevî menzillerde Kemâl-i rahatla seyahatini temin eder. Nasýlki bir padiþahýn müstakim bir memuru, onun daire-i memleketinde, hem her vilayetin hududlarýndan sühuletle ve tayyare, gemi, þimendifer gibi sür'atli vasýta-i seyahatle gezer, geçer. Öyle de: Sultan-ý Ezelî'ye îmân ile intisab eden ve amel-i sâlih ile itaat eden bir insan, þu misafirhane-i dünya menzillerinden ve âlem-i berzah ve âlem-i mahþer dairelerinden ve hâkezâ kabirden sonraki bütün âlemlerin geniþ hududlarýndan berk ve burak sür'atinde geçer. Tâ saadet-i ebediyeyi bulur. Ve þu hakikatý kat'î isbat eder ve asfiya ve evliyaya gösterir. Hem de Kur'anýn hakikatý der ki: "Ey mü'min! Sendeki nihayetsiz muhabbet kabiliyetini, çirkin ve noksan ve þerûr ve sana muzýr olan nefs-i emmârene verme. Onu mahbub ve onun hevasýný kendine Mâbud ittihaz etme. Belki sendeki o nihayetsiz muhabbet kabiliyetini, nihayetsiz bir muhabbete lâyýk, hem nihayetsiz sana ihsan edebilen, hem istikbalde seni nihayetsiz mes'ud eden, hem bütün alâkadar olduðun ve onlarýn saadetleriyle mes'ud olduðun bütün zâtlarý, ihsanatýyla mes'ud eden, hem nihayetsiz Kemâlâtý bulunan ve nihayetsiz derecede kudsî, ulvî, münezzeh, kusursuz, noksansýz, zevalsiz cemâl sahibi olan ve bütün Esmâsý, nihayet derecede güzel olan ve her isminde pek çok envar-ý hüsün ve cemâl bulunan ve cennet bütün güzellikleriyle ve nimetleriyle, onun cemâl-i rahmetini ve rahmet-i cemâlini gösteren ve sevimli ve sevilen bütün kâinattaki bütün hüsün ve cemâl ve mehâsin ve Kemâlât, onun cemâline ve Kemâline iþaret eden ve delâlet eden ve emâre olan bir zâtý, mahbub ve Mâbud ittihaz et..." Hem der: "Ey insan! Onun Esmâ ve sýfâtýna ait istidad-ý muhabbetini, sâir bekasýz mevcûdâta verme; faidesiz mahlukata da sh: » (S: 678) ðýtma. Çünki âsâr ve mahlukat fânidirler. Fakat o âsârda ve o masnuatta nakýþlarý, cilveleri görünen Esmâ-i hüsnâ bâkidirler, daimîdirler. Ve Esmâ ve sýfâtýn herbirisinde binler merâtib-i ihsan ve cemâl ve binler tabakat-ý Kemâl ve muhabbet var. Sen yalnýz Rahman ismine bak ki: Cennet bir cilvesi ve saadet-i ebediye bir lem'asý ve dünyadaki bütün rýzk ve nimet, bir katresidir." Ýþte þu müvazene, ehl-i dalaletle ehl-i îmânýn hayat ve vazife cihetindeki mahiyetlerine iþaret eden لَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ فِى اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ ثُمَّ رَدَدْنَاهُ اَسْفَلَ سَافِلِينَ اِلاَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَ عَمِلُوا الصَّالِحَاتِ hem netice ve akibetlerine iþaret eden فَمَا بَكَتْ عَلَيْهِمُ السَّمَاءُ وَ اْلاَرْضُ olan âyete dikkat et. Ne kadar ulvî, mu'cizane, Beyân ettiðimiz müvazeneyi ifade ederler. Birinci âyet, Onbirinci Söz'de tafsilen o âyetin i’câzkârane ve îcazkârane ifade ettiði hakikatý, o Sözde Beyân edildiðinden, onu oraya havale ederiz. Ýkinci âyet ise, yalnýz bir küçük iþaretle göstereceðiz ki, ne kadar ulvî bir hakikatý ifade ediyor. Þöyle ki: Þu âyet, mefhum-u muvafýk ile þöyle ferman ediyor: "Ehl-i dalaletin ölmesiyle, semâvat ve zemin, onlarýn üstünde aðlamýyorlar." Ve mefhum-u muhalif ile delâlet ediyor ki: "Ehl-i îmânýn dünyadan gitmesiyle, semâvat ve zemin, onlarýn üstünde aðlýyor." Yâni: Ehl-i dalalet, mâdem semâvat ve arzýn vazifelerini inkâr ediyor. Mânâlarýný bilmiyor. Onlarýn kýymetlerini iskat ediyor. Sâni'lerini tanýmýyor. Onlara karþý bir hakaret, bir adavet ettiðinden elbette semâvat ve zemin, onlara aðlamak deðil, belki onlara nefrin eder, onlarýn gebermesiyle memnun olurlar. Ve mefhum-u muhalif ile der: "Semâvat ve arz, ehl-i îmânýn ölmesiyle aðlarlar." Zira ehl-i îmân ise (çünki) semâvat ve arzýn vazifelerini bilir. Hakikî hakikatlarýný tasdik ediyor. Ve onlarýn ifade ettikleri mânâlarý îmân ile anlýyor. "Ne kadar güzel yapýlmýþlar, ne kadar güzel hizmet ediyorlar." diyor. Ve onlara lâyýk kýymeti veriyor ve ihtiram ediyor. Cenâb-ý sh: » (S: 679) Hak hesabýna onlara ve onlar âyine olduklarý Esmâya muhabbet ediyor. Ýþte bu sýr içindir ki, semâvat ve zemin, aðlar gibi ehl-i îmânýn zevaline mahzun oluyorlar. MÜHÝM BÝR SUAL: Diyorsunuz ki: "Muhabbet, ihtiyârî deðil. Hem ihtiyac-ý fýtrîye binaen, leziz taamlarý ve meyveleri severim. Peder ve valide ve evlâdlarýmý severim. Refika-i hayatýmý severim. Dost ve ahbablarýmý severim. Enbiya ve evliyayý severim. Hayatýmý, gençliðimi severim. Baharý ve güzel þeyleri ve dünyayý severim. Nasýl bunlarý sevmeyeceðim? Nasýl bütün bu muhabbetleri, Cenâb-ý Hakk'ýn zât ve sýfât ve Esmâsýna verebilirim? Bu ne demektir? Elcevab: "Dört Nükte"yi dinle. BÝRÝNCÝ NÜKTE: Muhabbet, çendan ihtiyârî deðil. Fakat ihtiyar ile, muhabbetin yüzü, bir mahbubdan diðer bir mahbuba dönebilir. Meselâ: Bir mahbubun çirkinliðini göstermekle veyahut asýl lâyýk-ý muhabbet olan diðer bir mahbuba perde veya âyine olduðunu göstermekle, muhabbetin yüzü, mecâzî mahbubdan hakikî mahbuba çevrilebilir. ÝKÝNCÝ NÜKTE: Ta'dad ettiðin sevdiklerini, sevme demiyoruz. Belki onlarý Cenâb-ý Hakk'ýn hesabýna ve onun muhabbeti namýna sev, deriz. Meselâ: Leziz taamlarý, güzel meyveleri, Cenâb-ý Hakk'ýn ihsaný ve o Rahman-ý Rahîm'in in'amý cihetinde sevmek, "Rahman" ve "Mün'im" isimlerini sevmektir, hem mânevî bir þükürdür. Þu muhabbet, yalnýz nefis hesabýna olmadýðýný ve Rahman namýna olduðunu gösteren; meþru dairesinde kanaatkârane kazanmak ve mütefekkirane, müteþekkirane yemektir. Hem peder ve valideyi þefkat ile teçhiz eden ve seni onlarýn merhametli elleriyle terbiye ettiren hikmet ve rahmet hesabýna onlara hürmet ve muhabbet, Cenâb-ý Hakk'ýn muhabbetine aittir. O muhabbet ve hürmet, þefkat lillah için olduðuna alâmeti þudur ki: Onlar ihtiyar olduklarý ve sana hiçbir faideleri kalmadýðý ve seni zahmet ve meþakkate attýklarý zaman, daha ziyade muhabbet ve merhamet ve þefkat etmektir. اِمَّا يَبْلُغَنَّ عِنْدَكَ الْكِبَرَ اَحَدُهُمَا اَوْ كِلاَهُمَا فَلاَ تَقُلْ لَهُمَا اُفٍّ âyeti beþ mertebe hürmet ve þefkate evlâdý davet etmesi; Kur'anýn sh: » (S: 680) nazarýnda valideynin hukuklarý ne kadar ehemmiyetli ve ukuklarý ne derece çirkin olduðunu gösterir. Mâdem peder; kimseyi deðil, yalnýz veledinin kendinden daha ziyade iyi olmasýný ister. Ona mukabil veled dahi, pedere karþý hak dâva edemez. Demek valideyn ve veled ortasýnda fýtraten sebeb-i münakaþa yok. Zira münakaþa, ya gýbta ve hasedden gelir. Pederde oðluna karþý o yok. Veya münakaþa, haksýzlýktan gelir. Veledin hakký yoktur ki, pederine karþý hak dâva etsin. Pederini haksýz görse de, ona isyan edemez. Demek pederine isyan eden ve onu rencide eden, insan bozmasý bir canavardýr. Ve evlâdlarýný, o Zât-ý Rahîm-i Kerim'in hediyeleri olduðu için Kemâl-i þefkat ve merhamet ile onlarý sevmek ve muhafaza etmek, yine Hakk'a aittir. Ve o muhabbet ise, Cenâb-ý Hakk'ýn hesabýna olduðunu gösteren alâmet ise: Vefatlarýnda sabýr ile þükürdür, me'yusane feryad etmemektir. "Hâlýkýmýn benim nezaretime verdiði sevimli bir mahluku idi, bir memlûkü idi, þimdi hikmeti iktiza etti, benden aldý, daha iyi bir yere götürdü. Benim o memlûkte bir zâhirî hissem varsa, hakikî bin hisse onun Hâlýkýna aittir. «El-hükmü Lillah» deyip teslim olmaktýr. Hem dost ve ahbab ise: Eðer onlar îmân ve amel-i sâlih sebebiyle Cenâb-ý Hakk'ýn dostlarý iseler, "El-hubbu Fillah" sýrrýnca o muhabbet dahi, Hakk'a aittir. Hem refika-i hayatýný, rahmet-i Ýlahiyenin munis, lâtif bir hediyesi olduðu cihetiyle sev ve muhabbet et. Fakat çabuk bozulan hüsn-ü Sûretine muhabbetini baðlama. Belki kadýnýn en cazibedâr, en tatlý güzelliði, kadýnlýða mahsus bir letafet ve nezaket içindeki hüsn-ü sîretidir. Ve en kýymetdar ve en þirin cemâli ise; ulvî, ciddî, samimî, nuranî þefkatidir. Þu cemâl-i þefkat ve hüsn-ü sîret, âhir hayata kadar devam eder, ziyadeleþir. Ve o zaîfe, lâtife mahlukun hukuk-u hürmeti, o muhabbetle muhafaza edilir. Yoksa hüsn-ü Sûretin zevaliyle, en muhtaç olduðu bir zamanda bîçare hakkýný kaybeder. Hem enbiya ve evliyayý sevmek, Cenâb-ý Hakk'ýn makbul ibâdý olmak cihetiyle, Cenâb-ý Hakk'ýn namýna ve hesabýnadýr ve o nokta-i nazardan ona aittir. Hem hayatý, Cenâb-ý Hakk'ýn insana ve sana verdiði en kýymetdar ve hayat-ý bâkiyeyi kazandýracak bir sermaye ve bir define ve bâki Kemâlâtýn cihazatýný câmi' bir hazine cihetiyle onu sev- sh: » (S: 681) mek, muhafaza etmek, Cenâb-ý Hakk'ýn hizmetinde istihdam etmek, yine o muhabbet bir cihette Mâbud'a aittir. Hem gençliðin letâfetini, güzelliðini, Cenâb-ý Hakk'ýn lâtif, þirin, güzel bir ni'meti nokta-i nazarýndan istihsan etmek, sevmek, hüsn-ü istîmal etmek, þâkirane bir nevi muhabbet-i meþruadýr. Hem baharý: Cenâb-ý Hakk'ýn nuranî esmâlarýnýn en lâtif, güzel nakýþlarýnýn sahifesi, ve Sâni-i Hakîm'in antika san'atýnýn en müzeyyen ve þa'þaalý bir meþher-i san'atý olduðu cihetiyle mütefekkirane sevmek, Cenâb-ý Hakk'ýn esmâsýný sevmektir. Hem dünyayý: âhiretin mezraasý ve Esma-i Ýlâhiyyenin âyinesi ve Cenâb-ý Hakk'ýn mektûbâtý ve muvakkat bir misafirhanesi cihetinde sevmek, -nefs-i emmâre karýþmamak þartýyla- Cenâb-ý Hakk'a ait olur. Elhasýl: Dünyayý ve ondaki mahlûkatý mâna-yý harfiyle sev. Mâna-yý ismiyle sevme. «Ne kadar güzel yapýlmýþ» de. «Ne kadar güzeldir» deme. Ve kalbin bâtýnýna, baþka muhabbetlerin girmesine meydan verme. Çünki: Bâtýn-ý kalb, âyine-i Sameddir ve Ona mahsustur. اَللّهُمَّ ارْزُقْنَا حُبَّكَ وَ حُبَّ مَا يُقَرِّبُنَا اِلَيْكَ de. Ýþte bütün tâdad ettiðimiz muhabbetler, eðer bu sûretle olsa, hem elemsiz bir lezzet verir, hem bir cihette zevalsiz bir visaldir. Hem muhabbet-i Ýlâhiyyeyi ziyadeleþtirir. Hem meþrû bir muhabbettir. Hem ayn-ý lezzet bir þükürdür. Hem ayn-ý muhabbet bir fikirdir. Meselâ: Nasýlk, bir padiþah-ý âli, (Haþiye) sana bir elmayý ihsan etse, o elmaya iki muhabbet ve onda iki lezzet var: Biri, elma, elma olduðu için sevilir. Ve elmaya mahsus ve elma kadar bir lezzet var. Þu muhabbet padiþaha ait deðil. Belki, huzurunda o elmayý aðzýna atýp yiyen adam, padiþahý deðil, elmayý sever ve nefsine muhabbet eder. Bâzan olur ki: padiþah o nefisperverane olan muhabbeti beðenmez, ondan nefret eder. Hem elma lezzeti dahi cüz'îdir. Hem zeval bulur; elmayý yedikten sonra o lezzet dahi gider, bir teessüf kalýr. Ýkinci muhabbet ise: Elma içindeki elma ile göste- ___________________________ (Haþiye): Bir zaman iki aþiret reisi, bir padiþahýn huzuruna girmiþler, yazýlan ayný vaziyette bulunmuþlar. sh: » (S: 682) terilen iltifatat-ý þâhânedir. Güya o elma, iltifat-ý þâhânenin nümunesi ve mücessemidir, diye baþýna koyan adam, padiþahý sevdiðini izhar eder. Hem iltifatýn gýlâfý olan o meyvede öyle bir lezzet var ki, bin elma lezzetinin fevkýndedir. Ýþte þu lezzet ayn-ý þükrandýr. Þu muhabbet, padiþaha karþý hürmetli bir muhabbettir. Aynen onun gibi bütün ni'metlere ve meyvelere, zâtlarý için muhabbet edilse, yalnýz maddî lezzetleriyle gafilâne telezzüz etse, o muhabbet nefsanîdir. O lezzetler de geçici ve elemlidir. Eðer Cenâb-ý Hakk'ýn iltifatat-ý rahmeti ve ihsanatýnýn meyveleri cihetiyle sevse ve o ihsan ve iltifatatýn derece-i lütuflarýný takdir etmek suretinde kemâl-i iþtiha ile lezzet alsa; hem mânevî bir þükür, hem elemsiz bir lezzettir... ÜÇÜNCÜ NÜKTE: Cenâb-ý Hakk'ýn esmâsýna karþý olan muhabbetin tabakatý var: Sâbýkan Beyân ettiðimiz gibi; bâzan âsâra muhabbet suretiyle esmâyý sever. Bâzan esmâyý, kemalât-ý Ýlâhiyyenin unvanlarý olduðu cihetle sever. Bâzan insan, câmiiyyet-i mahiyet cihetiyle hadsiz ihtiyacat noktasýnda esmâya muhtaç ve müþtak olur. Ve o ihtiyaçla sever. Meselâ: Sen bütün þefkat ettiðin akraba ve fukarâ ve zaif ve muhtaç mahlûkata karþý, âcizâne istimdad ihtiyacýný hissettiðin halde biri çýksa, istediðin gibi onlara iyilik etse, o zâtýn in'am edici ünvaný ve kerîm ismi ne kadar senin hoþuna gider, ne kadar o zâtý, o unvan ile seversin. Öyle de: Yalnýz Cenâb-ý Hakk'ýn Rahman ve Rahîm isimlerini düþün ki: Sen sevdiðin ve þefkat ettiðin bütün mü'min ve âbâ ve ecdâdýný ve akraba ve ahbabýný dünyada ni'metlerin envâiyla ve Cennet'te envâ-i lezâiz ile ve saadet-i ebediyyede onlarý sana gösterip ve kendini onlara göstermesiyle mes'ud ettiði cihette o «Rahman» ismi ve «Rahîm» unvaný, ne kadar sevilmeðe lâyýktýrlar ve ne derece o iki isme rûh-u beþer muhtaç olduðunu kýyas edebilirsin. Ve ne derece: «'Elhamdülillâhi alâ Rahmâniyyetihî ve alâ Rahîmiyyetihî»ِ yerindedir anlarsýn. Hem alâkadar olduðun ve periþaniyetlerinden müteessir olduðun; senin bir nevi hânen ve içindeki mevcûdât, senin o hânenin ünsiyetli levazýmatý ve sevimli müzeyyenatý hükmünde olan dünyayý ve içindeki mahlûkatý kemâl-i hikmet ile tanzim ve tedbir ve terbiye eden zâtýn «Hakîm» ismine ve «Mürebbî» unvanýna senin ruhun ne kadar muhtaç, ne kadar müþtak olduðunu dikkat etsen anlarsýn. Hem bütün alâkadar olduðun ve zevalleriyle müteellim olduðun insanlarý, mevtleri hengâmýnda adem zulümatýndan kurta- sh: » (S: 683) rýp þu dünyadan daha güzel bir yerde yerleþtiren bir zâtýn «Vâris, Bâis» isimlerine, «Bâki, Kerim, Muhyî ve Muhsin» unvanlarýna ne kadar ruhun muhtaç olduðunu dikkat etsen anlarsýn. Ýþte insanýn mahiyeti, ulviyye; fýtratý, câmia olduðundan; binler enva-ý hâcât ile binbir Esmâ-i Ýlâhiyyeye, herbir ismin çok mertebelerine fýtraten muhtaçtýr. Muzaaf ihtiyaç, iþtiyaktýr. Muzaaf iþtiyak, muhabbettir. Muzaaf muhabbet dahi aþktýr. Ruhun tekemmülâtýna göre merâtib-i muhabbet, merâtib-i esmâya göre inkiþaf eder. Bütün esmâya muhabbet dahi -Çünki o esmâ Zât-ý Zülcelâl'in ûnvanlarý ve cilveleri olduðundan- muhabbet-i zâtiyyeye döner. Þimdi yalnýz nümune olarak binbir esmâdan yalnýz «Adl» ve «Hakem» ve «Hak» ve «Rahîm» isimlerinin binbir mertebelerinden bir mertebeyi Beyân edeceðiz. Þöyle ki: Hikmet ve adl içindeki «Rahmânirrahîm» ve «Hak» ismini âzamî bir dairede görmek istersen, þu temsile bak: Nasýlki; bir orduda dörtyüz muhtelif taifeler bulunduðunu farz ediyoruz ki, herbir taife beðendiði elbiseleri ayrý, hoþuna gittiði erzâký ayrý, rahatla istîmal edeceði silâhlarý ayrý ve mizacýna deva olacak ilâçlarý ayrý olduklarý halde, bütün o dörtyüz tâife, ayrý ayrý, takým, bölük tefrik edilmeyerek, belki birbirine karýþýk olduðu halde onlarý kemâl-i þefkat ve merhametinden ve hârikulâde iktidarýndan ve mu'cizâne ilim ve ihâtasýndan ve fevkalâde adâlet ve hikmetinden, misilsiz birtek padiþah onlarýn hiçbirini þaþýrmayarak, hiçbirini unutmayarak, bütün ayrý ayrý onlara lâyýk elbise, erzak, ilâç ve silâhlarýný muinsiz olarak bizzât kendisi verse, o zât acaba ne kadar muktedir, müþfik, âdil, kerîm bir padiþah olduðunu anlarsýn. Çünki: Bir taburda on milletten efrad bulunsa, onlarý ayrý ayrý giydirmek ve teçhiz etmek, çok müþkil olduðundan, bilmecburiye ne cinsten olursa olsun, bir tarzda teçhiz edilir. Ýþte öyle de: Cenâb-ý Hakk'ýn adl ve hikmet içindeki Ýsm-i «Hak ve Rahmânirrahîm»in cilvesini görmek istersen bahar mevsiminde zeminin yüzünde çadýrlarý kurulmuþ, muhteþem dörtyüzbin milletten mürekkeb nebâtat ve hayvanat ordusuna bak ki; bütün o milletler, o taifeler, birbiri içinde olduklarý halde, herbirinin libasý ayrý, erzaký ayrý, silâhý ayrý, tarz-ý hayatý ayrý, tâlimatý ayrý, terhisatý ayrý olduklarý halde ve o hâcâtlarýný tedârik edecek iktidarlarý ve o metâlibi isteyecek dilleri olmadýðý halde, daire-i hikmet ve adl içinde, mizan ve intizâm ile «Hak» ve «Rahman», «Rezzak» sh: » (S: 684) ve «Rahîm», «Kerim» unvanlarýný seyret, gör. Nasýl hiçbirini þaþýrmýyarak, unutmýyarak, iltibas etmeyerek terbiye ve tedbir ve idare eder. Ýþte, böyle hayret verici muhit bir intizâm ve mîzan ile yapýlan bir iþe, baþkalarýnýn parmaklarý karýþabilir mi? Vâhid-i Ehad, Hakîm-i Mutlak, Kadîr-i Külli Þey'den baþka, bu san'ata, bu tedbire, bu Rubûbiyyete, bu tedvîre hangi þey elini uzatabilir? Hangi sebeb müdahale edebilir? DÖRDÜNCÜ NÜKTE: Diyorsun: Benim taamlara, nefsime, refikama, valideynime, evlâdýma, ahbabýma, evliyaya, enbiyaya, güzel þeylere, bahara, dünyaya müteallik ayrý ayrý muhtelif muhabbetlerimin (Kur'anýn emrettiði tarzda olsa) neticeleri, faideleri nedir? Elcevab: Bütün neticeleri beyan etmek için büyük bir kitab yazmak lâzýmgelir. Þimdilik yalnýz icmâlen bir iki neticeye iþaret edilecek. Evvelâ, dünyadaki muaccel neticeleri beyan edilecek. Sonra âhirette tezahür eden neticeleri zikredilecek. Þöyle ki: Sâbýkan beyan edildiði gibi; ehl-i gaflet ve ehl-i dünya tarzýnda ve nefis hesabýna olan muhabbetlerin; dünyada belâlarý, elemleri, meþakkatleri çoktur. Safalarý, lezzetleri, rahatlarý azdýr. Meselâ: Þefkat, acz yüzünden elemli bir musîbet olur. Muhabbet, firak yüzünden belalý bir hirkat olur. Lezzet, zeval yüzünden zehirli bir þerbet olur. Âhirette ise; Cenâb-ý Hakk'ýn hesabýna olmadýklarý için, ya faidesizdir veya azapdýr. (Eðer harama girmiþ ise.) Sual: Enbiya ve Evliyaya muhabbet, nasýl faidesiz kalýr? Elcevab: Ehl-i Teslis'in Ýsâ Aleyhisselâm'a ve Râfýzîlerin Hazret-i Ali Radýyallahü Anh'a muhabbetleri faidesiz kaldýðý gibi. Eðer o muhabbetler, Kur'anýn irþad ettiði tarzda ve Cenâb-ý Hakk'ýn hesabýna ve muhabbet-i Rahman namýna olsalar, o zaman hem dünyada, hem âhirette güzel neticeleri var. Amma dünyada ise: Leziz taamlara, güzel meyvelere muhabbetin, elemsiz bir ni'met ve ayn-ý þükür bir lezzettir. Nefsine muhabbet ise: Ona acýmak, terbiye etmek, zararlý hevesâttan men'etmektir. O vakit nefis sana binmez, seni hevâsýna esir etmez. Belki sen nefsine binersin. Onu hevâya deðil, hüdâya sevkedersin. sh: » (S: 685) Refika-i hayatýna muhabbetin, mâdem hüsn-ü sîret ve mâden-i þefkat ve hediyye-i rahmet olduðuna bina edilmiþ. O refikaya samimî muhabbet ve merhamet edersen, o da sana ciddî hürmet ve muhabbet eder. Ýkiniz ihtiyar oldukça o hal ziyadeleþir, mes'ûdane hayatýný geçirirsin. Yoksa hüsn-ü Sûrete muhabbet nefsanî olsa, o muhabbet çabuk bozulur, hüsn-ü muaþereti de bozar. Peder ve valideye karþý muhabbetin, Cenâb-ý Hak hesabýna olduðu için hem bir ibâdet, hem de onlar ihtiyarlandýkça hürmet ve muhabbeti ziyadeleþtirirsin. En âli bir his ile, en merdane bir himmet ile onlarýn tûl-ü ömrünü ciddî arzu edip bekalarýna duâ etmek, tâ «onlarýn yüzünden daha ziyade sevab kazanayým» diye samimî hürmetle onlarýn elini öpmek, ulvî bir lezzet-i ruhânî almaktýr. Yoksa; nefsanî, dünya itibariyle olsa, onlar ihtiyar olduklarý ve sana bâr olacak bir vaziyete girdikleri zaman en süflî ve en alçak bir his ile vücudlarýný istiskal etmek, sebeb-i hayatýn olan o muhterem zatlarýn mevtlerini arzu etmek gibi vahþi, kederli, ruhânî bir elemdir. Evlâdýna muhabbet ise: Cenâb-ý Hakk'ýn senin nezaretine ve terbiyene emanet ettiði sevimli, ünsiyetli o mahluklara muhabbet ise; saadetli bir muhabbet, bir ni'mettir. Ne musibetleriyle fazla elem çekersin, ne de ölümleriyle me'yusâne feryad edersin. Sâbýkan geçtiði gibi «Onlarýn Hâlýklarý hem Hakîm, hem Rahîm olduðundan, onlar hakkýnda o mevt bir saadettir» dersin. Senin hakkýnda da, onlarý sana veren Zâtýn rahmetini düþünürsün. Firak eleminden kurtulursun. Ahbablara muhabbetin ise: Mâdem «Lillah» içindir. O ahbablarýn firaklarý, hattâ ölümleri, sohbetinize ve uhuvvetinize mâni olmadýðý için, o mânevî muhabbet ve ruhanî irtibattan istifade edersin. Ve mülâkat lezzeti daimî olur. «Lillah» için olmazsa, bir günlük mülâkat lezzeti, yüz günlük firak elemini netice verir. (Haþiye) Enbiya ve Evliyâya muhabbetin ise: Ehl-i gaflete karanlýklý bir vahþetgâh görünen âlem-i berzah, o nurânîlerin vücudlarýyla tenevvür etmiþ menzilgâhlarý Sûretinde sana göründüðü için o âleme gitmeðe tevahhuþ, tedehhüþ deðil; belki bilakis temayül ve iþtiyak hissini verir; hayat-ý dünyeviyyenin lezzetini kaçýrmaz. Yoksa, onlarýn muhabbeti, ehl-i medeniyyetin meþahir-i insâniyyeye mu- _______________________ (Haþiye): «Lillah» için bir saniye mülâkat, bir senedir. Dünya için olsa; bir sene, bir saniyedir. sh: » (S: 686) habbeti nev'inden olsa, o kâmil insanlarýn fena ve zevallerini ve mâzi denilen mezâr-ý ekberinde çürümelerini düþünmekle, elemli hayatýna bir keder daha ilâve eder. Yâni, «Öyle kâmilleri çürüten bir mezara, ben de gideceðim» diye düþünür; mezaristana endiþeli bir nazarla bakar. «Ah!» çeker. Evvelki nazarda ise: Cisim libasýný mâzide býrakýp, kendileri istikbal salonu olan berzah âleminde Kemâl-i rahatla ikametlerini düþünür, mezaristana ünsiyetkârane bakar. Hem güzel þeylere muhabbetin, mâdem Sâni'leri hesabýnadýr. «Ne güzel yapýlmýþlar» tarzýndadýr. O muhabbetin bir leziz tefekkür olduðu halde, hüsün-perest, cemâl-perest zevkinin nazarýný daha yüksek, daha mukaddes ve binler defa daha güzel cemâl mertebelerinin definelerine yol açar, baktýrýr. Çünki: O güzel âsârdan ef'al-i Ýlâhiyyenin güzelliðine intikal ettirir. Ondan esmânýn güzelliðine, ondan sýfâtýn güzelliðine, ondan Zât-ý Zülcelâl'in cemâl-i bîmisâline karþý kalbe yol açar. Ýþte bu muhabbet bu Sûrette olsa, hem lezzetlidir, hem ibâdettir ve hem tefekkürdür. Gençliðe muhabbetin ise: Mâdem Cenâb-ý Hakk'ýn güzel bir ni'meti cihetinde sevmiþsin. Elbette onu ibâdette sarfedersin, sefahette boðdurup öldürmezsin... Öyle ise o gençlikte kazandýðýn ibâdetler, o fâni gençliðin bâki meyveleridir. Sen ihtiyarlandýkça, gençliðin iyilikleri olan bâki meyvelerini elde ettiðin halde, gençliðin zararlarýndan, taþkýnlýklarýndan kurtulursun. Hem ihtiyarlýkta daha ziyade ibâdete muvaffakýyet ve merhamet-i Ýlâhiyyeye daha ziyade liyakat kazandýðýný düþünürsün. Ehl-i gaflet gibi beþ-on senelik bir gençlik lezzetine mukabil, elli senede «Eyvah gençliðim gitti» diye teessüf edip, gençliðe aðlamayacaksýn. Nasýlki, öylelerin birisi demiþ: لَيْتَ الشَّبَابَةَ يَعُودُ يَوْمًا فَاُخْبِرُهُ بِمَا فَعَلَ الْمَشِيبُ Yâni: «Keþke gençliðim bir gün dönse idi; ihtiyarlýk benim baþýma neler getirdiðini þekva ederek haber verecektim.» Bahar gibi zînetli meþherlere muhabbet ise: Mâdem san'at-ý Ýlâhiyyeyi seyran itibariyledýr. O baharýn gitmesiyle, temâþâ lezzeti zail olmaz. Çünki bahar yaldýzlý bir mektub gibi, verdiði manalarý her vakit temâþâ edebilirsin. Senin hayâlin ve zaman, ikisi de sinema þeridleri gibi sana o temâþâ lezzetini idame ettirmekle beraber o baharýn mânalarýný, güzelliklerini sana tazelendirirler. sh: » (S: 687) O vakit muhabbetin esefli, elemli, muvakkat olmaz. Lezzetli, safalý olur. Dünyaya muhabbetin ise: Mâdem Cenâb-ý Hakk'ýn namýnadýr. O vakit dünyanýn dehþetli mevcûdâtý, sana ünsiyetli bir arkadaþ hükmüne geçer. Mezraa-i âhiret cihetiyle sevdiðin için, her þey'inde, âhirete faide verecek bir sermaye, bir meyve alabilirsin. Ne musibetleri sana dehþet verir, ne zeval ve fenasý sana sýkýntý verir. Kemâl-i rahatla o misafirhanede müddet-i ikametini geçirirsin. Yoksa, ehl-i gaflet gibi seversen, yüz defa sana söylemiþiz ki: Sýkýntýlý, ezici, boðucu, fenaya mahkûm, neticesiz bir muhabbet içinde boðulur, gidersin. Ýþte bâzý mahbublarýn, Kur'anýn irþad ettiði Sûrette olduðu vakit, herbirisinden yüzde ancak bir letâfetini gösterdik. Kur'anýn gösterdiði yolda olmazsa, yüzden bir mazarratýna iþaret ettik. Þimdi þu mahbublarýn dâr-ý bekada, âlem-i âhirette, Kur'an-ý Hakîm'in âyât-ý beyyinatýyla iþaret ettiði neticeleri iþitmek ve anlamak istersen, iþte o çeþit meþrû muhabbetlerin dâr-ý âhiretteki neticelerini «Bir Mukaddeme» ve «Dokuz Ýþaret»le yüzden bir faidesini icmâlen göstereceðiz: MUKADDEME: Cenâb-ý Hak celîl ulûhiyyetiyle, cemîl rahmetiyle, kebîr rubûbiyyetiyle, kerîm re'fetiyle, azîm kudretiyle, lâtif hikmetiyle, þu küçük insanýn vücudunu bu kadar havas ve hissiyat ile, bu derece cevarih ve cihazat ile ve muhtelif âzâ ve âlât ile ve mütenevvi letâif ve mâneviyat ile, echiz ve tezyin etmiþtir ki; tâ, mütenevvi ve pekçok âlât ile, hadsiz envâ-ý nimetini, aksâm-ý ihsanatýný, tabakat-ý rahmetini, o insana ihsas etsin, bildirsin, tattýrsýn, tanýttýrsýn. Hem, tâ binbir esmâsýnýn hadsiz envâ-ý tecelliyatlarýný, insana o âlât ile, bildirsin, tarttýrsýn, sevdirsin. Ve o insandaki pek kesretli âlât ve cihazatýn herbirisinin ayrý ayrý hizmeti, ubûdiyyeti olduðu gibi, ayrý ayrý lezzeti, elemi, vazifesi ve mükâfatý vardýr. Meselâ: Göz, Sûretlerdeki güzelliklerini ve âlem-i mubsýratta, güzel mu'cizât-ý kudretin envâýný temaþa eder. Vazifesi, nazar-ý ibretle Sâniine þükrandýr. Nazara mahsus lezzet ve elem mâlûmdur, târife hâcet yok. Meselâ: Kulak, sadalarýn envâ'larýný, lâtif naðmelerini ve mesmûat âleminde Cenâb-ý Hakk'ýn letâif-i rahmetini hisseder. Ayrý bir ubûdiyyet, ayrý bir lezzet, ayrý da bir mükâfatý var. Meselâ kuvve-i þâmme, kokular taifesindeki letâif-i rahmeti hisseder. Kendine mahsus bir vazife-i þükrâniyyesi, bir sh: » (S: 688) lezzeti vardýr. Elbette mükâfatý dahi vardýr. Meselâ; dildeki kuvve-i zâika, bütün mat'umâtýn ezvâkýný anlamakla gâyet mütenevvi bir þükr-ü mânevî ile vazife görür ve hâkezâ... Bütün cihazat-ý insâniyyenin ve kalb ve akýl ve ruh gibi büyük ve mühim letâifin böyle ayrý ayrý vazifeleri, lezzetleri ve elemleri vardýr. Ýþte Cenâb-ý Hak ve Hakîm-i Mutlak, bu insanda istihdam ettiði bu cihazatýn elbette her birerlerine lâyýk ücretlerini verecektir. O müteaddid envâ-ý muhabbetin sâbýkan Beyân edilen dünyadaki muaccel neticelerini, herkes vicdan ile hisseder ve bir hads-i sadýk ile isbat edilir. Âhiretteki neticeleri ise: Kat'iyen vücudlarý ve tahakkuklarý, icmâlen Onuncu Söz'ün oniki hakikat-ý katýa-i sâtýasýyla ve Yirmidokuzuncu Söz'ün Altý Esâs-ý bâhiresiyle isbat edildiði gibi, tafsîlen اَصْدَقُ الْكَلاَمِ وَاَبْلَغُ النِّظَامِ كَلاَمُ اللّهِ الْمَلِكِ الْعَزِيزِ الْعَلاَّمِ olan Kur'an-ý Hakîm'in âyât-ý beyyinâtýyla tasrih ve telvih ve remiz ve iþârâtýyla kat'iyen sabittir. Daha uzun bürhânlarý getirmeðe lüzum yok. Zaten baþka Sözlerde ve Cennete dair Yirmisekizinci Söz'ün arabî olan ikinci makamýnda ve Yirmidokuzuncu Söz'de çok bürhânlar geçmiþtir. BÝRÝNCÝ ÝÞARET: Leziz taamlara, hoþ meyvelere þâkirane muhabbet-i meþruânýn uhrevî neticesi, Kur'anýn nassýyla, Cennet'e lâyýk bir tarzda leziz taamlarý, güzel meyveleridir. Ve o taamlara ve o meyvelere müþtehiyane bir muhabbettir. Hattâ dünyada yediðin meyve üstünde söylediðin «Elhamdülillâh» kelimesi, cennet meyvesi olarak tecessüm ettirilip sana takdim edilir. Burada meyve yersin, orada «Elhamdülillâh» yersin. Ve ni'mette ve taam içinde in'âm-ý Ýlâhîyi ve iltifat-ý Rahmânî'yi gördüðünden o lezzetli þükr-ü mânevî, Cennette gâyet leziz bir taam sûretinde sana verileceði, hadîsin nassýyla, Kur'anýn iþarâtýyla ve hikmet ve rahmetin iktizasýyla sabittir. ÝKÝNCÝ ÝÞARET: Dünyada meþrû bir Sûrette nefsine muhabbet, yâni mehâsinine bina edilen muhabbet deðil, belki noksaniyetlerini görüp, tekmil etmeðe bina edilen þefkat ile onu terbiye etmek ve onu hayra sevketmek neticesi, o nefse lâyýk mahbublarý, sh: » (S: 689) Cennette veriyor. Nefis, mâdem dünyada hevâ ve hevesini Cenâb-ý Hak yolunda hüsn-ü istîmal etmiþ. Cihazatýný, duygularýný hüsn-ü Sûretle istihdam etmiþ. Kerîm-i Mutlak, ona dünyadaki meþrû ve ubûdiyetkârane muhabbetin neticesi olarak Cenne'te, Cennetin yetmiþ ayrý ayrý envâ-ý zînet ve letâfetinin nümuneleri olan yetmiþ muhtelif hulleyi giydirip, nefisteki bütün hâsseleri memnun edecek, okþayacak yetmiþ envâ-ý hüsün ile vücudunu süslendirip; herbiri, ruhlu küçük birer cennet hükmünde olan hûrîleri, o dâr-ý bekada vereceði, pekçok âyât ile tasrih ve isbat edilmiþtir. Hem dünyada gençliðe muhabbet, yâni ibâdette gençlik kuvvetini sarfetmenin neticesi: Dâr-ý saadette ebedî bir gençliktir. ÜÇÜNCÜ ÝÞARET: Refika-i hayatýna meþrû dairesinde, yâni, lâtif þefkatine, güzel hasletine, hüsn-ü sîretine binaen samimî muhabbet ile, refika-i hayatýný da nâþizelikten, sâir günahlardan muhafaza etmenin netice-i uhreviyesi ise: Rahîm-i Mutlak, o refika-i hayatý, hurîlerden daha güzel bir Sûrette ve daha zînetli bir tarzda, daha cazibedâr bir þekilde, ona dâr-ý saadette ebedî bir refika-i hayatý ve dünyadaki eski maceralarý birbirine mütelezzizane nakletmek ve eski hatýratý birbirine tahattur ettirecek enîs, lâtif, ebedî bir arkadaþ, bir muhib ve mahbub olarak verileceðini vâdetmiþtir. Elbette vâdettiði þeyi kat'î verecektir. DÖRDÜNCÜ ÝÞARET: Valideyn ve evlâda muhabbet-i meþrûanýn neticesi: (Nass-ý Kur'an ile) Cenâb-ý Erhamürrâhimîn, onlarýn makamlarý ayrý ayrý da olsa yine o mes'ûd âileye sâfi olarak lezzet-i sohbeti, cennete lâyýk bir hüsn-ü muaþeret Sûretinde, dâr-ý bekada ebedî mülâkat ile ihsan eder. Ve onbeþ yaþýna girmeden, yâni hadd-i bülûða vasýl olmadan vefat eden çocuklar, وِلْدَانٌ مُخَلّدُونَ ile tâbir edilen cennet çocuklarý þeklinde ve cennete lâyýk bir tarzda gâyet süslü, sevimli bir Sûrette, onlarý cennette dahi peder ve validelerinin kucaklarýna verir. Veledperverlik hislerini memnun eder. Ebedî o zevki ve o lezzeti onlara verir. Zira çocuklar sinn-i teklife girmediklerinden; ebedî, sevimli, þirin çocuk olarak kalacaklar. Dünyadaki her lezzetli þeyin en âlâsý cennette bulunur. Yalnýz çok þirin olan veledperverlik, yâni çocuklarýný sevip okþamak zevki -cennet tenasül yeri olmadýðýn- sh: » (S: 690) dan- cennette yoktur zannedilirdi. Ýþte bu Sûrette o dahi vardýr. Hem en zevkli ve en þirin bir tarzda vardýr. Ýþte kabl-el büluð evlâdý vefat edenlere müjde... BEÞÝNCÝ ÝÞARET: Dünyada «El-hubbu fillâh» hükmünce sâlih ahbablara muhabbetin neticesi: cennette عَلَى سُرُرٍ مُتَقَابِلِينَ ile tâbir edilen: karþý karþýya kurulmuþ cennet iskemlelerinde oturup hoþ, þirin, güzel, tatlý bir Sûrette, dünya maceralarýný ve kadîm olan hâtýratlarýný birbirine nakledip eðlendirmeleri Sûretinde; firaksýz, sâfi bir muhabbet ve sohbet Sûretinde ahbablarýyle görüþtüreceði, Kur'anýn nassýyla sabittir. ALTINCI ÝÞARET: Enbiya ve evliyaya Kur'anýn târif ettiði tarzda muhabbetin neticesi: O enbiya ve evliyanýn þefaatlarýndan berzahta, haþirde istifade etmekle beraber; gâyet ulvî ve onlara lâyýk makam ve füyûzattan o muhabbet vasýtasýyla istifaza etmektir. Evet اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ sýrrýnca, âdi bir adam, en yüksek bir makama, muhabbet ettiði âlî makam bir zâtýn tebaiyetiyle girebilir. YEDÝNCÝ ÝÞARET: Güzel þeylere ve bahara meþrû muhabbetin, yâni «ne kadar güzel yapýlmýþ» nazar ile, o âsârýn arkasýndaki ef'âlin güzelliðini ve intizâmýný ve intizâm-ý ef'al arkasýndaki güzel Esmânýn cilvelerini ve o güzel Esmânýn arkasýnda sýfâtýn tecelliyatýný ve hâkezâ... sevmekliðin neticesi ise: Dâr-ý bekada o güzel gördüðü masnûattan bin def'a daha güzel bir tarzda Esmânýn cilvesini ve Esmâ içindeki cemâl ve sýfâtýný, cennette görmektir. Hattâ Ýmam-ý Rabbânî (Radýyallahü Anhü) demiþ ki: «Letâif-i Cennet, cilve-i esmânýn temessülâtýdýr.» Teemmel!.. SEKÝZÝNCÝ ÝÞARET: Dünyada, dünyanýn âhiret mezraasý ve Esmâ-i Ýlahiye âyinesi olan iki güzel yüzüne karþý mütefekkirane muhabbetin uhrevî neticesi: Dünya kadar, fakat fâni dünya gibi fâni deðil, bâki bir cennet verilecektir. Hem dünyada yalnýz zaîf gölgeleri gösterilen Esmâ, o cennetin âyinelerinde en þaþaalý bir Sûrette gösterilecektir. Hem dünyayý, mezraa-i âhiret yüzünde sevmenin neticesi: Dünyayý, fidanlýk, yâni: Ancak fidanlarý bir derece sh: » (S: 691) yetiþtiren küçük bir mezraasý hükmünde olacak öyle bir cenneti verecek ki: Dünyada havas ve hissiyat-ý insâniye, küçük fidanlar olduðu halde, cennette en mükemmel bir sûrette inkiþaf ve dünyada tohumcuklar hükmünde olan istîdadlarý, envâ-ý lezâiz ve kemâlât ile sünbüllenecek sûrette ona verileceði, rahmetin ve hikmetin muktezasý olduðu gibi, hadîsin nususuyla ve Kur'anýn iþârâtýyle sabittir. Hem mâdem dünyanýn; her hatânýn baþý olan mezmum muhabbeti deðil, belki Esmâya ve âhirete bakan iki yüzünü, Esmâ ve âhiret için sevmiþ ve ibâdet-i fikriyye ile o yüzleri mâmur etmiþ, güya bütün dünyasýyla ibâdet etmiþ. Elbette dünya kadar bir mükâfat almasý, mukteza-yý rahmet ve hikmettir. Hem mâdem âhiretin muhabbetiyle onun mezraasýný sevmiþ ve Cenâb-ý Hakk'ýn muhabbetiyle âyine-i Esmâsýný sevmiþ. Elbette dünya gibi bir mahbub ister. O da, dünya kadar bir Cennet'tir. Sual: O kadar büyük ve hâlî bir Cennet neye yarar? Elcevab: Nasýlki eðer mümkin olsa idi, hayal sür'atiyle zeminin aktarýný ve yýldýzlarýn ekserini gezsen, «Bütün âlem benimdir» diyebilirsin. Melâike ve insan ve hayvanlarýn iþtirâkleri, senin o hükmünü bozmaz. Öyle de: O cennet dahi dolu olsa, «O cennet benimdir» diyebilirsin. Hadîste «Bâzý ehl-i cennete verilen beþyüz senelik bir cennet» sýrrý, Yirmisekizinci Söz'de ve Ýhlas Lem'asýnda Beyân edilmiþtir. DOKUZUNCU ÝÞARET: Ýman ve muhabbetullahýn neticesi: Ehl-i keþif ve tahkîkin ittifakýyla; dünyanýn bin sene hayat-ý mes'ûdânesi, bir saatine deðmeyen cennet hayatý.. ve cennet hayatýnýn dahi bin senesi, bir saat müþahedesine deðmeyen bir kudsî, münezzeh cemâl ve kemâl sahibi olan Zât-ý Zülcelâl'in müþahedesi, rü'yetidir ki: (Haþiye) hadîs-i kat'î ile ve Kur'anýn nassýyle sabittir. Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm gibi muhteþem bir kemâl ile meþhur bir zâtýn rü'yetine iþtiyaklý bir merak, Hazret-i Yûsuf Aleyhisselâm gibi bir cemâl ile mümtaz bir zâtýn þuhuduna meraklý bir iþtiyak; herkes vicdanen hisseder. Acaba dünyanýn bütün mehâsin ve Kemâlâtýndan binler derece yüksek olan cennetin bütün me- ________________________ (Haþiye): Hadîsin nassýyla «O þuhud, bütün lezâiz-i cennet'in o derece fevkindedir ki, onlarý unutturur. Ve þuhuddan sonra ehl-i þuhudun hüsn-ü cemâli o derece fazlalaþýr ki; döndükleri vakit, saraylarýndaki aileleri çok dikkat ile zor ile onlarý tanýyabilirler» hadîste vârid olmuþtur. sh: » (S: 692) hasin ve kemalâtý, bir cilve-i cemâli ve kemâli olan bir zâtýn rü'yeti, ne kadar mergûb, merak-âver ve þuhudu ne derece matlub ve iþtiyak-âver olduðunu kýyas edebilirsen et... اَللَّهُمَّ ارْزُقْنَا فِى الدُّنْيَا حُبَّكَ وَ حُبَّ مَا يُقَرِّبُنَآ اِلَيْكَ وَ اْلاِسْتِقَامَةَ كَمَآ اَمَرْتَ وَ فِى اْلاَخِرَةِ رَحْمَتَكَ وَ رُؤْيَتَكَ سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَآ اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ اَللَّهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى مَنْ اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ وَ عَلَى اَلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ آمِينَ TENBÝH Þu sözün âhirinde uzun tafsilâtý uzun görme; ehemmiyetine nisbeten kýsadýr, daha uzun ister. Bütün Sözlerde konuþan ben deðilim. Belki,«ÝÞÂRÂT-I KUR'ANÝYYE» namýna hakikattýr. Hakikat ise hak söyler, doðru konuþur. Eðer yanlýþ bir þey gördünüz, muhakkak biliniz ki: Haberim olmadan fikrim karýþmýþ, karýþtýrmýþ, yanlýþ etmiþ. * * * sh: » (S: 693) MÜNÂCÂT Yâ Rab! Nasýl büyük bir sarayýn kapýsýný çalan bir adam, açýlmadýðý vakit, o sarayýn kapýsýný, diðer makbûl bir zâtýn sarayca me'nus sadasýyla çalar; tâ ona açýlsýn... Öyle de: Bîçare ben dahi, senin dergâh-ý rahmetini, mahbub abdin olan Üveys-el Karanî'nin nidasýyla ve münâcâtýyla þöyle çalýyorum. O dergâhýný ona açtýðýn gibi, rahmetinle bana da aç. Ekûllü Kemâ Kâle: اَقُولُ كَمَا قَالَ : اِلهِى اَنْتَ رَبِّى وَ اَنَا الْعَبْدُ وَ اَنْتَ الْخَالِقُ وَ انَا الْمَخْلُوقُ وَ اَنْتَ الرَّزَّاقُ وَ اَنَا الْمَرْزُوقُ وَ اَنْتَ الْمَالِكُ وَ اَنَا الْمَمْلُوكُ وَ اَنْتَ الْعَزِيزُ وَ اَنَا الذَّلِيلُ وَ اَنْتَ الْغَنِىُّ وَ اَنَا الْفَقِيرُ وَ اَنْتَ الْحَىُّ وَ اَنَا الْمَيِّتُ وَ اَنْتَ الْبَاقِى وَ اَنَا الْفَانِى وَ اَنْتَ الْكَرِيمُ وَ اَنَا اللَّئِيمُ وَ اَنْتَ الْمُحْسِنُ وَ اَنَا الْمُسِئُ وَ اَنْتَ الْغَفُورُ وَ اَنَا الْمُذْنِبُ وَ اَنْتَ الْعَظِيمُ وَ اَنَا الْحَقِيرُ وَ اَنْتَ الْقَوِىُّ وَ اَنَا الضَّعِيفُ وَ اَنْتَ الْمُعْطِى وَ اَنَا السَّائِلُ وَ اَنْتَ اْلاَمِينُ وَ اَنَا الْخَا ئِفُ وَ اَنْتَ الْجَوَّادُ وَ اَنَا الْمِسْكِينُ وَ اَنْتَ الْمُجِيبُ وَ اَنَا الدَّاعِى وَ اَنْتَ الشَّافِى وَ اَنَا الْمَرِيضُ فَاغْفِرْلِى ذُنُوبِى وَ تَجَاوَزْ عَنِّى وَ اشْفِ اَمْرَاضِى يَا اَللَّهُ يَا كَافِى يَا رَبُّ يَا وَافِى يَا رَحِيمُ يَا شَافِى يَا كَرِيمُ يَا مُعَافِى فَاعْفُ عَنِّى مِنْ كُلِّ ذَنْبٍ وَ عَافِنِى مِنْ كُلِّ دَآءٍ وَارْضَ عَنِّى اَبَدًا بِرَحْمَتِكَ يَآ اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ وَ اَخِرُ دَعْوَيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ Link zu diesem Kommentar Auf anderen Seiten teilen Mehr Optionen zum Teilen...
Empfohlene Beiträge