Zum Inhalt springen
Qries Qries Qries Qries Qries Qries

26. Söz


Webmaster

Empfohlene Beiträge

Yirmialtýncý Söz

 

Kader Risalesi

 

 

 

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

 

وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ عِنْدَنَا خَزَائِنُهُ وَمَا نُنَزِّلُهُ اِلاَّ بِقَدَرٍ مَعْلُومٍ وَ كُلَّ شَيْءٍ اَحْصَيْنَاهُ فِى اِمَامٍ مُبِينٍ

 

 

 

[Kader ile cüz'-i ihtiyârî, iki mes'ele-i mühimmedir. Ona dair dört mebhas içinde birkaç sýrlarýný açmaða çalýþacaðýz.]

 

BÝRÝNCÝ MEBHAS: Kader ve cüz'-i ihtiyârî, Ýslâmiyetin ve îmânýn nihayet hududunu gösteren, hâlî ve vicdanî bir îmânýn cüz'lerindendir. Yoksa ilmî ve nazarî deðillerdir. Yâni mü'min herþeyi, hattâ fiilini, nefsini Cenâb-ý Hakk'a vere vere, tâ nihayette teklif ve mes'uliyetten kurtulmamak için "Cüz'-i ihtiyârî" önüne çýkýyor. Ona "Mes'ul ve mükellefsin" der. Sonra, ondan sudûr eden iyilikler ve Kemâlât ile maðrur olmamak için, "Kader" karþýsýna geliyor. Der: "Haddini bil, yapan sen deðilsin." Evet kader, cüz'-i ihtiyârî; îmân ve Ýslâmiyetin nihayet merâtibinde... Kader, nefsi gururdan ve cüz'-i ihtiyârî, adem-i mes'uliyetten kurtarmak içindir ki, mesâil-i îmâniyeye girmiþler. Yoksa mütemerrid nüfus-u emmârenin iþledikleri seyyiatýnýn mes'uliyetinden kendilerini kurtarmak için kadere yapýþmak ve onlara in'am olunan mehâsinle iftihar etmek, gururlanmak, cüz'-i ihtiyariye istinad etmek; bütün bütün sýrr-ý kadere

 

sh: » (S: 489)

 

ve hikmet-i cüz'-i ihtiyariyeye zýd bir harekete sebebiyet veren ilmî mes'eleler deðildir. Evet, mânen terakki etmeyen avâm içinde kaderin cây-ý istimâli var. Fakat o da mâziyat ve mesâibdedir ki, ye'sin ve hüznün ilâcýdýr. Yoksa maâsi ve istikbaliyatta deðildir ki, sefahete ve atâlete sebeb olsun. Demek kader mes'elesi, teklif ve mes'uliyetten kurtarmak için deðil, belki fahr ve gururdan kurtarmak içindir ki, imânâ girmiþ. Cüz'-i ihtiyârî, seyyiata merci' olmak içindir ki, akideye dâhil olmuþ. Yoksa mehâsine masdar olarak tefer'un etmek için deðildir.

 

Evet Kur'anýn dediði gibi, insan seyyiatýndan tamamen mes'uldür. Çünki seyyiatý isteyen odur. Seyyiat tahribat nev'inden olduðu için, insan bir seyyie ile çok tahribat yapabilir. Müdhiþ bir cezaya kesb-i istihkak eder. Bir kibrit ile bir evi yakmak gibi. Fakat hasenatta iftihara hakký yoktur. Onda onun hakký pek azdýr. Çünki hasenatý isteyen, iktiza eden rahmet-i Ýlahiye ve icad eden kudret-i Rabbâniyedir. Sual ve cevab, dâî ve sebeb, ikisi de Hak'tandýr. Ýnsan yalnýz dua ile, îmân ile, þuur ile, rýza ile onlara sahib olur. Fakat seyyiatý isteyen, nefs-i insâniyedir (ya istidad ile, ya ihtiyar ile). Nasýlki beyaz, güzel güneþin ziyasýndan Bâzý maddeler siyahlýk ve taaffün alýr. O siyahlýk, onun istidadýna aittir. Fakat o seyyiatý, çok mesâlihi tâzammun eden bir kanun-u Ýlahî ile icad eden yine Hak'týr. Demek sebebiyet ve sual nefistendir ki, mes'uliyeti o çeker. Hakk'a ait olan halk ve icad ise, daha baþka güzel netice ve meyveleri olduðu için güzeldir, hayýrdýr. Ýþte þu sýrdandýr ki: Kesb-i þer, þerdir; halk-ý þer, þer deðildir. Nasýlki pekçok mesâlihi tâzammun eden bir yaðmurdan zarar gören tenbel bir adam diyemez: "Yaðmur rahmet deðil." Evet halk ve icadda bir þerr-i cüz'î ile beraber hayr-ý kesîr vardýr. Bir þerr-i cüz'î için hayr-ý kesîri terketmek þerr-i kesîr olur. Onun için o þerr-i cüz'î, hayýr hükmüne geçer. Ýcad-ý Ýlahîde þer ve çirkinlik yoktur. Belki, abdin kesbine ve istidadýna aittir. Hem nasýl kader-i Ýlahî, netice ve meyveler itibariyle þerden ve çirkinlikten münezzehtir. Öyle de: Ýllet ve sebeb itibariyle dahi, zulümden ve kubuhtan mukaddestir. Çünki kader, hakikî illetlere bakar, adâlet eder. Ýnsanlar zâhirî gördükleri illetlere, hükümlerini bina eder; kaderin ayný adâlet inde zulme düþerler. Meselâ: Hâkim seni sirkatle mahkûm edip hapsetti. Halbuki sen sârýk deðilsin. Fakat kimse bilmez gizli bir katlin var. Ýþte kader-i Ýlahî dahi seni o hapisle mahkûm etmiþ. Fakat kader, o gizli katlin için mahkûm edip adâlet etmiþ. Hâkim ise, sen ondan mâsum olduðun sirkate binaen mah-

 

sh: » (S: 490)

 

kûm ettiði için zulmetmiþtir. Ýþte þey-i vâhidde iki cihetle kader ve icad-ý Ýlahînin adâleti ve insan kesbinin zulmü göründüðü gibi, baþka þeyleri buna kýyas et. Demek kader ve icad-ý Ýlahî; mebde' ve münteha, asýl ve fer', illet ve neticeler itibariyle þerden ve kubuhtan ve zulümden münezzehtir.

 

Eðer denilse: "Mâdem cüz'-i ihtiyârînin icada kabiliyeti yok. Bir emr-i itibarî hükmünde olan kesbden baþka insanýn elinde birþey bulunmuyor. Nasýl oluyor ki, Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyân'da, Hâlýk-ý Semâvat ve Arz'a karþý, insana âsi ve düþman vaziyeti verilmiþ. Hâlýk-ý Arz ve Semâvat, ondan azîm þikâyetler ediyor. O âsi insana karþý abd-i mü'mine yardým için kendini ve Melâikesini tahþid ediyor. Ona azîm bir ehemmiyet veriyor."

 

Elcevab: Çünki küfür ve isyan ve seyyie, tahribdir, ademdir. Halbuki azîm tahribat ve hadsiz ademler, birtek emr-i itibarîye ve ademîye terettüb edebilir. Nasýlki bir azîm sefinenin dümencisi, vazifesinin adem-i îfsýyla, sefine gark olup bütün hademelerin netice-i sa'yleri ibtal olur. Bütün o tahribat, bir ademe terettüb ediyor. Öyle de: Küfür ve mâsiyet, adem ve tahrib nev'inden olduðu için, cüz'-i ihtiyârî bir emr-i itibarî ile onlarý tahrik edip müdhiþ netâice sebebiyet verebilir. Zira küfür, çendan bir seyyiedir. Fakat, bütün kâinatý kýymetsizlikle ve abesiyetle tahkir ve delâil-i vahdâniyeti gösteren bütün mevcûdâtý tekzib ve bütün tecelliyat-ý Esmâyý tezyif olduðundan, bütün kâinat ve mevcûdât ve Esmâ-i Ýlahiye namýna Cenâb-ý Hak kâfirden þedid þikâyet ve dehþetli tehdidat etmek; ayn-ý hikmettir ve ebedî azab vermek, ayn-ý adâlet tir. Mâdem insan, küfür ve isyanla tahribat tarafýna gidiyor. Az bir hizmetle pek çok iþleri yapar. Onun için ehl-i îmân, onlara karþý Cenâb-ý Hakk'ýn inâyet-i azîmine muhtaçtýr. Çünki on kuvvetli adam, bir evin muhafazasýný ve tamiratýný deruhde etse, haylaz bir çocuðun o hâneye ateþ vermeðe çalýþmasýna karþý, o çocuðun velisine, belki padiþahýna müracaata, yalvarmaða mecbur olmasý gibi; mü'minlerin de, böyle edebsiz ehl-i isyana karþý dayanmak için Cenâb-ý Hakk'ýn çok inâyâtýna muhtaçtýrlar.

 

Elhasýl: Eðer kader ve cüz'-i ihtiyârîden bahseden adam, ehl-i huzur ve Kemâl-i îmân sahibi ise, kâinatý ve nefsini Cenâb-ý Hakk'a verir, onun tasarrufunda bilir. O vakit hakký var, kaderden ve cüz'-i ihtiyârîden bahsetsin. Çünki mâdem nefsini ve herþeyi Ce-

 

sh: » (S: 491)

 

nab-ý Hak'tan bilir, o vakit cüz'-i ihtiyârîye istinad ederek mes'uliyeti deruhde eder. Seyyiata merciiyeti kabûl edip, Rabbini takdis eder. Daire-i ubûdiyette kalýp, teklif-i Ýlahiyeyi zimmetine alýr. Hem kendinden sudûr eden Kemâlât ve hasenat ile gururlanmamak için kadere bakar, fahr yerine þükreder. Baþýna gelen musibetlerde kaderi görür, sabreder. Eðer kader ve cüz'-i ihtiyârîden bahseden adam, ehl-i gaflet ise; o vakit kaderden ve cüz'-i ihtiyârîden bahse hakký yoktur. Çünki nefs-i emmâresi, gaflet veya dalâlet saikasýyla kâinatý esbaba verip, Allah'ýn malýný onlara taksim eder, kendini de kendine temlik eder. Fiilini kendine ve esbaba verir. Mes'uliyeti ve kusuru kadere havale eder. O vakit, nihayette Cenâb-ý Hakk'a verilecek olan cüz'-i ihtiyârî ve en nihayette medâr-ý nazar olacak olan kader bahsi mânâsýzdýr. Yalnýz, bütün bütün onlarýn hikmetine zýd ve mes'uliyetten kurtulmak için bir desise-i nefsiyedir.

 

ÝKÝNCÝ MEBHAS: Ehl-i ilme mahsus (Haþiye), ince bir tedkik-i ilmîdir.

 

 

 

Eðer desen: "Kader ile cüz'-i ihtiyârî, nasýl tevfik edilebilir?"

 

Elcevab: Yedi vecihle...

 

Birincisi: Elbette kâinatýn intizâm ve mizan lisanýyla hikmet ve adâlet ine þehadet ettiði bir Âdil-i Hakîm, insan için medâr-ý sevab ve ikab olacak, mahiyeti meçhul bir cüz'-i ihtiyârî vermiþtir. O Âdil-i Hakîm'in pek çok hikmetini bilmediðimiz gibi, þu cüz'-i ihtiyârînin kaderle nasýl tevfik edildiðini bilmediðimiz, olmamasýna delâlet etmez.

 

Ýkincisi: Bizzarure herkes kendisinde bir ihtiyar hisseder. O ihtiyarýn vücudunu vicdanen bilir. Mevcûdâtýn mahiyetini bilmek ayrýdýr, vücudunu bilmek ayrýdýr. Çok þeyler var: Vücudu bizce bedihî olduðu halde, mahiyeti bizce meçhul... Ýþte þu cüz'-i ihtiyârî, öyleler sýrasýna girebilir. Herþey, mâlûmatýmýza münhasýr deðildir. Adem-i ilmimiz, onun ademine delâlet etmez.

 

Üçüncüsü: Cüz'-i ihtiyârî, kadere münafî deðil. Belki kader, ihtiyarý teyid eder. Çünki kader, ilm-i Ýlahînin bir nev'idir. Ýlm-i

 

_______________________

 

(Haþiye): Bu ikinci mebhas, en derin ve en müþkil bir sýrr-ý kader mes'elesidir. Bütün ülemâ-i muhakkikînce en ehemmiyetli ve münazaralý bir mes'ele-i akaid-i Kelâmiyedir. Risale-i Nur tam halletmiþ.

 

sh: » (S: 492)

 

Ýlahî, ihtiyarýmýza taallûk etmiþ. Öyle ise, ihtiyarý teyid ediyor, ibtal etmiyor.

 

Dördüncüsü: Kader, ilim nev'indendir. Ýlim, mâlûma tâbidir. Yâni nasýl olacak, öyle taallûk ediyor. Yoksa mâlûm, ilme tâbi deðil. Yâni ilim desâtiri; mâlûmu, haricî vücud noktasýnda idare etmek için esâs deðil. Çünki mâlûmun zâtý ve vücud-u haricîsi, iradeye bakar ve kudrete istinad eder. Hem ezel; mâzi silsilesinin bir ucu deðil ki, eþyanýn vücudunda esâs tutulup ona göre bir mecburiyet tasavvur edilsin. Belki ezel; mâzi ve hal ve istikbali birden tutar, yüksekten bakar bir âyine-misâldir. Öyle ise, daire-i mümkinat içinde uzanýp giden zamanýn mâzi tarafýnda bir uç tahayyül edip, ona ezel deyip, o ezel ilmine, eþyanýn tertib ile girmesini ve kendisini onun haricinde tevehhüm etmesi, ona göre muhakeme etmek hakikat deðildir. Þu sýrrýn keþfi için þu misâle bak: Senin elinde bir âyine bulunsa, sað tarafýndaki mesâfe mâzi, sol tarafýndaki mesâfe müstakbel farzedilse; o âyine yalnýz mukabilini tutar. Sonra o iki tarafý bir tertib ile tutar, çoðunu tutamaz. O âyine ne kadar aþaðý ise, o kadar az görür. Fakat o âyine ile yükseðe çýktýkça, o âyinenin

 

 

 

mukabil dairesi geniþlenir. Gitgide, bütün iki taraf mesâfeyi birden bir anda tutar. Ýþte þu âyine þu vaziyette onun irtisamýnda, o mesâfelerde cereyan eden hâlât birbirine mukaddem, muahhar, muvafýk, muhalif denilmez. Ýþte kader, ilm-i ezelîden olduðu için; ilm-i ezelî, hadîsin tâbiriyle "Manzar-ý â'lâdan, ezelden ebede kadar herþey, olmuþ ve olacak, birden tutar, ihâta eder bir makam-ý â'lâdadýr." Biz ve muhakematýmýz, onun haricinde olamaz ki, mâzi mesâfesinde bir âyine tarzýnda olsun.

 

Beþincisi: Kader, sebeble müsebbebe bir taallûku var. Yâni, þu müsebbeb, þu sebeble vukua gelecek. Öyle ise denilmesin ki: "Mâdem filân adamýn ölmesi, filân vakitte mukadderdir. Cüz'-i ihtiyarýyla tüfek atan adamýn ne kabahati var, atmasaydý yine ölecekti?"

 

Sual: Niçin denilmesin?

 

Elcevab: Çünki: Kader, onun ölmesini onun tüfeðiyle tâyin etmiþtir. Eðer onun tüfek atmamasýný farzetsen, o vakit kaderin adem-i taallûkunu farzediyorsun. O vakit ölmesini ne ile hükmedeceksin? Ya Cebrî gibi sebebe ayrý, müsebbebe ayrý birer kader tasavvur etsen veyahut Mu'tezile gibi kaderi inkâr etsen, Ehl-i Sün-

 

 

 

sh: » (S: 493)

 

net ve Cemâati býrakýp fýrka-i dâlleye girersin. Öyle ise, biz ehl-i hak deriz ki: "Tüfek atmasaydý, ölmesi bizce meçhul." Cebrî der: "Atmasaydý yine ölecekti." Mu'tezile der: "Atmasaydý ölmeyecekti."

 

Altýncýsý: (Haþiye) Cüz'-i ihtiyârînin üss-ül esâsý olan meyelân, Matüridîce bir emr-i itibarîdir, abde verilebilir. Fakat Eþ'arî, ona mevcûd nazarýyla baktýðý için abde vermemiþ. Fakat o meyelândaki tasarruf, Eþ'ariyece bir emr-i itibarîdir. Öyle ise o meyelân, o tasarruf, bir emr-i nisbîdir. Muhakkak bir vücud-u haricîsi yoktur. Emr-i itibarî ise, illet-i tâmme istemez ki; illet-i tâmme vücudu için lüzum ve zaruret ve vücub ortaya girip ihtiyarý ref'etsin. Belki o emr-i itibarînin illeti, bir rüchaniyet derecesinde bir vaziyet alsa, o emr-i itibarî sübut bulabilir. Öyle ise o anda onu terkedebilir. Kur'an ona o anda diyebilir ki: "Þu þerdir, yapma." Evet eðer abd hâlýk-ý ef'âli bulunsaydý ve icada iktidarý olsaydý, o vakit ihtiyarý ref' olurdu. Çünki ilm-i usûl ve hikmette مَا لَمْ يَجِبْ لَمْ يُوجَدْ kaidesince mukarrerdir ki: "Bir þey vâcib olmazsa, vücuda gelmez." Yâni, illet-i tâmme bulunacak; sonra vücuda gelebilir. Ýllet-i tâmme ise; ma'lulü, bizzarure ve bilvücub iktiza ediyor. O vakit ihtiyar kalmaz.

 

Eðer desen: Tercih bilâ müreccih muhaldir. (Haþiye) Halbuki, o emr-i itibarî dediðimiz kesb-i insanî; bâzan yapmak ve bâzan yapmamak; eðer mûcib bir müreccih bulunmazsa tercih bilâ müreccih lâzým gelir. Þu ise, usûl-ü kelâmiyenin en mühim bir esâsýný hedmeder?

 

Elcevab: Tereccuh bilâ müreccih muhaldir. Yâni: Müreccihsiz, sebebsiz rüchaniyet muhaldir. Yoksa, tercih bilâ müreccih caizdir ve vâkidir. Ýrade bir sýfattýr. Onun þe'ni, böyle bir iþi görmektir.

 

Eðer desen: "Mâdem katli halkeden Hak'týr. Niçin bana katil denilir?

 

Elcevab: Çünki Ýlm-i Sarf kaidesince ism-i fâil, bir emr-i nisbî olan masdardan müþtaktýr. Yoksa bir emr-i sâbit olan hasýl-ý bilmasdardan inþikak etmez. Masdar kesbimizdir, katil ünvanýný da biz alýrýz. Hasýl-ý bilmasdar, Hakk'ýn mahlukudur. Mes'uliyeti iþmam eden birþey, hasýl-ý bilmasdardan müþtak kýlýnmaz.

 

_____________________

 

(Haþiye): Gâyet müdakkik âlimlere mahsus bir hakikattýr.

 

(Haþiye): Tereccuh ayrýdýr, tercih ayrýdýr, çok fark var.

 

sh: » (S: 494)

 

Yedincisi: Ýrade-i cüz'iye-i insâniye ve cüz'-i ihtiyariyesi çendan zaîftir, bir emr-i itibarîdir, fakat Cenâb-ý Hak ve Hakîm-i Mutlak, o zaîf cüz'î iradeyi, irade-i külliyesinin taallûkuna bir þart-ý âdi yapmýþtýr. Yâni mânen der: "Ey abdim! Ýhtiyarýnla hangi yolu istersen, seni o yolda götürürüm. Öyle ise mes'uliyet sana aittir!" Teþbihte hatâ olmasýn, sen bir iktidarsýz çocuðu omuzuna alsan, onu muhayyer býrakýp "Nereyi istersen seni oraya götüreceðim" desen, o çocuk yüksek bir daðý istedi, götürdün. Çocuk üþüdü yahut düþtü. Elbette "Sen istedin" diyerek itab edip üstünde bir tokat vuracaksýn. Ýþte Cenâb-ý Hak, Ahkem-ül Hâkimîn, nihayet za'fta olan abdin iradesini bir þart-ý âdi yapýp, irade-i külliyesi ona nazar eder.

 

Elhasýl: Ey insan! Senin elinde gâyet zaîf, fakat seyyiatta ve tahribatta eli gâyet uzun ve hasenatta eli gâyet kýsa, cüz'-i ihtiyârî namýnda bir iraden var. O iradenin bir eline duayý ver ki, silsile-i hasenatýn bir meyvesi olan Cennet'e eli yetiþsin ve bir çiçeði olan saadet-i ebediyeye eli uzansýn. Diðer eline istiðfarý ver ki, onun eli seyyiattan kýsalsýn ve o þecere-i mel'unenin bir meyvesi olan Zakkum-u Cehennem'e yetiþmesin. Demek dua ve tevekkül, meyelân-ý hayra büyük bir kuvvet verdiði gibi; istiðfar ve tevbe dahi, meyelân-ý þerri keser, tecavüzatýný kýrar.

 

ÜÇÜNCÜ MEBHAS: Kadere îmân, îmânýn erkânýndandýr. Yâni: "Herþey, Cenâb-ý Hakk'ýn takdiriyledir." Kadere delâil-i kat'iye o kadar çoktur ki, hadd ü hesaba gelmez. Biz, basit ve zâhir bir tarz ile þu rükn-ü îmânîyi, ne derece kuvvetli ve geniþ olduðunu, bir mukaddeme ile göstereceðiz.

 

Mukaddeme: Herþey vücudundan evvel ve vücudundan sonra yazýldýðýný وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍٍ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍٍ gibi, pekçok âyât-ý Kur'aniye tasrih ediyor ve þu kâinat denilen, kudretin Kur'an-ý kebirinin âyâtý dahi þu hükm-ü Kur'anîyi, nizâm ve mizan ve intizâm ve tasvir ve tezyin ve imtiyaz gibi âyât-ý tekviniyesiyle tasdik ediyor. Evet þu kâinat kitabýnýn manzum mektûbâtý ve mevzun âyâtý þehadet eder ki, herþey yazýlýdýr. Amma vücudundan evvel herþey mukadder ve yazýlý olduðuna delil, bütün mebâdi ve çekirdekler ve mekadîr ve Sûretler, birer þahiddir. Zira herbir tohum ve çekirdekler, "Kâf-Nun" tezgâhýndan çýkan birer lâtif sandukça

 

sh: » (S: 495)

 

dýr ki, kaderle tersim edilen bir fihristecik, ona tevdi edilmiþtir ki; kudret, o kaderin hendesesine göre zerratý istihdam edip, o tohumcuklar üstünde koca mu'cizât-ý kudreti bina ediyor. Demek bütün aðacýn baþýna gelecek bütün vâkýatý ile çekirdeðinde yazýlý hükmündedir. Zira tohumlar maddeten basittir, birbirinin aynýdýr, maddeten birþey yoktur.

 

Hem herþeyin miktar-ý muntâzamasý, kaderi vâzýhan gösterir. Evet hangi zîhayata bakýlsa görünüyor ki, gâyet hikmetli ve san'atlý bir kalýbdan çýkmýþ gibi, bir mikdar, bir þekil var ki; o mikdarý, o sûreti, o þekli almak ya hârika ve nihayet derecede eðri büðrü maddî bir kalýp bulunmalý veyahut kaderden gelen mevzun, ilmî bir kalýb-ý mânevî ile kudret-i ezeliye o Sûreti, o þekli biçip giydiriyor. Meselâ: Sen þu aðaca, þu hayvana dikkat ile bak ki; câmid, saðýr, kör, þuursuz, birbirinin misli olan zerreler, onun neþv ü nemasýnda hareket eder. Bâzý eðri büðrü hududlarda meyve ve faidelerin yerini tanýr görür, bilir gibi durur, tevakkuf eder. Sonra baþka bir yerde, büyük bir gayeyi tâkib eder gibi yolunu deðiþtirir. Demek kaderden gelen mikdar-ý mânevînin ve o mikdarýn emr-i mânevîsiyle zerreler hareket ederler. Mâdem maddî ve görünecek eþyada bu derece kaderin tecelliyatý var. Elbette eþyanýn mürur-u zamanla giydikleri Sûretler ve ettikleri harekât ile hasýl olan vaziyetler dahi, bir intizâm-ý kadere tâbidir.

 

Evet bir çekirdekte, hem bedihî olarak, irade ve evâmir-i tekviniyenin ünvaný olan "Kitab-ý Mübîn"den haber veren ve iþaret eden, hem nazarî olarak emir ve ilm-i Ýlâhînin bir ünvaný olan "Ýmam-ý Mübîn"den haber veren ve remzeden iki kader tecellisi var: Bedihî kader ise, o çekirdeðin tâzammun ettiði aðacýn, maddî keyfiyat ve vaziyetleri ve heyetleridir ki, sonra göz ile görünecek. Nazarî ise, o çekirdekte, ondan halkolunacak aðacýn müddet-i hayatýndaki geçireceði tavýrlar, vaziyetler, þekiller, hareketler, tesbihatlardýr ki, tarihçe-i hayat namýyla tâbir edilen vakit-bevakit deðiþen tavýrlar, vaziyetler, þekiller, fiiller; o aðacýn dallarý, yapraklarý gibi intizâmlý birer kaderî mikdarý vardýr. Mâdem en âdi ve basit eþyada böyle kaderin tecellisi var. Elbette umum eþyanýn vücudundan evvel yazýlý olduðunu ifade eder ve az bir dikkatle anlaþýlýr.

 

Þimdi, vücudundan sonra herþeyin sergüzeþt-i hayatý yazýldýðýna delil ise; âlemde "Kitab-ý Mübin" ve "Ýmam-ý Mübin"den haber veren bütün meyveler ve "Levh-i Mahfuz"dan haber veren ve iþaret eden insandaki bütün kuvve-i hâfýzalar birer þahiddir, birer emâredir. Evet herbir meyve, bütün aðacýn mukadderat-ý hayatý onun kalbi hük-

 

 

 

sh: » (S: 496)

 

münde olan çekirdeðinde yazýlýyor. Ýnsanýn sergüzeþt-i hayatýyla beraber kýsmen âlemin hâdisat-ý mâziyesi, kuvve-i hâfýzasýnda öyle bir Sûrette yazýlýyor ki; güya hardal küçüklüðünde bu kuvvecikte dest-i kudret, kalem-i kaderiyle insanýn sahife-i a'mâlinden küçük bir sened istinsah ederek, insanýn eline verip, dimaðýnýn cebine koymuþ. Tâ, muhasebe vaktinde onunla hatýrlatsýn. Hem tâ mutmain olsun ki; bu fena ve zeval herc ü mercinde beka için pek çok âyineler var ki, Kadîr-i Hakîm zâillerin hüviyetlerini onlarda tersim edip ibka ediyor. Hem beka için pek çok levhalar var ki, Hafîz-i Alîm fânilerin mânâlarýný onlarda yazýyor.

 

Elhasýl: Mâdem en basit ve en aþaðý derece-i hayat olan nebâtat hayatý, bu derece kaderin nizâmýna tabidir. Elbette en yüksek derece-i hayat olan hayat-ý insâniye, bütün teferruatýyla kaderin mikyasýyla çizilmiþtir ve kalemiyle yazýlýyor. Evet nasýl katreler, buluttan haber verir; reþhalar, su menbaýný gösterir; senedler, cüzdanlar, bir defter-i kebirin vücuduna iþaret ederler. Öyle de: Þu meþhudumuz olan, zîhayatlardaki intizâm-ý maddî olan bedihî kader ve intizâm-ý mânevî ve hayatý olan nazarî kaderin reþhalarý, katreleri, senedleri, cüzdanlarý hükmünde olan meyveler, nutfeler, tohumlar, çekirdekler, Sûretler, þekiller; bilbedâhe "Kitab-ý Mübin" denilen irade ve evâmir-i tekviniyenin defterini ve "Ýmam-ý Mübin" denilen ilm-i Ýlahînin bir divaný olan Levh-i Mahfuz'u gösterir.

 

Netice-i meram: Mâdem bilmüþahede görüyoruz ki, herbir zîhayatýn neþv ü nema zamanýnda, zerreleri eðribüðrü hududlara gider, durur. Zerreler yolunu deðiþtirir. O hududlarýn nihayetlerinde birer hikmet, birer faide, birer maslahatý semere verirler. Bilbedâhe o þeyin mikdar-ý sûrîsi, bir kader kalemiyle tersim edilmiþtir. Ýþte meþhud, bedihî kader, o zîhayatýn mânevî hâlâtýnda dahi bir kader kalemiyle çizilmiþ muntâzam meyvedâr hududlarý, nihayetleri var olduðunu gösterir. Kudret masdardýr, kader mistardýr. Kudret o maânî kitabýný, o mistar üstünde yazar. Mâdem maddî ve mânevî kader kalemiyle tersim edilmiþ müsmir hududlar, hikmetli nihayetler olduðunu kat'iyen anlýyoruz. Elbette herbir zîhayatýn müddet-i hayatýnda geçireceði ahvâl ve etvârý, o kaderin kalemiyle tersim edilmiþ. Çünki: Sergüzeþt-i hayatý, bir intizâm ve mizan ile cereyan ediyor. Sûretler deðiþtiriyor, þekiller alýyor. Mâdem böyle umum zîhayatta kalem-i kader hükümrandýr. Elbette âlemin en mükemmel meyvesi ve arzýn halifesi ve emanet-i kübrânýn hâ

 

 

 

sh: » (S: 497)

 

mili olan insanýn sergüzeþt-i hayatiyesi, herþeyden ziyade kaderin kanununa tâbidir.

 

Eðer dese: "Kader bizi böyle baðlamýþ. Hürriyetimizi selbetmiþtir. Ýnbisat ve cevelâna müþtak olan kalb ve ruh için kadere îmân bir aðýrlýk, bir sýkýntý vermiyor mu?"

 

Elcevab: Kat'â ve aslâ!.. Sýkýntý vermediði gibi, nihayetsiz bir hiffet, bir rahatlýk ve revh u reyhaný veren ve emn ü emaný temin eden bir sürur, bir nur veriyor. Çünki insan kadere îmân etmezse, küçük bir dairede cüz'î bir serbestiyet, muvakkat bir hürriyet içinde, dünya kadar aðýr bir yükü, bîçare ruhun omuzunda taþýmaya mecburdur. Çünki insan bütün kâinatla alâkadardýr. Nihayetsiz makasýd ve metâlibi var. Kudreti, iradesi, hürriyeti milyondan birisine kâfi gelmediði için, çektiði mânevî sýkýntý aðýrlýðý, ne kadar müdhiþ ve muvahhiþ olduðu anlaþýlýr. Ýþte kadere îmân, bütün o aðýrlýðý kaderin sefinesine atar, Kemâl-i rahat ile, ruh ve kalbin Kemâl-i hürriyetiyle Kemâlâtýnda serbest cevelanýna meydan veriyor. Yalnýz nefs-i emmârenin cüz'î hürriyetini selbeder ve firavuniyetini ve rubûbiyetini ve keyfemâyeþâ hareketini kýrar. Kadere îmân o kadar lezzetli, saadetlidir ki, târif edilmez. Yalnýz þu temsil ile o lezzete ve o saadete bir iþaret edeceðiz. Þöyle ki:

 

Ýki adam, bir padiþahýn payitahtýna giderler. O padiþahýn mahall-i garâib olan has sarayýna girerler. Biri, padiþahý bilmez; o yerde gasýbâne, sârýkane tavattun etmek ister. Fakat o bahçe, o sarayýn iktiza ettikleri idare ve tedbir ve varidat ve makinelerini iþlettirmek ve garib hayvanatýn erzakýný vermek gibi zahmetli külfetleri görür, mütemadiyen ýzdýrab çeker. O cennet gibi bahçe, baþýna bir cehennem gibi oluyor. Herþeye acýyor. Ýdare edemiyor. Teessüfle vaktini geçirir. Sonra da, o hýrsýz edebsiz adam, te'dib Sûretiyle hapse atýlýr. Ýkinci adam, padiþahý tanýr, padiþaha kendini misafir bilir. Bütün o bahçede, o sarayda olan iþler, bir nizâm-ý kanunla cereyan ettiðini, herþey bir proðramla, Kemâl-i sühuletle iþlediðini itikad eder. Zahmet ve külfetleri, padiþahýn kanununa býrakýp Kemâl-i safa ile o cennet-misâl bahçenin bütün lezzetlerinden istifade edip padiþahýn merhametine ve idare kanunlarýnýn güzelliðine istinaden herþeyi hoþ görür, Kemâl-i lezzet ve saadetle hayatýný geçirir. Ýþte مَنْ آمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ sýrrýný anla.

 

sh: » (S: 498)

 

DÖRDÜNCÜ MEBHAS: Eðer desen: "Birinci Mebhas'ta isbat ettin ki: Kaderin herþeyi güzeldir, hayýrdýr. Ondan gelen þer de hayýrdýr. Çirkinlik de güzeldir. Halbuki þu dâr-ý dünyadaki musibetler, beliyyeler, o hükmü cerhediyor."

 

Elcevab: Ey þiddet-i þefkatten þedid bir elemi hisseden nefsim ve arkadaþým! Vücud, hayr-ý mahz; adem, þerr-i mahz olduðuna; bütün mehâsin ve Kemâlâtýn vücuda rücuu ve bütün maâsi ve mesâib ve nekaisin esâsý adem olduðu, delildir. Mâdem adem þerr-i mahzdýr. Ademe müncer olan veya ademi iþmam eden hâlât dahi þerri tâzammun eder. Onun için, vücudun en parlak nuru olan hayat, ahvâl-i muhtelife içinde yuvarlanýp kuvvet buluyor. Mütebayin vaziyetlere girip tasaffi ediyor ve müteaddid keyfiyatý alýp, matlub semeratý veriyor ve müteaddid tavýrlara girip, Vâhib-i Hayat'ýn nukuþ-u Esmâsýný güzelce gösterir. Ýþte þu hakikattandýr ki, zîhayatlara âlâm ve mesâib ve meþakkat ve beliyyat Sûretinde Bâzý hâlât ârýz olur ki; o hâlât ile hayatlarýna envar-ý vücud teceddüd edip zulümat-ý adem tebâud ederek hayatlarý tasaffi ediyor. Zira tevakkuf, sükûnet, sükût, atâlet, istirahat, yeknesaklýk; keyfiyatta ve ahvâlde birer ademdir. Hattâ en büyük bir lezzet, yeknesaklýk içinde hiçe iner.

 

Elhasýl: Mâdem hayat, Esmâ-i hüsnânýn nukuþunu gösterir. Hayatýn baþýna gelen herþey hasendir. Meselâ: Gâyet zengin, nihayet derecede san'atkâr ve çok san'atlarda mâhir bir zât; âsâr-ý san'atýný, hem kýymetdar servetini göstermek için âdi bir miskin adamý, modellik vazifesini gördürmek için, bir ücrete mukabil bir saatte murassa', Mûsanna' yaptýðý gömleði giydirir, onun üstünde iþler ve vaziyetler verir, tebdil eder. Hem her nevi san'atýný göstermek için keser, deðiþtirir, uzaltýr, kýsaltýr. Acaba þu ücretli miskin adam o zâta dese: "Bana zahmet veriyorsun. Eðilip kalkmakla vaziyet veriyorsun, beni güzelleþtiren bu gömleði kesip kýsaltmakla güzelliðimi bozuyorsun" demeðe hak kazanabilir mi? "Merhametsizlik, insafsýzlýk ettin" diyebilir mi? Ýþte onun gibi Sâni'-i Zülcelâl, Fâtýr-ý Bîmisâl; zîhayata göz, kulak, akýl, kalb gibi havas ve letâif ile murassa olarak giydirdiði vücud gömleðini Esmâ-i hüsnânýn nakýþlarýný göstermek için çok hâlât içinde çevirir, çok vaziyetlerde deðiþtirir. Elemler, musibetler nev'inde olan keyfiyat; Bâzý Esmâsýnýn ahkâmýný göstermek için lemaât-ý hikmet içinde bâzý þuaat-ý rahmet ve o þuâât-ý rahmet içinde lâtif güzellikler vardýr.

 

 

 

sh: » (S: 499)

 

Hâtime

 

[Eski Said'in serkeþ, müftehir, maðrur, ucublu, riyâkâr nefsini susturan, teslime mecbur eden beþ fýkradýr.]

 

Birinci Fýkra: Mâdem eþya var ve san'atlýdýr. Elbette bir ustalarý var. Yirmiikinci Söz'de gâyet kat'î isbat edildiði gibi: Eðer herþey birinin olmazsa, o vakit herbir þey, bütün eþya kadar müþkil ve aðýr olur. Eðer herþey birinin olsa, o zaman bütün eþya, bir þey kadar âsân ve kolay olur. Mâdem zemin ve âsumâný birisi yapmýþ, yaratmýþ. Elbette o pek hikmetli ve çok san'atkâr zât, zemin ve âsumânýn meyveleri ve neticeleri ve gayeleri olan zîhayatlarý baþkalara býrakýp iþi bozmayacak. Baþka ellere teslim edip bütün hikmetli iþlerini abes etmeyecek, hiçe indirmeyecek, þükür ve ibâdetlerini baþkasýna vermeyecektir.

 

Ýkinci Fýkra: Sen ey maðrur nefsim! Üzüm aðacýna benzersin. Fahirlenme! Salkýmlarý o aðaç kendi takmamýþ, baþkasý onlarý ona takmýþ.

 

Üçüncü Fýkra: Sen ey riyâkâr nefsim! "Dine hizmet ettim" diye gururlanma. اِنَّ اللّهَ لَيُؤَيِّدُ هذَا الدِّينَ بِالرَّجُلِ الْفَاجِرِ sýrrýnca: Müzekkâ olmadýðýn için, belki sen kendini o recül-i fâcir bilmelisin. Hizmetini, ubûdiyetini; geçen ni'metlerin þükrü ve vazife-i fýtrat ve fariza-i hilkat ve netice-i san'at bil, ucb ve riyâ dan kurtul!.

 

Dördüncü Fýkra: Hakikat ilmini, hakikî hikmeti istersen; Cenâb-ý Hakk'ýn mârifetini kazan. Çünki bütün hakaik-i mevcûdât,

 

sh: » (S: 500)

 

Ýsm-i Hakk'ýn þuaatý ve Esmâsýnýn tezahüratý ve sýfâtýnýn tecelliyatýdýrlar. Maddî ve mânevî, cevherî, arazî herbir þeyin, herbir insanýn hakikatý, birer ismin nuruna dayanýr ve hakikatýna istinad eder. Yoksa hakikatsýz, ehemmiyetsiz bir Sûrettir. Yirminci Söz'ün âhirinde, þu sýrra dair bir nebze bahsi geçmiþtir. Ey nefis! Eðer þu dünya hayatýna müþtaksan, mevtten kaçarsan kat'iyen bil ki: Hayat zannettiðin hâlât, yalnýz bulunduðun dakikadýr. O dakikadan evvel bütün zamanýn ve o zaman içindeki eþya-i dünyeviye, o dakikada meyyittir, ölmüþtür. O dakikadan sonra bütün zamanýn ve onun mazrûfu, o dakikada ademdir, hiçtir. Demek güvendiðin hayat-ý maddiye, yalnýz bir dakikadýr. Hattâ bir kýsým ehl-i tedkik, "Bir âþiredir belki bir ân-ý seyyaledir" demiþler. Ýþte þu sýrdandýr ki; Bâzý ehl-i velâyet, dünyanýn dünya cihetiyle ademine hükmetmiþler. Mâdem böyledir, hayat-ý maddiye-i nefsiyeyi býrak. Kalb ve ruh ve sýrrýn derece-i hayatlarýna çýk, bak; ne kadar geniþ bir daire-i hayatlarý var. Senin için meyyit olan mâzi, müstakbel; onlar için «hayydýr», hayatdar ve mevcûddur. Ey nefsim! Mâdem öyledir, sen dahi kalbim gibi aðla ve baðýr ve de ki: "Fâniyim, fâni olaný istemem. Âcizim, âciz olaný istemem. Ruhumu Rahman'a teslim eyledim, gayr istemem. Ýsterim, fakat bir yâr-ý bâki isterim. Zerreyim, fakat bir Þems-i Sermed isterim. Hiç-ender-hiçim, fakat bu mevcûdâtý birden isterim."

 

Beþinci Fýkra: Þu fýkra, Arabî geldiði için Arabî yazýldý. Hem þu fýkra-i Arabiye, "Allahü Ekber" zikrinde otuzüç mertebe-i tefekkürden bir mertebeye iþarettir.

 

اَللَّهُ اَكْبَرُ اِذْ هُوَ الْقَدِيرُ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ الْكَرِيمُ اَلرَّحِيمُ الْجَمِيلُ النَّقَّاشُ اْلاَزَلِىُّ الَّذِى مَا حَقِيقَةُ هذِهِ الْكَائِنَاتُ كُلاًّ وَ جُزْءً وَ صَحَائِفَ وَ طَبَقَاتٍ وَ مَا هَقَائِقُ هذِهِ الْمَوْجُودَاتِ كُلِّيًَّا وَ جُزْئِيًّا وَ وُجُودًا وَ بَقَاءً اِلاَّ خُطُوطُ قَلَمِ قَضَائِهِ وَ قَدَرِهِ وَ تَنْظِيمِهِ وَ تَقْدِيرِهِ بِعِلْمٍ وَ حِكْمَةٍ وَ نُقُوشُ بَرْكَارِ عِلْمِهِ وَ حِكْمَتِهِ

 

sh: » (S: 501)

 

وَ تَصْوِيرِهِ وَ تَدْبيرِهِ بِصُنْعٍ وَ عِنَايَتٍ وَ تَزْيِنَاتُ يَدِ بَيْضَاءِ صُنْعِهِ وَ عِنَايَتِهِ وَ تَزْيِينِهِ وَ تَنْوِرِهِ بِلُطْفٍ وَ كَرَمٍ وَ اَزَاهِيرُ لَطَاءِفِ لُطْفِهِ وَ كَرَمِهِ وَ تَوَدُّدِهِ وَ تَعَرُّفِهِ بِرَحْمَةٍ وَ نِعْمَةٍ وَ ثَمَرَاتُ فَيَّاضِ رَحْمَتِهِ وَ نِعْمَتِهِ وَ تَرَحُّمِهِ وَ تَحَنُّنِهِ بِجَمَالِ وَ كَمَالِ وَ لَمَعَاتِ تَجَلِّيَاتِ جَمَالِهِ وَ كَمَالِهِ بِشَهَادَةِ تَفَانِيَةِ الْمَرَايَا وَ سَيَّالِيَّةِ الْمَظَاهِرِ مَعَ بَقَاءِ الْجَمَالِ الْمُجَرَّدِ السَّرْمَدِىِّ الدَّاءِمِ التَّجَلّيوَ الظُّهُورِ عَلَى مَرِّالْفُصُولِ وَ الْعُصُورِ وَ الدُّهُورِ وَ الدَّاءِمِ اْلاَنْعَامِ عَلَى مَرِّ اْلاَنَامِ وَ اْلاَيَّامِ وَ اْلاَعْوَامِ نَعَم فَالاَثَرُ الْمُكَمَّلُُ يَدُلُّ لِذِى عَقْلٍ عَلَى الْفِعْلِ الْمُكَمَّلِ ثُمَّ الْفِعْلُ الْمُكَمَّلُ يَدُلُّ لِذِى فَهْمٍ عَلَى اْلاِسْمِ الْمُكَمَّلِ ثُمَّ اْلاِسْمُ الْمُكَمَّلُ يَدُلُّ بِالْبَدَاهَةِ عَلَى الْوَصْفِ الْمُكَمَّلِ ثُمَّ الْوَصْفُ الْمُكَمَّلُ يَدُلُّ بِااضَّرُورَةِ عَلَى الشَّاْنِِ الْمُكَمَّلِ ثُمَّ الشَّاْنُ الْمُكَمَّلُ يَدُلُّ بِالْيَقِينِ عَلَى كَمَالِ الذَّاتِ بِمَا يَلِيقُ بِالذَّاتِ وَ هُوَ الْحَقُّ الْيَقِينِ. نَعَمْ تَفَانِى الْمِرْآتِ: زَوَالُ الْمَوْجُودَاتِ مَعَ التَّجَلِّى الدَّاءِمِ مَعَ الْفَيْضِ الْمُلاَزِمِ مِنْ اَظْهَرِ الظَّوَاهِرِ اَنَّ الْجَمَالَ الظَّاهِرَ لَيْسَ مُلْكَ الْمَظَاهِرِ: مِنْ افْصَحِ تِبْيَانٍ مِنْ اَوْضَحِ.. بُرْهَانٍ لِلْجَمَالِ الْمُجَرَّدِ لِْلاِحْسَانِ الْمُجَدَّدِ.. لِلْوَاجِبِ الْوُجُودِ.. لِلْ بَاقِى الْوَدُدِ.. اَللّهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ مِنَ اْلاَزَلِ اِلَى اْلاَبَدِ عَدَدَ مَا فِى عِلْمِ اللّهِ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ وَ سَلِّمْ

 

 

 

* * *

 

 

 

sh: » (S:502)

 

 

 

Zeyl

 

 

 

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

 

 

 

[bu küçücük zeylin büyük bir ehemmiyeti var. Herkese menfaatlidir.]

 

Cenâb-ý Hakk'a vasýl olacak tarîkler pek çoktur. Bütün hak tarîkler Kur'andan alýnmýþtýr. Fakat tarîkatlarýn bâzýsý, bâzýsýndan daha kýsa, daha selâmetli, daha umumiyetli oluyor. O tarîkler içinde, kasýr fehmimle Kur'andan istifade ettiðim "Acz ve fakr ve þefkat ve tefekkür" tarîkýdýr. Evet acz dahi, aþk gibi belki daha eslem bir tarîktir ki; ubûdiyet tarîkýyla mahbubiyete kadar gider. Fakr dahi, Rahman ismine îsal eder. Hem þefkat dahi aþk gibi, belki daha keskin ve daha geniþ bir tarîktir ki Rahîm ismine îsal eder. Hem tefekkür dahi aþk gibi, belki daha zengin, daha parlak, daha geniþ bir tarîktir ki, Hakîm ismine îsal eder. Þu tarîk, hafî tarîkler misillü, "Letâif-i Aþere" gibi on hatve deðil ve tarîk-ý cehriye gibi "Nüfus-u Seb'a" yedi mertebeye atýlan adýmlar deðil, belki "Dört Hatve"den ibarettir. Tarîkattan ziyade hakikattýr, þeriattýr. Yanlýþ anlaþýlmasýn: Acz ve fakr ve kusurunu, Cenâb-ý Hakk'a karþý görmek demektir. Yoksa onlarý yapmak veya halka göstermek demek deðildir. Þu kýsa tarîkýn evrâdý: Ýttiba-ý sünnettir, feraizi iþlemek, kebâiri terketmektir. Ve bilhassa namazý ta'dil-i erkân ile kýlmak, namazýn arkasýndaki tesbihatý yapmaktýr.

 

Birinci Hatveye: فَلاَ تُزَكّوُا اَنْفُسَكُمْ âyeti iþaret ediyor.

 

sh: » (S: 503)

 

Ýkinci Hatveye: وَلاَ تَكُونُوا كَالَّذِينَ نَسُوا اللّهَ فَاََنْسَيهُمْ اَنْفُسَهُمْ âyeti iþaret ediyor.

 

Üçüncü Hatveye: مَا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّهِ وَمَا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ âyeti iþaret ediyor.

 

Dördüncü Hatveye: كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ âyeti iþaret ediyor. Þu dört hatvenin kýsa bir izahý þudur ki:

 

Birinci Hatvede: فَلاَ تُزَكّوُا اَنْفُسَكُمْ âyeti iþaret ettiði gibi: Tezkiye-i nefs etmemek. Zira insan, cibilliyeti ve fýtratý hasebiyle nefsini sever. Belki evvelâ ve bizzât yalnýz zâtýný sever, baþka herþeyi nefsine fedâ eder. Mâbud'a lâyýk bir tarzda nefsini medheder. Mâbud'a lâyýk bir tenzih ile nefsini meâyibden tenzih ve tebrie eder. Elden geldiði kadar kusurlarý kendine lâyýk görmez ve kabûl etmez. Nefsine perestiþ eder tarzýnda þiddetle müdafaa eder. Hattâ fýtratýnda tevdi edilen ve Mâbud-u Hakikî'nin hamd ve tesbihi için ona verilen cihazat ve istidadý, kendi nefsine sarfederek مَنِ اتَّخَذَ اِلَهَهُ هَوَيهُ sýrrýna mazhar olur. Kendini görür, kendine güvenir, kendini beðenir. Ýþte þu mertebede, þu hatvede tezkiyesi, tathiri: Onu tezkiye etmemek, tebrie etmemektir.

 

Ýkinci Hatvede: وَلاَ تَكُونُوا كَالَّذِينَ نَسُوا اللّهَ فَاََنْسَيهُمْ اَنْفُسَهُمْ dersini verdiði gibi: Kendini unutmuþ, kendinden haberi yok. Mevti düþünse, baþkasýna verir. Fena ve zevali görse, kendine almaz ve külfet ve hizmet makamýnda nefsini unutmak, fakat ahz-ý ücret ve

 

sh: » (S: 504)

 

istifade-i huzuzat makamýnda nefsini düþünmek, þiddetle iltizâm etmek, nefs-i emmârenin muktezasýdýr. Þu makamda tezkiyesi, tathiri, terbiyesi; þu hâletin aksidir. Yâni nisyan-ý nefs içinde nisyan etmemek. Yâni huzuzat ve ihtirasatta unutmak ve mevtte ve hizmette düþünmek...

 

Üçüncü Hatvede: مَا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّهِ وَمَا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ dersini verdiði gibi: Nefsin muktezasý, daima iyiliði kendinden bilip fahr ve ucbe girer. Bu hatvede: Nefsinde yalnýz kusuru ve naksý ve aczi ve fakrý görüp; bütün mehâsin ve Kemâlâtýný, Fâtýr-ý Zülcelâl tarafýndan ona ihsan edilmiþ nimetler olduðunu anlayýp, fahr yerinde þükür ve temeddüh yerinde hamdetmektir. Þu mertebede tezkiyesi, قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّيَهَا sýrrýyla þudur ki: Kemâlini Kemâlsizlikte, kudretini aczde, gýnasýný fakrda bilmektir.

 

Dördüncü Hatvede: كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ dersini verdiði gibi: Nefs, kendini serbest ve müstakil ve bizzât mevcûd bilir. Ondan bir nevi rubûbiyet dâva eder. Mâbuduna karþý adavetkârane bir isyaný taþýr. Ýþte gelecek þu hakikatý derketmekle ondan kurtulur. Hakikat þöyledir ki: Herþey nefsinde mânâ-yý ismiyle fânidir, mefkuddur, hâdistir, madumdur. Fakat mânâ-yý harfiyle ve Sâni'-i Zülcelâl'in Esmâsýna âyinedârlýk cihetiyle ve vazifedârlýk itibariyle þâhiddir, meþhuddur, vâciddir, mevcûddur. Þu makamda tezkiyesi ve tathiri þudur ki: Vücudunda adem, ademinde vücudu vardýr. Yâni kendini bilse, vücud verse; kâinat kadar bir zulümat-ý adem içindedir. Yâni vücud-u þahsîsine güvenip Mûcid-i Hakikî'den gaflet etse; yýldýz böceði gibi bir þahsî ziya-yý vücudu, nihayetsiz zulümat-ý adem ve firaklar içinde bulunur, boðulur. Fakat enaniyeti býrakýp, bizzât nefsi hiç olduðunu ve Mûcid-i Hakikî'nin bir âyine-i tecellisi bulunduðunu gördüðü vakit, bütün mevcûdâtý ve nihayetsiz bir vücudu kazanýr. Zira bütün mevcûdât, Esmâsýnýn cilvelerine mazhar olan Zât-ý Vâcib-ül Vücud'u bulan, herþeyi bulur.

 

sh: » (S:505)

 

Hâtime

 

Þu acz, fakr, þefkat, tefekkür tarîkýndaki dört hatvenin izahatý; hakikatýn ilmine, þeriatýn hakikatýna, Kur'anýn hikmetine dair olan yirmialtý aded Sözler'de geçmiþtir. Yalnýz þurada bir-iki noktaya kýsa bir iþaret edeceðiz. Þöyle ki:

 

Evet þu tarîk daha kýsadýr. Çünki dört hatvedir. Acz, elini nefisten çekse, doðrudan doðruya Kadîr-i Zülcelâl'e verir. Halbuki en keskin tarîk olan aþk, nefisten elini çeker, fakat mâþuk-u mecâzîye yapýþýr. Onun zevalini bulduktan sonra Mahbub-u Hakikî'ye gider. Hem þu tarîk daha eslemdir. Çünki nefsin þatahat ve bâlâ-pervazane dâvalarý bulunmaz. Çünki acz ve fakr ve kusurdan baþka nefsinde bulmuyor ki, haddinden fazla geçsin. Hem, bu tarîk daha umumî ve cadde-i kübrâdýr. Çünki kâinatý ehl-i vahdet-ül vücud gibi, huzur-u daimî kazanmak için idama mahkûm zannedip, "Lâ mevcûde illâ Hû" hükmetmeye veyahut ehl-i vahdet-üþ þuhud gibi, huzur-u daimî için kâinatý nisyan-ý mutlak hapsinde hapse mahkûm tahayyül edip, "Lâ meþhude illâ Hû" demeye mecbur olmuyor. Belki idamdan ve hapisten gâyet zâhir olarak Kur'an afvettiðinden, o da sarf-ý nazar edip ve mevcûdâtý kendileri hesabýna hizmetten azlederek Fâtýr-ý Zülcelâl hesabýna istihdam edip, Esmâ-i hüsnâsýnýn mazhariyet ve âyinedârlýk vazifesinde istimal ederek mânâ-yý harfî nazarýyla onlara bakýp, mutlak gafletten kurtulup huzur-u daimîye girmektir; herþeyde Cenâb-ý Hakk'a bir yol bulmaktýr.

 

Elhasýl: Mevcûdâtý mevcûdât hesabýna hizmetten azlederek, mânâ-yý ismiyle bakmamaktýr...

 

 

 

* * *

 

 

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

Gast
Dieses Thema wurde nun für weitere Antworten gesperrt.
×
×
  • Neu erstellen...