Webmaster Posted May 14, 2011 Share Posted May 14, 2011 MEKSİKA SINIRI (KAFA DENGİ) EKİBİYLE ÇOK ÖZEL BİR RÖPORTAJ http://www.ayasofya-zeitschrift.de/wp-content/uploads/5.jpg Selahaddin bey, yurtdışından Türkiye´ye bakıldığında, göze çarpan ve ön planda olan bir konu var: Siyaset. Yani televizyonda siyaset, kitaplarda siyaset, durmadan siyaset konuşuluyor. Gerçekten türk insanı için siyaset çok mu önemli? Yoksa sadece konjonktür gereği mi siyaset konuşuluyor? Selahaddin Yusuf: Bunun bir enflasyon biçimi olduğunu düşünüyorum. Yani paranın değeri düşdükce para fazlalaşır piyasada. Yada terside olur, yani para piyasada arttıkca paranın değeri düşer. Siyasetin bu kadar yaygın konuşuluyor olmasına ben olumsuz bakıyorum. Siyasetin değerinin düşmüş olmasından kaynaklandığını düşünüyorum. Çünkü siyaseti düşündüğümüzde siyasetin bu kadar ucuz harc-ı alem olmaması gerekir. Hiç bir altyapı, bir birikim olmadan konuşulur hale geldi siyaset. Kahvehaneler ve taksiler bize Türkiye´de toplum ne düşündüğünü en kolay yoldan aktaran unsurlardır. Futbol ile birlikte en çok konuşulan konudur siyaset Türkiye’de, çünkü sosyal konuşmalarda kullanılır. Sosyal konuşmalar dediğimiz ise, bir taksiye biniyorsunuz, 20 dakikanız var, bu 20 dakika içerisinde en önemsiz konuları konuşursunuz, maskeli şeyleri konuşursunuz, insanların birbirine içlerini açmadan doğrudan yüzlerinin en ön tarafına koyduğu maskelerle, iki yüzlü ve riyakar biçimde konuşulan konudur. Sosyal konuşma dediğimiz şey budur. Dolayısıyla siyasetin ve futbolun sosyal konuşmalar hale gelmesi onların değerinin düştüğünü ancak maskelerle konuşabilir hale geldiğini gösterir. Ama bunlar gerçektende siyasetin değersiz ve harc-ı alem birşey olduğunu göstermez. Ciddi bir biçimde kafa yorulması gereken birşeydir ve altyapı, tarih, ekonomi, felsefe, psikoloji bilmek gerekir. Önemli olan bilerek altyapılı bu şeyleri konuşmak. Amerikayı 2 milyon eğitimli insan yönetiyor, biz küçük bir amerikan modeli olduğumuz için Türkiye olarak muhtemelen bizide 2 milyon kişi yönetiyor. Ama Amerika´daki insanlar apolitikler, bu daha dürüstce bence, çünkü bilmedikleri için konuşmuyorlar. Hamburger üzerine konuşmayı daha anlamlı buluyorlar. Bizdede aslında hamburger üzerine konuşuyorlar gibi konuşuyorlar. Ama elinde sonunda Türkiye’yi yöneten bir azınlıktır. Ve bukadar çok konuşuluyor olması siyaset, üzerine fikir yürütüldüğü yada ona müdahale edebileceği anlamına gelmez benim için. Bu bakımdan toplamda baktığımızda sevimsiz bir konu. Peki siyasetin çok yaygın olması ideolojik sebeplerden olabilir mi? Selahaddin Yusuf: Evet. Ben şuna hep inanıyorum, Türkiye batı ve doğu arasında bir köprü değil. Türkiye batı ve doğu arasında ikiye bölünmüş bir köprüdür. Geçişgenliği olmayan bir köprüdür. Türkiye´de insanlar, ideolojik taraflar, eğer birbirlerini sevebileceklerse en azından birbirilerinin arasında bir köprü olmadığını anlamak zorundalardır. Bu iki yaka doğu ve batı yakasıdır. Yani tam İstanbul boğazıdır. Bu bakımdan İstanbul boğazında bir köprü yoktur bana bakılırsa. Ve Türkiye gerçekten batı ve doğu arasında ikiye bölünmüş bir ülkedir. Zaman zaman bunun ismi sağ – sol oluyor, zaman zamanda ilerici – gerici oluyor, laik – dindar oluyor. İsimler değişiyor, dikkat ederseniz ama cepheler, siperler degişmiyor ve bunlar yerli yerinde duruyor. Bunu aşacak enerjik bir zekaya, enerjik bir vijdana ihtiyacımız var Türkiye’de. Burada sankı edebiyatçılara önemli görevler düşüyor. Edebiyat cazibesini kaybetti mi? Edebiyatçılar siyasallaşdımı? Örneğin Nihat Genç veya son zamanlarda İsmet Özet gibi. Yani ´Sebeb-i Telif´in şairi nasıl olurda siyasallaşır? Tarık Tufan: Edebiyatçılar öteden beri son derece politik bir yazarlardır. Acımasız etkin politikaları vardir. Zor anlaşılan birşeydir. Ama yaraya merhem olan ilaçlar gibidir o ciddi edebiyatcıların politikası. Türkiye edebiyatçıların politikasına alışık değil, çünkü o seviyede konuşulmaya alışık değil. Politikacıların az kısıtlı kelime hazinesiyle konuşulmaya alışık. Ve eğlencelik birşey haline geldiği için. Edebiyatın içinde politikaya müdahale etmek Türkiye için bir lüks, çünkü bu kadar kelime yüküyle, bu kadar zihin enerjisi yüküyle bu işi konuşmaya Türkiye alışık değil. Bunu toplumun bünyesi kabul etmiyor. Bu bakımdan çok hayal kırıcı ve mutsuzluk verici bir manzara. Türkiye’de 12 Eylül’den sonra anlıyoruz ki, Türkiye’deki edebiyatıda birbirinle kavga eden insanların ayrı ayrı edebiyatı beslemiş. Hür edebiyat kendi başına var olamamış. Sadece sağ ve solun dalgasıyla yükselmiş. Dolayısıyla edebiyatla Türkiye henüz temas edememiş bana kalırsa. Sizin gibi genç yazarlar Türkiye’de zorluk çekmiyormu? Mesela bir kitap yazdığınızda, sağcı, solcu diye bir çekmeceye konmuyormusunuz? Selahaddin Yusuf: Konuyorsunuz. Türkiye’de sol da dahil olmak üzere sırtını batıya yaslamış olanlar Türkiye’de yerli birşeyin üretildiğini gördüklerinde bunu savaşılacak birşey olarak görüyorlar. Türkiye’de batının dilini çok çabuk kavrayıp eğitimleri sayesinde bunu çok çabuk bünyelerine alıştıran ve o dil üzerinden konuşan bir takım vardır. Bu sanattada böyledir. Bunlar çoğunlukla kemalist ve sol çizgiden gelen insanlar. Çünkü şehirli ve eğitimli kesim onlardı, batıyı eleştirmeden herşeyini aldılar. Ve bunu Türkiye’nin yerli geleneksel unsurlarına karşı güdümlediler ve kullandılar. Ve bu akım halen devam ediyor. Bu akıma karşı bir çıkışın olması gerekiyor Türkiye’de edebiyat ve sanat camiasında. Bunuda göremiyoruz. Edebiyat demişken, biraz konuya değinelim. Elif Şafak ´Aşk´ isimli bir kitap çıkardı. Sizce, Kafka’nın aşkıyla Elif Şafağın aşkı arasındaki fark nedir? Veyahut fark yokmu? Selahaddin Yusuf: Birincisi, Türkiye’de ciddi birşey yapmak isteyen insanlar şunu anladılar bir kere. Türkiye’nin uygarlık birimkilerine temas etmek gerekir, diyenler var. İkincisi, bununla temas etsek iyi olur, diyenler var. Buda şundan kaynaklanıyor: Dünyada yerel demokrasi diye bir trend başladı. Dünyada yerel kültür algısı diye birşey başladı. Dünyada etnik müzik diye birşey başladı. Bir barda ezan sesi duyabiliyorsunuz. Dünya birden bire bunu ilginç buldu. Bunun sebebi neydi? Batının oryantalist desteğinden kaynanlanan birşeydi bu. Yerel olan, ilginç olan herşeye ilgi var, fakat bunun biz neocolonialist birşey olduğunu biliyoruz. Bunun oryantalist ve art niyetli bir ilgi olduğunu biliyoruz. Bunun ´dünyanın geri kalanını bilelim, ki avucumuzun içerisine alalım´ düşüncesinden olduğunu biliyoruz. Zira küreselleşme dediğimiz şey, dünyada farklı, otantik olan ne varsa üstünden geçiyor, düzleştiriyor ve aynalaştırıyor. Bunuda biliyoruz. Dolayısıyla küresel edebiyat kültür odaklarının Mevlana´ya gibilerine uzattığı dili de tanıyoruz. Bu dilin arkasında ne tür kirli bir dil olduğunu da biliyoruz. Bunların hepsini Elif Şafağın kitabına atıf edecek kadar acımasız değilim elbette. Nitekim Elif Şafağın yaptığı işin genel bir çerçevesi var, ama şöyle bir trajık iyi tarafı da var: Türkiye´deki insanlar Mevlana evreniyle Elif Şafağın kitabı üzerinden iletişim kurmaya muhtaçlar. Konuyu biraz değiştirelim. ´Meksika Sınırı´ndaki samimiyet sizce ´Kafa Dengi´nde kayboldu mu? Selahaddin Yusuf: Meksika Sınırı´nın kendisini özel, kendisine has bir kitlesi vardı tabiki. Kafa Dengi´nde bunu tam yakalayamadık. Şöyle birşey var. Ben her antropolojinin aynı zamanda bir teoloji olduğuna inanıyorum. Her teolojininde aynı zamanda bir antropoloji olduğuna inanıyorum. Şunu demek istiyorum: insan üzerine ve insanın etkinlikleri üzerine, insanın var oluşuna düşünmeye başladığınızda aynı anda onun tanrı ile ilişkisi üzerinede düşünmeye başlıyorsunuz. Yani, biz insanın Yüceyle kurduğu ilişki üzerinden aslında insanlarla ilişki kuruyoruz. Daha somut olarak yani, bir insanin teolojisi, metafizikle olan ilişkisi benim o insanla ilişkimin temelini oluşturuyor. Dolayısıyla teolojisi bana uymayan insanlarla ilişkimi sahici kuramıyorum. Yani büyüyen bir ilişki olamıyor. Kafa Denginin siyasallaşması mümkün mü ? Selahaddin Yusuf: Kafa Dengi zaten artık bir tarafıyla siyasal, bazı söylemlerde siyasal. Sonuçta bu bir TV programı ve bir TV programının, bu formatının izin verdiği kadar siyasal. Başka TV programlarıyla kıyaslamamak lazım. Selahaddin bey siz bir dönem haber spikerliğide yaptınız? Bu dönem uzun sürmedi ve bıraktınız. Size spikerliğin ne getirileri, ne götürüleri oldu? Selahaddin Yusuf: Sürseydi götürüleri olurdu, getirileri olmazdı. Çünkü ben siyasal bilgiler mezunuyum ve siyaset yüksek lisansı yaptım ve elde ettiğim son bilgi şu: Türkiye’de siyaset üzerine çalışmanın ve konuşmanın bu alanda hiç bir işe yaramayacağı oldu. Dolayısıyla bıraktım bir kenara. Eğer siyaset bilimi okumuş ve uluslararası ilişkiler okumuş, bu yolu sürdürseydim, haber spikerliği iyi birşey olurdu. Çünkü iyi bir background, ama değerli birşey olmadığını gördüm. Sadece bir siyasal kültür backgroundu kazandırdığını gördüm ve öyle kalırsa daha iyi olacağı kanaatine vardım. Peki, neden haber spikerliği yaptınız? Selahaddin Yusuf: Niye haber spikerliği yaptım? Aklım başımda değilmiydi? Değildi herhalde, çünkü insan geçimini sağlamak için aklının bir parçasını görmezden gelebiliyor bazen. Sonuç olarak benim TV de yapıp ettiğim şeyin çoğu maişet temininden ibarettir. Yani geçimimini sağlamak kaygısından ibarettir ve onun haricinde çok bir anlamı yok. Bana sorarsan, babam zengin olsaydı, 3 tane apartmanım olsaydi ve onların kirasıyla yaşayabilecek durumda olsaydım, ben oturur şiir ve roman yazmaya devam ederdim. Şimdi böyle kaçak bir sevgiliyle gizli gizli buluşur gibi yapmazdım. Mesele bundan ibaret. Televizyona çıktığım zamandan itibaren daha az yazıyorum. Televizyona çıktığımdan itibaren benim var oluşuma direk temas edecek her duyguya aslında uzaklaşıyorum, çünkü insanlarda seninle TVye çıkmış adam olmak üzerinden temas etmeye başlıyorlar. Bu kötü birşey yani. Kendini TV de ifade ediyorsun ve bunu tekrar yazmak, insana kendini tekrar ediyormuş hissi uyandırıyor. Yada insanlarda ´daha dün TV de söylediğin şeyi bugün tekrar niye yazdın´ gibi bir his uyandırıyor. Oysa hakikatın tekrarından zarar gelmez. Din bile tekrardır, yani nasihatdır. Aynı şeyi tekrar tekrar söylemektir. Fakat TV nin ´yeni´ ibaresini görmeden birşeyi izleyememe duygusu senin böyle kanını çeken birşeye dönüştürüyor ve böylece artık onu yazmak ihtiyacı hissetmiyorsun. Mesela bir taraftan ben Meksika Sınırını yaparken, daha çok şey okumaya başladım bir dönem, ama daha az yazmaya başladım. Çünkü o hafta onu söyledikten sonra onu tekrar yazmak, TV kültürünün red ettiği birşeydir. Yazmıyordum yani ve uzun zamanda yazmadım. Televizyon aslında başlı başına bir şizofrenik bir durum değilmi? Kamera karşısında bir farklılaşma varmı? Tarık Tufan: Teknik gelişmelerin insanların bir sivilcesi olduğunu düşünüyorum. İnsanların vücudu nasılsa, insanoğlunun vücudu neyse, vücudu gibi bir sivilce üretecektir. Teknik başlı başına tartışılması ve konuşulması gereken birşeydir. Selahaddin Yusuf: Tekniğe var oluşundan itibaren itiraz ediyorum ben, ama onun içinde yaşamak gibi birşeyimiz var, aşıl şizofreni burada. Teknik mekaniğin, robotsu sözün üstüne söz kabul etmez şeyin sorgulanması gerektiğini düşünüyorum. Yani sineklerle değil bataklığın dibiyle uğraşmak gerekir. Şimdi TR´de deniliyorki, kitap ve gazeteler okunmuyor. Ama baktığımızda görüyoruzki, en `basit´ bir yazarın dahi 30-40 tane kitabı oluyor ve bir gazetede onlarca köşe yazarı oluyor. Piyasada 20tane günlük gazetede var. Peki ´okumayan bir ülkede´ ne kadar çok gazete, kitap, köşe yazarları, haber kanalları var. Bu bir çelişki değilmi? Yoksa istatistikler mi yanlış? Kim okuyor bunları, yazarlar kendileri mi okuyorlar? Tarık Tufan: Yüzünden okumak diye birşey vardır. Yeryüzünde, yüzünden okunduğu halde bir insanı hakikata çekebilecek tek Kuran vardır. Onun dışında yüzünden okunduğu zaman bir insanı bir hakikate yaklaştırmanın imkanı yoktur. Burada tabiki okunmuyordan kasıt, bundan yakınmaktan sebep, hiç süphesiz bir kitabı yazılı bir kağıt olarak okumak değil, birşeyle ciddi meşgul olmak. O yüzden uykusuz kalmasıdır, o yüzden iştahının kesilmesidir, o yüzden evine kapanmasıdır, o yüzden daha çok çalışmasıdır, yada tam tersidir, enerjiyle dolup sağa sola koşturmaktır. Bütün bunlarin değerini ortaya koyan şey onun hakikatle ilişkisidir yada en azından niyet olarak hakikate yakın olma temennisidir. Niyet denen şey okumanın anlamınıda belirleyen şeydir, hangi niyetle okuduğundur ve hangi niyetle yazdığındır. Bunun dışında elbette bir sürü insan bir sürü şey yazıyor, biraz daha popüler olmak, baskı yapmak ve çok kazanmak için. Bunlar çok bakılıyor Türkiye’de, ama çok okunmaktan kasıt basılan kitap sayısı falan değil hiç şüpheniz. Publiziert in der Ayasofya 34 2011 Link to comment Share on other sites More sharing options...
Webmaster Posted August 31, 2015 Author Share Posted August 31, 2015 Link to comment Share on other sites More sharing options...
Recommended Posts