el-dumano Geschrieben 11. Oktober 2006 Teilen Geschrieben 11. Oktober 2006 12.Söz [Kur'an-ý Hakîm'in hikmet-i kudsiyesi ile felsefe hikmetinin icmalen müvazenesi, hem hikmet-i Kur'aniyenin insanýn hayat-ý þahsiyesine ve hayat-ý içtimaiyesine verdiði ders-i terbiyenin gayet kýsa bir fezlekesi, hem Kur'anýn sair kelimat-ý Ýlahiyeye ve bütün kelâmlara cihet-i rüchaniyetine bir iþarettir. Ýþte bu sözde "Dört Esas" vardýr.] BÝRÝNCÝ ESAS: Hikmet-i Kur'aniye ile hikmet-i fenniyenin farklarýna þu gelecek hikâye-i temsiliye dûrbîniyle bak: Bir zaman, hem dindar, hem gayet san'atkâr bir Hâkim-i Namdar istedi ki: Kur'an-ý Hakîm'i, maânîsindeki kudsiyetine ve kelimatýndaki i'caza þayeste bir yazý ile yazsýn. O mu'ciz-nüma kamete, hârika bir libas giydirilsin. Ýþte o Nakkaþ Zât, Kur'aný pek acib bir tarzda yazdý. Bütün kýymettar cevherleri, yazýsýnda istimal etti. Hakaikýnýn tenevvüüne iþaret için bazý mücessem hurufatýný elmas ve zümrüt ile ve bir kýsmýný lü'lü ve akik ile ve bir taifesini pýrlanta ve mercanla ve bir nev'ini altun ve gümüþ ile yazdý. Hem öyle bir tarzda süslendirip münakkaþ etti ki, okumayý bilen ve bilmeyen herkes temaþasýndan hayran olup istihsan ederdi. Bahusus ehl-i hakikatýn nazarýna o surî güzellik, manasýndaki gayet parlak güzelliðin ve gayet þirin tezyinatýn iþaratý olduðundan, pek kýymettar bir antika olmuþtur. Sonra o Hâkim, þu musanna ve murassa Kur'aný, bir ecnebi feylesofa ve bir müslüman âlime gösterdi. Hem tecrübe, hem mükâfat için emretti ki: "Herbiriniz, bunun hikmetine dair bir eser yazýnýz." Evvelâ o feylesof, sonra o âlim, ona dair birer kitab te'lif ettiler. Fakat feylesofun kitabý, yalnýz harflerin nakýþlarýndan ve münasebetlerinden ve vaziyetlerinden ve cevherlerinin hâsiyetlerinden ve tarifatýndan bahseder. Manasýna hiç iliþmez. Çünki o ecnebî adam, arabî hattý okumayý hiç bilmez. Hattâ o müzeyyen Kur'aný, bilmiyor ki bir kitabdýr ve manayý ifade eden yazýdýr. Belki ona münakkaþ bir antika nazarýyla bakýyor. Lâkin çendan arabî bilmiyor fakat çok iyi bir mühendistir, güzel bir tasvircidir, mahir bir kimyagerdir, sarraf bir cevhercidir. Ýþte o adam, bu san'atlara göre eserini yazdý. Amma müslüman âlim ise ona baktýðý vakit anladý ki: O, Kitab-ý Mübin'dir, Kur'an-ý Hakîm'dir. Ýþte bu hakperest zât, ne tezyinat-ý zahiriyesine ehemmiyet verdi ve ne de hurufun nukuþuyla iþtigal etti. Belki öyle bir þeyle meþgul oldu ki, milyon mertebe öteki adamýn iþtigal ettiði mes'elelerinden daha âlî, daha galî, daha latif, daha þerif, daha nâfi', daha câmi'... Çünki nukuþun perdesi altýnda olan hakaik-i kudsiyesinden ve envâr-ý esrarýndan bahsederek gayet güzel bir tefsir-i þerif yazdý. Sonra ikisi, eserlerini götürüp o Hâkim-i Zîþan'a takdim ettiler. O Hâkim, evvelâ feylesofun eserini aldý. Baktý gördü ki: O hodpesend ve tabiatperest adam çok çalýþmýþ, fakat hiç hakikî hikmetini yazmamýþ. Hiçbir manasýný anlamamýþ, belki karýþtýrmýþ. Ona karþý hürmetsizlik, belki edebsizlik etmiþ. Çünki o menba-ý hakaik olan Kur'aný, manasýz nukuþ zannederek, mana cihetinde kýymetsizlik ile tahkir etmiþ olduðundan, o Hâkim-i Hakîm dahi onun eserini baþýna vurdu, huzurundan çýkardý. Sonra öteki hakperest, müdakkik âlimin eserine baktý gördü ki: Gayet güzel ve nâfi' bir tefsir ve gayet hakîmane, mürþidane bir te'liftir. "Âferin, bârekâllah" dedi. Ýþte hikmet budur ve âlim ve hakîm, bunun sahibine derler. Öteki adam ise, haddinden tecavüz etmiþ bir san'atkârdýr. Sonra onun eserine bir mükâfat olarak; herbir harfine mukabil, tükenmez hazinesinden "On altun verilsin" irade etti.Eðer temsili fehmettin ise bak, hakikatýn yüzünü de gör: Amma o müzeyyen Kur'an ise, þu musanna kâinattýr. O hâkim ise, Hakîm-i Ezelî'dir. Ve o iki adam ise, birisi yani ecnebisi; ilm-i felsefe ve hükemasýdýr. Diðeri, Kur'an ve þakirdleridir. Evet Kur'an-ý Hakîm, þu Kur'an-ý Azîm-i Kâinatýn en âlî bir müfessiridir ve en belig bir tercümanýdýr. Evet o Furkan'dýr ki; þu kâinatýn sahifelerinde ve zamanlarýn yapraklarýnda kalem-i kudretle yazýlan âyât-ý tekviniyeyi cin ve inse ders verir. Hem herbiri birer harf-i manidar olan mevcudata "mana-yý harfî" nazarýyla, yani onlara Sâni' hesabýna bakar, "Ne kadar güzel yapýlmýþ, ne kadar güzel bir surette Sâniinin cemaline delalet ediyor" der. Ve bununla kâinatýn hakikî güzelliðini gösteriyor. Amma ilm-i hikmet dedikleri felsefe ise; huruf-u mevcudatýn tezyinatýnda ve münasebatýnda dalmýþ ve sersemleþmiþ, hakikatýn yolunu þaþýrmýþ. Þu kitab-ý kebirin hurufatýna "mana-yý harfî" ile, yani Allah hesabýna bakmak lâzým gelirken; öyle etmeyip "mana-yý ismî" ile, yani mevcudata mevcudat hesabýna bakar, öyle bahseder. "Ne güzel yapýlmýþ"a bedel, "Ne güzeldir" der, çirkinleþtirir. Bununla kâinatý tahkir edip, kendisine müþtekî eder. Evet dinsiz felsefe, hakikatsiz bir safsatadýr ve kâinata bir tahkirdir... ÝKÝNCÝ ESAS: Kur'an-ý Hakîm'in hikmeti, hayat-ý þahsiyeye verdiði terbiye-i ahlâkýye ve hikmet-i felsefenin verdiði dersin müvazenesi: Felsefenin hâlis bir tilmizi, bir firavundur. Fakat menfaati için en hasis þeye ibadet eden bir firavun-u zelildir. Her menfaatli þeyi kendine "Rab" tanýr. Hem o dinsiz þakird, mütemerrid ve muanniddir. Fakat bir lezzet için nihayet zilleti kabul eden miskin bir mütemerriddir. Þeytan gibi þahýslarýn, bir menfaat-ý hasise için ayaðýný öpmekle zillet gösterir denî bir muanniddir. Hem o dinsiz þakird, cebbar bir maðrurdur. Fakat kalbinde nokta-i istinad bulmadýðý için zâtýnda gayet acz ile âciz bir cebbar-ý hodfüruþtur. Hem o þakird, menfaatperest hodendiþtir ki; gaye-i himmeti, nefs ve batnýn ve fercin hevesatýný tatmin ve menfaat-ý þahsiyesini, bazý menfaat-ý kavmiye içinde arayan dessas bir hodgâmdýr. Amma hikmet-i Kur'anýn hâlis tilmizi ise; bir abd'dir. Fakat a'zam-ý mahlukata da ibadete tenezzül etmez. Hem cennet gibi a'zam-ý menfaat olan bir þeyi, gaye-i ibadet kabul etmez bir abd-i azizdir. Hem hakikî tilmizi mütevazidir; selim, halimdir. Fakat Fâtýrýnýn gayrýna, daire-i izni haricinde ihtiyarýyla tezellüle tenezzül etmez. Hem fakir ve zaîftir, fakr ve za'fýný bilir. Fakat onun Mâlik-i Kerim'i, ona iddihar ettiði uhrevî servet ile müstaðnidir ve Seyyidinin nihayetsiz kudretine istinad ettiði için kavîdir. Hem yalnýz livechillah, rýza-i Ýlahî için, fazilet için amel eder, çalýþýr... Ýþte iki hikmetin verdiði terbiye, iki tilmizin müvazenesiyle anlaþýlýr. ÜÇÜNCÜ ESAS: Hikmet-i felsefe ile hikmet-i Kur'aniyenin hayat-ý içtimaiye-i beþeriyeye verdiði terbiyeler: Amma hikmet-i felsefe ise, hayat-ý içtimaiyede nokta-i istinadý, "kuvvet" kabul eder. Hedefi, "menfaat" bilir. Düstur-u hayatý, "cidal" tanýr. Cemaatlerin rabýtasýný, "unsuriyet, menfî milliyeti" tutar. Semeratý ise, "hevesat-ý nefsaniyeyi tatmin ve hacat-ý beþeriyeyi tezyid"dir. Halbuki kuvvetin þe'ni, tecavüzdür. Menfaatýn þe'ni, her arzuya kâfi gelmediðinden üstünde boðuþmaktýr. Düstur-u cidalin þe'ni, çarpýþmaktýr. Unsuriyetin þe'ni, baþkasýný yutmakla beslenmek olduðundan, tecavüzdür... Ýþte bu hikmettendir ki, beþerin saadeti selb olmuþtur. Amma hikmet-i Kur'aniye ise, nokta-i istinadý, kuvvete bedel "hakk"ý kabul eder. Gayede menfaate bedel, "fazilet ve rýza-yý Ýlahî"yi kabul eder. Hayatta düstur-u cidal yerine, "düstur-u teavün"ü esas tutar. Cemaatlerin rabýtalarýnda; unsuriyet, milliyet yerine "rabýta-i dinî ve sýnýfî ve vatanî" kabul eder. Gayatý; hevesat-ý nefsaniyenin tecavüzatýna sed çekip, ruhu maaliyata teþvik ve hissiyat-ý ulviyesini tatmin eder ve insaný kemalât-ý insaniyeye sevk edip insan eder. Hakkýn þe'ni, ittifaktýr. Faziletin þe'ni, tesanüddür. Düstur-u teavünün þe'ni, birbirinin imdadýna yetiþmektir. Dinin þe'ni, uhuvvettir, incizabdýr. Nefsi gemlemekle baðlamak, ruhu kemalâta kamçýlamakla serbest býrakmanýn þe'ni, saadet-i dareyndir. DÖRDÜNCÜ ESAS: Kur'anýn, bütün kelimat-ý Ýlahiye içinde cihet-i ulviyetini ve bütün kelâmlar üstünde cihet-i tefevvukunu anlamak istersen þu iki temsile bak: Birincisi: Bir sultanýn iki çeþit mükâlemesi, iki tarzda hitabý vardýr. Birisi; âdi bir raiyet ile cüz'î bir iþ için, hususî bir hacete dair, has bir telefonla konuþmaktýr. Diðeri; saltanat-ý uzma ünvanýyla ve hilafet-i kübra namýyla ve hâkimiyet-i âmme haysiyetiyle evamirini etrafa neþir ve teþhir maksadýyla bir elçisiyle veya büyük bir memuruyla konuþmaktýr ve haþmetini izhar eden ulvî bir fermanla mükâlemedir. Ýkinci Temsil: Bir adam, elinde bir âyineyi güneþe karþý tutar. O âyine miktarýnca bir ýþýk ve yedi rengi câmi' bir ziya alýr. O nisbetle Güneþle münasebettar olur, sohbet eder ve o ýþýklý âyineyi, karanlýklý hanesine veya dam altýndaki baðýna tevcih etse; güneþin kýymeti nisbetinde deðil, belki o âyinenin kabiliyeti miktarýnca istifade edebilir. Diðeri ise, hanesinden veya baðýnýn damýndan geniþ pencereler açar. Gökteki güneþe karþý yollar yapar. Hakikî güneþin daimî ziyasýyla sohbet eder, konuþur ve lisan-ý hal ile böyle minnetdarane bir sohbet eder. Der: "Ey yeryüzünü ýþýðýyla yaldýzlayan ve bütün çiçeklerin yüzünü güldüren dünya güzeli ve gök nazdarý olan nazenin güneþ! Onlar gibi benim haneciðimi ve bahçeciðimi ýsýndýrdýn, ýþýklandýrdýn." Halbuki âyine sahibi böyle diyemez. O kayýd altýndaki güneþin aksi ise, âsârý mahduddur. O kayda göredir... Ýþte bu iki temsilin dûrbîniyle Kur'ana bak. Tâ ki i'cazýný göresin ve kudsiyetini anlayasýn... Evet Kur'an der ki: "Eðer yerdeki aðaçlar kalem olup, denizler mürekkeb olsa, Cenab-ý Hakk'ýn kelimatýný yazsalar, bitiremezler." Þimdi þu nihayetsiz kelimat içinde en büyük makam, Kur'ana verilmesinin sebebi þudur ki: Kur'an, ism-i a'zamdan ve her ismin a'zamlýk mertebesinden gelmiþ. Hem bütün âlemlerin Rabbi itibariyle Allah'ýn kelâmýdýr. Hem bütün mevcudatýn ilahý ünvanýyla Allah'ýn fermanýdýr. Hem Semavat ve Arz'ýn Hâlýký haysiyetiyle bir hitabdýr. Hem rububiyet-i mutlaka cihetinde bir mükâlemedir. Hem saltanat-ý âmme-i Sübhaniye hesabýna bir hutbe-i ezeliyedir. Hem rahmet-i vasia-i muhita noktasýnda, bir defter-i iltifatat-ý Rahmaniyedir. Hem uluhiyetin azamet-i haþmeti haysiyetiyle, baþlarýnda bazan þifre bulunan bir muhabere mecmuasýdýr. Hem ism-i a'zamýn muhitinden nüzul ile arþ-ý a'zamýn bütün muhatýna bakan, teftiþ eden hikmetfeþan bir kitab-ý mukaddestir. Ýþte bu sýrdandýr ki, Kelâmullah ünvaný kemal-i liyakatla Kur'ana verilmiþ. Amma sair kelimat-ý Ýlahiye ise: Bir kýsmý, has bir itibar ile ve cüz'î bir ünvan ve hususî bir ismin cüz'î tecellisi ile ve has bir rububiyet ile ve mahsus bir saltanat ile ve hususî bir rahmet ile zahir olan kelâmdýr. Hususiyet ve külliyet cihetinde dereceleri muhteliftir. Ekser ilhamat bu kýsýmdandýr. Fakat derecatý çok mütefavittir. Meselâ en cüz'îsi ve basiti, hayvanatýn ilhamatýdýr. Sonra, avam-ý nâsýn ilhamatýdýr. Sonra, avam-ý melaikenin ilhamatýdýr. Sonra, evliya ilhamatýdýr. Sonra, melaike-i izam ilhamatýdýr. Ýþte þu sýrdandýr ki: Kalbin telefonuyla vasýtasýz münacat eden bir veli der: Ibni Hacer, el-Isabe 2:258. öYani: "Kalbim benim Rabbimden haber veriyor." Demiyor: "Rabb-ül Âlemîn'den haber veriyor." Hem der: "Kalbim, Rabbimin âyinesidir, arþýdýr." Demiyor: "Rabb-ül Âlemîn'in arþýdýr." Çünki kabiliyeti miktarýnca ve yetmiþ bine yakýn hicablarýn nisbet-i ref'i derecesinde mazhar-ý hitab olabilir. Ýþte bir padiþahýn saltanat-ý uzmasý haysiyetiyle çýkan fermaný, âdi bir adamla cüz'î bir mükâlemesinden ne kadar yüksek ve âlî ise; ve gökteki güneþin feyzinden istifade, âyinedeki aksinin cilvesinden istifadeden ne derece çok ve faik ise; Kur'an-ý Azîmüþþan dahi, o nisbette bütün kelâmlarýn ve hep kitablarýn fevkindedir. Kur'andan sonra ikinci derecede Kütüb-ü Mukaddese ve Suhuf-u Semaviyenin dereceleri nisbetinde tefevvuklarý vardýr. O sýrr-ý tefevvuktan hissedardýrlar. Eðer bütün cin ve insanýn Kur'andan tereþþuh etmeyen bütün güzel sözleri toplansa; yine Kur'anýn mertebe-i kudsiyesine yetiþip tanzir edemez. Eðer Kur'anýn ism-i a'zamdan ve her ismin a'zamlýk mertebesinden geldiðini bir parça fehmetmek istersen: Âyet-ül Kürsî ve âyet-i "Gaybin anahtarlari Allah katindadir." ve âyet-i "De ki: Ey mülkün hakiki sahibi olan Allahim!" ve âyet-i "O,gündüzü, pesi sira kovalayan gece ile örter. O, günesi, ayi ve yildizlari da emrine boyun egmis olarak yaratti." ve âyet-i "Ey yer, vazifen bitti suyunu yut. ey gök, havet kalmadi, yagmuru kes." ve âyet-i "Sizin yaratilmaniz da, diriltilmeniz de, tek bir kisinin yaratilip diriltilmesi gibidir." ve âyet-i "Biz emaneti göklere, yere ve daglara teklif ettik." ve âyet-i "O gün semayi, kitap sahifelerini dürer gibi düreriz." ve âyet-i "Onlar Allah'in kudret ve azametini hakkiyla bilemediler. Halbuki kiyamet gününde yeryüzü bütünüyle Onun tasarrufundadir." ve âyet-i "Eger biz bu Ku'ran'i bi daga indirseydik, elbette görürdün ki...." gibi âyetlerin küllî, umumî, ulvî ifadelerine bak... Hem baþlarýnda Fatiha Suresi, 1:2 veyahut Hadid Suresi, 57:1 ve Cum'a Suresi 62:1 bulunan surelerin baþlarýna dikkat et. Tâ, bu sýrr-ý azîmin þuaýný göresin. Hemlerin ve Bakara Suresi, 2:1 ve Yunus Suresi, 10:1 ve Mü'min Suresi, 40:1 lerin fatihalarýna bak; Kur'anýn, Cenab-ý Hakk'ýn yanýnda ehemmiyetini bilesin. Eðer þu "Dördüncü Esas"ýn kýymettar sýrrýný fehmettin ise; Enbiyaya gelen vahyin ekseri melek vasýtasýyla olduðunu ve ilhamýn ekseri vasýtasýz olduðunu anlarsýn. Hem en büyük bir veli, hiç bir nebinin derecesine yetiþmediðinin sýrrýný anlarsýn. Hem Kur'anýn azametini ve izzet-i kudsiyetini ve ulviyet-i i'cazýnýn sýrrýný anlarsýn. Hem Mi'racýn sýrr-ý lüzumunu, yani tâ Semavata, tâ Sidret-ül Münteha'ya, tâ Kab-ý Kavseyn'e gidip, "(Allah) ona sahdamarindan daha yakin." olan Zât-ý Zülcelal ile münacat edip, tarfet-ül ayn'da yerine gelmek sýrrýný anlarsýn. Evet þakk-ý kamer, nasýlki bir mu'cize-i risaletidir; nübüvvetini cin ve inse gösterdi. Öyle de: Mi'rac dahi, bir mu'cize-i ubudiyetidir; habibiyetini, ervah ve melaikeye gösterdi... Allahým!Senin rahmetine ve onun hürmetine nasil yarasýrsa, ona ve aline öylece salat ve selam olsun. Amin. * * * Link zu diesem Kommentar Auf anderen Seiten teilen Mehr Optionen zum Teilen...
Empfohlene Beiträge