el-dumano Geschrieben 26. September 2006 Teilen Geschrieben 26. September 2006 10.Söz Haþir Bahsi ÝHTAR: Þu risalelerde teþbih ve temsilleri, hikâyeler suretinde yazdýðýmýn sebebi; hem teshil, hem hakaik-i Ýslâmiye ne kadar makul, mütenasib, muhkem, mütesanid olduðunu göstermektir. Hikâyelerin manalarý, sonlarýndaki hakikatlerdir. Kinaiyat kabilinden yalnýz onlara delalet ederler. Demek, hayalî hikâyeler deðil, doðru hakikatlerdir. "Þimdi bak Allah'ýn rahmet eserlerine: Yeryüzünü ölümünün ardýndan nasýl diriltiyor? Bunu yapan, elbette ölüleri de öylece diriltecektir; O herseye hakkýyla kadirdir." Rum Suresi, 30:50 Birader, haþir ve âhireti basit ve avam lisanýyla ve vâzýh bir tarzda beyanýný ister isen, öyle ise þu temsilî hikâyeciðe nefsimle beraber bak, dinle: Bir zaman iki adam, Cennet gibi güzel bir memlekete (þu dünyaya iþarettir) gidiyorlar. Bakarlar ki: Herkes ev, hane, dükkân kapýlarýný açýk býrakýp muhafazasýna dikkat etmiyorlar. Mal ve para, meydanda sahibsiz kalýr. O adamlardan birisi, her istediði þeye elini uzatýp, ya çalýyor, ya gasbediyor. Hevesine tebaiyet edip her nevi zulmü, sefaheti irtikâb ediyor. Ahali de ona çok iliþmiyorlar. Diðer arkadaþý ona dedi ki: "Ne yapýyorsun? Ceza çekeceksin; beni de belaya sokacaksýn. Bu mallar mîrî malýdýr. Bu ahali çoluk çocuðuyla asker olmuþlar veya memur olmuþlar. Þu iþlerde sivil olarak istihdam ediliyorlar. Onun için sana çok iliþmiyorlar. Fakat intizam þediddir. Padiþahýn her yerde telefonu var ve memurlarý bulunur. Çabuk git, dehalet et" dedi. Fakat o sersem inad edip dedi: "Yok, mîrî malý deðil, belki vakýf malýdýr, sahibsizdir. Herkes istediði gibi tasarruf edebilir. Bu güzel þeylerden istifadeyi men'edecek hiçbir sebeb görmüyorum. Gözümle görmezsem inanmayacaðým" dedi. Hem feylesofane çok safsatiyatý söyledi. Ýkisi arasýnda ciddî bir münazara baþladý. Evvelâ o sersem dedi: "Padiþah kimdir? Tanýmam." Sonra arkadaþý ona cevaben: "Bir köy muhtarsýz olmaz. Bir iðne ustasýz olmaz, sahibsiz olamaz. Bir harf kâtibsiz olamaz, biliyorsun. Nasýl oluyor ki, nihayet derecede muntazam þu memleket hâkimsiz olur? Ve bu kadar çok servet ki, her saatte bir þimendifer [glow=red,2,400](Haþiye)[/glow] gaibden gelir gibi kýymettar, musanna' mallarla dolu gelir. Burada dökülüyor gidiyor. Nasýl sahibsiz olur? Ve her yerde görünen ilânnameler ve beyannameler ve her mal üstünde görünen turra ve sikkeler, damgalar ve her köþesinde sallanan bayraklar nasýl mâliksiz olabilir? Sen anlaþýlýyor ki, bir parça firengî okumuþsun. Bu Ýslâm yazýlarýný okuyamýyorsun. Hem de bilenden sormuyorsun. Ýþte gel, en büyük fermaný sana okuyacaðým." O sersem döndü dedi: "Haydi padiþah var; fakat benim cüz'î istifadem ona ne zarar verebilir. Hazinesinden ne noksan eder? Hem burada hapis mapis yoktur, ceza görünmüyor." Arkadaþý ona cevaben dedi: "Yahu þu görünen memleket bir manevra meydanýdýr. Hem sanayi-i garibe-i sultaniyenin meþheridir. Hem muvakkat temelsiz misafirhaneleridir. Görmüyor musun ki, her gün bir kafile gelir, biri gider, kaybolur. Daima dolar boþanýr. Bir zaman sonra þu memleket tebdil edilecek. Bu ahali baþka ve daimî bir memlekete nakledilecek. Orada herkes hizmetine mukabil ya ceza, ya mükâfat görecek." dedi. Yine o hain sersem, temerrüd edip: "Ýnanmam. Hiç mümkün müdür (Haþiye): Seneye iþarettir. Evet bahar, mahzen-i erzak bir vagondur, gaibden gelir.ki, bu memleket harab edilsin; baþka bir memlekete göç etsin." dedi. Bunun üzerine emin arkadaþý dedi: "Madem bu derece inad ve temerrüd edersin. Gel, hadd ü hesabý olmayan delail içinde Oniki Suret ile sana göstereceðim ki: Bir mahkeme-i kübra var, bir dâr-ý mükâfat ve ihsan ve bir dâr-ý mücazat ve zindan var ve bu memleket her gün bir derece boþandýðý gibi, bir gün gelir ki, bütün bütün boþanýp harab edilecek. Birinci Suret: Hiç mümkün müdür ki: Bir saltanat, bâhusus böyle muhteþem bir saltanat, hüsn-ü hizmet eden mutilere mükâfatý ve isyan edenlere mücazatý bulunmasýn. Burada yok hükmündedir. Demek baþka yerde bir mahkeme-i kübra vardýr. Ýkinci Suret: Bu gidiþata, icraata bak! Nasýl en fakir, en zaîften tut, tâ herkese mükemmel, mükellef erzak veriliyor; kimsesiz hastalara çok güzel bakýlýyor. Hem gayet kýymetdar ve þahane taamlar, kaplar, murassa niþanlar, müzeyyen elbiseler, muhteþem ziyafetler vardýr. Bak senin gibi sersemlerden baþka, herkes vazifesine gayet dikkat eder. Kimse zerrece haddinden tecavüz etmez. En büyük þahýs, en büyük bir itaatle mütevaziyane bir havf ve heybet altýnda hizmet eder. Demek þu saltanat sahibinin pek büyük bir keremi, pek geniþ bir merhameti var. Hem pek büyük izzeti, pek celalli bir haysiyeti, namusu vardýr. Halbuki kerem ise, in'am etmek ister. Merhamet ise, ihsansýz olamaz. Ýzzet ise gayret ister. Haysiyet ve namus ise, edebsizlerin te'dibini ister. Halbuki þu memlekette o merhamet, o namusa lâyýk binden biri yapýlmýyor. Zalim izzetinde, mazlum zilletinde kalýp buradan göçüp gidiyorlar.Demek bir mahkeme-i kübraya býrakýlýyor. Üçüncü Suret: Bak ne kadar âlî bir hikmet, bir intizamla iþler dönüyor. Hem ne kadar hakikî bir adalet, bir mizanla muameleler görülüyor. Halbuki hikmet-i hükûmet ise, saltanatýn cenah-ý himayesine iltica eden mültecilerin taltifini ister. Adalet ise, raiyetin hukukunun muhafazasýný ister; tâ hükûmetin haysiyeti, saltanatýn haþmeti muhafaza edilsin. Halbuki þu yerlerde o hikmete, o adalete lâyýk binden biri icra edilmiyor. Senin gibi sersemler, çoðu ceza görmeden buradan göçüp gidiyorlar.Demek bir mahkeme-i kübraya býrakýlýyor... Dördüncü Suret: Bak hadd ü hesaba gelmeyen þu sergilerde olan misilsiz mücevherat, þu sofralarda olan emsalsiz mat'umat gösteriyorlar ki: Bu yerlerin padiþahýnýn hadsiz bir sehaveti, hesabsýz dolu hazineleri vardýr. Halbuki böyle bir sehavet ve tükenmez hazineler, daimî ve istenilen her þey içinde bulunur bir dâr-ý ziyafet ister. Hem ister ki, o ziyafetten telezzüz edenler orada devam etsinler. Tâ zeval ve firak ile elem çekmesinler. Çünki zeval-i elem, lezzet olduðu gibi, zeval-i lezzet dahi elemdir. Bu sergilere bak! Ve þu ilânlara dikkat et! Ve bu dellâllara kulak ver ki, mu'ciznüma bir padiþahýn antika san'atlarýný teþkil ve teþhir ediyorlar. Kemalâtýný gösteriyorlar. Misilsiz cemal-i manevîsini beyan ediyorlar. Hüsn-ü mahfîsinin letaifinden bahsediyorlar. Demek onun pek mühim, hayret verici kemalât ve cemal-i manevîsi vardýr. Gizli, kusursuz kemal ise; takdir edici, istihsan edici, mâþâallah deyip müþahede edicilerin baþlarýnda teþhir ister. Mahfî, nazirsiz cemal ise; görünmek ve görmek ister. Yani, kendi cemalini iki vecihle görmek: Biri, muhtelif âyinelerde bizzât müþahede etmek. Diðeri, müþtak seyirci ve mütehayyir istihsan edicilerin müþahedesi ile müþahede etmek ister. Hem görmek, hem görünmek, hem daimî müþahede, hem ebedî iþhad ister. Hem o daimî cemal, müþtak seyirci ve istihsan edicilerin devam-ý vücudlarýný ister. Çünki daimî bir cemal, zâil müþtaka razý olamaz. Zira dönmemek üzere zevale mahkûm olan bir seyirci, zevalin tasavvuruyla muhabbeti adavete döner, hayret ve hürmeti tahkire meyleder. Çünki insan, bilmediði ve yetiþmediði þeye düþmandýr. Halbuki þu misafirhanelerden herkes çabuk gidip, kayboluyor. O kemal ve o cemalin bir ýþýðýný belki zayýf bir gölgesini, bir anda bakýp doymadan gidiyor.Demek bir seyrangâh-ý daimîye gidiliyor... Beþinci Suret: Bak bu iþler içinde görünüyor ki, o misilsiz zâtýn pek büyük bir þefkati vardýr. Çünki her musibetzedenin imdadýna koþturuyor. Her suale ve matluba cevab veriyor. Hattâ bak, en edna bir hacet, en edna bir raiyetten görse, þefkatle kaza ediyor. Bir çobanýn bir koyunu, bir ayaðý incinse, ya merhem, ya baytar gönderiyor. Gel gidelim, þu adada büyük bir içtima var. Bütün memleket eþrafý orada toplanmýþlar. Bak, pek büyük bir niþaný taþýyan bir yaver-i ekrem bir nutuk okuyor. O þefkatli padiþahýndan bir þeyler istiyor. Bütün ahali: "Evet, evet biz de istiyoruz" diyorlar. Onu tasdik ve teyid ediyorlar. Þimdi dinle, bu padiþahýn sevgilisi diyor ki: "Ey bizi nimetleriyle perverde eden sultanýmýz! Bize gösterdiðin nümunelerin ve gölgelerin asýllarýný, menba'larýný göster. Ve bizi makarr-ý saltanatýna celbet. Bizi bu çöllerde mahvettirme. Bizi huzuruna al. Bize merhamet et. Burada bize tattýrdýðýn leziz nimetlerini orada yedir. Bizi zeval ve teb'îd ile tazib etme. Sana müþtak ve müteþekkir þu muti raiyetini baþý boþ býrakýp i'dam etme." diyor ve pek çok yalvarýyor. Sen de iþitiyorsun. Acaba bu kadar þefkatli ve kudretli bir padiþah, hiç mümkün müdür ki; en edna bir adamýn en edna bir meramýný ehemmiyetle yerine getirsin, en sevgili bir yaver-i ekreminin en güzel bir maksudunu yerine getirmesin? Halbuki o sevgilinin maksudu, umumun da maksududur. Hem padiþahýn marzîsi, hem merhamet ve adaletinin muktezasýdýr. Hem ona rahattýr, aðýr deðil. Bu misafirhanelerdeki muvakkat nüzhetgâhlar kadar aðýr gelmez. Madem nümunelerini göstermek için beþ-altý gün seyrangâhlara bu kadar masraf ediyor, bu memleketi kurdu. Elbette hakikî hazinelerini, kemalâtýný, hünerlerini makarr-ý saltanatýnda öyle bir tarzda gösterecek, öyle seyrangâhlar açacak ki, akýllarý hayrette býrakacak.Demek bu meydan-ý imtihanda olanlar, baþý boþ deðiller; saadet saraylarý ve zindanlar onlarý bekliyorlar... Altýncý Suret: Ýþte gel bak, bu muhteþem þimendiferler, tayyareler, techizatlar, depolar, sergiler, icraatlar gösteriyorlar ki, perde arkasýnda pek muhteþem bir saltanat vardýr, [glow=red,2,400](Haþiye)[/glow] hükmediyor. Böyle (Haþiye): Meselâ: Nasýl þu zamanda manevra meydanýnda harb usûlünde, "Silâh al, süngü tak" emriyle koca bir ordu baþtan baþa dikenli bir meþegâha benzediði gibi; her bir bayram gününde resm-i geçit için: "Formalarýnýzý takýp, niþanlarýnýzý asýnýz" emrine karþý ordugâh, seraser rengârenk çiçek açmýþ müzeyyen bir bahçeyi temsil ettiði misillü; öyle de rûy-i zemin meydanýnda, Sultan-ý Ezelî'nin nihayetsiz enva'-ý cünudundan melek ve cinn ve ins ve hayvanlar gibi þuursuz nebatat taifesi dahi, hýfz-ý hayat cihadýnda Emr-i – : "Müdafaa için silâhlarýnýzý ve cihazatýnýzý takýnýz" emr-i Ýlahîyi aldýklarý vakit, zemin baþtan aþaðýya bütün ondaki dikenli aðaçlar ve nebatlar süngücüklerini taktýklarý zaman, aynen süngülerini takmýþ muhteþem bir ordugâha benziyor. Hem baharýn herbir günü, herbir haftasý, birer taife-i nebatatýn birer bayramý hükmünde olduðu için, herbir taifesi dahi kendi Sultanýnýn o taifeye ihsan ettiði güzel hediyeleri teþhir için ona taktýðý murassa niþanlarý birer resm-i geçit tarzýnda o Sultan-ý Ezelî'nin nazar-ý þuhud ve iþhadýna arzettiðinden ve öyle bir vaziyet gösterdiðinden, bütün nebatat ve eþcar güya "San'at-ý Rabbaniye murassaatýný ve çiçek ve meyve denilen fýtrat-ý Ýlahiyenin niþanlarýný takýnýz, çiçekler açýnýz" emr-i Rabbaniyeyi dinliyorlar ki, rûy-i zemin dahi gayet muhteþem bir bayram gününde, þahane resm-i geçitte, sürmeli formalarý ve murassa niþanlarý parlayan bir ordugâhý temsil ediyor. Ýþte þu derece hikmetli ve intizamlý teçhizat ve tezyinat; elbette nihayetsiz kadîr bir sultanýn, nihayet derecede hakîm bir hâkimin emriyle olduðunu kör olmayanlara gösterir. bir saltanat, kendisine lâyýk bir raiyet ister. Halbuki görüyorsun, bütün raiyet bu misafirhanede toplanmýþlar. Misafirhane ise her gün dolar, boþanýr. Hem bütün raiyet manevra için bu meydan-ý imtihanda bulunuyorlar. Meydan ise, her saat tebdil ediliyor. Hem bütün raiyet, padiþahýn kýymettar ihsanatýnýn nümunelerini ve hârika san'atlarýnýn antikalarýný sergilerde temaþa etmek için þu teþhirgâhta birkaç dakika durup seyrediyorlar. Meþher ise, her dakika tahavvül ediyor. Giden gelmez, gelen gider. Ýþte bu hal, þu vaziyet kat'î gösteriyor ki: Þu misafirhane ve þu meydan ve þu meþherlerin arkasýnda daimî saraylar, müstemir meskenler, þu nümunelerin ve suretlerin hâlis ve yüksek asýllarýyla dolu bað ve hazineler vardýr. Demek burada çabalamak onlar içindir. Þurada çalýþtýrýr, orada ücret verir. Herkesin istidadýna göre orada bir saadeti var... Yedinci Suret: Gel, bir parça gezelim. Þu medenî ahali içinde ne var, ne yok görelim. Ýþte bak! Her yerde, her köþede, müteaddid fotoðraflar kurulmuþ, suret alýyorlar. Bak, her yerde müteaddid kâtibler oturmuþlar, bir þeyler yazýyorlar. Her þeyi kaydediyorlar. En ehemmiyetsiz bir hizmeti, en âdi bir vukuatý zabtediyorlar. Hâ, þu yüksek daðda padiþaha mahsus bir büyük fotoðraf kurulmuþ ki [glow=red,2,400](Haþiye); [/glow] bütün bu yerlerde ne cereyan eder, suretini alýyorlar. Demek o zât emretmiþ ki; mülkünde cereyan eden bütün muamele ve iþler zabtedilsin. Demek oluyor (Haþiye): Þu suretin iþaret ettiði manalarýn bir kýsmý Yedinci Hakikat'te beyan edilmiþ. Yalnýz burada padiþaha mahsus bir büyük fotoðraf iþareti ve hakikatý "Levh-i Mahfuz" demektir. Levh-i Mahfuz'un tahakkuk-u vücudu Yirmialtýncý Söz'de þöyle isbat edilmiþ ki: Nasýl küçük küçük cüzdanlar, büyük bir kütüðün vücudunu ihsas eder ve küçük küçük senedler, bir defter-i kebirin bulunduðunu iþ'ar eder ve küçük kesretli tereþþuhatlar, büyük bir su menbaýný iþmam eder. Aynen öyle de: Küçük küçük cüzdanlar hükmünde; hem birer küçük Levh-i Mahfuz manasýnda; hem büyük Levh-i Mahfuz'u yazan kalemden tereþþuh eden küçük küçük noktalar suretinde olan benî-beþerin kuvve-i hâfýzalarý, aðaçlarýn meyveleri, meyvelerin çekirdekleri, tohumlarý; elbette bir hâfýza-i kübrayý, bir defter-i ekberi, bir levh-i mahfuz-u a'zamý ihsas eder, iþ'ar eder ve isbat eder. Belki keskin akýllara gösterir.ki; o zât-ý muazzam bütün hâdisatý kaydettirir, suretini alýr. Ýþte þu dikkatli hýfz ve muhafaza, elbette bir muhasebe içindir. Þimdi, en âdi raiyetin en âdi muamelelerini ihmal etmeyen bir Hâkim-i Hafîz, hiç mümkün müdür ki raiyetin en büyüklerinden en büyük amellerini muhafaza etmesin, muhasebe etmesin, mükâfat ve mücazat vermesin. Halbuki o zâtýn izzetine ve gayretine dokunacak ve þe'n-i merhameti hiç kabul etmeyecek muameleler, o büyüklerden sudûr ediyor. Burada cezaya çarpmýyor.Demek, bir mahkeme-i kübraya býrakýlýyor... Sekizinci Suret: Gel, ondan gelen bu fermanlarý sana okuyacaðým. Bak, mükerrer va'dediyor ve þiddetli tehdid ediyor ki: "Sizleri oradan alýp, makarr-ý saltanatýma getireceðim ve mutileri mes'ud, âsileri mahbus edeceðim. O muvakkat yeri harab edip, müebbed saraylarý, zindanlarý havi diðer bir memleket kuracaðým." Hem o va'd ettiði þeyler, ona gayet rahattýr. Raiyetine, gayet mühimdir. Va'dinde hulf ise, izzet-i iktidarýna gayet zýddýr. Ýþte bak ey sersem! Sen yalancý vehmini, hezeyancý aklýný, aldatýcý nefsini tasdik ediyorsun. Ve hiçbir veçhile hulf ve hilafa mecburiyeti olmayan ve hiçbir cihetle hilaf haysiyetine yakýþmayan ve bütün görünen iþler sýdkýna þehadet eden bir zâtý tekzib ediyorsun. Elbette büyük bir cezaya müstehak olursun. Misalin þuna benzer ki: Bir yolcu, güneþin ziyasýndan gözünü kapýyor, hayaline bakýyor; vehmi, bir yýldýz böceði gibi kafa fenerinin ýþýðýyla dehþetli yolunu tenvir etmek istiyor. Madem va'd etmiþ, yapacaktýr. Halbuki îfasý ona çok rahat ve bize ve herþeye ve ona ve saltanatýna pek çok lâzýmdýr.Demek bir mahkeme-i kübra, bir saadet-i uzma vardýr. Dokuzuncu Suret: Þimdi gel! Bu dairelerin ve cemaatlerin bazý rüesalarýna ki, [glow=red,2,400](Haþiye)[/glow] her biri bizzât padiþahla görüþecek hususî birer telefonu var. Hem bazý onun huzuruna çýkmýþlar. Ne diyorlar bak: Bunlar ittifakla ihbar ediyorlar ki: O zât, mükâfat ve mücazat için pek muhteþem ve dehþetli bir yer ihzar etmiþ. Gayet kavî va'd ve þiddetli tehdid ediyor. Hem onun izzet ve celaleti hiç bir vecihle hulf-ül va'de tenezzül edip, tezellülü kabul etmez. Halbuki o muhbirler hem tevatür (Haþiye): Þu suretin isbat ettiði manalar Sekizinci Hakikat'te görünecek. Meselâ, dairelerin reisleri þu temsilde enbiya ve evliyaya iþarettir. Ve telefon ise, ma'kes-i vahy ve mazhar-ý ilham olan kalbden uzanan bir nisbet-i Rabbaniyedir ki, kalb o telefonun baþýdýr ve kulaðý hükmündedir. derecesinde çok, hem icma' kuvvetinde bir ittifakla haber veriyorlar ki: Þu bazý âsârý görünen saltanat-ý azîmenin medarý ve makarrý, buradan uzak bir baþka memlekettedir ve þu meydan-ý imtihanda binalar muvakkattýrlar. Sonra daimî saraylara tebdil edilecek. Bu yerler deðiþecekler. Çünki eserleriyle azameti anlaþýlan þu muhteþem, zevalsiz saltanat; böyle geçici, devamsýz, bîkarar, ehemmiyetsiz, mütegayyir, bekasýz, nâkýs, tekemmülsüz umûrlar üzerinde kurulmaz, durulmaz... Demek ona lâyýk, daimî, müstekar, zevalsiz, müstemir, mükemmel, muhteþem umûrlar üzerinde duruyor.Demek bir diyar-ý âher var; elbette o makarra gidilecektir... Onuncu Suret: Gel, bugün nevruz-u sultanîdir. (Haþiye)Bir tebeddülat olacak, acib iþler çýkacak. Þu baharýn þu güzel gününde, þu güzel çiçekli olan þu yeþil sahraya gidip bir seyran ederiz. Ýþte bak! Ahali de bu tarafa geliyorlar. Bak bir sihir var. O binalar birden harab oldular, baþka bir þekil aldý. Bak, bir mu'cize var. O harab olan binalar, birden burada yapýldý. Âdeta bu hâlî bir çöl, bir medenî þehir oldu. Bak, sinema perdeleri gibi her saat baþka bir âlem gösterir, baþka bir þekil alýr. Buna dikkat et ki; o kadar karýþýk, sür'atli, kesretli, hakikî perdeler içinde ne kadar mükemmel bir intizam vardýr ki, herþey yerli yerine konuluyor. Hayalî sinema perdeleri dahi, bunun kadar muntazam olamaz. Milyonlar mahir sihirbazlar dahi, bu san'atlarý yapamazlar. Demek, bize görünmeyen o padiþahýn çok büyük mu'cizeleri vardýr. Ey sersem! Sen diyorsun: "Nasýl bu koca memleket tahrib edilip, baþka yere kurulacak? " Ýþte görüyorsun ki: Her saat, senin aklýn kabul etmediði o tebdil-i diyar gibi çok inkýlablar, tebdiller oluyor. Þu toplanmak, daðýlmak ve þu hallerden anlaþýlýyor ki: Bu görünen sür'atli içtimalar, daðýlmalar, teþkiller, tahribler içinde baþka bir maksad var. Bir saatlik içtima için on sene kadar masraf yapýlýyor. Demek bu vaziyetler (Haþiye): Bu suretin remzini Dokuzuncu Hakikat'te göreceksin. Meselâ: Nevruz günü, bahar mevsimine iþarettir. Çiçekli yeþil sahra ise, bahar mevsimindeki rûy-i zemindir. Deðiþen perdeler, manzaralar ise, fasl-ý baharýn ibtidasýndan, yazýn intihasýna kadar Sâni'-i Kadîr-i Zülcelal'in, Fâtýr-ý Hakîm-i Zülcemal'in kemal-i intizam ile deðiþtirdiði ve kemal-i rahmet ile tazelendirdiði ve birbiri arkasýnda gönderdiði mevcudat-ý bahariye tabakatýna ve masnuat-ý sayfiye taifelerine ve erzak-ý hayvaniye ve insaniyeye medar olan mat'umata iþarettir. maksud-u bizzât deðiller. Bir temsildir, bir takliddirler. O zât mu'cize ile yapýyor. Tâ suretleri alýnýp terkib edilsin ve neticeleri hýfzedilip yazýlsýn. -Nasýlki, manevra meydan-ý imtihanýnýn herþeyi kaydediliyordu ve yazýlýyordu.- Demek, bir mecma-ý ekberde muamele, bunlar üzerine devam edip dönecek. Hem bir meþher-i a'zamda daimî gösterilecek. Demek þu geçici, kararsýz vaziyetler; sabit suretler, bâki meyveler veriyorlar.Demek bu ihtifalât; bir saadet-i uzma, bir mahkeme-i kübra, bilmediðimiz ulvî gayeler içindir... Onbirinci Suret: Gel, ey muannid arkadaþ! Bir tayyareye, ya þarka veya garba yani mazi ve müstakbele giden bir þimendifere binelim. Þu mu'cizekâr zâtýn, sair yerlerde ne çeþit mu'cizeler gösterdiðini görelim. Ýþte bak, gördüðümüz menzil ve meydan ve meþher gibi acaibler, her tarafta bulunuyor. Lâkin san'atça, suretçe birbirinden ayrýdýrlar. Fakat buna iyi dikkat et ki: O sebatsýz menzillerde, o devamsýz meydanlarda, o bekasýz meþherlerde; ne kadar bahir bir hikmetin intizamatý, ne derece zahir bir inayetin iþaratý, ne mertebe âlî bir adaletin emaratý, ne derece vâsi' bir merhametin semeratý görünüyor. Basiretsiz olmayan herkes yakînen anlar ki: Onun hikmetinden daha ekmel bir hikmet ve inayetinden daha ecmel bir inayet ve merhametinden daha eþmel bir merhamet ve adaletinden daha ecell bir adalet olamaz ve tasavvur edilemez. Eðer faraza tevehhüm ettiðin gibi, daire-i memleketinde daimî menziller, âlî mekânlar, sabit makamlar, bâki meskenler, mukim ahali, mes'ud raiyeti bulunmazsa; þu hikmet, inayet, merhamet, adaletin hakikatlarýna þu bekasýz memleket mazhar olamadýðý malûm ve onlara mazhar olacak, baþka yerde de bulunmazsa; o vakit gündüz ortasýnda güneþin ýþýðýný gördüðümüz halde güneþi inkâr etmek derecesinde bir ahmaklýkla, þu gözümüz önündeki hikmeti inkâr etmek ve þu müþahede ettiðimiz inayeti inkâr etmek ve þu gördüðümüz merhameti inkâr etmek ve þu pek kuvvetli emaratý, iþaratý görünen adaleti inkâr etmek lâzýmgelir. Hem bu gördüðümüz icraat-ý hakîmane ve ef'al-i kerimane ve ihsanat-ý rahîmanenin sahibini; -hâþâ sümme hâþâ!- sefih bir oyuncu, gaddar bir zalim olduðunu kabul etmek lâzýmgelir. Bu ise, hakikatlerin zýdlarýna inkýlabýdýr. Halbuki inkýlab-ý hakaik, bütün ehl-i aklýn ittifakýyla muhaldir, mümkün deðildir. Yalnýz, herþeyin vücudunu inkâr eden Sofestaî eblehler hariçtir. Demek, bu diyardan baþka bir diyar vardýr. Onda bir mahkeme-i kübra, bir ma'dele-i ulya, bir mekreme-i uzma vardýr ki; tâ þu merhamet ve hikmet ve inayet ve adalet tamamen tezahür etsinler... Onikinci Suret: Gel þimdi döneceðiz. Þu cemaatlerin reisleriyle ve zabitleriyle görüþeceðiz ve techizatlarýna bakacaðýz ki; o techizat, yalnýz o meydandaki kýsa bir müddet içinde geçinmek için mi verilmiþtir? Yahut baþka yerde uzun bir saadet hayatý tahsil etmek için mi verilmiþtir? Görelim. Herkese ve her techizata bakamayýz. Fakat nümune için þu zabitin cüzdan ve defterine bakacaðýz: Bu cüzdanda zabitin rütbesi, maaþý, vazifesi, matlubatý, düstur-u harekâtý vardýr. Bak, bu rütbe birkaç günlük için deðil; pek uzun bir zaman için verilebilir. "Þu maaþý hazine-i hassadan filan tarihte alacaksýn" yazýlýdýr. Halbuki o tarih, çok zaman sonra ve bu meydan kapandýktan sonra gelir. Þu vazife ise; þu muvakkat meydana göre deðil, belki padiþahýn kurbünde daimî bir saadeti kazanmak için verilmiþtir. Þu matlubat ise, birkaç günlük bu misafirhanede geçinmek için olamaz. Belki uzun ve mes'udane bir hayat için olabilir. Þu düstur ise, bütün bütün açýða verir ki; cüzdan sahibi baþka yere namzeddir, baþka âleme çalýþýr. Bak þu defterlerde, âletler techizatýnýn suret-i istimali ve mes'uliyetler vardýr. Halbuki eðer yalnýz bu meydandan baþka âlî, daimî bir yer bulunmazsa; þu muhkem defter, o kat'î cüzdan, bütün bütün manasýz olur. Hem þu muhterem zabit ve mükerrem kumandan ve muazzez reis; bütün ahaliden aþaðý, herkesten daha bedbaht, daha bîçare, daha zelil, daha musibetli, daha fakir, daha zayýf bir derekeye düþer. Ýþte buna kýyas et. Hangi þeye dikkat etsen þehadet eder ki: Bu fâniden sonra bir bâki var... Ey arkadaþ! Demek, bu muvakkat memleket bir tarla hükmündedir. Bir talimgâhtýr, bir pazardýr. Elbette arkasýnda bir mahkeme-i kübra, bir saadet-i uzma gelecektir. Eðer bunu inkâr etsen; bütün zabitlerdeki cüzdanlarý, defterleri techizatlarý, düsturlarý belki þu memleketteki bütün intizamatý, hattâ hükûmeti inkâr etmeðe mecbur olursun ve bütün vaki' olan icraatýn vücudunu tekzib etmek lâzýmgelir. O vakit sana, insan ve zîþuur denilmez. Sofestaîlerden daha akýlsýz olursun. Sakýn zannetme; tebdil-i memleket delilleri bu "Oniki Suret"e münhasýrdýr. Belki hadd ü hesaba gelmez emareler, deliller var ki: Þu kararsýz mütegayyir memleket; zevalsiz, müstekar bir memlekete tahvil edilecektir. Hem hadd ü hesaba gelmez iþaretler, alâmetler var ki: Bu ahali, þu muvakkat misafirhanelerden alýnacak, saltanatýn makarr-ý daimîsine gönderilecek.Bâhusus, gel sana "Oniki Suret" kuvvetinden daha kuvvetli bir bürhan daha göstereceðim. Ýþte gel bak, þu uzaktaki görünen cemaat-ý azîme içinde, evvel adada gördüðümüz büyük niþan sahibi Yaver-i Ekrem bir tebligatta bulunuyor. Gidelim, dinleyelim. Bak o parlak yaver-i ekrem, bak o yüksekte ta'lik edilmiþ ferman-ý a'zamý ahaliye bildiriyor ve diyor ki: "Hazýrlanýnýz; baþka, daimî bir memlekete gideceksiniz. Öyle bir memleket ki, bu memleket ona nisbeten bir zindan hükmündedir. Padiþahýmýzýn makarr-ý saltanatýna gidip merhametine, ihsanlarýna mazhar olacaksýnýz. Eðer güzelce bu fermaný dinleyip itaat etseniz... Yoksa isyan edip dinlemezseniz, müdhiþ zindanlara atýlacaksýnýz." gibi tebligatta bulunuyor. Sen de görüyorsun ki; o ferman-ý a'zamda öyle i'cazkâr bir turra var ki, hiçbir veçhile kabil-i taklid deðil. Senin gibi sersemlerden baþka herkes; o ferman, padiþahýn fermaný olduðunu kat'î bilir ve o parlak yaver-i ekremde öyle niþanlar var ki, senin gibi körlerden baþka herkes o zâtý, padiþahýn pek doðru tercüman-ý evamiri olduðunu yakînen anlar. Acaba o yaver-i ekrem o ferman-ý a'zamla beraber bütün kuvvetiyle dava edip teblið ettikleri þu tebdil-i memleket mes'elesi, hiç kabil midir ki itiraz kabul etsin. Evet kabil deðil! Ýllâ ki, bütün bu gördüðümüz her þeyi inkâr edesin... Þimdi ey arkadaþ!. Söz senindir, söyle. Ne diyorsan de! - Ben ne diyeceðim, daha buna karþý bir þey denebilir mi? Gündüz ortasýnda güneþe karþý söz söylenir mi? Yalnýz derim ki: Elhamdülillah, yüzbin defa þükür olsun ki; vehim ve heva tahakkümünden, nefis ve heves esaretinden kurtulup, daimî hapis ve zindandan halâs oldum ve inandým ki: Bu karmakarýþýk, kararsýz misafirhanelerden baþka ve kurb-u þahanede bir diyar-ý saadet vardýr; biz de ona namzediz... Ýþte haþir ve âhiretten kinaye ve ibaret olan þu hikâye-i temsiliye burada tamam oldu. Þimdi tevfik-ý Ýlahî ile hakikat-ý ulyaya geçeceðiz. Geçmiþ "Oniki Suret"e mukabil "Oniki mütesanid Hakikat" ile bir "Mukaddime" beyan edeceðiz. Link zu diesem Kommentar Auf anderen Seiten teilen Mehr Optionen zum Teilen...
Webmaster Geschrieben 8. April 2008 Teilen Geschrieben 8. April 2008 Mukaddime Birkaç iþâretle baþka yerlerde yâni Yirmiikinci, Ondokuzuncu, Yirmialtýncý Sözlerde îzah edilen birkaç mes'eleye iþâret ederiz. BÝRÝNCÝ ÝÞARET: Hikâyedeki sersem adamýn o emin arkadaþýyla,'' Üç Hakikatlarý'' var. Birincisi: Nefs-i emmârem ile kalbimdir. Ýkincisi: Felsefe þâkirdleriyle, Kur'an-ý Hakîm tilmizleridir. Üçüncüsü: Ümmet-i Ýslâmiye ile millet-i küfriyedir. Felsefe þâkirdleri ve millet-i küfriye ve nefs-i Emmârenin en müdhiþ dâlâleti, Cenâb-ý Hakk'ý tanýmamaktadýr. Hikâyede nasýl emin adam demiþti: "Bir harf kâtibsiz olmaz, bir kanun hâkimsiz olmaz." Biz de deriz: Nasýlki bir kitab, bâhusus öyle bir kitab ki; her kelimesi içinde küçük kalemle bir kitab yazýlmýþ, her harfi içinde ince kalem ile muntâzam bir kaside yazýlmýþ. Kâtibsiz olmak, son derece muhaldir. Öyle de þu kâinat nakkaþsýz olmak, son derece muhal-ender muhaldir. Zîra bu kâinat öyle bir kitabdýr ki, her sahifesi çok kitablarý tâzammun eder. Hattâ her kelimesi içinde bir kitab vardýr. Her bir harfi içinde bir kaside vardýr. Yeryüzü bir sahifedir. Ne kadar kitab içinde var. Bir aðaç bir kelimedir, ne kadar sahifesi vardýr. Bir meyve bir harf; bir çekirdek, bir noktadýr. O noktada koca bir aðacýn proðramý, fihristesi var. Ýþte böyle bir kitab, evsaf-ý Celâl ve Cemâle, nihayetsiz kudret ve hikmete mâlik bir Zât-ý Zülcelâl'in nakþ-ý kalem-i kudreti olabilir. Demek âlemin þuhûdiyle, bu imân lâzým gelir. Ýllâ ki, dalâletten sarhoþ olmuþ ola... Hem nasýlki bir hâne ustasýz olmaz. Bâhusus öyle bir hâne ki; hârika san'atlarla, acîb nakýþlarla, garib zînetlerle tezyin edilmiþ. Hattâ herbir taþýnda, bir saray kadar san'at dercedilmiþ. Ustasýz olmak, hiçbir akýl kabûl edemez, gâyet mâhir bir san'atkâr ister. Bâhusus o saray içinde sinema perdeleri gibi her saatte hakikî sh: » (S: 62) menziller teþkil edilip, kemâl-i intizâmla elbise deðiþtirdiði gibi deðiþtiriyor. Hattâ herbir hakikî perde içinde, müteaddid küçük küçük menziller icadediliyor. Öyle de þu kâinat nihayetsiz hakîm, alîm, kadîr bir sâni' ister. Çünki þu muhteþem kâinat öyle bir saraydýr ki: Ay, Güneþ lâmbalarý; yýldýzlar, mumlarý; zaman, bir ip, bir þerittir ki, o Sâni'-i Zülcelâl her sene bir baþka âlemi ona takýp, gösteriyor. O taktýðý âlemin içinde üçyüzaltmýþ tarzda muntâzam Sûretlerini tecdîd ediyor. Kemâl-i intizâmla ve hikmetle deðiþtiriyor. Yeryüzünü bir sofra-i nimet yapmýþ ki, her bahar mevsiminde, üçyüzbin enva'-ý masnûatýyla tezyin ediyor. Had ve hesaba gelmez enva'-ý ihsanatýyla dolduruyor. Öyle bir tarzda ki, nihayet ihtilât içinde ve karýþmýþ olduklarý halde, nihayet derecede imtiyaz ve farkla birbirlerinden ayrýlýyor. Baþka cihetleri buna kýyas et... Nasýl, böyle bir sarayýn Sâni'inden gaflet edilebilir? Hem nasýlki bulutsuz, gündüz ortasýnda, Güneþin deniz yüzünde bütün kabarcýklar üstünde ve karada bütün parlak þeylerde ve kar'ýn bütün parçalarýnda cilvesi göründüðü ve aksi müþahede edildiði halde Güneþi inkâr etmek, ne derece acib bir divânelik hezeyanýdýr. Çünki O vakit birtek Güneþi inkâr ve kabûl etmemekle; katarat sayýsýnca, kabarcýklar mikdarýnca, parçalar adedince, hakikî ve bil'asâle güneþcikleri kabûl etmek lâzýmgeliyor. Her zerrecikte (ki ancak bir zerre sýkýþabildiði halde) koca bir Güneþin hakikatýný içinde kabûl etmek lâzým geldiði gibi, aynen öyle de: Þu sýravâri içinde her zaman hikmetle deðiþen ve düzgünlük içinde her vakit tazelenen þu muntâzam kâinatý görüp, Hâlîk-ý Zülcelâl'i evsaf-ý Kemâliyle tasdik etmemek, ondan daha berbat bir dalâlet divaneliðidir, bir mecnunluk hezeyanýdýr. Zira herþeyde, hattâ herbir zerrede bir Ulûhiyet-i Mutlaka kabûl etmek lâzýmdýr. Çünki Meselâ havanýn herbir zerresi; herbir çiçek ile herbir meyveye, herbir yapraða girer ve iþleyebilir. Ýþte þu zerre, eðer memur olmazsa, bütün girebildiði ve iþlediði masnularýn tarz-ý teþkilâtýný ve Sûretlerini ve heyetlerini bilmek lâzýmdýr, Tâ içinde iþleyebilsin. Demek muhit bir ilim ve kudrete mâlik olmalý ki, böyle yapsýn. Meselâ, toprakta herbir zerresi kabildir ki, muhtelif bütün tohumlar ve çekirdeklere medâr ve menþe olsun. Eðer memur olmazsa, lâzým geliyor ki: Otlar ve aðaçlar adedince mânevî cihazat ve makineleri tâzammun etsin. Veyahut onlarýn bütün tarz-ý teþkilatýný bilir, yapar, bütün onlara giydirilen Sûretleri tanýr, dikebilir bir sh: » (S: 63) san'at ve kudret vermek lâzýmgelir. Daha sâir mevcûdâtý da kýyas et. Tâ anlayacaksýn ki:Her þey'de âþîkâre, vahdâniyyetin çok delilleri var. Evet bir þeyden her þey'i yapmak ve herþey'i birtek þey yapmak, herþey'in hâlýkýna has bir iþtir. وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ fermân-ý zîþânýna dikkat et. Demek Vâhid-i Ehadý kabûl etmemek ile, mevcûdat adedince ilâhlarý kabûl etmek lâzýmgelir. ÝKÝNCÝ ÝÞARET: Hikâyede bir Yaver-i Ekremden bahsedilmiþ ve denilmiþ ki: Kör olmayan herkes O'nun niþanlarýný görmekle anlar ki: O Zât, pâdiþahýn emriyle hareket eder ve O'nun has bendesidir. Ýþte o Yaver-i Ekrem, Resul-i Ekrem'dir (Aleyhissalâtü Vesselâm). Evet þöyle müzeyyen bir kâinatýn, öyle mukaddes bir Sâniine böyle bir Resul-i Ekrem, ýþýk þemse lüzumu derecesinde elzemdir. Çünki Nasýl Güneþ, ziya vermeksizin mümkün deðildir. Öyle de Ulûhiyyet de, Peygamberleri göndermekle kendini göstermeksizin mümkün deðildir. Hem hiç mümkün olur mu ki, nihayet kemâlde olan bir cemâl; gösterici ve târif edici bir vasýta ile kendini göstermek istemesin? Hem mümkün olur mu ki; gâyet cemâlde bir Kemâl-i san'at, onun üzerine enzar-ý dikkati celbeden bir dellâl vasýtasýyla teþhir istemesin? Hem hiç mümkün olur mu ki; bir Rubûbiyyet-i âmmenin saltanat-ý külliyyesi, kesret ve cüz'iyyat tabakatýnda vahdâniyyet ve samedâniyyetini, zülcenaheyn bir meb'us vasýtasýyla ilânýný istemesin! Yâni O Zât, ubûdiyyet-i külliyye cihetiyle kesret tabakatýnýn dergâh-ý Ýlâhiyye elçisi olduðu gibi, kurbiyyet ve Risâlet cihetiyle dergâh-ý Ýlâhînin kesret tabakatýna memurudur. Hem hiç mümkün olur mu ki; nihayet derecede bir hüsn-ü zâtî sahibi, cemâlinin mehâsinini ve hüsnünün letâifini âyinelerde görmek ve göstermek istemesin! Yâni bir habib resûl vasýtasýyla ki; hem habibdir, ubûdiyyetiyle kendini O'na sevdirir, âyinedârlýk eder. Hem resuldür; Onu mahlukatýna sevdirir, Cemâl-iEsmâsýný gösterir. Hem hiç mümkün olur mu ki; acib mu'cizelerle, garib ve kýymettar þeylerle dolu hazineler sahibi, sarraf bir târif edici ve sh: » (S: 64) vassaf bir teþhir edici vasýtasýyla enzâr-ý halka arz ve baþlarýnda izhar etmekle, gizli kemâlâtýný Beyân etmek irade etmesin ve istemesin? Hem mümkün olur mu ki; bu kâinatý bütün esmâsýnýn kemâlâtýný ifade eden masnuatla tezyin ederek seyir için garib ve ince san'atlarla süslenilmiþ bir saraya benzetsin de, rehber bir muallim tâyin etmesin? Hem hiç mümkün olur mu ki; bu kâinatýn sahibi, þu kâinatýn tahavvülâtýndaki maksad ve gaye ne olacaðýný, müþ'ir-i týlsým-ý muðlâkýný, hem mevcûdâtýn "Nereden? Nereye? Necisin?" Üç suâl-i müþkilin muammasýný bir elçi vasýtasýyla açtýrmasýn! Hem hiç mümkün olur mu ki; bu güzel masnuât ile kendini zîþuura tanýttýran ve kýymetli nimetler ile kendini sevdiren Sâni'-i Zülcelâl; onun mukabilinde zîþuurdan marziyyatý ve arzularý ne olduðunu bir elçi vasýtasýyla bildirmesin! Hem hiç mümkün olur mu ki; nev-i insaný, þuurca kesrete mübtelâ, istidadca ubûdiyyet-i külliyyeye müheyya Sûretinde yaratýp, muallim bir rehber vasýtasýyla onlarý kesretten vahdete yüzlerini çevirmek istemesin! Daha bunlar gibi çok vezaif-i Nübüvvet var ki, herbiri bir bürhân-ý kat'îdir ki: Ulûhiyyet, Risâletsiz olamaz... Þimdi acaba âlemde Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'dan -Beyân olunan evsaf ve vezaife- daha ehil ve daha câmi' kim zuhur etmiþ? Ve rütbe-i Risâlete ve vazife-i tebliðe O'ndan daha elyak, daha evfak hiç zaman göstermiþ midir? Hâyýr, aslâ ve kat'â!. Belki O, bütün resullerin seyyididir, bütün Enbiyanýn imamýdýr, bütün Asfiyanýn serveridir, bütün mukarrebînin akrebidir, bütün mahlukatýn ekmelidir, bütün mürþidlerin sultanýdýr. Evet ehl-i tahkikatýn ittifakýyla, Þakk-ý Kamer ve parmaklarýndan su akmasý gibi bine bâlið mu'cizâtýndan had ve hesaba gelmez delâil-i nübüvvetinden baþka, Kur'an-ý Azîmüþþan gibi bir bahr-ý hakaik ve kýrk vecihle mu'cize olan mu'cize-i kübrâ, Güneþ gibi Risâletini göstermeðe kâfidir. Baþka risalelerde ve bilhassa Yirmibeþinci Söz'de Kur'anýn kýrka karîb vücûh-u i'câzýndan bahsettiðimizden burada kýsa kesiyoruz. ÜÇÜNCÜ ÝÞARET: Hatýra gelmesin ki: Bu küçücük insanýn ne ehemmiyeti var ki, bu azîm dünya onun muhasebe-i a'mâli için kapansýn, baþka bir daire açýlsýn? Çünki Bu küçücük insan, câmiiyet-i fýtrat itibariyle þu mevcûdat içinde bir ustabaþý ve bir sh: » (S: 65) dellâl-ý saltanat-ý Ýlahiyye ve bir ubudiyyet-i külliyyeye mazhar olduðundan büyük ehemmiyeti vardýr. Hem hatýra gelmesin ki: Kýsacýk bir ömürde nasýl ebedî bir azaba müstehak olur? Zira küfür; þu mektûbât-ý Sâmedâniyye derecesinde ve kýymetinde olan kâinatý mânâsýz, gayesiz bir derekeye düþürdüðü için, bütün kâinata karþý bir tahkir olduðu gibi; bu mevcûdâtta cilveleri, nakýþlarý görünen bütün Esmâ-i Kudsiyye-i Ýlâhiyyeyi inkâr ile red ve Cenâb-ý Hakk'ýn hakkaniyyet ve sýdkýný gösteren gayr-ý mütenahî bütün delillerini tekzib olduðundan nihayetsiz bir cinâyettir. Nihayetsiz cinâyet ise, nihayetsiz azabý îcab eder... DÖRDÜNCÜ ÝÞARET: Nasýlki hikâyede Oniki Sûretle gördük ki: Hiçbir cihetle mümkün deðil; öyle bir pâdiþahýn, öyle muvakkat misafirhane gibi bir memleketi bulunsun da, müstekar ve haþmetine mazhar ve saltanat-ý uzmâsýna medâr diðer daimî bir memleketi bulunmasýn... Öyle de hiçbir vecihle mümkün deðil ki; bu fâni âlemin bâki Hâlýk'ý, bunu îcad etsin de, bâki bir âlemi îcad etmesin? Hem mümkün deðil: Þu bedi' ve zâil kâinatýn sermedî Sânii bunu halk etsin de, müstekar ve daimî diðer bir kâinatý icad etmesin? Hem mümkün deðil: Bu meþher ve meydan-ý imtihan ve tarla hükmünde olan dünyanýn Hakîm ve Kadîr ve Rahîm olan Fâtýr'ý onu yaratsýn, onun bütün gayelerine mazhar olan Dâr-ý Âhireti halk etmesin? Bu hakikata "Oniki kapý" ile girilir. "ONÝKÝ HAKÝKAT" ile o kapýlar açýlýr. En kýsa ve basitten baþlarýz: BÝRÝNCÝ HAKÝKAT: Bâb-ý Rububiyyet ve Saltanattýr ki, Ýsm-i Rabb'in cilvesidir. Hiç mümkün müdür ki: Þe'n-i Rububiyyet ve Saltanat-ý Uluhiyyet, bâhusus böyle bir kâinatý, Kemâlâtýný göstermek için gâyet âlî gayeler ve yüksek maksadlar ile îcâd etsin, onun gayât ve makasýdýna karþý îmân ve ubudiyyetle mukabele eden mü'minlere mükâfatý bulunmasýn. Ve o makasýdý red ve tahkir ile mukabele eden ehl-i dalâlete mücâzat etmesin? ÝKÝNCÝ HAKÝKAT: Bâb-ý Kerem ve Rahmettir ki, Kerim ve Rahîm isminin cilvesidir. Hiç mümkün müdür ki: Gösterdiði âsâr ile nihayetsiz bir kerem ve nihayetsiz bir rahmet ve nihayetsiz bir izzet ve nihayetsiz bir gayret sahibi olan þu âlemin Rabbi; kerem ve rahmetine lâyýk mükâfat, izzet ve gayretine þayeste mücâzatta bulunmasýn. Evet þu dünya gidiþatýna bakýlsa görülüyor ki; en âciz, En zaîften tut sh: » (S: 66) (Haþiye-1) tâ en kavîye kadar her canlýya lâyýk bir rýzýk veriliyor. En zaîf, en âcize en iyi rýzýk veriliyor. Her dertliye ummadýðý yerden derman yetiþtiriliyor. Öyle ulvî bir keremle ziyafetler, ikramlar olunuyor ki, nihayetsiz bir kerem eli içinde iþlediðini bedâheten gösteriyor. Meselâ, bahar mevsiminde cennet hûrileri tarzýnda bütün aðaçlarý sündüs-misâl libaslar ile giydirip, çiçek ve meyvelerin murassaatýyla süslendirip hizmetkâr ederek onlarýn lâtif elleri olan dallarýyla, çeþit çeþit en tatlý, en Mûsannâ meyveleri bize takdim etmek; hem zehirli bir sineðin eliyle þifalý en tatlý balý bize yedirmek; hem en güzel ve yumuþak bir libasý elsiz bir böceðin eliyle bize giydirmek; hem rahmetin büyük bir hazinesini küçük bir çekirdek içinde bizim için saklamak; ne kadar cemil bir kerem, ne kadar lâtif bir rahmet eseri olduðu bedâheten anlaþýlýr. Hem insan ve Bâzý canavarlardan baþka, Güneþ ve Ay ve Arz'dan tut, tâ en küçük mahluka kadar herþey Kemâl-i dikkatle vazifesine çalýþmasý, zerrece haddinden tecavüz etmemesi, bir azîm heybet tahtýnda umumî bir itaat bulunmasý; büyük bir celâl ve izzet sahibinin emriyle hareket ettiklerini gösteriyor. Hem gerek nebatî ve gerek hayvanî ve gerek insanî bütün validelerin o rahîm þefkatleriyle (Haþiye-2) ve süt gibi o lâtif gýda ile o âciz ve zaîf yavrularýn terbiyesi, ne kadar geniþ bir rahmetin cilvesi iþlediði bedâheten anlaþýlýr. Bu âlemin mutasarrýfýnýn mâdem nihayetsiz böyle bir keremi, nihayetsiz böyle bir rahmeti, nihayetsiz öyle bir celâl ve izzeti vardýr. Nihayetsiz celâl ve izzet, edebsizlerin tedibini ister. Nihayetsiz kerem, nihayetsiz ikram ister, nihayetsiz rahmet; kendine lâyýk _________________________ (Haþiye-1): Rýzk-ý helâl, iktidar ile alýnmadýðýna, belki iftikara binaen verildiðine delil-i kat'î: Ýktidarsýz yavrularýn hüsn-ü maiþeti ve muktedir canavarlarýn dîk-ý maiþeti; hem zekâvetsiz balýklarýn semizliði ve zekâvetli, hileli tilki ve maymunun derd-i maiþetle vücudça zaîfliðidir. Demek rýzýk, iktidar ve ihtiyar ile mâ'kûsen mütenâsibdir. Ne derece iktidar ve ihtiyarýna güvense, o derece derd-i maiþete mübtelâ olur. (Haþiye-2): Evet aç bir arslan, zaîf bir yavrusunu kendi nefsine tercih ederek, elde ettiði bir eti yemeyip yavrusuna vermesi; hem korkak tavuk, yavrusunu himaye için ite, arslana saldýrmasý; hem incir aðacý kendi çamur yiyerek yavrusu olan meyvelerine hâlis süt vermesi, bilbedâhe nihayetsiz Rahîm, Kerim, Þefîk bir Zâtýn hesabýyla hareket ettiklerini kör olmayana gösteriyorlar. Evet nebâtat ve behimiyat gibi þuursuzlarýn gâyet derecede þuurkârane ve hakîmane iþler görmesi bizzarure gösterir ki: Gâyet derecede Alîm ve Hakîm birisi vardýr ki, onlarý iþlettiriyor. Onlar, onun namýyla iþliyorlar. sh: » (S: 67) ihsan ister. Halbuki bu fâni dünyada ve kýsa ömürde, denizden bir damla gibi milyonlar cüz'den ancak bir cüz'ü yerleþir ve tecelli eder. Demek o kereme lâyýk-ve o rahmete þayeste bir dâr-ý saadet olacaktýr. Yoksa gündüzü ýþýðýyla dolduran Güneþin vücudunu inkâr etmek gibi, bu görünen rahmetin vücudunu inkâr etmek lâzýmgelir. Çünki bir daha dönmemek üzere zevâl ise; þefkati musibete, muhabbeti hýrkate ve nimeti nýkmete ve aklý, meþ'um bir âlete ve lezzeti eleme kalbettirmekle hakikat-ý rahmetin intifasý lâzýmgelir. Hem o Celal ve Ýzzete uygun bir dâr-ý mücazat olacaktýr. Çünki: Ekseriyâ zalim izzetinde, mazlum zilletinde kalýp, buradan göçüp gidiyorlar. Demek bir Mahkeme-i Kübrâya býrakýlýyor, te'hir ediliyor. Yoksa, bakýlmýyor deðil. Bâzan dünyada dahi ceza verir. Kurûn-u sâlifede cereyan eden âsi ve mütemerrid kavimlere gelen azablar gösteriyor ki: Ýnsan baþý boþ deðil, bir celal ve gayret sillesine her vakit mâruzdur. Evet hiç mümkün müdür ki insan; umum mevcûdât içinde ehemmiyetli bir vazifesi, ehemmiyetli bir istidadý olsun da, insanýn Rabbi de insana bu kadar muntâzam masnûâtýyla kendini tanýttýrsa, mukabilinde insan îmân ile onu tanýmazsa.. hem bu kadar rahmetin süslü meyveleriyle kendini sevdirse; mukabilinde insan ibâdetle kendini O'na sevdirmese.. hem bu kadar bu türlü nimetleriyle muhabbet ve rahmetini ona gösterse; mukabilinde insan þükür ve hamdle Ona hürmet etmese; cezasýz kalsýn, baþý boþ býrakýlsýn, o izzet, gayret sahibi Zât-ý Zülcelâl bir dâr-ý mücâzat hâzýrlamasýn? Hem hiç mümkün müdür ki: O Rahmân-ý Rahîm'in kendini tanýttýrmasýna mukabil; îman ile tanýmakla ve sevdirmesine mukabil, ibâdetle sevmek ve sevdirmekle ve rahmetine mukâbil, þükür ile hürmet etmekle mukabele eden mü'minlere bir dâr-ý mükâfatý, bir saadet-i ebediyeyi vermesin! Link zu diesem Kommentar Auf anderen Seiten teilen Mehr Optionen zum Teilen...
Webmaster Geschrieben 8. April 2008 Teilen Geschrieben 8. April 2008 ÜÇÜNCÜ HAKÝKAT: Bâb-ý Hikmet ve Adâlet olup, Ýsm-i Hakîm ve Âdil'in cilvesidir. Hiç mümkün müdür ki: (Haþiye) Zerrelerden güneþlere kadar ___________________________ (Haþiye): Evet, «Hiç mümkün müdür ki» þu cümle çok tekrar ediliyor. Çünki mühim bir sýrrý ifade eder. Þöyle ki: Ekser küfür ve dalalet; istib'addan ileri gelir. Yâni akýldan uzak ve muhal görür, inkâr eder. Ýþte Haþir Söz'ünde kat'iyen gösterilmiþtir ki: Hakikî istib'ad, hakikî muhaliyet ve akýldan uzaklýk ve hakikî suûbet, hattâ imtina' derecesinde müþkilât, küfür yolundadýr ve dalâletin mesleðindedir.. ve hakikî imkân ve hakikî makuliyet, hattâ vücub derecesinde sühulet; îmân yolundadýr ve Ýslâmiyet caddesindedir. Elhasýl, ehl-i felsefe istib'ad ile inkâra gider. Onuncu Söz, istib'ad hangi tarafta olduðunu o tâbir ile gösterir. Onlarýn aðýzlarýna bir þamar vurur. sh: » (S: 68) cereyan eden hikmet ve intizâm, adâlet ve mizanla Rubûbiyyetin saltanatýný gösteren Zât-ý Zülcelâl, Rubûbiyyetin cenah-ý himayesine iltica eden ve hikmet ve adâlete îmân ve ubûdiyyetle tevfîk-i hareket eden mü'minleri taltif etmesin? Ve o hikmet ve adâlete küfür ve tuðyan ile isyan eden edebsizleri tedib etmesin? Halbuki bu muvakkat dünyada o hikmet, o adâlete lâyýk binden biri, insanda icra edilmiyor, te'hir ediliyor. Ehl-i dalâletin çoðu ceza almadan; ehl-i hidâyetin de çoðu mükâfat görmeden buradan göçüp gidiyorlar. Demek bir Mahkeme-i Kübrâya, bir saâdet-i uzmaya býrakýlýyor. Evet görünüyor ki; þu âlemde tasarruf eden Zât, nihayetsiz bir hikmetle iþ görüyor. Ona bürhân mý istersin? Her þeyde maslahat ve faidelere riayet etmesidir. Görmüyor musun ki: Ýnsanda bütün âza, kemikler ve damarlarda, hattâ bedenin hüceyratýnda, her yerinde, her cüz'ünde faydalar ve hikmetlerin gözetilmesi, hattâ bâzý âzâsý, bir aðacýn ne kadar meyveleri varsa, o derece o uzva hikmetler ve faydalar takmasý gösteriyor ki; nihayetsiz bir hikmet eliyle iþ görülüyor. Hem herþeyin san'atýnda nihayet derecede intizâm bulunmasý gösterir ki, nihayetsiz bir hikmet ile iþ görülüyor. Evet güzel bir çiçeðin dakik proðramýný, küçücük bir tohumunda dercetmek, büyük bir aðacýn sahife-i a'mâlini, tarihçe-i hayatýný, fihriste-i cihâzâtýný küçücük bir çekirdekte mânevî kader kalemiyle yazmak; nihayetsiz bir hikmet kalemi iþlediðini gösterir. Hem herþeyin hilkatinde gâyet derecede hüsn-ü san'at bulunmasý; nihayet derecede hakîm bir Sâniin nakþý olduðunu gösterir. Evet þu küçücük insan bedeni içinde bütün kâinatýn fihristesini, bütün hazâin-i rahmetin anahtarlarýný, bütün Esmâlarýnýn âyinelerini dercetmek; nihayet derecede bir hüsn-ü san'at içinde bir hikmeti gösterir. Þimdi hiç mümkün müdür ki, þöyle icraat-ý rubûbiyyette hâkim bir hikmet; o rubûbiyyetin kanadýna iltica eden ve îmân ile itaat edenlerin taltifini istemesin ve ebedî taltif etmesin? Hem adâlet ve mizan ile iþ görüldüðüne bürhân mý istersin? Herþeye hassas mizanlarla, mahsus ölçülerle vücud vermek, Sûret giydirmek, yerli yerine koymak; nihayetsiz bir adâlet ve mizan ile iþ görüldüðünü gösterir. Hem her hak sahibine istidâdý nisbetinde hakkýný vermek, yâni sh: » (S: 69) vücudunun bütün levâzýmâtýný, bekâsýnýn bütün cihâzâtýný en münasib bir tarzda vermek; nihayetsiz bir adâlet elini gösterir. Hem istidâd lisanýyla, ihtiyac-ý fýtrî lisanýyla, ýzdýrar lisanýyla sual edilen ve istenilen herþeye daimî cevab vermek; nihayet derecede bir adl ve hikmeti gösteriyor. Þimdi hiç mümkün müdür ki, böyle en küçük bir mahlûkun, en küçük bir hâcâtýnýn imdadýna koþan bir adâlet ve hikmet; insan gibi en büyük bir mahlukun beka gibi en büyük bir hâcetini mühmel býraksýn? En büyük istimdâdýný ve en büyük sualini cevabsýz býraksýn? Rubûbiyyetin haþmetini, ibâdýnýn hukukunu muhafaza etmekle muhafaza etmesin? Halbuki þu fâni dünyada kýsa bir hayat geçiren insan, öyle bir adâletin hakikatýna mazhar olamaz ve olamýyor. Belki bir Mahkeme-i Kübrâya býrakýlýyor. Zira hakikî adâlet ister ki: Þu küçücük insan, þu küçüklüðü nisbetinde deðil, belki cinâyetinin büyüklüðü, mahiyetinin ehemmiyeti ve vazifesinin âzameti nisbetinde mükâfat ve mücâzat görsün. Mâdem þu fâni, geçici Dünya; ebed için halk olunan insan hususunda öyle bir adâlet ve hikmete mazhariyyetten çok uzaktýr. Elbette âdil olan o Zât-ý Celil-i Zülcemâl'in ve Hakîm olan o Zât-ý Cemil-i Zülcelâl'in daimî bir Cehennem'i ve ebedî bir Cennet'i bulunacaktýr. DöRDÜNCÜ HAKÝKAT: Bâb-ý Cûd ve Cemâldir. Ýsm-i Cevvad ve Cemîl'in cilvesidir. Hiç mümkün müdür ki: Nihayetsiz cûd u sehâvet, tükenmez servet, bitmez hazineler, misilsiz sermedî cemâl, kusursuz ebedî kemâl; bir dâr-ý saadet ve mahall-i ziyafet içinde daimî bulunacak olan muhtaç þâkirleri, müþtak âyinedârlarý, mütehayyir seyircileri istemesinler? Evet Dünya yüzünü bu kadar müzeyyen masnûâtýyla süslendirmek, Ay ile Güneþi lâmba yapmak, yeryüzünü bir sofra-i nimet ederek mat'ûmatýn en güzel çeþitleriyle doldurmak, meyveli aðaçlarý birer kab yapmak, her mevsimde birçok defalar tecdid etmek; hadsiz bir cûd u sehâveti gösterir. Böyle nihayetsiz bir cûd u sehâvet; öyle tükenmez hazineler ve rahmet, hem daimî, hem arzu edilen herþey içinde bulunur bir dâr-ý ziyafet ve mahall-i saadet ister. Hem kat'î ister ki; o ziyafetten telezzüz edenler, o mahall-i saadette devam etsinler, ebedî kalsýnlar. Tâ zeval ve firakla elem çekmesinler. Çünki: Zeval-i elem lezzet olduðu gibi, zeval-i lezzet dahi elemdir. Öyle sehâvet, elem çektirmek istemez. sh: » (S: 70) Demek ebedî bir Cennet'i, hem içinde ebedî muhtaçlarý ister. Çünki nihayetsiz cûd ve seha, nihayetsiz ihsan etmek ister, nimetlendirmek ister. Nihayetsiz ihsan ve nimetlendirmek ise, nihayetsiz minnettarlýk, nimetlenmek ister. Bu ise, ihsana mazhar olan þahsýn devam-ý vücudunu ister. Tâ, daimî tena'umla o daimî in'ama karþý þükür ve minnettarlýðýný göstersin. Yoksa zeval ile acýlaþan cüz'î bir telezzüz, kýsacýk bir zamanda öyle bir cûd u sehanýn muktezasýyla kabil-i tevfik deðildir. Hem dahi meþher-i san'at-ý Ýlahiyye olan aktâr-ý âlem sergilerine bak. Yeryüzündeki nebâtat ve hayvanatýn ellerinde olan ilânat-ý Rabbâniyeye dikkat et (Haþiye-1), mehâsin-i rubûbiyyetin dellâllarý olan enbiya ve evliyaya kulak ver. Nasýl müttefikan Sâni'-i Zülcelâl'in kusursuz Kemâlâtýný, hârika san'atlarýnýn teþhiriyle gösteriyorlar, Beyân ediyorlar, enzar-ý dikkati celbediyorlar. Demek bu âlemin Sâniinin pek mühim ve hayret verici ve gizli kemâlâtý vardýr. Bu hârika san'atlarla onlarý göstermek ister. Çünki: Gizli, kusursuz kemâlât ise, takdir edici, istihsan edici, mâþâallah diyerek müþahede edicilerin baþlarýnda teþhir ister. Daimî kemâlât ise, daimî tezâhür ister. O ise, takdir ve istihsan edicilerin devâm-ý vücûdunu ister. Bekasý olmayan istihsan edicinin nazarýnda, kemâlâtýn kýymeti sukut eder (Haþiye-2). Hem dahi, kâinatýn yüzünde serilmiþ olan gayetle güzel ve san'atlý ve parlak ve süslü þu mevcûdât; ýþýk Güneþi bildirdiði gibi, misilsiz mânevî bir cemâlin mehâsinini bildirir ve nazîrsiz, hafî bir hüsnün letâifini iþ'ar ediyor. ____________________ (Haþiye-1): Evet kemik gibi bir kuru aðacýn ucundaki tel gibi incecik bir sapta gâyet münakkaþ, müzeyyen bir çiçek ve gâyet Mûsanna ve murassa bir meyve, elbette gâyet san'atperver mu'cizekâr ve hikmettar bir Sâniin mehâsin-i san'atýný zîþuura okutturan bir ilânnâmedir. Ýþte nebâtata hayvânâtý dahi kýyas et. (Haþiye-2): Evet durûb-u emsaldendir ki: Bir dünya güzeli, bir zaman kendine meftun olmuþ âdi bir adamý huzurundan tardeder. O adam kendine teselli vermek için: "Tuh, ne kadar çirkindir" der. O güzelin güzelliðini nefyeder. Hem bir vakit bir ayý, gâyet tatlý bir üzüm asmasý altýna girer. Üzümleri yemek ister. Koparmaða eli yetiþmez. Asmaya da çýkamaz. Kendi kendine teselli vermek için kendi lisanýyla "Ekþidir" der. Gümler gider... sh: » (S: 71) (Haþiye-). O münezzeh hüsün, o mukaddes cemâlin cilvesinden, esmâlarda, belki her isimde çok gizli defineler bulunduðunu iþaret eder. Ýþte þu derece âli, nazîrsiz, gizli bir cemâl ise; kendi mehâsinini bir mir'âtta görmek ve hüsnünün derecâtýný ve cemâlinin mikyaslarýný zîþuur ve müþtak bir âyinede müþâhede etmek istediði gibi, baþkalarýnýn nazarýyla yine sevgili cemâline bakmak için, görünmek de ister. Demek iki vecihle kendi cemâline bakmak; biri: Herbiri baþka baþka renkte olan âyinelerde bizzat müþâhede etmek. Diðeri: Müþtak olan seyirci ve mütehayyir olan istihsancýlarýn müþâhedesi ile müþahede etmek ister. Demek hüsün ve cemâl, görmek ve görünmek ister. Görmek, görünmek ise; müþtak seyirci, mütehayyir istihsan edicilerin vücûdunu ister. Hüsün ve cemâl, ebedî sermedî olduðundan müþtaklarýn devam-ý vücûdlarýný ister. Çünki daimî bir cemâl ise; zâil bir müþtâka râzý olamaz. Zira dönmemek üzere zevale mahkûm olan bir seyirci, zevâlin tasavvuruyla muhabbeti adavete döner, hayreti istihfafa, hürmeti tahkire meyleder. Çünki hodgâm insan bilmediði þey'e düþman olduðu gibi, yetiþmediði þey'e de zýddýr. Halbuki nihayetsiz bir muhabbet, hadsiz bir þevk ve istihsan ile mukabeleye lâyýk olan bir cemâle karþý zýmnen bir adâvet ve kin ve inkâr ile mukabele eder. Ýþte kâfir, Allah'ýn düþmaný olduðunun sýrrý bundan anlaþýlýyor. Mâdem o nihayetsiz sehavet-i cûd, o misilsiz cemâl-i hüsün, o kusursuz kemâlât; ebedî müteþekkirleri, müþtaklarý, müstahsinleri iktiza ederler. Halbuki þu misafirhane-i dünyada görüyoruz; herkes çabuk gidip, kayboluyor. O sehavetin ihsanýný ancak az bir parça tadar. Ýþtihasý açýlýr, fakat yemez gider. O cemâl, o kemâlin dahi ancak biraz ýþýðýna, belki bir zaîf gölgesine bir anda bakýp, doymadan gider. Demek, bir seyrangâh-ý daimîye gidiliyor. Elhasýl: Nasýlki þu âlem bütün mevcûdâtýyla Sâni'-i Zülcelâl'ine kat'î delâlet eder; Sâni'-i Zülcelâl'in de sýfât ve Esmâ-i Kudsiyyesi, dâr-ý âhirete delâlet eder ve gösterir ve ister. _____________________________ (Haþiye-3): Âyine-misâl mevcûdâtýn birbiri arkasýnda zeval ve fenalarýyla beraber, arkalarýndan gelenlerin üstünde ve yüzlerinde ayný hüsün ve cemâlin cilvesinin bulunmasý gösterir ki: Cemâl onlarýn deðil; belki o cemâller, bir hüsn-ü münezzeh ve bir Cemâl-i Mukaddesin âyâtý ve emârâtýdýr. sh: » (S: 72) BEÞÝNCÝ HAKÝKAT: Bâb-ý þefkat ve Ubûdiyyet-i Muhammediyyedir (Aleyhissalâtü Vesselâm). Ýsm-i Mucîb ve Rahîmin cilvesidir. Hiç mümkün müdür ki: En edna bir hâceti, en edna bir mahlûkundan görüp kemâl-i þefkatle ummadýðý yerden is'âf eden ve en gizli bir sesi, en gizli bir mahlûkundan iþitip imdad eden, lisan-ý hâl ve kal ile istenilen herþey'e icabet eden nihayetsiz bir þefkat ve bir merhamet sahibi bir Rab; en büyük bir abdinden (Haþiye), en sevgili bir mahlûkundan en büyük hâcetini görüp bitirmesin, is'âf etmesin; en yüksek duayý iþitip kabûl etmesin!.. Evet meselâ hayvanatýn zaîflerinin ve yavrularýnýn rýzýk ve terbiyeleri hususunda görünen lütûf ve sühûleti gösteriyor ki: Þu kâinatýn Mâliki, nihayetsiz bir rahmetle rubûbiyyet eder. Rubûbiyyetinde bu derece rahîmâne bir þefkat, hiç kabil midir ki mahlûkatýn en efdalinin en güzel duasýný kabûl etmesin!.. Bu hakikatý Ondokuzuncu Söz'de izah ettiðim vechile, þurada dahi mükerreren þöyle Beyân edelim: Ey nefsimle beraber beni dinleyen arkadaþ! Hikâye-i temsiliyyede demiþtik: Bir adada bir içtima var... Bir yâver-i ekrem bir nutuk okuyor. Onun iþaret ettiði hakikat þöyledir ki: Gel! Bu zamandan tecerrüd edip, fikren Asr-ý Saâdet'e ve hayâlen Ceziret-ül Arab'a gidiyoruz. Tâ ki, Resûl-i Ekrem'i (Aleyhissalâtü Vesselâm) vazife baþýnda ve ubûdiyyet içinde görüp, ziyaret ederiz. Bak! O Zât nasýlki Risâletiyle, hidâyetiyle saadet-i ebediyyenin sebeb-i husûlü ve vesile-i vusûlüdür. Onun gibi, ubûdiyyetiyle ve duâsýyla, o saadetin sebeb-i vücûdu ve Cennet'in vesile-i îcadýdýr. Ýþte bak! O Zât öyle bir salât-ý kübrâda, bir ibâdet-i ulyâda _____________________________ (Haþiye):Evet, binüçyüz elli sene saltanat süren ve saltanatý devam eden ve ekser zamanda üçyüzelli milyondan ziyade raiyeti bulunan ve her gün bütün raiyeti Onunla tecdid-i biat eden ve Onun Kemâlâtýna þehâdet eden ve kemâl-i itâatle evâmirine inkýyad eden ve Arzýn nýsfý ve nev-i beþerin humsu o zâtýn sýbgý ile sýbgalansa, yâni mânevî rengiyle renklense ve o zât onlarýn mahbub-u kulûbu ve mürebbi-i ervahý olsa; elbette O Zât, þu kâinatta tasarruf eden Rabb'in en büyük abdidir. Hem, ekser enva'-ý kâinat O Zâtýn birer meyve-i mu'cizesini taþýmak Sûretiyle Onun vazifesini ve memuriyetini alkýþlasa, elbette O Zât; þu kâinat Hâlýkýnýn en sevgili mahlûkudur. Hem bütün insâniyyet, bütün istidadýyla istediði beka gibi bir haceti ki: o hâcet ise, insaný esfel-i sâfilînden â'lâ-yý illiyyîne çýkarýyor. Elbette o hâcet, en büyük bir hâcettir ve en büyük bir abd, umumun namýna onu Kadýyy-ül Hâcât'tan isteyecek. sh: » (S: 73) saadet-i ebediyye için dua ediyor ki, güya bu cezîre, belki bütün Arz Onun âzametli namazýyla namaz kýlar, niyaz eder. Çünki ubûdiyyeti ise; Ona ittiba eden ümmetin ubûdiyyetini tâzammun ettiði gibi, muvafakat sýrrýyla bütün enbiyanýn sýrr-ý ubûdiyyetini tâzammun eder. Hem O salât-ý kübrâyý öyle bir Cemâat-ý uzmada kýlar, niyaz ediyor ki; güya benî-Âdemin Hazret-i Âdem'den asrýmýza kadar, belki kýyamete kadar bütün nuranî ve kâmil insanlar Ona tebaiyyetle iktida edip duasýna âmîn derler.(Haþiye-1) Bak, hem öyle beka gibi bir hacet-i âmme için dua ediyor ki; deðil ehl-i Arz, belki ehl-i semâvât, belki bütün mevcûdât niyazýna iþtirak edip lisan-ý hâl ile: «Oh.. evet yâ Rabbenâ!. ver, duasýný kabûl et. Biz de istiyoruz.» diyorlar. Hem bak!.. Öyle hazînane, öyle mahbûbane, öyle müþâkane, öyle tazarrûkârane saadet-i bâkiye istiyor ki; bütün kâinatý aðlattýrýp, duasýna iþtirâk ettiriyor. Bak hem öyle bir maksad, öyle bir gaye için saadet isteyip, dua ediyor ki; insaný ve bütün mahlukatý esfel-i sâfilîn olan fena-yý mutlaka sukuttan, kýymetsizlikten, faidesizlikten, abesiyyetten a'lâ-yý illiyyîn olan kýymete, bekaya, ulvî vazifeye, mektûbât-ý Samedâniyye olmasý derecesine çýkarýyor. Bak hem öyle yüksek bir fîzâr-ý istimdadkârane ile istiyor ve öyle tatlý bir niyaz-ý istirhamkârane ile yalvarýyor ki: Güya bütün mevcûdâta, semâvata, arþa iþittirip vecde getirip duasýna: "Âmîn, Allahümme âmîn" dedirtiyor.(Haþiye -2) _____________________ (Haþiye-1): Evet münâcât-ý Ahmediyye (A.S.M.) zamanýndan þimdiye kadar bütün ümmetin bütün salâtlarý ve salâvatlarý Onun duasýna bir âmîn-i daimî ve bir iþtirâk-i umumîdir. Hattâ Ona getirilen herbir sâlavat dahi, Onun duasýna birer âmîndir ve ümmetinin herbir ferdi, her bir namazýn içinde ona salât ü selâm getirmek ve kametten sonra Þafiîlerin Ona dua etmesi; Onun saadet-i ebediyye hususundaki duasýna gâyet kuvvetli ve umumî bir âmîndir. Ýþte bütün beþerin fýtrat-ý insâniyyet lisan-ý haliyle, bütün kuvvetiyle istediði beka ve saadet-i ebediyyeyi; o nev-i beþer namýna Zât-ý Ahmediyye (A.S.M.) istiyor ve beþerin nuranî kýsmý, Onun arkasýnda âmîn diyorlar. Acaba hiç mümkün müdür ki, þu dua kabûle karîn olmasýn! (Haþiye-2): Evet þu âlemin mutasarrýfý, bütün tasarrufatý bilmüþahede þuurane, alîmane, hakîmane olduðu halde; hiçbir cihetle mümkün deðildir ki; o mutasarrýf, kendi masnûatý içinde en mümtaz bir ferdin harekâtýna þuuru ve ýttýlâý bulunmasýn. Hem hiçbir cihetle mümkün deðildir ki; o Mutasarrýf-ý Alîm, o ferd-i mümtazýn harekâtýna ve daavâtýna (dualarýna) ýttýlâý bulunduðu halde ona karþý lâkayd kalsýn, ehemmiyet vermesin. Hem hiçbir cihetle mümkün deðildir ki; o Mutasarrýf-ý Kadîr-i Rahîm; onun dualarýna lâkayd kalmadýðý halde, o dualarý kabûl etmesin. Evet Zât-ý Ahmediyye'nin (A.S.M.) nuruyla âlemin þekli deðiþti. Ýnsan ve bütün kâinatýn mahiyet-i hakikiyyeleri o nur, o ziya ile inkiþaf etti ve göründü ki: Þu kâinatýn mevcûdâtý; Esmâ-i Ýlahiyyeyi okutan birer mektûbât-ý Samedâniyye, birer muvazzaf memur ve bekaya mazhar kýymettar ve mânidar birer mevcûddurlar. Eðer o Nur olmasa idi, mevcûdât fena-yý mutlaka mahkûm ve kýymetsiz, mânâsýz, faidesiz, abes, karmakarýþýk, tesadüf oyuncaðý bir zulmet-i evham içinde kalýrdý. Ýþte þu sýrdandýr ki: Ýnsanlar Zât-ý Ahmediyye'nin (A.S.M.) duasýna âmîn dedikleri gibi, arþ ve ferþ ve seradan süreyyaya kadar bütün mevcûdât onun nuruyla iftihar edip, alâkadarlýk gösteriyorlar. Zâten ubûdiyyet-i Ahmediyyenin (A.S.M.) ruhu, duadýr. Belki kâinatýn harekâtý ve hidemâtý, bir nevi duadýr. Meselâ: Bir çekirdeðin hareketi; Hâlýkýndan, bir aðaç olmasýna bir nevi duadýr. sh: » (S: 74) Bak hem öyle Semî' ve Kerim bir Kadîr'den, öyle Basîr ve Rahîm bir Alîm'den saadet ve bekayý istiyor ki; bilmüþahede en gizli bir zîhayatýn en gizli bir arzusunu, en hâfî bir niyazýný görür, iþitir, kabûl eder, merhamet eder. Lisan-ý hal ile de olsa icabet eder. Öyle Sûret-i hakîmane, basîrane, rahîmânede verir ve icabet eder ki; þübhe býrakmaz o terbiye ve tedbir öyle Semî' ve Basîr'e mahsus, öyle bir Kerim ve Rahîm'e hastýr. Acaba bütün benî-Âdemi arkasýna alýp þu Arz üstünde durup, arþ-ý âzama müteveccihen el kaldýrýp, nev-i beþerin hülâsa-i ubûdiyyetini câmi' hakikat-ý ubûdiyyet-i Ahmediyye (A.S.M.) içinde dua eden þu þeref-i nev-i insan ve ferîd-i kevn ü zaman olan Fahr-i Kâinat (A.S.M.) ne istiyor, dinleyelim. Bak, kendine ve ümmetine saadet-i ebediyye istiyor, beka istiyor, Cennet istiyor. Hem mevcûdât âyinelerinde cemâllerini gösteren bütün esmâ-i kudsiyye-i Ýlâhiyye ile beraber istiyor. O esmâdan þefaat taleb ediyor, görüyorsun. Eðer âhiretin hesabsýz esbab-ý mûcibesi, delâil-i vücudu olmasa idi; yalnýz þu zâtýn tek duasý, baharýmýzýn icadý kadar Hâlýk-ý Rahîm'in kudretine hafif gelen þu Cennet'in binasýna sebebiyet verecekti...(Haþiye-1) ____________________________ (Haþiye-1): Evet âhirete nisbeten gâyet dar bir sahife hükmünde olan rûy-i zeminde had ve hesaba gelmeyen hârika san'at nümunelerini ve haþir ve kýyametin misâllerini göstermek ve üçyüz bin kitab hükmünde olan muntâzam envâ'-ý masnûatý, o tek sahifede Kemâl-i intizâm ile yazýp dercetmek; elbette geniþ olan âlem-i âhirette lâtif ve muntâzam Cennet'in binasýndan ve îcadýndan daha müþkildir. Evet Cennet bahardan ne kadar yüksek ise, o derece bahar bahçelerinin hilkâti, o Cennet'ten daha müþkildir ve hayretfezâdýr denilebilir. sh: » (S: 75) Evet baharýmýzda yer yüzünü bir mahþer eden, yüzbin haþir nümunelerini îcad eden Kadîr-i Mutlak'a, Cennet'in îcadý nasýl aðýr olabilir? Demek nasýlki onun risâleti, þu dâr-ý imtihanýn açýlmasýna sebebiyet verdi, لَوْلاَكَ لَوْلاَكَ لَمَا خَلَقْتُ اْلاَفْلاَكَ sýrrýna mazhar oldu. Onun gibi, ubûdiyyeti dahi öteki dâr-ý saadetin açýlmasýna sebebiyet verdi... Acaba hiç mümkün müdür ki, bütün akýllarý hayrette býrakan þu intizâm-ý âlem ve geniþ rahmet içinde kusursuz hüsn-ü san'at, misilsiz Cemâl-i Rububiyyet; o duaya icabet etmemekle böyle bir çirkinliði, böyle bir merhametsizliði, böyle bir intizâmsýzlýðý kabûl etsin? Yâni en cüz'î, en ehemmiyetsiz arzularý, sesleri ehemmiyetle iþitip îfââ etsin, yerine getirsin. En ehemmiyetli, lüzumlu arzularý ehemmiyetsiz görüp iþitmesin, anlamasýn, yapmasýn? Hâþâ ve kellâ, yüzbin defa hâþâ! Böyle bir cemâl, böyle bir çirkinliði kabûl edip çirkin olamaz (Haþiye-2). Demek, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm; Risâletiyle dünyanýn kapýsýný açtýðý gibi, Ubûdiyyetiyle de Âhiretin kapýsýný açar... عَلَيْهِ صَلَوَاتُ الرَّحْمنِ مِلْءَ الدُّنْيَا وَ دَارِ الْجِنَانِ اَللّهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى عَبْدِكَ وَ رَسُولِكَ ذلِكَ الْحَبِيبُ الَّذِى هُوَ سَيِّدُ الْكَوْنَيْنِ وَ فَخْرُ الْعَالَمَيْنِ وَ حَيَاتُ الدَّارَيْنِ وَ وَسِيلَةُ السَّعَادَتَيْنِ وَ ذُو الْجَنَاحَيْنِ وَ رَسُولُ الثَّقَلَيْنِ وَ عَلَى اَلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ وَ عَلَى اِخْوَانِهِ مِنَ النَّبِيِّنَ وَ الْمُرْسَلِينَ آمِينَ ____________________________ (Haþiye-2): Evet inkýlab-ý hakaik ittifaken muhaldir ve inkýlab-ý hakaik içinde muhal-ender-muhal, bir zýd kendi zýddýna inkýlabýdýr ve bu inkýlab-ý ezdâd içinde bilbedâhe bin derece muhal þudur ki: Zýd, kendi mahiyetinde kalmakla beraber, kendi zýddýnýn ayný olsun. Meselâ: Nihayetsiz bir cemâl; hakikî cemâl iken, hakikî çirkinlik olsun. Ýþte þu misâlimizde meþhûd ve kat'iyy-ül vücûd olan bir Cemâl-i Rububiyyet; Cemâl-i Rububiyyet mahiyetinde daim iken, ayn-ý çirkinlik olsun. Ýþte dünyada muhal ve bâtýl misâllerin en acibidir. sh: » (S: 76) Link zu diesem Kommentar Auf anderen Seiten teilen Mehr Optionen zum Teilen...
Webmaster Geschrieben 8. April 2008 Teilen Geschrieben 8. April 2008 ALTINCI HAKÝKAT: Bâb-ý Haþmet ve Sermediyyet olup, Ýsm-i Celil ve Bâki cilvesidir. Hiç mümkün müdür ki: Bütün mevcûdâtý Güneþlerden, aðaçlardan zerrelere kadar emirber nefer hükmünde teshir ve idare eden bir haþmet-i Rububiyyet; þu misâfirhane-i dünyada muvakkat bir hayat geçiren periþan fâniler üstünde dursun.. sermedî, bâki bir daire-i haþmet ve ebedî, âlî bir medâr-ý Rububiyyeti icad etmesin! Evet þu kâinatta görünen mevsimlerin deðiþmesi gibi haþmetli icraat ve seyyâratýn tayyare-misâl hareketleri gibi âzametli harekât ve Arzý insana beþik, Güneþi halka lâmba yapmak gibi dehþetli teshirat ve ölmüþ, kurumuþ Küre-i Arzý diriltmek, süslendirmek gibi geniþ tahvilât gösteriyor ki: Perde arkasýnda böyle muazzam bir Rububiyyet var, muhteþem bir saltanatla hükmediyor. Böyle bir Saltanat-ý Rububiyyet, kendine lâyýk bir raiyet ister ve þâyeste bir mazhar ister. Halbuki görüyorsun: Mahiyetçe en câmi' ve mühim raiyeti ve bendeleri, þu misâfirhane-i dünyada periþan bir Sûrette muvakkaten toplanmýþlar. Misâfirhane ise; her gün dolar, boþanýr. Hem bütün raiyet, tecrübe-i hizmet için þu meydan-ý imtihanda muvakkaten bulunuyorlar. Meydan ise, her saat tebeddül eder. Hem bütün o raiyet, Sâni'-i Zülcelâl'in kýymettar ihsânâtýnýn nümûnelerini ve hârika san'at antikalarýný çarþý-yý âlem sergilerinde, ticaret nazarýnda temâþa etmek için, þu teþhirgâhta birkaç dakika durup seyrediyorlar; sonra kayboluyorlar. Þu meþher ise, her dakika tahavvül ediyor. Giden gelmez, gelen gider. Ýþte bu hal ve þu vaziyet kat'î gösteriyor ki: Þu misafirhane ve þu meydan ve þu meþherlerin arkasýnda; o sermedî saltanata medâr ve mazhar olacak daimî saraylar, müstemir meskenler, þu dünyada gördüðümüz nümûnelerin ve sûretlerin en hâlis ve en yüksek asýllarýyla dolu bað ve hazineleri vardýr. Demek burada çabalamak, onlar içindir. Þurada çalýþtýrýr, orada ücret verir. Herkesin istidadýna göre -eðer kaybetmezse- orada bir saadeti vardýr. Evet öyle sermedî bir saltanat, muhaldir ki; þu fâniler ve zâil zeliller üstünde dursun... Þu hakikata, þu temsil dürbünüyle bak ki: Meselâ sen yolda gidiyorsun, görüyorsun ki; yol içinde bir han var. Bir büyük zât o haný, kendine gelen misafirlerine yapmýþ. O misafirlerin bir gece tenezzüh ve ibretleri için, o hanýn tezyinatýna milyonlar altunlar sh: » (S: 77) sarfediyor. Hem o misafirler o tezyinattan pek azý ve az bir zamanda bakýp, o nimetlerden pek az bir vakitte, az bir þey tadýp, doymadan gidiyorlar. Fakat her misafir kendine mahsus fotoðrafýyla, o handaki þeylerin Sûretlerini alýyorlar. Hem o büyük Zâtýn hizmetkârlârý da, misafirlerin sûret-i muamelelerini gâyet dikkat ile alýyorlar ve kaydediyorlar. Hem görüyorsun ki; O Zât her günde, o kýymettar tezyinatýn çoðunu tahrib eder. Yeni gelecek misafirlere, yeni tezyinatý icad eder. Bunu gördükten sonra hiç þübhen kalýr mý ki: Bu yolda bu haný yapan zâtýn daimî pek âlî menzilleri, hem tükenmez, pek kýymetli hazineleri, hem müstemir, pek büyük bir sehâveti vardýr. Þu handa gösterdiði ikram ile, misafirlerini kendi yanýnda bulunan þeylere iþtihalarýný açýyor ve onlara hâzýrladýðý hediyelere raðbetlerini uyandýrýyor. Aynen onun gibi, þu misafirhâne-i dünyadaki vaziyeti, sarhoþ olmadan dikkat etsen; þu dokuz esâsý anlarsýn: Birinci Esâs: Anlarsýn ki: O han gibi bu dünya dahi kendi için deðil... Kendi kendine de bu Sûreti almasý muhaldir. Belki kafile-i mahlukatýn gelip konmak ve göçmek için dolup boþanan, hikmetle yapýlmýþ bir misafirhanesidir. Ýkinci Esâs: Hem anlarsýn ki: Þu hanýn içinde oturanlar misafirlerdir. Onlarýn Rabb-ý Kerîm'i, onlarý Dâr-üs Selâm'a davet eder. Üçüncü Esâs: Hem anlarsýn ki: Þu dünyadaki tezyinat, yalnýz telezzüz veya tenezzüh için deðil. Çünki bir zaman lezzet verse, firakýyla bir çok zaman elem verir. Sana tattýrýr, iþtihaný açar fakat doyurmaz. Çünki ya onun ömrü kýsa, ya senin ömrün kýsadýr. Doymaða kâfi deðil. Demek kýymeti yüksek, müddeti kýsa olan þu tezyinat; ibret içindir (Haþiye), þükür içindir.Usûl-i daimîsine teþvik içindir. Baþka gâyet ulvî gayeler içindir. Dördüncü Esâs: Hem anlarsýn ki: Þu dünyadaki müzeyyenat ___________________________ (Haþiye-1): Evet mâdem herþeyin kýymeti ve dekaik-ý san'atý gâyet yüksek ve güzel olduðu halde; müddeti kýsa, ömrü azdýr. Demek o þeyler nümunelerdir, baþka þeylerin Sûretleri hükmündedirler. Ve mâdem müþterilerin nazarlarýný, asýllarýna çeviriyorlar gibi bir vaziyet vardýr. Öyle ise, elbette þu dünyadaki o çeþit tezyinat; bir Rahmân-ý Rahîm'in rahmetiyle, sevdiði ibâdýna hâzýrladýðý niam-ý Cennet'in nümuneleridir, denilebilir ve denilir ve öyledir. sh: » (S: 78)ý ise (Haþiye) Cennet'te ehl-i îmân için rahmet-i Rahman'la iddihar olunan nimetlerin nümuneleri, Sûretleri hükmündedir. Beþinci Esâs: Hem anlarsýn ki: Þu fâni masnûat fena için deðil, bir parça görünüp mahvolmak için yaratýlmamýþlar. Belki _________________________________ (Haþiye): Evet her þeyin vücudunun müteaddid gayeleri ve hayatýnýn müteaddid neticeleri vardýr. Ehl-i dalaletin tevehhüm ettikleri gibi dünyaya, nefislerine bakan gayelere münhasýr deðildir. Tâ, abesiyet ve hikmetsizlik içine girebilsin. Belki her þeyin gayât-ý vücudu ve netâic-i hayatý üç kýsýmdýr: Birincisi ve en ulvîsi, Sâni'ine bakar ki; o þeye taktýðý hârika-i san'at murassaatýný, Þahid-i Ezelî'nin nazarýna resm-i geçit tarzýnda arzetmektir ki, o nazara bir ân-ý seyyâle yaþamak kâfi gelir. Belki vücuda gelmeden, bilkuvve niyet hükmünde olan istidadý yine kâfidir. Ýþte seri-üz zeval lâtif masnûat ve vücuda gelmeyen, yâni sünbül vermeyen birer hârika-i san'at olan çekirdekler, tohumlar þu gayeyi bitamâmiha verir. Faidesizlik ve abesiyet onlara gelmez. Demek her þey hayatýyla, vücuduyla Sâni'inin mu'cizât-ý kudretini ve âsâr-ý san'atýný teþhir edip, Sultan-ý Zülcelâl'in nazarýna arzetmek birinci gayesidir. Ýkinci kýsým gaye-i vücud ve netice-i hayat, zîþuura bakar. Yâni herþey, Sâni'-i Zülcelâl'in birer mektub-u hakaik-nümâ, birer kaside-i letâfetnümâ, birer kelime-i hikmet-edâ hükmündedir ki; melâike ve cin ve hayvanýn ve insanýn enzârýna arzeder, mütalâaya davet eder. Demek ona bakan her zîþuura, ibret-nümâ bir mütalâagâhtýr. Üçüncü kýsým gaye-i vücud ve netice-i hayat, o þeyin nefsine bakar ki; telezzüz ve tenezzüh ve beka ve rahatla yaþamak gibi cüz'î neticelerdir. Meselâ: Azîm bir Sefine-i Sultaniyede bir hizmetkârýn dümencilik ettiðinin gayesi; sefine itibariyle yüzde birisi kendisine, ücret-i cüz'iyesine ait.. doksandokuzu sultana ait olduðu gibi; herþeyin nefsine ve dünyaya ait gayesi bir ise, Sâni'ine ait doksandokuzdur. Ýþte bu taaddüd-ü gayâttandýr ki; birbirine zýd ve münafî görünen hikmet ve iktisad, cûd ve sehâ ve bilhassa nihayetsiz sehâ ile sýrr-ý tevfîký þudur ki: Birer gaye nokta-i nazarýnda cûd u sehâ hükmeder, ism-i Cevvâd tecelli eder. Meyveler, hubublar; o tek gaye nokta-i nazarýnda bigayr-ý hisabdýr. Nihayetsiz cûdu gösteriyor. Fakat umum gayeler nokta-i nazarýnda; hikmet hükmeder, ism-i Hakîm tecelli eder. Bir aðacýn ne kadar meyveleri var, belki her meyvenin o kadar gayeleri vardýr ki; Beyân ettiðimiz üç kýsma tefrik edilir. Þu umum gayeler, nihayetsiz bir hikmeti ve iktisadý gösteriyor. Zýd gibi görünen nihayetsiz hikmet, nihayetsiz cûd ile sehâ ile içtima ediyor. Meselâ: Asker ordusunun bir gayesi, temin-i asayiþtir. Bu gayeye göre ne kadar asker istersen var ve hem pek fazladýr. Fakat hýfz-ý hudud ve mücahede-i a'dâ gibi sâir vazifeler için, bu mevcûd ancak kâfi gelir. Kemâl-i hikmetle müvazenededir. Ýþte hükûmetin hikmeti, haþmet ile içtima ediyor. O halde, o askerlikte fazlalýk yoktur denilebilir. sh: » (S: 79) vücudda kýsa bir zaman toplanýp, matlûb bir vaziyet alýp; tâ Sûretleri alýnsýn, timsalleri tutulsun, mânâlarý bilinsin, neticeleri zabtedilsin... Meselâ, ehl-i ebed için daimî manzaralar nescedilsin. Hem âlem-i bekada baþka gayelere medâr olsun. Eþya beka için yaratýldýðýný, fena için olmadýðýný; belki sûreten fena ise de tamam-ý vazife ve terhis olduðu bununla anlaþýlýyor ki: Fâni bir þey bir cihetle fenaya gider, çok cihetlerle bâki kalýr. Meselâ kudret kelimelerinden olan þu çiçeðe bak ki; kýsa bir zamanda o çiçek tebessüm edip bize bakar, der-akab fena perdesinde saklanýr. Fakat senin aðzýndan çýkan kelime gibi o gider, fakat binler misâllerini kulaklara tevdi' eder. Dinleyen akýllar adedince, mânâlarýný akýllarda ibka eder. Çünki vazifesi olan ifade-i mânâ bittikten sonra kendisi gider, fakat onu gören her þeyin hâfýzasýnda zâhirî Sûretini ve herbir tohumunda mânevî mahiyetini býrakýp öyle gidiyor. Gûya her hâfýza ile her tohum; hýfz-ý zîneti için birer fotoðraf ve devam-ý bekasý için birer menzildirler. En basit mertebe-i hayatta olan masnu böyle ise, en yüksek tabaka-i hayatta ve ervah-ý bâkiye sahibi olan insan; ne kadar beka ile alâkadar olduðu anlaþýlýr. Çiçekli ve meyveli koca nebâtatýn bir parça ruha benzeyen her birinin kanun-u teþekkülatý, timsal-i Sûreti; zerrecikler gibi tohumlarda kemâl-i intizâmla, daðdaðalý inkýlâblar içinde ibka ve muhafaza edilmesiyle, gâyet cem'iyetli ve yüksek bir mahiyete mâlik, haricî bir vücud giydirilmiþ, zîþuur nuranî bir kanûn-u emrî olan ruh-u beþer; ne derece beka ile merbut ve alâkadar olduðu anlaþýlýr. Altýncý Esâs: Hem anlarsýn ki: Ýnsan, ipi boðazýna sarýlýp, istediði yerde otlamak için baþýboþ býrakýlmamýþtýr; belki bütün amellerinin Sûretleri alýnýp yazýlýr ve bütün fiillerinin neticeleri muhasebe için zabtedilir. Yedinci Esâs: Hem anlarsýn ki: Güz mevsiminde yaz-bahar âleminin güzel mahlukatýnýn tahribatý, îdam deðil. Belki vazifelerinin tamamýyla terhisatýdýr (Haþiye). Hem yeni baharda gelecek ___________________________ (Hâþiye): Evet rahmetin erzak hazinelerinden olan bir þecerenin uçlarýnda ve dallarýnýn baþlarýndaki meyveler, çiçekler, yapraklar ihtiyar olup, vazifelerinin hitama ermesiyle gitmelidirler. Tâ, arkalarýndan akýp gelenlere kapý kapanmasýn. Yoksa rahmetin vüs'atýna ve sâir ihvanlarýnýn hizmetine sed çekilir. Hem kendileri, gençlik zevâliyle hem zelil, hem periþan olurlar. Ýþte bahar dahi, mahþer-nümâ bir meyvedâr aðaçtýr. Her asýrdaki insan âlemi; ibret-nümâ bir þeceredir. Arz dahi, mahþer-i acaib bir þecere-i kudrettir. Hattâ dünya dahi, meyveleri âhiret pazarýna gönderilen bir þecere-i hayret-nümâdýr. sh: » (S: 80) mahlûkata yer boþaltmak için tefrîgattýr ve yeni vazifedârlar gelip konacak ve vazifedâr mevcûdâtýn gelmesine yer hâzýrlamaktýr ve ihzârattýr. Hem zîþuura vazifesini unutturan gafletten ve þükrünü unutturan sarhoþluktan ikazât-ý Sübhaniyyedir. Sekizinci Esâs: Hem anlarsýn ki: Þu fâni âlemin sermedî Sânii için baþka ve bâki bir âlemi var ki, ibâdýný oraya sevk ve ona teþvik eder. Dokuzuncu Esâs: Hem anlarsýn ki: Öyle bir Rahman, öyle bir âlemde, öyle has ibâdýna öyle ikramlar edecek; ne göz görmüþ, ne kulak iþitmiþ, ne kalb-i beþere hutûr etmiþtir. Âmenna... YEDÝNCÝ HAKÝKAT: Bâb-ý Hýfz ve Hafîziyyet olup, Ýsm-i Hafîz ve Rakib'in cilvesidir. Hiç mümkün müdür ki: Gökte, yerde, karada, denizde; yaþ kuru, küçük büyük, âdi âlî herþeyi kemâl-i intizâm ve mîzan içinde muhafaza edip, bir türlü muhasebe içinde neticelerini eleyen bir hafîziyet; insan gibi büyük bir fýtratta, hilafet-i kübrâ gibi bir rütbede, emanet-i kübrâ gibi büyük vazifesi olan beþerin, Rubûbiyyet-i âmmeye temas eden amelleri ve fiilleri muhafaza edilmesin, muhasebe eleðinden geçirilmesin, adâlet terazisinde tartýlmasýn, þayeste ceza ve mükâfat çekmesin? Hâyýr, aslâ!.. Evet þu kâinatý idare eden zât, herþeyi nizâm ve mizan içinde muhafaza ediyor. Nizâm ve mîzan ise; ilim ile hikmet ve irâde ile kudretin tezahürüdür. Çünki görüyoruz her masnu' vücudunda, gâyet muntâzam ve mevzun yaratýlýyor. Hem hayatý müddetince deðiþtirdiði sûretler dahi, birer intizâmlý olduðu halde, heyet-i mecmuasý da bir intizâm tahtýndadýr. Zîra görüyoruz ki; vazifesinin bitmesiyle ömrüne nihayet verilen ve þu âlem-i þehâdetten göçüp giden herþeyin Hafîz-i Zülcelâl, birçok Sûretlerini elvâh-ý mahfûza hükmünde olan (Haþiye: Yedinci Sûret'in haþiyesine bak.) hâfýzalarda ve bir türlü misâlî âyînelerde hýfzedip, ekser tarihçe-i hayatýný çekirdeðinde, neticesinde nakþedip yazýyor. Zâhir ve bâtýn âyinelerde ibka ediyor. Meselâ: Beþerin hâfýzasý, aðacýn meyvesi, meyvenin çekirdeði, çiçeðin tohumu, kanun-u hafîziyetin âzamet-i ihâtasýný gösteriyor. Görmüyor musun ki: Koca baharýn hep çiçekli, meyveli bütün sh: » (S: 81) mevcûdâtý ve bunlarýn kendilerine göre bütün sahâif-i a'mali ve teþkilâtýnýn kanunlarý ve Sûretlerinin timsalleri; mahdud bir miktar tohumcuklar içlerinde yazarak, muhafaza ediliyor. Ýkinci bir baharda, onlara göre bir muhasebe içinde sahife-i amellerini neþredip, kemâl-i intizâm ve hikmet ile koca diðer bir bahar âlemini meydana getirmekle; hafîziyetin ne derece kuvvetli ihâta ile cereyan ettiðini gösteriyor. Acaba geçici, âdi, bekasýz, ehemmiyetsiz þeylerde böyle muhafaza edilirse, âlem-i gâybda, âlem-i âhirette, âlem-i ervâhta rubûbiyyet-i âmmede mühim semere veren beþerin amelleri hýfz içinde gözetilmek Sûretiyle, ehemmiyetle zabtedilmemesi kabil midir? Hâyýr ve aslâ! Evet þu hafîziyetin bu Sûrette tecellisinden anlaþýlýyor ki: Þu mevcûdâtýn Mâliki, mülkünde cereyan eden herþeyin inzibatýna büyük bir ihtimamý var. Hem hâkimiyet vazifesinde nihayet derecede dikkat eder. Hem Rububiyyet-i Saltanatýnda gâyet ihtimamý gözetir. O derece ki, en küçük bir hâdiseyi, en ufak bir hizmeti yazar, yazdýrýr. Mülkünde cereyan eden herþeyin Sûretini müteaddid þeylerde hýfzeder. Þu Hafîziyet iþaret eder ki: Ehemmiyetli bir muhasebe-i a'mâl defteri açýlacak ve bilhassa mahiyetçe en büyük, en mükerrem, en müþerref bir mahlûk olan insanýn büyük olan amelleri, mühim olan fiilleri; mühim bir hesab ve mizana girecek, sahife-i amelleri neþredilecek. Acaba hiç kabil midir ki: Ýnsan, hilâfet ve emanetle mükerrem olsun, Rububiyyetin külliyat-ý þuûnuna þahid olarak kesret dairelerinde, Vahdâniyyet-i Ýlâhiyyenin dellâllýðýný ilân etmekle, ekser mevcûdatýn tesbihat ve ibâdetlerine müdahale edip zâbitlik ve müþâhidlik derecesine çýksýn da sonra kabre gidip, rahatla yatsýn ve uyandýrýlmasýn! Küçük büyük her amellerinden sual edilmesin! Mahþere gidip Mahkeme-i Kübrâyý görmesin! Hâyýr ve aslâ!.. Hem bütün gelecek zamanda olan (Hâþiye) mümkinata kadir ___________________________ (Hâþiye): Evet zaman-ý hâzýrdan, tâ ibtida-i hilkat-ý âleme kadar olan zaman-ý mâzi; umumen vukûattýr. Vücuda gelmiþ herbir günü, herbir senesi, herbir asrý; birer satýrdýr, birer sahifedir, birer kitabdýr ki Kalem-i Kader ile tersim edilmiþtir. Dest-i Kudret, mu'cizât-ý âyâtýný onlarda Kemâl-i hikmet ve intizâm ile yazmýþtýr. Þu zamandan tâ Kýyamete, tâ Cennet'e, tâ Ebede kadar olan zaman-ý istikbâl; umumen imkânattýr. Yâni mâzi vukuâttýr, istikbal imkânattýr. Ýþte o iki zamanýn iki silsilesi birbirine karþý mukabele edilse; nasýlki dün- sh: » (S: 82) olduðuna,bütün geçmiþ zamandaki mu'cizât-ý kudreti olan vukuâtý þehadet eden ve kýyâmet ve Haþre pek benzeyen kýþ ile baharý her vakit bilmüþâhede îcad eden bir Kâdîr-i Zülcelâl'den, insan nasýl ademe gidip kaçabilir, topraða girip saklanabilir! Mâdem bu dünyada ona lâyýk muhasebe görülüp, hüküm verilmiyor. Elbette bir Mahkeme-i Kübrâ, bir saadet-i uzmâya gidecektir. SEKÝZÝNCÝ HAKÝKAT: Bâb-ý vaad ve Vaîd'tir. Ýsm-i Cemîl ve Celîl'in cilvesidir. Hiç mümkün müdür ki: Alîm-i Mutlak ve Kadîr-i Mutlak olan þu masnûâtýn Sânii; bütün Enbiyanýn tevâtürle haber verdikleri ve bütün Sýddýkîn ve Evliyanýn icmâ' ile þehadet ettikleri mükerrer vaad ve vaîd-i Ýlahîsini yerine getirmeyip, -hâþâ- acz ve cehlini göstersin. Halbuki: Vaad ve vaîdinde bulunduðu emirler; kudretine hiç aðýr gelmez. Pek hafif ve pek kolay.. Geçmiþ baharýn hesabsýz mevcûdâtýný, gelecek baharda kýsmen aynen (Haþiye-1) kýsmen mislen (Haþiye-2) iâdesi kadar kolaydýr. Îfa-yý vaad ise; hem bize, hem __________________ kü günü halkeden ve o güne mahsus mevcûdatý icad eden Zât; yarýnki günü mevcûdâtýyla halketmeye muktedir olduðu hiçbir vecihle þübhe getirmez. Öyle de þübhe yoktur ki: Þu meydan-ý garâib olan zaman-ý mâzinin mevcûdâtý ve hârikalarý; bir Kadîr-i Zülcelâl'in mu'cizâtýdýr. Kat'î þehadet ederler ki: O Kadîr, bütün istikbalin, bütün mümkinâtýn îcadýna, bütün acâibinin izharýna muktedirdir. Evet, nasýlki, bir elmayý halkedecek; elbette dünyada bütün elmalarý halketmeye ve koca baharý icad etmeye muktedir olmak gerektir. Baharý icad etmeyen, bir elmayý îcad edemez. Zira o elma, o tezgâhta dokunuyor.. Bir elmayý îcad eden, bir baharý îcad edebilir. Bir elma; bir aðacýn, belki bir bahçenin, belki bir kâinatýn misâl-i Mûsaððarýdýr. Hem san'at itibariyle koca aðacýn bütün tarih-i hayatýný taþýyan elmanýn çekirdeði itibariyle öyle bir hârika-i san'attýr ki: Onu öylece îcad eden, hiçbir þeyden âciz kalmaz. Öyle de, bugünü halkeden, kýyâmet gününü halkedebilir ve baharý icad edecek, Haþrin icadýna muktedir bir Zât olabilir. Zaman-ý mâzinin bütün âlemlerini zamanýn þeridine Kemâl-i hikmet ve intizâm ile takýp gösteren; elbette istikbal þeridine dahi baþka kâinatý takýp gösterebilir ve gösterecektir. Kaç Sözlerde, bilhassa Yirmiikinci Sözde gâyet kat'î isbat etmiþiz ki: «Her þey'i yapamayan hiçbir þey'i yapamaz ve birtek þey'i halkeden, her þey'i yapabilir. Hem eþyanýn îcadý birtek Zâta verilse, bütün eþya birtek þey gibi kolay olur. Ve suhulet peyda eder. Eðer müteaddit esbaba verilse, ve kesrete isnad edilse, birtek þeyin îcâdý; bütün eþyanýn îcâdý kadar müþkilâtlý olur. Ve imtina derecesinde suûbet peyda eder...» (Haþiye-1): Aðaç ve otlarýn kökleri gibi... (Haþiye-2): Yapraklar, meyveler gibi... sh: » (S: 83) her þey'e, hem kendisine, hem saltanat-ý Rububiyyetine pek çok lâzýmdýr. Hulf-ul- vaad ise; hem izzet-i iktidarýna zýttýr, hem ihâta-yý ilmiyyesine münâfîdir. Zira hulf-ul- vaad; ya cehilden, ya acizden gelir. Ey münkir! Bilir misin ki: Küfür ve inkârýn ile ne kadar ahmakça bir cinâyet iþliyorsun ki; kendi yalancý vehmini, hezeyancý aklýný, aldatýcý nefsini tasdik edip, hiçbir vechile hulf ve hilâfa mecburiyeti olmayan ve hiçbir vecihle hilâf; onun izzetine, haysiyetine yakýþmayan ve bütün görünen þeyler ve iþler; sýdkýna ve hakkaniyyetine þehadet eden bir Zâtý tekzib ediyorsun! Nihayetsiz küçüklük içinde nihayetsiz büyük cinâyet iþliyorsun! Elbette, ebedî büyük cezaya müstehak olursun. Bâzý ehl-i Cehennem'in bir diþi, dað kadar olmasý; cinâyetinin büyüklüðüne bir mikyas olarak haber verilmiþ. Misâlin þu yolcuya benzer ki: Güneþin ziyâsýndan gözünü kapar. Kafasý içindeki hayâline bakâr. Vehmi, bir yýldýz böceði gibi kafa fenerinin ýþýðýyla dehþetli yolunu tenvir etmek istiyor. Mâdem þu mevcûdât; hak söyleyen sâdýk kelimeleri, þu hâdisat-ý kâinat; doðru söyleyen nâtýk âyetleri olan Cenâb-ý Hak vaad etmiþ, elbette yapacaktýr. Bir Mahkeme-i Kübrâ açacaktýr, bir saadet-i uzmâ verecektir. DOKUZUNCU HAKÝKAT: Bâb-ý Ýhyâ ve Ýmâte'dir. Ýsm-i Hayy-ý Kayyum'un, Muhyî ve Mümît'in cilvesidir. Hiç mümkün müdür ki: Ölmüþ, kurumuþ koca Arzý ihya eden ve o ihya içinde herbiri, beþer haþri gibi acib, üçyüz binden ziyade envâ'-ý mahlûkatý haþr ve neþredip kudretini gösteren ve o haþr ve neþr içinde nihayet derecede karýþýk ve ihtilât içinde, nihayet derecede imtiyaz ve tefrik ile ihâta-i ilmiyesini gösteren ve bütün semâvî fermanlarýyla beþerin haþrini vâ'detmekle bütün ibâdýnýn enzârýný saadet-i ebediyyeye çeviren ve bütün mevcûdâtý baþbaþa, omuz omuza, elele verdirip, emir ve irâdesi dairesinde döndürüp birbirine yardýmcý ve müsahhar kýlmakla âzamet-i Rubûbiyyetini gösteren; ve beþeri, þecere-i kâinatýn en câmi' ve en nâzik ve en nâzenîn, en nâzdar, en niyâzdar bir meyvesi yaratýp, kendine muhatâb ittihaz ederek herþey'i ona müsahhar kýlmakla, insana bu kadar ehemmiyet verdiðini gösteren bir Kadîr-i Rahîm, bir Alîm-i Hakîm; Kýyâmeti getirmesin! Haþri yapmasýn ve yapamasýn! Beþeri ihyâ et- sh: » (S: 84) mesin veya edemesin! Mahkeme-i Kübrâyý açamasýn! Cennet ve Cehennem'i yaratamasýn? Hâþâ ve kellâ!.. Evet þu âlemin Mutasarrýf-ý Zîþân'ý her asýrda, her senede, her günde bu dar, muvakkat rûy-i zeminde Haþr-i Ekberin ve meydân-ý kýyâmetin pek çok emsâlini ve nümunelerini ve iþârâtýný icad ediyor. Ezcümle: Haþr-i baharîde görüyoruz ki; beþ-altý gün zarfýnda küçük ve büyük hayvânat ve nebâtattan üçyüz binden ziyade envâ'ý haþredip neþrediyor. Bütün aðaçlarýn, otlarýn köklerini ve bir kýsým hayvanlarý aynen ihya edip iâde ediyor. Baþkalarýný ayniyyet derecesinde bir misliyyet sûretinde îcad ediyor. Halbuki maddeten farklarý pek az olan tohumcuklar o kadar karýþmýþken, kemâl-i imtiyaz ve teþhîs ile o kadar sür'at ve vüs'at ve sühulet içinde kemâl-i intizâm ve mîzan ile altý gün veya altý hafta zarfýnda ihya ediliyor. Hiç kabil midir ki: Bu iþleri yapan Zâta bir þey aðýr gelebilsin; Semâvat ve Arzý altý günde halkedemesin, insaný bir sayhâ ile haþredemesin! Hâþâ... Acaba: Mûciznümâ bir kâtib bulunsa, huruflarý, ya bozulmuþ veya mahvolmuþ üçyüz bin kitabý tek bir sahifede karýþtýrmaksýzýn, galatsýz, sehivsiz, noksansýz, hepsini beraber, gâyet güzel bir Sûrette bir saatte yazarsa; birisi sana dese: Þu kâtip kendi te'lif ettiði senin suya düþmüþ olan kitabýný, yeniden, bir dakika zarfýnda hâfýzasýndan yazacak. Sen diyebilir misin ki: Yapamaz ve inanmam... Veyahut, bir Sultân-ý Mu'cizekâr, kendi iktidarýný göstermek için veya ibret ve tenezzüh için bir iþaretle daðlarý kaldýrýr, memleketleri tebdil eder. Denizi karaya çevirdiðini gördüðün halde; sonra görsen ki: Büyük bir taþ dereye yuvarlanmýþ. O Zâtýn kendi ziyâfetine dâvet ettiði misafirlerin yolunu kesmiþ, geçemiyorlar. Biri sana dese: O Zât, bir iþaretle o taþý, ne kadar büyük olursa olsun kaldýracak veya daðýtacak. Misafirlerini yolda býrakmayacak. Sen desen ki: Kaldýrmaz veya kaldýramaz... Veyahut, bir zât bir günde, yeniden büyük bir orduyu teþkil ettiði halde biri dese: O Zât bir boru sesiyle, efrâdý istirahat için daðýlmýþ olan taburlarý toplar. Taburlar, nizâmý altýna girerler. Sen desen ki: Ýnanmam! Ne kadar divânece hareket ettiðini anlarsýn... Ýþte þu üç temsîli fehmettin ise, bak: Nakkaþ-ý Ezelî, gözümüzün önünde kýþýn beyaz sahifesini çevirip, bahar ve yaz yeþil yapra sh: » (S: 85) ðýný açýp, rûy-i Arzýn sahifesinde üçyüz binden ziyâde envâý, Kudret ve Kader kalemiyle ahsen-i Sûret üzere yazar. Birbiri içinde birbirine karýþmaz. Beraber yazar; birbirine mâni olmaz. Teþkilce, Sûretçe birbirinden ayrý, hiç þaþýrtmaz. Yanlýþ yazmaz. Evet en büyük bir aðacýn ruh programýný bir nokta gibi en küçük bir çekirdekte dercedip, muhafaza eden Zât-ý Hakîm-i Hafîz; vefat edenlerin ruhlarýný nasýl muhafaza eder, denilir mi? Ve Küre-i Arzý bir sapan taþý gibi çeviren Zât-ý Kadîr; âhirete giden misafirlerinin yolunda, nasýl bu Arzý kaldýracak veya daðýtacak, denilir mi? Hem hiçten, yeniden bütün zîhayatýn ordularýný bütün cesedlerinin taburlarýnda kemâl-i intizâmla zerratý Emr-i كُنْ فَيَكُونُ ile kaydedip yerleþtiren, ordular îcad eden Zât-ý Zülcelâl; tabur-misâl cesedin nizâmý altýna girmekle, birbiriyle tanýþan zerrat-ý esâsiye ve eczâ-yý asliyyesini bir sayha ile nasýl toplayabilir denilir mi? Hem, bu bahar haþrine benziyen, dünyanýn her devrinde, her asrýnda, hattâ gece gündüzün tebdilinde hattâ cevv-i havada bulutlarýn îcad ve ifnasýnda haþre nümûne ve misâl ve emâre olacak ne kadar nakýþlar yaptýðýný gözünle görüyorsun. Hattâ eðer hayâlen bin sene evvel kendini farzetsen, sonra zamanýn iki cenahý olan mâzi ile müstakbeli birbirine karþýlaþtýrsan; asýrlar, günler adedince misâl-i hâþir ve Kýyâmetin nümûnelerini göreceksin. Sonra, bu kadar nümûne ve misâlleri müþâhede ettiðin halde, haþr-i cismânîyi akýldan uzak görüp istib'âd etmekle inkâr etsen; ne kadar divânelik olduðunu sen de anlarsýn... Bak! Fermân-ý A'zam, bahsettiðimiz hakikata dair ne diyor: فَانْظُرْ اِلَى آثَارِ رَحْمَةِ اللّهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَآ اِنَّ ذلِكَ َلمُحْيِى اْلمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ ELHÂSIL: Haþre mâni hiçbir þey yoktur. Muktazî ise; her þeydir. Evet, mahþer-i acâip olan þu koca Arzý, âdi bir hayvan gibi imâte ve ihya eden ve beþer ve hayvana hoþ bir beþik, güzel bir gemi yapan ve Güneþi onlara þu misafirhanede ýþýk verici ve ýsýndýrýcý bir lâmba eden, Seyyaratý Meleklerine tayyare yapan bir Zâtýn, bu derece muhteþem ve sermedî Rubûbiyyeti ve bu derece muazzam ve muhît hâkimiyyeti; elbette, yalnýz böyle geçici, devamsýz, bîka- sh: » (S: 86) rar, ehemmiyetsiz mütegayyir bekasýz nâkýs, tekemmülsüz umûr-u Dünya üzerinde kurulmaz ve durmaz. Demek, Ona þâyeste, daimî, berkarar, zevalsiz, muhteþem bir diyar-ý âher var. Baþka bâki bir memleketi vardýr. Bizi onun için çalýþtýrýr. Oraya dâvet eder ve oraya nakledeceðine; zâhirden hakikate geçen ve kurb-u huzuruna müþerref olan bütün ervah-ý neyyire ashâbý, bütün kulûb-u münevvere aktâbý, bütün ukûl-ü nuraniyye erbabý þehadet ediyorlar ve bir mükâfat ve mücâzat ihzâr ettiðini müttefikan haber veriyorlar ve mükerreren pek kuvvetli vaad ve pek þiddetli tehdid eder, naklederler. Hulfül-vaad ise hem zillet, hem tezellüldür. Hiç bir cihetle celâl-i kudsiyyetine yanaþamaz. Hulf-ül vaîd ise ya afvdan, ya acizden gelir. Halbuki, küfür; cinâyet-i mutlakadýr (Hâþiye), Afve kabil deðil... Kadîr-i Mutlak ise, acizden münezzeh ve mukaddestir. Þahidler, muhbirler ise; mesleklerinde, meþreblerinde, mezheblerinde muhtelif olduklarý halde kemâl-i ittifak ile þu mes'elenin esâsýnda müttehiddirler. Kesretçe tevâtür derecesindedirler. Keyfiyetçe icmâ kuvvetindedirler. Mevkice herbiri nev-i beþerin bir yýldýzý, bir tâifenin gözü, bir milletin azizidirler. Ehemmiyetçe þu mes'elede hem ehl-i ihtisas, hem ehl-i isbattýrlar. Halbuki bir fende veya bir san'atta iki ehl-i ihtisas, binler baþkalardan müreccahtýrlar ve ihbarda iki müsbit, binler nâfîlere tercih edilir. Meselâ: Ramazan hilâlinin sübûtunu ihbar eden iki adam, binler münkirleri inkârlarýný hiçe atarlar. Elhâsýl, dünyada bundan daha doðru bir haber, daha saðlam bir dâva, daha zâhir bir hakikat olamaz... Demek, þübhesiz dünya bir mezraadýr. Mahþer ise bir beyderdir, harmandýr. Cennet, Cehennem ise birer mahzendir. ___________________________ (Haþiye): Evet küfür, mevcûdâtýn kýymetini iskat ve mânâsýzlýkla ittiham ettiðinden; bütün kâinata karþý bir tahkir ve mevcûdat âyinelerinde cilve-i Esmâyý inkâr olduðundan; bütün Esmâ-yý Ýlâhiyyeye karþý bir tezyif ve mevcûdâtýn vahdâniyyete olan þehadetlerini reddettiðinden; bütün mahlûkata karþý bir tekzib olduðundan; istidad-ý insânîyi öyle ifsad eder ki: Salâh ve hayrý kabûle liyâkatý kalmaz. Hem, bir zulm-ü azîmdir ki: Umum mahlûkatýn ve bütün Esmâ-i Ýlahiyyenin hukukuna bir tecâvüzdür. Ýþte þu hukukun muhafazasý; ve nefs-i kâfir hayra kabiliyetsizliði; küfrün adem-i afvýný iktiza eder. اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظِيمٌ þu mânâyý ifade eder. sh: » (S: 87) Link zu diesem Kommentar Auf anderen Seiten teilen Mehr Optionen zum Teilen...
Webmaster Geschrieben 8. April 2008 Teilen Geschrieben 8. April 2008 ONUNCU HAKÝKAT: Bâb-ý Hikmet, Ýnayet, Rahmet, Adâlet tir. Ýsm-i Hakîm, Kerim, Âdil, Rahîm'in cilvesidir. Hiç mümkün müdür ki: Þu bekasýz misafirhane-i Dünyada ve þu devamsýz meydan-ý imtihanda ve þu sebatsýz teþhirgâh-ý arzda bu derece bâhir bir hikmet, bu derece zâhir bir inâyet ve bu derece kahir bir adâlet ve bu derece vâsi bir merhametin âsârýný gösteren Mâlik-ül Mülk-i Zülcelâl'in daire-i memleketinde ve âlem-i mülk ve melekûtunda daimî meskenler, ebedî sâkinler, bâki makamlar, mukîm mahlûklar bulunmayýp þu görünen hikmet, inâyet, adâlet, merhametin hakikatlarý hiçe insin?.. Hem hiç kabil midir ki O Zât-ý Hakîm, þu insaný bütün mahlûkat içinde kendine küllî muhatâb ve câmi' bir âyine yapýp bütün hazâin-i rahmetinin müþtemilâtýný ona tattýrsýn, hem tarttýrsýn, hem tanýttýrsýn, kendini bütün esmâsýyla ona bildirsin, onu sevsin ve sevdirsin.. sonra o bîçare insaný o ebedî memleketine göndermesin? O daimî saadetgâha dâvet edip mes'ud etmesin? Hem hiç mâkul mudur ki: hattâ çekirdek kadar herbir mevcûda bir aðaç kadar vazife yükü yüklesin, çiçekleri kadar hikmetleri bindirsin, semereleri kadar maslahatlarý taksýn da bütün o vazifeye, o hikmetlere, o maslahatlara dünyaya müteveccih yanýz bir çekirdek kadar gaye versin! Bir hardal kadar ehemmiyeti olmayan dünyevî bekasýný gaye yapsýn! Ve bunlarý, âlem-i mânâya çekirdekler ve âlem-i âhirete bir mezraa yapmasýn! Tâ hakikî ve lâyýk gayelerini versinler. Ve bu kadar mühim ihtifâlât-ý mühimmeyi gayesiz, boþ, abes býraksýn. Onlarýn yüzünü âlem-i mânâya, âlem-i âhirete çevirmesin? Tâ asýl gayeleri ve lâyýk meyvelerini göstersin. Evet hiç mümkün müdür ki: Bu þeyleri böyle hilâf-ý hakikat yapmakla kendi evsaf-ý hakikiyesi olan Hakîm, Kerîm, Âdil, Rahîm'in zýdlarýyla -hâþâ sümme hâþâ- muttasýf gösterip hikmet ve keremine, adl ve rahmetine delâlet eden bütün kâinatýn hakaikýný tekzib etsin, bütün mevcûdatýn þehadetlerini reddetsin, bütün masnûatýn delâletlerini ibtal etsin! Hem hiç akýl kabûl eder mi kî, insanýn baþýna ve içindeki havassýna saçlarý adedince vazifeler yükletsin de, yalnýz bir saç hükmünde ona bir ücret-i dünyeviyye versin; adâlet-i hakikiyesine zýd olarak ve hikmet-i hakikiyyesine münâfî, mânâsýz iþ yapsýn! Hem hiç mümkün müdür ki, bir aðaca taktýðý neticeler, mey sh: » (S: 88) veler miktarýnca herbir zîhayata, belki lisan gibi herbir uzvuna, belki herbir masnûa o derece hikmetleri, maslahatlarý takmakla kendisinin bir Hakîm-i Mutlak olduðunu isbat edip göstersin, sonra bütün hikmetlerin en büyüðü ve bütün maslahatlarýn en mühimmi ve bütün neticelerin en elzemi ve hikmeti hikmet, nimeti nimet, rahmeti rahmet eden ve bütün hikmetlerin, nimetlerin, rahmetlerin, maslahatlarýn menbaý ve gayesi olan beka ve likayý ve saadet-i ebediyeyi vermeyip terkederek, bütün iþlerini abesiyet-i mutlaka derekesine düþürsün ve kendini o zâta benzetsin ki; öyle bir saray yapar, herbir taþýnda binlerce nâkýþlar, herbir tarafýnda binler zînetler ve herbir menzilinde binler kýymetdar âlât ve levâzýmat-ý beytiye bulundursun da sonra ona dam yapmasýn, her þey çürüsün, beyhude bozulsun. Hâþâ ve kellâ!. Hayr-ý Mutlak'tan hayýr gelir, Cemîl-i Mutlak'tan güzellik gelir, Hakîm-i Mutlak'tan abes bir þey gelmez. Evet her kim fikren tarihe binip mâzi cihetine gitse, þu zaman-ý hâzýrda gördüðümüz menzil-i dünya, meydan-ý ibtilâ, meþher-i eþya gibi, seneler adedince vefat etmiþ menziller, meydanlar, meþherler, âlemler görecek. Sûretçe, keyfiyetçe birbirinden ayrý olduklarý halde; intizâmca, acaibce, Sâniin kudret ve hikmetini göstermekçe birbirine benzer. Hem görecek ki; o sebatsýz menzillerde, o devamsýz meydanlarda, o bekasýz meþherlerde o kadar bâhir bir hikmetin intizâmatýný, o derece zâhir bir inâyetin iþarâtýný, o mertebe kahir bir adâletin emâratýný, o derece vâsi bir merhametin semerâtýný görecek. Basiretsiz olmamak þartýyla yakînen bilecek ki: O hikmetten daha ekmel bir hikmet olamaz ve o âsârý görünen inâyetten daha ecmel bir inâyet kabil deðil ve o emaratý görünen adâletten daha ecell bir adâlet yoktur ve o semerâtý görünen merhametten daha eþmel bir merhamet tasavvur edilmez. Eðer farz-ý muhal olarak þu iþleri çeviren, þu misafirleri ve misafirhaneleri deðiþtiren Sultân-ý Sermedî'nin daire-i memleketinde daimî menziller, âlî mekânlar, sâbit makamlar, bâki meskenler, mukîm ahali, mes'ud ibâdý bulunmazsa; ziya, hava, su, toprak gibi kuvvetli ve þümûllü dört anâsýr-ý mâneviye olan hikmet, adâlet, inâyet, merhametin hakikatlarýný nefyetmek ve o anâsýr-ý zâhiriye gibi, görünen vücudlarýný inkâr etmek lâzýmgelir. Çünki þu bekasýz Dünya ve mâfîha, onlarýn tam hakikatlarýna mazhar olamadýðý mâlûmdur. Eðer baþka yerde dahi onlara tam mazhar olacak mekân bulunmazsa, o vakit gündüzü dolduran ziyayý gördüðü halde, Güneþin vücudunu inkâr etmek derecesinde bir divanelikle, þu her sh: » (S: 89) þeyde bulunan gözümüz önündeki hikmeti inkâr etmek, þu nefsimizde ve ekser eþyada her vakit müþahede ettiðimiz inâyeti inkâr etmek ve þu pek kuvvetli emâratý görünen adâleti inkâr etmek (Hâþiye) ve þu her yerde gördüðümüz merhameti inkâr etmek lâzýmgeldiði gibi; þu kâinatta gördüðümüz icraat-ý hakîmane ve ef'âl-i kerîmane ve ihsanât-ý rahîmânenin sahibini «Hâþâ sümme hâþâ!» sefih bir oyuncu, gaddar bir zalim olduðunu kabûl etmek lâzýmgelir ki, nihayetsiz muhal bir inkýlab-ý hakaiktir. Hattâ herþeyin vücudunu ve kendi nefsinin vücudunu inkâr eden ahmak Sofestaîler dahi bunun tasavvuruna kolay kolay yanaþamazlar... (Hâþiye): Evet adâlet iki þýktýr. Biri müsbet, diðeri menfîdir. Müsbet ise, hak sahibine hakkýný vermektir. Þu kýsým adâlet, bu dünyada bedâhet derecesinde ihâtasý vardýr. Çünki "Üçüncü Hakikat"ta isbat edildiði gibi; herþeyin istidad lisanýyla ve ihtiyac-ý fýtrî lisanýyla ve ýzdýrar lisanýyla Fâtýr-ý Zülcelâl'den istediði bütün matlûbatýný ve vücud ve hayatýna lâzým olan bütün hukukunu mahsus mizanlarla, muayyen ölçülerle bilmüþahede veriyor. Demek adâletin þu kýsmý, vücud ve hayat derecesinde kat'î vardýr. Ýkinci kýsým menfîdir ki, haksýzlarý terbiye etmektir. Yâni haksýzlarýn hakkýný, tâzib ve tecziye ile veriyor. Þu þýk ise çendan tamamýyla þu dünyada tezahür etmiyor. Fakat o hakikatýn vücudunu ihsas edecek bir Sûrette hadsiz îþârat ve emârat vardýr. Ezcümle: Kavm-i Âd ve Semûd'dan tut, tâ þu zamanýn mütemerrid kavimlerine kadar gelen sille-i te'dib ve tâziyane-i tazib, gâyet âlî bir adâletin hükümran olduðunu hads-i kat'î ile gösteriyor. Elhâsýl: Þu görünen þuunat, dünyadaki vüs'atli içtimâat-ý hayatiye ve sür'atli iftirakat-ý mevtiye ve haþmetli toplanmalar ve çabuk daðýlmalar ve âzametli ihtifâlât ve büyük tecelliyat ile ve onlarýn bu âleme ait bu Dünya-yý fânide kýsa bir zamanda mâlûmumuz olan semerat-ý cüz'iyeleri, ehemmiyetsiz ve muvakkat gayeleri mabeyninde hiç münasebet olmadýðýndan, âdeta küçük bir taþa bir büyük dað kadar hikmetler, gayeler takmak; bir büyük daða, bir küçük taþ gibi muvakkat bir gaye-i cüz'iye vermeye benzer ki; Hiçbir akýl ve hikmete uygun gelemez. Demek þu mevcûdat ve þuûnat ile ve dünyaya ait gayeleri ortasýnda bu derece nisbetsizlik, kat'iyyen þehadet eder ki; bu mevcûdatýn yüzleri âlem-i mânâya müteveccihtir, münasib meyveleri orada veriyor ve gözleri Esmâ-i Kudsiyyeye dikkat ediyorlar, gayeleri o âleme bakýyor. Ve özleri dünya topraðý altýnda, sünbülleri âlem-i Misâlde inkiþaf ediyor. Ýnsan istidadý nisbetinde burada ekiyor ve ekiliyor, âhirette mahsul alýyor. Evet þu eþyanýn Esmâ-i Ýlahiyyeye sh: » (S: 90) ve âlem-i âhirete müteveccih yüzlerine baksan göreceksin ki; Mu'cize-i Kudret olan herbir çekirdeðin bir aðaç kadar gayesi var. Kelime-i Hikmet olan herbir çiçeðin (Hâþiye) bir aðaç çiçekleri kadar mânâlarý var ve o hârika-i san'at ve manzûme-i Rahmet olan herbir meyvenin, bir aðacýn meyveleri kadar hikmetleri var. Bizlere rýzýk olmasý ise; o binler hikmetlerinden birtek hikmettir ki, vazifesi biter, mânâsýný ifade eder, vefat eder, midemizde defnedilir. Mâdem bu fâni eþya, baþka yerde bâki meyveler verirler ve daimî Sûretler býrakýr ve baþka cihette ebedî mânâlar ifade eder, sermedî tesbihat yapar. Ve insan ise, onlarýn þu cihetine bakan yüzlerine bakmakla insan olur, Fânide bâkiye yol bulur. Demek, bu hayat ve mevt içinde yuvarlanan, toplanýp daðýlan mevcûdat içinde baþka maksad var. Temsilde kusur yoktur: Þu ahvâl, taklid ve temsil için teþkil ve tertib edilen ahvâle benzer. Nasýl büyük masrafla kýsa içtimâlar, daðýlmalar yapýlýyor. Tâ Sûretler alýnsýn, terkib edilsin, sinemada dâim gösterilsin. Onun gibi, bu dünyada kýsa bir müddet zarfýnda hayat-ý þahsiye ve hayat-ý içtimâiye geçirmenin bir gayesi þudur ki: Sûretler alýnýp terkib edilsin, Netice-i âmelleri alýnýp hýfzedilsin. Tâ bir mecmâ-i ekberde muhasebesi görülsün. Ve bir meþher-i âzamda gösterilsin ve bir saadet-i uzmâya istidadý gösterilsin. Demek Hadîs-i Þerifte «Dünya âhiret mezraasýdýr» diye bu hakikatý ifade ediyor. Mâdem dünya var. Ve dünya içinde bu âsârýyla hikmet ve inâyet ve rahmet ve adâlet var. Elbette dünyanýn vücûdu gibi kat'î olarak âhiret de var. Mâdem dünyada herþey bir cihette o âleme bakýyor. Demek oraya gidiliyor. Âhireti inkâr etmek, dünya ve mâfîhayý inkâr etmek demektir. Demek ecel ve kabir insaný beklediði gibi, Cennet ve Cehennem de insaný bekliyor ve gözlüyor. ONBÝRÝNCÝ HAKÝKAT: Bâb-ý Ýnsâniyettir. Ýsm-i Hakk'ýn cilvesidir. Hiç mümkün müdür ki: Cenâb-ý Hak ve Mâbud-u Bilhak; insa- _____________________________ (Hâþiye): Sual: Eðer dense: Neden en çok misâlleri çiçekten ve çekirdekten ve meyveden getiriyorsun? Elcevab: Çünki onlar hem Mu'cizât-ý Kudretin en antikalarý, en hârikalarý, en nazeninleridirler. Hem ehl-i tabiat ve ehl-i dalâlet ve ehl-i felsefe, onlardaki Kalem-i Kader ve kudretin yazdýðý ince hattý okuyamadýklarý için onlarda boðulmuþlar, tabiat bataklýðýna düþmüþler. sh: » (S: 91) ný þu kâinat içinde Rububiyyet-i Mutlakasýna ve umum âlemlere Rububiyyet-i âmmesine karþý en ehemmiyetli bir abd ve hitâbat-ý Sübhaniyyesine en mütefekkir bir muhatâb ve mazhariyyet-i esmâsýna en câmi' bir âyine ve onu Ýsm-i âzamýn tecellisine ve her isimde bulunan Ýsm-i âzamlýk mertebesinin tecellisine mazhar bir ahsen-i takvimde en güzel bir mu'cize-i Kudret ve hazain-i Rahmetinin müþtemilâtýný tartmak, tanýmak için en ziyade mîzan ve âletlere mâlik bir müdakkik ve nihayetsiz nimetlerine en ziyade muhtaç ve fenadan en ziyade müteellim ve bekaya en ziyade müþtak ve hayvanat içinde en nâzik ve en nâzdar ve en fakir ve en muhtaç ve hayat-ý dünyeviyece en müteellim ve en bedbaht ve istidadça en ulvî ve en yüksek Sûrette, mahiyette yaratsýn da, onu müstaid olduðu ve müþtak olduðu ve lâyýk olduðu bir Dâr-ý Ebedîye göndermeyip, hakikat-ý insâniyeyi ibtal ederek kendi hakkaniyetine taban tabana zýd ve hakikat nazarýnda çirkin bir haksýzlýk etsin! Hem hiç kabil midir ki: Hâkim-i Bilhak, Rahîm-i Mutlak; insana öyle bir istidad verip, yer ile gökler ve daðlar tahammülünden çekindiði Emânet-i Kübrâyý tahammül edip, yâni küçücük cüz'î ölçüleriyle, sanatçýklarýyla Hâlýkýnýn muhit sýfatlarýný, küllî þuunâtýný, nihayetsiz tecelliyatýný ölçerek bilip; hem yerde en nâzik, nâzenin, nâzdar, âciz, zaîf yaratýp; halbuki bütün yerin nebatî ve hayvanî olan mahlukatýna bir nevi tanzimat memuru yapýp, onlarýn tarz-ý tesbihat ve ibâdetlerine müdahale ettirip, kâinattaki icraat-ý Ýlahiyeye küçücük mikyasta bir temsil gösterip, Rububiyyet-i Sübhaniyeyi fiilen ve kalen kâinatta ilân ettirmek, meleklerine tercih edip hilâfet rütbesini verdiði halde; ona bütün bu vazifelerinin gayesi ve neticesi ve semeresi olan saadet-i ebediyeyi vermesin! Onu bütün mahlûkatýnýn en bedbaht, en bîçare, en musibetzede, en dertmend, en zelil bir derekeye atýp; en mübarek, nuranî ve âlet-i tes'id bir hediye-i hikmeti olan aklý o bîçareye en meþ'ûm ve zulmanî bir âlet-i tâzib yapýp, hikmet-i mutlakasýna büsbütün zýd ve merhamet-i mutlakasýna külliyen münâfî bir merhametsizlik etsin. Hâþâ ve kellâ! Elhâsýl: Nasýl hikâye-i temsiliyede bir zâbitin cüzdanýna ve defterine bakýp görmüþ idik ki; hem rütbesi, hem vazifesi, hem maaþý, hem düstur-u hareketi, hem cihâzatý bize gösterdi ki; o zabit, o muvakkat meydan için deðil, belki müstekar bir memlekete sh: » (S: 92) gidecek de ona göre çalýþýyor. Aynen onun gibi; insanýn kalb cüzdanýndaki letâif ve akýl defterindeki havas ve istidadýndaki cihazat, tamamen ve müttefikan Saadet-i Ebediyyeye müteveccih ve ona göre verilmiþ ve ona göre teçhiz edilmiþ olduðuna ehl-i tahkik ve keþf müttefiktirler. Ezcümle: Meselâ aklýn bir hizmetkârý ve tasvircisi olan kuvve-i hayâliyyeye denilse ki: "Sana bir milyon sene ömür ile saltanat-ý dünya verilecek, fakat âhirde mutlaka hiç olacaksýn." Tevehhüm aldatmamak, nefis karýþmamak þartýyla «Oh» yerine «Ah» diyecek ve teessüf edecek. Demek en büyük fâni, en küçük bir âlet ve cihâzat-ý insâniyeyi doyuramýyor. Ýþte bu istidaddandýr ki, insanýn Ebede uzanmýþ emelleri ve kâinatý ihâta etmiþ efkârlarý ve ebedî saadetlerinin enva'ýna yayýlmýþ arzularý gösterir ki; bu insan ebed için halkedilmiþ ve ebede gidecektir. Bu dünya ona bir misafirhanedir ve âhiretine bir intizar salonudur. ONÝKÝNCÝ HAKÝKAT: Bâb-ý Risâlet ve Tenzil'dir. «Bismillahirrahmânirrahîm» in cilvesidir. Hiç mümkün müdür ki: Bütün enbiya mu'cizelerine istinad ederek sözünü te'yid ettikleri ve bütün Evliya keþf ve kerâmetlerine istinad edip dâvasýný tasdik ettikleri ve bütün Asfiya tahkikatýna istinad ederek hakkaniyetine þehâdet ettikleri Resul-i Ekrem Sallallahü Aleyhi ve Sellem'in tahakkuk etmiþ bin mu'cizâtýnýn kuvvetine istinad edip bütün kuvvetiyle, hem kýrk vecihle mu'cize olan Kur'an-ý Hakîm binler âyât-ý kat'iyesine istinad ederek, bütün kat'iyetle açtýklarý âhiret yolunu ve küþâd ettikleri Cennet kapýsýný, sinek kanadý kadar kuvveti bulunmayan vâhî vehimler, ne haddi var ki kapatabilsin!.. Geçen hakikatlardan anlaþýldý ki; haþir mes'elesi öyle râsih bir hakikattýr ki, Küre-i Arzý yerinden kaldýracak, kýrýp atacak bir kuvvet o hakikatý sarsamaz. Zîra o hakikatý Cenâb-ý Hak bütün esmâ ve sýfâtýnýn iktizasý ile tesbit ediyor ve Resul-i Ekrem'i bütün mu'cizât ve berâhiniyle tasdik ediyor ve Kur'an-ý Hakîm bütün hakaik ve âyâtýyla onu isbat ediyor ve þu kâinat bütün âyât-ý tekviniyye ve þuunat-ý hakîmanesi ile þehadet ediyor. Acaba hiç mümkün müdür ki; haþir mes'elesinde Vâcib-ül Vücud ile bütün mevcûdat -kâfirler müstesna olarak- ittifak etmiþ olsun, kýl kadar kuvveti ol- sh: » (S: 93) mayan þübheler, þeytanî vesveseler o dað gibi hakikat-ý râsiha-ý âliyeyi sarssýn, yerinden kaldýrsýn. Hâþâ ve kellâ!.. Sakýn zannetme, delâil-i Haþriye, bahsettiðimiz Oniki Hakikata münhasýrdýr. Hâyýr, belki yalnýz Churn-ý Hakîm, geçen þu Oniki Hakikatlarý bize ders verdiði gibi, daha binler vücûha iþaret edip, herbir vecih kavî bir emâredir ki: Hâlýkýmýz bizi bu dâr-ý fâniden bir dâr-ý Bâkîye nakledecektir. Hem sakýn zannetme ki: Haþri iktiza eden Esmâ-i Ýlahiye, bahsettiðimiz gibi yâlnýz Hakîm, Kerîm, Rahîm, Âdil, Hafîz isimlerine münhasýrdýr. Hayýr, belki kâinatýn tedbirinde tecelli eden bütün Esmâ-i Ýlahiye, âhireti iktiza eder, belki istilzam eder. Hem zannetme ki, haþre delâlet eden kâinatýn âyât-ý tekviniyesi, þu geçen bahsettiðimize münhasýrdýr. Hâyýr, belki ekser mevcûdâtta saða sola açýlýr perdeler gibi vecih ve keyfiyetleri vardýr ki: Bir vechi Sânia þehadet ettiði gibi, diðer vechi de haþre iþaret eder. Meselâ: Ýnsanýn âhsen-i takvimdeki hüsn-ü masnûiyeti, Sâni'i gösterdiði gibi; o ahsen-i takvimdeki kabiliyet-i câmiasýyla kýsa bir zamanda zevâl bulmasý, haþri gösterir. Bâzý kerre bir vecihle iki nazarla bakýlsa; hem Sâni'i, hem haþri gösterir. Meselâ: Ekser eþyada görünen hikmetin tanzimi, inâyetin tezyini, adâletin tevzîni ve rahmetin taltifi; nasýlki mahiyetlerine bakýlsa, bir Sâni'-i Hakîm, Kerîm, Âdil, Rahîm'in dest-i kudretinden çýktýðýný gösterirler. Onun gibi, bunlarýn kuvveti ve hadsizlikleriyle beraber, þunlarýn mazharlarý olan þu fâni mevcûdâtýn ehemmiyetsiz ve az yaþamasýna bakýlsa, âhiret görünür. Demek ki, herþey lisan-ý hal ile اَمَنْتُ بِاللَّهِ وَ بِالْيَوْمِ اْلاَخِرِ okuyor ve okutturuyor... *** sh: » (S: 94) Hâtime Geçen Oniki Hakikat, birbirini te'yid eder, birbirini tekmil eder, birbirine kuvvet verir. Bütün onlar birden ittihad ederek neticeyi gösterir. Hangi vehmin haddi var; þu demir gibi, belki elmas gibi Oniki Muhkem Surlarý delip geçebilsin. Tâ hýsn-ý hasînde olan haþr-i îmanîyi sarssýn! مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ âyet-i kerîmesi ifade ediyor ki: Bütün insanlarýn halkolunmasý ve haþredilmesi, Kudret-i Ýlahiyeye nisbeten birtek insanýn halký ve haþri gibi âsandýr. Evet öyledir. "Nokta" nâmýnda bir risalede Haþir bahsinde þu âyetin ifade ettiði hakikatý tafsîlen yazmýþým. Burada yalnýz bir kýsým temsîlâtýyla hülâsasýna bir iþaret edeceðiz. Eðer istersen o «Nokta»ya müracaat et. Meselâ: وَلِلّهِ اْلمَثَلُ اْلاَعْلَى -Temsilde kusur yok- Nasýlki, «Nûrâniyyet sýrrýyle» Güneþin cilvesi, kendi ihtiyarýyla olsa da, bir zerreye sühûletle verdiði cilveyi, ayný sühþþûletle hadsiz þeffâfâta da verir. Hem «þeffâfîyyet sýrrîyle» bir zerre-i þeffâfenin küçük göz bebeði Güneþin aksini almasýnda, denizin geniþ yüzüne müsavidir. Hem «intizâm sýrrýyle» bir çocuk parmaðýyla gemi Sûretindeki oyuncaðýný çevirdiði gibi, kocaman bir diritnotu da çevirir. Hem «imtisâl sýrrýyle» bir kumandan birtek neferi bir arþ em sh: » (S: 95) riyle tahrik ettiði gibi, bir koca orduyu da ayný kelime ile tahrik eder. Hem «müvazene sýrrîyle» cevv-i fezâda bir terazi ki, öyle hakikî hassas ve o derece büyük farzedelim ki, iki ceviz terazinin iki gözüne konulsa hisseder ve iki güneþi de istiab edip tartar. O iki kefesinde bulunan iki cevizi birini semâvata, birini yere indiren âyný kuvvetle, iki þems bulunsa; birini arþa, diðerini ferþe kaldýrýr, indirir. Mâdem þu âdi, nâkýs, fâni mümkinatta nuraniyet ve þeffâfîyet ve intizâm ve imtisâl ve müvazene sýrlarýyla, en büyük þey en küçük þey'e müsâvi olur. Hadsiz hesabsýz þeyler birtek þeye müsâvi görünür. Elbette Kadîr-i Mutlak'ýn zâtî ve nihayetsiz ve gâyet kemâlde olan kudretinin nuranî tecelliyatý ve melekûtiyet-i eþyanýn þeffafiyeti ve hikmet ve kaderin intizâmatý ve eþyanýn evâmir-i tekvîniyesine kemâl-i imtisâli ve mümkinâtýn vücudu ve ademin müsavâtýndan ibaret olan imkânýndaki müvazenesi sýrrîyle; az çok, büyük küçük ona müsavi olduðu gibi, bütün insanlarý birtek insan gibi bir sayha ile Haþre getirebilir. Hem bir þeyin kuvvet ve za'fça merâtibi, o þeyin içine zýddýnýn müdahalesidir. Meselâ: Hararetin derecatý, soðuðun müdhalesidir. Güzelliðin merâtibi, çirkinliðin müdahalesidir. Ziyanýn tabakatý, karanlýðýn müdahalesidir. Fakat birþey zâtî olsa, ârýzî olmazsa, onun zýddý ona müdahale edemez. Çünki: Cem'-i zýddeyn lâzýmgelir. Bu ise, muhaldir. Demek asýl, zâtî olan bir þeyde merâtib yoktur. Mâdem Kadîr-i Mutlak'ýn kudreti zâtîdir, mümkinât gibi ârýzî deðildir ve kemâl-i mutlaktadýr. Onun zýddý olan acz ise, muhaldir ki tedâhül etsin. Demek bir baharý halketmek, Zât-ý Zülcelâl'ine bir çiçek kadar ehvendir. Eðer esbaba isnad edilse; bir çiçek bir bahar kadar aðýr olur. Hem bütün insanlarý ihya edip haþretmek, bir nefsin ihyasý gibi kolaydýr. Mes'ele-i haþrin baþýndan buraya kadar olan temsil sûretlerine ve hakikatlarýna dair olan Beyânâtýmýz, Kur'an-ý Hakîm'in feyzindendir. Nefsi teslime kalbi kabûle ihzârdan ibarettir. Asýl söz ise Kur'anýndýr. Zîra söz odur ve söz onundur. Dinleyelim: sh: » (S: 96) فَلِلَّهِ اْلحُجَّةُ الْبَالِغَةُ فَانْظُرْ اِلَى آثَارِ رَحْمَةِ اللّهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذلِكَ َلمُحْيِى اْلمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ قَالَ مَنْ يُحْيِى اْلعِظَامَ وَهِىَ رَمِيمٌ قُلْ يُحْيِيهَا الّذِى اَنْشَاَهَا اَوَّلَ مَرَّةٍ وَهُوَ بِكُلِّ خَلْقٍ عَلِيمٌ يَآ اَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا رَبَّكُمْ اِنَّ زَلْزَلَةَ السَّاعَةِ شَيْءٌ عَظِيمٌ يَوْمَ تَرَوْنَهَا تَذْهَلُ كُلُّ مُرْضِعَةٍ عَمَّا اَرْضَعَتْ وَتَضَعُ كُلُّ ذَاتِ حَمْلٍ حَمْلَهَا وَتَرَى النَّاسَ سُكَارَى وَمَا هُمْ بِسُكَارَى وَلكِنَّ عَذَابَ اللّهِ شَدِيدٌ (اَللّهُ لآَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ لَيَجْمَعَنَّكُمْ اِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ لاَ رَيْبَ فِيهِ وَمَنْ اَصْدَقُ مِنَ اللَّهِ حَدِيثًا اِنَّ اْلاَبْرَارِ لَفِى نَعِيمٍ وَاِنَّ الْفُجَّارَ لَفِى جَحِيمٍ اِذَا زُلْزِلَتِ اْلاَرْضُ زِلْزَالَهَا وَاَخْرَجَتِ اْلاَرْضُ اَثْقَالَهَا وَ قَالَ اْلاِنْسَانُ مَالَهَا يَوْمَئِذٍ تُحَدِّثُ اَخْبَارَهَا بِاَنَّ رَبَّكَ اَوْحَى لَهَا يَوْمَئِذٍ يَصْدُرُ النَّاسُ اَشْتَاتًا لِيُرَوْا اَعْمَالَهُمْ فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرّةٍ خَيْرًا يَرَهُ وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ ) اَلْقَارِعَةُ مَا الْقَارِعَةُ وَمَآ اَدْرَيكَ مَا الْقَارِعَةُ يَوْمَ يَكُونُ النَّاسُ كَالْفَرَاشِ الْمَبْثُوثِ وَ تَكُونُ الْجِبَالُ كَالْعِهْنِ الْمَنْفُوشِ فَاَمَّا مَنْ ثَقُلَتْ مَوَازِينُهُ فَهُوَ فِى عِيشَةٍ رَاضِيَةٍ وَ اَمَّا مَنْ خَفَّتْ مَوَازِينُهُ فَامُّهُ هَاوِيَةٌ وَمَا اَدْرَيكَ مَاهِيَهْ نَارٌ حَامِيَةٌ وَلِلّهِ غَيْبُ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَمَا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ اَقْرَبُ اِنَّ اللّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ daha bunlar gibi Âyât-ý Beyyinat-ý Kur'aniyeyi dinleyip, âmennâ ve saddaknâ diyelim... sh: » (S: 97) اَمَنْتُ بِاللَّهِ وَ مَلئِكَتِهِ وَ كُتُبِهِ وَ رُسُلِهِ وَ الْيَوْمِ اْلاَخِرِ وَ بِالْقَدَرِ خَيْرِهِ وَ شَرِّهِ مِنَ اللَّهِ تَعَالَى وَ الْبَعْثُ بَعْدَ الْمَوْتِ حَقٌّ وَ اَنَّ الْجَنَّةَ حَقٌّ وَ النَّارَ حَقٌّ وَ اَنَّ الشَّفَاعَةَ حَقٌّ وَ اَنَّ مُنْكَرًا وَ نَكِيرًا حَقٌّ وَ اَنَّ اللَّهَ يَبْعَثُ مَنْ فِى الْقُبُورِ اَشْهَدُ اَنْ لآَ اِلهَ اِلاَّ اللَّهُ وَ اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللَّهِ اَللّهُمَّ صَلِّ عَلَى اَلْطَفِ وَ اَشْرَفِ وَ اَكْمَلِ وَ اَجْمَلِ ثَمَرَاتِ طُوبَآءِ رَحْمَتِكَ الَّذِى اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ وَ وَسِيلَةً لِوُصُولِنَا اِلَى اَزْيَنِ وَ اَحْسَنِ وَ اَجْلَى وَ اَعْلَى ثَمَرَاتِ تِلْكَ طُوبَآءِ الْمُتَدَلِّيَةِ عَلَى دَارِ اْلاَخِرَةِ آىِ الْجَنَّةِ اَللَّهُمَّ اَجِرْنَا وَ اَجِرْ وَالِدَيْنَا مِنَ النَّارِ وَ اَدْخِلْنَا وَ اَدْخِلْ وَالِدَيْنَا الْجَنَّةَ مَعَ اْلاَبْرَارِ بِجَاهِ نَبِيِّكَ الْمُخْتَارِ آمِينَ Ey þu risaleyi insaf ile mütâlâa eden kardeþ! Deme, niçin bu "Onuncu Söz"ü birden tamamýyla anlayamýyorum ve tamam anlamadýðýn için sýkýlma!.. Çünki: Ýbn-i Sîna gibi bir dâhî-yi hikmet, اَلْحَشْرُ لَيْسَ عَلَى مَقَايِيسَ عَقْلِيَّةٍ demiþ. "Ýman ederiz, fakat akýl bu yolda gidemez" diye hükmetmiþtir. Hem bütün Ülemâ-i Ýslâm: "Haþir, bir mes'ele-i nakliyedir, delili nakildir. Akýl ile ona gidilmez." diye müttefikan hükmettikleri halde, elbette o kadar derin ve mânen pek yüksek bir yol; birdenbire bir cadde-i umumiye-i akliye hükmüne geçemez. Kur'an-ý Hakîm'in feyziyle ve Hâlýk-ý Rahîm'in rahmetiyle, þu taklidi kýrýlmýþ ve teslimi bozulmuþ asýrda, o derin ve yüksek yolu þu derece ihsan ettiðinden bin þükür etmeliyiz. sh: » (S: 98) Çünki: Ýmanýmýzýn kurtulmasýna kâfi gelir. Fehmettiðimiz miktarýna memnun olup tekrar mütalâa ile izdiyâdýna çalýþmalýyýz.Haþre akýl ile gidilmemesinin bir sýrrý þudur ki: Haþr-i Âzam, Ýsm-i A'zamýn tecellisiyle olduðundan, Cenâb-ý Hakk'ýn Ýsm-i A'zamýnýn ve her ismin âzamî mertebesindeki tecellisiyle zâhir olan ef'âl-i âzîmeyi görmek ve göstermekle, Haþr-i âzam bahar gibi kolay isbat ve kat'î Ýz'ân ve tahkikî îman edilir. Þu Onuncu Söz'de feyz-i Kur'an ile öyle görülüyor ve gösteriliyor. Yoksa akýl, dar ve küçük düsturlarýyla kendi baþýna kalsa âciz kalýr, taklide mecbur olur... *** sh: » (S: 99) ONUNCU SöZ'ÜN MÜHIM BIR ZEYLI VE LÂHIKASININ BIRINCI PARÇASI بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ فَسُبْحَانَ اللَّهِ حِينَ تُمْسُونَ وَحِينَ تُصْبِحُونَ وَلَهُ اْلحَمْدُ فِى السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَعَشِيًّا وَحِينَ تُظْهِرُونَ يُخْرِجُ اْلحَىَّ مِنَ اْلمَيِّتِ وَيُخْرِجُ اْلمَيِّتَ مِنَ اْلحَىِّ وَيُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَكَذلِكَ تُخْرَجُونَ * وَمِنْ اَيَاتِهِ اَنْ خَلَقَكُمْ مِنْ تُرَابٍ ثُمَّ اِذَا اَنْتُمْ بَشَرٌ تَنْتَشِرُونَ وَ مِنْ اَيَاتِهِ اَنْ خَلَقَ لَكُمْ مِنْ اَنْفُسِكُمْ اَزْوَاجًا لِتَسْكُنُوا اِلَيْهَا وَ جَعَلَ بَيْنَكُمْ مَوَدَّةً وَ رَحْمَةً اِنَّ فِى ذلِكَ َلآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ وَمِنْ اَيَاتِهِ خَلْقُ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفُ اَلْسِنَتِكُمْ وَ اَلْوَانِكُمْ اِنَّ فِى ذَلِكَ َلاَيَاتٍ لِلْعَالِمِينَ وَ مِنْ اَيَاتِهِ مَنَامُكُمْ بِالَّيْلِ وَ النَّهَارِ وَابْتِغَآؤُكُمْ مِنْ فَضْلِهِ اِنَّ فِى ذَلِكَ َلاَيَاتٍ لِقَوْمٍ يَسْمَعُونَ وَ مِنْ اَيَاتِهِ يُرِيكُمُ الْبَرْقَ خَوْفًا وَ طَمَعًا وَ يُنَزِّلُ مِنَ السَّمَآءِ مَآءً فَيُحْيِى بِهِ اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ فِى ذلِكَ َلاَيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ وَمِنْ اَيَاتِهِ اَنْ تَقُومَ السَّمَآءُ وَاْلاَرْضُ بِاَمْرِهِ ثُمَّ اِذَا دَعَاكُمْ دَعْوَةً مِنَ اْلاَرْضِ اِذَا اَنْتُمْ تَخْرُجُونَ وَ لَهُ مَنْ فِى السَّموَاتِ وَ اْلاَرْضِ كُلٌّ لَهُ قَانِتُونَ وَ هُوَ الَّذِى يَبْدَؤُ الْخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ وَ هُوَ اَهْوَنُ عَلَيْهِ وَلَهُ اْلمَثَلُ اْلاَعْلَى فِى السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ Ýmanýn bir kutbunu gösteren bu semâvî Âyât-ý Kübrânýn ve sh: » (S: 100) Haþri isbat eden þu kudsî berâhin-i uzmânýn bir nükte-i ekberi ve bir hüccet-i a'zamý; bu «Dokuzuncu Þua»da Beyân edilecek. Lâtif bir Ýnayet-i Rabbâniyyedir ki: Bundan otuz sene evvel Eski Said, yazdýðý tefsir mukaddemesi «Muhâkemât» nâmýndaki eserin âhirinde; "Ýkinci Maksad: Kur'anda haþre iþaret eden iki âyet tefsir ve Beyân edilecek. نَحُو بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ deyip durmuþ. Daha yâzamamýþ. Hâlýk-ý Rahîm'ime delâil ve emârât-ý haþriyye adedince þükür ve hamd olsun ki: Otuz sene sonra tevfik ihsan eyledi. Evet bundan dokuz-on sene evvel o iki âyetten birinci âyet olan فَانْظُرْ اِلَى اَثَارِ رَحْمَةِ اللَّهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذَلِكَ َلمُحْيِى اْلمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ ferman-ý Ýlahînin iki parlak ve çok kuvvetli hüccetleri ve tefsirleri bulunan Onuncu Söz ile Yirmidokuzuncu Söz'ü in'âm etti, münkirleri susturdu. Hem, îman-ý haþrînin hücum edilmez o iki metin kal'asýndan, dokuz ve on sene sonra ikinci âyet olan baþta mezkûr âyât-ý ekberin tefsirini bu risâle ile ikram etti. Ýþte bu Dokuzuncu Þua; mezkûr âyâtýyla iþaret edilen «Dokuz Âlî Makam» ve bir ehemmiyetli «Mukaddime» den ibarettir. * * * sh: » (S: 101) Link zu diesem Kommentar Auf anderen Seiten teilen Mehr Optionen zum Teilen...
Webmaster Geschrieben 8. April 2008 Teilen Geschrieben 8. April 2008 Mukaddime [ Haþir akidesinin, pek çok ruhî faidelerinden ve hayatî neticelerinden birtek netice-i câmiayý ihtisar ile Beyân ve hayat-ý insâniyyeye husûsan hayat-ý içtimaiyyesine ne derece lüzumlu ve zarurî olduðunu izhar ve bu îmân-ý haþrî akidesinin pek çok hüccetlerinden, bir tek hüccet-i külliyyeyi icmâl ile göstermek ve o akide-i haþriyye ne derece bedihî ve þübhesiz bulunduðunu ifade etmekten ibaret olarak «Ýki Nokta» dýr.] BÝRÝNCÝ NOKTA: Âhiret akidesi; hayat-ý içtimaiyye ve þahsiyye-i insâniyyenin üssül -esâsý ve saadetinin ve Kemâlâtýnýn esâsatý olduðuna, yüzer delillerinden bir mikyas olarak yalnýz «Dört» tanesine iþaret edeceðiz. Birincisi: Nev-i beþerin hemen yarýsýný teþkil eden çocuklar, yalnýz Cennet fikriyle, onlara dehþetli ve aðlatýcý görünen ölümlere ve vefatlara karþý dayanabilirler ve gâyet zaîf ve nazik vücudlarýnda bir kuvve-i mâneviyye bulabilirler ve her þeyden çabuk aðlayan gâyet mukavemetsiz mizâc-ý ruhlarýnda, o Cennet ile bir ümid bulup mesrûrâne yaþayabilirler. Meselâ Cennet fikriyle der: «Benim küçük kardeþim veya arkadaþým öldü, Cennetin bir kuþu oldu. Cennette gezer, bizden daha güzel yaþar.» Yoksa, her vakit etrafýnda kendi gibi çocuklarýn ve büyüklerin ölümleri, o zaîf bîçarelerin endiþeli nazarlarýna çarpmasý; mukavemetlerini ve kuvve-i mâneviyyelerini zîr ü zeber ederek gözleriyle beraber ruh, kalb, akýl gibi bütün letâifini dahi öyle aðlattýracak, ya mahvolup veya divâne bir bedbaht hayvan olacaktý... Ýkinci delil: Nev-i insanýn bir cihette nýsfý olan ihtiyarlar, yalnýz hayat-ý uhreviyye ile yakýnlarýnda bulunan kabre karþý tahammül edebilirler. Ve çok alâkadar olduklarý hayatlarýnýn yakýnda sönmesine ve güzel dünyalarýnýn kapanmasýna mukabil bir teselli bulabilirler ve çocuk hükmüne geçen seriüt-teessür ruhlarýnda ve mizaçlarýnda, mevt ve zevalden çýkan elîm ve dehþetli me'yusiyyete karþý, ancak hayat-ý bâkiye ümidiyle mukabele edebilirler. Yoksa, o þefkate lâyýk muhteremler ve sükûnete ve istirahat-ý kalbiyyeye çok muhtaç o endiþeli babalar ve analar, öyle bir vaveylâ-i ruhî ve bir dað- sh: » (S: 102) daða-i kalbî hissedeceklerdi ki: bu dünya onlara zulmetli bir zindan ve hayat dahi kasavetli bir azab olurdu. Üçüncü delil: Ýnsanlarýn hayat-ý içtimaiyyesinin en kuvvetli medârý olan gençler, delikanlýlar, þiddet-i galeyanda olan hissiyatlarýný ve ifratkâr bulunan nefis ve hevalarýný tecavüzattan ve zulümlerden ve tahribattan durduran ve hayat-ý içtimaiyyenin hüsn-ü cereyanýný te'min eden; yalnýz Cehennem fikridir. Yoksa, Cehennem endiþesi olmazsa «El-hükmü lil-galib» kaidesiyle o sarhoþ delikanlýlar, hevesâtlarý peþinde bîçâre zaîflere, âcizlere, dünyayý Cehenneme çevireceklerdi ve yüksek insâniyeti gâyet süflî bir hayvaniyyete döndüreceklerdi. Dördüncü delil: Nev-i beþerin hayat-ý dünyeviyyesinde en cem'iyyetli merkez ve en esâslý zenberek ve dünyevî saadet için bir Cennet, bir melce, bir tahassüngâh ise; aile hayatýdýr ve herkesin hânesi, küçük bir dünyasýdýr. Ve o hâne ve aile hayatýnýn hayatý ve saadeti ise: samimî ve ciddî ve vefâdârâne hürmet ve hakikî ve þefkatli ve fedâkârâne merhamet ile olabilir. Ve bu hakikî hürmet ve samimî merhamet ise; ebedî bir arkadaþlýk ve daimî bir refakat ve sermedî bir beraberlik ve hadsiz bir zamanda ve hududsuz bir hayatta birbiriyle pederâne, ferzendâne, kardeþâne, arkadaþâne münasebetlerin bulunmak fikriyle, akidesiyle olabilir. Mesela, der: «Bu haremim, ebedî bir âlemde, ebedî bir hayatta, daimî bir refika-i hayatýmdýr. Þimdilik ihtiyar ve çirkin olmuþ ise de zararý yok. Çünki: Ebedî bir güzelliði var, gelecek ve böyle daimî arkadaþlýðýn hatýrý için herbir fedâkârlýðý ve merhameti yaparým.» diyerek o ihtiyar karýsýna,güzelbir hûri gibi muhabbetle, þefkatle, merhametle mukabele edebilir. Yoksa, kýsacýk bir-iki saat sûrî bir refakatten sonra ebedî bir firak ve müfârakate uðrayan arkadaþlýk; elbette gâyet sûrî ve muvakkat ve esâssýz, hayvan gibi bir rikkat-i cinsiyye mânâsýnda ve bir mecâzî merhamet ve sun'î bir hürmet verebilir ve hayvânatta olduðu gibi; baþka menfaatler ve sâir galib hisler, o hürmet ve merhameti maðlub edip o dünya cennetini, cehenneme çevirir... Ýþte, îman-ý haþrînin yüzer neticesinden birisi; hayat-ý içtimaiyye-i insâniyyeye taallûk eder. Ve bu tek neticenin de yüzer cihetinden ve faydalarýndan mezkûr dört delile sâirleri kýyas edilse anlaþýlýr ki: Hakikat-ý Haþriyyenin tahakkuku ve vukuu; insâniyyetin ulvî hakikatý ve küllî haceti derecesinde kat'îdir. Belki, insanýn mîdesindeki ihtiyacýn vücudu; taamlarýn vücuduna delâlet ve þehade- sh: » (S: 103) tinden daha zâhirdir. Ve daha ziyade tahakkukunu bildirir ve eðer bu hakikat-ý haþriyyenin neticeleri insâniyetten çýksa; o çok ehemmiyetli ve yüksek ve hayatdar olan insâniyyet mahiyeti; murdar ve mikrop yuvasý bir lâþe hükmüne sukut edeceðini isbat eder. Beþerin idare ve ahlâk ve içtimâiyatý ile çok alâkadar olan içtimaiyyun ve siyasiyyun ve ahlâkiyyunun kulaklarý çýnlasýn! Gelsinler, bu boþluðu ne ile doldurabilirler ve bu derin yaralarý ne ile tedâvi edebilirler? ÝKÝNCÝ NOKTA:Hakikat-ý haþriyenin hadsiz bürhânlarýndan sâir erkân-ý îmâniyyeden gelen þehadetlerin hülâsasýndan çýkan bir bürhâný, gâyet muhtasar bir Sûrette Beyân eder. Þöyle ki: Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmýn Risâletine delâlet eden bütün mu'cizeleri ve bütün delâil-i Nübüvveti ve hakkaniyyetinin bütün bürhânlarý, birden hakikat-ý haþriyyenin tahakkukuna þehadet ederek isbat ederler. Çünki: Bu zâtýn bütün hayatýnda bütün dâvalarý, vahdâniyetten sonra haþirde temerküz ediyor. Hem umum peygamberleri tasdik eden ve ettiren bütün mu'cizeleri ve hüccetleri, ayný hakikate þehadet eder. Hem وَ بِرُسُلِهِ kelimesinden gelen þehadeti, bedâhet derecesine çýkaran وَ كُتُبِهِ þehadeti de ayný hakikate þehadet eder. Þöyle ki: Baþta Kur'an-ý Mu'cizil-Beyânýn hakkaniyetini isbat eden bütün mu'cizeleri, hüccetleri ve hakikatlarý, birden Hakikat-ý Haþriyyenin tahakkukuna ve vukuuna þehadet edip isbat ederler. Çünki: Kur'anýn hemen üçten birisi Haþirdir ve ekser kýsa Sûrelerinin baþlarýnda gâyet kuvvetli âyât-ý haþriyyedir. Sarîhan ve iþareten binler âyâtýyla ayný hakikatý haber verir. isbat eder, gösterir. Meselâ: ( اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ ) ( يَآ اَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا رَبَّكُمْ اِنَّ زَلْزَلَةَ السَّاعَةِ شَيْءٌ عَظِيمٌ ) ( اِذَا زُلْزِلَتِ اْلاَرْضُ زِلْزَالَهَا ) ( اِذَا السَّمَآءُ انْفَطَرَتْ ) ( اِذَا السَّمَآءُ انْشَقَّتْ ) ( عَمَّ يَتَسَآءَ لُونَ ) ( هَلْ اَتَيكَ حَدِيثُ الْغَاشِيَةِ ) gibi, otuz-kýrk Sûrelerin baþlarýnda bütün kat'iyyetle hakikat-ý haþ- sh: » (S: 104) riyyeyi kâinatýn en ehemmiyetli ve vâcib bir hakikatý olduðunu göstermekle beraber, sâir âyetler dahi o hakikatýn çeþit çeþit delillerini Beyân edip ikna' eder. Acaba birtek âyetin birtek iþareti, gözümüz önünde ulûm-u Ýslâmiyede müteaddit ilmî, kevnî hakikatlarý meyve veren bir kitabýn binler böyle þehadetleri ve dâvalarý ile, Güneþ gibi zuhur eden îmân-ý haþrî; hakikatsýz olmasý Güneþin inkârý belki kâinatýn ademi gibi hiçbir cihet-i imkâný var mý ve yüz derece muhal ve bâtýl olmaz mý? Acaba, bir Sultanýn birtek iþareti yalan olmamak için bâzan bir ordu hareket edip çarpýþtýðý halde, o pek ciddî ve izzetli sultanýn binler sözleri ve va'dleri ve tehdidlerini yalan çýkarmak hiçbir cihette kabil midir ve hakikatsýz olmak mümkün müdür? Acaba onüç asýrda fâsýlasýz olarak hadsiz ruhlara, akýllara, kalblere, nefislere hak ve hakikat dairesinde hükmeden, terbiye eden, idare eden bu mânevî Sultan-ý Zîþan'ýn birtek iþareti böyle bir hakikatý isbat etmeye kâfi iken, binler tasrihat ile bu hakikat-ý haþriyeyi gösterip isbat ettikten sonra, o hakikatý tanýmayan bir echel ahmak için Cehennem azabý lâzým gelmez mi ve ayn-ý adâlet olmaz mý? Hem, birer zamânâ ve birer devre hükmeden bütün semâvî suhuflar ve mukaddes kitablar dahi, bütün istikbale ve umum zamanlara hükümran olan Kur'anýn tafsilâtla, izahatla tekrar ile Beyân ve isbat ettiði hakikat-ý haþriyyeyi, asýrlarýna ve zamanlarýna göre o hakikatý kat'î kabûl ile beraber, tafsilâtsýz ve perdeli ve muhtasar bir Sûrette Beyân, fakat kuvvetli bir tarzda iddia ve isbatlarý; Kur'anýn dâvasýný binler imza ile tasdik ederler. Bu bahsin münasebetiyle Risâle-i Münâcâtýn âhirinde: ايِمَانٌ بِالْيَوْمِ الاَخِرِ rüknüne, sâir rükünlerin hususan «Rusül» ve «kütüb»ün þehadetini, münâcât Sûretinde zikredilen pek kuvvetli ve hülâsalý ve bütün evhamlarý izale eden bir hüccet-i haþriyye aynen buraya giriyor. Þöyle ki: Münâcâtta demiþ: Ey Rabb-i Rahîmim! Resûl-i Ekreminin tâlimiyle ve Kur'an-ý Hakîmin dersiyle anladým ki: Baþta Kur'an ve Resul-i Ekremin olarak, bütün mukaddes kitaplar ve peygamberler, bu dünyada ve her tarafta nümuneleri görülen celâlli ve cemâlli isimlerinin tecellileri daha parlak bir Sûrette ebedül-âbadda devam edeceðine ve bu fâni âlemde Rahîmâne cilveleri, nümuneleri müþahede edilen ihsânatýnýn daha þa'þaalý bir tarzda Dar-ý saadette istimrarýna ve bekasýna ve sh: » (S: 105) bu kýsa hayat-ý dünyeviyyede onlarý zevk ile gören ve muhabbet ile refakat eden müþtaklarýn, ebedde dahi refakatlarýna ve beraber bulunmalarýna icmâ ve ittifak ile þehadet ve delâlet ve iþaret ederler. Hem, yüzer mu'cizât-ý bâhirelerine ve âyât-ý katýalarýna istinaden, baþta Resul-i Ekrem ve Kur'an-ý Hakîmin olarak bütün nurânî ruhlarýn sahibleri olan peygamberler ve bütün münevver alblerin kutublarý olan veliler ve bütün keskin ve nurlu akýllarýn madenleri olan sýddîkînler, bütün suhuf-u semâviyyede ve kütüb-ü mukaddesede senin çok tekrar ile ettiðin binler vaadlerine ve tehdidlerine istinaden, hem senin kudret ve rahmet ve inâyet ve hikmet ve celâl ve cemâl gibi âhireti iktiza eden kudsî sýfatlarýna, þe'inlerine ve senin Ýzzet-i Celâline ve saltanat-ý Rububiyyetine itimâden, hem âhiretin izlerini ve tereþþuhatýný bildiren hadsiz keþfiyatlarýna ve müþahedelerine ve ilmel-yakîn ve aynel-yakîn derecesinde bulunan îtikadlarýna ve îmanlarýna binaen saadet-i ebediyyeyi insanlara müjdeliyorlar. Ehl-i dalâlet için Cehennem ve ehl-i hidâyet için Cennet bulunduðunu haber verip ilân ediyorlar. Kuvvetli îman edip þehadet ediyorlar... Ey Kadîr-i Hakîm! Ey Rahman-ý Rahîm! Ey Sâdýkul- Va'dil Kerîm! Ey Ýzzet ve âzamet ve Celâl sahibi Kahhâr-ý Zülcelâl!.. Bu kadar sâdýk dostlarýný, bu kadar vaadlerini ve bu kadar sýfât ve þuûnâtýný yalancý çýkarmak, tekzib etmek ve saltanat-ý rububiyyetinin kat'î mukteziyatýný tekzib edip yapmamak ve senin sevdiðin ve onlar dahi seni tasdik ve itaat etmekle kendilerini sana sevdiren hadsiz makbûl ibâdýnýn âhirete bakan hadsiz dualarýný ve dâvalarýný reddetmek, dinlememek ve küfür ve isyan ile ve seni vâdinde tekzib etmekle, senin azâmet-i kibriyâna dokunan ve Ýzzet-i Celâline dokunduran ve Ulûhiyyetinin haysiyyetine iliþen ve þefkat-i Rububiyyetini müteessir eden ehl-i dalâleti ve ehl-i küfrü haþrin inkârýnda, onlarý tasdik etmekten yüzbinler derece mukaddessin ve hadsiz derece münezzeh ve âlisin. Böyle nihayetsiz bir zulümden ve nihayetsiz bir çirkinlikten, senin o nihayetsiz adâletini ve nihayetsiz Cemâlini ve hadsiz Rahmetini, hadsiz derece takdis ediyoruz.Ve bütün kuvvetimizle îman ederiz ki: O yüzbinler sâdýk elçilerin ve o hadsiz doðru dellâl-ý Saltanatýn olan Enbiya, Asfiya, Evliyalar, hakkal-yakîn, aynel-yakîn, ilmel-yakîn Sûretinde senin uhrevî rahmet hazinelerine, âlem-i bekadaki ihsanatýnýn definelerine ve dar-ý saâdette tamamýyla zuhur eden güzel isimlerinin hârika güzel sh: » (S: 106) cilvelerine þehadetleri hak ve hakikattýr. Ve iþaretleri doðru ve mutabýktýr.Ve beþaretleri sâdýk ve vâkidir. Ve onlar bütün hakikatlarýn mercii ve güneþi ve hâmisi olan «HAK» isminin en büyük bir þuaý; bu hakikat-ý ekber-i haþriyye olduðunu îman ederek, senin emrin ile senin ibâdýna hak dairesinde ders veriyorlar. Ve ayn-ý hakikat olarak tâlim ediyorlar. Yâ Rab! Bunlarýn ders ve tâlimlerinin hakký ve hürmeti için bize ve Risâle-i Nur talebelerine îman-ý ekmel ve hüsn-ü hâtime ver Ve bizleri Onlarýn þefaatlerine mazhar eyle, âmin... Hem nasýlki Kur'anýn, belki bütün Semâvî Kitaplarýn hakkaniyyetini isbat eden umum deliller ve hüccetler ve Habibullahýn, belki bütün Enbiyanýn nübüvvetlerini isbat eden umum mu'cizeler ve bürhânlar, dolayýsýyla en büyük müddealarý olan âhiretin tahakkukuna delâlet ederler. Aynen öyle de, Vâcib-ül Vücudun vücuduna ve vahdetine þehadet eden ekser deliller ve hüccetler, dolayýsýyla Rububiyyetin ve Ulûhiyyetin en büyük medârý ve mazharý olan dâr-ý saadetin ve âlem-i bekanýn vücuduna, açýlmasýna þehadet ederler. Çünki, gelecek makamatta Beyân ve isbat edileceði gibi, Zât-ý Vâcib-ül Vücudun hem mevcûdiyyeti, hem umum sýfatlarý, hem ekser isimleri, hem Rububiyyet, Ulûhiyyet, Rahmet, Ýnâyet, Hikmet, Adâlet gibi vasýflarý, þe'nleri lüzum derecesinde âhireti iktiza ve vücub derecesinde bâki bir âlemi istilzam ve zaruret derecesinde mükâfat ve mücâzat için haþri ve neþri isterler Evet, mâdem Ezelî, Ebedî bir Allah var; elbette Saltanat-ý Ulûhiyyetinin sermedî bir medârý olan âhiret vardýr. Ve madem, bu kâinatta ve zîhayatta gâyet haþmetli ve hikmetli ve þefkatli bir Rubûbiyet-i Mutlaka var. Ve görünüyor. Elbette o Rubûbiyetin haþmetini sukuttan ve hikmetini abesiyyetten ve þefkatini gadirden kurtaran, ebedî bir dâr-ý saadet bulunacak ve girilecek. Hem madem, göz ile görünen bu hadsiz in'amlar, ihsanlar, lütuflar, keremler, inâyetler, rahmetler; perde-i gayb arkasýnda bir Zât-ý Rahman-ý Rahîmin bulunduðunu sönmemiþ akýllara, ölmemiþ kalblere gösterir. Elbette in'âmý istihzadan, ve ihsaný aldatmaktan ve inâyeti adâvetten ve rahmeti azabdan ve lütuf ve keremi ihânetten halâs eden ve ihsaný ihsan eden ve ni'meti ni'met eden, bir âlem-i bâkîde bir hayat-ý bâkiye var. Ve olacaktýr. Hem madem, bahar faslýnda zeminin dar sahifesinde hatâsýz yüzbin kitabý birbiri içinde yazan bir Kalem-i Kudret gözümüz önün sh: » (S: 107) de yorulmadan iþliyor. Ve o kalem sahibi yüzbin defa, ahd ü va'detmiþ ki: «Bu dar yerde ve karýþýk ve birbiri içinde yazýlan bahar kitabýndan daha kolay olarak geniþ bir yerde güzel ve lâyemut bir kitabý yazacaðým ve size okutturacaðým» diye, bütün fermanlarda o kitapdan bahsediyor. Elbette ve herhalde o kitabýn aslý yazýlmýþ ve haþir ve neþir ile hâþiyeleri de yazýlacak. Ve umumun defter-i a'malleri onda kaydedilecek. Hem madem, bu Arz, kesret-i mahlûkat cihetiyle ve mütemadiyen deðiþen yüzbinler çeþit çeþit enva-ý zevil-hayat ve zevil-ervahýn meskeni, menþei, fabrikasý, meþheri, mahþeri olmasý haysiyetiyle bu kâinatýn kalbi, merkezi, hülâsasý, neticesi, sebeb-i hilkatý olarak gâyet büyük öyle bir ehemmiyeti var ki: Küçüklüðüyle beraber koca Semâvata karþý denk tutulmuþ. Semâvî fermanlarda dâima: رَبُّ السَّموَاتِ وَ اْلاَرْضِ deniliyor. Ve madem, bu mahiyetteki Arzýn her tarafýna hükmeden ve ekser mahlûkatýna tasarruf eden ve ekser zîhayat mevcûdâtýný teshir edip kendi etrafýna toplattýran ve ekser masnûâtýný kendi hevesâtýnýn hendesesiyle ve ihtiyacatýnýn düsturlarýyla öyle güzelce tanzim ve teþhir ve tezyin ve çok antika nevilerini liste gibi birer yerlerde öyle toplayýp süslettirir ki, deðil yalnýz ins ve cinn nazarlarýný, belki Semâvat ehlinin ve kâinatýn nazar-ý dikkatlerini ve takdirlerini ve kâinatýn sahibinin nazar-ý istihsanýný celbetmekle gâyet büyük bir ehemmiyet ve kýymet alan ve bu haysiyetle bu kâinatýn hikmet-i hilkatý ve büyük neticesi ve kýymetli meyvesi ve Arz'ýn halifesi olduðunu; fenleriyle, san'atlarýyla gösteren.. ve Dünya cihetinde Sâni-i âlem'in mu'cizeli san'atlarýný gâyet güzelce teþhir ve tanzim ettiði için, isyan ve küfrüyle beraber dünyada býrakýlan ve azâbý te'hir edilen.. ve bu hizmeti için imhal edilip muvaffakýyet gören nev-i benî-âdem var. Ve madem, bu mahiyetteki nev-i benî-âdem, mizaç ve hilkat itibariyle gâyet zaif ve âciz ve gâyet acz ve fakrýyla beraber hadsiz ihtiyacatý ve teellümâtý olduðu halde, bütün bütün kuvvetinin ve ihtiyarýnýn fevkinde olarak koca Küre-i Arz'ý, o nev-i insana lüzumu bulunan her nevi madenlere mahzen ve her nevi taamlara anbar ve nev-i insanýn hoþuna gidecek her çeþit mallara bir dükkân Sûretine getiren, gâyet kuvvetli ve hikmetli ve þefkatli bir Mutasarrýf var ki, böyle nev-i insana bakýyor, besliyor, istediðini veriyor. sh: » (S: 108) Ve madem, bu hakikatteki bir Rab; hem, insaný sever; hem, kendini insana sevdirir; hem bâkidir; hem, bâki âlemleri var; hem, adâletle her iþi görür ve hikmetle herþey'i yapýyor. Hem bu kýsa hayat-ý dünyeviyyede ve bu kýsacýk ömr-ü beþerde ve bu muvakkat ve fâni zeminde o Hâkim-i Ezelînin haþmet-i saltanatý ve sermediyet-i hâkimiyyeti yerleþemiyor. Ve nev-i insanda vuku bulan ve kâinatýn intizâmýna ve adâlet ve müvazenelerine ve hüsn-ü cemâline münâfî ve muhâlif çok büyük zulümleri ve isyanlarý ve veli-ni'metine ve onu þefkatle besleyene karþý ihânetleri, inkârlarý, küfürleri bu dünyada cezasýz kalýp, gaddar zâlim, rahat ile hayatýný ve bîçâre mazlum meþakkatler içinde ömürlerini geçirirler. Ve umum kâinatta eserleri görünen þu Adâlet-i Mutlakanýn mahiyeti ise; dirilmemek Sûretiyle o gaddar zâlimlerin ve me'yus mazlumlarýn vefat içindeki müsavatlarýna bütün bütün zýttýr, kaldýrmaz, müsaade etmez! Ve madem, nasýlki kâinatýn sahibi, kâinattan zemini ve zeminden nev-i insaný intihab edip gâyet büyük bir makam, bir ehemmiyet vermiþ. Öyle de, nev-i insandan dahi makasýd-ý Rububiyyetine tevafuk eden ve kendilerini îman ve teslim ile Ona sevdiren hakikî insanlar olan Enbiya ve Evliya ve Asfiyayý intihab edip kendine dost ve muhatâb ederek, onlarý mu'cizeler ve tevfikler ile ikram ve düþmanlarýný Semâvî tokatlar ile tâzib ediyor. Ve bu kýymetli, sevimli dostlarýndan dahi, onlarýn imamý ve mefhari olan, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmý intihab ederek, ehemmiyetli Küre-i Arzýn yarýsýný ve ehemmiyetli nev-i insanýn beþden birisini uzun asýrlarda Onun nuruyla tenvir ediyor.. âdeta bu kâinat Onun için yaratýlmýþ gibi; bütün gayeleri Onun ile ve Onun dini ile ve Kur'aný ile tezahür ediyor. Ve o pek çok kýymetdar ve milyonlar sene yaþayacak kadar hadsiz hizmetlerinin ücretlerini hadsiz bir zamanda almaya müstahak ve lâyýk iken, gâyet meþakkatler ve mücahedeler içinde altmýþüç sene gibi kýsacýk bir ömür verilmiþ. Acaba hiçbir cihetle hiçbir imkâný, hiçbir ihtimali, hiçbir kabiliyyeti var mý ki: O Zat, bütün emsâli ve dostlarýyle beraber dirilmesin? Ve þimdi de ruhen diri ve hayy olmasýn? Ýdam-ý ebedî ile mahvolsunlar? Hâþâ, yüzbin def'a hâþâ ve kellâ!.. Evet bütün kâinat ve hakikat-ý âlem, dirilmesini dâva eder ve hayatýný Sahib-i Kâinattan taleb ediyor ve mâdem Yedinci Þua olan sh: » (S: 109) «Âyet-ül Kübrâ» da herbiri bir dað kuvvetinde otuzüç aded icmâ-ý azîm isbat etmiþler ki: Bu kâinat bir elden çýkmýþ. Ve birtek Zâtýn mülküdür ve kemâlât-ý Ýlâhiyyenin medârý olan Vahdetini ve Ehadiyyetini bedâhetle göstermiþler ve Vahdet ve Ehadiyyet ile bütün kâinat, O Zât-ý Vâhidin emirber neferleri ve müsahhar memurlarý hükmüne geçiyor ve âhiretin gelmesiyle, kemâlâtý sukuttan; ve Adâlet-i mutlakasý, müstehziyâne gadr-ý mutlaktan; ve hikmet-i âmmesi; sefahetkârane abesiyyetten; ve Rahmet-i Vâsiasý, lâhiyane tâzibden; ve Ýzzet-i Kudreti, zelilâne acizden kurtulurlar, takaddüs ederler. Elbette ve elbette ve herhalde îman-ý Billahýn yüzer nüktesinden bu sekiz mâdemlerdeki hakikatlarýn muktezasýyla; kýyamet kopacak. Haþir ve neþir olacak. Dâr-ý Mücâzat ve Mükâfat açýlacak... Tâ ki arz'ýn mezkûr ehemmiyeti ve merkeziyyeti ve insanýn ehemmiyeti ve kýymeti tahakkuk edebilsin ve Arz ve insanýn Hâlýký ve Rabbi olan Mutasarrýf-ý Hakîm'in mezkûr adâleti, hikmeti, rahmeti, saltanatý takarrur edebilsin ve o Bâkî Rabb'in mezkûr hakikî dostlarý ve müþtaklarý îdam-ý ebedîden kurtulsun ve o dostlarýn en büyüðü ve en kýymettarý, bütün kâinatý memnun ve minnettar eden kudsî hizmetlerinin mükâfatýný görsün ve Sultan-ý Sermedînin Kemâlâtý naks ve kusurdan ve kudreti acizden ve hikmeti sefahetten ve adâleti zulümden tenezzüh ve takaddüs ve teberri etsin. Elhâsýl: Mâdem Allah var. Elbette âhiret vardýr... Hem nasýlki: Mezkûr üç erkân-ý îmâniyye onlarý isbat eden bütün delilleriyle haþre þehadet ve delâlet ederler. Öyle de وَ بِمَلئِكَتِهِ وَ بِالْقَدَرِ خَيْرِهِ وَ شَرِّهِ مِنَ اللَّهِ تَعَالَى olan iki rükn-ü imânî dahi, haþri istilzam edip kuvvetli bir Sûrette âlem-i bekaya þehadet ve delâlet ederler. Þöyle ki: Melâikenin vücudunu ve vazife-i ubûdiyyetlerini isbat eden bütün deliller ve hadsiz müþahedeler, mükâlemeler, dolayýsýyla âlem-i ervâhýn ve âlem-i gaybýn ve âlem-i bekanýn ve âlem-i âhiretin ve ileride cin ve ins ile þenlendirilecek olan dâr-ý saâdetin, cennet ve cehennemin vücudlarýna delâlet ederler. Çünki: Melekler bu âlemleri izn-i ilâhî ile görebilirler; ve girerler ve Hazret-i Cebrâil gibi, insanlar ile görüþen umum Melâike-i Mukarrebîn mezkûr âlemlerin vücudlarýný ve onlar, onlarda gezdiklerini müttefikan haber veriyor- sh: » (S: 110) lar. Görmediðimiz Amerika kýt'asýnýn vücudunu, ondan gelenlerin ihbarýyla bedihî bildiðimiz gibi; yüz tevatür kuvvetinde bulunan melâike ihbaratýyla âlem-i bekanýn ve dâr-ý âhiretin ve Cennet ve Cehennemin vücudlarýna o kat'iyette îmân etmek gerektir ve öyle de îman ederiz. Hem, Yirmialtýncý Söz olan «Risale-i Kader» de «Ýman-ý Bilkader» rüknünü isbat eden bütün deliller; dolayýsýyla haþre ve neþr-i suhufa ve mizân-ý ekberdeki müvazene-i a'mâle delâlet ederler. Çünki: Herþey'in mukadderatýný gözümüz önünde nizâm ve mîzan levhalarýnda kaydetmek ve her zîhayatýn sergüzeþt-i hayatiyyelerini kuvve-i hâfýzalarýnda ve çekirdeklerinde ve sâir elvah-ý misâliyyede yazmak ve her zîruhun, hususan insanlarýn defter-i a'mallerini elvah-ý mahfûzada tesbit etmek, ve geçirmek; elbette öyle muhit bir kader ve hakîmâne bir takdir ve müdakkikane bir kayýd ve hafîzane bir kitabet; ancak Mahkeme-i Kübrâda umumî bir muhakeme neticesinde daimî bir mükâfat ve mücâzat için olabilir. Yoksa o ihâtalý ve inceden ince olan kayýd ve muhâfaza; bütün bütün mânâsýz, faidesiz kalýr. Hikmete ve hakikate münâfî olur. Hem haþir gelmezse; kader kalemiyle yazýlan bu kitab-ý kâinatýn bütün muhakkak mânâlarý bozulur ki, hiçbir cihet-i imkâný olamaz ve o ihtimal, bu kâinatýn vücudunu inkâr gibi bir muhal, belki bir hezeyan olur... ELHASIL: Ýmânýn beþ rüknü bütün delilleriyle «Haþr ve Neþrin vukuuna ve vücuduna ve dâr-ý âhiretin vücuduna ve açýlmasýna delâlet edip isterler ve þehadet edip taleb ederler. Ýþte hakikat-ý haþriyenin âzametine tam muvafýk böyle âzametli ve sarsýlmaz direkleri ve bürhânlarý bulunduðu içindir ki: Kur'an-ý Mu'cizül Beyânýn hemen hemen üçten birisi Haþir ve Âhireti teþkil ediyor ve Onu bütün hakaikine temel taþý ve üssül-esâs yapýyor ve herþey'i Onun üstüne bina ediyor... (Mukaddeme nihayet buldu.) * * * sh: » (S: 111) Zeylin Ýkinci Parçasý [baþtaki Âyetin mu'cizâne iþaret ettikleri dokuz tabaka berahin-i Haþriyeye dair «'Dokuz Makam» dan «Birinci Makam»:] فَسُبْحَانَ اللَّهِ حِينَ تُمْسُونَ وَحِينَ تُصْبِحُونَ وَلَهُ اْلحَمْدُ فِى السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَعَشِيًّا وَحِينَ تُظْهِرُون َُخْرِجُ اْلحَىَّ مِنَ اْلمَيِّتِ وَيُخْرِجُ اْلمَيِّتَ مِنَ اْلحَىِّ وَيُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَكَذلِكَ تُخْرَجُونَ olan fýkradaki ferman-ý haþre dair buradaki gösterdiði bürhân-ý bâhirî ve hüccet-i katýasý Beyân ve izah edilecek inþâallah. (Hâþiye) Hayatýn, Yirmisekizinci hassasýnda Beyân edilmiþtir ki: Hayat, îmanýn altý erkânýna bakýp isbat ediyor. Onlarýn tahakkukuna iþaretler ediyor. Evet, mâdem bu kâinatýn en mühim neticesi ve mâyesi ve hikmet-i hilkatý hayattýr. Elbette o hakikat-ý âliye; bu fâni, kýsacýk, noksan, elemli hayat-ý dünyeviyyeye münhasýr deðildir. Belki, hayatýn, yirmidokuz hassasiyle mahiyetinin âzameti anlaþýlan þecere-i hayatýn gayesi, neticesi ve o þecerenin âzametine lâyýk meyvesi; hayat-ý ebediyyedir ve hayat-ý uhreviyyedir ve taþiyle ve aðaciyle, topraðiyle hayatdar olan dâr-ý saâdetteki hayattýr. Yoksa, bu hadsiz cihâzat-ý mühimme ile techiz edilen hayat þeceresi, zîþuur hakkýnda, hususan insan hakkýnda meyvesiz, faidesiz, hakikatsýz olmak lâzým gelecek ve sermâyece ve cihâzatça serçe kuþundan, meselâ, yirmi derece ziyade ve bu kâinatýn ve zîhayatýn en mühim, yüksek ve ehemmiyetli mahlûku olan insan; serçe kuþundan saâ- ______________________________ (Hâþiye): O makam daha yazýlmamýþ ve hayat mes'elesi haþre münasebeti için buraya girmiþ. Fakat hayatýn âhirinde kader rüknüne iþareti pek ince ve derindir. sh:» (S: 112) det-i hayat cihetinde, yirmi derece aþaðý düþüp, en bedbaht, en zelil bir bîçâre olacak... Hem, en kýymettar bir ni'met olan akýl dahi, geçmiþ zamanýn hüzünlerini ve gelecek zamanýn korkularýný düþünmek ile kalb-i insaný mütemadiyen incitip, bir lezzete dokuz elemleri karýþtýrdýðýndan en musibetli bir belâ olur. Bu ise yüz derece bâtýldýr. Demek bu hayat-ý dünyeviyye, âhirete îman rüknünü kat'î isbat ediyor ve her baharda haþrin üçyüzbinden ziyade nümûnelerini gözümüze gösteriyor. Acaba, senin cisminde ve senin bahçende ve senin vatanýnda, senin hayatýna lâzým ve münasip bütün levâzýmatý ve cihâzâtý, hikmet ve inâyet ve rahmetle ihzâr eden ve vaktinde yetiþtiren, hattâ senin midenin beka ve yaþamak arzusuyla ettiði hususî ve cüz'î olan rýzk duâsýný bilen ve iþiten ve hadsiz leziz taamlarla o duânýn kabûlünü gösteren ve mideyi memnun eden bir Mutasarrýf-ý Kadîr, hiç mümkün müdür ki seni bilmesin ve görmesin ve nev-i insanýn en büyük gayesi olan hayat-ý ebediyyeye lâzým esbabý izhar etmesin? Ve nev-i insanýn en büyük ve en ehemmiyetli, en lâyýk ve umumî olan beka duâsýný; hayat-ý uhreviyyenin inþasiyle ve cennetin îcadiyle kabûl etmesin! Ve kâinatýn en mühim mahlûku, belki zeminin sultaný ve neticesi olan nev-i insanýn arþ ve ferþi çýnlatan umumî ve gâyet kuvvetli duâsýný iþitmeyip küçük bir mide kadar ehemmiyet vermesin, memnun etmesin! Kemâl-i hikmetini ve nihayet rahmetini inkâr ettirsin! Hâþâ, yüzbin defa hâþâ!.. Hem, hiç kabil midir ki: Hayatýn en cüz'îsinin pek gizli sesini iþitsin, derdini dinlesin, derman versin ve nazýný çeksin ve kemâl-i îtina ve ihtimam ile beslesin ve ona dikkatle hizmet ettirsin ve büyük mahlûkatýný ona hizmetkâr yapsýn ve sonra, en büyük ve kýymetdar ve bâkî ve nâzdar bir hayatýn gök sadasý gibi yüksek sesini iþitmesin! Ve onun çok ehemmiyetli beka duâsýný ve nâzýný ve niyâzýný nazara almasýn! Âdeta bir neferin kemâl-i îtina ile techiz ve idaresini yapsýn ve mutî ve muhteþem orduya hiç bakmasýn! Ve zerreyi görsün, güneþi görmesin! Sivrisineðin sesini iþitsin, gök gürültüsünü iþitmesin! Hâþâ, yüzbin defa hâþâ!. Hem, hiçbir cihetle akýl kabûl eder mi ki: Hadsiz rahmetli, muhabbetli ve nihayet derecede þefkatli ve kendi san'atýný çok sever ve kendini sevdirip ve kendini sevenleri ziyade sever bir Zât-ý Kadîr-i Hakîm, en ziyade kendini seven ve sevimli ve sevilen ve Sâniini fýtratan perestiþ eden, hayatý ve hayatýn zâtý ve cevheri olan sh:» (S: 113) ruhu; mevt-i ebedî ile îdam edip kendinden o sevgili muhibbini ve habbini ebedî bir sûrette küstürsün, darýltsýn, dehþetli rencîde ederek, sýrr-ý rahmetini ve nur-u muhabbetini inkâr etsin ve ettirsin! Hâþâ, yüzbin defa hâþâ ve kellâ!.. Bu kâinatý cilvesiyle süslendiren bir Cemâl-i Mutlak ve umum mahlûkatý sevindiren bir Rahmet-i Mutlaka, böyle hadsiz bir çirkinlikten ve kubh-u mutlaktan ve böyle bir zulm-ü mutlaktan, bir merhametsizlikten, elbette nihayetsiz derece münezzehtir ve mukaddestir. Netice: Mâdem dünyada hayat var; elbette insanlardan hayatýn sýrrýný anlayanlar ve hayatýný su-i istimal etmeyenler dâr-ý bekada ve Cennet-i Bâkiyede hayat-ý bâkiyeye mazhar olacaklardýr. Âmenna.. ve hem nasýlki: Yeryüzünde bulunan parlak þeylerin, Güneþin akisleriyle parlamalarý ve denizlerin yüzlerinde kabarcýklar, ziyanýn lem'alariyle parlayýp sönmeleri, arkalarýndan gelen kabarcýklar, gidenler gibi yine hayâlî Güneþciklere âyinelik etmeleri; bilbedâhe gösteriyor ki: O lem'alar, yüksek birtek Güneþin cilve-i in'ikâsýdýrlar ve Güneþin vücûdunu muhtelif diller ile yâdediyorlar ve ýþýk parmaklariyle ona iþâret ediyorlar. Aynen öyle de; Zât-ý Hayy-u Kayyûmun Muhyî isminin cilve-i âzamý ile berrin yüzünde ve bahrýn içindeki zîhayatlarýn Kudret-i Ýlâhiyye ile parlayýp, arkalarýndan gelenlere yer vermek için «Yâ Hay» deyip perde-i gaybda gizlenmeleri; bir hayat-ý sermediyye sahibi olan Zât-ý Hayy-u Kayyûmun hayatýna ve vücûb-u vücûduna þehadetler, iþaretler ettikleri gibi, umum mevcûdâtýn tanziminde eseri görünen Ýlm-i Ýlâhîye þehadet eden bütün deliller ve kâinata tasarruf eden kudreti isbat eden bütün burhanlar ve tanzim ve idare-i kâinatta hükümferma olan, irade ve meþîeti isbat eden bütün hüccetler ve Kelâm-ý Rabbânî ve Vahy-i Ýlâhînin medârý olan Risâletleri isbat eden bütün alâmetler, mu'cizeler ve hâkezâ... Yedi sýfât-ý Ýlâhiyyeye þehadet eden bütün delâil, bil'ittifak Zât-ý Hayy-u Kayyûmun hayatýna delâlet, þehadet, iþaret ediyorlar. Çünki: Nasýl bir þeyde görmek varsa, hayatý da vardýr. Ýþitmek varsa, hayatýn alâmetidir. Söylemek varsa, hayatýn vücûduna iþaret eder. Ýhtiyar, irade varsa, hayatý gösterir. Aynen öyle de; bu kâinatta âsâriyle vücutlarý muhakkak ve bedihî olan Kudret-i Mutlaka ve Ýrâde-i Þâmile ve Ýlm-i Muhît gibi sýfatlar, bütün delâilleri ile Zât-ý Hayy-u Kayyûmun hayatýna ve Vücûb-ü Vücûduna þehadet ederler ve bütün kâinatý bir gölgesiyle ýþýklandýran ve bir cilvesiyle bütün Dâr-ý Âhireti zerratiyle beraber hayatlandýran hayat-ý sermediyyesine þehadet ederler. sh:» (S: 114) Hem hayat, Melâikeye îman rüknüne dahi bakar. Remzen isbat eder. Çünki: Mâdem kâinatta en mühim netice hayattýr ve en ziyade intiþar eden ve kýymetdarlýðý için nüshalarý teksir edilen ve zemin misafirhânesini, gelip geçen kafilelerle þenlendiren zîhayatlardýr ve mâdem Küre-i Arz, bu kadar zîhayatýn envaiyle dolmuþ ve mütemadiyen zîhayat envâlarýný tecdid ve teksir etmek hikmetiyle her vakit dolar boþanýr ve en hasis ve çürümüþ maddelerinde dahi kesretle zîhayatlar halkedilerek bir mahþer-i huveynat oluyor ve mâdem hayatýn süzülmüþ en sâfi hulâsasý olan, þuur ve akýl; ve lâtif ve sâbit cevheri olan ruh; Küre-i Arzda gâyet kesretli bir sûrette halkolunuyorlar. Âdeta Küre-i Arz, hayat ve akýl ve þuur ve ervah ile ihyâ olup öyle þenlendirilmiþ. Elbette Küre-i Arzdan daha lâtif, daha nuranî, daha büyük, daha ehemmiyetli olan Ecrâm-ý Semâviyye; ölü, câmid, hayatsýz, þuursuz kalmasý imkân haricindedir. Demek, gökleri, güneþleri, yýldýzlarý þenlendirecek ve hayatdar vaziyetine verecek ve netice-i hilkat-ý semâvâtý gösterecek ve hitâbat-ý Sübhâniyyeye mazhar olacak olan zîþuur, zîhayat ve semâvata münasip sekeneler, herhalde sýrr-ý hayatla bulunuyorlar ki, onlar da Melâikelerdir... Hem, hayatýn sýrr-ý mahiyeti, Peygamberlere îman rüknüne bakýp remzen isbat eder. Evet, mâdem kâinat, hayat için yaratýlmýþ ve hayat dahi Hayy-u Kayyum-u Ezelînin bir cilve-i âzamýdýr. Bir nakþ-ý ekmelidir. Bir san'at-ý ecmelidir. Mâdem hayat-ý sermediyye, Resullerin gönderilmesiyle ve kitaplarýn indirilmesiyle kendini gösterir. Evet, eðer kitaplar ve pegamberler olmaz ise, o hayat-ý ezeliyye bilinmez. Nasýlki: Bir adamýn söylemesiyle diri ve hayatdar olduðu anlaþýlýr. Öyle de, bu kâinatýn perdesi altýnda olan Âlem-i Gaybýn arkasýnda söyleyen, konuþan, emir ve nehyedip hitap eden bir Zâtýn kelimâtý, hitâbâtýný gösterecek peygamberler ve nâzil olan Kitaplardýr. Elbette kâinattaki hayat, kat'î bir Sûrette Hayy-ý Ezelînin vücûb-u vücûduna kat'î þehadet ettiði gibi, o hayat-ý ezeliyyenin þuââtý, celevâtý, münesebâtý olan «Ýrsâl-i Rüsul ve Ýnzâl-i Kütüb» rükünlerine bakar remzen isbat eder ve bilhassa Risâlet-i Muhammediyye ve Vahy-i Kur'anî, hayatýn ruhu ve aklý hükmünde olduðundan, bu hayatýn vücudu gibi hakkaniyetleri kat'îdir denilebilir. Evet, nasýlki hayat; bu kâinattan süzülmüþ bir hulâsadýr veþuur ve his dahi, hayattan süzülmüþ, hayatýn bir hulâsasýdýr ve akýl sh:» (S: 115) dahi, þuurdan ve hisden süzülmüþ, þuurun bir hulâsasýdýr ve ruh dahi, hayatýn hâlis ve sâfi bir cevheri ve sâbit ve müstakil zâtýdýr. Öyle de, maddî ve mânevî, Hayat-ý Muhammediyye (A.S.M.) dahi; hayattan ve ruh-u kâinattan süzülmüþ hulâsat-ül-hulâsadýr ve Risâlet-i Muhammediyye (A.S.M.) dahi; kâinatýn his ve þuur ve aklýndan süzülmüþ en sâfi hulâsasýdýr. Belki maddî ve mânevî hayat-ý Muhammediyye (A.S.M.), - âsârýnýn þehadetiyle- hayat-ý kâinatýn hayatýdýr ve Risâlet-i Muhammediyye (A.S.M.) þuur-u kâinatýn þuurudur ve nûrudur ve Vahy-i Kur'an dahi, -hayatdar hakaikýnýn þehadetiyle- hayat-ý kâinatýn ruhudur ve þuur-u kâinatýn aklýdýr. Evet, evet, evet!.. Eðer, kâinattan Risâlet-i Muhammediyyenin (A.S.M.) nûru çýksa, gitse, kâinat vefat edecek. Eðer Kur'an gitse, kâinat divâne olacak ve Küre-i Arz, kafasýný, aklýný kaybedecek. Belki, þuursuz kalmýþ olan baþýný, bir seyyâreye çarpacak, bir Kýyâmeti koparacak... Hem hayat, «îman-ý Bilkader» rüknüne bakýyor. Remzen isbat eder. Çünki, mâdem hayat, âlem-i þehadetin ziyâsýdýr; ve istilâ ediyor ve vücudun neticesi ve gayesidir ve Hâlik-ý kâinatýn en câmi âyinesidir ve Faaliyet-i Rabbâniyyenini en mükemmel enmûzeci ve fihristesidir. (Temsilde hatâ olmasýn) bin nevi programý hükmündedir. Elbette âlem-i gayb, yâni mâzi, müstakbel, yâni geçmiþ ve gelecek mahlûkatýn hayat-ý mâneviyyeleri hükmünde olan intizâm ve nizâm ve mâlûmiyyet ve meþhûdiyyet ve taayyün ve evâmir-i tekvîniyyeyi imtisâle müheyya bir vaziyette bulunmalarýný, sýrr-ý hayat iktiza ediyor. Nasýlki, bir aðacýn çekirdek-i aslîsi ve kökü ve müntehasýnda ve meyvelerindeki çeikrdekleri dahi; aynen aðaç gibi bir nevi hayata mazhardýrlar. Belki, aðacýn kavânin-i hayatiyyesinden daha ince kavânin-i hayatý taþýyorlar. Hem nasýlki, bu hâzýr bahardan evvel geçmiþ güzün býraktýðý tohumlar ve kökler; bu bahar gittikten sonra gelecek baharlarda býrakacaðý çekirdekler, kökler; bu bahar gibi, cilve-i hayatý taþýyorlar ve kavânin-i hayatiyyeye tâbidirler. Aynen öyle de: Þecere-i kâinatýn bütün dal ve budaklariyle herbirinin bir mâzisi ve müstakbeli var. Geçmiþ ve gelecek tavýrlardan ve vaziyetlerden müteþekkil bir silsilesi bulunur. Her nevi ve her cüz'ünün ilm-i ilâhiyyede muhtelif tavýrlar ile müteaddit vücutlarý, bir silsile-i vücûd-u ilmî teþkil eder ve vücûd-u hâricî gibi, vücûd-u ilmî dahi, hayat-ý umumiyyenin, mânevî bir cilvesine maz- sh:» (S: 116) hardýr ki; Mukadderat-ý hayatiyye o mânidar ve canlý Elvâh-ý Kaderiyyeden alýnýr. Evet, âlem-i gaybýn bir nev'i olan âlem-i ervah; ayn-ý hayat ve madde-i hayat ve hayatýn cevherleri ve zatlarý olan ervah ile dolu olmasý, elbette mâzi ve müstakbel denilen âlem-i gaybýn bir diðer nev'i de ve ikinci kýsmý dahi cilve-i hayata mazhariyyeti ister ve istilzam eder. Hem, bir þey'in vücûd-u ilmîsindeki intizâm-ý ekmel ve mânidar vaziyetleri ve canlý meyveleri, tavýrlarý, bir nevi hayat-ý mâneviyyeye mazhariyyetini gösterir. Evet, hayat-ý ezeliyye güneþinin ziyâsý olan, bu gibi cilve-i hayat, elbette yalnýz bu âlem-i þehadete ve bu zaman-ý hâzýra ve bu vücûd-u hâricîye münhasýr olamaz. Belki, herbir âlem, kabiliyetine göre o ziyanýn cilvesine mazhardýr ve kâinat, bütün âlemleriyle o cilve ile hayatdar ve ziyâdardýr. Yoksa, nazar-ý dalâletin gördüðü gibi, muvakkat ve zahirî bir hayat altýnda herbir âlem büyük ve müthiþ birer cenâze ve karanlýklý birer virâne âlem olacaktý. Ýþte, Kadere ve Kazâya îman rüknünün dahi geniþ bir vechi de sýrr-ý hayatla anlaþýlýyor; ve sâbit oluyor. Yâni, nasýlki âlem-i þehadet ve mevcut hâzýr eþya, intizâmlariyle ve neticeleriyle hayatdarlýklarý görünüyor. Öyle de, âlem-i gaybdan sayýlan geçmiþ ve gelecek mahlûkatýn dahi, mânen hayatdar bir vücûd-u mânevîleri ve ruhlu birer sübût-u ilmîleri vardýr ki: Levh-i Kaza ve Kader vasýtasiyle o mânevî hayatýn eseri, mukadderat namiyle görünür, tezâhür eder... * * * sh:» (S: 117) Link zu diesem Kommentar Auf anderen Seiten teilen Mehr Optionen zum Teilen...
Webmaster Geschrieben 8. April 2008 Teilen Geschrieben 8. April 2008 Zeylin Üçüncü parçasý Haþir münasebetiyle bir sual: Kur'anda mükerreren: اِنْ كَانَتْ اِلاَّ صَيْحَةً وَاحِدَةً hem وَمَآ اَمْرُ السَّاعَةِ اِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ fermanlarý gösteriyor ki: Haþr-i Â'zam bir anda, zamansýz vücuda geliyor. Dar akýl ise, bu hadsiz derece hârika ve emsalsiz olan mes'eleyi iz'ân ile kabûl etmesine medâr olacak meþhud bir misâl ister. ELCEVAP: Haþirde, ruhlarýn cesedlere gelmesi var. Hem cesedlerin ihyasý var. Hem cesedlerin inþasý var.«Üç mes'ele» dir. BÝRÝNCÝ MES'ELE: Ruhlarýn cesedlerine gelmesine misâl ise: Gâyet muntâzam bir ordunun efradý, istirahat için her tarafa daðýlmýþ iken, yüksek sadâlý bir boru sesiyle toplanmalarýdýr. Evet, Ýsrâfil'in borusu olan SUR'u, ordunun borazanýndan geri olmadýðý gibi, ebedler tarafýnda ve zerreler âleminde iken Ezel cânibinden gelen اَلَسْتُ بِرَبِّكُمْ hitâbýný iþiten ve قَالُوا بَلَى ile cevab veren ervahlar, elbette ordunun neferatýndan binler derece daha müsahhar ve muntâzam ve mutîdirler. Hem deðil yalnýz ruhlar, belki bütün zerreler dahi, bir ordu-yu Sübhânî ve emirber neferleri olduðunu kat'î bürhânlarla Otuzuncu Söz isbat etmiþ. ÝKÝNCÝ MES'ELE: Cesedlerin ihyasý misâli ise: Çok büyük bir þehirde, þenlik bir gecede, birtek merkezden, yüzbin elektrik lâmbalarý, âdeta zamansýz bir anda canlanmalarý ve ýþýklanmalarý gibi, bütün Küre-i Arz yüzünde dahi, birtek merkezden yüz milyon lâmbalara nur vermek mümkündür. Mâdem Cenâb-ý Hakkýn elektrik gibi bir mahlûku ve bir misâfirhanesinde bir hizmetkârý ve bir mumdarý, Hâlýkýndan aldýðý terbiye ve intizâm dersiyle bu keyfiyyete mazhar oluyor. Elbette elektrik gibi binler nuranî hizmetkârlarýnýn temsil ettikleri, hikmet-i Ýlâhiyyenin muntâzam kanunlarý dairesinde Haþr-i A'zam tarfetül-ayn'da vücûda gelebilir. ÜÇÜNCÜ MES'ELE, KÝ : Ecsâdýn def'aten inþasýnýn misâli ise; sh:» (S: 118) bahar mevsiminde birkaç gün zarfýnda nev-i beþerin umumundan bin derece ziyade olan umum aðaçlarýn bütün yapraklarý, evvelki baharýn ayný gibi birden mükemmel bir sûrette inþalarý ve yine umum aðaçlarýn umum çiçekleri ve meyveleri ve yapraklarý, geçmiþ baharýn mahsulâtý gibi, berk gibi bir sür'atle îcadlarý; hem o baharýn mebde'leri olan hadsiz tohumcuklarýn, çekirdeklerin, köklerin, birden beraber intibahlarý ve inkiþaflarý ve ihyâlarý; hem kemiklerden ibaret olarak ayakta duran emvat gibi bütün aðaçlarýn cenazeleri bir emir ile def'aten «Ba'sü Ba'del Mevt» e mazhariyetleri ve neþirleri; hem küçücük hayvan tâifelerinin hadsiz efradlarýnýn gâyet derecede san'atlý bir Sûrette ihyâlarý; hem, bilhassa sinekler kabîlelerinin haþirleri ve bilhassa daima yüzünü, gözünü, kanadýný temizlemekle bize abdesti ve nezâfeti ihtar eden ve yüzümüzü okþayan gözümüz önündeki kabîlenin bir senede neþrolan efrâdý, benî-âdemin Âdem zamanýndan beri gelen umum efradýndan fazla olduðu halde, her baharda sâir kabîleler ile beraber birkaç gün zarfýnda inþalarý ve ihyâlarý, haþirleri; elbette Kýyâmette ecsad-ý insâniyenin inþasýna bir misâl deðil, belki binler misâldirler. Evet dünya dârül-hikmet ve âhiret dârül-kudret olduðundan; dünyada Hakîm, Mürettib, Müdebbir, Mürebbi gibi çok isimlerin iktizasýyla, dünyada îcad-ý eþya bir derece tedricî ve zaman ile olmasý; Hikmet-i Rabbâniyyenin muktezasý olmuþ. Âhirette ise, hikmetten ziyade kudret ve rahmetin tezâhürleri için maddeye ve müddete ve zamânâ ve beklemeye ihtiyaç býrakmadan birden eþya inþa ediliyor. Burada bir günde ve bir senede yapýlan iþler, âhirette bir anda, ve bir lemhada inþasýna iþareten Kur'an-ý Mu'cizül-Beyân وَمَآ اَمْرُ السَّاعَةِ اِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ اَقْرَبُ ferman eder. Eðer haþrin gelmesini, gelecek baharýn gelmesi gibi, kat'î bir sûrette anlamak istersen; haþre dair Onuncu Söz ile Yirmidokuzuncu Söze dikkat ile bak, gör. Eðer baharýn gelmesi gibi inanmaz isen, gel parmaðýný gözüme sok... DöRDÜNCÜ MES'ELE olan mevt-i dünya ve kýyâmet kopmasý ise: Bir anda bir seyyâre veya bir kuyruklu yýldýzýn emr-i Rabbânî ile Küremize, misafirhânemize çarpmasý; bu hânemizi harab edebilir. On senede yapýlan bir sarayýn, bir dakikada harab olmasý gibi... *** sh:» (S: 119) Zeylin Dördüncü parçasý قَالَ مَنْ يُحْيِ الْعِظَامَ وَهِىَ رَمِيمٌ قُلْ يُحْيِيهَا الَّذِ اَنْشَاَهَآ اَوَّلَ مَرَّةٍ وَهُوَ بِكُلِّ خَلْقٍ عَلِيمٌ Yâni, insan der: «Çürümüþ kemikleri kim diriltecek?» Sen, de: «Kim, onlarý bidayeten inþa edip hayat vermiþ ise o diriltecek.» Onuncu Sözün Dokuzuncu Hakikatýnýn Üçüncü temsilinde tasvir edildiði gibi; bir zat göz önünde bir günde yeniden büyük bir orduyu teþkil ettiði halde, biri dese: «Þu zat, efradý istirahat için daðýlmýþ olan bir taburu bir boru ile toplar, tabur nizâmý altýna getirebilir.» Sen ey insan, desen «Ýnanmam.» Ne kadar divânece bir inkâr olduðunu bilirsin. Aynen onun gibi; hiçlikten, yeniden ordu-misâl bütün hayvânat ve sâir zîhayatýn, tabur-misâl cesedlerini kemâl-i intizâmla ve mîzan-ý hikmetle o bedenlerin zerratýný ve letâifini emr-i كُنْ فَيَكُونُ ile kaydedip yerleþtiren ve her karnda, hattâ her baharda ruy-i zeminde yüz binler ordu-misâl zevil-hayatýn envâlarýný ve tâifelerini îcad eden bir Zât-ý Kadîr-i Alîm, tabur-misâl bir cesedin nizâmý altýna girmekle birbiriyle tanýþan zerrat-ý esâsiyye ve eczâ-i asliyyeyi bir sayha ile Sûr-u Ýsrâfilin borusuyla nasýl toplayabilir? Ýstib'âd sûretinde denilir mi? Denilse, eblehcesine bir divâneliktir. Hem, Kur'an kâh oluyor ki; Cenâb-ý Hakkýn âhirette hârika ef'allerini kalbe kabûl ettirmek için, ihzâriye hükmünde ve zihni tasdike müheyya etmek için, bir i'dâdiye sûretinde, dünyadaki acâip ef'âlini zikreder. Veyahut, istikbalî ve uhrevî olan ef'âl-i acîbe-i sh:» (S: 120) Ýlâhiyyeyi öyle bir sûrette zikreder ki, meþhudumuz olan çok nazireleriyle onlara kanaatýmýz gelir. Meselâ: اَوَلَمْ يَرَالاِنْسَانُ اَنَّا خَلَقْنَاهُ مِنْ نُطْفَةٍ فَاِذَا هُوَ خَصِيمٌ مُبِينٌ tâ, Sûrerin âhirine kadar... Ýþte þu bahiste Haþir mes'elesinde Kur'an-ý Hakîm haþri isbat için yedi-sekiz Sûrette, muhtelif bir tarzda isbat ediyor. Evvelâ: Neþ'e-i Ulâyý nazara verir. Der ki: Nutfeden alakaya, alakadan mudðaya, mudðadan, tâ hilkat-i insâniyyeye kadar olan neþ'etinizi görüyorsunuz... Nasýl oluyor ki: «Neþ'e-i Uhra» yý inkâr ediyorsunuz?.. O, onun misli, belki dâva ehvenidir. Hem, Cenâb-ý Hak, insana karþý ettiði ihsânat-ý ezîmeyi: اَلَّذِى جَعَلَ لَكُمْ مِنَ الشَّجَرِ الاَخْضَرِ نَارًا kelimesiyle iþaret edip der: Size böyle ni'met eden bir zât, sizi baþýboþ býrakmaz ki, kabre girip kalkmamak üzere yatasýnýz. Hem remzen der: Ölmüþ aðaçlarýn dirilip yeþillenmesini görüyorsunuz. Odun gibi kemiklerin hayat bulmasýný kýyas edemeyip istib'âd ediyorsunuz. Hem, Semâvat ve Arzý halkeden, Semâvat ve Arzýn meyvesi olan insanýn hayat ve mematýndan âciz kalýr mý? Koca aðacý idare eden, o aðacýn meyvesne ehemmiyet vermeyip baþkasýna mal eder mi? Bütün aðacýn neticesini terketmekle, bütün eczasýyla hikmetle yoðrulmuþ hilkat neticesini terketmekle, bütün eczasýyla hikmetle yoðrulmuþ hilkat þeceresini abes ve beyhûde yapar mý zannedersiniz? Der: Haþirde sizi ihya edecek Zât, öyle bir Zâttýr ki, bütün kâinat Ona emirber nefer hükmündedir. Emr-i كُنْ فَيَكُونَ e karþý kemâl-i inkýyad ile serfürû eder. Bir baharý halketmek, bir çiçek kadar Ona ehven gelir. Bütün hayvanatý îcad etmek, bir sinek îcadý kadar kudretine kolay gelir bir Zâttýr. Öyle bir Zâta karþý: مَنْ يُحْيِ الْعِظَامَ deyip kudretine karþý ta'ciz ile meydan okunmaz! Sonra, فَسُبْحَانَ الَّذِى بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَىْءٍ tâbiriyle; herþey'in sh:» (S: 121) dizgini elinde, herþey'in anahtarý yanýnda, gece ve gündüzü, kýþ ve yazý bir kitap sahifeleri gibi kolayca çevirir. Dünya ve âhireti iki menzil gibi; bunu yapar, onu açar bir Kadîr-i Zülcelâldir. Mâdem böyledir, bütün delâilin neticesi olarak: وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ yâni; kabirden sizi ihyâ edip, haþre getirip huzur-u kibriyâsýnda hesabýnýzý görecektir. Ýþte þu âyetler, haþrin kabûlüne zihni müheyya etti. Kalbi de hâzýr etti. Çünki: Nezâirini dünyevî ef'âl ile de gösterdi. Hem, kâh oluyor ki: Ef'âl-i uhreviyyesini öyle bir tarzda zikreder ki: Dünyevî nezâirlerini ihsas etsin. Tâ istib'âd ve inkâra meydan kalmasýn, meselâ: اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ ilâahir.. ve اِذَا السَّمَآءُ انْفَطَرَتْ ilâahir.. ve اِذَا السَّمآءُ انْشَقَّتْ Ýþte þu sûrelerde, kýyâmet ve haþirdeki inkýlâbât-ý azîmeyi ve tasarrufat-ý Rubûbiyyeti öyle bir tarzda zikreder ki; insan onlarýn nazirelerini dünyada, meselâ güzde, baharda gördüðü için, kalbe dehþet verip akla sýðmayan on inkýlâbatý kolayca kabûl eder. Þu üç sûrenin meâl-i icmâlîsine iþaret dahi pek uzun olur. Onun için birtek kelimeyi nümune olarak göstereceðiz. Meselâ: اِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ kelimesiyle ifade eder ki: Haþirde herkesin bütün a'mâli bir sahife içinde yazýlý olarak neþrediliyor. Þu mes'ele kendi kendine çok acîb olduðundan akýl ona yol bulamaz. Fakat, sûrenin iþaret ettiði gibi haþr-i baharîde baþka noktalarýn naziresi olduðu gibi, þu neþr-i suhuf naziresi pek zâhirdir. Çünki: Her meyvedâr aðaç, ve çiçekli bir otun da amelleri var, fiilleri var, vazifeleri var. Esmâ-i Ýlâhiyyeyi ne þekilde göstererek tesbihat etmiþ ise ubûdiyyetleri var. Ýþte onun bütün bu amelleri tarih-i hayatlariyle beraber umum çekirdeklerinde, tohumcuklarýnda yazýlýp baþka bir baharda, baþka bir zeminde çýkar. Gösterdiði þekil ve Sûret lisaniyle gâyet fasih bir Sûrette analarýnýn ve asýllarýnýn a'mâlini zikrettiði gibi dal, budak, yaprak, çiçek ve meyveleriyle sahife-i a'mâline neþr- sh:» (S: 122) eder. Ýþte gözümüzün önünde bu Hakîmâne, Hafîzâne, Müdebbirâne, Mürebbiyâne, Lâtifâne þu iþi yapan Odur ki, der: اِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْBaþka noktalarý buna kýyas eyle. Kuvvetin varsa istinbat et. Sana yardým için bunu da söyliyeceðiz. Ýþte: اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ Þu kelâm, tekvir lâfziyle, yâni, sarmak ve toplamak mânâsiyle parlak bir temsile iþaret ettiði gibi, nazirini dahi îma eder. Birinci: Evet, Cenâb-ý Hak tarafýndan adem ve esîr ve Semâ perdelerini açýp, Güneþ gibi dünyayý ýþýklandýran pýrlanta-misâl bir lâmbayý, hazine-i rahmetinden çýkarýp dünyaya gösterdi. Dünya kapandýktan sonra o pýrlantayý perdelerine sarýp kaldýracak. Ýkinci: Veya ziya metâýný neþretmek ve zeminin kafasýna ziyayý zulmetle münâvebeten sarmakla muvazzaf bir memur olduðunu ve her akþam o memura metâýný dahi toplattýrýp gizlendiði gibi, kâh olur bir bulut perdesiyle alýþveriþini az yapar. Kâh olur; Ay onun yüzüne karþý perde olur; muamelesini bir derece çeker. Metâýný ve muamelât defterlerin topladýðý gibi elbette o memur bir vakit o memuriyetten infisal edecektir. Hattâ hiç bir sebeb-i azl bulunmazsa, þimdilik küçük, fakat büyümeye yüz tutmuþ yüzündeki iki leke büyümekle, güneþ, yerin baþýna izn-i ilâhî ile sardýðý ziyayý, emr-i Rabbânî ile geriye alýp, güneþin baþýna sarýp «Haydi yerde iþin kalmadý der, cehenneme git, sana ibâdet edip senin gibi bir memur-u Mûsahharý sadakatsizlikle tahkir edenleri yak» der اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ fermanýnýn lekeli siyah yüzüyle yüzünde okur. * * * sh:» (S: 123) Zeylin Beþinci parçasý Evet, Nass-ý Hadîs ile nev-i beþerin en mümtaz þahsiyetleri olan yüz yirmidört bin Enbiyanýn icmâ ve tevâtür ile, kýsmen þuhuda ve kýsmen hakkel-yakîne istinaden, müttefikan âhiretin vücudundan ve insanlarýn oraya sevk edileceðinden ve bu kâinat Hâlikýnýn kat'î vaad ettiði âhireti getireceðinden haber verdikleri gibi; ve onlarýn verdikleri haberi keþif ve þuhud ile ilmel-yakîn Sûretinde tasdik eden yüz yirmidört milyon Evliyânýn o âhiretin vücuduna þehadetleriyle ve bu kâinatýn Sâni-i Hakîminin bütün esmâsý bu dünyada gösterdikleri cilveleriyle bir âlem-i bekayý bilbedâhe iktiza ettiklerinden yine âhiretin vücudan delâletiyle; ve her sene Baharda Ruy-i Zeminde ayakta duran had ve hesaba gelmez ölmüþ aðaçlarýn cenazelerini emr-i كُنْ فَيَكُونَ ile ihya edip بَعْثُ بَعْدَ الْمَوْتِ e mazhar eden ve haþir ve neþrin yüz binler nümunesi olarak nebâtat taifelerinden ve hayvanat milletlerinden üçyüz bin nev'leri haþir ve neþir eden hadsiz bir Kudret-i Ezeliyye ve hesapsýz ve israfsýz bir Hikmet-i Ebediyye ve rýzka muhtaç bütün zîruhlarý kemâl-i þefkatle gâyet hârika bir tarzda iâþe ettiren ve her baharda az bir zamanda had ve hesaba gelmez enva-ý zînet ve mehâsini gösteren bir Rahmet-i Bâkiye ve bir Ýnayet-i Dâime; bilbedâhe âhiretin vücudun istilzam ile, ve þu kâinatýn en mükemmel meyvesi ve Hâlik-ý kâinatýn en sevdiði masnûu ve kâinatýn mevcûdâtiyle en ziyâde alâkadar olan insandaki þedit, sarsýlmaz, daimî olan «aþk-ý beka» ve «þevk-i ebediyyet» ve «âmâl-i sermediyyet» bilbedâhe iþareti ve delâletiyle, bu âlem-i fâniden sonra bir âlem-i bâki ve bir dâr-ý âhiret ve bir dâr-ý saâ- sh:» (S: 124) det bulunduðunu o derece kat'î bir Sûrette isbat ederler ki: Dünyanýn vücudu kadar, bilbedâhe âhiretin vücudunu kabûl etmeyi istilzam ederler. (Hâþiye) Mâdem Kur'an-ý Hakîmin bize verdiði en mühim bir ders; îman-ý bil-âhirettir ve o îman da bu derece kuvvetlidir ve o îmanda öyle bir rica ve bir teselli var ki: Yüzbin ihtiyarlýk bir tek þahsa gelse, bu îmandan gelen teselli, mukabil gelebilir. Biz ihtiyarlar اَلْحَمْدُ لِلَّهِ عَلَى كَمَالِ اْلاِيمَانِ deyip ihtiyarlýðýmýza sevinmeliyiz... *** _______________ (Haþiye) : Evet, sübûti bir emri, ihbar etmenin kolaylýðý ve inkâr ve nefyetmenin gâyet müþkil olduðu, bu temsilden görünür. Þöyle ki; biri dese: Süt konserveleri olan gâyet hakîka bir bahçe, küre-i Arz üzerine vardýr. Diðeri dese: Yoktur. Ýsbat eden, yalnýz onun yerini veyahut Bâzý meyvelerini göstermekle kolayca dâvasýný isbad eder, Ýnkâr eden adam, nefyini isbat etmek için küri Arz bütün görmek ve göstermekle dâvasýný isbat etmek için Küre-i Arzý bütün görmek ve göstermekle davâsýný isbat edebilir. Aynen öyle de, Cenneti ihblar edenler yüzbinler teraþþuhatýný, meyvelerini, âsarýný gösterdiklerinden kat-ý nazar, iki þâhid-i sâdýkýn sübûtuna þehadetleri kâfi gelirken onu inkâr eden hadsiz bir kâinatý ve hadsiz ebedi zaman temaþa etmek ve görmek ve eledikten sonra inkârýný isbat edebilir; ademini gösterebilir. Ýþte ey ihtyar kardeþler, îman-ý âhiretin ne kadar kuvvetli olduðunu anlayýnýz... Said Nursi Link zu diesem Kommentar Auf anderen Seiten teilen Mehr Optionen zum Teilen...
Empfohlene Beiträge