Zum Inhalt springen
Qries Qries Qries Qries Qries Qries

31 Söz


EMRE

Empfohlene Beiträge

Otuzbirinci Söz

 

Mi'rac-ý Nebeviyyeye dairdir (A.S.M.)

 

ÝHTAR: Mi’rac mes’elesi, erkân-ý îmâniyenin usûlünden sonra terettüb eden bir neticedir. Ve Erkân-ý îmâniyenin nurlarýndan medet alan bir nurdur. Erkân-ý îmâniyeyi kabul etmeyen dinsiz mülhidlere karþý elbette bizzat isbat edilmez. Çünkü: Allahý bilmeyen, Peygamberi tanýmayan ve melâikeyi kabûl etmeyen veya semâvatýn vücudunu inkâr eden adamlara Mi’racdan bahsedilmez. Evvelâ o erkâný isbat etmek lâzým geliyor. Öyle ise biz, Mi’racda istib’ad ile vesveseye düþen bir mü’mini muhatap ittihaz ederek, ona karþý beyan edeceðiz. Ara-sýra makam-ý istimâda olan mülhidi nazara alýp serd-i kelâm edeceðiz. Bazý sözlerde hakikat-ý Mi’racýn bir kýsým lem’alarý zikredilmiþti. Ýhvanlarýmýn ýsrarý ile ayrý ayrý o lem’alarý hakikatýn aslýyla birleþtirmek ve Kemalât-ý Ahmediyenin (A.S.M.) cemâline birden bir âyine yapmak için, inâyeti ALLAH’dan istedik.

 

بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

 

سُبْحَانَ الَّذِى اَسْرَى بِعَبْدِهِ لَيْلاً مِنَ اْلمَسْجِدِ اْلحَرَامِ اِلَى اْلمَسْجِدِ اْلاَقْصَى الَّذِى بَارَكْنَا حَوْلَهُ لِنُرِيَهُ مِنْ آيَاتِنَا اِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ اِنْ هُوَ اِلاَّ وَحْىٌ يُوحَى عَلّمَهُ شَدِيدُ الْقُوَى ذُو مِرَّةٍ فَاسْتَوَى وَ هُوَ بِاْلاُفُقِ اْلاَعْلَى ثُمَّ دَنَا فَتَدَلَّى فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ اَوْ اَدْنَى فَاَوْحَى اِلَى عَبْدِهِ مَا اَوْحَى مَا كَذَبَ الْفُؤَادُ مَا رَاَى اَفَتُمَارُونَهُ عَلَى مَا يَرَى

 

sh: » (S: 594)

 

وَلَقَدْ رَآهُ نَزْلَةً اُخْرَى عِنْدَ سِدْرَةِ الْمُنْتَهَى عِنْدَهَا جَنَّةُ الْمَاْوَى اِذْ يَغْشَى السِّدْرَةَ مَا يَغْشَى مَا زَاغَ الْبَصَرُ وَمَا طَغَى لَقَدْ رَاَى مِنْ آيَاتِ رَبِّهِ الْكُبْرَى

 

Evvelki âyet-i azîmenin azîm hazinesinden yalnýz اِنَّهُ zamîrinde bir düstur-u belâðata istinad eden iki remzin mes'elemize münasebeti olduðu için, i'câz bahsinde Beyân edildiði üzere yazacaðýz.

 

Ýþte Kur'an-ý Hakîm, Habîb-i Ekrem Aleyhi Efdalüssalâtü Ve Ekmelüsselâmýn Mi'râcýnýn mebde'i olan, Mescid-i Haramdan Mescid-i Aksâya olan seyranýný zikrettikten sonra اِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ der. Ve þu kelâm ile Sûre-i وَ النَّجْمِ اِذَا هَوَى da iþaret olunan münteha-yý Mi'raca remzeden اِنَّهُ deki zamir, ya Cenâb-ý Hakk'a râcîdir veyahut Peygamberedir (A.S.M.). Peygambere göre olsa: Kanun-u belâðat ve münasebet-i siyak-ý kelâm þöyle ifade ediyor ki: Bu seyahat-ý cüz'iyyede bir seyr-i umumî ve bir urûc-u küllî var ki: Tâ Sidret-ül-Müntehâya, tâ Kab-ý Kavseyn'e kadar merâtib-i külliye-i Esmâiyyede; gözüne, kulaðýna tesadüf eden Âyât-ý Rabbâniyyeyi ve acâib-i san'at-ý Ýlâhiyyeyi iþitmiþ, görmüþtür, der. O küçük cüz'î seyahatý hem küllî, hem mahþer-i acaib bir seyahatýn anahtarý hükmünde gösteriyor.

 

Eðer zamir, Cenâb-ý Hakka râci olsa, þöyle oluyor ki: Bir abdini bir seyahatta huzuruna dâvet edip, bir vazife ile tavzif etmek için, Mescid-i Haram'dan mecma-ý Enbiya olan Mescid-i Aksâya gönderip, enbiyalarla görüþtürüp, bütün Enbiyalarýn usûl-ü dinlerine vâris-i mutlak olduðunu gösterdikten sonra, tâ Sidret-ül Müntehâ'ya, tâ Kab-ý Kavseyn'e kadar mülk ve melekûtunda gezdirdi.

 

sh: » (S: 595)

 

Ýþte çendan, o bir abddir ve o seyahat, bir mi'rac-ý cüz'îdir. Fakat bu abdin, bütün kâinata taallûk eden bir emanet beraberindedir. Hem þu kâinatýn rengini deðiþtirecek bir nur beraberdir. Hem saadet-i ebediyenin kapýsýný açacak bir anahtar beraber olduðu için, Cenâb-ý Hak kendini, «bütün eþyayý iþitir ve görür» sýfatýyla tavsif eder. Tâ o emânet, o nur, o anahtarýn cihan-þümul ve muhît ve umum kâinata âmm ve bütün mahlûkata þâmil hikmetlerini göstersin.

 

Bu sýrr-ý azîmin «DÖRT ESAS» ý var.

 

Birincisi: Mi'racýn sýrr-ý lüzumu nedir?

 

Ýkincisi: Hakikat-ý Mi'rac nedir?

 

Üçüncüsü: Hikmet-i Mi'rac nedir?

 

Dördüncüsü: Mi'racýn semerat ve faidesi nedir?

 

BÝRÝNCÝ ESAS

 

Mi'racýn sýrr-ý lüzumu:

 

Meselâ deniliyor ki: "Cenâb-ý Hak اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ dir. Herþey'e, herþeyden daha yakýndýr. Cisimden, mekândan münezzehdir. Her veli, kalbi, içinde onunla görüþebilir. Neden dolayý velâyet-i Ahmediyye (A.S.M.) Mi'rac gibi uzun bir seyahatýn neticesinden sonra, her velînin kendi kalbinde muvaffak olduðu münâcâta muvaffak oluyor.

 

Elcevap: Þu sýrr-ý gamýzý «iki temsil» ile fehme takrib ediyoruz. Onikinci Söz'ün Sýrr-ý Ý'câz-ý Kur'an ve sýrr-ý Mi'rac hakkýnda olan þu iki temsili dinle:

 

Birinci Temsil: Bir sultanýn iki çeþit mükâlemesi, sohbeti, görüþmesi vardýr. Ýki tarzda hitabý, iltifatý vardýr. Birisi: Âmî bir raiyetiyle cüz'î bir iþ için, hususî bir hacete dair, has bir telefonla sohbet etmektir. Diðeri: Saltanat-ý Uzmâ ünvaný ile ve hilâfet-i kübrâ namiyla ve hâkimiyet-i âmme haysiyetiyle ve evâmirini etrafa neþir ve teþhir maksadýyle, o iþlerle alâkadar bir elçisiyle veya o evâmir ile münasebetdar büyük bir me'muru ile konuþmaktýr, sohbet etmektir. Ve haþmetini izhar eden ulvî bir fermanla bir mükâlemedir.

 

sh: » (S: 596)

 

 

 

Ýþte وَلِلّهِ اْلمَثَلُ اْلاَعْلَى þu temsil gibi: Þu kâinat Hâlýkýnýn ve Mâlik-ül-Mülk Vel Melekûtun ve Hâkim-i Ezel ve Ebedin iki tarzda mükâlemesi, sohbeti, iltifatý vardýr. Birisi: Cüz'î ve has, diðeri: Küllî ve âmm... Ýþte: Mi'rac, Velâyet-i Ahmediyyenin (A.S.M.) bütün velâyâtýn fevkinde bir külliyyet, bir ulviyyet Sûretinde bir tezâhürüdür ki: Bütün Kâinatýn Rabbi ismiyle, bütün mevcudatýn Hâlýký unvanýyle Cenâb-ý Hakk'ýn sohbetine ve münâcatýna müþerrefiyettir.

 

Ýkinci Temsil: Bir adam elindeki bir âyineyi güneþe karþý tutar. O âyine kendi miktarýnca bir ýþýk ve yedi rengi hâvi bir ziyayý, bir aksi, þemsten alýr. Onun nisbetinde güneþle münasebetdar olur, sohbet eder. Ve o ýþýklý âyineyi karanlýklý hânesine veya dam altýndaki küçük, hususî baðýna tevcih etse; güneþin kýymeti nisbetinde deðil, belki o âyinenin kabiliyeti miktarýnca istifade edebilir. Diðeri ise: Âyineyi býrakýr, doðrudan doðruya güneþe karþý çýkar, haþmetini görür, azametini anlar. Sonra pek yüksek bir daða çýkar, güneþin pek geniþ þa'þaa-i saltanatýný görür ve bizzat perdesiz onunla görüþür. Sonra döner, hânesinden veya baðýnýn damýndan geniþ pencereler açar, gökteki güneþe karþý yollar yapar, hakikî güneþin daimî ziyasý ile sohbet eder, konuþur. Ve böylece minnetdarane bir sohbet edebilir ve diyebilir: «Ey yeryüzünü ýþýðýyla yaldýzlayan ve zeminin vechini ve bütün çiçeklerin yüzlerini güldüren dünya güzeli, gök nazdarý olan nâzenin güneþ!. Onlar gibi benim hâneciðimi, bahçeciðimi ýsýndýrdýn ve ýþýklandýrdýn; bütün dünyayý ýþýklandýrdýðýn ve yeryüzünü ýsýndýrdýðýn gibi..» Halbuki: Evvelki âyine sahibi böyle diyemez. O âyine kaydý altýnda güneþin aksi ise, âsârý mahduttur. O kayda göredir.

 

Ýþte Þems-i Ezel ve Ebed Sultaný olan Zât-ý Ehad ve Samedin tecellisi, mahiyet-i insaniyeye hadsiz meratibi tazammun eden iki suretle tezahür eder.

 

Birincisi: Âyine-i kalbe uzanan bir nisbet-i Rabbâniyye ile bir tezahürdür ki: Herkes istidadýna ve tayy-ý meratibde seyr ü sülûküne esmâ ve sýfâtýn tecelliyatýna nisbeten cüz'î ve küllî o Þems-i Ezelînin nuruna ve sohbetine ve münâcâtýna mazhariyyeti var. Galib-i esmâ ve sýfâtýn zýlalinde giden velâyetlerin derecatý bu kýsýmdan ileri gelir.

 

sh: » (S: 597)

 

Ýkincisi: Ýnsanýn câmiiyeti ve þecere-i kâinatýn en münevver meyvesi olduðundan, bütün kâinatta, cilveleri tezahür eden Esmâ-i Hüsnâyý, birden âyine-i ruhunda gösterebilmesi cihetiyle Cenâb-ý Hak, tecelli-i Zâtýyle ve Esmâ-i Hüsnâ'nýn âzamî mertebede, nev'-i insanýn mânen en â'zam bir ferdine, tecelli-i a'zam tezahür eder ki; bu tezâhür ve tecelli, Mi'râc-ý Ahmedî (A.S.M.) sýrrýdýr ki; Onun velâyeti, risâletine mebde' olur. Velâyet ki; zýlden geçer, ikinci temsilin birinci adamýna benzer. Risâlette zýll yoktur. Doðrudan doðruya Zât-ý Zülcelâlin Ehadiyyetine bakar, ikinci temsilin ikinci adamýna benzer. Mi'rac ise, Velâyet-i Ahmediyyenin (A.S.M.) keramet-i kübrâsý, hem mertebe-i ulyâsý olduðundan, risalet mertebesine inkýlâb etmiþ. Mi'racýn bâtýný, velâyettir; halktan Hakka gitmiþ. Zâhir-i Mi'rac, Risâlettir, Haktan halka geliyor. Velâyet, kurbiyyet meratibinde sülûktur. Çok merâtibin tayyýna ve bir derece zamana muhtaçtýr. Nur-u a'zam olan Risalet ise, akrebiyyet-i Ýlâhiyyenin inkiþâfý sýrrýna bakar ki; bir ân-ý seyyale kâfidir. Onun için Hadîste denilmiþ: «Bir anda dönmüþ gelmiþ.»

 

Þimdi makam-ý istima'da bulunan mülhide deriz ki: Madem bu kâinat, gayet muntazam bir memleket, gayet muhteþem bir þehir, gayet müzeyyen bir saray hükmündedir. Elbette onun bir hâkimi, bir mâliki, bir ustasý vardýr. Madem, böyle haþmetli bir Mâlik-i Zülcelâl, bir Hâkim-i Zülkemâl, bir Sâni'-i Zülcemâl vardýr.. hem mâdem umum o âleme, o memlekete, o þehre, o saraya alâkadarlýk gösteren ve havas ve duygularýyla umumuna münasebetdar ve nazar-ý küllî olan bir insan vardýr. Elbette o Sâni-i Muhteþem, o küllî nazarlý ve umumî þuurlu olan insan ile ulvî, âzamî bir münasebeti bulunacaktýr ve ona kudsî bir hitabý ve âlî bir teveccühü olacaktýr. Hem madem, Âdem Aleyhisselâmdan þimdiye kadar þu münasebete mazhar olanlarýn içinde âsârýnýn þehadetiyle, yâni: Küre-i Arzýn nýsfýný ve nev'-i beþerin humsunu daire-i tasarrufuna aldýðý ve kâinatýn þekl-i mânevîsini deðiþtirdiði, ýþýklandýrdýðý gibi, en âzamî bir mertebede o münasebeti Muhammed-i Arabî Sallâllahü Aleyhi Vesellem göstermiþtir... Öyle ise, o münasebetin en âzamî bir mertebesinden ibaret olan Mi'rac, ona elyak ve ona evfaktýr.

 

sh: » (S: 598)

 

ÝKÝNCÝ ESAS

 

Hakikat-ý Mi'rac nedir?

 

Elcevap: Zât-ý Ahmediyyenin (A.S.M.) merâtib-i Kemâlâtta seyr ü sülûkünden ibarettir. Yâni, Cenâb-ý Hakkýn tertib-i mahlûkatta tecelli ettirdiði ayrý ayrý isim ve unvanlarla ve Saltanat-ý Rubûbiyyetinde teþkil ettiði devair, tedbir ve îcadda ve o dairelerde birer arþ-ý Rubûbiyet ve birer merkez-i tasarrufa medâr olan bir semâ tabakasýnda gösterdiði âsâr-ý Rubûbiyeti, birer birer o abd-i mahsusa göstermekle, o abdi, hem bütün kemalât-ý insaniyyeyi câmi', hem bütün tecelliyat-ý Ýlahiyyeye mazhar, hem bütün tabakat-ý kâinata nâzýr ve Saltanat-ý Rubûbiyyetin dellâlý ve Marziyat-ý Ýlâhiyyenin mübelliði ve týlsým-ý kâinatýn keþþafý yapmak için, Buraka bindirip, berk gibi semâvatý seyrettirip, kat'-ý merâtib ettirerek, kamer-vârî menzilden menzile, daireden daireye Rubûbiyyet-i Ýlâhiyyeyi temâþâ ettirip, o dairelerin semâvatýnda makamlarý bulunan ve ihvaný olan enbiyayý birer birer göstererek, tâ, Kab-ý Kavseyn makamýna çýkarmýþ, Ehadiyyet ile kelâmýna ve rü'yetine mazhar kýlmýþtýr. Þu yüksek hakikata «Ýki temsil» dürbini ile bakýlabilir.

 

Birincisi: Yirmidördüncü Sözde îzah edildiði gibi; nasýlki bir padiþahýn kendi hükûmetinin dairelerinde ayrý ayrý ünvanlarý ve raiyyetinin tabakalarýnda baþka baþka nâm ve vasýflarý ve saltanatýnýn mertebelerinde çeþit çeþit isim ve alâmetleri vardýr. Meselâ: Adliye dairesinde hâkim-i âdil; ve mülkiyede sultan ve askeriyede kumandan-ý âzam ve ilmiyede halife; ve hâkezâ.. sair isim ve ünvanlarý bulunur. Herbir dairede birer mânevî tahtý hükmünde olan makam ve iskemlesi bulunur. O tek padiþah, o saltanatýn dairelerinde ve tabakat-ý hükûmetin mertebelerinde, bin isim ve ünvana sahip olabilir. Birbiri içinde bin taht-ý saltanatý olabilir. Güya o hâkim, herbir dairede þahsiyyet-i mâneviyye haysiyetiyle ve telefonu ile mevcud ve hâzýr bulunur, bilir. Ve her tabakada kanunuyle, nizamýyle, mümessiliyle görünür, görür. Ve her mertebede perde arkasýnda hükmüyle, ilmiyle, kuvvetiyle idare eder, bakar. Ve her bir dairenin baþka bir merkezi, bir menzili vardýr. Ahkâmlarý birbirinden ayrýdýr. Tabakatlarý birbirinden baþkadýr. Ýþte böyle bir sultan, istediði bir zâtý, bütün o dairelerinde gezdirip, her daireye

 

sh: » (S: 599)

 

mahsus saltanat-ý þâhânesini ve evâmir-i hâkimanesini gösterip, dâireden dâireye, tabakadan tabakaya gezdirip, tâ huzuruna getirir. Sonra bütün o dairelere taallûk eden bâzý evâmir-i umumiye-i külliyeyi ona tevdi eder, gönderir.

 

Ýþte bu misal gibi; Ezel ve Ebed Sultaný olan Rabb-ül Âlemîn için, Rubûbiyyetinin mertebelerinde ayrý ayrý, fakat birbirine bakar þe'n ve nâmlarý vardýr. Ve Ulûhiyyetinin dairelerinde baþka baþka fakat birbiri içinde görünür isim ve alâmetleri vardýr. Ve haþmetli icraatýnda ayrý ayrý, fakat birbirine benzer tecelli ve cilveleri vardýr. Ve kudretinin tasarrufatýnda baþka baþka, fakat birbirini ihsas eder ünvanlarý vardýr. Ve sýfatlarýnýn tecelliyatýnda baþka baþka, fakat birbirini gösterir mukaddes zuhuratý vardýr. Ve ef'âlinin cilvelerinde çeþit çeþit, fakat birbirini ikmal eder tasarrufatý vardýr. Ve rengârenk san'atýnda ve masnuatýnda çeþit çeþit, fakat birbirini temâþa eder haþmetli Rubûbiyyeti vardýr.

 

Ýþte þu sýrr-ý azîme binaen kâinatý hayret-feza acib bir tertib ile tanzim etmiþ. En küçük tabakat-ý mahlûkattan olan zerrattan; tâ semâvata ve semavatýn birinci tabakasýndan, tâ arþ-ý âzama kadar birbiri üstünde teþkilât var. Her bir semâ, bir ayrý âlemin damý ve Rubûbiyyet için bir arþ ve tasarrufat-ý Ýlâhiyye için bir merkez hükmündedir. O dairelerde ve o tabakatta çendan, ehadiyyet itibariyle bütün esmâ bulunabilir. Bütün ünvanlarla tecellî eder. Fakat, nasýlki adliyede hâkim-i âdil ünvaný asýldýr, hâkimdir. Sâir ünvanlar orada onun emrine bakar. Ona tâbidir. Öyle de, herbir tabakat-ý mahlûkatta, herbir semâda bir isim, bir ünvan-ý Ýlâhî hâkimdir. Sâir ünvanlar da onun zýmnýndadýr. Meselâ: Ýsm-i Kadîre mazhar Hazret-i Ýsa Aleyhisselâm, hangi semâda Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm ile görüþdü ise; iþte o semâ dairesinde Cenâb-ý Hak Kadîr ünvanýyla bizzat orada mütecellidir. Meselâ: Hazret-i Mûsa Aleyhisselâm'ýn makamý olan semâ dairesinde en ziyade hükümfermâ, Hazret-i Mûsa Aleyhisselâmýn mazhar olduðu «Mütekellim» ünvanýdýr ve hâkeza... Ýþte Zât-ý Ahmediyye Aleyhissalâtü Vesselâm, çünki, ism-i âzama mazhardýr ve nübüvveti, umumîdir ve bütün Esmâya mazhardýr. Elbette, bütün devâir-i Rubûbiyyetle alâkadardýr... Elbette o dairelerde makam sahibi olan enbiyalarla görüþmek ve umum tabakattan geçmek; hakikat-ý Mi'racý iktiza ediyor.

 

sh: » (S: 600)

 

Ýkinci Temsil: Nasýlki bir sultanýn ünvanlarýndan olan «Kumandan-ý âzam» ünvaný, devâir-i askeriyenin serasker dairesi gibi, küllî ve geniþ daireden tut, tâ onbaþý dairesi gibi cüz'î ve hususî herbir dairede bir zuhuru, bir cilvesi vardýr. Meselâ: Bir nefer; o kumandanlýk ünvan-ý âzamýnýn nümunesini onbaþý þahsýnda görür, ona bakar, ondan emir alýr. O nefer, onbaþý olduðunda; çavuþ dairesindeki kumandanlýk dairesi nazarýna çarpar, ona bakar. Sonra çavuþ olsa, o vakit kumandanlýk nümunesini ve cilvesini mülâzým dairesinde görür. O makamda ona mahsus bir iskemle bulunur. Ve hâkezâ... Yüzbaþý, binbaþý, ferik, müþir dairelerinden her birinde, dairelerin büyük ve küçüklüðü nisbetinde o kumandanlýk ünvanýný görür.

 

Þimdi, bir neferi O kumandan-ý âzam, bütün devair-i askeriyeye taallûk edecek bir vazife ile tavzif etmek istese: Bir müfettiþ gibi her devâiri görüp ve görünecek bir makam vermek istese; elbette O kumandan-ý âzam; o neferi, onbaþý dairesinden tut, tâ daire-i âzamýna kadar birer birer gezdirecek; tâ görsün, görülsün... Sonra huzuruna kabûl edip sohbetine müþerref ederek, niþan ve ferman verip taltif ederek, tâ geldiði yere kadar bir anda gönderir.

 

Þu temsilde bir noktayý nazara almak lâzým ki: Padiþah eðer âciz olmazsa, sûrî olduðu gibi, mânevî cihetinde de iktidarý olsa; o vakit ferîk, müþir, mülâzým gibi eþhasý tevkil etmez. Bizzat her yerde bulunur. Yalnýz bâzý perdeler altýnda ve makam sahibi eþhasýn arkasýnda, doðrudan doðruya emri o verir. Bâzý veliyy-i kâmil olan padiþahlar; çok dairelerde, bâzý eþhas Sûretinde icraatýný yaptýðý rivayet edilir.

 

Þu temsil ile baktýðýmýz hakikat ise: Acz, onun içinde olmadýðý için, doðrudan doðruya herbir dairede emir ve hüküm kumandan-ý âzamdan geliyor. Onun emriyle, iradesiyle, kuvvetiyledir.

 

Ýþte þu temsil gibi; Hâkim-i Arz ve Semâvat, «Emr-i Kün Feyekûn»e mâlik, Âmir-i Mutlak olan Sultan-ý Ezelî ve Ebedî, tabakat-ý mahlûkatýnda cereyan eden ve kemâl-i itâat ve intizam ile imtisâl olunan, evâmir ve kumandanlýðýnýn þuûnâtý ve zerrattan seyyarata ve sinekten semâvata kadar olan tabakat-ý mahlûkat ve tavâif-i mevcudatta küçük-büyük, cüz'î-küllî tabakatý ve taifeleri ayrý ayrý, fakat birbirine bakar bir tarzda birer daire-i Rubûbiyyet, birer tabaka-i hâkimiyyet görünüyor. Þimdi, bütün kâinat

 

sh: » (S: 601)

 

taki makasýd-ý ulyâ ve netaic-i uzmâyý anlayacak ve bütün tabakatýn ayrý ayrý vezaif-i ubûdiyyetlerini görmekle, Zât-ý Kibriyanýn saltanat-ý Rubûbiyyetini, haþmet-i hâkimiyetini müþahede ederek, o Zâtýn marziyyatý ne olduðunu anlamak ve onun saltanatýna dellâl olmak için, alâ-külli-hâl, o tabakat ve dairelere bir seyr ü sülûk olacaktýr. Tâ daire-i âzamiyyesinin ünvaný olan Arþ-ý Âzamýna girecek, tâ Kab-ý Kavseyn'e, yâni: Ýmkân ve vücub ortasýnda Kab-ý Kavseyn ile iþaret olunan makama girecek ve Zât-ý Celîl-i Zülcemâl ile görüþecektir ki: Þu seyr ü sülûk ise, Mi'racýn hakikatýdýr. Herbir insan, aklýyla, hayâl sür'atinde seyeraný, herbir veli, kalbiyle berk sür'atinde cevelâný ve cism-i nuranî olan herbir melek, ruh sür'atinde Arþdan Ferþe, Ferþden Arþa deveraný, ehl-i cennetin insanlarý, Burak sür'atinde haþirden beþyüz sene fazla mesafeden cennete çýkmalarý olduðu gibi; nur ve nur kabiliyetinde ve evliya kalblerinden daha lâtîf ve emvâtýn ruhlarýndan ve melâike cisimlerinden daha hafif ve cesed-i necmî ve beden-i misâlîden daha zarif olan Ruh-u Muhammediyye'nin (A.S.M.) hadsiz vezaifine medar ve cihazatýnýn mahzeni olan Cism-i Muhammedî (A.S.M.), elbette Onun ruh-u âlisiyle Arþa kadar beraber gidecektir.

 

Þimdi makam-ý istima'da olan mülhide bakýyoruz. Hatýra geliyor ki: O mülhid kalbinden der: «Ben Allahý tanýmýyorum, Peygamberi bilmiyorum, nasýl Mi'raca inanacaðým?» Biz de deriz ki:

 

Madem, þu kâinat ve mevcudat var ve içinde ef'al ve îcad var. Hem mâdem, muntazam bir fiil, fâilsiz olmaz. Mânidar bir kitab, kâtipsiz olmaz. San'atlý bir nakýþ, nakkaþsýz olmaz... Elbette þu kâinatý dolduran ef'âl-i hakîmanenin bir fâili ve yer yüzünün mevsim-bemevsim tazelenen hayretfeza nukuþlarýnýn, mânidar mektubatýnýn bir kâtibi, bir nakkaþý vardýr. Hem madem; bir iþde iki hâkimin bulunmasý, o iþin intizâmýný bozuyor. Hem madem, sinek kanadýndan tâ semâvat kandiline kadar mükemmel bir intizam var. Öyle ise; O hâkim, birdir. (Bir olmazsa) Çünki herþeyde san'at ve hikmet o derece acibdir ki; o þey'in sânii, herbir þey'e muktedir olacak, herbir iþi bilecek bir derecede kadîr-i mutlak olmak lâzým gelir. Öyle ise; bir olmazsa, mevcûdât adedince ilâhlarýn bulunmasý lâzým gelir. O ilâhlar hem birbirine zýt, hem birbirine misil olacaklar ve o halde þu acîb intizam bozulmamak yüzbin def'a muhaldir. Hem mâdem, þu mevcudatýn tabakatý, bir ordudan bin def'a daha muntazam bir emir ile hareket ettiði bilbedâhe görünüyor. Yýldýz

 

sh: » (S: 602)

 

larýn, güneþ ve kamerin muntâzaman hareketlerinden tut, tâ bâdem çiçeklerine kadar, herbir tâife o kadar muntazam, o kadar mükemmel bir surette Kadîr-i Ezelînin o tâifeye verdiði niþanlarý, formalarý, güzel libaslarý ve tâyin ettiði harekâtý, bin def'a ordudan daha muntazam bir tarzda izhar ediyor. Öyle ise: Þu kâinatýn (mevcûdâtý Onun emrine bakar ve imtisal eder) perde-i gayb arkasýnda bir Hâkim-i Mutlaký vardýr. Hem madem o Hâkim, bütün yaptýðý icraat-ý hakîmane þehadetiyle, hem gösterdiði âsâr-ý haþmetle bir Sultan-ý Zülcelâldir. Hem gösterdiði ihsanat ile, gayet Rahîm bir Rabdir. Hem izhar ettiði güzel san'atlarýyle san'atperver ve san'atýný çok sever bir Sâni'dir. Hem gösterdiði tezyinat ve merak-aver san'atlarýyle zîþuurlarýn nazar-ý istihsanýný âsârýna celbetmek isteyen bir Hâlýk-ý Hakîmdir. Hem hilkat-i âlemde gösterdiði muhayyir-ül ukul tezyinatýn ne demek olduðunu ve mahlûkat nereden gelip, nereye gideceðini, Rubûbiyyetinin hikmetiyle zîþuura bildirmek istediði anlaþýlýyor. Elbette bu Hâkim-i Hakîm ve Sâni-i Alîm, Rubûbiyyetini göstermek ister. Hem madem bu kadar gösterdiði âsâr-ý lûtuf ve merhamet ve garâib-i san'at ile zîþuura kendini tanýttýrmak ve sevdirmek ister. Elbette, zîþuurlardan arzularýný ve onlardaki marziyyatý ne olduðunu bir mübellið vasýtasýyla bildirecektir. Öyle ise; zîþuurlardan birisini tâyin edip, onun ile o Rubûbiyyetini ilân edecektir. Ve sevdiði san'atlarýný teþhir için, bir dellâlý kurb-u huzuruna müþerref edip teþhire vasýta edecektir. Ve o ulvî makasýdýný sâir zîþuurlara bildirmekle Kemalâtýný izhar etmek için, birisini muallim tâyin edecekdir. Ve þu kâinatta dercettiði týlsýmý ve þu mevcudatta gizlediði muamma-i Rubûbiyyeti mânasýz kalmamak için, herhalde bir rehber tâyin edecekdir. Ve gösterdiði ve enzarýn temâþâsýna neþrettiði mehasin-i san'at; faidesiz ve abes kalmamak için, onlardaki makasýdý ders verecek bir rehber tâyin edecektir. Hem marziyyatýný zîþuurlara teblið etmek için, birisini bütün zîþuurlarýn fevkinde bir makama çýkaracak ve marziyyatýný ona bildirecek, onlara gönderecektir. Madem hakikat ve hikmet böyle iktiza ediyor ve þu vezaife en elyak Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdýr. Çünki; bilfiil en mükemmel bir sûrette o vazifeleri yapmýþtýr. Teþkil ettiði âlem-i Ýslâm ve gösterdiði nur-u Ýslâmiyet, bir þahid-i âdil ve sâdýktýr. Öyle ise O Zât, doðrudan doðruya bütün kâinatýn fevkine çýkýp, bütün mevcudattan geçip, bir makama girmek lâzýmdýr ki;:Bütün mahlûkatýn Hâlýký ile umumî, ulvî, küllî bir sohbet etsin. Ýþte Mi'rac dahi, bu hakikatý ifade ediyor.

 

 

 

sh: » (S: 603)

 

Elhasýl: Mâdem þu azîm kâinatý mezkûr maksatlar gibi çok azîm makasýd ve çok büyük gayeler için þu surette teþkil, tertip ve tezyin etmiþtir. Hem madem þu mevcudat içinde þu umumî Rubûbiyyeti, bütün dekaiký ile; þu azîm saltanat-ý Ulûhiyyeti, bütün hakaiký ile görecek insan nev'i vardýr. Elbette O Hâkim-i Mutlak, o insan ile konuþacakdýr, makasýdýný bildirecektir. Mâdem her insan cüz'iyyetten ve süfliyyetten tecerrüd edip, en yüksek bir makam-ý küllîye çýkamýyor. O Hâkim'in küllî hitabýna bizzat muhatap olamýyor. Elbette o insanlar içinde Bâzý efrad-ý mahsusa, o vazife ile muvazzaf olacaklar; tâ iki cihetle münasebeti bulunsun. Hem insan olmalý, tâ insanlara muallim olsun. Hem ruhen gayet ulvî olmalý ki, tâ doðrudan doðruya hitâba mazhar olsun. Þimdi madem, þu insanlar içinde, þu kâinat Sâniinin makasýdýný en mükemmel bir surette bildiren ve þu kâinat týlsýmýný keþfeden ve hilkatin muammasýný açan ve Rubûbiyyetin mehasin-i saltanatýna en mükemmel tarzda dellâllýk eden Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdýr. Elbette, bütün efrad-ý insâniyye içinde öyle bir mânevî seyr ü sülûkü olacaktýr ki; cismanî âlemde seyr ü seyahat Sûretinde bir Mi'râcý olacaktýr. Yetmiþ bin perde tâbir olunan berzah-ý esmâ ve tecellî-i sýfât ve ef'al ve tabakat-ý mevcudatýn arkasýna kadar kat'-ý merâtib edecektir. Ýþte Mi'rac budur.

 

Yine hatýra geliyor ki: Ey müstemi'! Sen kalbinden diyorsun ki: «Nasýl inanayým, herþeyden daha yakýn bir Rabba binler sene mesâfeyi kat'edip, yetmiþbin perdeyi geçtikten sonra onunla görüþmek ne demektir?» Biz de deriz ki:

 

Cenâb-ý Hak herþey'e, herþeyden daha yakýndýr. Fakat herþey, ondan nihayetsiz uzaktýr. Nasýlki Güneþ'in þuuru ve konuþmasý olsa, senin elindeki âyine vasýtasý ile seninle konuþabilir. Ýstediði gibi sende tasarruf eder. Belki âyine-misâl senin gözbebeðinden sana daha yakýn olduðu halde, sen dörtbin sene kadar ondan uzaksýn, hiçbir cihette ona yanaþamazsýn. Eðer terakki etsen, Kamer makamýna gelip, doðrudan doðruya bir mukabele noktasýna çýksan, ona yalnýz bir nevi âyinedarlýk edebilirsin. Öyle de, Þems-i Ezel ve Ebed olan Zât-ý Zülcelâl herþey'e herþeyden daha yakýn olduðu halde; herþey Ondan nihayetsiz uzaktýr. Yalnýz bütün mevcudatý kat'edip, cüz'iyetten çýkýp, külliyyetin merâtibinde gitgide binler hicablardan geçip, tâ bütün mevcûdata muhît bir ismine yanaþýr, Ondan daha ileride çok merâtibi kat'eder. Sonra bir ne

 

 

 

sh: » (S: 604)

 

vi kurbiyyete müþerref olur. Hem meselâ: Bir nefer, kumandan-ý âzamýn þahs-ý mânevîsinden çok uzaktýr. O nefer, kumandanýný, onbaþýlýkta gördüðü küçük bir nümune ile gayet uzak bir mesâfede, mânevî çok perdeler arkasýnda ona bakar. Hakikî onun þahs-ý mânevîsiyle kurbiyyet ise; mülâzýmlýk, yüzbaþýlýk, binbaþýlýk gibi çok merâtib-i külliyyeden geçmek lâzým geliyor. Halbuki, kumandan-ý âzam; emriyle, kanunuyla, nazarýyla, hükmüyle, ilmiyle, -sûreten olduðu gibi mânen de kumandan ise- bizzat zâtýyla o neferin yanýnda bulunur, görür. Þu hakikat Onaltýncý Söz'de gâyet kat'î bir sûrette isbat edildiðinden, ona iktifaen burada kýsa kesiyoruz.

 

Yine hatýra gelir ki: Sen kalbinden dersin: «Ben semâvatý inkâr ediyorum, melâikelere inanmýyorum. Semâvatta birinin gezmesine, melâikelerle görüþmesine nasýl inanayým?.»

 

Evet, senin gibi aklý gözüne inmiþ ve gözüne perde çekilmiþ adamlara söz anlatmak ve bir þey göstermek, elbette müþküldür. Fakat hak o kadar parlaktýr ki, körler de görebildiði için biz de deriz ki: Feza-yý ulvî, bilittifak «esir» ile doludur. Ziya, elektrik, hararet gibi sâir seyyâlât-ý lâtife, o fezayý dolduran bir maddenin vücuduna delâlet eder. Meyveler, aðacýný; çiçekler, çimenlerini; sünbüller, tarlalarýný; balýklar, denizini bilbedâhe gösterdiði gibi; þu yýldýzlar dahi, bizzarure; menþe'lerini, tarlasýný, denizini, çimengâhýnýn vücudunu, aklýn gözüne sokuyorlar. Mâdem, âlem-i ulvîde muhtelif teþkilât var. Muhtelif vaziyetlerde muhtelif ahkâmlar görünüyor. Öyle ise, o ahkâmlarýn menþe'leri olan semâvat, muhteliftir. Ýnsanda cisimden baþka nasýl akýl, kalb, ruh, hayal, hâfýza gibi mânevî vücudlar da var... Elbette insan-ý ekber olan âlemde ve þu insan meyvesinin þeceresi olan kâinatta, âlem-i cismâniyetten baþka âlemler var. Hem âlem-i arzdan, tâ Cennet âlemine kadar herbir âlemin birer semâsý vardýr.

 

Hem melâike için deriz ki: Seyyarat içinde mutavassýt ve yýldýzlar içinde küçük ve kesîf olan küre-i arz, mevcudat içinde en kýymetdar ve nuranî olan hayat ve þuur, hesabsýz bir sûrette onda bulunuyorlar. Elbette, karanlýklý bir hâne hükmünde olan þu arza nisbeten müzeyyen kasýrlar, mükemmel saraylar hükmünde olan yýldýzlar ve yýldýzlarýn denizleri olan gökler; zîþuur ve zîhayat ve pek kesretli ve muhtelif-ül ecnas olan melâike ve ruhânîlerin meskenleridir. Pek kat'î bir Sûrette Ýþârât-ül Ý'câz namýndaki tefsirime

 

 

 

sh: » (S: 605)

 

ثُمَّ اسْتَوَى اِلَى السَّمَآءِ فَسَوَّيهُنَّ سَبْعَ سَموَاتٍ âyetinde, semâvâtýn hem vücudu, hem teaddüdü isbat edildiðinden ve melâike hakkýnda Yirmidokuzuncu Söz'de iki kerre iki dört eder kat'iyyetinde, melâikelerin vücudunu isbat ettiðimizden, onlara iktifaen burada kýsa kesiyoruz.

 

Elhasýl: Esîrden yapýlmýþ; elektrik, ziya, hararet, câzibe gibi, seyyalât-ý lâtifenin medârý olmuþ ve hadîsde اَلسَّمَآءُ مَوْجٌ مَكْفُوفٌ iþaretiyle, seyyarat ve nücumun harekâtýna müsaid olmuþ ve Samanyolu denilen مَجَرَّتُ السَّمَاءِ dan tâ en yakýn seyyareye kadar, muhtelif vaziyet ve teþekkülde yedi tabaka, herbir tabaka âlem-i Arzdan, tâ âlem-i Berzaha, âlem-i misâle; tâ âlem-i âhirete kadar birer âlemin damý hükmünde birer semanýn bulunmasý, hikmeten, aklen iktiza eder.

 

Hem hatýra gelir ki: Ey mülhid! Sen dersin: «Bin müþkülât ile tayyare vasýtasýyla ancak bir-iki kilometre yukarýya çýkýlabilir. Nasýl, bir insan cismiyle binler sene mesafeyi birkaç dakika zarfýnda kat'eder, gider, gelir?.»

 

Biz de deriz: Arz gibi aðýr bir cisim, fenninizce hareket-i seneviyesiyle bir dakikada takriben yüz seksen sekiz saat mesafeyi keser. Takriben yirmibeþ bin senelik mesafeyi, bir senede kat'ediyor. Acaba, þu muntazam harekâtý ona yaptýran ve bir sapan taþý gibi döndüren bir Kadîr-i Zülcelâl; bir insaný, arþa getiremez mi! Þemsin cazibesi denilen bir kanun-u Rabbânî ile Mevlevî gibi etrafýnda pek aðýr olan cism-i arzý gezdiren bir hikmet, cazibe-i rahmet-i Rahman ile ve incizab-ý muhabbet-i Þems-i Ezel ile bir cism-i insaný berk gibi Arþ-ý Rahman'a çýkaramaz mý!

 

Yine hatýra gelir ki: Diyorsun: «Haydi çýkabilir.. Niçin çýkmýþ? Ne lüzumu var? Velîler gibi ruh ve kalbi ile gitse, yeter?»

 

Biz de deriz ki: Mâdem Sâni-i Zülcelâl, mülk ve melekûtundaki âyât-ý acîbesini göstermek ve þu âlemin tezgâh ve menba'larýný temâþâ ettirmek ve a'mâl-i beþeriyyenin netaic-i uhreviyyesini irae etmek istemiþ. Elbette âlem-i mubsýratýn anahtarý hükmünde olan gözünü ve mesmuat âlemindeki âyâtý temâþâ eden kulaðýný, Arþa

 

sh: » (S: 606)

 

kadar beraber almasý lâzým geldiði gibi; ruhunun hadsiz vezaife medar olan âlât ve cihazatýnýn makinesi hükmünde olan cism-i mübarekini dahi, tâ Arþa kadar beraber almasý mukteza-yý akýl ve hikmettir. Nasýlki cennette, hikmet-i Ýlahiyye cismi ruha arkadaþ ediyor. Çünki: Pekçok vezaif-i ubûdiyyete ve hadsiz lezâiz ve âlâma medar olan ceseddir. Elbette o cesed-i mübarek, ruha arkadaþ olacaktýr. Madem cennete cisim, ruh ile beraber gider. Elbette cennet-ül-Me'va gövdesi olan Sidret-ül Münteha'ya uruc eden Zât-ý Ahmediyye (A.S.M.) ile cesed-i mübarekini refakat ettirmesi, ayný hikmettir.

 

Yine hâtýra gelir ki: Dersin: «Birkaç dakikada binler sene mesafeyi kat'etmek, aklen muhaldir?.»

 

Biz de deriz ki: Sâni-i Zülcelâlin san'atýnda harekât, nihayet derecede muhteliftir. Meselâ: Savtýn sür'atiyle; ziya, elektrik, ruh, hayal sür'atleri ne kadar mütefavit olduðu mâlûm. Seyyaratýn dahi, fennen harekâtý o kadar muhtelifdir ki, akýl hayrettedir. Acaba lâtif cismi, urucda sür'atli olan ulvî ruhuna tâbi olmuþ; ruh sür'atinde hareketi nasýl akla muhalif görünür! Hem on dakika yatsan, bâzý olur ki bir sene kadar hâlâta mâruz olursun. Hattâ bir dakikada insan gördüðü rü'yayý, onun içinde iþittiði sözleri, söylediði kelimatý toplansa, uyanýk âleminde bir gün, belki.; daha fazla zaman lâzýmdýr. Demek oluyor ki: Bir zaman-ý vâhid, iki þahsa nisbeten, birisine bir gün, birisine de bir sene hükmüne geçer.

 

Þu mânaya bir temsil ile bak ki: Ýnsanýn hareketinden, güllenin hareketinden, savttan, ziyadan, elektrikten, ruhtan, hayalden tezahür eden sür'at-i harekâtta bir mikyas olmak için þöyle bir saat farzediyoruz ki: o saatta on iðne var. Birisi, saatleri gösterir. Biri de, ondan altmýþ def'a daha geniþ bir dairede dakikayý sayar. Birisi, altmýþ def'a daha geniþ bir daire içinde saniyeleri; diðeri, yine altmýþ def'a daha geniþ bir dairede sâliseleri ve hâkezâ.. râbialarý, hâmiseleri, sâdise, sâbia, sâmine, tâsia, tâ âþireleri sayacak gayet muntazam azîm bir dairede birer ibre farz ediyoruz. Faraza: Saati sayan ibrenin dairesi, küçük saatimiz kadar olsa; herhalde âþireleri sayan ibrenin dairesi, arzýn medar-ý senevîsi kadar, belki daha fazla olmak lâzým gelir. Þimdi iki þahýs farzediyoruz: Biri, saati sayan ibreye binmiþ gibi o ibrenin harekâtýna göre temâþâ ediyor. Diðeri, âþireleri sayan ibreye binmiþ. Bu iki þahsýn bir zaman-ý

 

sh: » (S: 607)

 

vâhidde müþahede ettikleri eþya; saatimizle arzýn medar-ý senevîsi nisbeti gibi, meþhudatça pekçok farklarý vardýr. Ýþte zaman, (çünki) harekâtýn bir rengi, bir levni yahut bir þeridi hükmünde olduðundan, harekâtta câri olan bir hüküm, zamanda dahi câridir. Ýþte, bir saatte meþhudatýmýz, bir saatin saati sayan ibresine binen zîþuur þahsýn meþhudatý kadar olduðu ve hakikat-ý ömrü de o kadar olduðu halde; âþire ibresine binen þahýs gibi, ayný zamanda, o muayyen saatte Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, burak-ý Tevfik-i Ýlâhîye biner; berk gibi bütün daire-i mümkinatý kat'edip, acâib-i mülk ve melekûtu görüp, daire-i vücub noktasýna çýkýp, sohbete müþerref olup, rü'yet-i cemâl-i Ýlâhîye mazhar olarak, fermaný alýp vazifesine dönebilir ve dönmüþ ve öyledir.

 

Yine hatýra gelir ki: Dersiniz: «Evet olabilir, mümkündür. Fakat her mümkün vâki olmuyor? Bunun emsâli var mý ki kabûl edilsin? Emsali olmayan bir þey'in, yalnýz imkâný ile vukuuna nasýl hükmedilebilir?»

 

Biz de deriz ki: Emsâli o kadar çoktur ki, hesaba gelmez. Meselâ: Her zînazar, gözüyle, yerden tâ Neptün seyyaresine kadar bir saniyede çýkar. Her zîilim, aklýyle, kozmoðrafya kanunlarýna binip, yýldýzlarýn tâ arkasýna bir dakikada gider. Her zîîman, namazýn ef'al ve erkânýna fikrini bindirip, bir nevi Mi'rac ile kâinatý arkasýna atýp, huzura kadar gider. Her zîkalb ve kâmil velî, seyr ü sülûk ile; Arþdan ve daire-i esmâ ve sýfâttan kýrk günde geçebilir. Hattâ Þeyh-i Geylânî, Ýmam-ý Rabbânî gibi Bâzý zâtlarýn ihbarat-ý sâdýkalarý ile; bir dakikada Arþa kadar uruc-u ruhânîleri oluyor. Hem ecsâm-ý nûrânî olan melâikelerin Arþdan ferþe, ferþten Arþa kýsa bir zamanda gitmeleri ve gelmeleri vardýr. Hem ehl-i Cennet, mahþerden Cennet baðlarýna kýsa bir zamanda uruc ediyorlar. Elbette bu kadar nümuneler gösteriyorlar ki: Bütün evliyalarýn sultaný, umum mü'minlerin imamý, umum ehl-i cennetin reisi ve umum melâikenin makbûlü olan Zât-ý Ahmediyyenin (A.S.M.) seyr ü sülûkuna medar bir Mi'racý bulunmasý ve Onun makamýna münasip bir surette olmasý, ayn-ý hikmettir ve gayet mâkuldür ve þübhesiz vâkidir...

 

sh: » (S: 608)

 

ÜÇÜNCÜ ESAS

 

Hikmet-i Mi'rac nedir?.

 

Elcevap: Mi'racýn hikmeti o kadar yüksektir ki, fikr-i beþer ulaþamýyor. O kadar derindir ki, ona yetiþemiyor. O kadar incedir ve lâtiftir ki, akýl kendi baþýyla göremiyor. Fakat bâzý iþaretlerle, hakikatlarý bilinmezse de vücudlarý bildirilebilir. Þöyle ki:

 

Þu kâinatýn hâlýký, þu kesret tabakatýnda nur-u vahdetini ve tecelli-i Ehadiyyetini göstermek için, kesret tabakatýnýn müntehasýndan tâ mebde'-i vahdete bir hayt-ý ittisal Sûretinde bir Mi'rac ile bir ferd-i mümtazý, bütün mahlûkat hesabýna, kendine muhatâb ittihaz ederek, bütün zîþuur namýna, makasýd-ý Ýlâhiyyesini ona anlatmak ve onunla bildirmek ve onun nazarý ile, âyine-i mahlûkatýnda cemâl-i san'atýný, kemâl-i Rubûbiyyetini müþahede etmek ve ettirmektir. Hem Sâni'-i âlem'in; âsârýn þehadetiyle nihayetsiz cemâl ve kemâli vardýr. Cemâl hem kemâl, ikisi de mahbub-u lizâtihîdirler. Yâni bizzat sevilirler. Öyle ise, o cemâl ve kemâl sahibinin cemâl ve kemâline nihayetsiz bir muhabbeti vardýr. O nihayetsiz muhabbeti, masnûatýnda çok tarzlarda tezahür ediyor. Masnuatýný sever, çünki, masnuatýnýn içinde cemâlini, kemâlini görür. Masnuat içinde en sevimli ve en âli, zîhayattýr. Zîhayatlar içinde en sevimli ve âli, zîþuurdur. Ve zîþuûrun içinde câmiiyyet itibariyle en sevimli, insanlar içinde bulunur. Ýnsanlar içinde istidadý tamamýyla inkiþaf eden, bütün masnuatta münteþir ve mütecelli, kemâlâtýn nümunelerini gösteren fert, en sevimlidir... Ýþte: Sâni-i mevcudat, bütün mevcudatta intiþar eden tecelli-i muhabbetin bütün envaýný; bir noktada, bir âyinede görmek ve bütün enva-ý cemâlini, Ehadiyyet sýrrýyle göstermek için þecere-i hilkatten bir meyve-i münevver derecesinde ve kalbi, o þecerenin hakaik-i esâsiyyesini istiab edecek bir çekirdek hükmünde olan bir zâtý, o mebde'-i evvel olan çekirdekten, tâ münteha olan meyveye kadar bir hayt-ý ittisal hükmünde olan bir Mi'rac ile, o Ferdin, kâinat nâmýna mahbubiyyetini göstermek ve huzuruna celbetmek ve rü'yet-i cemâline müþerref etmek ve ondaki hâlet-i kudsiyyeyi baþkasýna sirayet ettirmek için kelâmýyle taltif edip, fermanýyle tavzif etmektir...

 

Þimdi þu hikmet-i âliyeye bakmak için «iki temsil» dürbünü ile tarassud edeceðiz.

 

Birinci temsil:

 

Onbirinci Sözün hikâye-i temsîliyyesinde tafsilen beyân edildi-

 

sh: » (S: 609)

 

ði gibi: Nasýlki bir Sultan-ý Zîþânýn, pekçok hazineleri ve o hazinelerde pekçok cevahirlerin envaý bulunsa, hem sanayi-i garîbede çok mehareti olsa, ve hesabsýz fünun-u acîbeye mârifeti, ihâtasý bulunsa, nihayetsiz ulûm-u bedîaya, ilim ve ýttýlâý olsa.. her cemâl ve kemâl sahibi, kendi cemâl ve kemâlini görüp ve göstermek istemesi sýrrýnca: Elbette o sultan-ý zîfünûn dahi, bir meþher açmak ister ki; içinde sergiler dizsin, tâ nâsýn enzarýna saltanatýnýn haþmetini, hem servetinin þa'þaasýný, hem kendi san'atýnýn hârikalarýný, hem kendi mârifetinin garîbelerini izhar edip göstersin; tâ, cemâl ve kemâl-i mânevîsini, iki vecihle müþahede etsin. Bir vechi: Bizzat nazar-ý dekaik-âþinâsýyla görsün. Diðeri: Gayrýn nazarýyla baksýn. Ve þu hikmete binaen elbette cesîm, muhteþem, geniþ bir saray yapmaða baþlar. Þâhâne bir surette dairelere, menzillere taksim eder. Hazinelerinin türlü türlü murassaatýyla süslendirip, kendi dest-i san'atýnýn en güzel, en lâtif san'atlarýyla zînetlendirir. Fünun ve hikmetinin en incelikleriyle tanzim eder. Ve ulûmunun âsâr-ý mu'cizekâraneleriyle donatýr; tekmil eder. Sonra ni'metlerinin çeþitleriyle, taamlarýnýn lezizleriyle, her taifeye lâyýk sofralarý serer. Bir ziyafet-i âmme ihzar eder. Sonra raiyyetine kendi kemâlâtýný göstermek için, onlarý seyre ve ziyafete dâvet eder. Sonra birisini Yâver-i Ekrem yapar, aþaðýki tabakat ve menzillerden yukarýya dâvet eder; daireden daireye, üst üstteki tabakalarda gezdirir. O acib san'atýnýn makinelerini ve tezgâhlarýný ve aþaðýdan gelen mahsulâtýn mahzenlerini göstere göstere, tâ daire-i hususiyesine kadar getirir. Bütün o kemalâtýnýn mâdeni olan mübarek Zâtýný ona göstermekle ve huzuruyla onu müþerref eder. Kasrýn hakaikýný ve kendi kemalâtýný ona bildirir. Seyircilere rehber tâyin eder, gönderir. Tâ o sarayýn Sâniini, o sarayýn müþtemilâtýyle, nukuþuyle, acâibiyle, ahaliye târif etsin. Ve sarayýn nakýþlarýndaki rumuzunu bildirip ve içindeki san'atlarýnýn iþaretlerini öðretip, (derunundaki manzum murassa'lar ve mevzun nukuþ nedir?. Ve saray sahibinin kemalâtýný ve hünerlerini nasýl gösterirler..) o saraya girenlere târif etsin ve girmenin âdâbýný ve seyrin merasimini bildirip ve görünmeyen sultan-ý zîfünun ve zîþuuna karþý, marziyyatý ve arzularý dairesinde teþrifat merâsimini târif etsin...

 

Aynen öyle de: وَلِلّهِ اْلمَثَلُ اْلاَعْلَى Ezel-Ebed Sultaný olan Sâni-i Zülcelâl, nihayetsiz kemalâtýný ve nihayetsiz cemâlini görmek

 

sh: » (S: 610)

 

ve göstermek istemiþtir ki: Þu âlem sarayýný öyle bir tarzda yapmýþtýr ki; herbir mevcud, pekçok dillerle Onun kemalâtýný zikreder. Pekçok iþaretlerle cemâlini gösterir. Esmâ-i Hüsnâsýnýn herbir isminde ne kadar gizli mânevî defineler ve herbir ünvan-ý mukaddesesinde ne kadar mahfî letâif bulunduðunu, þu kâinat bütün mevcudatýyle gösterir. Ve öyle bir tarzda gösterir ki: Bütün fünun, bütün desatiriyle þu kitab-ý kâinatý, zaman-ý Âdem'den beri mütalâa ediyor. Halbuki o kitap, esmâ ve kemalât-ý Ýlâhiyyeye dair ifade ettiði mânalarýn ve gösterdiði âyetlerin öþr-i miþarýný daha okuyamamýþ. Ýþte þöyle bir saray-ý âlemi, kendi kemalât ve Cemâl-i Mânevîsini görmek ve göstermek için bir meþher hükmünde açan Celîl-i Zülcemâl, Cemîl-i Zülcelâl, Sâni-i Zülkemâl'in hikmeti iktiza ediyor ki: Þu âlem-i arzdaki zîþuurlara nisbeten abes ve faidesiz olmamak için, o sarayýn âyetlerinin mânasýný birisine bildirsin. O saraydaki acâibin menba'larýný ve netaicinin mahzenleri olan avâlim-i ulviyyede birisini gezdirsin. Ve bütün onlarýn fevkine çýkarsýn ve kurb-u huzuruna müþerref etsin ve âhiret âlemlerinde gezdirsin, umum ibâdýna bir muallim ve saltanat-ý Rubûbiyyetine bir dellâl ve marziyyat-ý Ýlâhiyyesine bir mübellið ve saray-ý âlemindeki âyât-ý tekvîniyyesine bir müfessir gibi, çok vazifeler ile tavzif etsin. Mu'cizat niþanlarýyla imtiyazýný göstersin. Kur'an gibi bir ferman ile o þahsý, Zât-ý Zülcelâlin has ve sâdýk bir tercümaný olduðunu bildirsin...

 

Ýþte Mi'racýn pekçok hikmetlerinden þu temsil dürbünüyle bir-ikisini nümune olarak gösterdik. Sairlerini kýyas edebilirsin...

 

Ýkinci Temsil:

 

Nasýlki bir zât-ý zîfünun, mu'ciznüma bir kitabý te'lif edip yazsa.. öyle bir kitap ki, her sahifesinde yüz kitap kadar hakaik, her satýrýnda yüz sahife kadar lâtif mânalar, herbir kelimesinde yüz satýr kadar hakikatlar, her harfinde yüz kelime kadar mânalar bulunsa; bütün o kitabýn maânî ve hakaiklarý, o kâtib-i mu'ciznümânýn kemalât-ý mâneviyyesine baksa, iþaret etse, elbette öyle bitmez bir hazineyi kapalý býrakýp abes etmez... Her halde o kitabý, bâzýlara ders verecek. Tâ o kýymetdar kitap, mânasýz kalýp, beyhude olmasýn. Onun gizli Kemalâtý zâhir olup, kemâlini bulsun ve cemâl-i mânevîsi görünsün. O da sevinsin ve sevdirsin. Hem o acîb kitabý bütün meânisiyle, hakaikýyla ders verecek birisini, en birinci sahifeden, tâ nihayete kadar üstünde ders vere vere geçirecektir.

 

sh: » (S: 611)

 

 

 

Aynen öyle de: Nakkaþ-ý Ezelî, þu kâinatý, kemalâtýný ve cemâlini ve hakaik-i esmâsýný göstermek için, öyle bir tarzda yazmýþtýr ki; bütün mevcudat, hadsiz cihetlerle nihayetsiz kemalâtýný ve esmâ ve sýfâtýný bildirir; ifade eder. Elbette bir kitabýn mânasý bilinmezse hiçe sukut eder. Bâhusus böyle herbir harfi, binler mânayý tazammun eden bir kitap, sukut edemez ve ettirilmez... Öyle ise: O kitabý yazan, elbette onu bildirecektir, her tâifenin istidadýna göre bir kýsmýný anlattýracaktýr. Hem umumunu, en âmm nazarlý, en küllî þuurlu, en mümtaz istidadlý bir ferde ders verecektir. Öyle bir kitabýn umumunu ve küllî hakaikýný ders vermek için, gayet yüksek bir seyr ü sülûk ettirmek hikmeten lâzýmdýr. Yâni, birinci sahifesi olan tabakat-ý kesretin en nihayetinden tut, tâ münteha sahifesi olan daire-i Ehadiyyete kadar bir seyeran ettirmek lâzým geliyor... Ýþte þu temsil ile Mi'racýn ulvî hikmetlerine bir derece bakabilirsin.

 

Þimdi makam-ý istima'da olan mülhide bakýp, kalbini dinleyeceðiz; ne hale girdiðini göreceðiz. Ýþte, hatýra geliyor ki: Onun kalbi diyor: «Ben inanmaða baþladým. Fakat iyi anlayamýyorum. Üç mühim müþkilim daha var.

 

«Birincisi: Þu Mi'rac-ý Azîm, niçin Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâma mahsustur?.

 

«Ýkincisi: O zât, nasýl þu kâinatýn çekirdeðidir? Dersiniz: Kâinat, Onun nurundan halkolunmuþ... Hem kâinatýn en âhir ve en münevver meyvesidir. Bu ne demektir?

 

«Üçüncüsü: Sâbýk beyanatýnýzda diyorsunuz ki: Âlem-i ulvîye çýkmak; þu âlem-i arziyyedeki âsarlarýn makinelerini, tezgâhlarýný ve netaicinin mahzenlerini görmek için uruc etmiþtir. Ne demektir?»

 

Elcevap:

 

Birinci müþkülünüz: Otuz aded Sözlerde tafsilen halledilmiþtir. Yalnýz þurada Zât-ý Ahmediyyenin (A.S.M.) kemalâtýna ve delâil-i Nübüvvetine ve o Mi'rac-ý âzama en elyak o olduðuna icmalî iþaretler nev'inde, bir muhtasar fihriste gösteriyoruz. Þöyle ki:

 

Evvelâ: Tevrat, Ýncil, Zebur gibi Kütüb-ü Mukaddeseden, pek çok tahrifata mâruz olduklarý halde, þu zamanda dahi, Hüseyin-i Cisrî gibi bir muhakkýk, Nübüvvet-i Ahmediyyeye (A.S.M.) dair, yüzondört iþârî beþaretleri çýkarýp «Risale-i Hamîdiye»de göstermiþtir.

 

sh: » (S: 612)

 

Sâniyen: Tarihçe sabit, Þýk ve Satih gibi meþhur iki kâhinin, Nübüvvet-i Ahmediyyeden (A.S.M.) biraz evvel, nübüvvetine ve âhirzaman peygamberi O olduðuna Beyanatlarý gibi; çok beþaretler, sahih bir sûrette tarihen nakledilmiþtir.

 

Sâlisen: Velâdet-i Ahmediyye (A.S.M.) gecesinde Kâbedeki sanemlerin sukutiyle, Kisra-yý Farisin saray-ý meþhuresi olan Eyvâný inþikak etmesi gibi, irhasat denilen yüzer hârika, tarihçe meþhurdur.

 

Râbian: Bir orduya parmaðýndan gelen suyu içirmesi ve câmide bir cemaat-ý azîme huzurunda, kuru direðin, minberin naklinden dolayý müfârekat-ý Ahmediyyeden (A.S.M.) deve gibi enîn ederek aðlamasý; وَ انْشَقَّ الْقَمَرُ nassý ile, þakk-ý kamer gibi, muhakkýklerin tahkikatiyle bine bâlið mu'cizatla serfiraz olduðunu tarih ve siyer gösteriyor.

 

Hâmisen: Dost ve düþmanýn ittifakýyla ahlâk-ý hasenenin þahsýnda en yüksek derecede ve bütün muamelâtýnýn þehadetiyle secaya-yý sâmiye, vazifesinde ve tebliðatýnda en âli bir derecede ve Din-i Ýslâmdaki mehâsin-i ahlâkýn þehadetiyle, þeriatýnda en âli hisal-ý hamîde, en mükemmel derecede bulunduðuna ehl-i insaf ve dikkat tereddüt etmez.

 

Sâdisen: Onuncu Sözün Ýkinci Ýþaretinde iþaret edildiði gibi: Ulûhiyyet, mukteza-yý hikmet olarak tezahür istemesine mukabil, en âzamî bir derecede Zât-ý Ahmediyye (A.S.M.) dinindeki âzamî ubûdiyyetiyle en parlak bir derecede göstermiþtir. Hem Hâlýk-ý âlem'in nihayet kemâldeki cemâlini bir vasýta ile göstermek, mukteza-yý hikmet ve hakikat olarak istemesine mukabil; en güzel bir sûrette gösterici ve târif edici, bilbedâhe o Zâttýr.

 

Hem Sâni-i âlemin nihayet cemâlde olan kemâl-i san'atý üzerine enzar-ý dikkati celp etmek, teþhir etmek istemesine mukabil; en yüksek bir sada ile dellâllýk eden, yine bilmüþâhede o Zâttýr.

 

Hem bütün âlemlerin Rabbi, kesret tabakatýnda vahdâniyyetini ilân etmek istemesine mukabil, -tevhidin en âzamî bir derecede- bütün meratib-i tevhidi ilân eden yine bizzarure o Zâttýr.

 

Hem Sâhib-i âlem'in nihayet derecede âsârýndaki cemâlin iþa-

 

sh: » (S: 613)

 

retiyle, nihayetsiz hüsn-ü Zâtîsini ve cemâlinin mehâsinini ve hüsnünün letâifini âyinelerde mukteza-yý hakikat ve hikmet olarak görmek ve göstermek istemesine mukabil; en þa'þaalý bir sûrette âyinedarlýk eden ve gösteren ve sevip ve baþkasýna sevdiren yine bilbedâhe o Zâttýr.

 

Hem þu saray-ý âlemin Sânii, gâyet hârika mu'cizeleri ile ve gayet kýymetdar cevahirler ile dolu hazine-i gaybiyyelerini izhar ve teþhir istemesi ve onlarla kemalâtýný târif etmek ve bildirmek istemesine mukabil, en âzamî bir surette teþhîr edici ve tavsif edici ve târif edici yine bilbedâhe O Zâttýr.

 

Hem þu kâinatýn Sânii, þu kâinatý enva-ý acaib ve zînetlerle süslendirmek sûretinde yapmasý ve zîþuur mahlûkatýna seyr ve tenezzüh ve ibret ve tefekkür için ona idhal etmesi ve mukteza-yý hikmet olarak onlara o âsâr ve sanayiinin mânalarýný, kýymetlerini, ehl-i temâþa ve tefekküre bildirmek istemesine mukabil; en âzamî bir surette cin ve inse, belki ruhânîlere ve melâikelere de Kur'an-ý Hakîm vasýtasýyle rehberlik eden, yine bilbedâhe O Zâttýr.

 

Hem þu kâinatýn Hâkim-i Hakîmi, þu kâinatýn tahavvülâtýndaki maksad ve gayeyi tazammun eden týlsým-ý muðlakýný ve mevcudatýn «Nereden? Nereye? Ve ne olduklarý?» olan þu üç sual-i müþkilin muammasýný bir elçi vasýtasýyla umum zîþuurlara açtýrmak istemesine mukabil, en vâzýh bir surette ve en âzamî bir derecede hakaik-ý Kur'aniyye vasýtasýyla o týlsýmý açan ve o muammayý halleden, yine bilbedâhe O Zâttýr.

 

Hem þu âlemin Sâni-i Zülcelâli, bütün güzel masnûâtýyle kendini zîþuur olanlara tanýttýrmak ve kýymetli ni'metlerle kendini onlara sevdirmesi, bizzarure onun mukabilinde zîþuur olanlara marziyyâtý ve arzu-yu Ýlâhiyyelerini bir elçi vasýtasýyle bildirmesini istemesine mukabil, en âlâ ve ekmel bir surette, Kur'an vasýtasýyla o marziyyat ve arzularý Beyân eden ve getiren, yine bilbedâhe O Zâttýr.

 

Hem Rabb-ül-âlemîn, meyve-i âlem olan insana, âlemi içine alacak bir vüs'at-ý istidad verdiðinden ve bir ubûdiyyet-i külliyeye müheyya ettiðinden ve hissiyatça kesrete ve dünyaya mübtelâ olduðundan, bir rehber vasýtasýyle, yüzlerini kesretten vahdete, fâniden bâkiye çevirmek istemesine mukabil; en âzamî bir derecede en eblað bir sûrette, Kur'an vasýtasýyle en ahsen bir tarzda reh-

 

sh:»(S:614)

 

berlik eden ve Risaletin vazifesini en ekmel bir tarzda îfa eden, yine bilbedâhe O Zâttýr.

 

Ýþte mevcudatýn en eþrefi olan zîhayat ve zîhayat içinde en eþref olan zîþuur ve zîþuur içinde en eþref olan hakikî insan ve hakikî insan içinde geçmiþ vezâifi en âzamî derecede, en ekmel bir surette îfa eden Zât; elbette o Mi'rac-ý Azîm ile Kab-ý Kavseyn'e çýkacak, saadet-i ebediyye kapýsýný çalacak, hazine-i rahmetini açacak, îmanýn hakaik-i gaybiyyesini görecek, yine O olacaktýr.

 

Sâbian: Bilmüþâhede þu masnûatta gâyet güzel tahsinat, nihayet derecede süslü tezyinat vardýr. Ve bilbedâhe þöyle tahsinat ve tezyinat, onlarýn Sâniinde, gayet þiddetli bir irade-i tahsin ve kasd-ý tezyin var olduðunu gösterir. Ve irade-i tahsin ve tezyin ise, bizzarure o Sâni'de san'atýna karþý kuvvetli bir raðbet ve kudsî bir muhabbet olduðunu gösterir. Ve masnuat içinde en câmi' ve letâif-i san'atý birden kendinde gösteren ve bilen ve bildiren ve kendini sevdiren ve baþka masnuattaki güzellikleri «Mâþaallah» deyip istihsan eden, bilbedâhe o san'at-perver ve san'atýný çok seven Sâniin nazarýnda en ziyade mahbub, o olacaktýr.

 

Ýþte masnûatý yaldýzlayan mezâya ve mehâsine; ve mevcudatý ýþýklandýran letâif ve kemalâta karþý: «Sübhanallah, Mâþaallah, Allahü Ekber» diyerek semâvatý çýnlattýran ve Kur'anýn naðamatýyla kâinatý velveleye verdiren, istihsan ve takdir ile, tefekkür ve teþhir ile, zikir ve tevhid ile, ber ve bahri cezbeye getiren yine bilmüþahede O Zâttýr.

 

Ýþte böyle bir Zât ki: اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِ sýrrýnca bütün ümmetin iþlediði hasenatýn bir misli, Onun kefe-i mizanýnda bulunan ve umum ümmetinin salâvatý, onun mânevî kemalâtýna imdad veren ve Risaletinde gördüðü vezaifin netaicini ve mânevî ücretleriyle beraber rahmet ve muhabbet-i Ýlahiyyenin nihayetsiz feyzine mazhar olan bir Zât, elbette Mi'rac merdiveniyle cennete, Sidret-ül Müntehâya, Arþ'a ve Kab-ý Kavseyne kadar gitmek, ayn-ý hak, nefs-i hakikat ve mahz-ý hikmettir.

 

Ýkinci Müþkül: Ey makam-ý istima'daki insan! Þu ikinci iþkâl ettiðin hakikat o kadar derindir, o kadar yüksektir ki, akýl ona ne ulaþýr, ne de yanaþýr.. illâ: Nur-u îman ile görünür. Fakat, bâzý

 

sh: » (S: 615)

 

temsilât ile, o hakikatýn vücudu, fehme takrib edilir. Öyle ise, bir nebze takribe çalýþacaðýz.

 

Ýþte þu kâinata nazar-ý hikmetle bakýldýðý vakit, azîm bir þecere mânâsýnda görünür. Ve þecerenin nasýl dallarý, yapraklarý, çiçekleri, meyveleri vardýr. Þu þecere-i hilkatin de bir þýkký olan âlem-i süflinin; anasýr dallarý, nebâtat ve eþcar yapraklarý, hayvanat çiçekleri, insan meyveleri hükmünde görünür. Sâni'-i Zülcelâl'in aðaçlar hakkýnda câri olan bir kanunu, elbette þu þecere-i âzamda da câri olmak, mukteza-yý ism-i Hakîm'dir. Öyle ise mukteza-yý hikmet, þu þecere-i hilkatin de bir çekirdekten yapýlmasýdýr. Hem öyle bir çekirdek ki; âlem-i cismanîden baþka, sâir âlemlerin nümunesini ve esâsâtýný câmi' olsun. Çünki binler muhtelif âlemleri tâzammun eden kâinatýn çekirdek-i aslîsi ve menþei, kuru bir madde olamaz. Mâdem þu þecere-i kâinattan daha evvel, o nev'den baþka þecere yok. Öyle ise ona menþe' ve çekirdek hükmünde olan mânâ ve nur, elbette yine þecere-i kâinatta bir meyve libasýnýn giydirilmesi, yine Hakîm isminin muktezasýdýr. Çünki çekirdek daima çýplak olamaz. Mâdem evvel-i fýtratta meyve libasýný giymemiþ. Elbette, âhirde o libasý giyecektir. Mâdem o meyve insandýr. Ve mâdem insan içinde sâbýkan isbat edildiði üzere, en meþhur meyve ve en muhteþem semere ve umumun nazar-ý dikkatini celbeden ve arzýn nýsfýný ve beþerin humsunun nazarýný kendine hasreden ve mehâsin-i mâneviyesi ile âlemi, ya nazar-ý muhabbet veya hayretle kendine baktýran meyve ise: Zât-ý Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm'dýr. Elbette kâinatýn teþekkülüne çekirdek olan nur, onun zâtýnda cismini giyerek en âhir bir meyve Sûretinde görünecektir.

 

Ey müstemi'!. Þu acib kâinat-ý azîme, bir insanýn cüz'î mahiyetinden halkolunmasýný istib'ad etme! Bir nevi âlem gibi olan muazzam çam aðacýný, buðday tanesi kadar bir çekirdekten halkeden Kadîr-i Zülcelâl, þu kâinatý "Nur-u Muhammedî"den (Aleyhissalâtü Vesselâm) nasýl halketmesin veya edemesin? Ýþte þecere-i kâinat, þecere-i tûbâ gibi, gövdesi ve kökü yukarýda, dallarý aþaðýda olduðu için; aþaðýdaki meyve makamýndan, tâ çekirdek-i aslî makamýna kadar, nurani bir hayt-ý münasebet var. Ýþte Mi'rac, o hayt-ý münasebetin gýlafý ve Sûretidir ki: Zât-ý

 

Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, o yolu açmýþ; velâyetiyle gitmiþ, Risâletiyle dönmüþ ve kapýyý da açýk býrakmýþ. Arkasýndaki evliya-yý ümmeti, ruh ve kalb

 

sh: » (S: 616)

 

ile o cadde-i nuranide, Mi'rac-ý Nebevî'nin gölgesinde seyr ü sülûk edip istidadlarýna göre makamat-ý âliyeye çýkýyorlar.

 

Hem sâbýkan isbat edildiði üzere: Þu kâinatýn Sânii, birinci iþkalin cevabýnda gösterilen makasýd için þu kâinatý, bir saray Sûretinde yapmýþ ve tezyin etmiþtir. O makasýdýn medârý, Zât-ý Ahmediye (A.S.M.) olduðu için, kâinattan evvel Sâni'-i Kâinat'ýn nazar-ý inâyetinde olmasý ve en evvel tecellisine mazhar olmak lâzým geliyor. Çünki bir þeyin neticesi, semeresi; evvel düþünülür. Demek vücuden en âhir, mânen de en evveldir. Halbuki Zât-ý Ahmediye, (A.S.M.) hem en mükemmel meyve, hem bütün meyvelerin medâr-ý kýymeti ve bütün maksadlarýn medâr-ý zuhuru olduðundan en evvel tecelli-i icada mazhar, onun nuru olmak lâzým gelir.

 

Üçüncü Müþkilin o kadar geniþtir ki; bizim gibi dar zihinli insanlar, istiab ve ihâta edemez. Fakat uzaktan uzaða bakabiliriz.

 

Evet âlem-i süflînin mânevî tezgâhlarý ve küllî kanunlarý, avalim-i ulviyededir. Ve mahþer-i masnuat olan küre-i arzýn hadsiz mahlukatýnýn netâic-i a'malleri ve cin ve insin semerat-ý ef'alleri, yine avalim-i ulviyede temessül eder. Hattâ hasenat Cennet'in meyveleri Sûretine, seyyiat ise Cehennem'in zakkumlarý þekline girdikleri, pek çok emarat ve pekçok rivayatýn þehadeti ile ve hikmet-i kâinatýn ve ism-i Hakîm'in iktizasýyla beraber, Kur'an-ý Hakîm'in iþaratý gösteriyor. Evet zeminin yüzünde kesret o kadar intiþar etmiþ ve hilkat o kadar teþa'ub etmiþ ki, bütün kâinatta münteþir umum masnuatýn pekçok fevkinde ecnas-ý mahlukat ve esnaf-ý masnuat, küre-i zeminde bulunur, deðiþir; daima dolup boþalýr. Ýþte þu cüz'iyat ve kesretin menba'larý, madenleri elbette küllî kanunlar ve küllî tecelliyat-ý Esmâiyedir ki: O küllî kanunlar, o küllî tecelliler ve o muhit Esmâlarýn mazharlarý da bir derece basit ve safi ve herbiri bir âlemin arþý ve sakfý ve bir âlemin merkez-i tasarrufu hükmünde olan semâvattýr ki: O âlemlerin birisi de Sidret-ül Münteha'daki Cennet-ül Me'vadýr. Yerdeki tesbihat ve tahmidat, o Cennet'in meyveleri Sûretinde (Muhbir-i Sadýk'ýn ihbarý ile) temessül ettiði sabittir. Ýþte bu üç nokta gösteriyorlar ki: Yerde olan netâic ve semeratýn mahzenleri oralardadýr ve mahsulâtý o tarafa gider.

 

Deme ki: Havaî bir "Elhamdülillah" kelimem, nasýl mücessem bir meyve-i Cennet olur?

 

sh: » (S: 617)

 

Çünki sen gündüz uyanýk iken güzel bir söz söylersin; bâzan rü'yada güzel bir elma þeklinde yersin. Gündüz çirkin bir sözün, gecede acý bir þey Sûretinde yutarsýn. Bir gýybet etsen, murdar bir et Sûretinde sana yedirirler. Öyle ise, þu dünya uykusunda söylediðin güzel sözlerin ve çirkin sözlerin; meyveler Sûretinde uyanýk âlemi olan âlem-i âhirette yersin ve yemesini istib'ad etmemelisin.

 

DÖRDÜNCÜ ESâS

 

Mi'racýn semeratý ve faydasý nedir?

 

Elcevab: Þu þecere-i tûbâ-i mâneviye olan Mi'racýn beþyüzden fazla meyvelerinden nümune olarak yalnýz beþ tanesini zikredeceðiz.

 

Birinci Meyve: Erkân-ý îmâniyenin hakaikýný göz ile görüp, Melâikeyi, Cennet'i, âhireti, hattâ Zât-ý Zülcelâl'i göz ile müþahede etmek; kâinata ve beþere öyle bir hazine ve bir nur-u ezelî ve ebedî bir hediye getirmiþtir ki: Þu kâinatý, periþan ve fâni ve karmakarýþýk bir vaziyet-i mevhumeden çýkarýp, o nur ve o meyve ile, o kâinatý kudsî mektûbât-ý Samedâniye, güzel âyine-i cemâl-i Zât-ý Ehadiye vaziyeti olan hakikatýný göstermiþ. Kâinatý ve bütün zîþuuru sevindirip mesrur etmiþ. Hem o nur ve o meyve ile beþeri müþevveþ, periþan, âciz, fakir, hâcâtý hadsiz, a'dasý nihayetsiz ve fâni, bekasýz bir vaziyet-i dalaletkâraneden o insaný o nur, o meyve-i kudsiye ile ahsen-i takvimde bir mu'cize-i kudret-i Samedâniyesi ve mektûbât-ý Samedâniyenin bir nüsha-i câmiasý ve Sultan-ý Ezel ve Ebed'in bir muhatâbý, bir abd-i hassý, Kemâlâtýnýn istihsancýsý, halili ve cemâlinin hayretkârý, habibi ve Cennet-i bâkiyesine namzed bir misafir-i azizi Sûret-i hakikîsinde göstermiþ. Ýnsan olan bütün insanlara, nihayetsiz bir sürur, hadsiz bir þevk vermiþtir.

 

 

 

Ýkinci Meyve:

 

Sâni'-i Mevcûdât ve Sahib-i Kâinat ve Rabb-ül Âlemîn olan Hâkim-i Ezel ve Ebed'in marziyat-ý Rabbâniyesi olan Ýslâmiyet'in -baþta namaz olarak- esâsâtýný, cin ve inse hediye getirmiþtir ki; o marziyatý anlamak, o kadar merak-aver ve saadet-averdir ki, târif edilmez. Çünki herkes, büyükçe bir veliyy-i nimet, yahut muhsin bir

 

sh: » (S: 618)

 

padiþahýnýn uzaktan arzularýný anlamaða ne kadar arzukeþ ve anlasa ne kadar memnun olur. Temenni eder ki: "Keþki bir vasýta-i muhabere olsa idi doðrudan doðruya o zât ile konuþsa idim. Benden ne istiyor, anlasa idim. Benden onun hoþuna gideni bilse idim." der. Acaba bütün mevcûdât kabza-i tasarrufunda ve bütün mevcûdâttaki cemâl ve Kemâlât, onun cemâl ve Kemâline nisbeten zayýf bir gölge ve her anda nihayetsiz cihetlerle ona muhtaç ve nihayetsiz ihsanlarýna mazhar olan beþer, ne derece onun marziyatýný ve arzularýný anlamak hususunda hâhiþger ve merak-aver olmasý lâzým olduðunu anlarsýn.

 

Ýþte Zât-ý Ahmediye (A.S.M.) yetmiþ bin perde arkasýnda o Sultan-ý Ezel ve Ebed'in marziyatýný doðrudan doðruya Mi'rac semeresi olarak hakkalyakîn iþitip, getirip beþere hediye etmiþtir.

 

Evet beþer, Kamer'deki hali anlamak için ne kadar merak eder ki: Biri gidip, dönüp haber verse. Hem ne kadar fedâkârlýk gösterir. Eðer anlasa, ne kadar hayret ve meraka düþer. Halbuki Kamer, öyle bir Mâlik-ül Mülk'ün memleketinde geziyor ki: Kamer, bir sinek gibi Küre-i Arz'ýn etrafýnda pervaz eder. Küre-i Arz, pervane gibi Þems'in etrafýnda uçar. Þems, binler lâmbalar içinde bir lâmbadýr ki; o Mâlik-ül Mülk-ü Zülcelâl'in bir misafirhanesinde mumdarlýk eder. Ýþte Zât-ý Ahmediye (A.S.M.) öyle bir Zât-ý Zülcelâl'in þuunatýný ve acaib-i san'atýný ve âlem-i bekada hazain-i rahmetini görmüþ, gelmiþ, beþere söylemiþ. Ýþte beþer, bu zâtý Kemâl-i merak ve hayret ve muhabbetle dinlemezse, ne kadar hilaf-ý akýl ve hikmetle hareket ettiðini anlarsýn.

 

Üçüncü Meyve: Saadet-i ebediyenin definesini görüp, anahtarýný alýp getirmiþ; cin ve inse hediye etmiþtir. Evet Mi'rac vasýtasýyla ve kendi gözüyle Cennet'i görmüþ ve Rahman-ý Zülcelâl'in rahmetinin bâki cilvelerini müþahede etmiþ ve saadet-i ebediyeyi kat'iyen hakkalyakîn anlamýþ, saadet-i ebediyenin vücudunun müjdesini cin ve inse hediye etmiþtir ki: Bîçare cin ve ins, kararsýz bir dünyada ve zelzele-i zeval ve firak içindeki mevcûdâtý, seyl-i zaman ve harekât-ý zerrat ile adem ve firak-ý ebedî denizine döküldüðü olan vaziyet-i mevhume-i canhýraþanede olduklarý hengâmda; þöyle bir müjde, ne kadar kýymetdar olduðu ve idam-ý ebedî ile kendilerini mahkûm zanneden fâni cin ve insin kulaðýnda öyle bir müjde, ne

 

sh: » (S: 619)

 

kadar saadet-aver olduðu târif edilmez. Bir adama, idam edileceði anda, onun afvýyla kurb-u þahanede bir saray verilse, ne kadar sürura sebebdir. Bütün cin ve ins adedince böyle sürurlarý topla, sonra bu müjdeye kýymet ver.

 

Dördüncü Meyve: Rü'yet-i cemâlullah meyvesini kendi aldýðý gibi, o meyvenin her mü'mine dahi mümkün olduðunu, cin ve inse hediye getirmiþtir ki, o meyve, ne derece leziz ve hoþ ve güzel bir meyve olduðunu bununla kýyas edebilirsin. Yâni: Her kalb sahibi bir insan; zîcemâl, zîKemâl, zîihsan bir zâtý sever. Ve o sevmek dahi, cemâl ve Kemâl ve ihsanýn derecatýna nisbeten tezayüd eder, perestiþ derecesine gelir, canýný fedâ eder derecede muhabbet baðlar. Yalnýz bir defa görmesine, dünyasýný fedâ etmek derecesine çýkar. Halbuki bütün mevcûdâttaki cemâl ve Kemâl ve ihsan, onun cemâl ve Kemâl ve ihsanýna nisbeten; küçük birkaç lemaâtýn, güneþe nisbeti gibi de olmaz. Demek nihayetsiz bir muhabbete lâyýk ve nihayetsiz rü'yete ve nihayetsiz bir iþtiyaka elyak bir Zât-ý Zülcelâli VelKemâl'in saadet-i ebediyede rü'yetine muvaffak olmasý, ne kadar saadet-aver ve medâr-ý sürur ve hoþ ve güzel bir meyve olduðunu insan isen anlarsýn.

 

Beþinci Meyve: Ýnsan kâinatýn kýymetdar bir meyvesi ve Sâni'-i Kâinat'ýn nazdar sevgilisi olduðu, Mi'rac ile anlaþýlmýþ ve o meyveyi cin ve inse getirmiþtir. Küçük bir mahluk, zayýf bir hayvan ve âciz bir zîþuur olan insaný, o meyve ile o kadar yüksek bir makama çýkarýr ki: Kâinatýn bütün mevcûdâtý üstünde bir makam-ý fahr veriyor. Ve öyle bir sevinç ve sürur-u mes'udiyetkârane veriyor ki, tasvir edilmez. Çünki âdi bir nefere denilse: "Sen müþir oldun." Ne kadar memnun olur. Halbuki fâni, âciz bir hayvan-ý nâtýk, zeval ve firak sillesini daima yiyen bîçare insana, birden ebedî, bâki bir Cennet'te, Rahîm ve Kerim bir Rahman'ýn rahmetinde ve hayal sür'atinde, ruhun vüs'atinde, aklýn cevelanýnda, kalbin bütün arzularýnda, mülk ve melekûtunda tenezzühe, seyerana ve cevelana muvaffak olduðun gibi, saadet-i ebediyede rü'yet-i cemâline de muvaffak olursun denildiði vakit, insâniyeti sukut etmemiþ bir insan, ne kadar derin ve ciddî bir sevinç ve süruru kalbinde hissedeceðini tahayyül edebilirsin.

 

 

 

sh: » (S: 620)

 

Þimdi, makam-ý istima'da olan zâta deriz ki: Ýlhad gömleðini yýrt, at. Mü'min kulaðýný geçir ve müslim gözlerini tak. Sana iki küçük temsil ile bir-iki meyvenin derece-i kýymetini göstereceðiz.

 

Meselâ: Senin ile biz beraber bir memlekette bulunuyoruz. Görüyoruz ki; herþey bize ve birbirine düþman ve bize yabancý.. her taraf müdhiþ cenazelerle dolu.. iþitilen sesler yetimlerin aðlayýþý, mazlumlarýn vaveylâsýdýr. Ýþte biz, þöyle bir vaziyette olduðumuz vakitte; biri gitse, o memleketin padiþahýndan bir müjde getirse, o müjde ile, bize yabancý olanlar ahbab þekline girse.. düþman gördüðümüz kimseler, kardeþler Sûretine dönse.. o müdhiþ cenazeler, huþu ve huzûda, zikir ve tesbihte birer ibâdetkâr þeklinde görünse.. o yetîmâne aðlayýþlar, senakârane "yaþasýn"lar hükmüne girse.. ve o ölümler ve o soymaklar, garatlar terhisat Sûretine dönse.. kendi sürurumuz ile beraber, herkesin süruruna müþterek olsak; o müjde ne kadar mesrurane olduðunu elbette anlarsýn. Ýþte Mi'rac-ý Ahmediye'nin (A.S.M.) bir meyvesi olan nur-u îmândan evvel, þu kâinatýn mevcûdâtý, nazar-ý dalaletle bakýldýðý vakit; yabancý, muzýr, müz'iç, muvahhiþ ve dað gibi cirmler birer müdhiþ cenaze, ecel herkesin baþýný kesip adem-âbâd kuyusuna atar. Bütün sadalar, firak ve zevalden gelen vaveylâlar olduðu halde, dalaletin öyle tasvir ettiði hengâmda; meyve-i Mi'rac olan hakaik-i erkân-ý îmâniye nasýl mevcûdâtý sana kardeþ, dost ve Sâni'-i Zülcelâline zâkir ve müsebbih; ve mevt ve zeval, bir nevi terhis ve vazifeden âzad etmek; ve sadalar, birer tesbihat hakikatýnda olduðunu sana gösterir. Bu hakikatý tamam görmek istersen, Ýkinci ve Sekizinci Sözlere bak.

 

Ýkinci Temsil: Senin ile biz, sahra-yý kebir gibi bir mevkideyiz. Kum denizi fýrtýnasýnda, gece o kadar karanlýk olduðundan, elimizi bile göremiyoruz. Kimsesiz, hâmisiz, aç ve susuz, me'yus ve ümidsiz bir vaziyette olduðumuz dakikada, birden bir zât, o karanlýk perdesinden geçip; sonra gelip, bir otomobil hediye getirse ve bizi bindirse, birden cennet-misâl bir yerde istikbalimiz temin edilmiþ, gâyet merhametkâr bir hâmimiz bulunmuþ, yiyecek ve içecek ihzâr edilmiþ bir yerde bizi koysa; ne kadar memnun oluruz, bilirsin.

 

Ýþte o sahra-yý kebir, bu dünya yüzüdür. O kum denizi, bu hâdisat içinde harekât-ý zerrat ve seyl-i zaman tahrikiyle çalkanan

 

Sh: » (S: 621)

 

mevcûdât ve bîçare insandýr. Her insan, endiþesiyle kalbi daðdar olan istikbali; müdhiþ zulümat içinde, nazar-ý dalaletle görüyor. Feryadýný iþittirecek kimseyi bilmiyor. Nihayetsiz aç, nihayetsiz susuzdur. Ýþte semere-i Mi'rac olan marziyat-ý Ýlahiye ile þu dünya, gâyet kerim bir zâtýn misafirhanesi, insanlar dahi onun misafirleri, memurlarý, istikbal dahi cennet gibi güzel, rahmet gibi þirin ve saadet-i ebediye gibi parlak göründüðü vakit; ne kadar hoþ, güzel, þirin bir meyve olduðunu anlarsýn.

 

Makam-ý istima'da olan zât diyor ki: "Cenâb-ý Hakk'a yüz binler hamd ve þükür olsun ki ilhaddan kurtuldum, tevhide girdim, tamamýyla inandým ve Kemâl-i îmâný kazandým."

 

Biz de deriz: Ey kardeþ! Seni tebrik ediyoruz. Cenâb-ý Hak bizleri, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn þefaatýna mazhar etsin, âmîn.

 

اَللَّهُمَّ صَلِّ عَلَى مَنِ انْشَقَّ بِاِشَارَتِهِ الْقَمَرُ وَ نَبَعَ مِنْ اَصَابِعِهِ الْمَآءُ كَالْكَوْثَرِ صَاحِبُ الْمِعْرَاجِ وَ مَا زَاغَ الْبَصَرُ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى اَلِهِ وَ اَصْحَابِهِ اَجْمَِعِينَ مِنْ اَوَّلِ الدُّنْيَا اِلَى آخِرِ الْمَحْشَرِ

 

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَآ اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

 

رَبَّنَا تَقَبَّلْ مِنَّا اِنَّكَ اَنْتَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا اِنْ نَسِينَا اَوْ اَخْطَاْنَا رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَنَا رَبَّنَا اَتْمِمْ لَنَا نُورَنَا وَاغْفِرْلَنَا اِنّكَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ

 

وَ آخِرُ دَعْوَيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

 

 

 

* * *

 

 

 

sh: » (S: 622)

 

ONDOKUZUNCU VE OTUZBÝRÝNCÝ SÖZLERÝN ZEYLÝ

 

"Þakk-ý Kamer" mu'cizesine dairdir

 

 

 

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

 

اِقْتَرَبَتِ السَّاعَةُ وَ انْشَقَّ الْقَمَرُ وَاِنْ يَرَوْ آيَةً يُعْرِضُوا وَ يَقُولُوا سِحْرٌ مُسْتَمِرٌّ

 

 

 

Kamer gibi parlak bir Mu'cize-i Ahmediye (A.S.M.) olan inþikak-ý Kamer'i, evham-ý faside ile inhisafa uðratmak isteyen feylesoflar ve onlarýn muhakemesiz mukallidleri diyorlar ki: "Eðer inþikak-ý Kamer vuku bulsa idi umum âleme mâlûm olurdu. Bütün tarih-i beþerin nakletmesi lâzým gelirdi?"

 

Elcevab: Ýnþikak-ý Kamer dâva-yý nübüvvete delil olmak için o dâvayý iþiten ve inkâr eden hâzýr bir Cemâate, gecede, vakt-i gaflette âni olarak gösterildiðinden; hem ihtilaf-ý metâli' ve sis ve bulutlar gibi rü'yete mâni esbabýn vücudu ile beraber, o zamanda medeniyet taammüm etmediðinden ve hususî kaldýðýndan ve tarassudat-ý semâviye pek az olduðundan; bütün etraf-ý âlemde görülmek, umum tarihlere geçmek, elbette lâzým deðildir. Þakk-ý Kamer yüzünden bu evham bulutlarýný daðýtacak çok noktalardan þimdilik "Beþ Nokta"yý dinle...

 

BÝRÝNCÝ NOKTA: O zaman, o zemindeki küffarýn gâyet þedid derecede inadlarý, tarihen mâlûm ve meþhur olduðu halde; Kur'an-ý Hakîm'in وَ انْشَقَّ الْقَمَرُ demesiyle þu vak'ayý umum âleme ihbar ettiði halde; Kur'aný inkâr eden o küffardan hiçbir kimse, þu âyetin tekzibine, yâni ihbar ettiði þu vakýanýn inkârýna aðýz açma

 

sh: » (S: 623)

 

mýþlar. Eðer o zamanda o hâdise, o küffarca kat'î ve vâki bir hâdise olmasa idi; þu sözü serriþte ederek, gâyet dehþetli bir tekzibe ve Peygamberin ibtal-i dâvasýna hücum göstereceklerdi. Halbuki þu vak'aya dair siyer ve tarih, o vak'a ile münasebetdar küffarýn adem-i vukuuna dair hiçbir þeyini nakletmemiþlerdir. Yalnýz وَ يَقُولُوا سِحْرٌ مُسْتَمِرّ ٌ âyetinin Beyân ettiði gibi, tarihçe menkul olan þudur ki: O hâdiseyi gören küffar, "sihirdir" demiþler ve "Bize sihir gösterdi. Eðer sâir taraflardaki kervan ve kafileler görmüþlerse hakikattýr. Yoksa bize sihir etmiþ." demiþler. Sonra sabahleyin Yemen ve baþka taraflardan gelen kafileler ihbar ettiler ki: "Böyle bir hâdiseyi gördük." Sonra küffar, Fahr-i Âlem (A.S.M.) hakkýnda (hâþâ) "Yetim-i Ebu Talib'in sihri semâya da tesir etti" dediler.

 

ÝKÝNCÝ NOKTA: Sa'd-ý Taftazanî gibi eazým-ý muhakkikînin ekseri demiþler ki: "Ýnþikak-ý Kamer; parmaklarýndan su akmasý umum bir orduya su içirmesi, câmide hutbe okurken dayandýðý kuru direðin müfarakat-ý Ahmediye'den (A.S.M.) aðlamasý umum Cemâatin iþitmesi gibi mütevatirdir. Yâni öyle tabakadan tabakaya bir Cemâat-ý kesîre nakletmiþtir ki, kizbe ittifaklarý muhaldir. "Hâle" gibi meþhur bir kuyruklu yýldýzýn bin sene evvel çýkmasý gibi mütevatirdir. "Görmediðimiz Serendib Adasý'nýn vücudu gibi tevatürle vücudu kat'îdir, demiþler. Ýþte böyle gâyet kat'î ve þuhudî mesâilde teþkikat-ý vehmiye yapmak, akýlsýzlýktýr. Yalnýz muhal olmamak kâfidir. Halbuki þakk-ý Kamer, bir volkanla inþikak eden bir dað gibi mümkündür.

 

ÜÇÜNCÜ NOKTA: Mu'cize; dâva-yý nübüvvetin isbatý için, münkirleri ikna' etmek içindir, icbar için deðildir. Öyle ise dâva-yý nübüvveti iþitenler için, ikna' edecek bir derecede mu'cize göstermek lâzýmdýr. Sâir taraflara göstermek veyahut icbar derecesinde bir bedâhetle izhar etmek, Hakîm-i Zülcelâl'in hikmetine münafî olduðu gibi, sýrr-ý teklife dahi muhaliftir. Çünki "Akla kapý açmak, ihtiyarý elinden almamak" sýrr-ý teklif iktiza ediyor. Eðer Fâtýr-ý Hakîm inþikak-ý Kamer'i, feylesoflarýn hevesâtýna göre bütün âleme

 

 

 

sh: » (S: 624)

 

göstermek için bir-iki saat öyle býraksa idi ve beþerin umum tarihlerine geçse idi, o vakit sâir hâdisat-ý semâviye gibi; ya dâva-yý nübüvvete delil olmazdý, Risâlet-i Ahmediyeye (A.S.M.) hususiyeti kalmazdý veyahut bedâhet derecesinde öyle bir mu'cize olacaktý ki; aklý icbar edecek, aklýn ihtiyarýný elinden alacak, ister istemez nübüvveti tasdik edecek. Ebucehil gibi kömür ruhlu, Ebubekir-i Sýddýk gibi elmas ruhlu adamlar bir seviyede kalýp, sýrr-ý teklif zayi' olacaktý. Ýþte bu sýr içindir ki; hem âni, hem gece, hem vakt-i gaflet, hem ihtilaf-ý metâli', sis ve bulut gibi sâir mevanii perde ederek umum âleme gösterilmedi veyahut tarihlere geçirilmedi.

 

DÖRDÜNCÜ NOKTA: Þu hâdise, gece vakti herkes gaflette iken âni bir Sûrette vuku bulduðundan etraf-ý âlemde elbette görülmeyecek. Bâzý efrada görünse de, gözüne inanmayacak. Ýnandýrsa da, elbette böyle mühim bir hâdise, haber-i vâhid ile tarihlere bâki bir sermaye olmayacak.

 

Bâzý kitablarda: "Kamer, iki parça olduktan sonra yere inmiþ" ilâvesi ise; ehl-i tahkik reddetmiþler. "Þu mu'cize-i bâhireyi kýymetten düþürmek niyetiyle, belki bir münafýk ilhak etmiþ" demiþler.

 

Hem meselâ o vakit, cehâlet sisiyle muhat Ýngiltere, Ýspanya'da yeni gurub; Amerika'da gündüz; Çin'de, Japonya'da sabah olduðu gibi, baþka yerlerde baþka esbab-ý mâniaya binaen elbette görülmeyecek. Þimdi bu akýlsýz muterize bak, diyor ki: "Ýngiltere, Çin, Japon, Amerika gibi akvamýn tarihleri bundan bahsetmiyor. Öyle ise vuku bulmamýþ." Bin nefrin onun gibi Avrupa kâselislerinin baþýna...

 

BEÞÝNCÝ NOKTA: Ýnþikak-ý Kamer, kendi kendine Bâzý esbaba binaen vuku bulmuþ, tesadüfî, tabiî bir hâdise deðil ki; âdi ve tabiî kanunlarýna tatbik edilsin. Belki Þems ve Kamer'in Hâlýk-ý Hakîm'i, Resulünün Risâletini tasdik ve dâvasýný tenvir için hârikulâde olarak o hâdiseyi îka etmiþtir. Sýrr-ý irþad ve sýrr-ý teklif ve hikmet-i Risâletin iktizasýyla, hikmet-i rubûbiyetin istediði in

 

 

 

 

 

 

 

sh: » (S: 625)

 

sanlara ilzam-ý hüccet için gösterilmiþtir. O sýrr-ý hikmetin iktiza etmedikleri, istemedikleri ve dâva-yý nübüvveti henüz iþitmedikleri aktar-ý zemindeki insanlara göstermemek için, sis ve bulut ve ihtilaf-ý metâli' haysiyetiyle; Bâzý memleketin kameri daha çýkmamasý ve bazýlarýn güneþleri çýkmasý ve bir kýsmýnýn sabahý olmasý ve bir kýsmýnýn güneþi yeni gurub etmesi gibi, o hâdiseyi görmeye mâni pekçok esbaba binaen gösterilmemiþ. Eðer umum onlara dahi gösterilse idi, o halde ya iþaret-i Ahmediye'nin (A.S.M.) neticesi ve mu'cize-i nübüvvet olarak gösterilecekti; o vakit Risâleti, bedâhet derecesine çýkacaktý. Herkes tasdike mecbur olurdu, aklýn ihtiyarý kalmazdý. Ýman ise, aklýn ihtiyarýyladýr. Sýrr-ý teklif zayi' olurdu. Eðer sýrf bir hâdise-i semâviye olarak gösterilse idi; Risâlet-i Ahmediye (A.S.M.) ile münasebeti kesilirdi ve onunla hususiyeti kalmazdý.

 

Elhasýl: Þakk-ý Kamer'in imkânýnda þübhe kalmadý. Kat'î isbat edildi.

 

 

 

Þimdi, vukuuna delâlet eden çok bürhânlarýndan altýsýna (Haþiye) iþaret ederiz. Þöyle ki:

 

Ehl-i adâlet olan sahabelerin, vukuuna icmâý ve ehl-i tahkik umum müfessirlerin, وَ انْشَقَّ الْقَمَرُ tefsirinde onun vukuuna ittifaký ve ehl-i rivayet-i sadýka bütün muhaddisînin, pek çok senedlerle ve muhtelif tarîklerle vukuunu nakletmesi ve ehl-i keþif ve ilham bütün evliya ve sýddýkînin þehadeti ve ilm-i Kelâm'ýn meslekçe birbirinden çok uzak olan imamlarýn ve mütebahhir ülemânýn tasdiki ve nass-ý kat'î ile dalâlet üzerine icmâ'larý vaki' olmayan ümmet-i Muhammediyenin (A.S.M.) o vak'ayý telakki-i bilkabûl etmesi; güneþ gibi inþikak-ý Kamer'i isbat eder.

 

Elhasýl: Buraya kadar tahkik namýna ve hasmý ilzam hesabýna idi. Bundan sonraki cümleler, hakikat namýna ve îmân hesabýnadýr. Evet, tahkik öyle dedi. Hakikat ise diyor ki:

 

_____________________________

(Haþiye): Yâni, altý defa icmâ' Sûretinde, vukuuna dair altý hüccet vardýr. Bu makam çok izaha lâyýk iken, maatteessüf kýsa kalmýþtýr.

 

sh: » (S: 626)

 

Semâ-yý Risâletin kamer-i müniri olan Hâtem-i Divan-ý Nübüvvet, nasýlki mahbubiyet derecesine çýkan ubûdiyetindeki velâyetin keramet-i uzmasý ve mu'cize-i kübrâsý olan Mi'rac ile, yâni bir cism-i Arzý semâvatta gezdirmekle semâvatýn sekenesine ve âlem-i ulvî ehline rüchaniyeti ve mahbubiyeti gösterildi ve velâyetini isbat etti. Öyle de: Arz'a baðlý, semâya asýlý olan Kamer'i, bir Arzlýnýn iþaretiyle iki parça ederek Arz'ýn sekenesine, o Arzlýnýn Risâletine öyle bir mu'cize gösterildi ki: Zât-ý Ahmediye (A.S.M.) Kamer'in açýlmýþ iki nurani kanadý gibi; Risâlet ve velâyet gibi iki nurani kanadýyla, iki ziyadar cenah ile, evc-i Kemâlâta uçmuþ; tâ Kab-ý Kavseyn'e çýkmýþ, hem ehl-i Semâvat, hem ehl-i Arz'a medâr-ý fahr olmuþtur...

 

 

 

عَلَيْهِ وَ عَلَى اَلِه اَلصَّلوةُ وَ التَّسْلِيمَاتُ ِمْلأَ اْلاَرضِ وَ السَّموَاتِ

 

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَآ اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

 

اَللَّهُمَّ بِحَقِّ مَنِ انْشَقَّ الْقَمَرُ بِااِشَارَتِهِ اجْعَلْ قَلْبِى وَ قُلُوبَ طَلَبَتِ رَسَائِلِ النُّرِ الصَّادِقِينَ كَالْقَمَرِ فِى مُقَابَلَةِ شَمْسِ الْقُرْاَنِ اَمِينَ اَمِينَ.

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

Gast
Dieses Thema wurde nun für weitere Antworten gesperrt.
×
×
  • Neu erstellen...